ASÂ-YI MÛSÂ – Birinci Kısım -1 (16-73)

16

Risale-i Nur Külliyatından

ASÂ-YI MÛSÂ

Bediüzzaman Said Nursî

17

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Bu acip asırda ehl-i îman, Risale-i Nur’a ve ehl-i fen [bilim adamları] ve mektep muallimleri Asâ-yı Mûsâ‘ya [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] şiddetle muhtaç oldukları gibi; hâfızlar ve hocalar dahi Zülfikar‘a [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] şiddetle muhtaçtırlar.

Evet, mesela i’câz-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın mu’cize oluşu] bahsindeki ekser âyetlerin medar-ı şüphe [şüphe kaynağı] ve itiraz olmuş aynı yerlerde, i’câzın lem’aları [parıltı] ve Kur’ân’ın güzel nükteleri [derin anlamlı söz] ispat edilmiş.

 Umum Risale-i Nur Şâkirtleri [Allah’a şükreden] nâmına

 Said Nursî

ba

18

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 3

Aziz sıddık kardeşlerim,

Madem Risale-i Nur, makine ile taammüm [yayılma, genelleşme] etmeye başlamış ve madem felsefe ve hikmet-i cedideyi [yeni bilim ve felsefe; çağdaş gök bilimi] okuyan mektepliler ve muallimler çoklukla Risale-i Nur’a yapışıyorlar; elbette bir hakikat beyan etmek lâzım geliyor. Şöyle ki:

Risale-i Nur’un şiddetli tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise mutlak değildir. Belki muzır [zararlı] kısmınadır. Çünkü felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye [insanların sosyal hayatı] ve ahlâk ve kemâlât-ı insaniyeye [insana ait mükemmel özellikler] ve san’atın terakkiyatına [ilerleme] hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur’ân ile barışıktır. Belki Kur’ân’ın hikmetine hâdimdir, muaraza [karşı gelme, karşı koyma] edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor.

İkinci kısım felsefe, dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve ilhada [dinsizlik, inkâr] ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi, sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve lehviyat [eğlenceler, oyunlar] ile gaflet ve dalâleti netice verdiğinden ve sihir gibi harikalarıyla Kur’ân’ın mucizekâr hakikatleriyle muaraza [karşı gelme, karşı koyma] ettiği için, Risale-i Nur ekser eczalarında mizanlarla [ölçü] ve kuvvetli ve burhan[delil] muvazenelerle, [karşılaştırma/denge] felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor; müstakim, [doğru ve düzgün] menfaattar felsefeye ilişmiyor. Onun için mektepliler Risale-i Nur’a itirazsız, çekinmeyerek giriyorlar ve girmelidirler.

Fakat gizli münafıklar, nasıl ki bir kısım hocaları bütün bütün mânâsız ve haksız bir tarzda ehl-i medresenin [medresede ilim tahsil edenler] ve hocaların hakikî malı olan Risale-i Nur aleyhinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettikleri gibi, bazı felsefecilerin enaniyet-i ilmiyelerini tahrik edip, Nurlar aleyhinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmek ihtimâline binaen, bu hakikati Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ve Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] mecmualarının başında yazılsa münasip olur.

 Said Nursî

ba

19

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

İmam-ı Ali radıyallahu anh, Celcelutiye’sinde pek kuvvetli ve sarahate [açıklık] yakın bir tarzda Risale-i Nur’dan ve ehemmiyetli risalelerinden aynı numara ile haber verdiğini, Yirmi sekizinci Lem’a [parıltı] ile Sekizinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] tam ispat etmişler. İmam-ı Ali radıyallahü anh, Risale-i Nur’un en son risalesini Celcelutiye’de

وَاسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَةُ انْجَلَتْ

fıkrasıyla [bölüm] haber veriyor. Biz bir iki sene evvel Âyetü’l-Kübrâ‘yı [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] en son zannetmiştik. Halbuki şimdi altmış dörtte telifçe [kaleme alma] Risale-i Nur’un tamam olması ve bu cümle-i Aleviyenin meâlini, yani, karanlığı dağıtacak, asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] (aleyhisselâm) gibi ışık verecek, sihirleri ibtal edecek” bir risaleden haber vermesi; ve bu mecmuanın “Meyve” kısmı bir müdafaa hükmüne geçip başımıza çöken dehşetli, zulümlü zulmetleri dağıttığı gibi, “Hüccetler” [delil] kısmı da, Nurlara karşı cephe alan felsefe karanlıklarını izale [giderme] edip Ankara ehl-i vukufunu [bilirkişi] teslime ve tahsine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] mecbur etmesi; ve istikbalde zulmetleri dağıtacak çok emâreler bulunması; ve asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] (aleyhisselâmın) bir taşta on iki çeşme akıtmasına ve on bir mu’cizeye medar [kaynak, dayanak] olmasına mukabil ve müşabih [benzer] bu son mecmua dahi, “Meyve”, on bir mesele-i nurâniyesi ve “Hüccetullahi’l-Bâliğa” [delil] kısmı on bir hüccet-i katıa[kesin delil] bulunması cihetinde bize kanaat verdi ki, İmam-ı Ali radıyallahu anh, o fıkra [bölüm] ile doğrudan doğruya bu Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ismindeki mecmuaya bakar ve ondan tahsinkârane [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] haber verir.

Said Nursî

ba

20
21

Asâ-yı Mûsâ‘dan [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu]

Birinci Kısım

Denizli Hapsinin Bir Meyvesi

 Zındıka ve küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] karşı Risale-i Nur’un bir müdafaanâmesidir. Ve bu hapsimizde hakikî müdafaanamemiz dahi budur. Çünkü yalnız buna çalışıyoruz.

Bu risale, Denizli Hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatırası ve iki Cuma gününün mahsulüdür.

Said Nursî

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

فَلَبِثَ فِى السِّجْنِ بِضْعَ سِنِينَ * 1

âyetinin ihbarı ve sırrıyla, Yusuf aleyhisselâm mahpusların pîridir; [önder] ve hapishane bir nevi medrese-i Yusufiye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] olur. Madem Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] iki defadır çoklukla bu medreseye giriyorlar; elbette Risale-i Nur’un hapse temas ve ispat ettiği bir kısım meselelerinin kısacık hülâsalarını, [esas, öz] bu terbiye için açılan dershanede okumak ve okutmakla tam terbiye almak lâzım geliyor. İşte o hülâsalardan, [esas, öz] beş altı tanesini beyan ediyoruz.

22

Birincisi

Dördüncü Sözde izahı bulunan, her gün yirmi dört saat sermaye-i hayatı, Hâlıkımız [her şeyi yaratan Allah] bize ihsan [bağış] ediyor—tâ ki, iki hayatımıza lâzım şeyler o sermaye ile alınsın. Biz kısacık hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] yirmi üç saati sarf edip, beş farz namaza kâfi [yeterli] gelen bir saati, pek çok uzun olan hayat-ı uhreviyemize [âhiret hayatı] sarfetmezsek, ne kadar hilâf-ı akıl [akıl dışı, akla aykırı] bir hata ve o hatanın cezası olarak hem kalbî, hem ruhî sıkıntıları çekmek ve o sıkıntılar yüzünden ahlâkını bozmak ve meyusâne [ümitsiz] hayatını geçirmek sebebiyle, değil terbiye almak, belki terbiyenin aksine gitmekle ne derece hasâret [zarar] ederiz, kıyas edilsin.

Eğer, bir saati beş farz namaza sarf etsek, o halde hapis ve musibet müddetinin herbir saati, bazan bir gün ibadet; ve fâni bir saati, bâki saatler hükmüne geçebilmesi ve kalbî ve ruhî meyusiyet [ümitsizlik] ve sıkıntıların kısmen zevâl [batış, kayboluş] bulması ve hapse sebebiyet veren hatalara kefâreten affettirmesi ve hapsin hikmeti olan terbiyeyi alması ne derece kârlı bir imtihan, bir ders ve musibet arkadaşlarıyla tesellîdârâne [teselli olarak] bir hoş sohbet olduğu düşünülsün…

Dördüncü Sözde denildiği gibi, bin lira ikramiye kazancı için bin adam iştirak etmiş bir piyango kumarına yirmi dört lirasından beş on lirayı veren ve yirmi dörtten birisini ebedî bir mücevherat [kıymetli taşlar] hazinesinin biletine vermeyen—halbuki dünyevî piyangoda o bin lirayı kazanmak ihtimali binden birdir; çünkü bin hissedar daha var—ve uhrevî mukadderat-ı beşer [insanın kaderi; Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar] piyangosunda, hüsn-ü hâtimeye [güzel son] mazhar [erişme, nail olma] ehl-i iman [Allah’a inanan] için kazanç ihtimali binden dokuz yüz doksan dokuz olduğuna yüz yirmi dört bin enbiyanın [nebiler, peygamberler] ona dair ihbarını keşfle tasdik eden evliyadan ve asfiyadan [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] had ve hesaba gelmez sâdık muhbirler haber verdikleri halde, evvelki piyangoya koşmak, ikincisinden kaçmak ne derece maslahata [amaç, yarar] muhalif düşer, mukayese edilsin.

23

Bu meselede hapishane müdürleri ve sergardiyanları [başgardiyan] ve belki memleketin idare müdebbirleri [idare eden, çekip çeviren] ve asayiş muhafızları, Risale-i Nur’un bu dersinden memnun olmaları gerektir. Çünkü bin mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] ve Cehennem hapsini her vakit tahattur [hatıra gelme] eden adamların idare ve inzibatı, [âsayiş, düzen] on namazsız ve itikatsız, yalnız dünyevî hapsi düşünen ve haram-helâl bilmeyen ve kısmen serseriliğe alışan adamlardan daha kolay olduğu çok tecrübelerle görülmüş.

ba

24

İkinci Meselenin Hülâsa[esas, öz]

Risale-i Nur’dan Gençlik Rehberinin güzelce izah ettiği gibi, ölüm o kadar kat’î ve zâhirdir ki, bugünün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek. Bu hapishane nasıl ki mütemadiyen çıkanlar ve girenler için muvakkat [geçici] bir misafirhanedir; öyle de, bu zemin yüzü dahi acele hareket eden kàfilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır. Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var.

İşte bu dehşetli hakikatın muammasını Risale-i Nur hall [çözme, problem çözme, karışık bir meselenin içinden çıkma] ve keşfetmiş. Bir kısacık hülâsa[esas, öz] şudur:

Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Elbette bu ecel cellâdının elinden ve kabir haps-i münferidinden [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin fevkinde [üstünde] bir endişesi, bir meselesidir. Evet, çaresi var ve Risale-i Nur Kur’ân’ın sırrıyla o çareyi, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î ispat etmiş. Kısacık hülâsa[esas, öz] şudur ki:

Ölüm ya idam-ı ebedîdir; [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] hem o insanı, hem bütün ahbabını ve akaribini [akrabalar, yakınlar] asacak bir darağacıdır. Veyahut başka bir bâki âleme gitmek ve iman vesikasıyla [belge] saadet sarayına girmek için bir terhis tezkeresidir. Ve kabir ise, ya karanlıklı bir haps-i münferit [tek başına hapis, hücre hapsi] ve dipsiz bir kuyudur. [kayıtlar, sınırlamalar] Veyahut bu zindan-ı dünyadan [âhirete göre bir zindanı andıran dünya] bâki ve nuranî bir ziyafetgâh ve bağistana [bağ, bahçe] açılan bir kapıdır. Bu hakikati Gençlik Rehberi bir temsil ile ispat etmiş.

Meselâ, bu hapsin bahçesinde asmak için darağaçları konulmuş ve onların dayandıkları duvarın arkasında gayet büyük ve umum dünya iştirak etmiş bir piyango dairesi kurulmuş. Biz bu hapisteki beş yüz kişi, herhalde, hiç müstesnası yok ve kurtulmak mümkün değil, bizi birer birer o meydana çağıracaklar. Ya “Gel, idam [hiçlik, yokluk] ilânını al, darağacına çık” veya “Daimî haps-i münferit [tek başına hapis, hücre hapsi] pusulasını tut, bu açık kapıya gir” veyahut “Sana müjde! Milyonlar altın bileti sana çıkmış. Gel al” diye her tarafta ilânatlar yapılıyor.

Biz de gözümüzle görüyoruz ki, birbiri arkasında o darağaçlarına çıkıyorlar. Bir kısmın asıldıklarını müşahede ediyoruz. Bir kısmı da, darağaçlarını basamak

25

yapıp o duvarın arkasındaki piyango dairesine girdiklerini, orada büyük ve ciddî memurların kat’î haberleriyle görür gibi bildiğimiz bir sırada, bu hapishanemize iki heyet girdi.

Bir kàfile ellerinde çalgılar, şaraplar, zâhirde gayet tatlı helvalar, baklavalar var. Bizlere yedirmeye çalıştılar. Fakat o tatlılar zehirlidir, insî şeytanlar içine zehir atmışlar.

İkinci cemaat ve heyet, ellerinde terbiyenameler ve helâl yemekler ve mübarek şerbetler var. Bize hediye veriyorlar ve bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] beraber, pek ciddî ve kat’î diyorlar ki:

“Eğer o evvelki heyetin sizi tecrübe için verilen hediyelerini alsanız, yeseniz, bu gözümüz önündeki şu darağaçlarda başka gördükleriniz gibi asılacaksınız. Eğer bizim bu memleket hâkiminin fermanıyla getirdiğimiz hediyeleri evvelkinin yerine kabul edip ve terbiyenamelerdeki duaları ve evradları [okunması âdet olan dualar] okusanız, o asılmaktan kurtulacaksınız. O piyango dairesinde ihsan-ı şâhâne [padişahın hediyesi, ikramı] olarak herbiriniz milyon altın biletini alacağınızı, görür gibi ve gündüz gibi inanınız. Eğer o haram ve şüpheli ve zehirli tatlıları yeseniz, asılmaya gittiğiniz zamana kadar dahi o zehirin sancısını çekeceğinizi, bu fermanlar ve bizler müttefikan [birleşerek] size kat’î haber veriyoruz” diyorlar.

İşte bu temsil gibi, her vakit gördüğümüz ecel darağacının arkasında, mukadderat-ı nev-i beşer [insanlığın kaderi; Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar] piyangosundan ehl-i iman [Allah’a inanan] ve tâat [itaat, emir ve söz dinleme, emre uyma] için—hüsn-ü hâtime şartıyla—ebedî ve tükenmez bir hazinenin bileti çıkacağını yüzde yüz ihtimalle; sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve haram ve itikatsızlık [inanç] ve fıskta [günah] devam edenler—tevbe etmemek şartıyla—ya idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] (âhirete inanmayanlara) veya daimî ve karanlık haps-i münferit [tek başına hapis, hücre hapsi] (bekà-i ruha inanan ve sefahette [ahmaklık, beyinsizlik] gidenlere) ve şekavet-i ebediye [sonsuz mutsuzluk ve azap] ilâmını alacaklarını yüzde doksan dokuz ihtimalle kat’î haber veren, başta ellerinde nişane-i tasdik [doğrulayıcı nişan, alamet] olan hadsiz mu’cizeler bulunan yüz yirmi dört bin peygamberler1 ve onların verdikleri haberlerin izlerini ve sinemada gibi gölgelerini, keşfle, zevk ile görüp tasdik ederek imza basan yüz yirmi dört milyondan ziyade evliyalar

26

(kaddesallahü esrârehüm) ve o iki kısım meşâhir-i insaniyenin [insanların meşhurları, ünlü kişiler] haberlerini aklen kat’î burhanlarla [delil] ve kuvvetli hüccetlerle, [delil] fikren ve mantıkan yakînî bir sûrette ispat ederek tasdik edip imza basan milyarlar gelen geçen muhakkikler,Haşiye [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] müçtehidler ve sıddîkînler, [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] bil’icmâ, [hep birlikte] mütevatiren [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] nev-i insanın [insan türü, insanlık] güneşleri, kamerleri, [ay] yıldızları olan bu üç cemaat-i azîme [büyük topluluk] ve bu üç taife-i ehl-i hakikat [hak ve doğruluk üzere olanların taifesi] ve beşerin kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kumandanları olan bu üç büyük ve âlî [yüce] heyetlerin fermanlarıyla verdikleri haberleri dinlemeyen, ve saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] giden onların gösterdikleri yol olan sırat-ı müstakimde [dosdoğru yol] gitmeyenler, yüzde doksan dokuz dehşetli tehlike ihtimalini nazara almayan ve birtek muhbirin bir yolda tehlike var demesiyle o yolu bırakan, başka uzun yolda hareket eden bir adam, elbette ve elbette vaziyeti şudur ki:

İki yolun—hadsiz muhbirlerin kat’î ihbarları ile—en kısa ve kolayı ve yüzde yüz Cennet ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kazandıranı bırakıp en dağdağalı [karışık, gürültülü] ve uzun ve sıkıntılı ve yüzde doksan dokuz Cehennem hapsini ve şekavet-i daimeyi [daimi bir sıkıntı, mutsuzluk] netice veren yolunu ihtiyar ettiği halde, dünyada iki yolun, birtek muhbirin yalan olabilir haberiyle yüzde birtek ihtimal-i tehlike [tehlike ihtimali] ve bir ay hapis imkânı bulunan kısa yolu bırakıp, menfaatsiz—yalnız zararsız olduğu için—uzun yolu ihtiyar eden bedbaht, sarhoş divaneler gibi, dehşetli ve uzakta görünen ve ona musallat olan ejderhalara ehemmiyet vermez, sineklerle uğraşıyor, yalnız onlara ehemmiyet verir derecede aklını, kalbini, ruhunu, insaniyetini kaybetmiş oluyor.

Madem hakikat-i hal [bir şeyin gerçek durumu] budur. Biz mahpuslar, bu hapis musibetinden intikamımızı tam almak için, o mübarek ikinci heyetin hediyelerini kabul etmeliyiz. Yani, nasıl ki bir dakika intikam lezzeti ve birkaç dakika veya bir iki saat sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] lezzetleriyle, bu musibet bizi on beş ve beş ve on ve iki üç sene bu hapse soktu, dünyamızı bize zindan eyledi; biz dahi bu musibetin rağmına [zıddına, aksine] ve inadına, bir iki

27

saat müddet-i hapsi bir iki gün ibadete ve iki üç sene cezamızı, mübarek kàfilenin hediyeleriyle yirmi otuz sene bâki bir ömre ve on ve yirmi sene hapiste cezamızı milyonlar sene Cehennem hapsinden affımıza vesile edip, fâni dünyamızın ağlamasına mukàbil, bâki hayatımızı güldürerek bu musibetten tam intikamımızı almalıyız. Hapishaneyi terbiyehane gösterip, vatanımıza ve milletimize birer terbiyeli, emniyetli, menfaatli adam olmaya çalışmalıyız. Ve hapishane memurları ve müdürleri ve müdebbirleri [idare eden, çekip çeviren] dahi, câni ve eşkiya ve serseri ve katil ve sefahetçi [gayrı meşru zevk ve eğlenceye düşkün olan] ve vatana muzır [zararlı] zannettikleri adamları, bir mübarek dershanede çalışan talebeler görsünler ve müftehirâne [iftihar ederek] Allah’a şükretsinler.

ba

28

Üçüncü Mesele

Gençlik Rehberinde izahı bulunan ibretli bir hâdisenin hülâsa[esas, öz] şudur:

Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: “Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.”

Evet, gördüğüm hakikattır, hayal değil. Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri kıştır; öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hâdisatı sinema ile hal-i hazırda [içinde yaşanılan zaman dilimi] gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hâdisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve sefahetin [ahmaklık, beyinsizlik] elli altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] keyiflerine nefretler ve teellümlerle [elem çekme] ağlayacaklardı.

Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve dalâleti terviç [revaç ve kıymet verme, değerini artırma] eden bir şahs-ı mânevî, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi:

“Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz; bize karışma.”

Ben de cevaben dedim:

Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] atılıyorsun. Kat’iyen [kesinlikle] bil ki, senin dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hükmüyle bütün geçmiş zaman-ı mazi [geçmiş zaman] ölmüş ve mâdumdur. [yok] Ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yoluyla, senin başına ve varsa ve ölmemişse kalbine, o hadsiz firaklardan [ayrılık] ve o nihayetsiz dostlarının ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça, pek kısa bir zamandaki cüz’î [ferdî, küçük] lezzetini imha ettiği gibi, gelecek istikbal zamanı dahi, itikatsızlığın [inanç] cihetiyle yine mâdum [yok] ve

29

karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır. [ürkütücü yer] Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran ve zaman-ı hazıra [şimdiki zaman] uğrayan biçarelerin başları ecel cellâdının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, mütemadiyen akıl alâkadarlığıyla senin imansız başına hadsiz elîm endişeler yağdırıyor. Senin sefihâne [yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce] cüz’î [ferdî, küçük] lezzetini zîr ü zeber [alt üst] eder.

Eğer dalâleti ve sefaheti [ahmaklık, beyinsizlik] bırakıp iman-ı tahkiki ve istikamet [doğru] dairesine girsen, iman nuruyla göreceksin ki, o geçmiş zaman-ı mazi [geçmiş zaman] mâdum [yok] ve herşeyi çürüten bir mezaristan değil, belki mevcut ve istikbale inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eden nuranî bir âlem ve bâki ruhların istikbaldeki saadet saraylarına girmelerine bir intizar [bekleme] salonu görünmesi haysiyetiyle, değil elem, belki imanın kuvvetine göre Cennetin bir nevi mânevî lezzetini dünyada dahi tattırdığı gibi gelecek istikbal zamanı, değil vahşetgâh [ürkütücü yer] ve karanlık, belki iman gözüyle görünür ki, saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi [cömertlik] bulunan ve her bahar ve yazı birer sofra yapan ve nimetlerle dolduran bir Rahmân-ı Rahîm-i [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] Zülcelâli ve’l-İkramın ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının [bağış] sergileri açılmış, oraya sevkiyat var diye iman sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine göre bâki âlemin bir nevi lezzetini hissedebilir. Demek hakikî ve elemsiz lezzet yalnız imanda ve iman ile olabilir.

İmanın bu dünyada dahi verdiği binler faide ve neticelerinden yalnız birtek faide ve lezzetini, bu mezkûr [adı geçen] bahsimiz münasebetiyle Gençlik Rehberinde bir hâşiye [dipnot] olarak yazılan bir temsil ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Meselâ, senin gayet sevdiğin birtek evlâdın sekeratta [can çekişme/ölüm anı] ölmek üzere iken ve meyusâne [ümitsiz] elîm ebedî firakını [ayrılık] düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir doktor geldi, tiryak [derman, ilaç] gibi bir macun içirdi. O sevimli ve güzel evlâdın gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın.

İşte, o çocuk gibi sevdiğin ve ciddi alâkadar olduğun milyonlar sence mahbup [sevgili] insanlar, o mazi [geçmiş] mezaristanında, senin nazarında çürüyüp mahvolmak üzere

30

iken, birden hakikat-i iman, [iman gerçeği] Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm [kuruntu] edilen mezaristana kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan başa bütün ölüler dirildiler. Ve “Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz” lisan-ı hal [beden dili] ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları iman bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder ki, iman hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etse, bir cennet-i hususiye [özel cennet] ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâ[Cennetteki tûba ağacı] olur dedim.

O muannid [inatçı] döndü, dedi:

“Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyif ve lezzetle geçirmek için sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşayacağız.”

Cevaben dedim:

Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi [geçmiş] ve müstakbeli [gelecek] yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler [eseflenme, üzülme] alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] şükreder. Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat, o his dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, [Allah’ın şefkati] gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. [örtme] Hususan mâsum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir. Fakat, ey insan, senin mazi [geçmiş] ve müstakbelin [gelecek] akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan [gaybı örtme, bilememe; ileriyi düşünüp görememe] hayvana gelen istirahatten tamamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, [eseflenme, üzülme] elîm firaklar [ayrılık] ve gelecekten gelen korkular ve endişeler, senin cüz’î [ferdî, küçük] lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aşağı düşürür.

Madem hakikat budur. Ya aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul. Veya aklını imanla başına al, Kur’ân’ı dinle, yüz derece hayvandan ziyade bu fâni dünyada dahi sâfi lezzetleri kazan, diyerek onu ilzam [susturma] ettim.

Yine o mütemerrid [inatçı] şahıs döndü, dedi:

“Hiç olmazsa ecnebî dinsizleri gibi yaşarız.”

Cevaben dedim:

Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünkü onlar bir peygamberi inkâr etse, diğerlerine inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah’a inanabilir. Bunu da bilmezse, kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] medar [kaynak, dayanak] bazı seciyeleri [huy, karakter] bulunabilir. Fakat bir Müslüman, en

31

âhir ve en büyük ve dini ve dâveti umumî olan Âhirzaman Peygamberi aleyhissalâtü vesselâmı inkâr etse ve zincirinden çıksa, daha hiçbir peygamberi, hattâ Allah’ı kabul etmez. Çünkü bütün peygamberleri ve Allah’ı ve kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] onunla bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kalmaz. Bunun içindir ki, eskiden beri her dinden İslâmiyete giriyorlar; ve hiçbir Müslüman, hakiki Yahudi veya Mecusi veya Nasranî olmaz. Belki dinsiz olur; seciyeleri [huy, karakter] bozulur, vatana, millete muzır [zararlı] bir hâlete [durum] girer. İspat ettim. O muannid [inatçı] ve mütemerrid [inatçı] şahsın daha tutunacak bir yeri kalmadı. Kayboldu, Cehenneme gitti.

İşte ey bu medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] benim ders arkadaşlarım! Madem hakikat budur ve bu hakikati Risale-i Nur o derece kat’î ve güneş gibi ispat etmiş ki, yirmi senedir mütemerridlerin [inatçı] inatlarını kırıp imana getiriyor. Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbalimize, hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli olan iman ve istikamet [doğru] yolunu takip edip boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde Kur’ân’dan bildiğimiz sûreleri okumak ve mânâlarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade edip bu hapishaneyi güzel seciyeli [huy, karakter] fidanlar yetiştiren bir mübarek bahçeye çevirmek gibi a’mâl-i saliha [Allah için yapılan iyi işler] ile, hapishane müdür ve alâkadarları, câni ve katillerin başlarında zebâni gibi azap memurları değil, belki medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] Cennete adam yetiştirmek ve onların terbiyesine nezaret etmek vazifesiyle memur birer müstakim [doğru ve düzgün] üstad ve birer şefkatli rehber olmalarına çalışmalıyız.

ba

32

Dördüncü Mesele

Yine Gençlik Rehberinde izahı var Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki:

Küre-i arzı [yer küre, dünya] herc ü merce [karışıklık, dağınıklık] getiren ve İslâm mukadderatıyla [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden [Birinci Dünya Savaşı] elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl)1 hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler.

Cevaben dedim ki:

Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil [birbirine geçen, birbirine geçmiş, iç içe geçmiş olan] dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz [yer küre, dünya] ve nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] dairesinden tut, tâ zîhayat [canlı] ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat [geçici] arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip [birbirine uygun] vazifeler bulunabilir.

Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî [dış dünyaya ait] işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.

Birinci noktaya cevap ise: Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt [tereddütsüz] sarf edecek.

İşte, o dâvâ ise, yüz bin meşâhir-i insaniyenin [insanların meşhurları, ünlü kişiler] ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, [birleşerek] Kâinat Sahibinin [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] ve Mutasarrıfının [dilediği gibi idare eden] binler vaad ve ahdlerine [söz, vaad] istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki:

33

Herkesin, iman mukàbilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla [köşk, saray] müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer iman vesikasını [belge] sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk [dünyada, yalnızca maddenin varlığını kabul eden, manevî kavramları ret ve inkâr eden felsefî görüş, maddecilik] tâunuyla [salgın ve ölümcül hastalık] çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve tahkik, [araştırma, inceleme] bir yerde kırk vefiyattan [vefatlar, ölümler] yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta [can çekişme/ölüm anı] müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen harika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp, ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî [dış dünyaya ait] mâlâyaniyatla iştigal [meşgul olma, uğraşma] etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] herbirimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır diye kanaatımız var.

Ey hapis musibetinde benim yeni kardeşlerim, sizler, benimle beraber gelen eski kardeşlerim gibi Risale-i Nur’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şakirtleri [öğrenci] şahit göstererek derim ve ispat ederim ve ispat etmişim ki:

O büyük dâvâyı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o dâvânın kazancının vesika[belge] ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikîyi [araştırma ve incelemeye dayanan iman] eline veren ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mu’cize-i mâneviyesinden [mânevî mu’cize] neş’et [doğma] edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dâvâ vekili bulunan Risale-i Nur’dur. Bu on sekiz senedir benim düşmanlarım ve zındıklar ve maddiyyunlar, aleyhimde gayet gaddarâne desiselerle [hile, aldatma] hükümetin bazı erkânlarını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ederek bizi imha için bu defa gibi eskide dahi hapislere, zindanlara soktukları halde, Risale-i Nur’un çelik kal’asında [kale] yüz otuz parça cihazatından ancak iki-üç parçasına ilişebilmişler. Demek avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter.

Hem korkmayınız, Risale-i Nur yasak olmaz. Hükümet-i Cumhuriyenin [Cumhuriyet hükümeti] mebusları ve erkânlarının [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ellerinde mühim risaleleri, iki, üçü müstesna olarak serbest geziyorlardı. İnşaallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ıslahhane yapmak için bahtiyar müdürler ve memurlar, o Nurları mahpuslara, ekmek ve ilâç gibi tevzi [(sahiplerine) dağıtma] edecekler.

ba

34

Beşinci Mesele

Gençlik Rehberinde izah edildiği gibi, gençlik hiç şüphe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat’iyetinde, gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek. Eğer o fâni ve geçici gençliğini iffetle hayrata istikamet [doğru] dairesinde sarf etse, onunla ebedî, bâki bir gençliği kazanacağını bütün semâvî fermanlar müjde veriyorlar.

Eğer sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] sarf etse, nasıl ki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir; öyle de, gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] dairedeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, âhiret mes’uliyetinden ve kabir azabından ve zevâlinden [batış, kayboluş] gelen teessüflerden [eseflenme, üzülme] ve günahlardan ve dünyevî mücâzâtlarından [ceza] başka, aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübeyle tasdik eder. Meselâ, haram sevmekte, bir kıskançlık elemi ve firak [ayrılık] elemi ve mukabele [karşılama; karşılık verme] görmemek elemi gibi çok ârızalarla o cüz’î [ferdî, küçük] lezzet zehirli bir bal hükmüne geçer. Ve o gençliğin suiistimâliyle gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere ve kalb ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş’et [doğma] eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere [ahmaklık, beyinsizlik] veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor. Elbette, ekseriyetle gençlerin gençliğinin suiistimalinden ve taşkınlıklarından ve gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler [üzüntü, acı] işiteceksin.

Eğer istikamet [doğru] dairesinde gitse, gençlik gayet şirin ve güzel bir nimet-i İlâhiye [Allah’ın kullarına verdiği nimet] ve tatlı ve kuvvetli bir vasıta-i hayrat [hayırların vasıtası, aracı] olarak âhirette gayet parlak ve bâki bir gençlik netice vereceğini, başta Kur’ân olarak çok kat’î âyâtıyla bütün semâvî kitaplar ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar.

Madem hakikat budur. Ve madem helâl dairesi keyfe kâfidir. Ve madem haram dairesindeki bir saat lezzet, bazan bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir. Elbette, gençlik nimetine bir şükür olarak, o tatlı nimeti iffette, istikamette [doğru] sarf etmek lâzım ve elzemdir.

ba

35

Altıncı Mesele

Risale-i Nur’un çok yerlerinde izahı ve kat’î hadsiz hüccetleri [delil] bulunan iman-ı billâh [Allah’a iman] rüknünün [esas, şart] binler küllî burhanlarından [delil] birtek burhana [delil] kısaca bir işarettir.

Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] tanıttır; muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” dediler.

Ben dedim:

Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla [kendine özel dil] mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.

Meselâ, nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla [ölçü] alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar [ilaçlar] var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] bir eczacıyı gösterir.

Öyle de, küre-i arz [yer küre, dünya] eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat [bitkiler] ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat [canlı] macunlar ve tiryaklar [ilaçlar] cihetiyle bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıb [tıp bilimi] mikyasıyla, [ölçü] küre-i arz [yer küre, dünya] eczahane-i kübrasının [büyük eczane] eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâli, hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.

Hem, meselâ, nasıl bir harika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor; şeksiz, [şüphesiz] bir fabrikatörü ve maharetli bir makinisti tanıttırır.

Öyle de, küre-i arz [yer küre, dünya] denilen yüz binler başlı, her başında yüz binler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbâniye [herşeyin Rabbi olan Allah’ın makinesi] ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derecede, okuduğunuz fenn-i makine [makine bilimi] mikyasıyla, [ölçü] küre-i arzın [yer küre, dünya] Ustasını ve Sahibini bildirir, tanıttırır.

Hem meselâ, nasıl ki, gayet mükemmel bin bir çeşit erzak etrafından celb [çekme] edip içinde muntazaman istif [yığma, biriktirme] ve ihzar [hazırlama] edilmiş depo ve iaşe ambarı ve dükkân şeksiz, [şüphesiz] bir fevkalâde iaşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir.

36

Öyle de, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede muntazaman seyahat eden ve yüz binler ve ayrı ayrı erzak isteyen taifeleri içine alan ve seyahatiyle mevsimlere uğrayıp, baharı bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak, kışta erzakı tükenen biçare zîhayatlara [canlı] getiren ve küre-i arz [yer küre, dünya] denilen bu Rahmânî iaşe ambarı ve bu sefine-i Sübhâniye [her türlü kusur ve eksiklikten uzak olan Allah’ın bir gemi gibi yaratarak uzayda gezdirdiği dünya] ve bin bir çeşit cihazatı ve malları ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkân-ı Rabbânî, [herşeyin Rabbi olan Allah’ın bir dükkân gibi düzenleyerek bütün ihtiyaç maddelerimizi depoladığı yeryüzü] ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise, okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i iaşe [geçim bilimi] mikyasıyla, [ölçü] o kat’iyette ve o derecede küre-i arz [yer küre, dünya] deposunun Sahibini, Mutasarrıfını, [dilediği gibi idare eden] Müdebbirini [idare eden, çekip çeviren] bildirir, tanıttırır, sevdirir.

Hem nasıl ki dört yüz bin millet içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı ve istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettiği silâhı ayrı ve giydiği elbisesi ayrı ve talimatı ayrı ve terhisatı [askerliğin bitişiyle salıverilme] ayrı olan bir ordunun mu’cizekâr bir kumandanı, tek başıyla bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihalarını [silâhlar] ve elbiselerini ve cihazatlarını, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak verdiği o acip ordu ve ordugâh, şüphesiz, bedahetle [ap açık bir şekilde] o harika kumandanı gösterir, takdirkârâne [övgüyle] sevdirir.

Aynen öyle de, zemin yüzünün ordugâhında ve her baharda yeniden silâh altına alınmış bir yeni ordu-yu Sübhânîde [eksik ve kusurlardan uzak olan Allah’ın ordusu] nebatat [bitkiler] ve hayvanat milletlerinden dört yüz bin nev’in çeşit çeşit elbise, erzak, esliha, [silâhlar] talim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, birtek kumandan-ı âzam [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] tarafından verilen küre-i arzın [yer küre, dünya] bahar ordugâhı, ne derece mezkûr [adı geçen] insan ordu ve ordugâhından büyük ve mükemmel ise, sizin okuyacağınız fenn-i askerî [askerlik ilmi] mikyasıyla [ölçü] dikkatli ve aklı başında olanlara o derece küre-i arzın [yer küre, dünya] Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini [idare eden, çekip çeviren] ve Kumandan-ı Akdesini [bütün varlıkları emri altında tutan ve her türlü eksiklikten ve âcizlikten yüce olan Allah] hayretler ve takdislerle [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] bildirir ve tahmid [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] ve tesbihle sevdirir.

37

Hem nasılki bir harika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek her yeri gezerler. Yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz, [şüphesiz] bedahetle [ap açık bir şekilde] elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial [yanma, tutuşma] maddelerini getiren bir mu’cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir.

Aynen öyle de, bu âlem şehrinde, dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, bir kısmı—kozmoğrafyanın dediğine bakılsa—küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür’atli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın [astronomi, gök bilimi] dediğine göre, küre-i arzdan [yer küre, dünya] bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bir misafirhane-i Rahmâniyede [Allah’ın sonsuz rahmetiyle kulları için bir konak gibi hazırladığı dünya] bir lâmba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün küre-i arzın [yer küre, dünya] denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki [görkemli, ihtişamlı şehir] dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri ne derece o misâlden daha büyük, daha mükemmeldir; o derecede, sizin okuduğunuz veya okuyacağınız, fenn-i elektrik [elektrik bilimi] mikyasıyla, [ölçü] bu meşher-i âzam-ı kâinatın [büyük kâinat sergisi] Sultanını, Münevvirini, [herşeyi maddî ve mânevî nurlandıran, sonsuz nur sahibi Allah] Müdebbirini, [idare eden, çekip çeviren] Sâniini, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] o nuranî yıldızları şahit göstererek tanıttırır, tesbihatla, takdisatla [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] sevdirir, perestiş [aşırı derece sevme] ettirir.

Hem meselâ, nasıl ki bir kitap bulunsa ki, bir satırında bir kitap ince yazılmış ve herbir kelimesinde ince kalemle bir sûre-i Kur’âniye yazılmış. Gayet mânidar ve bütün meseleleri birbirini teyid eder ve kâtibini ve müellifini [telif eden, kitap yazan] fevkalâde maharetli ve iktidarlı gösteren bir acîp mecmua, şeksiz, [şüphesiz] gündüz gibi kâtip ve musannifini [sınıflandıran, düzenleyen] kemâlâtıyla, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] hünerleriyle bildirir, tanıttırır. Mâşâallah, bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] cümleleriyle takdir ettirir.

Aynen öylede, bu kâinat kitab-ı kebîri [büyük bir kitabı andıran kâinat] ki, birtek sahifesi olan zemin yüzünde

38

ve birtek forma[kitabın bir parçası] olan baharda, üçyüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üç yüz bin nebatî [bitkisel] ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız, hatasız, karıştırmayarak, şaşırmayarak, mükemmel, muntazam ve bazan ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam bir fihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsiz mânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem [cisimleşmiş] Kur’ân-ı ekber-i âlem, [âlemin en büyük kitabı, Kur’ân-ı Kerim] mezkûr [adı geçen] misaldeki kitaptan ne derece büyük ve mükemmel ve mânidar ise, o derecede—sizin okuduğunuz fenn-i hikmetü’l-eşya [felsefe ilmi; varlıkların hikmetlerini inceleyen ilim] ve mektepte bilfiil mübaşeret [bir işe başlama, girişim, temas etme] ettiğiniz fenn-i kıraat [okuma ilmi] ve fenn-i kitabet [yazma, hat sanatı] geniş mikyaslarıyla [ölçü] ve dürbîn gözleriyle—bu kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] Nakkâşını, [herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] Kâtibini hadsiz kemâlâtıyla [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] tanıttırır, Allahu Ekber cümlesiyle bildirir, Sübhânallah takdisiyle [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] tarif eder, Elhamdülillâh senâlarıyla sevdirir.

İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünûndan [bilim dalları] her bir fen, geniş mikyasıyla [ölçü] ve hususi âyinesiyle ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarıyla bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâlini [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] esmâsıyla bildirir, sıfâtını, kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] tanıttırır.

İşte bu muhteşem ve parlak bir burhan-ı vahdâniyet [Allah’ın birliğine ait delil] olan mezkûr [adı geçen] hücceti [delil] ders vermek içindir ki, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] çok tekrarla, en ziyade

*1 خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ ve 2 رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ

âyetleriyle Hàlıkımızı bize tanıttırıyor, diye o mektepli gençlere dedim. Onlar dahi tamamıyla kabul edip tasdik ederek “Hadsiz şükür olsun Rabbimize ki, tam kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] bir ders aldık. Allah senden razı olsun” dediler.

39

Ben de dedim:

İnsan binler çeşit elemlerle müteellim [acı çeken] ve binler nev’î lezzetlerle mütelezziz [lezzet alan] olacak bir zîhayat [canlı] makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddî-mânevî düşmanları ve nihayetsiz fakrıyla beraber hadsiz zâhirî ve bâtınî ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zevâl [batış, kayboluş] ve firak [ayrılık] tokatlarını yiyen bir biçare mahlûk iken, birden iman ve ubudiyetle [Allah’a kulluk] böyle bir Padişah-ı Zülcelâle [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Padişah, Allah] intisap [bağlanma] edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinat [dayanak noktası] ve bütün hâcâtına medar [kaynak, dayanak] bir nokta-i istimdat [yardım alınacak yer] bularak, herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi, o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir Padişaha iman ile intisap [bağlanma] etse ve ubudiyetle [Allah’a kulluk] hizmetine girse ve ecelin idam [hiçlik, yokluk] ilânını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirâne [teşekkür ederek] iftihar edebilir, kıyas ediniz.

O mektepli gençlere dediğim gibi, musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim:

Onu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. Hattâ bir bahtiyar mazlum, idam [hiçlik, yokluk] olunurken bedbaht zâlimlere demiş: “Ben idam [hiçlik, yokluk] olmuyorum, belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat, ben de sizi idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum.” Lâ ilâhe illâllah diyerek sürur [mutluluk] ile teslim-i ruh [ruhunu teslim etme, ölme] eder.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

ba

40

Yedinci Mesele

 Denizli hapsinde bir Cuma gününün meyvesidir.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَا أَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ أَوْ هُوَ أَقْرَبُ * 1

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ إِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ * 2

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 3

Bir zaman Kastamonu’da “Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] bize tanıttır” diyen lise talebelerine sâbık [önceki, geçmiş] Altıncı Meselede mektep fünununun [fenler, bilimler] dilleriyle verdiğim dersi, Denizli Hapishanesinde benimle temas edebilen mahpuslar okudular. Tam bir kanaat-i imaniye [imanî kanaat, tatmin] aldıklarından, âhirete bir iştiyak [arzu, istek] hissedip, “Bize âhiretimizi de tam bildir. Tâ ki, nefsimiz ve zamanın şeytanları bizi yoldan çıkarmasın, daha böyle hapislere sokmasın” dediler. Ve Denizli hapsindeki Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] ve sabıkan [bundan önce] Altıncı Meseleyi okuyanların arzularıyla, âhiret rüknünün [esas, şart] dahi bir hülâsasının [esas, öz] beyanı lâzım geldi. Ben de Risale-i Nur’dan bir kısacık hülâsa [esas, öz] ile derim:

Nasıl ki, Altıncı Meselede biz Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] arzdan, semâvâttan sorduk; onlar fenlerin dilleriyle, güneş gibi Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] bize tanıttırdılar. Aynen biz de âhiretimizi başta o bildiğimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden, sonra Kur’ân’ımızdan, sonra sair peygamberler ve mukaddes kitaplardan, sonra melâikelerden, [melekler] sonra kâinattan soracağız.

İşte, birinci mertebede âhireti Allah’tan soruyoruz. O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlarıyla ve bütün isimleriyle ve sıfatlarıyla, “Evet, âhiret

41

vardır ve sizi oraya sevk ediyorum” ferman ediyor. Onuncu Söz, on iki parlak ve kat’î hakikatlerle, bir kısım isimlerin âhirete dair cevaplarını ispat ve izah eylemiş. Burada, o izaha iktifaen [yetinme] gayet kısa bir işaret ederiz.

Evet, madem hiçbir saltanat yoktur ki, o saltanata itaat edenlere mükâfatı ve isyan edenlere mücâzâtı [ceza] bulunmasın. Elbette rububiyet-i mutlaka [Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] mertebesinde bir saltanat-ı sermediyenin, [sonsuz saltanat] o saltanata iman ile intisap [bağlanma] ve tâat [itaat, emir ve söz dinleme, emre uyma] ile fermanlarına teslim olanlara mükâfatı ve o izzetli [büyüklük, yücelik] saltanatı küfür ve isyanla inkâr edenlere de mücâzâtı; [ceza] o rahmet ve cemâle, o izzet [büyüklük, yücelik] ve celâle lâyık bir tarzda olacak diye Rabbü’l-Âlemîn [âlemlerin Rabbi olan Allah] ve Sultanü’d-Deyyân isimleri cevap veriyorlar.

Hem madem güneş gibi, gündüz gibi, zemin yüzünde bir umumî rahmet ve ihata[herşeyi kuşatma] bir şefkat ve kerem [cömertlik] gözümüzle görüyoruz. Meselâ, o rahmet, her baharda umum ağaçları ve meyveli nebatları [bitki] cennet hûrileri gibi giydirip, süslendirip, ellerine her çeşit meyveleri verip bizlere uzatıp “Haydi alınız, yiyiniz” dediği gibi; bir zehirli sineğin eliyle bizlere şifalı, tatlı balı yedirdiği ve elsiz bir böceğin eliyle en yumuşak ipeği bizlere giydirdiği gibi, bir avuç kadar küçücük çekirdeklerde, tohumcuklarda binler batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] taamları bizim için saklayan ve ihtiyat [dikkat, tedbir] zahîresi [azık] olarak o küçücük depolarda yerleştiren bir rahmet, bir şefkat, elbette hiç şüphe olamaz ki, bu derece nâzeninâne [ince, narin, duyarlı] beslediği bu sevimli ve minnettarları ve perestişkârları [aşırı derece sevme] olan mü’min insanları idam [hiçlik, yokluk] etmez. Belki, onları daha parlak rahmetlere mazhar [erişme, nail olma] etmek için, hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] vazifesinden terhis eder diye, Rahîm ve Kerîm [cömert, ikram sahibi] isimleri sualimize cevap veriyorlar, “El-Cennetü hakkun” diyorlar.

Hem madem biz gözümüzle görüyoruz ki, umum mahlûklarda [varlıklar] ve zemin yüzünde öyle bir hikmet eli işliyor ve öyle bir adalet ölçüleriyle işler dönüyor ki, akl-ı beşer [insan aklı] onun fevkinde [üstünde] düşünemiyor. Meselâ, insanın bin cihazatına takılan hikmetlerinden yalnız bir küçük çekirdek kadar kuvve-i hafızasında [bellek, hafıza duyusu] bütün

42

tarihçe-i hayatını [hayat hikayesi] ve ona temas eden hadsiz hâdisâtı o kuvvecikte yazıp, onu bir kütüphane hükmüne getirip ve insanın haşirde muhakemesi için neşir olacak olan defter-i a’mâlinin [amel defteri] bir küçük senedi olarak her vakit hatırlatmak sırrıyla her insanın eline vererek dimağının [akıl, beyin] cebine koyan bir ezelî hikmet; ve bütün masnuatta [san’at eseri] gayet hassas mizanlarla [ölçü] âzâlarını yerleştiren, mikroptan gergedana, sinekten simurg kuşuna, bir çiçekli nebattan [bitki] milyarlar, trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeğine kadar, israfsız [boş yere harcamadan yapılan] ölçülerle bir tenasüp, [uygunluk] bir muvazene, [karşılaştırma/denge] bir intizam ve bir cemâl içinde masnua[san’at eseri] bir hüsn-ü san’at [güzel san’at] yapan ve her zîhayatın [canlı] hukuk-u hayatını [hayat boyu sahip olunan haklar] kemâl-i mizanla [mükemmel ve kusursuz bir ölçü] veren, iyiliklere güzel neticeler ve fenalıklara fena neticeler verdiren ve Âdem zamanından beri tâği [azgın] ve zâlim kavimlere [insan topluluğu] vurduğu tokatlarla kendini pek kuvvetli ihsas [hissettirme] ettiren bir adalet-i sermediye, [sonsuz, daimî adalet] elbette ve hiç şüphe getirmez ki, güneş gündüzsüz olmadığı gibi, o hikmet-i ezeliye, [Allah’ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik olarak yaratma sıfatı] o adalet-i sermediye [sonsuz, daimî adalet] âhiretsiz olmazlar ve ölümde en zâlimlerin ve en mazlumların bir tarzda gitmelerindeki âkıbetsiz bir dehşetli haksızlığa, adaletsizliğe ve hikmetsizliğe hiçbir vechile [yönüyle] müsaade etmezler diye, Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ve Hakem [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] ve Adl [adalet] ve Âdil isimleri bizim sualimize kat’î cevap veriyorlar.

Hem madem bütün zîhayat [canlı] mahlûkların, [varlıklar] elleri yetişmediği ve iktidarları dairesinde olmayan bütün hâcâtlarını, bütün fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] matlaplarını [doğuş yeri] bir nevi dua bulunan istidad-ı fıtrî [doğal yetenek, kàbiliyet] ve ihtiyac-ı zarurî [yaratılıştan gelen zorunlu ihtiyaç] dilleriyle istedikleri vakitte, gayet rahîm ve işitici ve şefkatli bir dest-i gaybî [görünmeyen el] tarafından verildiğinden ve ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] olan daavât-ı insaniyenin, [insanların duaları] hususan havasların ve nebîlerin [peygamber] dualarının on adetten altı yedisi hilâf-ı âdet [âdete aykırı, kural dışı] makbul olmasından kat’î anlaşılıyor ki, her dertlinin âhını, her

43

muhtacın duasını işiten ve dinleyen bir Semî’ [herşeyi duyan ve işiten Allah] ve Mücîb [bütün dualara cevap veren Allah] perde arkasında var, bakar ki, en küçük bir zîhayatın [canlı] en küçük bir ihtiyacını görür ve en gizli bir âhını işitir, şefkat eder, fiilen cevap verir, memnun eder. Elbette ve herhalde hiçbir şüphe ihtimali kalmaz ki, mahlûkların [varlıklar] en ehemmiyetlisi olan nev-i insanın [insan türü, insanlık] en ehemmiyetli ve umumî ve umum kâinatı ve umum esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfât-ı İlâhiyeyi [Allah’ın sıfatları] alâkadar eden bekà-i uhreviyeye [âhiretteki devamlılık, kalıcılık] ait dualarını içine alan ve nev-i insanın [insan türü, insanlık] güneşleri ve yıldızları ve kumandanları olan bütün peygamberleri arkasına alıp onlara duasına âmin, âmin dedirten ve ümmetinden hergün her ferd-i mütedeyyin, [dindar şahıs] hiç olmazsa kaç defa ona salâvat [namazlar, dualar] getirmekle onun duasına âmin, âmin diyen ve belki bütün mahlûkat o duasına iştirak ederek “Evet ya Rabbenâ! İstediğini ver; biz de onun istediğini istiyoruz” diyorlar. Bütün bu reddedilmez şerait altında bekà-i uhrevî ve saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] için Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın, haşrin hadsiz esbâb-ı mûcibesinden yalnız tek duası, Cennetin vücuduna ve baharın icadı kadar kudretine kolay olan âhiretin icadına kâfi [yeterli] bir sebeptir diye, Mücîb [bütün dualara cevap veren Allah] ve Semî’ [herşeyi duyan ve işiten Allah] ve Rahîm isimleri bizim sualimize cevap veriyorlar.

Hem madem, gündüz bedahetle [ap açık bir şekilde] güneşi gösterdiği gibi, zemin yüzünde, mevsimlerin tebeddülünde küllî ölmek ve dirilmekte, perde arkasında bir Mutasarrıf, [dilediği gibi idare eden] gayet intizamla koca küre-i arzı [yer küre, dünya] bir bahçe, belki bir ağaç kolaylığında ve intizamında ve azametli baharı bir çiçek suhuletinde [kolaylık] ve mîzanlı [ölçülü] ziynetinde ve zemin sahifesinde üç yüz bin haşir ve neşrin nümune ve misallerini gösteren üç yüz bin kitap hükmündeki nebatat [bitkiler] ve hayvanat taifelerini onda yazar, beraber ve birbiri içinde şaşırmayarak, karışık iken karıştırmayarak, birbirine benzemekle beraber iltibassız, [karıştırmadan] sehivsiz, [hatasız] hatasız, mükemmel, muntazam, mânidar yazan bir kalem-i kudret, [Allah’ın kudret kalemi] bu azameti içinde hadsiz bir rahmet, nihayetsiz bir hikmetle

44

işlediği gibi; koca kâinatı bir hanesi misil[benzer] insana musahhar [boyun eğdirilmiş] ve müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] ve tefriş [döşeme] etmek ve o insanı halife-i zemin [yeryüzü halifesi] ederek ve dağ ve gök ve yer tahammülünden çekindikleri emanet-i kübrâ[büyük emanet] ona vermesi ve sair zîhayatlara [canlı] bir derece zabitlik [subay] mertebesiyle mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] etmesi ve hitâbât-ı Sübhâniyesine [her türlü kusur ve noksanlıktan uzak olan Allah’ın kendine has hitap ve konuşmaları] ve sohbetine müşerref eylemesiyle fevkalâde bir makam verdiği ve bütün semâvî fermanlarda ona saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve bekà-i uhreviyeyi [âhiretteki devamlılık, kalıcılık] kat’î vaad ve ahdettiği [söz, vaad] halde, elbette ve hiçbir şüphe olmaz ki, bahar kadar kudretine kolay gelen dâr-ı saadeti [mutluluk yeri; Cennet] o mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] ve müşerref insanlar için açacak ve yapacak ve haşir ve kıyameti getirecek diye, Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] ve Mümît [ölümü yaratan Allah] ve Hayy [diri, canlı] ve Kayyûm [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] ve Kadîr ve Alîm isimleri, Hâlıkımızdan [her şeyi yaratan Allah] sormamıza cevap veriyorlar.

Evet, her baharda bütün ağaçları ve otların köklerini aynen ihya [diriltme] ve nebatî [bitkisel] ve hayvanî üç yüz bin nevi haşrin ve neşrin nümunelerini icad eden bir kudret, Muhammed ve Mûsâ aleyhimesselâtü vesselâmların herbirinin ümmetinin geçirdiği bin senelik zaman, karşı karşıya hayalen getirilip bakılsa, haşrin ve neşrin bin misalini ve bin delilini iki bin bahardaHaşiye gösterdiği görülecek. Ve, böyle bir kudretten haşr-i cismânîyi [âhirette beden ve ruhla birlikte yeniden diriltilme] uzak görmek, bin derece körlük ve akılsızlıktır.

Hem madem nev-i beşerin en meşhurları olan yüz yirmi dört bin peygamberler ittifakla saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve bekà-yı uhrevîyi Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] binler vaad ve ahdlerine [söz, vaad] istinaden ilân edip mu’cizeleriyle doğru olduklarını ispat ettikleri gibi, hadsiz ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] keşfle ve zevkle aynı hakikate imza basıyorlar. Elbette o hakikat güneş gibi zâhir olur; şüphe eden divâne olur.

45

Evet, bir fende ve bir san’atta mütehassıs bir iki zâtın o fen ve o san’ata ait hükümleri ve fikirleri, onda ihtisası olmayan bin adamın, hattâ başka fenlerde âlim ve ehl-i ihtisas [sahasında uzman olan kimseler] da olsalar, muhalif fikirlerini hükümden iskat [düşürme] ettikleri gibi; bir meselede, mesela, Ramazan hilâlini yevm-i şekte [Şaban ayının otuzuncu günü; ramazan olması zannedilip ancak görülmedikçe oruç tutulması münasip olmayan gün] ispat etmek ve “Süt konservelerine benzeyen ceviz-i hindî [Hindistan cevizi] bahçesi rû-yi zeminde [yeryüzü] var” diye dâvâ etmekte iki ispat edici, bin inkâr edici ve nefyedicilere [gönderilme, sürgün] galebe [üstün gelme] edip dâvâyı kazanıyorlar. Çünkü ispat eden yalnız bir ceviz-i hindîyi [Hindistan cevizi] veyahut yerini gösterse kolayca dâvâyı kazanır. Onu nefiy [inkâr] ve inkâr eden bütün rû-yi zemini [yeryüzü] aramak, taramakla hiçbir yerde bulunmadığını göstermekle dâvâsını ispat edebildiği gibi; Cenneti ve dâr-ı saadeti [mutluluk yeri; Cennet] ihbar ve ispat eden, yalnız bir izini sinemada gibi keşfen, bir gölgesini, bir tereşşuhunu göstermekle dâvâyı kazandığı halde; onu nefiy [inkâr] ve inkâr eden, bütün kâinatı ve ezelden ebede kadar zamanları görmek ve göstermekle ancak inkârını ve nefyini [gönderilme, sürgün] ispat ile dâvâyı kazanabilir. Ve bu ehemmiyetli sırdandır ki, “Hususi bir yere bakmayan ve imanî hakikatler gibi umum kâinata bakan nefiyler, [inkâr] inkârlar—zâtında muhâl [imkansız] olmamak şartıyla—ispat edilmez” diye ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] ittifak edip bir düstur-u esasî [temel prensip, kaide] kabul etmişler.

İşte bu kat’î hakikate binaen, binler feylesofların muhalif fikirleri, böyle imanî meselelerde birtek muhbir-i sâdıka [doğru haber verici olan Peygamberimiz (a.s.m)] karşı hiçbir şüphe, hattâ vesvese vermemek lâzımken, yüz yirmi bin ispat edici ehl-i ihtisas [sahasında uzman olan kimseler] ve muhbir-i sâdıkın [doğru haber verici olan Peygamberimiz (a.s.m)] ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit [ispat edici] ve mütehassıs ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve ashab-ı tahkikin ittifak ettikleri erkân-ı imaniyede, [iman esasları] aklı gözüne inmiş, kalbsiz, mâneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş birkaç feylesofun inkârlarıyla şüpheye düşmenin ne kadar ahmaklık ve divanelik olduğunu kıyas ediniz.

Hem madem, gözümüzle gündüz gibi, hem nefsimizde, hem etrafımızda bir rahmet-i âmme [her şeyi kaplayan rahmet] ve bir hikmet-i şâmile [kapsamlı, kuşatıcı hikmet] ve bir inâyet-i daime [daimî yardım, iyilik ve bağış] müşahede ediyoruz ve dehşetli bir saltanat-ı rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] ve dikkatli bir adalet-i âliye [yüksek adalet] ve izzetli [büyüklük, yücelik] icraat-ı celâliyenin [Allah’ın celâl sıfatıyla ilgili işleri, faaliyetleri] âsârını [eserler/asırlar] ve cilvelerini görüyoruz. Hattâ bir ağacın meyveleri ve

46

çiçekleri sayısınca o ağaca hikmetler takan bir hikmet ve herbir insanın cihazatı ve hissiyâtı ve kuvveleri adedince ihsanları, [bağış] in’âmları [nimetlendirme] ona bağlamış bir rahmet ve Kavm-i Nuh ve Hûd ve Salih aleyhimüsselâm ve Kavm-i Âd ve Semûd ve Firavun gibi âsi milletlere tokat vuran ve en küçük bir zîhayatın [canlı] hakkını muhafaza eden izzetli [büyüklük, yücelik] ve inâyetli [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] bir adalet ve

وَمِنْ اٰيَاتِهِ أَنْ تَقُومَ السَّمَۤاءُ وَاْلاَرْضُ بِأَمْرِهِ ثُمَّ إِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَۤا أَنْتُمْ تَخْرُجُونَ * 1

âyeti, azametli bir îcâz [az sözle çok mânâ ifade etme] ile der:

Nasıl ki iki kışlada yatan ve duran mutî [emre uyan] askerler, bir kumandanın çağırmasıyla silâh başına ve vazife başına boru sesiyle gelmeleri gibi, aynen öyle de, bu iki kışlanın misalinde ve emre itaatinde koca semâvât ve küre-i arz [yer küre, dünya] Sultan-ı Ezelînin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] askerlerine iki mutî [emre uyan] kışla gibi, ne vakit Hazret-i İsrafil aleyhisselâmın borusuyla o kışlalarda ölümle yatanlar çağrılsa, derhal ceset libaslarını [elbise] giyip dışarı fırlamalarını ispat edip gösteren, her baharda arz kışlası içindekiler, melek-i ra’dın [gök gürültüsü ile vazifeli melek] borusuyla aynı vaziyeti göstermesiyle nihayetsiz azameti anlaşılan bir saltanat-ı rububiyet; [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] elbette ve elbette ve herhalde ve hiç şüphe getirmez ki, Onuncu Sözde ispatına binaen o rahmet ve hikmet ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve adalet ve saltanat-ı sermediyenin [sonsuz saltanat] gayet kat’î istedikleri dâr-ı âhiret [âhiret âlemi] ve daire-i haşir ve neşrin [yeniden dirilip toplanma ve tekrar dağılıp yayılma sahası] açılmamasıyla o nihayetsiz cemâl-i rahmet [Allah’ın rahmetinin güzelliği] nihayetsiz bir çirkin merhametsizliğe inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmesi ve o hadsiz kemâl-i hikmet, [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] hadsiz kusurlu abesiyete [anlamsızlık] ve faidesiz israfata [israflar, savurganlıklar] dönmesi ve o gayet şirin inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] gayet acı ihanetlere değişmesi ve o gayet mizan[ölçü] ve hakkaniyetli adalet, gayet şiddetli zulümlere kalb olması ve o –

47

gayet derecede haşmetli ve kuvvetli saltanat-ı sermediye [sonsuz saltanat] sukut [alçalış, düşüş] etmesi ve haşrin gelmemesiyle bütün haşmeti kaybolması ve kemâlât-ı rububiyeti [rablığın, ilâhî terbiyenin mükemmellik ve kusursuzluğu] acz ve kusur ile lekedar [lekeli] olması, hiçbir cihet-i imkânı [mümkün olma yönü] yok, hiçbir akıl ihtimal vermez, yüz muhal [bâtıl, boş söz] içinde birden bulunur, dâire-i imkân haricinde bâtıl ve mümtenidir. [imkansız]

Çünkü nâzenin [ince, narin, duyarlı] ve nazdar [nazlı] beslediği ve akıl ve kalb gibi cihazatla saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve âhirette bekà-i daimîye [devamlı olarak kalma, kalıcı olma] iştiyak [arzu, istek] hissini verdiği halde onu ebedî idam [hiçlik, yokluk] etmek, ne kadar gadirli [zulümlü] bir merhametsizlik; ve onun yalnız dimağına [akıl, beyin] yüzer hikmetler ve faideler taktığı halde onu dirilmemek üzere bütün cihazatını ve binler faideleri bulunan istidadâtını [kabiliyet] âkıbetsiz bir ölümle faidesiz, neticesiz, hikmetsiz bütün bütün israf etmek, ne derece hilâf-ı hikmet [hikmete zıt] ve binler vaid [korkutma] ve ahidlerini yerine getirmemekle—hâşâ—aczini ve cehlini göstermek, ne kadar o haşmet-i saltanata [saltanatın görkemi] ve o kemâl-i rububiyete [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] zıttır, her zîşuur [akıl ve şuur sahibi] anlar. Bunlara kıyasen, inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve adâleti tatbik eyle…

İşte, Hâlıkımızdan [her şeyi yaratan Allah] sorduğumuz âhirete dair sualimize Rahmân, Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Adl, [adalet] Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Hâkimisimleri mezkûr [adı geçen] hakikatle cevap veriyorlar; şeksiz, [şüphesiz] şüphesiz, güneş gibi âhireti ispat ediyorlar.

Hem madem biz gözümüzle görüyoruz, öyle ihâta[kavrayış] ve azametli bir hafîziyet [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] hükmeder ki, zîhayat [canlı] herşeyin ve her hâdisenin çok sûretlerini ve gördüğü fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] vazifesinin defterini ve esmâ-i İlâhiyeye karşı lisan-ı hal [beden dili] ile tesbihatına dair sahife-i a’mâlini [iş ve davranışların yazıldığı sahife] misâlî levhalarda [içlerinde herşeyin fotoğrafının kaydedildiği levha] ve çekirdeklerinde ve tohumcuklarında ve Levh-i Mahfuzun [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] nümunecikleri olan kuvâ-yı hafızalarında ve bilhassa insanın dimağındaki [akıl, beyin] pek büyük ve pek küçük kütüphanesi [kitaplar] olan kuvve-i hafızasında [bellek, hafıza duyusu] ve

48

sair maddî ve mânevî in’ikâs [yansıma] âyinelerinde kaydeder, yazdırır, zaptederek muhafaza altına alır. Sonra, mevsimi geldikçe bütün o mânevî yazıları maddî bir tarzda da gözümüze gösterip milyonlarla misâller ve deliller ve nümuneler kuvvetiyle وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ 1 âyetindeki en acip bir hakikat-ı haşriyeyi, [haşir gerçeği] kudretin bir çiçeği olan her bahar, kendi çiçek-i ekberinde [en büyük çiçek] milyarlar dille kâinata ilân eder. Ve başta nev-i insan [insan türü, insanlık] olarak eşya, fenaya düşmek ve ademe sukut [alçalış, düşüş] etmek ve hiçlikte mahvolmak ve başta nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] olarak zîhayatlar [canlı] idam [hiçlik, yokluk] edilmek için yaratılmamışlar. Belki bekàya terakki [ilerleme] ile ve devama tasaffi [saflaşma, arınma] ile ve sermedî [daimi, sürekli] vazifeye istidadıyla [kabiliyet] girmek için halk olunduklarını gayet kuvvetli ispat eder.

Evet, her baharda müşahede ediyoruz ki, güz mevsimi kıyametinde vefat eden hadsiz nebatat, [bitkiler] bahar haşrinde [bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi] herbir ağaç, herbir kök, herbir çekirdek, herbir tohum وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ âyetini okuyup bir mânâsını, bir ferdini kendi diliyle, geçmiş senelerde gördüğü vazifenin misalleriyle tefsir ederek o azametli hafîziyete [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] şehadet eder, هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ 2 âyetindeki dört muazzam hakikatleri herşeyde gösterip hafîziyeti [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] âzami derecede ve haşri bahar kolaylığında ve kat’iyetinde bizlere ders verir.

Evet, bu dört ismin cilveleri en cüz’îden [ferdî, küçük] en küllîye kadar cereyan ederler. Meselâ, nasıl ki bu ağacın menşei [kaynak] olan bir çekirdek, اَلْاَوَّلُ 3 ismine mazhariyetle o ağacın gayet mükemmel programını ve icadının noksansız cihazatını ve teşekkülünün [kendi kendine oluşma] bütün şeraitini câmi’ [kapsamlı] bir kutucuktur ki, hafîziyetin [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] azametini ispat eder.

49

وَاْلاٰخِرُ 1 ismine mazhar [erişme, nail olma] olan meyvesi ise, çekirdekleriyle o ağacın işlediği bütün fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] vazifelerinin fihristesini ve amellerinin listesini ve hayat-ı saniyesinin [ikinci hayat] düsturlarını [kâide, kural] ihtiva eden bir sandukçuktur ki, âzamî derecede hafîziyete [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] şehadet eder.

وَالظَّاهِرُ 2 ismine mazhar [erişme, nail olma] olan o ağacın suret-i cismâniyesi [maddî görünüm] ise, öyle tenasüp[uygunluk] ve san’atlı ve süslü bir hulle, [Cennet elbisesi] bir libas [elbise] ve ayrı ayrı nakışlar [işleme] ve zîynetler ve yaldızlı nişanlarla tezyin [süsleme] edilmiş, güya yetmiş renkli bir hûri elbisesidir ki, hafîziyet [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] içinde azamet-i kudret [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] ve kemâl-i hikmet [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] ve cemâl-i rahmeti [Allah’ın rahmetinin güzelliği] gözlere gösterir.

وَالْبَاطِنُ 3 ismine âyine [ayna] olan o ağacın içindeki makinesi ise, öyle muntazam ve mükemmel ve mu’cizatlı bir fabrika, bir destgâh, [iş yeri] bir kimyahâne ve hiçbir dalı ve meyveyi ve yaprağı gıdasız bırakmayan mizan[ölçü] bir kazan-ı erzaktır [erzak kazanı] ki, hafîziyet [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] içinde kemâl-i kudret [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] ve adalet ve cemâl-i rahmet [Allah’ın rahmetinin güzelliği] ve hikmeti güneş gibi ispat eder.

Aynen öyle de, küre-i arz, [yer küre, dünya] senevî [yıllık] mevsimler cihetinde bir ağaçtır. İsm-i Evvel cilvesiyle güz mevsiminde hafîziyete [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] emanet edilen bütün tohumlar ve çekirdekler, bahar çarşafını giyen zemin yüzünün milyarlar dal, budak, meyve veren ve çiçek açan ağacının teşkilatına dair İlâhî [Allah tarafından olan] emirlerin mecmuacıkları ve kaderden gelen düsturların [kâide, kural] listeleri ve geçen yazın işlediği vazifelerin küçücük sahife-i amelleri [amellerin yazıldığı sahife] ve defter-i hidematıdır [hizmetler defteri] ki, bilbedahe [açıkça] bir Hafîz-i Zülcelâl-i ve’l-İkramın [sonsuz haşmet, yücelik ve ikram sahibi olan, herşeyi koruyup gözeten ve muhafaza eden Allah] hadsiz kudret, adalet, hikmet, rahmet ile iş gördüğünü gösteriyor.

50

Ve senevî [yıllık] zemin ağacının âhiri ise, ikinci güzde o ağacın gördüğü bütün vazifelerini ve esmâ-i İlâhiyeye karşı ettiği bütün fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] tesbihatlarını ve gelecek bahar haşrinde [bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi] neşrolabilen bütün sahâif-i amallerini, zerrecik ve küçücük kutucukların içine koyup, Hafîz-i Zülcelâlin [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, büyük küçük herşeyi kaydedip koruyan Allah] dest-i hikmetine [hikmet eli] teslim eder Hüve’l-Âhir [O Âhirdir; her şeyin sonunu ezelî ilmiyle belirleyen ve sonu gelen varlıkların neslini tohum ve çekirdeklerle tanzim eden ve her şeyden sonra yalnız Kendisi bâkî kalan Allah’tır] ismini hadsiz dillerle kâinat yüzünde okur.

Ve bu ağacın zâhiri ise, haşrin üç yüz bin misallerini ve emarelerini gösteren üç yüz bin küllî ve çeşit çeşit çiçekler açıp hadsiz rahmâniyet ve rezzâkiyet ve rahîmiyet [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] ve kerîmiyet [cömertlik] sofralarını sererek zîhayatlara [canlı] ziyafetler vermekle Hüve’z-Zâhir [O Zâhirdir; her şeyin dış yüzlerini çeşitli cihaz ve ürünlerle donatıp ve ince nakışlarla [işleme] süsleyerek mükemmel ve güzel yaratan ve her şeyde varlık ve birliğinin işaretleri açıkça görünen, Allah’tır] ismini, meyveleri, çiçekleri, taamları sayısınca lisanlarıyla zikredip medh ü senâ eder, gündüz gibi وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ 1 hakikatini gösterir.

Bu haşmetli ağacın bâtını ise, hadsiz ve hesaba gelmez muntazam makineleri ve mizan[ölçü] fabrikaları kemâl-i dikkat [tam bir dikkat] ve intizamla işlettiren öyle bir kazan ve destgâhtır [iş yeri] ki, bir dirhemden bin batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] taamları pişirir, açlara yetiştirir. Ve öyle bir mizan [ölçü] ve dikkatle işler ki, zerre kadar tesadüfün karışmasına bir yer bırakmıyor. Hüve’l-Bâtın [O Bâtındır; bütün varlıkların içyüzlerini mükemmel bir fabrikanın harika makineleri gibi yaratıp işleten ve herşeyin iç âlemine hükmeden Allah’tır] ismini zeminin içyüzüyle, yüz bin dille tesbih eden bazı melâike [melek] gibi, yüz bin tarzlarda ilân edip ispat eder.

Hem arz, senevî [yıllık] hayatı haysiyetiyle bir ağaç olduğu ve o dört isim içinde hafîziyeti [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] ve onunla haşir kapısına bir anahtar yaptığı gibi; aynen öyle de, dehrî [çağları içine alan] ve dünya hayatı cihetiyle yine meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir muntazam ağaçtır. Ve o dört isme öyle bir mazhar, [erişme, nail olma] bir âyine [ayna] ve âhirete giden bir yol açar ki, genişliğini ihataya [herşeyi kuşatma] ve tabire aklımız kâfi [yeterli] gelmiyor. Yalnız bu kadar deriz:

51

Nasıl ki bir saatin saniyeleri ve dakikaları ve saatleri ve günleri sayan haftalık saatin milleri birbirine benzer, birbirini ispat eder. Saniyelerin hareketini gören, sair çarkların hareketlerini tasdik etmeye mecbur olur. Aynen öyle de, semâvât ve arzın [gökler ve yer] Hâlık-ı Zülcelâlinin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] bir saat-i ekberi [en büyük saat] olan bu dünyanın saniyelerini sayan günler ve dakikalarını hesap eden seneler ve saatlerini gösteren asırlar ve günlerini bildiren devirler birbirine benzer, birbirini ispat eder. Ve bu gecenin sabahı ve bu kışın baharı kat’iyetinde fâni dünyanın karanlıklı kışının bâki bir baharı ve sermedî [daimi, sürekli] bir sabahı geleceğini hadsiz emârelerle haber verir diye, Hafîz ismi ile هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ 1 isimleri, biz Hâlıkımızdan [her şeyi yaratan Allah] sorduğumuz haşir meselesine, mezkûr [adı geçen] hakikatle cevap veriyorlar.

Hem madem gözümüzle görüyoruz ve aklımızla anlıyoruz ki;

· İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi,

· Ve hakikat-ı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi, [asıl çekirdek, tohum]

· Ve kâinat Kur’ân’ının âyet-i kübrası,

· Ve İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] taşıyan âyetü’l-kürsîsi,

· Ve kâinat sarayının en mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] misafiri,

· Ve o saraydaki sair sekenelerde [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] tasarrufa mezun en faal memuru,

· Ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, varidat [gelirler] ve sarfiyatına ve zer’ ve ekilmesine nezarete memur,

· Ve yüzer fenler ve binler san’atlarla teçhiz edilmiş en gürültülü ve mes’uliyetli nâzırı,

· Ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı Ezel ve Ebedin [varlığının başlangıcı ve sonu olmayan Padişah, Allah] gayet dikkat altında bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı, [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan]

52

· Ve cüz’î [ferdî, küçük] ve küllî harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı, [dilediği gibi idare eden]

· Ve semâ ve arz ve cibâlin [dağlar] kaldırmasından çekindikleri emanet-i kübrâ[büyük emanet] omuzuna alan,

· Ve önüne iki acip yol açılan, bir yolda zîhayatın [canlı] en bedbahtı ve diğerinde en bahtiyarı,

· Çok geniş bir ubudiyetle [Allah’a kulluk] mükellef bir abd-i küllî, [bütün varlıkların ibadetlerini içine alan ve temsil eden kul]

· Ve Kâinat Sultanının İsm-i Âzamına [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] mazhar [erişme, nail olma] ve bütün esmâsına en câmi’ [kapsamlı] bir âyinesi, [aynası] ve hitabât-ı Sübhâniyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hassı,

· Ve kâinatın zîhayatları [canlı] içinde en ziyade ihtiyaçlısı,

· Ve hadsiz fakrıyla ve acziyle beraber hadsiz maksatları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir biçare zîhayatı, [canlı]

· Ve istidatça [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] en zengini,

· Ve lezzet-i hayat [hayatın lezzeti] cihetinde en müteellimi [acı çeken] ve lezzetleri dehşetli elemlerle âlûde, [bulaşmış, karışmış]

· Ve bekàya en ziyade müştak [arzulu, aşırı istekli] ve muhtaç ve en çok lâyık ve müstehak ve devamı ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] hadsiz dualarla isteyen ve yalvaran ve bütün dünya lezzetleri ona verilse, onun bekàya karşı arzusunu tatmin etmeyen,

· Ve ona ihsanlar [bağış] eden Zâtı perestiş [aşırı derece sevme] derecesinde seven ve sevdiren ve sevilen çok hârika bir mu’cize-i kudret-i [Allah’ın kudret mu’cizesi] Samedâniye ve bir acûbe-i [alışılmışın dışında, çok garip] hilkat, [yaratılış]

· Ve kâinatı içine alan ve ebede gitmek için yaratıldığına bütün cihazat-ı insaniyesi [insana ait cihazlar, duygular] şehadet eden, böyle yirmi küllî hakikatlerle Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Hak ismine bağlanan,

53

· Ve en küçük zîhayatın [canlı] en cüz’î [ferdî, küçük] ihtiyacını gören ve niyazını işiten ve fiilen cevap veren Hafîz-i Zülcelâlin [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, büyük küçük herşeyi kaydedip koruyan Allah] Hafîz ismiyle mütemadiyen amelleri kaydedilen ve kâinatı alâkadar edecek ef’âlleri [fiiler, davranışlar] o ismin kâtibîn-i kiramlarıyla [insanın yaptığı bütün amelleri yazan melekler] yazılan ve herşeyden ziyade o ismin nazar-ı dikkatine [dikkat içeren bakış] mazhar [erişme, nail olma] bulunan bu insanlar, elbette ve elbette ve herhalde ve hiçbir şüphe getirmez ki, bu yirmi hakikatın hükmüyle, insanlar için bir haşir ve neşir [âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve her şeyin ortaya çıkması] olacak ve Hak ismiyle evvelki hizmetlerinin mükâfatını ve kusuratının [kusurlar] mücâzâtını [ceza] çekecek ve Hafîz ismiyle cüz’î-küllî [ferd-tür (kapsamlı varlık)] kayd [bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi her bir parçası] altına alınan her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecek ve dâr-ı bekàda [daimî ve kalıcı yer] saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ziyafetgâhının ve şekavet-i daime [daimi bir sıkıntı, mutsuzluk] hapishanesinin kapıları açılacak ve bu âlemde çok tâifelere kumandanlık yapan ve karışan ve bazan karıştıran bir zabit, [subay] toprağa girip her amelinden sual olunmamak ve uyandırılmamak üzere yatıp saklanmayacaktır.

Yoksa, sineğin sesini işitip hakk-ı hayatını [yaşama hakkı] vermekle fiilen cevap verdiği halde, gök gürültüsü kuvvetinde bekàya ait hadsiz hukuk-u insaniyenin, [insan hakları] mezkûr [adı geçen] yirmi hakikatler lisanlarıyla edilen ve Arşı ve ferşi [yer] çınlatan dualarını işitmemek ve o hadsiz hukuku zayi etmek ve sinek kanadının intizamı şehadetiyle sinek kanadı kadar israf etmeyen bir hikmet, bütün o hakikatlerin bağlandıkları insanî istidadatı [kabiliyet] ve ebede uzanan emelleri ve arzuları ve o istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve arzuları besleyen kâinatın pek çok rabıtalarını [bağ] ve hakikatlerini bütün bütün israf etmek öyle bir haksızlıktır ve imkân haricinde ve zâlimâne bir çirkinliktir ki, Hak ve Hafîz ve Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ve Cemîl [bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olan Allah] ve Rahîm isimlerine şehadet eden bütün mevcudât [varlıklar] onu reddeder, “Yüz derece muhal [bâtıl, boş söz] ve bin vech [cihet, yön, taraf] ile mümtenidir” [imkansız] derler.

54

İşte biz Hâlıkımızdan [her şeyi yaratan Allah] haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair sorduğumuz suale Hak, Hafîz, Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Cemîl, [bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olan Allah] Rahîm isimleri cevap verip derler: “Biz hak ve hakikat olduğumuz gibi ve hem bize şehadet eden mevcudâtın [varlıklar] tahakkuku [gerçekleşme] misillü, [benzer] haşir haktır ve muhakkaktır.”

Hem madem… (Daha yazacaktım, fakat güneş gibi malûm olmasından kısa kestim.)

İşte geçmiş misâllerde ve madem’lerdeki maddelere kıyasen, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz, belki bin esmâsının kâinata bakan isimlerinin herbirisi, nasıl ki mevcudattaki [var edilenler, varlıklar] âyine [ayna] ve cilveleriyle Müsemmâsını [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] bedahetle [ap açık bir şekilde] ispat eder; aynen öyle de, haşri ve dâr-ı âhireti [âhiret âlemi] de gösterirler ve kat’iyetle ispat ederler.

Hem nasıl Hâlıkımızdan [her şeyi yaratan Allah] sorduğumuz sualimize, o Rabbimiz bütün fermanlarıyla ve nazil ettiği bütün kitaplarıyla ve müsemmâ [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] olduğu ekser isimleriyle bize kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve kat’î cevap veriyor; aynen öyle de, melâikeleriyle [melekler] ve onların diliyle daha başka bir tarzda dedirir:

“Sizin zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] beri hem ruhanîlerle, hem bizimle görüşmenizin yüzer tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] kuvvetinde hâdiseleri var. Ve bizim ve ruhanilerin vücutlarına ve ubudiyetlerine [Allah’a kulluk] delâlet eden hadsiz emâre ve deliller var. Ve biz âhiret salonlarında ve bazı dairelerinde gezdiğimizi, birbirimize mutabık olarak sizin kumandanlarınızla görüştüğümüz zaman söylemişiz ve daima da söylüyoruz. Elbette bu gezdiğimiz bâki ve mükemmel salonlar ve bu salonların arkalarında tefriş [döşeme] ve tezyin [süsleme] edilmiş olan saraylar ve menzilller, hiç şüphemiz yoktur ki, gayet ehemmiyetli misafirleri o yerlerde iskân [yerleştirme, oturtma] etmek üzere bekliyorlar. Size kat’î beyan ediyoruz” diye sualimize cevap veriyorlar.

Hem madem Hâlıkımız, [her şeyi yaratan Allah] bize en büyük muallim ve en mükemmel üstad ve şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber olarak Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmı

55

tayin etmiş ve en son elçi olarak göndermiş. Biz dahi, ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] mertebesinden aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] ve hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] mertebelerine terakki [ilerleme] ve tekemmül [mükemmelleşme] etmek üzere, herşeyden evvel bu üstadımızdan, Hâlıkımızdan [her şeyi yaratan Allah] sorduğumuz suali sormaklığımız lâzım geliyor. Çünkü o zât, Hâlıkımız [her şeyi yaratan Allah] tarafından herbiri birer nişane-i tasdik [doğrulayıcı nişan, alamet] olan bin mu’cizatıyla, Kur’ân’ın bir mu’cizesi olarak, Kur’ân’ın hak ve kelâmullah [Allah kelâmı] olduğunu ispat ettiği gibi; Kur’ân dahi, kırk nevi i’câz [mu’cize oluş] ile o zâtın bir mu’cizesi olup, onun doğru ve Resulullah olduğunu ispat ederek, ikisi beraber, biri âlem-i şehadet [görünen alem] lisanı (bütün hayatında, bütün enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyanın tasdikleri altında) diğeri âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] lisanı bütün semâvî fermanların ve kâinat hakikatlerinin tasdikleri içinde binler âyâtıyla iddia ve ispat ettikleri hakikat-i haşriye [haşir gerçeği] elbette güneş ve gündüz gibi bir kat’iyettedir. Evet, haşir gibi, en acip ve en dehşetli ve tavr-ı aklın [akıl ölçüsü, akıl çizgisi] haricinde bir mesele, ancak ve ancak böyle harika iki üstadın dersleriyle halledilir, anlaşılır.

Eski zaman peygamberleri ümmetlerine Kur’ân gibi izahat vermediklerinin sebebi, o devirler beşerin bedeviyet ve tufûliyet [çocukluk, küçüklük] devri olmasıdır. İptidaî derslerde izah az olur.

Elhâsıl: [özetle, sonuç olarak] Madem Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ekser isimleri âhireti iktiza [bir şeyin gereği] edip isterler; elbette o isimlere delâlet eden bütün hüccetler, [delil] bir cihette âhiretin tahakkukuna [gerçekleşme] dahi delâlet ederler.

Ve madem melâikeler [melekler] âhiretin ve âlem-i bekànın [devamlı ve kalıcı âlem] dairelerini gördüklerini haber veriyorlar; elbette melâike [melek] ve ruhların ve ruhaniyâtın [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] vücut ve ubudiyetlerine [Allah’a kulluk] şehadet eden deliller, dolayısıyla âhiretin vücuduna dahi delâlet ederler.

Ve madem Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın bütün hayatında vahdâniyetten [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı]

56

sonra en daimî dâvâsı ve müddeâ[dava, tez; iddia edilen şey] ve esası âhirettir; elbette o zâtın nübüvvetine [peygamberlik] ve sıdkına [doğruluk] delâlet eden bütün mu’cizeleri ve hüccetleri, [delil] bir cihette, dolayısıyla âhiretin tahakkukuna [gerçekleşme] ve geleceğine şehadet ederler.

Ve madem Kur’ân’ın dörtten birisi haşir ve âhirettir ve bin âyâtıyla onun ispatına çalışır ve onu haber verir; elbette Kur’ân’ın hakkaniyetine şehadet ve delâlet eden bütün hüccetleri [delil] ve delilleri ve burhanları, [delil] dolayısıyla âhiretin vücûduna ve tahakkukuna [gerçekleşme] ve açılmasına dahi delâlet ve şehadet ederler.

İşte bak, bu rükn-ü imanî [imanın şartı, esası] ne kadar kuvvetli ve kat’î olduğunu gör.

ba

57

Sekizinci Meselenin Bir Hülâsa[esas, öz]

Yedincide haşri çok makamattan soracaktık. Fakat Hâlıkımızın [her şeyi yaratan Allah] isimleriyle verdiği cevap o derece kuvvetli yakîn ve kanaat verdi ki, daha başka sorgulara ihtiyaç bırakmadığından, orada kısa kestik. Şimdi bu meselede, âhiret imanının, hem âhiretin saadetine, hem dünya saadetine dair temin ettiği faideler ve neticelerinden yüzden biri hülâsa [esas, öz] edilecek. Saadet-i uhreviyeye [âhiret hayatındaki mutluluk] ait kısmı, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] izahatı daha hiç bir beyana ihtiyaç bırakmamış. Onu ona havale ederek ve saadet-i dünyeviyeye [dünya hayatındaki mutluluk] ait kısmı izah cihetini Risale-i Nur’a bırakıp, yalnız kısa bir hülâsa [esas, öz] ile insanın hayat-ışahsiye ve hayat-ı içtimaiyesine [sosyal hayat] ait yüzer neticelerinden üç-dört tanesini beyan ederiz.

Birincisi

İnsan, sair hayvanata muhalif olarak, hanesiyle alâkadar olduğu misillü, [benzer] dünya ile alâkadardır. Ve akaribiyle [akrabalar, yakınlar] münasebettar [alâkalı, ilgili] olduğu gibi, nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] ile de ciddî ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] münasebettardır. [alâkalı, ilgili] Ve dünyada muvakkat [geçici] bekàsını arzuladığı gibi, bir dâr-ı ebedîde bekàsını, aşk derecesinde arzuluyor. Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeye çalıştığı gibi, dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeye fıtraten mecburdur, çabalıyor. Ve öyle arzuları ve matlapları [doğuş yeri] var ki, ebedî saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor. Hattâ, Onuncu Sözde işaret edildiği gibi, bir zaman, küçüklüğümde, hayalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden “Ah!” çekti. “Cehennem de olsa bekà isterim” dedi.

İşte, madem mahiyet-i insaniyenin [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] bir hizmetkârı olan kuvve-i hayaliyeyi [hayal gücü] bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor; elbette gayet câmi’ [kapsamlı] mahiyet-i insaniye, [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] ebediyetle

58

fıtraten alâkadardır. İşte bu hadsiz arzu ve emellere bağlı olduğu halde, sermayesi bir cüz’î [ferdî, küçük] cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] ve fakr-ı mutlak [sınırsız fakirlik] bir insana, âhirete iman ne derece kuvvetli ve kâfi [yeterli] ve vâfi [yeterli] bir hazine, bir medar-ı saadet [mutluluk, huzur kaynağı, vesilesi] ve lezzet, bir medar-ı istimdat, bir merci ve dünyanın hadsiz gamlarına karşı bir medar-ı tesellî olduğu öyle bir meyve ve faidedir ki, onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse yine ucuzdur.

İkinci meyvesi ve hayat-ı şahsiyeye [kişisel hayat] bakan bir faidesi:

Üçüncü Meselede izah edilen ve Gençlik Rehberinde bir haşiye [dipnot] bulunan çok ehemmiyetli bir neticedir.

Evet, her insanın, her zaman düşündüğü en ehemmiyetli endişesi, mezaristana giren kendi dostları ve akrabaları gibi o idamhaneye girmek keyfiyetidir. Birtek dostu için ruhunu feda eden o bîçare insanın, binler, belki milyonlar, milyarlar dostları ebedî bir müfarakat [ayrılık] içinde idam [hiçlik, yokluk] olmalarını tevehhüm [kuruntu] edip Cehennem azabından beter bir elem, o düşünmek ucundan göründüğü vakit, âhirete iman geldi, gözünü açtırdı ve perdeyi kaldırdı… “Bak” dedi. O, imanla baktı. Cennet lezzetinden haber veren bir lezzet-i ruhâniyeyi, o dostları ebedî ölümlerden ve çürümelerden kurtulup mesrurâne [mutlu] bir nuranî âlemde onu da bekliyorlar vaziyetinde müşahedesiyle aldı.

Risale-i Nur’da bu netice hüccetlerle [delil] izahına iktifaen [yetinme] kısa kesiyoruz.

Hayat-ı şahsiyeye [kişisel hayat] ait üçüncü bir faidesi:

İnsanın sair zîhayatlar [canlı] üstündeki tefevvuku [üstün gelme] ve rütbesi ise, yüksek seciyeleri [huy, karakter] ve cemiyetli istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve küllî ubudiyetleri [Allah’a kulluk] ve geniş vücudî [varlığa ait, var olmakla ilgili] daireleri itibarıyladır. Halbuki o insan hem mâdum, [yok] hem ölü, hem karanlık olan geçmiş ve gelecek zamanların ortasında sıkışmış bir kısa zaman olan hazır vaktin mikyasıyla, [ölçü] ölçüsüyle hamiyeti, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] muhabbeti, kardeşliği, insaniyeti gibi seciyeler [huy, karakter] alır.

Meselâ, eskiden tanımadığı ve ayrılıktan sonra da hiç göremeyeceği babasını, kardeşini, karısını, milletini ve vatanını sever, hizmet eder. Ve tam sadakate

59

ve ihlâsa pek nâdir muvaffak olabilir; o nisbette kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve seciyeleri [huy, karakter] küçülür. Değil hayvanların en ulvîsi, belki baş aşağı, akıl cihetiyle en biçaresi ve aşağısı olmak vaziyetine düşeceği sırada, âhirete iman imdada yetişir. Mezar gibi dar zamanını, geçmiş ve gelecek zamanları içine alan pek geniş bir zamana çevirir ve dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir daire-i vücut [varlık dairesi] gösterir.

Babasını dâr-ı saadette [mutluluk yeri; Cennet] ve âlem-i ervahta [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] dahi pederlik münasebetiyle ve kardeşini tâ ebede kadar uhuvvetini [kardeşlik] düşünmesiyle ve karısını Cennette dahi en güzel bir refika-i hayatı [hayat arkadaşı, eş] olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük ve geniş daire-i hayatta [hayat alanı] ve vücuttaki münasebetler için olan ehemmiyetli hizmetleri, dünyanın kıymetsiz işlerine ve cüz’î [ferdî, küçük] garazlarına ve menfaatlerine âlet etmez. Ciddi sadakate ve samimi ihlâsa muvaffak olarak, kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve hasletleri, [huy, karakter] o nisbette, derecesine göre yükselmeye başlar, insaniyeti teâli [yücelme] eder. Hayat lezzetinde serçe kuşuna yetişmeyen o insan, bütün hayvanat üstünde, kâinatın en müntehap [seçilmiş] ve bahtiyar bir misafiri ve Sahib-i Kâinatın [evrenin ve herşeyin sahibi olan Allah] en mahbup [sevgili] ve makbul bir abdi olmasıdır. Bu netice dahi Risale-i Nur’da hüccetlerle [delil] izahına iktifaen [yetinme] kısa kesildi.

Dördüncü bir faidesi ki, insanın hayat-ı içtimaiyesine [sosyal hayat] bakıyor:

Risale-i Nur’dan Dokuzuncu Şuâda beyan edilen o neticenin bir hülâsa[esas, öz] şudur:

Nev-i insanın [insan türü, insanlık] dörtten birini teşkil eden çocuklar, âhiret imanıyla insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidatlarını [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] taşıyabilirler. Yoksa, elîm endişeler içinde, kendini uyutturmak ve unutturmak için çocukça oyuncaklarıyla, haylâz bir hayatla yaşayacak. Çünkü, her vakit etrafında onun gibi çocukların ölmesiyle onun nazik dimağında [akıl, beyin] ve ileride uzun arzuları taşıyan zayıf kalbinde ve mukavemetsiz [karşı konulmaz, direnilmez] ruhunda öyle bir tesir yapar ki, hayatı ve aklı o biçareye âlet-i azap [azap âleti, sıkıntı veren unsur] ve işkence edeceği zamanda, âhiret imanının dersiyle, görmemek için oyuncaklar altında onlardan saklandığı o endişeler yerinde, bir sevinç ve genişlik hissederek der:

60

“Bu kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennetin bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyf eder, gezer. Ve validem öldü, fakat rahmet-i İlâhiyeye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] gitti, yine beni Cennette kucağına alıp sevecek ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim” diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir.

Hem insanın bir rub’unu [dörtte bir] teşkil eden ihtiyarlar, yakında hayatlarının sönmesine ve toprağa girmelerine ve güzel ve sevimli dünyalarının kapanmasına karşı tesellîyi, ancak ve ancak âhiret imanında bulabilirler. Yoksa o merhametli muhterem babalar ve fedakâr şefkatli analar, öyle bir vâveylâ-yı ruhî ve bir dağdağa-i kalbî [kalp sıkıntısı] çekeceklerdi ki, dünya onlara meyusâne [ümitsiz] bir zindan ve hayat işkenceli bir azap olurdu. Fakat âhiret imanı onlara der:

“Merak etmeyiniz. Sizin ebedî bir gençliğiniz var, gelecek ve parlak bir hayat ve nihayetsiz bir ömür sizi bekliyor. Ve zâyi ettiğiniz evlât ve akrabalarınızla sevinçlerle görüşeceksiniz. Ve ettiğiniz bütün iyilikleriniz muhafaza edilmiş; mükâfatlarını göreceksiniz” diye, iman-ı âhiret [âhirete iman] onlara öyle bir tesellî ve inşirah [ferah, rahatlık, sevinç] verir ki; her birinin yüz ihtiyarlık birden başlarına toplansa onları meyus [ümitsiz] etmez.

Nev-i insanın [insan türü, insanlık] üçten birisini teşkil eden gençler, hevesatları galeyanda, hissiyata mağlûp, cüretkâr akıllarını her vakit başına almayan o gençler, âhiret imanını kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur [hatıra gelme] etmezlerse, hayat-ı içtimaiyede, [sosyal hayat] ehl-i namusun [namus sahibi] malı ve ırzı ve zayıf ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı, bir dakika lezzeti için bir mes’ut hanenin saadetini mahveder ve bu gibi, hapiste dört beş sene azap çeker, canavar bir hayvan hükmüne geçer. Eğer iman-ı âhiret [âhirete iman] onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. “Gerçi hükümet hafiyeleri [gizli çalışan, casus] beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim. Fakat Cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelâlin [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Padişah, Allah] melâikeleri [melekler] beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zayıf olacağım” diye, birden, zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar. Bu mânânın dahi Risale-i Nur’da burhanlarıyla [delil] izahına iktifaen [yetinme] kısa kesiyoruz.

Hem nev-i beşerin ehemmiyetli bir kısmı, hastalar ve mazlumlar ve bizim gibi musibetzedeler ve fakirler ve ağır ceza alan mahpuslar, eğer iman-ı âhiret [âhirete iman]

61

onların imdadına yetişmezse, her vakit hastalığın ihtarıyla gözü önüne gelen ölüm ve intikamını alamadığı ve namusunu elinden kurtaramadığı zâlimin mağrurâne [gururlu bir şekilde] ihaneti ve büyük musibetlerde boşu boşuna malını, evlâdını kaybetmekle gelen elîm meyusiyeti [ümitsiz] ve bir-iki dakika veya bir iki saat keyif yüzünden beş on sene böyle bir hapis azabını çekmekten gelen kederli sıkıntı, elbette o biçarelere dünyayı zindan ve hayatı bir işkenceli azaba çevirir. Eğer âhirete iman imdatlarına yetişse, birden onlar nefes alırlar; sıkıntıları, meyusiyetleri [ümitsiz] ve endişeleri ve intikam hiddetleri, derece-i imanına [iman derecesi] göre kısmen ve bazan tamamen zâil [geçici, yok olucu] olur.

Hattâ diyebilirim ki, benim ve bir kısım kardeşlerimin bu sebepsiz hapsimizde ve dehşetli musibetimizde, eğer iman-ı âhiret [âhirete iman] yardım etmeseydi, bir gün dayanmak, ölüm kadar tesir edip bizi hayattan istifa etmeye sevk edecekti. Fakat hadsiz şükür olsun, benim canım kadar sevdiğim pek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim ve gözüm kadar sevdiğim binler Risale-i Nur risaleleri ve benim yaldızlı ve süslü ve çok kıymettar kitaplarımın ziyaları ve ağlamalarından teessüflerini [eseflenme, üzülme] çektiğim ve eskiden beri az bir ihaneti ve tahakkümü [baskı] kaldıramadığım halde; sizi kasemle [yemin] temin ederim ki, iman-ı bil’âhiret [“âhiret gününe iman”] nuru ve kuvveti bana öyle bir sabır ve tahammül ve tesellî ve metanet, [gayret, kararlılık] belki mücahidâne, [cihad edercesine] kârlı bir imtihan dersinde daha büyük mükâfatı kazanmak için bir şevk verdi ki, ben bu risalenin başında dediğim gibi, kendimi medrese-i Yusufiye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] ünvanına lâyık bir güzel ve hayırlı medresede biliyorum. Arasıra gelen hastalıklar ve ihtiyarlıktan neş’et [doğma] eden titizlikler olmasaydı, mükemmel ve rahat-ı kalb [kalp rahatlığı] ile derslerime daha ziyade çalışacaktım. Her ne ise, bu makam münasebetiyle saded [asıl konu, esas mânâ] harici girdi; kusura bakılmasın.

Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı âhiret [âhirete iman] o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradı, [bireyler] herbiri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elîm endişeler ve azaplar çeker. O cenneti, cehenneme döner veyahut muvakkat [geçici] eğlenceler ve sefahetlerle [ahmaklık, beyinsizlik] aklını tenvim [uyutma] edip uyutur. Devekuşu gibi avcıyı görür, kaçamıyor, uçamıyor. Başını kuma sokar, tâ görünmesin. Başını gaflete sokar, tâ ölüm ve zevâl [batış, kayboluş] ve firak [ayrılık] onu görmesin. Divanece, muvakkat [geçici] iptal-i his [hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirme] nev’inden bir çare bulur. Çünkü,

62

meselâ valide, ruhunu feda ettiği evlâdını daima tehlikelere mâruz gördükçe titrer. Ve pederini ve kardeşini eksik olmayan belâlardan kurtaramayan evlâtlar, daim bir keder, bir korkaklık hisseder. Buna kıyasen, bu dağdağalı, [karışık, gürültülü] kararsız hayat-ı dünyeviyede, [dünya hayatı] o mes’ut zannedilen aile hayatı çok cihetlerle saadetini kaybeder. Ve kısacık bir hayattaki münasebet ve karâbet [yakınlık] dahi, hakiki sadakati ve samimî ihlâsı ve garazsız [başka bir niyet taşımaksızın] bir hizmeti ve muhabbeti vermez. Ahlâk o nisbette küçülür, belki sukut [alçalış, düşüş] eder.

Eğer âhirete iman o haneye girse, birden ışıklandıracak. Ortalarındaki münasebet ve şefkat ve karâbet [yakınlık] ve muhabbet, kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dâr-ı âhirette, [âhiret âlemi] saadet-i ebediyede [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] dahi o münasebetlerin devamı ölçüsüyle samimî hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz gibi ahlâk yükseklenir. Hakikî insaniyet saadeti o hanede başlar inkişafa. [açığa çıkma]

Bu mânâ dahi hüccetlerle [delil] Risale-i Nur’da beyanına binaen kısa kesildi.

Hem herbir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret [âhirete iman] o büyük aile efradında [bireyler] hükmetmezse, güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] fedakârlık, rıza-yı İlâhî, [Allah rızası] sevab-ı uhrevî [ahiret için yapılan, kazanılan sevaplar iyilikler] yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, [bencil] tasannu, [yapmacık] riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zâhirî âsâyiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet mânâları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylâzlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler [güçlü, kuvvetli] zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar.

Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir. Eğer iman-ı âhiret [âhirete iman] bu geniş hanelerde hükmetse, birden samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet [yardım] ve hilesiz hizmet ve muaşeret [birlikte yaşayıp iyi geçinmek] ve riyâsız ihsan [bağış] ve fazilet ve enâniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa [açığa çıkma] başlarlar.

Çocuklara der: “Cennet var, haylazlığı bırak.” Kur’ân dersiyle temkin [ağırbaşlılık, ölçülü hareket] verir.

63

Gençlere der: “Cehennem var, sarhoşluğu bırak.” Aklı başlarına getirir.

Zâlime der: “Şiddetli azap var, tokat yiyeceksin.” Adalete başını eğdirir.

İhtiyarlara der: “Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze, bâki bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmaya çalış.” Ağlamasını gülmeye çevirir.

Bunlara kıyasen, cüz’î [ferdî, küçük] ve küllî herbir taifede hüsn-ü tesirini [güzel etki] gösterir, ışıklandırır. Nev-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiyle [sosyal hayat] alâkadar olan içtimaiyyun [sosyologlar] ve ahlâkıyyûnların kulakları çınlasın! İşte, iman-ı âhiretin [âhirete iman] binler faidelerinden, işaret ettiğimiz beş altı nümunelerine sairleri kıyas edilse, kat’î anlaşılır ki, iki cihanın ve iki hayatın medar-ı saadeti [mutluluk, huzur kaynağı, vesilesi] yalnız imandır.

Risale-i Nur’da, Yirmi Sekizinci Sözde ve başka risalelerinde, haşrin cismaniyeti [insanların öldükten sonra tekrar diriltilip Allah‘ın huzurunda toplanmasının hem beden, hem de ruh itibariyle olması] cihetinde gelen zayıf şüphelere kuvvetli cevaplarına iktifaen [yetinme] burada yalnız bir kısa işaretle deriz ki:

Esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] en cemiyetli âyinesi [aynası] cismâniyettedir. [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş] Ve hilkat-i kâinattaki [evrenin yaratılışı] makàsıd-ı İlâhiyenin [Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler] en zengini ve faal merkezi cismaniyettedir. [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş] Ve ihsanat-ı Rabbâniyenin en çok çeşitleri ve rengârenkleri cismaniyettedir. [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş] Ve beşerin ihtiyacat dilleriyle Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] karşı dualarının ve teşekküratının [teşekkürler] en kesretli [çokluk] tohumları yine cismaniyettedir. [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş] Mâneviyat ve ruhâniyat [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] âlemlerinin en mütenevvi [çeşit çeşit] çekirdekleri yine cismaniyettedir. [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş]

Bunlara kıyasen, yüzer küllî hakikatler cismaniyette [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş] temerküz [bir merkezde toplanma] ettiğinden, Hâlık-ı Hakîm, [her şeyi bir maksat ve gayeye uygun ve yerli yerinde yaratan yaratıcı, Allah] zemin yüzünde cismaniyeti çoğaltmak ve mezkûr [adı geçen] hakikatlere mazhar [erişme, nail olma] eylemek için, öyle sür’atli ve dehşetli bir faaliyetle kàfile kàfile arkasına mevcudata [var edilenler, varlıklar] vücut giydirir, o meşhere [sergi] gönderir. Sonra onları terhis eder, başkalarını gönderir. Mütemadiyen kâinat fabrikasını işlettirir. Cismanî mahsulâtı dokuyup, zemini âhirete ve Cennete bir fidanlık bahçesi hükmüne getirir. Hattâ

64

insanın cismânî midesini memnun etmek için o midenin hâl [çözüm] diliyle bekàsına dair duasını kemâl-i ehemmiyetle [tam ve mükemmel bir özen] dinleyip kabul ederek fiilen cevap vermek için, hadsiz ve hesapsız ve yüz binler tarzlarda ve binler çeşit çeşit lezzetlerde gayet san’atlı taamları ve gayet kıymetli nimetleri cismaniyete [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş] ihzar [hazırlama] etmek, bedahetle [ap açık bir şekilde] ve şeksiz [şüphesiz] gösterir ki, dâr-ı âhirette [âhiret âlemi] Cennetin en çok ve en mütenevvi [çeşit çeşit] lezzetleri cismanîdir. Ve saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] en ehemmiyetli ve herkesin istediği ve ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ettiği nimetleri cismanîdir.

Acaba hiçbir cihet-i ihtimali ve imkânı var mı ki, bu âdi midenin hal diliyle bekà duasını kabul edip nihayetsiz mu’cizatlı maddî taamlarla onu minnettar ederek, her vakit tesadüfsüz, kastî olarak fiilen cevap veren bir Kadîr-i Rahîm, [çok merhametli ve şefkatli olan ve sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] bir Alîm-i Kerîm, kâinatın en ehemmiyetli neticesi ve arzın halifesi [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] ve o Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] güzidesi ve perestişkârı [aşırı derece sevme] olan nev-i insanın [insan türü, insanlık] insaniyet mide-i kübrâ[büyük ve geniş mide] ile küllî ve yüksek ve daima arzu ettiği ve ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ettiği ve fıtraten istediği cismanî lezzetleri, dâr-ı bekàda [daimî ve kalıcı yer] verilmesine dair hadsiz umumî duaları kabul olmasın ve haşr-i cismânî [âhirette beden ve ruhla birlikte yeniden diriltilme] ile fiilen cevap verilmesin, onu ebedî minnettar etmesin? Adeta sineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin! Ve âdi bir neferin [asker] kemâl-i ehemmiyetle [tam ve mükemmel bir özen] techizatına baksın; orduya hiç bakmasın, ehemmiyet vermesin! Bu yüz derece muhal [bâtıl, boş söz] ve bâtıldır.

Evet, وَفِيهَا مَا تَشْتَهِيهِ اْلاَنْفُسُ وَتَلَذُّ اْلاَعْيُنُ 1 âyetinin sarahat-i kat’iyesiyle, [tam bir açıklıkla mânâ ifade etmesi] insan, en ziyade ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ettiği ve dünyada nümunesini tatmış olduğu cismanî lezzetleri Cennete lâyık bir tarzda görecek, tadacak. Ve lisan, göz ve kulak gibi âzâların ettikleri hâlis şükürler ve hususî ibadetlerin mükâfatları, o uzuvlara mahsus cismânî lezzetler ile verilecektir. Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] o derece

65

cismanî lezzetleri sarih [açık] bir surette beyan eder ki, başka te’villerle mânâ-yı zâhirîyi [bir ifadeden ilk başta anlaşılan mânâ] kabul etmemek imkân haricindedir.

İşte, iman-ı âhiretin [âhirete iman] meyveleri ve neticeleri gösteriyorlar ki, nasıl ki âzâ-yı insanîden [insanın azaları, organları] midenin hakikati ve ihtiyacatı, taamların vücuduna kat’î delâlet eder; öyle de, insanın hakikati ve kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ihtiyacatı ve ebedî arzuları ve iman-ı âhiretin [âhirete iman] mezkûr [adı geçen] netice ve faidelerini isteyen hakikatleri ve istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] daha kat’î olarak âhirete ve Cennete ve cismanî bâki lezzetlere delâlet ve tahakkuklarına [gerçekleşme] şehadet ettiği gibi, bu kâinatın hakikat-i kemâlâtı [mükemmelliklerin esası, gerçeği] ve mânidar tekvînî [yaratmaya, var etmeye dâir] âyâtı ve insaniyetin mezkûr [adı geçen] hakikatlerle alâkadar bütün hakikatleri, dâr-ı âhiretin [âhiret âlemi] vücuduna ve tahakkukuna [gerçekleşme] ve haşrin gelmesine ve Cennet ve Cehennemin açılmasına delâlet ve şehadet ettiklerini, Risale-i Nur eczaları ve bilhassa Onuncu ve Yirmi Sekizinci (iki makamı), Yirmi Dokuzuncu Sözler [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] ve Dokuzuncu Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] ve Münacât risaleleri hüccetlerle, [delil] parlak ve şüphe bırakmaz bir tarzda ispat etmişler. Onlara havale ederek bu uzun kıssayı kısa kesiyoruz.

Cehenneme dair beyanat-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın açıklamaları] o kadar vâzıh [açık] ve zâhirdir ki, başka izahata ihtiyaç bırakmamış. Yalnız bir iki zayıf şüpheyi izale [giderme] edecek iki üç nükteyi, [derin anlamlı söz] tafsilini Risale-i Nur’a havale edip gayet kısa bir hülâsasını [esas, öz] beyan edeceğiz.

Birinci Nükte [derin anlamlı söz]

Cehennem fikri, geçmiş iman meyvelerinin lezzetlerini korkusuyla kaçırmıyor. Çünkü, hadsiz rahmet-i Rabbâniye, [Allah’ın rahmeti, merhameti] o korkan adama der: “Bana gel, tevbe kapısıyla gir. Tâ Cehennemin vücudu, değil korkutmak, belki sana Cennetin lezzetlerini tam bildirsin ve senin ve hukuklarına tecavüz edilen hadsiz mahlûkatın intikamlarını alsın, sizi keyiflendirsin.”

Eğer sen dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] boğulup çıkamıyorsan, yine Cehennemin vücudu bin derece idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] hayırlıdır ve kâfirlere de bir nevi merhamettir. Çünkü insan,

66

hattâ yavrulu hayvanat dahi, akrabasının ve evlâdının ve ahbabının lezzetleriyle ve saadetleriyle lezzetlenir, bir cihette mes’ut olur. Şu halde, sen ey mülhid, [dinsiz] dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] itibariyle ya idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile ademe düşeceksin veya Cehenneme gireceksin. Şerr-i mahz [kötülüğün ta kendisi] olan adem ise, senin bütün sevdiklerin ve saadetleriyle memnun ve bir derece mes’ut olduğun umum akraba ve asıl ve neslin, seninle beraber idam [hiçlik, yokluk] olmasından, binler derece Cehennemden ziyade senin ruhunu ve kalbini ve mahiyet-i insaniyeni [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] yandırır. Çünkü Cehennem olmazsa Cennet de olmaz. Herşey senin küfrünle [inançsızlık, inkâr] ademe düşer. Eğer sen Cehenneme girsen, vücut dairesinde kalsan, senin sevdiklerin ve akrabaların ya Cennette mes’ut veya vücut dairelerinde bir cihette merhametlere mazhar [erişme, nail olma] olurlar. Demek, herhalde Cehennemin vücûduna taraftar olmak sana lâzımdır. Cehennem aleyhinde bulunmak ademe taraftar olmaktır ki, hadsiz dostlarının saadetlerinin hiç olmasına taraftarlıktır.

Evet, Cehennem ise, hayr-ı mahz [iyiliğin ta kendisi] olan daire-i vücudun [varlık dairesi] Hâkim-i Zülcelâlinin [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeye hükmeden Allah] hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] ve âdilâne bir hapishane vazifesini gören dehşetli ve celâlli [görkemli, haşmetli, yüce] bir mevcut ülkesidir. Hapishane vazifesini de görmekle beraber, başka pek çok vazifeleri var. Ve pek çok hikmetleri ve âlem-i bekàya [devamlı ve kalıcı âlem] ait hizmetleri var. Ve zebâni gibi pek çok zîhayatın [canlı] celâldarâne meskenleridir.

İkinci Nükte [derin anlamlı söz]

Cehennemin vücudu ve şiddetli azabı, hadsiz rahmete ve hakiki adalete ve israfsız, [boş yere harcamadan yapılan] mizan[ölçü] hikmete zıddiyeti yoktur. Belki rahmet ve adalet ve hikmet, onun vücudunu isterler. Çünkü, nasıl bin mâsumların hukukunu çiğneyen bir zâlimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zâlimi affetmek ve canavarı serbest bırakmak, birtek yolsuz merhamete mukàbil, yüzer biçarelere yüzer merhametsizliktir.

Aynen öyle de, Cehennem hapsine girenlerden olan kâfir-i mutlak, küfrüyle [inançsızlık, inkâr] hem esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] hukukuna inkâr ile tecavüz, hem o esmâya şehadet eden

67

mevcudatın [var edilenler, varlıklar] şehadetlerini tekzip ile hukuklarına tecavüz ve mahlûkatın o esmâya karşı tesbihkârâne [tesbih edercesine] yüksek vazifelerini inkâr etmekle hukuklarına tecavüz ve kâinatın gaye-i hilkati [yaratılış amacı] ve bir sebeb-i vücudu [varlık sebebi] ve bekàsı olan tezâhür-ü rububiyet-i İlâhiyeye [Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının açıkça görülmesi] karşı ubûdiyetlerle [Allah’a kulluk] mukabelelerini [karşılama; karşılık verme] ve âyinedarlıklarını [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] tekzip ile hukukuna bir nevi tecavüz ettiği haysiyetiyle öyle azîm bir cinayet, bir zulümdür ki, affa kàbiliyeti kalmaz, إِنَّ اللهَ لاَ يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ 1.. âyetinin tehdidine müstehak olur. Onu Cehenneme atmamak, bir yersiz merhamete mukàbil, hukuklarına taarruz edilen hadsiz dâvâcılara hadsiz merhametsizlikler olur. İşte o dâvâcılar Cehennemin vücudunu istedikleri gibi, izzet-i celâl [büyüklük ve azametin izzeti] ve azamet-i kemâl [kusursuzluk ve mükemmelliğin büyüklüğü] dahi kat’î isterler.

Evet, nasıl bir serseri âsi ve raiyete [halk] tecavüz eden bir adam, oranın izzetli [büyüklük, yücelik] hâkimine dese, “Beni hapse atamazsın ve yapamazsın” diye izzetine [büyüklük, yücelik] dokunsa, elbette o şehirde hapis olmasa da o edepsiz için bir hapis yapacak, onu içine atacak. Aynen öyle de, kâfir-i mutlak, küfrüyle [inançsızlık, inkâr] izzet-i celâline [büyüklük ve azametin izzeti] şiddetle dokunuyor. Ve azamet-i kudretine [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] inkâr ile dokunduruyor. Ve kemâl-i rububiyetine [Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği] tecavüzüyle ilişiyor. Elbette Cehennemin pek çok vazifeler için pek çok esbab-ı mucibesi [bir şeyi gerektirici sebepler] ve vücudunun hikmetleri olmasa da, öyle kâfirler için bir Cehennemi halk etmek ve onları içine atmak, o izzet [büyüklük, yücelik] ve celâlin şe’nidir. [belirleyici özellik]

Hem mahiyet-i küfür [küfrün iç yüzü, esası] dahi Cehennemi bildirir. Evet, nasıl ki imanın mahiyeti eğer tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etse, lezzetleriyle bir cennet-i hususiye [özel cennet] şekline girebilir ve Cennetten bu noktadan gizli haber verir. Aynen öyle de, Risale-i Nur’da delilleriyle ispat ve baştaki meselelerde dahi işaret edilmiş ki, küfrün [inançsızlık, inkâr] ve bilhassa küfr-ü mutlakın [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve nifakın [ayrılık, dağılma] ve irtidadın [dinden dönme, dinden çıkma] öyle karanlıklı ve dehşetli elemleri ve mânevî azapları var, eğer tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etse, o mürted [dinden çıkan] adama bir hususî cehennem olur ve

68

büyük Cehennemden bu cihette gizli haber verir. Ve bu fidanlık dünya mezraasındaki [tarla] hakikatçikler âhirette sümbüller vermesi noktasında bu zehirli çekirdek, o zakkum [Cehennemde bir ağacın ismi] ağacına işaret eder, “Ben onun bir mâyesiyim,” [asıl, esas, maya] der. “Ve beni kalbinde taşıyan bedbaht için o zakkum [Cehennemde bir ağacın ismi] ağacının bir hususi nümunesi, benim meyvem olur.”

Madem küfür hadsiz hukuka bir tecavüzdür; elbette hadsiz bir cinayettir. Öyle ise hadsiz bir azaba müstehak eder. Madem bir dakika katl, on beş sene cezada (sekiz milyona yakın dakikada) hapis azabını çekmesini adalet-i beşeriye kabul edip maslahata [amaç, yarar] ve hukuk-u âmmeye muvafık görür. Elbette bir küfür bin katl kadar olması cihetiyle, bir dakika küfr-ü mutlak, [her açıdan inkârcılığa düşmek] sekiz milyara yakın dakikalarda azap çekmesi, o kanun-u adalete [adalet kanunu] muvafık geliyor. Bir sene ömrünü o küfürde geçiren, iki (2) trilyon sekiz yüz seksen (880) milyara yakın dakikada azaba müstehak ve خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olur.

Her ne ise… Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] Cennet ve Cehennem hakkındaki mu’cizâne izahatı ve Kur’ân’ın tefsiri ve ondan gelen Risale-i Nur’un Cennet ve Cehennemin vücutlarına dair hüccetleri, [delil] daha başka beyana ihtiyaç bırakmamışlar.

وَيَتَفَكَّرُونَ فِى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ * 2

رَبَّنَا اصْرِفْ عَنَّا عَذَابَ جَهَنَّمَ اِنَّ عَذَابَهَا كَانَ غَرَامًا * اِنَّهَا سَۤاءَتْ مُسْتَقَرًّا وَمُقَامًا * 3

gibi pek çok âyetlerin ve başta Resul-i Ekrem (a.s.m.) ve umum peygamberler ve ehl-i hakikatın, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] her vakit dualarında en ziyade,

69

اَجِرْنَا مِنَ النَّارِ.. نَجِّنَا مِنَ النَّارِ.. خَلِّصْنَا مِنَ النَّارِ ve vahiy ve şuhuda [görme] binaen onlarca kat’iyet kesb [elde etme, kazanma] eden “Cehennemden bizi hıfz eyle” demeleri gösteriyor ki, nev-i beşerin en büyük meselesi Cehennemden kurtulmaktır. Ve kâinatın pek çok ehemmiyetli ve muazzam ve dehşetli bir hakikati Cehennemdir ki, bir kısım o ehl-i şuhud [gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah’ın lütuf ve ihsanıyla [bağış] bilen ve gören kimseler] ve keşif ve tahkik [araştırma, inceleme] onu müşahede eder. Ve bir kısmı tereşşuhatını [belirti] ve gölgelerini görür, dehşetinden feryat ederler, “Bizi ondan kurtar” derler.

Evet, bu kâinatta hayır-şer, lezzet-elem, [tatlı-acı] ziya-zulmet, hararet-bürudet, güzellik-çirkinlik, hidayet-dalâlet birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi, pek büyük bir hikmet içindir. Çünkü şer olmazsa hayır bilinmez. Elem olmazsa lezzet anlaşılmaz. Zulmetsiz ziya, ehemmiyeti olmaz. Soğukla, hararetin dereceleri tahakkuk [gerçekleşme] eder. Çirkinlikle, hüsnün [güzellik] tek bir hakikati, bin hakikat ve binler çeşit hüsün [güzellik] mertebeleri vücut bulur. Cehennemsiz, Cennetin pek çok lezzetleri gizli kalır. Bunlara kıyasen, herşey, bir cihette zıddıyla bilinebilir. Ve birtek hakikatı, sümbül verip çok hakikatler olur.

Madem bu karışık mevcudat [var edilenler, varlıklar] dâr-ı fâniden [geçici yer, dünya] dâr-ı bekàya [daimî ve kalıcı yer] akıp gidiyor. Elbette, nasıl ki hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler Cennete akar; öyle de, şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler Cehenneme yağar. Ve bu mütemadiyen çalkanan kâinatın selleri o iki havza [civar, bölge] girer, durur.

Kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Yirmi Dokuzuncu Sözün [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] âhirindeki remizli [işaretli] nüktelerine [derin anlamlı söz] havale ederek kısa kesiyoruz.

Ey bu medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] benim ders arkadaşlarım!

Bu dehşetli haps-i ebedîden [sonsuz bir hapis] kurtulmanın kolayı, çaresi, bu dünyevî hapsimizden istifade ederek, elimiz mecburiyetle yetişmeyen çok günahlardan kurtulduğumuzla beraber, eski günahlardan tevbe edip farzlarımızı edâ ederek herbir saat bu hapisteki ömrümüzü bir gün ibadet hükmüne getirmekle o ebedî hapisten

70

necatımız [kurtuluş] ve o nuranî cennete girmemiz için en iyi bir fırsattır. Bu fırsatı kaçırırsak, dünyamız ağladığı gibi âhiretimiz dahi ağlayacak خَسِرَ الدُّنْيَا وَاْلاٰخِرَةَ 1 tokadını yiyeceğiz.

Bu makam yazıldığı zaman Kurban [yakın] Bayramı geldi.

Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber’lerle nev-i beşerin beşten birisine, üç yüz milyon insanlara birden Allahu ekber dedirmesi; koca küre-i arz, [yer küre, dünya] büyüklüğü nisbetinde o Allahu ekber kelime-i kudsiyesini [kutsal cümle] semâvâttaki seyyârât [gezegenler] arkadaşlarına işittiriyor gibi, yirmi binden ziyade hacıların Arafat’ta ve iydde beraber birden Allahu ekber demeleri, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bin üç yüz sene evvel âl [aile, soy] ve sahabeleriyle söylediği ve emrettiği Allahu ekber kelâmının bir nevi aks-i sadâ[sesin yankılanması] olarak, rububiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] Rabbü’l-Arz ve Rabbü’l-Âlemîn [âlemlerin Rabbi olan Allah] azamet-i ünvanıyla küllî tecellisine karşı geniş ve küllî bir ubûdiyetle [Allah’a kulluk] bir mukabeledir [karşılama; karşılık verme] diye tahayyül [hayal etme] ve his ve kanaat ettim.

Sonra, acaba bu kelâm-ı kudsînin bizim meselemizle dahi münasebeti var mı diye tahattur [hatıra gelme] ettim. Birden hatıra geldi ki:

Başta bu kelâm olarak sâir bâkiyat[bâkî şeyler, devamlı ve kalıcı olanlar] salihat ünvanını taşıyan Lâ ilâhe illâllah, ve’l-hamdü lillâh ve Sübhanallah gibi şêairden çok kelâmlar cüz’î [ferdî, küçük] ve küllî, meselemizi ihtar ve tahakkukuna [gerçekleşme] işaret ederler.

Meselâ; Allahu ekber’in bir vech-i mânâsı [herhangi bir yön, şekil] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kudreti ve ilmi herşeyin fevkinde [üstünde] büyüktür; hiçbir şey daire-i ilminden çıkamaz, tasarruf-u kudretinden kaçamaz ve kurtulamaz. Ve korktuğumuz en büyük şeylerden daha büyüktür. Demek haşri getirmekten ve bizi ademden kurtarmaktan ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vermekten daha büyüktür. Her acip ve tavr-ı aklın [akıl ölçüsü, akıl çizgisi] haricindeki herşeyden

71

daha büyüktür ki, 1 مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ إِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ âyetinin sarahat-i kat’iyesiyle, [tam bir açıklıkla mânâ ifade etmesi] nev’i beşerin [insan türü, insanlık] haşri ve neşri, birtek nefsin icadı kadar o kudrete kolay gelir. Bu mânâ itibarıyledir ki, darb-ı mesel [atasözü] hükmünde büyük musibetlere ve büyük maksatlara karşı, herkes “Allah büyüktür, Allah büyüktür” der, kendine tesellî ve kuvvet ve nokta-i istinat [dayanak noktası] yapar.

Evet, nasıl ki Dokuzuncu Sözde, bu kelime iki arkadaşıyla bütün ibâdâtın [ibadetler] fihristesi olan namazın çekirdekleri ve hülâsaları [esas, öz] ve içinde ve tesbihatında tekrar ile namazın mânâsını takviye için Sübhânallah, Elhamdü lillâh, Allahu ekber üç muazzam hakikatlere ve insanın kâinatta gördüğü medar-ı hayret, [hayret sebebi] medar-ı şükran [şükrü gerektiren] ve medar-ı azamet ve kibriyâ, [azamet, büyüklük] acip ve güzel ve büyük, pek çok fevkalâde şeylerden aldığı hayret ve lezzet ve heybetten neş’et [doğma] eden suallerine pek kuvvetli cevap verdiği gibi, On Altıncı Sözün âhirinde izah edilen şu: Nasıl bir nefer, [asker] bayramda bir müşir [mareşal] ile beraber huzur-u padişaha [padişahın huzuru] girer; sair vakitte, zabitinin [subay] makamıyla onu tanır. Aynen öyle de, her adam hacda bir derece velîler gibi Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Rabbü’l-Arz ve Rabbü’l-Âlemîn [âlemlerin Rabbi olan Allah] ünvanı ile tanımaya başlar. Ve o kibriyâ [azamet, büyüklük] mertebeleri kalbine açıldıkça, ruhunu istilâ eden mükerrer ve hararetli hayret suallerine yine Allahu ekber tekrarıyla umumuna cevap verdiği misillü, [benzer] On Üçüncü Lemanın âhirinde izahı bulunan ki, şeytanların en ehemmiyetli desiselerini [hile, aldatma] köküyle kesip cevab-ı kat’î veren yine Allahu ekber olduğu gibi, bizim âhiret hakkındaki suâlimize de kısa fakat kuvvetli cevap verdiği misillü, [benzer] Elhamdû lillâh cümlesi dahi haşri ihtar edip ister. Bize der: “Mânâm âhiretsiz olmaz. Çünkü, ezelden ebede kadar her kimden ve her kime karşı bütün hamd ve şükür

72

ona mahsustur, ifade ettiğimden, bütün nimetlerin başı ve nimetleri hakikî nimet yapan ve bütün zîşuuru [akıl ve şuur sahibi] ademin hadsiz musibetlerinden kurtaran, yalnız saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] olabilir ve benim o küllî mânâma mukabele [karşılama; karşılık verme] eder.”

Evet, her mü’min, namazlardan sonra, hergün hiç olmazsa yüz elliden ziyade Elhamdü lillâh, Elhamdü lillâh şer’an demesi ve mânâsı da, ezelden ebede kadar bir hadsiz geniş hamd ve şükrü ifade etmesi, ancak ve ancak saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve Cennetin peşin bir fiyatı ve muaccel [peşin] bir bahasıdır. Ve dünyanın kısa ve fâni elemlerle âlûde [bulaşmış, karışmış] olan nimetlerine münhasır olmaz ve mahsus değil; ve onlara da, ebedî nimetlere vesile olmaları cihetiyle bakar, şükreder. Sübhânallah kelime-i kudsiyesi [kutsal cümle] ise, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şerikten, kusurdan, noksaniyetten, zulümden, aczden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve cemâl ve celâline muhalif olan bütün kusurattan [kusurlar] takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve tenzih [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] etmek mânâsıyla, saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve celâl ve cemâl ve kemâl-i saltanatının haşmetine medar [kaynak, dayanak] olan dâr-ı âhireti [âhiret âlemi] ve ondaki Cenneti ihtar edip delâlet ve işaret eder. Yoksa, sâbıkan [önceki, geçmiş] ispat edildiği gibi, saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] olmazsa, hem saltanatı, hem kemâli, hem celâl, hem cemâl, hem rahmeti, kusur ve noksan lekeleriyle lekedar [lekeli] olurlar.

İşte bu üç kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kelimeler gibi, Bismillâh ve Lâ ilâhe illâllah ve sâir kelimat-ı mübareke, herbiri erkân-ı imaniyenin [iman esasları] birer çekirdeği ve bu zamanda keşfedilen et hülâsa[esas, öz] ve şeker hülâsa[esas, öz] gibi, hem erkân-ı imaniyenin, [iman esasları] hem Kur’ân hakikatlarının hülâsaları [esas, öz] ve bu üçü namazın çekirdekleri oldukları gibi, Kur’ân’ın dahi çekirdekleri ve parlak bir kısım sûrelerin başlarında pırlanta gibi görünmeleri ve çok sünûhatı tesbihatta başlayan Risale-i Nur’un dahi hakiki madenleri ve esasları ve hakikatlerinin çekirdekleridirler. Ve velâyet-i Ahmediye [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in velâyeti] ve

73

ubudiyet-i Muhammediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m) Allah’a olan mükemmel kulluğu ve ibadeti] aleyhissalâtü vesselâm cihetinde, öyle bir daire-i zikirde, [zikir dairesi] namazdan sonraki tesbihatta bir tarikat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) virdidirler [devamlı yapılan zikir] ki, her namaz vaktinde yüz milyondan ziyade mü’minler beraber, o halka-i kübrâ-yı zikirde, [büyük zikir halkası] ellerinde tesbihler Sübhânallah otuz üç, Elhamdü lillâh otuz üç, Allahu ekber otuz üç defa tekrar ederler.

İşte böyle gayet muhteşem bir halka-i zikirde, [zikir halkası] sabıkan [bundan önce] beyan ettiğimiz gibi, hem Kur’ân’ın, hem imanın, hem namazın hülâsaları [esas, öz] ve çekirdekleri olan üç kelime-i mübarekeyi [mübarek kelime] namazdan sonra otuzüçer defa okumak ne kadar kıymettar ve sevaplı olduğunu elbette anladınız.

Bu risalenin başında Birinci Meselesi namaza dair güzel bir ders olduğu gibi, hiç düşünmediğim halde, adeta ihtiyarsız [irade dışı] olarak, onun âhiri de namaz tesbihatına dair ehemmiyetli bir ders oldu.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى اِنْعَامِهِ * 1

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2