BARLA LAHİKASI – Mektubat’ın Üçüncü Kısmı 240-259. Mektuplar (423-454)

423

İnşaallah, risalelerin tesiriyle, birgün olur da, müstakim [doğru ve düzgün] Lütfü Efendi gibi ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] kardeşlerimiz misillû, [benzer] biz dahi gayr-ı ihtiyarî ve istemeyerek işlediğimiz ahvalden [durumlar] Sözlerinizin irşadıyla [doğru yol gösterme] kurtuluruz. Zekâi kardeşimizden On Yedinci Söz, On Sekizinci Mektup, Yirminci Mektup ve Otuz Üç Pencereli nurlarla parlayan kıymetli risaleleri aldık. Mütalâa ediyoruz. Hakikî Üstadımız olan Hazret-i Kur’ân elimizdedir.

Müzeyyene [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş]

• • •

– 240 –

Müzeyyene’nin [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] diğer bir fıkra[bölüm]

Üstadım,

Kıymettar risalelerinizi okuyan, elbette kilitli sandık içinde münevver [aydın] kalan sönük kalbleri, gümüşten yapılmış altınla yaldızlanmış birer anahtar hükmündeki risalelerle açtığına ve kalbinin kurtulmasına ve parlamasına binaen kemâl-i memnuniyetle Cenâb-ı Mevlâya şükürler ve risalelerin intişarına [açığa çıkma, yayılma] çalışanlara teşekkürler etmemek kabil [mümkün] değildir. Ah, vefasız dünyanın telâşesi ve elemi ve kederi beni Nurlara hizmetten alıkoyuyor. Hakkıyla çalışamadığımdan ve kardeşlerim gibi Nurlara hizmet edemediğimden kalbim öyle muazzep [eziyet çeken, sıkıntı gören] oluyor ki, tarif edemem. Bugünlerde dediler ki, “Af varmış, Üstad İstanbul’a gidiyormuş” demeleriyle, bir cihette memnun oldum ki, Üstadım esaretten kurtuldu. Ve bir cihette zannettim ki, bütün Atabey’in dağları başıma düşüyor, müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oldum. Affınıza ve bedbaht insanların eziyetinden kurtulmanıza teşekkürlerle beraber tebrik ediyorum. Fakat bu nurlu ve kıymetli risalelerin sahibi bizden uzaklaşmasına gönül razı olmuyor. Barla dağlarında bizi ve bu etrafı nurlandıran, bizlerden uzaklaşmamalı. Uzaklaşmasını kim arzu eder? Barla çok bahtiyardır ki, en evvel ve her vakit, o taze ve şirin risaleleri herkesten evvel, bizzat şifahen Üstaddan işitebilirler.

Müzeyyene [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş]

• • •

424

– 241 –

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Gayyûr, zeki, ciddî, sıddık, hakikî kardeşlerim Hoca Sabri Efendi, Hafız Ali,

Bu Cuma günü gündüz, rahatsızlığımdan dolayı biraz yatmıştım. Rüyaya benzer, fakat rüya değil, hayalen gördüm ki: Sabri karşıma çıktı, arkasında Hafız Ali… Sabri bana diyor: “Üstadım, inâyât-ı seb’a namıyla beyan edilen büyük inâyetler [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] varken, Onuncu Sözdeki cüz’î [ferdî, küçük] inâyete [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] bu kadar ehemmiyet vermenin sebep ve hikmeti nedir?” dedi, çekildi. Sonra kalktım, düşündüm. Dedim ki: “Isparta’ya yazdığım mektubu Sabri okumuş veya okuyor; hararetli yazışımdan bana acıyarak benden sual etmek istemiş.” Her neyse… Ben de Hulûsi’den sonra birinci muhatabım olan Sabri’ye derim ki (Hafız Ali de dinlesin):

Bu Onuncu Sözdeki cüz’î [ferdî, küçük] inâyete [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ziyade ehemmiyet verdiğimin üç hikmeti var:

Birincisi: Onuncu Sözün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususî, belki elli defa mütalâa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir risaleyi bazıları bir defa okuyup, sair ilmî risaleler gibi yeter der, bırakır. Halbuki bu risale ulûm-u imaniyedendir. [iman ilimleri] Hergün ekmeğe muhtaç olduğumuz gibi, o nevi ilme her vakit ihtiyaç var. Bu risaleye nazar-ı dikkati ehemmiyetle celb [çekme] etmeyi ruhum arzu ediyordu. Lâkin, elimden birşey gelmezdi. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] merhametinden bir işaret verdi. O işaret ne kadar gizli ise, benim o ciddî arzuma mutabık geldiğinden, çok ehemmiyetli görünüyor.

İkincisi: Bilirsiniz, uzak yerlerden, bazı beş günlük yoldan bir zât bizi görmek ve uhrevî bir istifade etmek için gelir. Halbuki vaziyetim birkaç saatten fazla onunla görüşmeyi müsaade etmiyor. Halbuki, o misafire risalelerin kıymetini göstermek, onu onlardan istifadeye sevk etmek, hem muhtaç olduğu

425

kuvvet-i imana [iman gücü] ve kuvve-i mâneviyeye [mânevî güç] yardım etmek için, birkaç gün lâzım. Çünkü, risalelerdeki kuvvetli burhanlara [delil] herkes yetişemiyor, tamamıyla kavramıyor. Ruhum çok arzu ediyordu ki, kısa, hafif bir vesile elime geçip, biçare misafirlerin zahmeti beyhude gitmesin. Fakat kerametim [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] yok, elimden birşey gelmez. Yalnız misafirlerin niyet ve ihlâsına itimad edip onların mükâfatını rahmet-i İlâhiyeye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] havale ediyordum. İşte Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] evvel İşârâtü’l-İ’câz‘da, [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] sonra Onuncu Sözde, çabuk kanaat verecek ve risalelere itimad ettirecek bir eser-i inâyet [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] ihsan [bağış] etti. Hakikaten benim için çok kolay oldu. Ben de çok rahat ettim. Ve çok zâtlara az bir zamanda kuvve-i mâneviye [mânevî güç] ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakkaniyetine gözle görünecek emareler gösteriyordum. Hattâ çok muannidlerin [inatçı] inadı kırıldı. Çok dinsizler de onunla imana geldiler. Fakat İşârâtü’l-İ’câz‘daki [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] izahı bir, iki, üç saat bitmiyordu. Ben de yoruluyordum. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâl-i rahmetinden [mükemmel bir şefkat ve merhamet] daha kolay, İşârâtü’l-İ’câz‘ın [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] iki saatte verdiği faideyi Onuncu Söz iki-üç dakikada aynı faideyi verdi. Bu zamanda gözle görünecek gayet cüz’î [ferdî, küçük] bir eser-i inâyet, [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] mânevî büyük kerametlerden [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] daha tesirlidir. İşte bu cüz’î [ferdî, küçük] eser-i inâyet, [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] hem bana, hem sizin gibi kardeşlerime bir kolaylık temin ettiği için, ziyade ehemmiyet verdim. Madem bu Sözdeki tevafuk bize ve misafirlere çok faidelidir ve hayırlı neticeler verir; elbette içinde bir inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] var. Âdî olsun, yüz emsali bulunsun, yine bize fevkalâde bir inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] bir ikram-ı Rabbânîdir.

Üçüncüsü: Bilirsiniz ki, fazla iştigalâttan [meşgul olma, uğraşma] yorgun düşmüş bir fikir, kendini eğlendirmek, istirahat etmek ister. Biz meşgul olduğumuz pek derin, pek geniş, pek ciddî olan hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] ve imaniye, fazla meşguliyetimizden gelen yorgunluğu tahfif [hafifletme] edecek ve yorgun fikrimizi neş’elendirecek ve eğlendirecek tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] nevinden, lâtif [berrak, şirin, hoş] bir sanat-ı bediiye suretinde bir lûtfunu gösterdi.

Hem o lâtif [berrak, şirin, hoş] ve hafif ve mahbup [sevgili] ve câzibedar tevafukattaki [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] bir anahtar hükmüne geçip, Kur’ân’ın bir hazine-i esrarına [sırlar hazinesi] bir nevi rehber olduğu için

426

ziyade ehemmiyet verdim. Yoksa hizmetimize terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden ve yardım eden inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] o kadar çoktur ki, eğer saysam binden geçer. Şu Onuncu Sözün hurufatındaki [harfler] sır, hiç kimsenin sun’ [sanat] ve ihtiyarıyla olmadığını herkes tasdik ettiği için, daha ehemmiyetli göründü.

Fakat ben mutlak işarete ehemmiyet verdim. Lâkin tafsilâtını [ayrıntılar] ehemmiyetle tetkik edemedim. En iyi bir tarzda beyan edemedim. Bir-iki saat zarfında nota [bildiri] nev’inden işaretler koydum. Birinci defaya itimad edip daha tetkik etmedim. Halbuki, tâbiratımda bazı kusur var, fehmi işkâl [anlaşılması zor olma] eder. Isparta’daki kardeşlerimiz maksadı anlamamışlar; hakları var. Çünkü, o ibare o maksudu ifade edemiyor.

Madem öyledir; bu Sözün lâtif [berrak, şirin, hoş] tevafukat-ı harfiyesindendir ki, (mebhasındaki) hem sahifenin yirmi iki olmak itibarıyla, yazı bulunanların yerinde, yarısından ziyade yazılı bulunan sahifelerin hakikî ve itibarî satırlarına ve baştaki yaprağın cilt üstünde isminin iki satırı ilâvesiyle bin üç yüz kırk iki (1342) ilh... [(ilâ âhir) sonuna kadar] Hem o mebhastaki [bahis, kısım] bu cümle, hem âhirdeki beyaz sahifeyi saymak cihetiyle altmış altı olup baştaki âyetin melfuz altmış altı hurufuna [harfler] tevafuk ediyor. Birinde, âhirdeki iki beyaz sahifeyi saymak cihetiyle altmış yedi olup baştaki âyetin melfuz altmış yedi hurufuna [harfler] tevafuk ediyor. O âyet Sûre-i İhlâsın hurufatına, [harfler] hem Lafzullahın [“Allah” lafzı, kelimesi] makam-ı ebcedîsine [bir cümlenin ebced hesabı açısından konumu, sayısal değeri] tevafuk ediyor, denilmeli. Biz bir nüshayı öyle yaptık, size gönderiyoruz. Yanınızdaki nüshaları ona göre yap. Eğirdir’deki nüshaları da öyle yapınız.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

427

– 242 –

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, ciddî, sıddık kardeşlerim, hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] samimî ve kuvvetli arkadaşlarım Sabri, Hüsrev, Ali, Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü,

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, sizleri hudutsuz bir sahrâ-yı hakikatte bana enîs [cana yakın, dost] arkadaş ve yoldaş vermiş. Bu acip sahradaki hareket ve sülûk, [mânevî yol alma] bazan pek ince ehemmiyetsiz görünen birşeyde mühim istifadeler edilir. Onun için zahir nazarda mâlâyâni [anlamsız, faydasız] zannedilen bazı meselelerde, fazla takip ediyorum. Ve ziyade nazar-ı dikkatinizi [dikkat içeren bakış] celb [çekme] ediyorum. Ezcümle, Onuncu Sözdeki elif tevafukatı, [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] mühim bir mesele gibi nazar-ı dikkatinize [dikkat içeren bakış] gösteriyorum. Bunun sırrı şudur ki:

Bir iltifât-ı hâssaya gizliden gizliye bir işaret bulunduğunu kat’î hissettiğim için, ihtiyarsız [irade dışı] olarak, kemâl-i sürur ve ferahımdan taşkıncasına bağırarak, “Aman, geliniz, siz de görünüz” diyorum. Evet, nasıl ki, bir padişahın has bir ednâ [basit, aşağı] işaretine mazhar [erişme, nail olma] olmak, kanun-u umumiyle bir müşiriyet [mareşallik] teveccühünden [ilgi] fazla medar-ı sürurdur. [sevinç ve neşe kaynağı] Öyle de, Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] hususî iltifatını imâ eden en gizli bir işarete, yüz bin can olsa ve feda edilse ve yüz bin sene ömür varsa, o yolda sarf edilse yine ucuzdur.

İşte bu sırdan gelen sürurun [mutluluk] verdiği cezbekârâne [kendinden geçmiş bir şekilde] taşkınlıkla, dikkatsizlere mâlâyâni [anlamsız, faydasız] ve israf sayılan böyle tevafukata [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] dair bahisler açıyorum. İşte bir bahis daha açacağım.

428

Onuncu Söz, Kur’ân’ın bir sülüsünü [(mirasta) üçte bir] inkâr etmek niyetiyle, haşr-i cismanîyi [bedenle birlikte diriliş] resmen millet içinde inkâr etmek fikrinde bulunan zındıkları susturmakla, harika bir şûle-i [gür ışık/alev] i’câz-ı Kur’ânî’yi gösterdiği gibi, daha müteaddit [bir çok] emarelerle, mânevî i’câz-ı Kur’ân hesabına fevkalâde bir mahiyeti bulunduğunu icmâlen [özet] hissetmiştik. Ve şimdi yeniden tekrar Onuncu Söze nazar-ı dikkat-i [dikkat içeren bakış] âmmeyi celb [çekme] etmek için, ihtiyarsız [irade dışı] olarak onunla meşgul edildim ve baktım.

Bu defa Lâfzullahın [ifade, kelime] en birinci harfi olan elif, Onuncu Sözde öyle bir tevafuk gösterdi ki, kat’iyen [kesinlikle] tesadüfe havale edilmediği gibi, başka emarelerle o tevafukta gaybî bir işareti kat’iyen [kesinlikle] hissettim. Sonra işaretlerini koydum. Hem işarete medar [kaynak, dayanak] olmak için harikulâde olmak lâzım değildir. Çünkü, çok âdi perdeler içinde mühim işaretler verilir; ehli anlar.

Madem işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] var; elbette tesadüf içinden kaçar, daha hükmedemez, en cüz’î [ferdî, küçük] rakamları da o işarete mâl edilir. Madem mecmuunda işaret var, bütün eczâsı o işaretin hikmetine tâbidir; tesadüf orada oynayamaz. Hattâ yirmi dokuzuncu sahifede Üçüncü Hakikatteki elif sayılmamak lâzım gelirken, sehven [yanlışlıkla, yanılarak] saymıştım. Sonra anladım ki, bana saydırılmış. Baştaki Onuncu Söz kelimesiyle, şu Üçüncü Hakikat ikisi sahife başında bulundukları için, hakları sayılmaktı. Onların sair arkadaşları sahife rakamları gibi bazı vazifeyi gördürmek için bir cihette saymak işareti olarak haberim olmadan bana yazdırılmış. Her neyse… Kendimin tereddüdü için değil, çünkü kat’î kanaatim gelmiş. Belki başkasının şüphe ve tereddüdünü izale [giderme] için bazı muvazeneler [karşılaştırma/denge] yaptım:

Onuncu Sözün âhirinde yazıldığı gibi, altı yüz sahifeden ziyade bir mübarek kitabın tevafukatı [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] yüz yirmi beş çıktı. Üç yüz elli sahifeden ibaret diğer bir kitabı yine saydım. Elli tevafuk çıkmadı. Yine eskiden kendi telifatım [kaleme alma] Türkçe ve Arabî olan iki yüz seksen sahifeden ibaret bulunan kitabın elif’lerini saydım, tevafukatı [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] kırkı tecavüz etmedi.

Demek bu Onuncu Sözde ve İşârâtü’l-İ’câz‘daki [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] ekseriyet-i mutlakanın [büyük çoğunluk] tevafukatı, [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] gizli bir işaret-i gaybiyeyi [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] tazammun [içerme, içine alma] ediyorlar. Mecmuunda işaret bulunsa yeter. Her cüz’ünde işareti göstermek lâzım değildir; fakat her cüz işaretin

429

malıdır ve onun hikmetine tâbidir. Size acele edip, en evvelki işaret olunan nüshayı göndermiştim. Az haşiyeleri [dipnot] sonra ilâve ettik. Bu defa Süleyman Efendiyle gönderilen nüshayla mukabele [karşılama; karşılık verme] ediniz, tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] ediniz ve Halil İbrahim Efendiyle gönderilen nüshayla, yine bu nüshayla mukabele [karşılama; karşılık verme] ederek, sonra Âsım Beye gönderiniz.

Bu defaki Hulûsi Beyin mektubunu size gönderdim. İşaret ettiğim iki kavs [yay] içerisinde bulunan kısım, Yirmi Yedinci Mektubun Dördüncü Zeylinde [ek] yazılacak. Kavsler [yay] haricinde bulunan ve üzerlerine kırmızı çizgi çekilenler yazılmayacaktır. Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] ve Mehmed Celâl ve Hafız Veli gibi kalbi cezbeli dostlarıma ve tarik-i hakikatte [hak ve hakikat yolu] sair kardeşlerimize selâm ediyorum. Hafız Veli ile çendan [gerçi] geç görüştük, fakat Hafız Veli’nin burada Mehmed Usta isminde, on senelik hâlis bir dostu bulunduğundan ve o Mehmed Usta benim sekiz senedir tarik-i âhirette gayet ciddî bir kardeşim olduğundan, Hafız Veli’ye de o münasebetle eski dost nazarıyla bakıyorum. O bana mektup yazmıştı; vakit bulamıyorum ki, mektubuna cevap vereyim. Ehl-i kalb [kalb ehli] için bazan sükût dahi bir konuşmaktır.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

Kardeşlerim, affedersiniz, bu intizamsız perişan mektupla sizinle konuşmak istemiyorum. Fakat müteaddit [bir çok] işlerle ve tetkikatla meşgul olduğumuz anda, sür’atli bir surette fikrimizin bir köşesiyle yazdık. Keçeli kâtibin hâli [boş] malûm. Kafasını başka yerde bırakmıştı; mektup perişan oldu. Onun için kusura bakmayınız.

Tevafuktaki müdahale-i gaybiyeyi bir mektupta size böyle bir temsille beyan etmiştim. Meselâ, benim avucumda nohut, leblebi, üzüm, buğday gibi maddeler bulunsa, ben onları yere atsam, üzüm üzüme, leblebi leblebiye karşı sıralansa, hiç şüphe kalır mı ki, elimden çıktıktan sonra, gaybî bir el müdahale edip sıralamasın? İşte hurufat ve kelimat [ifadeler, sözler] o maddelerdir; ağzımız o avuçtur.

• • •

430

– 243 –

 Mesud’un garip bir fıkrasıdır. [bölüm]

Kamer [ay] yeni tulû [doğma] ettiği esnada, onun aydınlığına ve gecenin serinliğinde, arpanın yumuşaması hasebiyle orak biçmekte iken, kamerin [ay] güzelliğine ve şeffaflığına bakarak ve orağın bitmemesi, Nurları yazmaktan mahrum kaldığımı tahassürâne [hasret çekme, özlem duyma, üzülme] ve meyusâne [ümitsiz] düşünmekte iken, bilmem iğfâlât, bilmem tulûat, [doğma] hatırıma gelen şu sözü söyledim: “Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] İsmim Mesud, kendim bîsud, çok çalıştım olamadım mesud” dedim ve arpa biçmeye devam ettim. Aradan bir müddet geçtikten sonra yattım. Menamda dediler ki: “Bırakma Üstadın Said’in eteğini, eyler seni mesud.” Derhal uyandım; ay hemen kaybolmak üzere. Derhal “Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Ben saadet-i dünyeviye [dünya hayatındaki mutluluk] istemedim, tevbekâr oldum.” Saadet-i uhreviyemin, [âhiret hayatındaki mutluluk] sizin duanızla olacağı telkin edilmiştir ve duanıza muhtacım. Bendenizi duadan dirîğ buyurmamanızı temenni eder, el ve ayaklarınızdan öperim, efendim hazretleri.

 Mesud (r.h.)

• • •

– 244 –

Yirmi Altıncı Mektubun Dördüncü Mebhasının [bahis, kısım] Birinci Meselesi

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَعَلٰى وَالِدَيْكُمْ وَعَلٰى اِخْوَانِكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık ve sadık, muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] ve hâlis kardeşim İbrahim Hulûsi Bey,

Mektubunda beyan ediyorsun ki: “Eğirdir gibi” orada muvaffak olmuyorsun.

431

Ondan telâş etme. Orada öyle esbab [sebebler] var ki, bütün bütün tevakkuf [durağan olma] ve tatil neticesini verebilirdi. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür, yine tevakkuf [durağan olma] değil muvaffakiyet [başarı] var.

O mânevî esbabdan biri şudur ki: Cinnî şeytandan ders alan insan şeytanları, dünyevî meşgaleleriyle seni bir çember içine alıp, Nurlara hizmetini tahdit etmek için, sezdirmeyerek perde altında çalışmışlar.

Hem o havalide sabıkan [bundan önce] müthiş ameliyat ve icraat olduğundan, o muhitte bir ürkeklik hasıl olup, senin kalbindeki gayet kuvvetli bir metanet [gayret, kararlılık] olmasaydı, o Nurlar orada hiç ışıklandırmayacaktı. Fakat orada az hizmet de çoktur, kıymettardır.

Saniyen: [ikinci olarak] (Bu kısım Yirmi Altıncı Mektubun Dördüncü Mebhasındaki [bahis, kısım] dört mes’eleden birincisinin (Saniyen) kısmının sonuna ektir.) رَبِّ الْعَالَمِينَ 1 tâbirinden sonra رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 2 zikri, icmalden [kısaca, özet olarak] tafsîle geçmektir. Nasıl ki, “memleket-i İslâmiye hâkimi” tabirinden sonra, “Anadolu, Asya ve Afrika hâkimi” tâbiri haşmet-i saltanatı [saltanatın görkemi] mufassalan [ayrıntılı olarak] gösterir. Öyle de, rububiyet-i mutlakadan [Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] sonra, haşmet-i rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] mufassalan [ayrıntılı olarak] gösterir. Her neyse, şimdilik sualine tam cevap veremiyorum. Ona bedel Kur’ân i’câzına [mu’cize oluş] ait iki küçük nükteyi [derin anlamlı söz] söyleyeceğim. Sen, şu iki nükteyi [derin anlamlı söz] On Dokuzuncu Mektubun Beşinci Cüz’ünün On Sekizinci İşaretinin Birinci Nüktesinin [derin anlamlı söz] âhirine haşiye [dipnot] olarak ilâve ediniz.

İşte Birinci nükte: [derin anlamlı söz] (Mektubat’ın 264’üncü sahifesindeki “Haşiye [dipnot] 2″dir; şu kısım ona ektir.)

Şu üç hakikate mukabil, gelecek hangi hakikat var? Kimin haddine düşmüş ki, bunları taklit etsin? Evet, nasıl ki bu tarz-ı ifade [ifade etme tarzı] sun’î [gerçek olmayan] olamaz, öyle de taklid edilmez. Evet, kimin haddine düşmüş ki, hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Hâlık-ı Kâinatı [bütün âlemleri yaratan Allah] bu surette konuştursun?

432

İkinci nükte: [derin anlamlı söz] Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] umum sahifeleri âhirinde âyetler tamam oluyor. Güzel bir kafiye [kelime sonlarındaki kelime ve mânâ uygunluğu] ile nihayetleri hitam [son, sonuç] bulması, hem Lâfzullah [“Allah” lâfzı, kelimesi] yaprağın iki sahifesinde veya karşı karşıya iki sahifesinde veya yakın sahifelerde ekseriya ya muvafakat-i adediye veya münasebet-i adediye bulunması, bir emâre-i i’câzdır. Ve bunun sırrı şudur ki: Âyâtın en büyüğü olan müdâyene âyeti, sahifeleri için ve Sûre-i İhlâs ve Kevser [Cennette bulunan bir havuz] satırları için bir vâhid-i kıyâsî ittihaz [edinme, kabullenme] edildiğinden, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu güzel meziyeti ve i’câz [mu’cize oluş] alâmeti görülmektedir. Demek bu hüner Kur’ân’ındır. Yoksa Hafız Osman gibi zâtların değil. Çünkü bu vaziyet, âyetinden ve sûresinden neş’et [doğma] etmiştir.

Salisen: [üçüncü olarak] Mektubunuzdan anladım ki, sana gönderilen risaleleri kendin için istinsah [kopyasını çıkarma] ediyorsun, aslını Abdülmecid’e veriyorsun.

Aziz kardeşim, çendan [gerçi] Abdülmecid benim nesebî [aynı nesepten [soy, şecere] [ağaç] ve soydan olma] kardeşim ve yirmi sene talebemdir. Fakat ne o ve ne hiçbirisi benim Hulûsime yetişmiyor. O mektuplar, (ekseriyet-i mutlaka) senin namınla yazılmış ve sana gönderiliyor. Abdülmecid ikinci derecede, kendine istinsah [kopyasını çıkarma] etmek veya mütalâa etmek için onu da teşrik et, diye bir mektupta demiştim. Fakat eğer sen, o kardeşini kendi nefsine tercih edersen ve ona zahmet vermemek için zahmet çeksen ona karışmam. Senin peder ve validene ve Fethi gibi arkadaşlarına ve senin eski hocalarına selâm ve dua ederim, dualarını isterim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

21 Ramazan-ı Şerif

(Abdülmecid’e yazılan mektubu, senin mektubunun içine koydum, ona gönderiniz.)

• • •

433

– 245 –

 Biraderlerine yazdıkları mektuptan.

Eğer ahvâl-i ruhiyemi [ruhî haller, psikolojik haller ve durumlar] anlamak istersen, gelecek şu iki fıkra [bölüm] tercümandır. Bir şairin dediği gibi derim:

Ney gibi her dem [an, vakit] ki, geçmiş ömrümü yâd eylerim.

Tâ nefes var ise kuru cismimde feryad eylerim.

Bir ticaret kılmadım, nakd-i ömür [ömür sermâyesi] oldu hebâ, [boş, faydasız]

Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan, bîhaber.

Ağlayıp nâlân edip, düştüm yola tenha garip,

Dîde [göz] giryân, sîne biryân, akıl hayrân, bîhaber.

“Evet, geçmiş ömrü israf ettik, zayi ettik. Çok mübarek zâtlar, ahbaplar kaybettik, yalnız kaldım. O mübareklerle beraber âhirete çalışmadım.”

• • •

– 246 –

Yirmi Sekizinci Mektubun Sekizinci Meselesinin İkinci Nüktesi [derin anlamlı söz]

Eğer denilse: Şu tevafukat-ı gaybiye eğer bir meziyet-i belâgat olsaydı, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] belâgatlerin envâından [tür] en ileride olduğu gibi, bu nevide de en ileri olmak lâzım gelirdi. Eğer bir meziyet-i belâgat değil; neden büyük bir ikrâm-ı İlâhî [Allah’ın lütfü ve ikramı] sayıyorsunuz? Hem hangi kitap olursa olsun, bu nevi tesadüfat içinde çok bulunabilir.

Elcevap: Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُون 1 sırrıyla, her zamanda bir milyondan fazla hafızların kalbinde mânen yazdırmak lâzım geldiği için, hıfzı çok işkâl [anlaşılması zor olma] edecek ve hafızları çok azaltacak olan şu nevi tevafukat-ı müteşabihe, [birbirine benzeyen tevafuklar, uyumluluklar] Kur’ân-ı Hakîmde [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] çok ileri gitmemiştir. Ehl-i hıfza, [Kur’ân’ı ezberleyen, kimseler, hâfızlar] rahmet içinde mutabık-ı mukteza-yı hal [halin gereğine uygun] bir mânevî belâgati, [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] bu meziyet-i belâgatin terkiyle

434

yapmıştır: Çok defa kısa kesmekle çok uzun mânâları ifade etmesi gibi. Hem şu tevafukat-ı belâgat olmasa da, madem içinde eser-i kast [kasıt ve isteğin sonucu, bilerek ve isteyerek ortaya çıkan bir durum] ve şuur görünür. Kast ve şuur ise, bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] ve bil’itiraf, [itiraf ve kabul ederek] müellif [telif eden, kitap yazan] ve müstensihlerin [el ile yazıp çoğaltan] değil, elbette bir dest-i gaybînin [görünmeyen el] tanzimiyledir. Ve o dest-i gaybînin [görünmeyen el] bu tarz müdahalesi ise, alâmet-i kabuldür [kabul belirtisi] ve rızaya emâredir. Ve bu emâre de remzeder [ince işaret] ki, yazılan hakikatler kusursuzdur, hak bir surette gösterilmiştir.

Ama sair kitaplarda şu nevi tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] bulunuşu tesadüfe verilebilir. Fakat şu risalelerdeki şuurlu tevafukat-ı gaybiyeyi, bütün gören zâtların ittifakıyla, şuursuz tesadüfe havale edilemez. Ve verilmesine imkân verilmiyor. Hattâ en mühim iki müstensih [el ile yazıp çoğaltan] ve bizler, değil ki bir risalenin umumunda, birtek sahife kanaat verir ki, tesadüf karışamaz, haddi değildir. Çünkü misil [benzer] olarak iki-üç kelime bulunur. Birbirine bakar öyle bir vaziyette ki, zahiren bir kasdı irae ediyor.

Meselâ, şimdi bakıyoruz, şu sahifede yaş lâfzı, üç defa tekerrür etmiş. Üçü öyle bir vaziyette birbirine bakıyor ki, şüphe bırakmaz ki, bir tanzim-i gaybîdir. [gaybî, bilinmeyen âlemden yapılan tertip ve düzenleme] Hem şimdi baktığımız şu sahifede, yalnız altı hüzün kelimesi var. O altı hüzün, üç satırda öyle lâtif [berrak, şirin, hoş] iki kavsi [yay] teşkil etmiş ki, neş’eli bir hüznü görene verir.

Hem işâret-i gaybiye [bilinmeyen veya gelecekte olacak bir hâdiseye yapılan işâret] olmak için, başka hiçbir kitapta bulunmamak lâzım gelmez. Meselâ, nasıl ki, belâgat-i Kur’âniye [Kur’ân’ın belâgati, eşsiz edebî güzelliği] derece-i i’câza [mu’cizelik derecesi] vasıl olduğu için, bir mu’cize-i Risalet [peygamberlik mu’cizesi] olduğu halde, sair ehl-i belâgatın umum kitaplarında, derecatlarına [dereceler] göre belâgat vardır. Onlarda belâgat bulunması, i’câz-ı Kur’ân‘a [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] münâfi [aykırı] olamaz.

Öyle de i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] yüzer kısmından bir kısmının cilvesi, bir nevi ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] nev’inden, Kur’ân’ın bir nevi tefsiri olan Sözler’de,

435

hakaik-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] hüsn-ü intizamına [düzenli ve dengeli oluştaki güzellik] işareten görünüp tecellî etmesine, sair kitaplarda tevafukatın [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] bulunması zarar vermez. Çünkü o dereceye yetişmezler. Çünkü Sözler’deki o nevi tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] o dereceye gelmiş ki, dikkat edenlere kat’î kanaat verir ki, beşerin düşünüşü değil ve ihtiyarıyla da olmamıştır. Belki nakşî bir nevi Kur’ân i’câzının, [mu’cize oluş] gölgesinin gölgesi, kendi tefsirinin âyinesinde, bir nevi ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] suretinde temessül [belirme, görünme] ediyor. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1

• • •

– 247 –

Yirmi Sekizinci Mektubun Sekizinci Meselesinin Üçüncü Nüktesi [derin anlamlı söz]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَعَلٰى وَالِدَيْكُمْ وَعَلٰى اِخْوَانِكُمْ وَعَلٰى رُفَقَائِكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz kardeşim,

Evvela: Kardeşimiz Abdülmecid’in, Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü Mebhasını, [bahis, kısım] lüzumsuz bir ihtiyata [dikkat, tedbir] binaen ziyade görmesini, sen de onun ziyadesini ziyade görmekliğin beni ziyade sevindirdi.

وَكَيْفَ اَخَافُ مَۤا اَشْرَكْتُمْ وَلاَ تَخَافُونَ اَنَّكُمْ اَشْرَكْتُمْ بِاللهِ * 4

diyen ve Kur’ân’ın takdirine mazhar [erişme, nail olma] olan Hazret-i İbrahim’in (a.s.) ittibâına [tâbi olma, bağlanma] mükellef olduğumuza işaret eden مِلَّةَ اِبْرٰهِيمَ حَنِيفًا مُسْلِمًا 5 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olduğumuzu bilmeliyiz.

436

Saniyen: [ikinci olarak] Bana karşı umumen dost bir şehir ahalisinden bir müftü, sathî [sığ, yüzeysel] bir nazarla, vâhî [boş, anlamsız] bazı tenkidâtı, [tenkitler, eleştiriler] Onuncu Sözün teferruat kısmına etmiş diye Abdülmecid yazıyor. Abdülmecid’in ona verdiği cevaplar, iki yer müstesna, mütebâkisi [geri kalan] kâfidir. Fakat iki yerde, o da o zâtın sathî [sığ, yüzeysel] sualine, sathî [sığ, yüzeysel] olarak cevap vermiş:

Birincisi: O zât demiş ki: “Onuncu Sözün Hakikatleri münkirlere [Allah’a inanmayan] karşı değil. Çünkü sıfât ve esmâ-i İlâhiyeye binâ edilmiş.” Abdülmecid cevabında diyor ki: “Münkirleri [Allah’a inanmayan] Hakikatlerden evvelki dört İşaretle imana getirmiş, ikrar ettirmiş. Sonra Hakikatleri dinlettiriyor” meâlinde cevap vermiş. Hakikî cevabı şudur ki:

Herbir Hakikat, üç şeyi birden ispat ediyor: Hem Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücudunu, hem esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfâtını; sonra haşri onlara bina edip, ispat ediyor. En muannid [inatçı] münkirden, [Allah’a inanmayan] tâ en hâlis bir mü’mine kadar herkes, her Hakikatten hissesini alabilir. Çünkü, Hakikatlerde, mevcudata, [var edilenler, varlıklar] âsâra [eserler/asırlar] nazarı çeviriyor. Der ki:

Bunlarda muntazam ef’al [fiiller, davranışlar] var. Muntazam fiil ise fâilsiz [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olmaz. Öyleyse bir fâili [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] var. İntizam ve mizanla [ölçü] o fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] iş gördüğü için, hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ve âdil olmak lâzım gelir. Madem hakîmdir; abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor; hukukları zayi etmez. Öyle ise bir mecma-ı ekber, [çok büyük toplanma yeri] bir mahkeme-i kübrâ [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] olacak.

İşte Hakikatler, bu tarzda işe girişmişler. Mücmel [kısa, kısaca] olduğu için, üç dâvâyı birden ispat ediyorlar. Sathî [sığ, yüzeysel] nazar fark edemiyor. Zaten o mücmel [kısa, kısaca] Hakikatlerin her birisi, başka risaleler ve Sözlerde kemâl-i izahla [tam ve mükemmel bir açıklama] tafsil edilmiş.

Abdülmecid’in ikinci nâkıs [eksik] cevabı şudur ki:

O zâtın yanlış sualine mümâşât [maslahat yolunu, anlaşma tarzını seçme] edip, yanlışını kabul ettiği için, yanlış etmiş. Çünkü Onuncu Sözün Haşiyesinde, [dipnot] İsm-i Âzam, [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] yalnız her ismin bir mertebesinden ibaret olduğu zikredilmemiş. Belki çok yerlerde demişiz: İsm-i Âzamdan [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ve her ismin âzamî mertebesinden tezahür eder. İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ispat etmekle beraber,

437

her ismin bir mertebe-i âzamı [en büyük mertebe] var ki, Resul-i Ekrem (a.s.m.) bunlara mazhar [erişme, nail olma] olduğu gibi, haşr-i âzam [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] da onlara bakıyor. Meselâ ism-i Hâlık [herşeyi var eden yaratıcı mânâsında Allah’ın ismi] merâtibi, [mertebeler] benim Hâlıkımdan tut, tâ Hâlık-ı Küll-i Şey‘e [herşeyin yaratıcısı olan Allah] kadar olan mertebe-i âzama [en büyük mertebe] kadar merâtibi [mertebeler] var.

O şüpheli zâtın, her ismin bir mertebe-i âzamı [en büyük mertebe] olduğunu tezyif [alay etme, küçük düşürme] etmek niyetiyle, “Mutasavvıfa-i mütefelsife [felsefeyle ilgilenen ve etkisinde kalan tasavvufçular] fikridir” demiş. Halbuki, başta İmam-ı Âzam, İmam-ı Gazâlî, Celâleddin-i Süyûtî, İmam-ı Rabbânî, Şâh-ı Geylânî gibi sıddıkîn-i muhakkıkîn, [Allah’a bağlılıkta en önde olan ve hakikatleri araştıran âlimler] İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ayrı ayrı görmüşler. İmam-ı Âzam demiş: el-Adl, [her hak sahibine hakkını veren, sonsuz adalet sahibi olan Allah] el-Hakem [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] ism-i âzamdır, ve hâkezâ. Her neyse, bu mesele bu kadar yeter.

O zâtın sathî [sığ, yüzeysel] ilişmesinden üç cihetle memnun oldum:

Birincisi: Tenkit etmek istediği halde, edemediği için gösteriyor ki, Onuncu Sözün hakaiki, [doğru gerçekler] kabil-i tenkit [tenkit edilmesi mümkün, eleştirilebilir olma] değildir. Olsa olsa, teferruat kabilinden [gibisinden, türünden] bazı ibarelerine ilişebilir.

İkincisi: İnşaallah âlî [yüce] bir zekâ ve gayreti bulunan Abdülmecid’i gayrete getirdi. Hulûsi’ye yakışacak çalışkan, müteyakkız [uyanık ve dikkatli] bir arkadaş oldu.

Üçüncüsü: O zât müşteridir ki ilişmiş. Müşteri olmayan lâkayt [duyarsız] kalır. İnşaallah ileride tam istifade edecek.

Bu nüktenin [derin anlamlı söz] bir güzel meâlini ya sen, ya Abdülmecid kaleme alıp, benim selâmımla, memnuniyetimle beraber, o zâta gönderebilirsiniz.

Mahallenizin imamı Hafız Ömer Efendiye selâm et ve de ki, ben onu kabul ettim. Talebelik şartlarını da ona söyle. Pederiniz ve Fethi Bey ve Hoca Abdurrahman, Sözler’i ciddî dinlemeleri beni çok mesrur [mutlu] ediyor. Ben onlara dua ediyorum. Onlar da bana dua etsinler. Seydâ [“üstadım ve efendim” mânâsında âlimler için kullanılan bir hitap şekli] namındaki zât, pederinizin intisap [bağlanma] ettiği zât değil, ondan evvel gelmiş iştihar etmiş bir zâttır. Başta Sabri, Süleyman, Tevfik [başarı] bütün ihvanlar [kardeş] size selâm ediyorlar.

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

438

– 248 –

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ اَيَّامِ الْفِرَاقِ * 2

Aziz, sıddık kardeşim,

Sana bu defa Yirmi Dokuzuncu Mektubun üçüncü kısmını ve beşinci kısmını gönderiyorum. Üçüncü kısımda bir sır var. Ramazan’da bir saatte, benimle müsevvid [yazıları ilk başta karalama şeklinde yazan kişi] zât hasta iken sür’atle yazılmış. Göreceğiniz tarz, aynen bulunmuş; biz hayret ettik. Anladık ki o kısımda Kur’ân’a dair niyetimiz tam haktır ve lâzımdır ki, böyle olmuştur.

Hem Mu’cizât-ı Ahmediyedeki [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] tevafukata, [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] bir sened-i kat’î olarak, iki parça (o Mektuptan 4’üncü, 5’inci cüzlerini) gönderdim.

O iki parça o risalenin telifinin [kaleme alma] akibinde, acemi [Arap milletinden olmayan başka milletler] bir müstensih [el ile yazıp çoğaltan] müsvedde-i aslîden acele yazdığı, hattâ salâvatları [namazlar, dualar] (a.s.m.) işaretiyle geçtiği halde, iki sene sonra tetkik ettik, ümidimiz fevkinde [üstünde] acip bir tevafuk gördük.

Sonra, ondan daha acemi [Arap milletinden olmayan başka milletler] bir müstensihe [el ile yazıp çoğaltan] dedim: “Resul-i Ekrem (a.s.m.) kelimesiyle, Kur’ân kelimesini kırmızı yaz, aynen o nüshayı istinsah [kopyasını çıkarma] et.” Halbuki, ikinci müstensih [el ile yazıp çoğaltan] çok acemi [Arap milletinden olmayan başka milletler] idi. Evvelki müstensihin [el ile yazıp çoğaltan] nüshasındaki tevafuku kısmen bozmuş, şuuru taallûk [ait olma, ilgilendirme] ettiği için letâfetini [hoşluk, gözellik] ihlâl etmiş. Fakat yine tevafukata [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] bir hüccet [delil] olur, siz de güzelce kendinize tebyiz [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] ediniz. O müsvedde-i ûlânın bir sureti ya sende veya Abdülmecid’de mahfuz [korunmuş] kalsın.

Felillâhilhamd, [Allah’a hamdolsun] şimdi Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] iki yüz eczâ-i i’câzından bir cüzünü göze gösterecek birkaç Kur’ân’ı yazdırıyoruz. Birisi tamam oluyor. İçinde 2806 Lâfza-i Celâlden, [“Allah” kelimesi] yüzde bir müstesna, umumen tevafuku, gaybî

439

tarzında görünüyor. Lâfzullahı [ifade, kelime] kırmızıyla yazdırdık. Gören, “Kur’ân’ın i’câzını [mu’cize oluş] gözümle görebiliyorum” diyebilir. İnşaallah bu cüz-ü i’câz, hatt-ı Kur’ânîyi muhafaza edecek, tahriften kurtaracak.

Elmas kalemli kardeşlerimize taksim ettim, en birinci kardeşimiz Hakkı Efendi birinci cüzü yazdı. İkincisini, üçüncüsünü senin bedeline yazmaya hâhişkârdır.

Başta valideyninize, [anne ve baba] Fethi Bey, Hoca Abdurrahman Bey, yeni talebem İmam Ömer Efendi olarak Sözler’le alâkadar olanlara selâm ve dua ediyorum, dualarını isterim.

Sâbık [önceki, geçmiş] Müftü Kemal [fazilet, olgunluk] Efendiye de ki: Müjde! Herbir saat hastalıklı ömrü, bir gün ibadet hükmündedir. Şu zamanda hayatın en iyi sureti böyledir. Biz dergâh-ı İlâhîde [Cenâb-ı Allah’ın rahmet kapısı] onun hakkında en hayırlısını niyaz edip dua ediyoruz ve edeceğiz. Öylelerin duası makbuldür. Bana dua etsin. Hoca Abdurrahman ile Fethi Bey, ikisi, has talebelerin daire-i duası içinde duada kazancıma hissedardırlar. İkisi bana dua etsinler. Eskide benim Ömer isminde talebem vardı; senin şimdiki orada Ömer Efendi ona duada arkadaş olmuştur.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz Mirzazade

Said Nursî

• • •

– 249 –

Yirmi Dokuzuncu Mektubun dördüncü kısmı hem uzundur, hem birtek nüshadır. Bu defa gönderemedim. O kısım doğrudan doğruya i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] bir âyinesidir ve çok da mühimdir. Otuz sekiz sahifedir. Başta Sabri, Süleyman, Hüsrev, Bekir, Tevfik, [başarı] Galip sizlere selâm ederler. On Dokuzuncu Mektubun dördüncü cüz’ünü, On Beşinci Nükteli [derin anlamlı söz] İşarete kadar tashih ettim. Acele göndermek lâzım geldi, vakit bulamadım, tam tashih edeyim.

440

Sen evvelâ On Beşinci Nükteli [derin anlamlı söz] İşaretten sonra, kendi nüshanızla mukabele [karşılama; karşılık verme] edip tashih ediniz, sonra tebyiz [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] ediniz. Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Meselesinde acip bir tevafuk görüldü; şöyle: İki sahife baştan başa, yalnız baştaki satır müstesna, yirmi dokuz satır şuur ve ihtiyarımızın hâricinde, bütün elif gelmiş. Bu bütün elif Yirmi Sekizinci Mektuptan Yirmi Dokuzuncu Mektuba ehemmiyetli bir işaret-i gaybiyedir, [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] diyordu. Sonra nümunesini size göndereceğiz.

Said Nursî

• • •

– 250 –

Said Nursî’nin bir fıkrasıdır. [bölüm]

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık, hakikatli âhiret kardeşim ve ciddî ve kuvvetli arkadaşım,

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] baş haşiyelerinde, [dipnot] âyât-ı Kur’âniyenin adedi altı bin altı yüz altmış altı olmakla, envâr-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın nurları] ve hakikat-i Furkaniye eyyâm-ı şer’iye ile altı bin altı yüz altmış altı sene kadar, küre-i arzda [yer küre, dünya] hükmü cereyan edeceğine işaret ettiğine dair sualinize, o vakit zihnim başka yere müteveccih [yönelen] olduğu için, izahlı bir cevap veremedim. Sonra bana ihtar edildi ki: “Âsım’ın suali ehemmiyetlidir, cevap ver.” Ben de o ihtara binaen, üç esasla bir parça izah edeceğim:

Birinci esas: Nasıl ki nur-u Muhammedî [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru] ve hakikat-i Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm, divan-ı Nübüvvetin [peygamberlik divanı] hem fatihası, [açılış kısmı, baş, baş kısım] hem hâtimesidir. [son] Bütün enbiya [nebiler, peygamberler]

441

onun asl-ı nurundan istifaza [feyizlenme] ve hakikat-i dininin neşrinde onun muînleri [yardımcı] ve vekilleri hükmünde oldukları ve nur-u Ahmedî [Peygamberimizin (a.s.m.) nuru] (a.s.m.) cephe-i Âdem’den, tâ zât-ı mübarekine [mübarek kişi] müteselsilen [zincirleme bir şekilde] tezahür edip neşr-i nur ederek, intikal ede ede tâ zuhur-u etemle kendinde cilveger [cilve ve naz eden, cilveli; görünen] olmuştur.

Hem mahiyet-i kudsiye-i [mukaddes mahiyet, özellik] Ahmediye, Risale-i Miracta kat’i bir surette ispat edildiği gibi, şu şecere-i kâinatın [kainat ağacı] hem çekirdek-i aslîsi, [asıl çekirdek, tohum] hem en âhir ve en mükemmel meyvesi olmuş. Öyle de, hakikat-i Kur’âniye [Kur’ân gerçeği] zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] şimdiye kadar, hakikat-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] (a.s.m.) ile beraber, müteselsilen [zincirleme bir şekilde] enbiyaların [nebiler, peygamberler] suhuf [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] ve kütüplerinde [kitaplar] nurlarını neşrederek, gele gele tâ nüsha-i kübrâsı ve mazhar-ı etemmi olan Kur’ân-ı Azîmüşşan [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] suretinde cilveger [cilve ve naz eden, cilveli; görünen] olmuştur.

Bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] usul-ü dinleri [din prensipleri] ve esas-ı şeriatları, hülâsa-i kitapları Kur’ân’da bulunduğuna, ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] ve ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ittifak etmişler. Bu sırra binaen fetret-i [Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen peygambersiz devir] mutlakanın zamanı ihraç edildikten sonra, rivayet-i meşhureyle zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] tâ kıyâmete kadar, eyyam-ı şer’iye ile tâbir edilen yedi bin seneden, fetret-i [Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen peygambersiz devir] mutlakanın zamanı tarh edildikten sonra altı bin altı yüz altmış altı sene kadar, din-i İslâmın [İslâm dini] sırrını neşreden hakikat-i Kur’âniye, [Kur’ân gerçeği] küre-i arzda [yer küre, dünya] ayrı ayrı perdeler altında neşr-i envar [nurları yayma] edeceğine, âyâtın adedi işaret ediyor demektir.

İkinci esas: Malûmdur ki, küre-i arzın [yer küre, dünya] mihveri üstündeki hareketiyle, gece gündüzler ve medâr-ı senevîsi üstündeki hareketiyle, seneler hâsıl oluyor. Güneşle beraber herbir seyyarenin, [gezegen] belki sevâbitin ve Şemsü’ş-Şümusun dahi, her

442

birinin mihveri üstünde eyyam-ı mahsusalarını gösteren bir hareketi ve medârı [kaynak, dayanak] üzerinde deveranı dahi, bir nevi seneleri gösteriyor. Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın [gökleri ve yeri yaratan Allah] hitâbât-ı ezeliyesinde, o eyyam ve seneleri dahi irae ettiğine delili şudur ki: Furkan-ı Hakîmde, [doğru ile yanlışı birbirinden ayıran hikmetli Kur’ân]

ثُمَّ يَعْرُجُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُۤ اَلْفَ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ * 1

تَعْرُجُ الْمَلٰۤئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ * 2

gibi âyetler ispat ediyor.

Evet, kış günlerinde ve şimal [kuzey] taraflarında, gurup [batış] ve tulû [doğma] mâbeyninde [ara] dört saat günden ve bu yerlerde kışta sekiz dokuz saatten ibaret eyyamlardan tut, tâ güneşin mihveri üstünde bir aya yakın yevminden, hattâ kozmoğrafyanın [astronomi, gök bilimi] rivayetine göre, tâ “Rabbü’ş-Şi’râ” tâbiriyle Kur’ân’da nâmı ilân edilen ve şemsimizden büyük “Şi’râ” namında diğer bir şemsin, belki bin seneden ibaret olan gününden, tâ Şemsü’ş-Şümusun mihveri üstündeki elli bin seneden ibaret bir tek yevmine kadar eyyâm-ı Rabbâniye vardır.

İşte semâvât ve arzın [gökler ve yer] Rabbi, o Şemsü’ş-Şümus ve Şi’râ’nın Hâlıkı hitap ettiği vakit, o semâvât ve arzın [gökler ve yer] ecramına [büyük cisimler] ve âlemlerine bakan kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kelâmında o eyyamları zikreder ve zikretmesi gayet yerindedir.

Madem eyyâmın lisan-ı şer’îde [dinî literatür] böyle ıtlâkatı vardır. İlm-i tabakatü’l-arz ve coğrafya ve tarih-i beşeriyet [insanlık tarihi] ulemasınca, nev-i beşerin yedi bin sene değil, belki yüz binler sene geçirdiğini teslim de etsek, “Âdem’den kıyamete kadar ömr-ü beşer [insan ömrü] yedi bin senedir” 3 olan rivayet-i meşhurenin sıhhatine ve beyan ettiğimiz

443

altı bin altı yüz altmış altı sene, Nur-u Kur’ân [Kur’ân nuru] hükümfermâ [hüküm süren] olduğuna münâfi [aykırı] olamaz, cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edemez. Çünkü eyyâm-ı şer’iyenin, dört saatten elli bin seneye kadar hükmü ve şümulü [kapsam] var. Fakat nefsü’l-emirdeki [işin hakikati, aslı] eyyâmın hakikati, o rivayet-i meşhurede hangisi olduğu şimdilik bu dakikada kalbime inkişaf [açığa çıkma] ettirilmedi. Demek o sırrın inkişafı [açığa çıkma] münasip değil.

Şu meselede şimdilik delilini gösteremeyeceğim bir müddeâ[dava, tez; iddia edilen şey] beyan ediyorum. Şöyle ki:

Şu dünyanın bir ömrü, ve şu dünyadaki küre-i arzın [yer küre, dünya] dahi ondan kısa diğer bir ömrü, ve küre-i arzda [yer küre, dünya] yaşayan nev-i insanın [insan türü, insanlık] daha kısa bir ömrü vardır. Bu birbiri içinde üç nevi mahlûkatın ömürleri, saatin içindeki dakika, saniye, saatleri sayan çarkların nisbeti gibidir. Nev-i insanın [insan türü, insanlık] ömrü, küre-i arzın [yer küre, dünya] iki hareketiyle hasıl olan malûm eyyamla olduğu gibi, zîhayatın [canlı] vücuduna mazhar [erişme, nail olma] olduğu zamandan itibaren, küre-i arzın [yer küre, dünya] ömrü ise merkez-i irtibatı olan şemsin hareket-i mihveriyesiyle [yörüngedeki hareket] hasıl olan eyyamla olması hikmet-i Rabbâniyeden [Allah’ın her şeyi bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması] uzak değildir. Ve dünyanın ömrü ise Şemsü’ş-Şümusun hareket-i mihveriyesiyle [yörüngedeki hareket] hasıl olan eyyâm iledir.

Şu halde nev-i insanın [insan türü, insanlık] ömrü yedi bin sene eyyam-ı malûme-i arziyeyle olsa, küre-i arzın [yer küre, dünya] hayata menşe olduğu zamandan, harabiyetine kadar, eyyam-ı şemsiye ile iki yüz bin seneden geçer. Ve Şemsü’ş-Şümusa tâbi ve âlem-i bekadan [devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi] ayrılıp küremize bakan dünyaların ömrü—Şemsü’ş-Şümusun işarât-ı Kur’âniyeyle [Kur’ân’ın işaretleri] herbir günü 50.000 (elli bin) sene olmasıyla—yedi bin sene, o eyyâmla yüz yirmi altı milyar (126.000.000.000) sene yaşarlar. Demek, eyyâm-ı şer’iye tâbir ettiğimiz eyyâm-ı Kur’âniyede bunlar dahil olabilirler.

Evet, semâvât ve arzın [gökler ve yer] Hâlıkı, semâvât ve arza [gökler ve yer] bakan bir kelâmıyla semâvât ve arzın [gökler ve yer] sebeb-i hilkati [yaratılış sebebi] ve çekirdek-i aslîsi [asıl çekirdek, tohum] ve en mükemmel âhir meyvesi olan

444

bir zâta hitabında, o eyyamları istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmek, Kur’ân’ın ulviyetine [yüce] ve muhatabın kemâline yakışır ve ayn-ı belâgattir.Haşiye [dipnot] [belâgatın ta kendisi]

وَال عِلْمُ عِنْدَ اللهِ وَاللهُ اَعْلَمُ بِاَسْرَارِكِتَابِهِ 1* رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا * 2

Said Nursî

• • •

– 251 –

On Beşinci Notanın [bildiri] Üçüncü Meselesi

Ey insan ve ey nefsim, muhakkak bil ki: Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sana in’âm [nimet verme] ettiği vücudun, cismin, âzaların, malın ve hayvânâtın ibâhadır, [bir şeyin haram olmaktan çıkarılarak serbest bırakılması; mübah kılma] temlik değildir. Yani, istifaden için kendi mülkünü senin eline vermiş, istifade et diye ibâha [bir şeyin haram olmaktan çıkarılarak serbest bırakılması; mübah kılma] etmiş. Senin gibi, idare etmekten hakikaten âciz ve tedbirden cidden câhil bir şahsa temlik etmemiş. Çünkü, mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] olarak verseydi, idaresini sana bırakmak lâzım gelirdi.

Acaba en kolay, en zahir ve daire-i ihtiyar [güç yetirebilecek alan] ve şuurda dahil olan bir midenin idaresini yapamadığın halde, nasıl göz ve kulak gibi daire-i ihtiyar [güç yetirebilecek alan] ve şuurun haricinde idare isteyen şeylere mâlik olabilirsin?

Madem sana verilen hayat ve hayatın levâzımatı [gerekli olan şeyler] temlik değil, ibâhadır. [bir şeyin haram olmaktan çıkarılarak serbest bırakılması; mübah kılma] Elbette ibâhanın [bir şeyin haram olmaktan çıkarılarak serbest bırakılması; mübah kılma] düsturuyla [kâide, kural] hareket etmek lâzımdır. Yani, nasıl bir zât, ziyafete misafirleri dâvet eder. Onlara, meclis ziyafetindeki eşyadan ve ziyafetten istifadeyi ibâha [bir şeyin haram olmaktan çıkarılarak serbest bırakılması; mübah kılma] ediyor, temlik etmiyor. İbâha ve ziyafetin kaidesi ise, mihmandarın rızası dahilinde tasarruf etmektir. Öyleyse israf edemez, başkasına ikram edemez, sofradan kaldırıp başkasına sadaka veremez, dökemez, zâyi edemez. Eğer temlik olsaydı, yapabilirdi ve kendi arzusuyla hareket edebilirdi.

445

Aynen bunun gibi, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sana ibâha [bir şeyin haram olmaktan çıkarılarak serbest bırakılması; mübah kılma] suretinde verdiği hayatı intiharla hâtime [son] çekemezsin, gözünü çıkaramazsın ve mânen gözü kör etmek demek olan gözü verenin rızası haricinde harama sarf edemezsin. Ve hâkezâ, kulağı ve dili ve bunlar gibi cihazâtı harama sarf etmekle mânen öldüremezsin. Ve eti yenilmeyen hayvanını lüzumsuz tâzip [azap] edip katledemezsin. Ve hâkezâ, bütün sana verilen nimetler, bu misafirhane-i dünyanın [dünya misafirhanesi] sahibi olan Mihmandar-ı Kerîm-i [ikramı bol ve çok cömert olan misafir sahibi, Allah] Zülcelâlin [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] kavânîn-i şeriatı dairesinde tasarruf etmek gerektir.

Said Nursî

• • •

– 252 –

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz kardeşim Re’fet Bey,

Senin mektubunu ve kitabını memnuniyetle aldım. Gayet sevdiğim bir talebem olan Hulûsi Beyin ruhunu sizde hissettim. Seni yeni değil, Hulûsi gibi eski bir talebe olarak kabul ettim. Talebeliğin hâssası [özel; bir ferde delâlet eden söz] şudur ki: Yazılan Sözlere kendi malı gibi sahip olmalıdır. Kendisi telif [kaleme alma] etmiş ve yazmış nazarıyla bakıp neşrine ve ehil olanlara iblâğına çalışmaktır. Mâşaallah, hattın güzeldir. Vakit bulursan bir kısmını yazın. Bir kısmını Hüsrev gibi ciddî talebeler yazar; onlardan bilâhare alır, yazarsınız ve onlarla teşrik-i mesai [birlikte çalışma] edersiniz. Altı senedir Isparta’da ciddî talebelerin çıkmasına muntazırdım, [bekleyen, hazır] bekliyordum. El-minnetü lillâh, şimdi sizinle beraber birkaç tane çıkmaya başladı. Çünkü bir talebe, yüz dosta müreccahtır. [tercih edilen] Sözler namındaki envâr-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın nurları] ise, en mühim ibadet olan

446

ibadet-i tefekküriye [Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde mahlûkat üzerinde düşünme ibadeti] nev’indendir. Şu zamanda en mühim vazife, imana hizmettir. İman saâdet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluk] anahtarıdır.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

– 253 –

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Ciddî, sıddık, dikkatli, hakikatli kardeşim Re’fet Bey,

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yeni hayatınızı mübarek eylesin ve refika-i hayatınızı [hayat arkadaşı, eş] hayat-ı ebediyenizde, [sonsuz âhiret hayatı] Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfının [bölüm, kısım] âhirlerindeki Üçüncü İşarette, refika-i hayata [hayat arkadaşı, eş] dair vaade ve sıfata mazhar [erişme, nail olma] eylesin, âmin.

Bu defaki mektubun çok güzeldir. Arkadaşlarının fıkraları [bölüm] içerisinde Yirmi Yedinci Mektup içine derc [yerleştirme] edeceğim. Ara sıra yazıyla meşgul olsanız iyi olur. İnşaallah yeni hayatınız size risalelerin hakaikine [doğru gerçekler] karşı yeni bir şevk uyandıracak.

Kardeşim, sen, Hüsrev, Âsım, nazarımda çok kıymettarsınız. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizleri ve sizin gibileri Kur’ân hizmetinde sâbit-kadem ve fedakâr ve kemâl-i sadakatte [tam bir bağlılık] dâim ve muvaffak eylesin. Âmin.

Orada Şeyh Mustafa, Lütfü, Rüşdü gibi kardeşlerime çok selam ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

•••

447

– 254 –

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık, ciddî, samimî âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] çalışkan bir arkadaşım Re’fet Bey,

Mektubunuz beni mesrur [mutlu] etti. Biliniz ki, iki sene evvel mâbeynimizde [ara] hararetli bir uhuvvet [kardeşlik] başladı. Sonra bazı ârızalarla ileri gitmedi. Müjde, şimdi ileri gidiyor. Çünkü, Hüsrev bana yazdığı mektubunda, senden çok memnun olduğunu, Barla’dan döndükten sonra seni istediğim tarzda bana gösteriyor.

Demek tam onunla ittihad [birleşme] ve teşrik-i mesâi [birlikte çalışma, işbirliği] ediyorsun. Elinden geldiği kadar onunla münasebeti kuvvetleştir. Hem herbir has talebenin mühim bir vazifesi, bir çocuğa Kur’ân öğretmek olduğundan, sen bu vazifeyi yapmaya başladın. Sen birinci talebelerden olduğundan, inşaallah [Allah dilerse] senin çocuğun da birincilerden olacaktır. Madem çocuk benim de evlâd-ı mâneviyemdir; ona verdiğin ders, yarısı senin namına ise, yarısı da benim hesabıma olmalıdır.

Senin rüyan ise çok mübarektir. Tabiri pek zahirdir. Isparta bir camidir. [cansız] Hüsrev, Re’fet, Lütfü, Rüşdü gibi zâtların samimî mütesânid heyetin şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] sana Said suretinde gösterilmiş. Risalelerle verdiğiniz ders ise, va’z u nasihat suretinde gösterilmiş. Sen namazı kılmadığınızdan geç kalıp, acele ederek derse yetişmek tâbiri, Sözler’in neşri haricinde bazı vezâif-i diniye, hem bir parça tembellik, sizi birincilik hakkın olan birinci derste ikinci derecede kaldığınıza işaret edip, seni ikaz ediyor.

Her neyse… Ben senden şimdi çok memnunum ve oradaki kardeşlerim dahi senden çok memnundurlar. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bize ve size tarik-i Hakta [hak ve hakikat yolu]

448

hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metânet versin. Âmin. Kayınpederiniz Hacı İbrahim Efendiye çok selâmla Bedreddin’e ve hemşireme çok dua ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

– 255 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık, gayyûr kardeşim,

Süleyman Efendiden anladım ki, bazı hususî müşkülâta mâruz oluyorsun. Sizin gibi metin [sağlam] insanlara sabır tavsiyesi zâiddir. [fazlalık] Hizmetin kudsiyeti [kutsal, kusursuz ve yüce] ve o hizmetteki zevk ve gayretindeki şevk, o acı hususî müşkülâta karşı gelir ve galebe [üstün gelme] eder tahmin ediyorum. Mümkün olduğu kadar aldırmamalısın. Kıymettar, kusursuz bir malın dükkâncısı müşterilere yalvarmaya muhtaç değil. Müşterinin aklı varsa o yalvarsın. خَيْرُ اْلاُمُورِ اَحْمَزُهَا 4 sırrınca, azîm hayırların müşkülâtı çok oluyor. Müşkülât çoğaldıkça ehl-i himmet fütur [usanç] değil, gayret ve sebatını [kalıcı olma, sabit kalma] ziyadeleştirir. İnşaallah siz de öyle metîn ve sebatkârlardansınız. [kalıcı olma, sabit kalma]

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

449

– 256 –

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık kardeşim Re’fet Bey,

Maşaallah, şimdi siz ümit ettiğim tarzda risaleleri takip ediyorsunuz ve yazıyorsunuz. Senin gibilerin az sa’yi [çalışma] dahi çok hükmündedir. Çünkü, çoklar size itimad edip sizi taklit eder. Sizin gibi ciddî kardeşleri, bu gurbet memleketinde bulduğumdan, burası benim için hakikî bir vatan hükmüne geçti, hakikî vatanımı unutturdu. Yazılan eserlerin yüksekliği, me’haz [kaynak] ve mâden-i kudsîleri olan Kur’ân’dan sonra, sizler gibi muhatapların ciddî iştiyakları [arzu, istek] ve tam tefehhümleridir. Siz beni bulduğunuzdan bir şükretseniz, ben sizi bulduğumdan dolayı bin şükrediyorum.

Mektubunda İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] sual ediyorsun. İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] gizlidir. Ömürde ecel, Ramazan’da Leyle-i Kadir [Kadir Gecesi] gibi, esmâda İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] istitarı, [gizlenme, perdelenme] mühim hikmeti var. Kendi nokta-i nazarımda [bakış açısı] hakikî İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] gizlidir, havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] bildirilir. Fakat her ismin de âzamî bir mertebesi var ki, o mertebe İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] hükmüne geçiyor. Evliyaların İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ayrı ayrı bulması bu sırdandır. Hazret-i Ali’nin (r.a.) Ercûze namında bir kasidesi [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] Mecmuatü’l-Ahzab’da var. İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] altı isimde zikrediyor. İmam-ı Gazâlî onu Cünnetü’l-Esmâ namındaki risalesinde, Hazret-i Ali’nin zikrettiği ve İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] muhîti olan o esmâ-i sitteyi şerh ve hassalarını beyan etmiştir. O altı isim de Ferd, Hayy, [diri, canlı] Kayyûm, [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] Hakem, [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] Adl, [adalet] Kuddûs‘tur. [her türlü kusur ve çirkinlikten uzak olan ve her şeyi temiz yapan Allah]

450

Keramet-i gaybiyenin [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] ikinci parçasını tashih ederek bir parça daha ilâve ettik, gönderdim.

Bedreddin’in sür’atle ileri gitmesi, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] feyz-i kerametindendir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] muvaffak etsin.

Hacı İbrahim Efendiye bilhassa selâm ediyorum. Lütfü, Rüşdü, Hafız Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] Sezai Efendilere selâm ediyoruz. Âhiret hemşireme de dua ediyorum. Senin bu defaki mektubun bir parçası Mektubat içine derc [yerleştirme] edildi.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

– 257 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] hakikatlı bir arkadaşım Re’fet Bey,

Bu defa istinsah [kopyasını çıkarma] ettiğiniz risaleler çok güzel olmuştur. Senin gayret ve samimiyet ve ciddiyetini bana gösterdiler ve Re’fet tembel değildir, ispat ettiler. Onları tashih edip göndermiştim. Sonra işittim ki, getiren adam İslâmköyünde bırakmış. Otuz Birinci Mektubun Üçüncü, Dördüncü Lem’alarını [parıltı] yazmaya vakit bulamadım. Korkuyorum ki, onların da اِذَا جَۤاءَ نَصْرُ اللهِ 4 sırrı gibi, mevsimi geçerek, sonra güzel yazılmamış olsun. İnşaallah sizlerin iştiyakı [arzu, istek] beni

451

çalıştıracak. Fakat bu şuhûr-u selâse [üç aylar; Receb, Şaban ve Ramazan ayları] çok kıymettardır; leyle-i Kadrin [Kadir gecesi] sırrıyla seksen sene bir ömrü kazandıracak bir vakitte, en iyi, en efdal şeylerle meşgul olmak lâzım geliyor.İnşaallah, Kur’ân’a ait mesâille [meseleler] iştigal, [meşgul olma, uğraşma] bir nevi mânevî mütefekkirane [düşünen] Kur’ân okumak hükmündedir. Hem ibadet, hem ilim, hem marifet, [Allah’ı bilme ve tanıma] hem tefekkür, hem kıraat-i Kur’ân mânâları risalelerin istinsah [kopyasını çıkarma] ve mütalâalarında vardır itikadındayız. [inanç] Zaten bu ciheti siz takdir etmişsiniz.

Mu’cizât-ı Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] sizin için yazdırdım, tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] oldu. Fakat başka bir nüsha ona göre yazdırmak lâzım olduğu için, muvakkaten [geçici] burada kalacak. Senin mektubunda Hafız Sezai bizimle ciddî alâkadar olduğunu gösteriyor. Ben bir zaman idi, Ağroslu Zekâi gibi samimî, hararetli Isparta’da yeni bir kardeşimiz bulunacak, vicdanen hissediyordum. İnşaallah, bu Sezâi, [layık] o olacak. Ben onu işittiğim vakit, hissettiğim şahıs tevehhüm [kuruntu] ettim. Eğer tasavvurum gibi ise zaten iyi; olmasa öyle olmaya çalışsın. Eğer Zekâi nasıl adamdır merak ederse, Yirmi Yedinci Mektubun fıkralarında [bölüm] Zekâi’nin mahiyetini ve ne derece samimî olduğunu gösterir fıkraları [bölüm] var, baksın.

Kayınpederin Hacı İbrahim Efendiye çok selâm ediyorum. O zâtı ciddî bir âhiret kardeşi telâkki [anlama, kabul etme] etmişim. İnşaallah senin bu yeni gayret ve sa’yinden [çalışma] o da hissedardır.

Bedreddin’in küçüklüğüyle beraber, büyük talebeler dairesine dahil etmişim. O, küçüklerin büyüğüdür. Ve inşaallah [Allah dilerse] Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onun emsâlini çoğaltsın. Bedreddin’in validesine dua ediyorum. Elbette Bedreddin’in hüsn-ü terbiyesinde en mühim hisse onundur. Çünkü onun en birinci üstadı odur.

Bekir Ağa, Lütfü Efendi, Hafız Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] Sezai gibi kardeşlere selâm ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

452

– 258 –

بِسْمِهِ ﴿ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ ﴾ اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşim,

Evvelâ: Bu yeni hâdisenin mahiyetini merak etmişsiniz. Oraya gelen iki uzun mektup mahiyetini gösteriyor.

وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ مَنَعَ مَسَاجِدَ اللهِ اَنْ يُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ 2 âyeti o hâdiseye sebebiyet verenlerin başına sâika [insanı belli bir yöne sevk eden duyu] gibi iniyor ve inecek. Fakat biz acûlüz. Herşeyin bir vakt-i muayyenesi var.

فَضُرِبَ بَيْنَهُمْ بِسُورٍ لَهُ بَابٌ بَاطِنُهُ فِيهِ الرَّحْمَةُ وَظَاهِرُهُ مِنْ قِبَلِهِ الْعَذَابُ * 3

âyetine mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olarak bu hâdise bize karşı veçh-i merhametle bakıyor. Mülhidlere [dinsiz] karşı olan vecih, [yön] azap ve kahr [mahvetme, yok etme] ile nazar ediyor. Her neyse… Cennet ucuz olmadığı gibi Cehennem de lüzumsuz değildir.

Saniyen: [ikinci olarak] Bedreddin’i burada dinlemek arzu ediyordum; vakit müsaade etmedi. Ben mânen orada hayalen dinliyorum. İnşaallah evlâtlık mertebesinden talebelik mertebesine gidiyor.

Salisen: [üçüncü olarak] Benim kendi hattımla mektup istiyorsun. Bir dudaksız adama, “Lâmbayı üfle, söndür” demişler. Demiş, “En zahmetli işi bana gösteriyorsunuz, yapmayacağım.”

Belî, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bana hüsn-ü hat [güzel yazı] vermemiş. Hem bir satır yazmak, bana büyük bir iş gibi usanç veriyor. Eskiden beri diyordum: “Yâ Rabbi! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Ben o kadar muhtaç iken ve nazmı severken, bu iki nimet bana verilmedi” diye, teşekkî

453

değil, tefekkür ediyordum. Sonra bana kat’î tebeyyün [meydana çıkma, görünme] etti ki, şiir ve hat bana verilmemek de büyük bir ihsan [bağış] imiş.

Hem o hatta ihtiyacımı, sizin gibi kalem karamanlarının muavenetleri [yardım] temin ediyor. Hat bilseydim, hatta itimad edip, mesâil [meseleler] ruhta kararlayarak nakşedilmeyecekti. Eskiden hangi ilme başladım, hattım olmadığı için ruhuma yazardım. Fevkalâde bir meleke [alışkanlık] ihsan [bağış] edildi.

Şiir ise, çendan [gerçi] kıymettar, şirin bir vasıta-i ifadedir. Fakat şiirde hayal hükmettiği için, hakikate karışır, hakikatlerin suretini değiştirir. Bazan hakikat birbirine geçer. Hâlis hak ve mahz-ı hakikat [gerçeğin ta kendisi] olan Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmetinde, istikbalde bulunacağımız mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] olduğundan, kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] bir inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] olarak bize şiir kapısını açmadı. وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ 1 sırrı buna bakar.

İşte, kendi hattıma mukabil, sana iki nükte [derin anlamlı söz] söyledim. İnşaallah başka bir vakit senin hatırın için büyük zahmet çekip birkaç satır yazacağım. Galip Beyin iki eli var; sağ elini bana vermiş, benim hesabıma yazıyor. Sol eli de kendine kalmış. Bu mektup o iki elle yazılmıştır. Hazır Mesud, Galip ve Süleyman Efendiler, Mustafa Çavuş, Abdullah Çavuş selâm ediyorlar. Ben de başta Hüsrev, Bekir Bey, umum kardeşlerimize selâm ediyorum. Bilhassa kayınpederiniz Hacı İbrahim Beye ve muhtereme hemşireme ve mübarek Bedreddin’e çok dua ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Kardeşiniz

Said Nursî

• • •

454

– 259 –

Aziz, sıddık, müdakkik [dikkatli] âhiret kardeşim, hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] arkadaşım,

Evvelâ: Mektubunuzda, benim her mektubumun başında وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِه 1 yazılmasının hikmetini soruyorsunuz. Bunun hikmeti şudur ki:

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hazâin-i kudsiyesine, bana açılan en birinci kapı o olduğudur. En evvel, hakaik-i âliye-i [yüce hakikatler] Kur’âniyeden şu âyetin hakikati bana zahir olmuş ve ekser risalelerde, o hakikat sereyan etmiştir.

Hem bir hikmeti şudur ki: İtimad ettiğim mühim üstadlarımın mektuplarının başlarında istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmeleridir.

Hem mektubunuzda yedi kebâiri [büyük günahlar] soruyorsunuz. Kebâir [büyük günahlar] çoktur; fakat ekberü’l-kebâir ve mûbikat-ı seb’a tâbir edilen günahlar yedidir: Katl, zina, şarap, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-i rahim), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] taraftar olmaktır.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu yaz mevsiminde hakaik-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] nisbeten meyveler hükmünde tevafukata [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] dair, hurufat-ı Kur’âniyenin nüktelerini [derin anlamlı söz] beyan ediyorduk. Şimdi mevsim değişmiş; huruftan ziyade hakaika [doğru gerçekler] ihtiyaç vardır. Gelecek yaza kadar, muvakkaten [geçici] o kapıyı ihtiyarımızla çalmayacağız. Fakat o hurufa ait beyanat ne derece hak olduğunu, Mevlânâ Câmî’nin Divanıyla kardeşlerimle tefe’ül [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] ettik. Dedik: “Yâ Câmî! Bu hurufat-ı Kur’âniyeye dair beyan ettiğimiz nüktelere [derin anlamlı söz] ne dersin?” Bir Fatiha [açılış kısmı, baş, baş kısım] okuyup falı açtık. İşte başta fal şu geldi: