ASÂ-YI MÛSÂ – Ek Bölümler (312-343)

312

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Şu kâinat semasının gurubu [batış] olmayan mânevî güneşi olan Kur’ân-ı Kerim; şu mevcudat [var edilenler, varlıklar] kitab-ı kebirinin [büyük kitap, kâinat] âyât-ı tekvîniyesini [kâinatta Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar] okutturmak, mahiyetini göstermek için şuaları hükmünde olan envarını [nurlar] neşrediyor. Ukul-ü beşeri [insanların akılları] tenvir [aydınlatma] ile sırat-ı müstakimi [dosdoğru yol] gösteriyor. Beşeriyet âleminde her fert, hilkatindeki [yaratılış] makasıdı ve fıtratındaki metâlibi ve istikametindeki [doğru] gayesini, o hidayet güneşinin nuru ile görür, anlar ve bilir. O hidayet nurunun tecellisine mazhar [erişme, nail olma] olanlar, kalb kabiliyeti nisbetinde ona âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ederek kurbiyet kesbeder. [elde etme, kazanma] Eşya ve hayatın mahiyeti o nur ile tezahür ederek, ancak o nur ile görülür, anlaşılır ve bilinir. Şems-i Ezeliyenin mânevi hidayet nurlarını temsil eden Kur’ân-ı Kerîm, kalb gözüyle hak ve hakikati görmeyi temin eder. Onun için, onun nurundan uzakta kalanlar, zulümatta kalırlar. Zira herşey nur ile görülür, anlaşılır ve bilinir. İşte şu kitab-ı kebirin mânevî ve sermedî [daimi, sürekli] güneşi olan Kur’ân-ı Kerîmin nur-u tecellîsine bu asrımızda “Nur” ismiyle müsemmâ [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] olan Risale-i Nur’un şahs-ı mânevisi [mânevî kişilik] mazhar [erişme, nail olma] olmuştur. O Nurlar ki, zulümattan ayrılmak istemeyen yarasa tabiatlı, gaflet uykusuyla gündüzünü gece yapan sefahet-perest, [ahmaklık, beyinsizlik] aklı gözüne inmiş, zulümatta kalarak gözü görmez olanlara ve yolunu şaşıranlara karşı projeksiyon gibi nurlarını iman hakikatlerine tevcih [yöneltme] ederek sırat-ı müstakîmi [dosdoğru yol] büsbütün kör olmayanlara gösteriyor. Nur topuzunu ehl-i küfür [inançsızlar] ve münkirlerin [Allah’a inanmayan] başına vurup “Ya aklını başından çıkar at hayvan ol, yahut da aklını başına alarak insan ol!” diyor.

313

İlim bir nevi nur olduğuna göre, Risale-i Nur’un ilme olan en derin vukufunu gösterecek bir-iki deliline kısa işaret ederiz.

Evvelâ: Şunu hatırlamalıyız ki: Risale-i Nur, başka kitapları değil, belki yalnız Kur’ân-ı Kerîmi üstad olarak tanıması ve ona hizmet etmesi itibarıyla; makbuliyeti [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] hakkında bizim bu mevzuda söz söylememize hâcet [ihtiyaç] bırakmıyor. Biz, ancak ilim erbabı mabeyninde [ara] Risale-i Nur’un değerini tebârüz ettirmek için ilâveten deriz ki:

Risale-i Nur, şimdiye kadar hiçbir ilim adamının tam bir vuzuhla [açıklık] ispat edemediği en muğlâk meseleleri, gayet basit bir şekilde, en âmi [basit, sıradan] avam [halk] tabakasından tut, tâ en âli [yüce] havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] tabakasına kadar herkesin istidadı [kabiliyet] nisbetinde anlayabileceği bir tarzda, şüphesiz ikna edici ve yakinî bir şekilde izah ve ispat etmesidir. Bu hususiyet hemen hemen hiçbir ilim adamının eserinde yoktur.

İkincisi: Bütün Nur eserleri Kur’ân-ı Kerîmin bir kısım âyetlerinin hakiki tefsiri olup, onun mânevi i’câzının [mu’cize oluş] lem’aları [parıltı] olduğunu her hususta göstermesidir.

Üçüncüsü: İnsanların en derin ihtiyaçlarına kat’î delil ve burhanlarla [delil] ilmî mahiyette cevap vermesidir. Meselâ, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] varlığı ve âhiret ve sair imân rükünlerini, [esas, şart] bir zerrenin lisan-ı hal [beden dili] ve kàl [dil, söz, kelâm] suretinde tercümanlığını yaparak ispat etmesi. En meşhur İslâm feylesoflarından İbni Sina, Farabî, İbni Rüşd bu mesleklerde bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] delil olarak gösterdikleri halde, Risale-i Nur, o hakikatleri aynen bir zerre veya bir çekirdek lisanıyla ispat ediyor. Eğer Risale-i Nur’un ilmî kudretini şimdi onlara göstermek mümkün olsaydı, onlar hemen diz çöküp Risale-i Nur’dan ders alacaklardı.

Dördüncüsü: Risale-i Nur, insanın senelerce uğraşarak elde edemeyeceği bilgileri, komprime hülâsalar [esas, öz] nev’inden kısa bir zamanda temin etmesidir.

Beşincisi: Risale-i Nur, ilmin esas gayesi olan rıza-yı İlâhîyi [Allah rızası] tahsile sebep olması ve dünya menfaatine ilmi hiçbir cihetle âlet etmeyerek tam mânâsıyla insaniyete hizmet gibi en ulvî vazifeyi temsil etmesidir.

Altıncısı: Risale-i Nur, kuvvetli ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve imânî bir tefekkür semeresi [meyve] olup bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] lisan-ı hal [beden dili] ve kàl [dil, söz, kelâm] suretinde tercümanlığını yapar. Aynı

314

zamanda imân hakikatlerini ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ve aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] ve hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecelerinde inkişaf [açığa çıkma] ettirir.

Yedincisi: Risale-i Nur, bütün ilimleri câmi oluşudur. Adeta ilim iplikleriyle dokunmuş müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] kumaş gibidir. Ve şimdiye kadar hiçbir ilim erbabı tarafından söylenmemiş ve her ilme olan en derin vukufunu tebarüz ettiren vecizeler mecmuasıdır. Misal olarak birkaçını zikrederek, heyet-i mecmua[birşeyin geneli, bütün] hakkında bir fikir edinmek isteyenlere Risale-i Nur bahrine müracaat etmesini tavsiye ederiz.

1. “Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir.”

2. “Bir pirenin midesini tanzim eden, Manzume-i Şemsiyeyi [güneş sistemi] dahi o tanzim etmiştir.”

3. “Bir zerreyi icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahî lâzımdır. Zira şu kitab-ı kebîr-i kâinatın [büyük bir kitabı andıran kâinat] herbir harfinin, bâhusus [bilhassa, özellikle] zîhayat [canlı] herbir harfinin, herbir cümlesine müteveccih [yönelen] birer yüzü ve nâzır birer gözü vardır.”

4. “Tabiat, misalî bir matbaadır; tâbi’ [tab eden, yapan] değil. Nakıştır, [işleme] nakkâş [herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] değil. Mistardır, [birşeyin kaynağından çıkmasına yarayan âlet] masdar [fiillerin asıl kökü] değil. Nizamdır, nâzım [düzenleyen] değil. Kanundur, kudret değil. Şeriat-ı iradiyedir, [Cenâb-ı Hakkın iradesiyle oluşan şeriat, tabiat kanunları] hakikat-i hariciye [dış dünyaya ait gerçek] değil.”

5. “Sabit, daim, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] kanunlar gibi, ruh dahi, âlem-i emirden, [Cenâb-ı Hakkın emirlerinin âlemi; İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar âlemi] sıfat-ı iradeden [Allah’ın irade ve dileme niteliği, sıfatı] gelmiş ve kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir, bir seyyâle-i lâtifeyi [akıcı özelliğe sahip mânevî varlık] o cevhere sadef [içinde inci bulunan kabuk] etmiştir…” Ve hâkezâ, binler vecizeler var.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Üniversite Nurcuları namına duanıza çok muhtaç

 Mustafa Ramazanoğlu

315

(Ankara Üniversitesi Nur talebelerinin bir mektubu)

Aziz, sıddık kardeşlerimiz,

Mektubunuzdan, İslâm güneşinin bir ziyasını sezer gibi olduk. Yüzlerce seneden beri insaniyet aleyhine, İslâmiyet zararına mütecaviz [aşkın] fikir neşreden ehl-i küfrün tahriplerini tamir için ortaya atılan Risale-i Nur’un, sizlerin mektubunuzdan, gençlerin arasına yayıldığını sezdik. Ebedî hayat yolunun hakperest [doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan] yolcuları, hayâlî boş lâfları terk edip, Risale-i Nur’la küfür tohumlarını eriteceklerdir. Nur’un talebeleri, ehl-i kalb [kalb ehli] ve imanın hakikî kardeşleridirler. Siz kardeşlerimizin mektupları, bizlere hız veriyor ve verecek. Kur’ân’ın tefsiri olan Risale-i Nur, bize dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kalmanın ve küfürle mücadele etmemenin bu zamanda büyük ahmaklık olduğunu bildiriyor. Komünistliğin, anarşistliğin, masonluğun kuvvet kazandığı bir devirde en mühim bir vazife, Nur’a hizmet etmek ve rıza-yı İlâhîyi [Allah rızası] tahsil için onu isteyene vermektir. Bu en baş ve en ehemmiyetli, en kıymetli ve mübarek vazifemizden bizi döndürmek isteyen en ağır hücumlar dahi, bizlerin hızını arttıracaktır.

Risale-i Nur bize öğretiyor ve ispat ediyor ki, bu dünya, bir misafirhanedir. Ebedî hayatı isteyenler, misafirhanedeki vazifelerine dikkat gösterdikleri nispette memnun edilirler. Demek ki, şimdi en esaslı vazifemiz, bataklıktan kurtulmak isteyen ehl-i dinin, [din sahipleri, dindarlar] karanlıktan usanmış, gıdasız kalmış kalblerin yardımına koşmak, kendimizden başlayarak Nurun dellâllığını [davetçi, ilan edici] yapmaktır. Bilhassa ve bilhassa şurası çok ehemmiyetli ve pek mühimdir ki, en başta ve en evvel Risale-i Nur’u dikkat ve tefekkürle devamlı olarak okumak ve o muazzam eser külliyatındaki Kur’ân ve iman hakikatleriyle kendimizi teçhiz etmek ve bu esas ve şartlarla, o harika eser külliyatını bir an evvel ikmal [tamamlama] etmektir. İşte bu nimet-i uzmâya [büyük nimet] nail olan her genç ve herkes, bire yüz, bin kuvvetinde, kendine, vatan ve milletine faydalı olur. Vatan, millet, gençlik ve âlem-i İslâm [İslâm âlemi] çapında hizmet edebilecek

316

bir vaziyete gelebilir. Bunun için, başta Hazret-i Üstadımız Bediüzzaman ve onun hakikî ve ihlâslı talebeleri olmaya lâyık sizlerden dua istirham ediyoruz ki, Risale-i Nur’un mecmualarını bir an evvel temin edelim, arayalım, bulalım; dikkat, tefekkür ve ihlâsla okuyalım. Kur’ân ve iman hizmetine bu vaziyette koşalım. Risale-i Nur’un bu asırdaki makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] işaret eden deliller fazlasıyla mevcut olduğuna göre, insaf sahibi her mü’min kardeşimiz, onun tabiî bir yardımcısıdır.

Hem madem, Risale-i Nur bu asra has hususiyetler taşıyor. Hem madem binlerce âlimlerin takdirleriyle karşılanıyor. Hem madem, Kur’ân’ın dellâllığını [davetçi, ilan edici] yapan kahraman Üstad, eşine rastlanmayacak bir mükemmeliyetle, dürüst adımlarla, hakikî prensiplerle, bütün hayatını iman ve İslâmiyete vakfetmiş, dünyevî hiçbir menfaat aramadan sırf Allah rızası uğruna çalışmıştır. Hem mâdem, bütün kuvvetiyle Nur talebeleri de, iman ve İslâmiyete Ehl-i Sünnet dairesinde hizmet için hayatlarını dahi çekinmeden veriyor ve süflî [alçak] menfaat peşinde değildirler. Ve madem yüz binlerce Nur talebeleri bütün tazyik ve tehditlere rağmen bu hakikati fiilen ispat etmişler. Hem her talebe, bugün cereyan eden bâtıl felsefenin akidelerine [inanç] hakikî mantıkî cevaplar vermek üzere yetişmişler ve yetişiyorlar. Hem her ihtiyacımıza Kur’ân cevap veriyor; onda lâzım olan her hakikat sarih [açık] olarak vardır. Ve madem Kur’ân, en güzel şekilde ders veren Allah’ın hediyesi, bir nuru ve rahmetidir. Öyleyse, bu hazine-i rahmeti [Allah’ın rahmet hazinesi] ve menba-ı hakikati [hakkın ve doğrunun kaynağı] ders veren ve hakikî surette gençliğin ve avâmın anlayabileceği bir şekilde bildiren Risale-i Nur’u, dikkat ve tefekkürle ve devamlı olarak müsait vakitlerimizi boşa gidermeden okumak ve yazmak, en büyük ibadet ve zevk kaynağıdır. Hal ve istikbalin ve biz gençlerin, çok leziz ve iştiyakla [arzu, istek] alacağı gayet nâfi [faydalı] ve vâfi [yeterli] bir ilâç ve bir tiryaktır, bir mânevî kurtarıcıdır. Bu kat’î hakikatler meydanda iken, ona bütün kuvvetimizle sarılmamak, baştan aşağı Risale-i Nur’u tetkik etmemek, alâkadar olmamak, ancak gafletin eseri olabilir.

Hem, kim hakikat peşinde koşuyorsa, Risale-i Nur’dan ders alması lâzımdır. Ve Nur yolunda giden her münevver, [aydın] hakikî saadete kavuşacak ve yeryüzünün

317

mahiyetini derk [anlama, algılama] edecektir diye, biz Ankara Nur talebeleri dahi ittifak ediyoruz. Ebedî hayat hazinesini gösteren Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nuru olan Risale-i Nur, elbette bir zaman dünyayı çınlatan nurlu sesini yükseltecektir.

Madem İslâm âlimleri, hadis-i şerife göre, dünya ikbal [yönelme, teveccüh [ilgi] etme] ve heveslerinin peşinde koşmadıkça, peygamberlerin en emin vârisleridirler. [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] Biz de Risale-i Nur’u onun tam vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] biliyoruz. Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] hakikî vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olmanın esasını yaşamış ve yaşıyor. Onun karşısına çıkan körler ve sağırlar ve hissiz gafiller küçüleceklerdir. Böyle muazzam bir olgunluğa sahip olan Risale-i Nur, elbette bütün feylesofları, dünya ilim ve hak erbabını [sahipler] çağıracak ve her akl-ı selim [sağduyu; sağlıklı ve istikametli [doğru] düşünce] ve kalb-i kerim olan mübarek insanları talebesi yapacak. Bu da inşaallah [Allah dilerse] uzakta değil, yakında tahakkuk [gerçekleşme] edecektir. Dünya, ekseri feylesofların ve âlimlerin dediği gibi, yep yeni bir oluşun eşiğindedir. Dünya, nurunu arıyor. Hakikat şairi Mehmea Akif,

O nuru gönder, İlâhî, [Allah tarafından olan] asırlar oldu yeter!
Bunaldı milletin âfâkı bir sabah ister.

diye, işte bu nura işaret ettiği, bugün bizce bir hakikattir.

 Ankara Üniversitesi

Nur talebeleri

ba

318

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Çok aziz, çok mübarek, çok müşfik, çok sevgili Üstadımız Hazretleri,

Risale-i Nur’u, himmet [ciddi gayret] ve dualarınızla, dikkat ve tefekkürle okudukça, bu muazzam eser külliyatının tılsım-ı kâinatın [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] muammâsını keşf ve halleden bir keşşaf [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] olduğunu, hal ve istikbalin bir mürşid-i ekberi ve bir rehber-i âzamı [en büyük rehber] olduğunu, yine dua ve himmetinizle [ciddi gayret] idrak ediyoruz. Evet, Üstadımız Hazretleri Risale-i Nur’u okuyan her idrak sahibi anlıyor ki, Risale-i Nur, gerek bu asrın, gerekse önümüzdeki asrın beşeriyetini fikir karanlıklarından kurtarıp, tenvir [aydınlatma] ve irşad [doğru yol gösterme] edecektir.

Risale-i Nur, yalnız bu vatan ve millet için değil, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve bütün beşeriyetin ihtiyacına cevap verecek bir külliyat olarak telif [kaleme alma] edilmiştir. Bugün, tarihte hiç görülmemiş bir fecaat ve felâket içerisinde çırpınan beşeriyet için, halâskâr [kurtarıcı] olarak Risale-i Nur’a sarılmaktan ve ne pahasına olursa olsun, Risale-i Nur’un nuranî ve parlak eczalarını elde edip dikkat ve tefekkürle okumaktan başka bir kurtuluş çaresi yoktur. Risale-i Nur’u okuyan herkes, bu hakikati idrak etmiş ve etmektedir. Eğer biz muktedir olsak, bu hakikati, kâinata nazır bir mahalle çıkıp, bütün kâinata ilân edeceğiz. Fakat madem ki buna muvaffak olamıyoruz ve madem ki Risale-i Nur’un cihanşümul [dünya çapında, evrensel] kıymetini bu derece Üstadımızın himmetiyle [ciddi gayret] idrak etmişiz; şu halde o nur ve feyiz hazinesi, irfan [bilgi, anlayış] ve kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] menbaı [kaynak] olan Risale-i Nur’u, bir dakikamızı bile boş geçirmeden, mütemadi ve devamlı bir şekilde hergün ve her saat okuyacağız ve bu uğurda geceli gündüzlü çalışacağız inşaallah. [Allah dilerse] Fakat, her an bütün işlerimizde olduğu gibi, bunda da büyük Üstadımızın dua ve himmetiyle [ciddi gayret] muvaffak olabileceğiz.

Hem şu hakikat zahir ve bâhirdir [açık] ki: Bir kimse allâme [büyük âlim] dahi olsa, Risale-i Nur’un ve müellifinin [telif eden, kitap yazan] talebesidir, Risale-i Nur’u okumak zaruret ve ihtiyacındadır. Eğer gaflet ederse, kendisini aldatan enaniyetine boyun eğip Risale-i Nur Külliyatını

319

okumazsa, büyük bir mahrumiyete dûçar [yakalanmış, düşmüş] olur. Fakat biz, idrak ettiğimiz bu muazzam hakikat karşısında, beşeriyetin halâskârı [kurtulma] ve milyarlarca insanların fevkinde [üstünde] olan bir memur-u Rabbanîye nasıl minnettar ve medyun [borçlu] olduğumuzu tarif edemiyoruz. Yine dua ve himmetinizle [ciddi gayret] idrak etmişiz ki, Kur’ân-ı Kerîmin bir mucize-i maneviyesi olan harika Risale-i Nur Külliyatının bir satırından ettiğimiz istifadenin, bir miktar-ı mukabilini dahi ödemeye gücümüz yetişmez. Bunun için, ancak Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şöyle yalvarmaya karar verdik:

Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Bizi ebedî haps-i münferidden [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] kurtarıp bâki ve sermedî [daimi, sürekli] bir âlemin saadetine nâil edecek bir hakaik [doğru gerçekler] hazinesinin anahtarını Risale-i Nur gibi nazirsiz [benzersiz] bir eseriyle bahşeden sevgili ve müşfik Üstadımızı, zâlimlerin ve düşmanların suikastlarından muhafaza eyle, Kur’ân ve iman hizmetinde daima muvaffak eyle. Ona sıhhat ve âfiyetler, uzun ömürler ihsan [bağış] eyle” diye dua ediyoruz.

Evet, Üstadımız Hazretleri, Risale-i Nur’u dikkat ve tefekkürle okumak nimet-i uzmâsına [büyük nimet] nail olan biz bir kısım üniversite gençliği, bir hüsn-ü zan [güzel düşünce] veya bir tahminle değil, tahkikî ve tetkikî bir surette, sarsılmaz ve sarsılmayacak olan ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] bir kuvvet-i imaniye [iman gücü] ile inanıyoruz ki, zemin yüzünün bu asra kadar görmediği bir vahşet ve dehşetin sebebi olan dinsizlik ve ilhadı, [dinsizlik, inkâr] Bediüzzaman ortadan kadırmaya inâyet-i Hak ile muvaffak olacaktır.

Bizim bu kanaatimiz, safdilâne [saf kalbli, kolay aldanan] veya tahminle değildir; ilmî ve delile müstenid [dayanan] bir tahkik [araştırma, inceleme] iledir. Bunun için, muarız [itiraz eden, karşı gelen] olan dahi bu hakikati kalben tasdik edecektir. Dua ve şefkat buyurun, Kur’ân ve iman hizmetinde fedâi olalım. Risale-i Nur’u, bir dakikamızı bile kaybetmeden okuyalım, yazalım, ihlâs-ı tamme muvaffak olalım.

Üniversite Nur talebeleri namına

Abdülmuhsin

ba

320

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Şimdiye kadar gizli münafıklar Risale-i Nur’a kanunla, adliye ile ve âsâyiş ve idare noktasından hükûmetin bazı erkânını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] edip tecavüz ediyorlardı. Biz, müsbet [isbat edilmiş, sabit] hareket ettiğimiz için, mecburiyet olduğu zaman tedâfüî [müdafaa etme, savunma] vaziyetinde idik. Şimdi plânları akîm [neticesiz] kaldı. Bilâkis tecavüzleri Risale-i Nur’un dairesini genişlettirdi. Bu defa yeni hurufla [harfler] Asâ-yı Mûsâ‘yı [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] tab [basma] etmek niyetimiz, ihtiyarımız olmadığı halde, tecavüz vaziyeti Risale-i Nur’a veriliyor gibidir. Bu hâdisenin ehemmiyetli bir hikmeti şu olmak gerektir:

Risale-i Nur, bu mübarek vatanın mânevî bir halâskârı [kurtulma] olmak cihetiyle, şimdi iki dehşetli mânevî belâyı def etmek için matbuat [basın, medya] âlemiyle tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.

O dehşetli belâdan birisi: Hıristiyan dinini mağlûp eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde [kuzey] çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı mânevî istilâsına karşı Risalei’n-Nur, sedd-i Zülkarneyn [Hz. Zülkarneyn (a.s.) tarafından yaptırılan set] gibi bir sedd-i Kur’ânî [Kur’ân seddi] vazifesini görebilir ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını [suçlama] izale [giderme] etmek için matbuat [basın, medya] lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.

Ben dünyanın halini bilmiyorum. Fakat Avrupa’da istilâkârâne [her şeyi ele geçirir bir şekilde] hükmeden ve edyan-ı semâviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatleri bir kale olduğu gibi, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] ve Asya kıt’asının [dünyanın kara paçalarından her biri] hal-i hazırdaki [içinde yaşanılan zaman dilimi]

321

itiraz ve ittihamını [suçlama] izale [giderme] ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini [kardeşlik] iade etmeye vesile olan bir mucize-i Kur’âniyedir. Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab [basma] ederek resmî neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsun.

Acaba bu yirmi sene zarfında iman-ı tahkikîyi [araştırma ve incelemeye dayanan iman] pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı, bu dehşetli asırda, acip inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve infilâklarda [şiddetli patlama] bu mübarek vatan, Kur’ân’ını, imanını dehşetli sadmelerden [darbe, yıkıcı müdahaleler] tam muhafaza edebilir miydi? Her neyse… Risale-i Nur’a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez; daha kimseyi o bahaneyle inandıramazlar. Fakat cepheyi değiştirip, din perdesi altında bazı safdil [saf kalbli, kolay aldanan] hocaları veya bid’a [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] taraftarı veya enaniyetli sofi meşreplileri [hareket tarzı, metod] bazı kurnazlıklarla Risale-i Nur’a karşı—iki sene evvel İstanbul’da ve Denizli civarında olduğu gibi—istimal etmek ve Risale-i Nur’a ve şakirtlerine [öğrenci] ayrı bir cephede tecavüz etmeye münafıklar çabalıyorlar. İnşaallah muvaffak olamazlar. Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] tam ihtiyatla [dikkat, tedbir] beraber, bir taarruz olduğu vakitte münakaşa etmesinler, aldırmasınlar. Aldanan ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve imansa, dost olsunlar, “Biz size ilişmiyoruz. Siz de bize ilişmeyiniz. Biz ehl-i imanla [Allah’a inanan] kardeşiz” deyip yatıştırsınlar.

Saniyen, [ikinci olarak]

Mübareklerin pehlivanı hem Abdurrahman, hem Lütfi, hem Büyük Hafız Ali mânâlarını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali kardeşimiz bir sual soruyor. Halbuki o sualin cevabı Risale-i Nur’da yüz yerde var. “Risale-i Nur’un erkân-ı imaniye [iman esasları] hakkında bu derece kesretli [çokluk] tahşidatı [kuvvetlendirme, destekleme] ne içindir? Bir âmî [cahil, sıradan] mü’minin imanı büyük bir velînin imanı gibidir, diye eski hocalar bize ders vermişler?” diyor.

Elcevap: Başta Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] merâtib-i imaniye bahislerinde; ve âhire yakın müceddid-i elf-i sâni [aslına uygun şekilde zamanın şartlarına göre dini yeniden yorumlayan hicrî ikinci bin yılının âlimi] İmam-ı Rabbânî beyanı ve hükmü ki, “Bütün tarikatlerin

322

münteha[en son nokta] ve en büyük maksatları, hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] inkişafıdır. [açığa çıkma] Ve bir mesele-i imaniyenin [imana dair mesele] kat’iyetle vuzuhu, [açıklık] bin kerametlerden [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve keşfiyatlardan [keşifler] daha iyidir”; ve Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] en âhirdeki ve Lâhikadan alınan o mektubun parçası ve tamamının beyanatı cevap olduğu gibi, Meyve Risalesi‘nin [On Birinci Şuâ] tekrarat-ı Kur’âniye [Kur’ân’daki tekrarlar] hakkında Onuncu Meselesi, tevhid ve iman rükünleri [esas, şart] hakkında tekrarlı ve kesretli [çokluk] tahşidat-ı [kuvvetlendirme, destekleme] Kur’âniyenin hikmeti, aynen bitamamiha [tamamen, bütünüyle] onun hakikî tefsîri olan Risale-i Nur’da cereyan etmesi de cevaptır.

Hem, iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] ve taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] ve icmâlî ve tafsilî ve imanın bütün tehacümata [her taraftan hücum etme] ve vesveseler ve şüphelere karşı dayanıp sarsılmamasını beyan eden Risale-i Nur parçalarının izahatı, büyük ruhlu Küçük Ali’nin mektubuna öyle bir cevaptır ki, bize hiçbir ihtiyaç bırakmıyor.

İkinci cihet: İman, yalnız icmâlî ve taklîdî bir tasdike münhasır değil; bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki aynada görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları [açığa çıkma] olduğu gibi; imanın o derece kesretli [çokluk] hakikatleri var ki, bin bir esmâ-i İlâhiye ve sair erkân-ı imaniyenin [iman esasları] kâinat hakikatleriyle alâkadar çok hakikatleri var ki, “Bütün ilimlerin ve mârifetlerin [Allah’ı tanıma, bilme] ve kemâlât-ı insaniyenin [insana ait mükemmel özellikler] en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden [araştırma ve incelemeye dayanan iman] gelen tafsilli ve burhan[delil] mârifet-i kudsiyedir” diye ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ittifak etmişler.

Evet, iman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlûp olur. Ondan çok kuvvetli ve çok

323

geniş olan iman-ı tahkikîde [araştırma ve incelemeye dayanan iman] pek çok meratip [mertebeler, dereceler] var. O meratiplerden [mertebeler, dereceler] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] mertebesi, çok burhanlarının [delil] kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] iman bir şüpheye karşı bazan mağlûp olur.

Hem iman-ı tahkikînin [araştırma ve incelemeye dayanan iman] bir mertebesi de aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esmâ-i İlâhiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek derecesine gelir.

Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat [şüpheler, tereddütler] orduları hücum da etse bir halt edemez. Ve ulemâ-i ilm-i kelâmın [kelâm ilmi âlimleri] binler cilt kitapları, akla ve mantığa istinaden telif [kaleme alma] edilip, yalnız o mârifet-i imaniyenin burhan[delil] ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] yüzer kitapları keşfe, zevke istinaden o mârifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmişler. Fakat, Kur’ân’ın mucizekâr cadde-i kübrâsı, [büyük ve geniş cadde] gösterdiği hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve mârifet-i kudsiye, o ulemâ ve evliyanın pek çok fevkinde [üstünde] bir kuvvet ve yüksekliktedir.

İşte, Risale-i Nur bu cami ve küllî ve yüksek mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur’ân aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına ve adem [hiçlik, yokluk] âlemleri hesabına tahribatçı küllî cereyanlara karşı Kur’ân ve iman namına mukabele [karşılama; karşılık verme] ediyor, müdafaa ediyor. Elbette hadsiz tahşidata [kuvvetlendirme, destekleme] ihtiyacı vardır ki, o hadsiz düşmanlara karşı dayanıp ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanını muhafazasına Kur’ân nuruyla vesile olsun.

Hadîs-i şerifte vardır ki: “Bir adam seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır.”1 “Bazan bir saat tefekkür, bir sene ibadetten

324

daha hayırlı olur.”1 Hattâ Nakşîlerin hafî [gizli] zikre verdiği büyük ehemmiyet, bu nevi tefekküre yetişmek içindir.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyoruz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Kardeşiniz

 Said Nursî

ba

325

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَبِهِ نَسْتَعِينُ * 1

Önsöz

[Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlimin Bediüzzaman Hazretlerinin Tarihçe-i Hayatı [hayat hikayesi] için yazdığı bir önsözdür.]

Büyük İkbâl’e ait olan Önsözde demiştim ki: “Büyüklerin tarih-i hayatları [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] okunurken, ulvî menkıbeler söylenip aziz hâtıraları anılırken, insan başka bir âleme girdiğini hissediyor. Gönlünü, ter temiz sevgi hislerinin ulvî ateşi yakıyor ve İlâhî [Allah tarafından olan] feyzi sarıyor. Tarih öyle büyük insanlar kaydeder ki, birçok büyükler, onlara nisbetle küçük kalır.

Tarihe şerefler veren erler anılırken,
Yükselmede ruh, en geniş âlemlere yerden.
Bin rayihanın [koku] feyzi sarar ruhu derinden,
Geçmiş gibi Cennetteki gül bahçelerinden.

Bu derin hakikati, Önsözü yazarken bütün azamet ve ihtişamıyla idrak etmiş bulunuyorum. Zira, aziz ve muhterem okuyucularımıza en derin bir ihlâs ve samimiyetle takdim ettiğimiz bu eser, hemen bir asra yaklaşan uzun ve bereketli ömrünün her safhası binlerle harikaya sahne olan gönüller fâtihi büyük Üstad Bediüzzaman Said Nursî’ye, onun yüz otuz parçadan ibaret olan Risale-i Nur Külliyatına ve ahlâk ve faziletleri, ihlâs ve samimiyetleri, iman ve irfanlarıyla [bilgi, anlayış] hayatın her safhasında sadece bir ülkeye değil, bütün insanlık âlemine ter temiz örnekler vermekte devam eden Nur talebelerine aittir.

Bir kitabın mukaddemesini, [evvel, önce] o kitabın hülâsa[esas, öz] diye tarif ederler. Halbuki, her mevzuu müstakil [bağımsız] bir esere sığmayacak kadar derin ve geniş olan bu muazzam kitabın muhteviyatını böyle birkaç sayfalık mukaddemeye [evvel, önce] sığdırmak kabil [mümkün] midir?

326

Bugüne kadar âcizane yazdığım manzum [düzenli] ve mensur yazılarımın hiçbirisinde bu kadar acz ve hayret içerisinde kalmamıştım. Binaenaleyh, bu eseri derin bir zevk, İlâhî [Allah tarafından olan] bir neş’e ve coşkun bir heyecanla okuyacak olanlar, hayranlıkla görecekler ki, Bediüzzaman, çocukluğundan beri müstesna bir şekilde yetişen ve bütün ömrü boyunca İlâhî [Allah tarafından olan] tecellilere mazhar [erişme, nail olma] olan bam başka bir âlim ve mümtaz [seçkin] bir şahsiyettir.

Ben, bu büyük zatı, eserlerini ve talebelerini inceden inceye tetkik edip de o nur âleminde hissen, fikren ve ruhen yaşadıktan sonra, büyük ve eski bir Arap şairinin, bir beytiyle çok derin bir hakikatı ifade ettiğini öğrendim: “Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zor gelmez.”

ba

Gayesinin ulviyetinden, [yüce] dâvâsının ihtişamından ve imanının azametinden feyiz ve ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] alan bu kutbun câzibesine takılanların adedi günden güne çoğalmaktadır.

Akıllara hayret veren bu ulvî hadise, münkirleri [Allah’a inanmayan] kahrettiği gibi, mü’minleri de şâd ve mesrur [mutlu] eylemekte devam edip gidiyor.

İmanlı gönüllerde mânevî bir rabıta [bağ] halinde yaşayan bu İlâhî [Allah tarafından olan] hâdiseyi, büyük bir mücahid, kalbleri vecd [coşku] içinde bırakan bir üslûpla, bakınız, nasıl ifade ediyor:

“Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete [doğru] taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu kara günlerde, onun, yani Bediüzzaman’ın feyzini bir sır gibi kalbden kalbe mukavemeti imkânsız bir hamle halinde intikal eder görmekle tesellî buluyoruz. Gecelerimiz çok karardı; ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur.”

Evet, bir sır gibi kalbden kalbe mukavemeti imkânsız bir halde yayılıp dağılan bu nurun, memleketin her köşesinde feyiz ve tesirini görenler, hayret ve dehşetler içinde sormaya başladılar: “Şöhreti memleketimizin her tarafını kaplayan bu zat kimdir? Hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi [hareket tarzı, metod] nedir? Tuttuğu yol bir tarikat mı, bir cemiyet mi, yoksa siyasî bir teşekkül [kendi kendine oluşma] müdür?”

327

Bununla da kalmadı; derhal gerek idarî ve gerek adlî çok mühim takipler ve pek ciddî tetkikler, uzun ve müselsel [silsile halinde, zincirleme] mahkemeler cereyan etti. Neticede, bu İlâhî [Allah tarafından olan] tecellînin gönüller ülkesine kurulan bir iman ve irfan [bilgi, anlayış] müessesesinden [kurulmuş] başka birşey olmadığı tahakkuk [gerçekleşme] edince, adaletin İlâhî [Allah tarafından olan] bir surette tecellîsi şu şekilde zuhur etti: Bediüzzaman Said Nursî ve bütün Risale-i Nur eserlerinin beraati kararı resmen ilân edildi. Ve artık, ruhun maddeye, hakkın bâtıla, nurun zulmete, imanın küfre [inançsızlık, inkâr] her zaman galebe [üstün gelme] çalacağı, ezelden ebede değişmeyecek olan İlâhî [Allah tarafından olan] kanunların başında gelen bir hakikat olduğu güneşler gibi belirdi.

Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakikatini, sadakat ve samimiyetini gösteren en gerçek miyar, dâvâsını ilâna başladığı ilk günlerle, muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimaî, [sosyal, toplumsal] uzvî ve ruhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler.

Meselâ, o adam ilk günlerde mütevazi, [alçakgönüllü] âlicenap, [yüksek ahlâk sahibi] feragat ve mahviyetkâr, hülâsa, [esas, öz] bütün ahlâk ve fazilet bakımından cidden örnek olan gayet temiz ve son derece mümtaz [seçkin] bir şahsiyetti. Bakalım, cihadında muzaffer olup hislerde, emellerde, gönüllerde yer tuttuktan sonra, yine o eski temiz ve örnek halinde kalabilmiş mi? Yoksa, zafer neş’esiyle, birçok büyük sanılan kimseler gibi yere göğe sığmaz mı olmuş?

İşte, büyük küçük herhangi bir dâvâ ve gaye sahibinin mahiyet ve hakikatini, şahsiyet ve hüviyetini en hakikî çehresiyle aksettirecek olan en berrak ayna budur.

Tarih boyunca, bu müthiş imtihanı kazanmanın şaheser misalini, evvelâ peygamberler ve bilhassa Sultanu’l-Enbiya Sallâllahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz, sonra onun halife ve sahabeleri ve daha sonra onların nurlu yolunda yürüyen büyük zatlar vermişlerdir.

ba

328

Peygamber Efendimiz, şu اَلْعُلَمَۤاءُ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَۤاءِ 1 yani, “Âlimler, peygamberlerin varisleridirler” hadis-i şerifleriyle, âlim olmanın pek kolay birşey olmadığını, i’câzkâr belâğatleriyle [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] beyan buyuruyorlar.

Zira, madem ki bir âlim, peygamberlerin varisidir; o halde, hak ve hakikatin tebliğ ve neşri hususunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takip etmesi lâzımdır. Her ne kadar bu yol, bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri, takip, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrid, zehirlenme, idam [hiçlik, yokluk] sehpaları ve daha akıl ve hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa…

İşte, Bediüzzaman, yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım sür’atiyle aşan ve peygamberlerin vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan bir âlim olduğunu amelî bir surette ispat eden bir zattır.

Kendisinin ilmî, ahlâkî, edebî, birçok fazilet ve meziyetleri arasında, beni en çok meftun [aşık] eden şey, onun, o dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan imanıdır.

Rabbim, o ne muazzam iman! O ne bitmez ve tükenmez sabır! O ne çelikten irade! Hayal ve hatıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdit, tâzip [azap] ve işkencelere rağmen, o ne eğilmez baş, ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir!

Büyük İkbâl’in heyecanlı şiirlerinden aldığım coşkun bir ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] neş’esiyle vaktiyle yazdığım “Mücahid” ünvanını taşıyan bir manzumede, [düzenli] aşağıdaki mısraları okuyanlardan, belki şâirane bir mübalâğada bulunduğumu söyleyenler olmuştur.

Lâkin şu mukaddemesini [evvel, önce] yazmakla şeref duyduğum şaheseri okuyanlar, vecdle [coşku] dolu bir hayranlıkla anlayacaklar ki, Allah’ın ne kulları varmış! Eğer bir iman, kemâlini bulursa, neler yapar ve ne harikalar doğururmuş!

329

Bir azm, [kemik] eğer iman dolu bir kalbe girerse,

İnsan da, o imandaki son sırra ererse,

En azgın ölümler ona zincir vuramazlar;

Volkan gibi coşkun akıyor, durduramazlar…

Rabbimden iner azmine kuvvet veren ilham, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ]

Peygamberi rüyada görür belki her akşam.

Hep nur onun iman dolu kalbindeki mihrap, [imamın cemaate namaz kıldırdığı yer]

Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtap. [ay ışığı, ay]

Kar, kış demez, irkilmez, üzülmez, acı duymaz;

Mevsim, bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz.

Cennetteki âlemleri dünyada görür de,

Mahvolsa eğilmez sıra dağlar gibi derde.

En sarp uçurumlar gelip etrafını sarsa,

Ay batsa, güneş sönse, ufuklar da kararsa,

Gökler yıkılıp çökse, yolundan yine dönmez,

Ruhundaki imanla yanan meş’ale sönmez!

Kalbinde yanardağ gibi, iman ne mukaddes!<

Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses:
Ey yolcu! Şafaklar sökecek, durma, ilerle,
Zulmetlere kan ağlatacak meşalelerle…
Yıldızlara bas, çık yüce âlemlere, yüksel,
İnsanlığı kurtarmaya Cennetten inen el!

Sanki bu mısralar iman kahramanı, büyük mücahid Bediüzzaman Hazretleri için yazılmış. Zira bu yüksek sıfatlar, hep onun sıfatlarıdır. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şu âyet-i kerimede, bakınız, mücahidlere neler vaad ediyor:

وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَاِنَّ اللهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ * 1

Meâl-i şerifi: [şerefli, yüce mânâ] “Bizim uğrumuzda mücahede [Allah yolunda cihad etme] edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle [bağış ve iyiliklerde bulunan] (Allah’ı görür gibi ibadet eden mücahidlerle) beraberdir.”

Demek ki, iman ve Kur’ân uğrunda candan ve cihandan geçen mücahidlere, büyük Allah, hakikat ve hidayet yollarını göstereceğini vaad buyuruyor. Hâşâ,

330

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vaadinde hulf [sözünden dönme] etmez—yeter ki, bu azim vaad-i İlâhîyi [Allah’ın verdiği söz] icap [gerekli kılma] ettirecek şartlar tahakkuk [gerçekleşme] etsin.

Bu âyet-i kerime, Üstadın karakter ve şahsiyetini tahlil hususunda bize nurdan bir rehber oluyor ve o nurun billûr ışığı altında artık en ince çizgileri ve en hassas noktaları görüp sezebiliyoruz. Zira, madem ki bir insan Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hıfz ve himayesinde bulunmak nimetine mazhar [erişme, nail olma] olmuştur; artık onun için korku, endişe, üzüntü, yılma, usanma ve saire gibi şeyler bahis mevzuu olamaz.

Allah’ın nuruyla nurlanan bir gönlün semasını hangi bulutlar kaplayabilir? Her an huzur-u İlâhîde [Allah’ın huzuru] bulunmak bahtiyarlığına eren bir kulun ruhunu, hangi fâni emel ve arzular, hangi zavallı teveccüh [ilgi] ve iltifatlar ve hangi pespâye gaye ve ihtiraslar tatmin, teskin ve tesellî edebilir?

Allah’tır onun yârı, mürebbîsi, [eğitici, terbiye edici] velîsi;

Andıkça bütün nur oluyor duygusu, hissi.

Yükselmededir mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] iklimine her an,

Bambaşka ufuklar açıyor ruhuna Kur’ân…

Kur’ân ona yâd ettiriyor “Bezm-i Elest”i.

Âşık, o tecellînin ezelden beri mesti… [kendinden geçme]

İşte, Bediüzzaman, böyle harikalar harikası bir inâyete [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] mazhar [erişme, nail olma] olan mübarek bir şahsiyettir. Ve bunun içindir ki, zindanlar ona bir gülistan olmuş; oradan ebediyetlerin nurlu ufuklarını görür. İdam sehpaları, birer vaiz ve irşad [doğru yol gösterme] kürsüsüdür. Oradan insanlığa ulvî bir gaye uğrunda sabır ve sebat, [kalıcı olma, sabit kalma] metanet [gayret, kararlılık] ve celâdet dersleri verir. Hapishaneler birer medrese-i Yusufiyeye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Oraya girerken, bir profesörün üniversiteye ders vermek için girdiği gibi girer. Zira oradakiler, onun feyiz ve irşadına [doğru yol gösterme] muhtaç olan talebeleridir. Hergün birkaç vatandaşın imanını kurtarmak ve cânileri melek gibi bir insan haline getirmek, onun için dünyalara değişilmez bir saadettir.

331

Böyle bir yüksek iman ve ihlâs şuuruna malik olan insan, hiç şüphesiz ki, zaman ve mekân [içinde bulunulan yer ve zaman] mefhumlarının [anlam] fâniler üzerinde bıraktığı yaldızlı tesirleri kesif [katı] madde âleminde bırakarak, ruhuyla mâneviyat âleminin pırıl pırıl nurlar saçan ufuklarına yükselmiş bir haldedir.

Büyük mutasavvıfların [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] (r.a.) fenâ fillâh, bekabillâh diye tarif ve tavsif [bir sıfatla niteleme] buyurdukları yüksek mertebe, işte bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] şerefe nail olmaktır.

Evet, her mü’minin kendine mahsus bir huzur, huşû, tefeyyüz, [feyizlenme] tecerrüd [sıyrılma] ve istiğrak [Allah aşkıyla kendinden geçme] hali vardır. Ve herkes, iman ve irfanı, [bilgi, anlayış] salâh [düzelme] ve takvâsı, feyiz ve mânevîyatı nisbetinde bu İlâhî [Allah tarafından olan] hazdan feyizyâb [feyiz bulan, gelişen, çoğalan] olabilir. Lâkin bu güzel hal, bu tatlı visal [kavuşma] ve bu emsalsiz haz, geçen âyet-i kerimedeki ihsan [bağış] erbabı olan o büyük mücahidlerde her zaman devam ediyor. Ve işte onlar, bu sebepten dolayıdır ki, Mevlâyı unutmak gafletine düşmüyorlar. Nefisleriyle, arslanlar gibi bütün ömürleri boyunca çarpışıyorlar. Ve hayatlarının her lâhzası, en yüksek terakki [ilerleme] ve tekâmül [ilerleme, mükemmelleşme] hatıraları kaydediyor. Ve bütün varlıkları, o cemâl, kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve celâl sıfatlarıyla muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] olan Rabbü’l-Âlemînin [âlemlerin Rabbi olan Allah] rızasında erimiş bulunuyorlar.

Mevlâ, [efendi, koruyucu, sahip, Allah] bizleri de o bahtiyarlar zümresine ilhak [ekleme] eylesin. Âmin.

ba

Yukarıdaki sayfalarda, büyük Üstadın, dostlarını meftun [aşık] ve hayran ettiği kadar da, düşmanlarını dehşetler içerisinde bırakan azametli imanından bahsettik. Biraz da mümtaz [seçkin] şahsiyeti nurdan bir hâle halinde sarmakta olan üstün meziyetlerinden, ahlâk ve kemâlâtından [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bahsedelim.

332

Malûm ya, her şahsiyeti, muhtelif ve muayyen meziyetler çerçeveler. Binaenaleyh, Üstadın şahsiyetini tekvin eden başlıca sıfatlar şunlardır:

Feragati:

Bir dâvâ sahibinin ve bilhassa ıslahatçının muvaffakiyet [başarı] şartlarının en mühimmi feragattir. Zira gözler ve gönüller, bu mühim noktayı en ince bir hassasiyetle tetkik ve takibe meyyaldirler. [meyilli] Üstadın büyük hayatı ise, baştan başa feragatın şaheser misalleriyle dolup taşmaktadır.

Allâme [büyük âlim] Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi merhumdan, feragate ait şöyle bir söz işitmiştim: “İslâm bugün öyle mücahitler ister ki, dünyasını değil, âhiretini dahi feda etmeye hazır olacak.”

Büyük adamdan sâdır [çıkan; ortaya çıkan, meydana gelen] olan bu büyük sözü tamamen kavrayamadığım için, mutasavvıfların [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] istiğrak [Allah aşkıyla kendinden geçme] hallerinde söyledikleri esrarlı sözlere benzeterek, herkese söylememiş ve olur olmaz yerlerde de açmamıştım.

Vaktâ [ne vakit] ki aynı sözü Bediüzzaman’ın ateşler saçan heyecanlı ifadelerinde de okuyunca anladım ki, büyüklere göre feragatin ölçüsü de büyüyor… Evet, İslâm için bu kadar acıklı bir feragate katlanmaya razı olan mücahidleri, Erhamürrâhimîn [merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah] olan Allahü Zü’l-Kerem Tealâ ve Tekaddes Hazretleri bırakır mı? O fedaî kulunu lütuf ve kereminden, inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve merhametinden mahrum etmek, şânına—hâşâ—yakışır mı?

İşte, Bediüzzaman, bu müstesna tecellînin en parlak misalidir. Bütün ömrü boyunca mücerred [bekar] yaşadı. Dünyanın bütün meşru lezzetlerinden tamamen mahrum kaldı. Bir yuva kurmak ve orada mes’ut bir aile hayatı geçirmek sevdasına düşmeye vakit ve fırsat bulamadı. Fakat Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kendisine öyle şeyler ihsan [bağış] etti ki, fâni kalemlerle tarif olunamayacak kadar muazzam ve muhteşemdir.

333

Bugün dünyada hangi bir aile reisi, mânen Bediüzzaman Hazretleri kadar mes’uttur? Hangi bir baba milyonlarla evlâda sahip olmuştur? Hem de nasıl evlâtlar! Ve hangi bir üstad bu kadar talebe yetiştirebilmiştir?

Bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve ruhî rabıta, [bağ] biiznillâhi [Allah’ın izni ile] teâlâ, dünyalar durdukça duracak ve nurdan bir sel halinde ebediyetlere kadar akıp gidecektir. Çünkü bu İlâhî [Allah tarafından olan] dâvâ, Kur’ân-ı Kerîmin nur deryasında tebellür eden bir varlık olduğu gibi, Kur’ân’dan doğmuş ve Kur’ân’la beraber yaşayacaktır…

Şefkat ve merhameti:

Büyük Üstad, hak ve hakikati tâ çocukluğunda bulmuştu. Kalbinin feryadını ve ruhunun münâcâtını [Allah’a yalvarış, dua] dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde bile ibadet ve taatten, [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] tefekkür ve murakabelerden, feyiz ve huzur almanın zevkine ermiş olan bir ârif-i billâh [Allah’ı tanıyan] idi.

Lâkin, karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad [dinsizlik, inkâr] kâbusunun Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizi kaplamak üzere olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan bir arslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle cihad meydanına atıldı. Bütün rahat ve huzurunu bu mukaddes dâvâya feda etti. Ve işte bu hikmete mebnidir ki, o günden beri her sözü bir dilim lâv, her fikri bir ateş parçası olmuş, düştüğü gönülleri yakıyor; hisleri, fikirleri alevlendiriyor.

Büyük Üstadın tam bir uzlet [yalnızlığa çekilmek] ve inzivadan [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] sonra tekrar irşad [doğru yol gösterme] ve cemiyet hayatına atılması, aynen İmam-ı Gazâlî’nin hayatında geçirmiş olduğu o mühim ve tarihî merhaleye benzemektedir.

Demek ki, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] büyük mürşidleri böyle bir müddet inzivada [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] terbiye, tasfiye ve tezkiye [hatadan arındırma, temize çıkarma] ettikten sonra tenvir [aydınlatma] ve irşad [doğru yol gösterme] vazifesiyle mükellef kılıyor. Ve bu sebepledir ki, bir mâ-i mukattardan daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalblere akseder etmez bam başka tesirler icra ediyor.

334

Arz ettiğim gibi, İmam-ı Gazâlî’nin bundan dokuz yüz sene evvel ahlâk ve fazilet sahasında yapmış olduğu fütuhatı, [fetihler, yayılmalar] bu asırda Bediüzzaman, iman ve ihlâs vâdisinde başarmıştır.

Evet, Hazret-i Üstadı bu müthiş cihad meydanlarına sevk eden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzat kendisinden dinleyelim:

“Bana ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var; alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!”

İstiğnası:

Üstadın, hayatı boyunca cemiyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna [ihtiyaç duymama] örnekleri, dillere destan [hikâye, kıssa; kahramanlık hikâyeleri, şiirler] olmuş bir ulviyeti [yüce] haizdir.

Mâsivâdan [Allah’ın dışındaki herşey] tam mânâsıyla istiğna [ihtiyaç duymama] ederek, uzvî ve ruhî bütün varlığıyla Rabbü’l-Âlemînin [âlemlerin Rabbi olan Allah] bitmez ve tükenmez hazinesine dayanmayı, müddet-i hayatında [hayat süresi] bir itiyad değil, âdeta bir mezhep, meşrep [hareket tarzı, metod] ve meslek olarak kabul etmiştir. Ve bunda da ne pahasına olursa olsun sebat [kalıcı olma, sabit kalma] eylemekte hâlâ devam etmektedir.

İşin orijinal tarafı: Bu meslek, kendi şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir mefkûre [düşünce] halinde intikal etmiştir. Nur deryasında yıkanmak şerefine mazhar [erişme, nail olma] olan bir Nur talebesinin istiğnasına [ihtiyaç duymama] hayran olmamak kabil [mümkün] değildir.

Bakınız, Üstad, Mektubat ünvanını taşıyan şaheserin İkinci Mektubunda, bu mühim noktayı altı vecihle [yön] ne kadar asil bir iman ve irfan [bilgi, anlayış] şuuruyla izah eder:

“Birincisi: Ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ehl-i ilmi, [ilim ehli, âlimler] ilmi vasıta-i cer [dilencilik vasıtası] etmekle ittiham [suçlama] ediyorlar; ilmi ve dini kendilerine medar-ı maişet [geçim kaynağı] yapıyorlar deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh bunları fiilen tekzip lâzımdır.

335

İkincisi: Neşr-i hak [hakkı ve doğruyu yayma] için enbiyaya [nebiler, peygamberler] ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmekle mükellefiz. Kur’ân-ı Hakîmde [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakkı neşredenler اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ، اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللهِ 1 diyerek, insanlardan istiğna [ihtiyaç duymama] göstermişler…”

İşte, Risale-i Nur Külliyatının mazhar [erişme, nail olma] olduğu İlâhî [Allah tarafından olan] fütuhat, [fetihler, yayılmalar] hep bu enbiya [nebiler, peygamberler] mesleğinde sebat [kalıcı olma, sabit kalma] kahramanlığının şaheser misali ve harikulâde neticesidir. Ve bu sayede Üstad, izzet-i ilmiyesini, [ilmin izzeti] cihan- kıymet bir elmas gibi muhafaza eylemiştir.

Artık, herkesin, uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet ve daha nice bin şahsî ve maddî menfaatlerle asla alâkası olmayan bir insan, nasıl olur da gönüller fatihi olmaz? İmanlı gönüller, nasıl onun feyiz ve nuruyla dolmaz?

İktisatçılığı:

İktisat, bundan evvel bahsettiğimiz “istiğna“nın [ihtiyaç duymama] tefsir ve izahından başka birşey değildir. Zaten iktisat sarayına girebilmek için, evvelâ istiğna [ihtiyaç duymama] denilen kapıdan girmek lâzımdır. Bu sebeple iktisatla istiğna, [ihtiyaç duymama] lâzımla mülzem [susturulmuş, mağlup edilmiş] kabilindendir. [gibisinden, türünden]

Üstad gibi, istiğna [ihtiyaç duymama] hususunda peygamberleri kendine örnek kabul eden bir mücahidin iktisatçılığı, kendiliğinden husule [meydana gelme] gelecek kadar tabiî bir haslet [huy, karakter] halini alır ve artık ona günde bir tas çorba, bir bardak su ve bir parça ekmek kâfi [yeterli] gelebilir. Zira bu büyük insan, büyük ve munsif Fransız şairi Lâ Martin’in dediği gibi: “Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor.”

Üstadın meşrep [hareket tarzı, metod] ve mesleğini tamamen anladıktan sonra, artık onun yüksek iktisatçılığını böyle yemek içmek gibi basit şeylerle mukayese etmeyi çok görüyorum. Zira, bu büyük insanın yüksek iktisatçılığını mânevî sahalarda tatbik etmek ve maddî olmayan ölçülerle ölçmek lâzım gelir.

Meselâ, Üstad, bu yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil; bilâkis fikir, zihin, istidat, [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi mânevî ve mücerred [bekar] kıymetlerin israf ve heder [boş yere, faydasız] edilmemesiyle ölçen

336

bir dâhidir. Ve bütün ömrü boyunca bir karakter halinde takip ettiği bu titiz muhasebe ve murakabe usulünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh bir Nur talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay birşey değildir. Zira, onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.

İşte Bediüzzaman, kudretli bir ıslahatçı ve harikalar harikası bir pedagog (mürebbî) olduğunu, yetiştirdiği ter temiz nesille fiilen ispat etmiş ve iktisat tarihine nurdan pırıltılarla yazılan bir atlas sayfa daha ilâve eden bir nâdire-i fıtrattır.

Tevazuu [alçakgönüllülük] ve mahviyetkârlığı: [alçakgönüllülük]

Nur Risalelerinin [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] bu kadar harikulâde bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin [huy, karakter] çok faydası olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür.

Çünkü, Üstad, sohbet ve teliflerinde [kaleme alma] kendine bir “kutbu’l-ârifîn” ve bir “Gavsu’l-vâsılîn” süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu ter temiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvî gayesini benimsemiştir.

Mesela, ahlâk ve fazilete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih [yöneltme] eder. Keskin ve âteşîn hitabelerinin ilk ve yegâne muhatabı, öz nefsidir. Oradan, merkezden muhite yayılırcasına, bütün nur ve sürura, [mutluluk] saadet ve huzura müştak [arzulu, aşırı istekli] olan gönüllere yayılır.

Üstad, hususî hayatında gayet halim-selim ve son derece mütevazidir. [alçakgönüllü] Bir ferdi değil, hiçbir zerreyi incitmemek için âzamî fedakârlıklar gösterir. Sayısız zahmet ve meşakkatlere, ıztırap ve mahrumiyetlere katlanır—fakat imanına, Kur’ân’ına dokunulmamak şartıyla…

Artık o zaman bakmışsınız ki, o sâkin [içecek servisi yapan, sunan kişi] deniz, dalgaları semâlara yükselen bir tufan, sahillere heybet ve dehşet saçan bir umman kesilmiştir. Çünkü o, Kur’ân-ı Kerimin sadık hizmetkârı ve iman hudutlarını bekleyen kahraman ve fedai bir neferidir. [asker] Kendisi bu hakikati veciz bir cümleyle şu şekilde ifade eder:

337

“Bir nefer [asker] nöbette iken, başkumandan da gelse, silâhını bırakmayacak. Ben de Kur’ân’ın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. [asker] Vazife başındayken karşıma kim çıkarsa çıksın, hak budur derim, başımı eğmem…”

Vazife başında ve cihad meydanındayken şu mısralar lisan-ı halidir: [beden dili]

Şahlanan bir ata benzer, kırarım kanlı gemi,

Sinsi düşmanlara, hâşâ, satamam benliğimi.

Benliğimden uzak olmaktır esaret bence,

Böyle bir zillete [alçaklık] düşmek ne hazin işkence!

Ebedî vuslatın aşkıyla geçer her ânım,

Dest-i kudretle [Allah’ın kudret eli] yapılmış kaledir imanım,

Bu mukaddes emelimden ne kadar dilşâdım,

Görmek ister beni Cennette şehid ecdadım.

Ruhum oldukça müebbed, ebedîdir ömrüm,
En büyük vuslata Allah’a çıkan yoldur ölüm.

ba

Kitaba girmezden evvel, Üstadı ilmî, fikrî, tasavvufî ve edebî cepheleriyle de mütalâa etmek isterdim. Fakat çok derin ve pek şümul[kapsam] olan bu mevzuların birkaç sayfayla hulâsa [özet] edilemeyeceğini kat’î bir surette idrak ettikten sonra, artık adı geçen mevzulara birkaç cümleyle temas etmeyi münasip gördüm.

Rabbim imkânlar lûtfederse, bu derin mevzuları, Risale-i Nur Külliyatı ve Nur talebeleri ile birlikte, büyük ve müstakil [bağımsız] bir eserle, tahlilî bir surette tetkik ve mütalâa etmeyi bütün ruhumla arzu ediyorum. Bu hususta, büyük Üstadımızın ve aziz kardeşlerimin kıymetli dualarını niyaz eylerim.

Üstadın ilmî cephesi:

Merhum Ziya Paşa, şu

Âyinesi [aynası] iştir kişinin lâfa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde

beytiyle nesilden nesile bir düstur [kâide, kural] halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakikatı ifade etmiştir.

338

Evet, Müslüman ırkımıza Risale-i Nur Külliyatı gibi muazzam bir iman ve irfan [bilgi, anlayış] kütüphanesini [kitaplar] hediye eden, gönüller üzerinde mukaddes bir nur müessesesi [kurulmuş] kuran mümtaz [seçkin] ve müstesna zâtın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilâta [ayrıntılar] girişmek, öğle vakti güneşi tarif etmek kadar fuzulî [lüzumsuz] bir iştir.

Yalnız, yanık bir şairimizin,

Hüsn [güzellik] olur kim seyrederken ihtiyar elden gider

dediği gibi, hayatının her lâhzasında İlâhî [Allah tarafından olan] tecellilere mazhar [erişme, nail olma] bulunan bu mübarek zâtın, ilim ve irfanından, [bilgi, anlayış] ahlâk ve kemâlâtından [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bahsetmek, insana bam başka bir zevk ve İlâhî [Allah tarafından olan] bir haz veriyor. Bunun için sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum.

Üstad, Risale-i Nur Külliyatında dinî, içtimaî, [sosyal, toplumsal] ahlâkî, edebî, hukukî, felsefî ve tasavvufî en mühim mevzulara temas etmiş ve hepsinde de harikulâde bir surette muvaffak olmuştur.

İşin asıl hayret veren noktası, birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzuları gayet açık bir şekilde ve en kat’î bir surette hallettiği gibi, en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin tuttuğu nurlu yolu takip ederek sâhil-i selâmete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır.

Bu sebeple, Risale-i Nur Külliyatını aziz milletimizin her tabakasına kemâl-i emniyet [güvenilirliğin mükemmelliği] ve samimiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz. Nur Risaleleri, [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] Kur’ân-ı Kerîmin nur deryasından alınan berrak katreler [damla] ve hidayet güneşinden süzülen billûr huzmelerdir. Binaenaleyh, her Müslümana düşen en mukaddes vazife, imanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zira, tarihte pek çok defalar görülmüştür ki, bir eser nice fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan kitlelerinin hidayet ve saadetine sebep olmuştur. Ah, ne bahtiyardır o insan ki, bir mü’min kardeşinin imanının kurtulmasına sebep olur!

339

Üstadın fikrî cephesi:

Malûm ya, her mütefekkirin [düşünen] kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikrî hayatında takip ettiği bir gayesi ve bütün gönlüyle bağlandığı bir ideali vardır. Ve onun tefekkür sisteminden, gaye ve idealinden bahsetmek için uzun mukaddemeler [evvel, önce] serd edilir. Fakat Bediüzzaman’ın tefekkür sistemi, gaye ve ideali, uzun mukaddemelerle [evvel, önce] filân yorulmaksızın, bir cümleyle hülâsa [esas, öz] edilebilir:

Bütün semâvî kitapların ve bilumum peygamberlerin yegâne dâvâları olan “Hâlık-ı Kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] ve vahdaniyetini [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] ilân” ve bu büyük dâvâyı da ilmî, mantıkî ve felsefî delillerle ispat eylemektir.

O halde Üstadın mantık, felsefe ve müsbet [isbat edilmiş, sabit] ilimlerle de alâkası var?

Evet, mantık ve felsefe, Kur’ân’la barışıp hak ve hakikate hizmet ettikleri müddetçe, Üstad en büyük mantıkçı ve en kudretli bir feylesoftur. Mukaddes ve cihanşümul [dünya çapında, evrensel] dâvâsını ispat vâdisinde kullandığı en parlak delilleri ve en kat’î burhanları, [delil] Kur’ân-ı Kerîmin Allah kelâmı olduğunu hergün bir kat daha ispat ve ilân eden müsbet [isbat edilmiş, sabit] ilimdir.

Zaten felsefe, aslında hikmet mânâsına geldikçe, Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] Tealâ ve Tekaddes Hazretlerini, Zât-ı Bâri’sine lâyık sıfatlarla ispata çalışan her eser en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakîmdir.

İşte Üstad, böyle ilmî bir yolu, yani Kur’ân-ı Kerîmin nurlu yolunu takip ettiği için, binlerle üniversitelinin imanını kurtarmak şerefine mazhar [erişme, nail olma] olmuştur. Hazretin bu hususta hâiz olduğu ilmî, edebî ve felsefî daha pek çok meziyetleri vardır. Fakat onları, eserlerinden misaller getirerek inşaallah [Allah dilerse] müstakil [bağımsız] bir eserde arz etmek emelindeyim. Ve minallahi’t-tevfik.

Tasavvuf cephesi:

Nakşibendî meşâyihinden, her harekâtını Peygamber-i Zîşan [şan sahibi Hz. Muhammed (a.s.m.)] Efendimiz Hazretlerinin

340

harekâtına tatbik etmeye çalışan ve büyük bir âlim olan bir zâta sordum:

“Efendi Hazretleri, ulema ile mutasavvife arasındaki gerginliğin sebebi nedir?”

“Ulema, Resul-i Ekrem Efendimizin ilmine, mutasavvıflar [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] da ameline vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olmuşlar. İşte bu sebepten dolayıdır ki, Fahr-i Cihan Efendimizin hem ilmine ve hem ameline vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan bir zâta ‘zülcenaheyn,’ yani ‘iki kanatlı’ deniliyor. Binaenaleyh, tarikattan maksat, ruhsatlarla değil, azîmetlerle amel edip ahlâk-ı Peygamberî ile ahlâklanarak bütün mânevî hastalıklardan temizlenip Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rızasında fani olmaktır. İşte bu ulvî dereceyi kazanan kimseler, şüphesiz ki ehl-i hakikattirler. [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] Yani, tarikattan maksud ve matlub [istek] olan gayeye ermişler demektir. Fakat bu yüksek mertebeyi kazanmak, her adama müyesser olamayacağı için, büyüklerimiz matlub [istek] olan hedefe kolaylıkla erebilmek için muayyen kaideler vaz eylemişlerdir. Hülâsa, [esas, öz] tarikat, şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarikattan düşen şeriata düşer, fakat—maazallah—şeriattan düşen ebedî hüsranda kalır.”

Bu büyük zatın beyanatına göre, Bediüzzaman’ın açtığı nur yolu ile, hakikî ve şâibesiz tasavvuf arasında cevherî hiçbir ihtilâf yoktur. Her ikisi de rıza-yı Bârîye [varlıkları mükemmel bir surette yaratan Allah’ın rızası] ve binnetice Cennet-i âlâya [Cennet katlarının en yükseği] ve dîdar-ı Mevlâya götüren yollardır.

Binaenaleyh, bu asîl gayeyi istihdaf eden herhangi mutasavvıf [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] bir kardeşimizin, Risale-i Nur Külliyatını seve seve okumasına hiçbir mani kalmadığı gibi, bilâkis Risale-i Nur, tasavvuftaki “murakabe” dairesini Kur’ân-ı Kerim yoluyla genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird [devamlı yapılan zikir] olarak ilâve etmiştir.

341

Evet, insanın gözüne gönlüne bam başka ufuklar açan bu tefekkür sebebiyle, sadece kalbinin murakebesiyle meşgul olan bir sâlik, [bir yolu ve yöntemi takip eden] kalbi ve bütün letâifiyle [duygular] birlikte, zerrelerden kürelere kadar bütün kâinatı azamet ve ihtişamıyla seyir ve temaşa, murakabe ve müşahede ederek, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o âlemlerde bin bir şekilde tecellî etmekte olan Esmâ-i Hüsnâsını, [Allah’ın en güzel isimleri] sıfât-ı ulyâsını kemâl-i vecd ile görerek, artık sonsuz bir mâbedde [ibadet edilen yer] olduğunu aynelyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ve hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesinde hisseder. Çünkü, içine girdiği mabed öyle ulu bir mâbeddir [ibadet edilen yer] ki, milyarlara sığmayan cemaatin hepsi aşk ve şevk, huşû ve istiğraklar [Allah aşkıyla kendinden geçme] içinde Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] zikrediyor. Yanık, tatlı ve güzel lisanları, şive, nâğme, ahenk ve besteleriyle bir ağızdan سُبْحَانَ اللهِ وَالْحَمْدُ ِللهِ وَلاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاللهُ اَكْبَرُ 1 diyorlar.

Risale-i Nur’un açtığı iman ve irfan [bilgi, anlayış] ve Kur’ân yolunu takip eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mâbede [ibadet edilen yer] girer. Ve herkes de iman ve irfanı, [bilgi, anlayış] feyiz ve ihlâsı nisbetinde feyizyâb [feyiz bulan, gelişen, çoğalan] olur.

Edebî cephesi:

Eskiden beri, lâfız [ifade, kelime] ve mânâ, üslûp ve muhteva bakımından, edipler ve şairler, mütefekkirler [düşünen] ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslûp ve ifadeye, vezin [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] ve kafiyeye [kelime sonlarındaki kelime ve mânâ uygunluğu] kıymet vererek, mânâyı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de kendini en çok şiirde gösterir.

Diğer zümre ise, en çok mânâ ve muhtevaya ehemmiyet vererek, özü söze kurban [yakın] etmemişlerdir.

Artık Bediüzzaman gibi büyük bir mütefekkirin [düşünen] edebî cephesi, bu küçük mukaddeme [başlangıç] ile kolayca anlaşılır sanırım. Zira Üstad o kıymetli ve bereketli

342

ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzim ve tertibiyle değil, bilâkis kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, iman şuurunun, ahlâk ve fazilet mefhumunun [anlam] asırlara, nesillere telkiniyle meşgul olan bir dâhidir. Artık bu kadar ulvî bir gayenin tahakkuku [gerçekleşme] için candan ve cihandan geçen bir mücahid, pek tabiîdir ki, fâni şekillerle meşgul olamaz.

Bununla beraber, Üstad, zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi [alışkanlık] hâizdir. Ve bu sebeple, üslûp ve ifadesi, mevzua göre değişir. Meselâ, ilmî ve felsefî mevzularda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna ederken, gayet veciz terkipler [birleşim, sentez] kullanır. Fakat gönlü mest [kendinden geçme] edip ruhu yükselteceği anlarda ifade o kadar berraklaşır ki, tarif edilemez. Meselâ, semalardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtaplardan [ay ışığı, ay] ve bilhassa bahar âleminden ve Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o âlemlerde tecellî etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken üslûp o kadar lâtif [berrak, şirin, hoş] bir şekil alır ki, artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır; ve her tasvir, harikalar harikası bir âlemi canlandırır.

İşte bu hikmete mebnîdir [bina edilmiş, dayandırılmış] ki, bir Nur talebesi Risale-i Nur Külliyatını mütalâasıyla—üniversitenin herhangi bir fakültesine mensup da olsa—hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam mânâsıyla tatmin edilmiş oluyor.

Nasıl tatmin edilmez ki, Risale-i Nur Külliyatı, Kur’ân-ı Kerîmin cihanşümul [dünya çapında, evrensel] bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, onda, o mübarek ve İlâhî [Allah tarafından olan] bahçenin nuru, havası, ziyası ve kokusu vardır.

Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular,

Kur’ân’a her zaman beşerin ihtiyacı var.

 Ali Ulvi Kurucu

343

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يَۤا اَللهُ * يَا رَحْمٰنُ * يَا رَحِيمُ * يَا فَرْدُ * يَا حَىُّ * يَا قَيُّومُ * يَا حَكَمُ * يَا عَدْلُ * يَا قُدُّوسُ

İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] hakkına ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hürmetine ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın şerefine, bu mecmuayı bastıranları ve mübarek yardımcılarını Cennetü’l-Firdevste [Firdevs Cenneti; Cennetin en yüksek derecesi] saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] mazhar [erişme, nail olma] eyle. Âmin. Ve hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve Kur’âniyede daima muvaffak eyle. Âmin. Ve defter-i hasenatlarına, [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmuasının herbir harfine mukabil, bin hasene yazdır. Âmin. Ve nurların neşrinde sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve devam ve ihlâs ihsan [bağış] eyle. Âmin.

Yâ Erhamerrâhimîn! [ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah] Umum Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] iki cihanda mes’ut eyle. Âmin. İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza eyle. Âmin. Ve bu âciz ve biçare Said’in kusuratını [kusurlar] affeyle. Âmin.

 Umum Nur şakirtleri [öğrenci] namına Said Nursî