BARLA LAHİKASI – Yirmi Yedinci Mektubun İkinci Zeyli 54-67. Mektuplar (99-114)

99

İkinci Zeyl [ek]

– 54 –

 Ümmî, fakat allâmelerin [büyük âlim] işini gören ve esrâr-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’ın sırları] karşı Isparta’nın intibahına [uyanış] sebep olan, âhiret kardeşim Âdilcevazlı Bekir Ağanın Sözler hakkındaki ihtisâsâtıdır.

Fazîlet-meâb Üstadım Hazretleri,

Efendim, evvelâ arz-ı tâzim ve hürmetle mübarek ellerinizi öperek, her an ve zaman lisanıma yakıştığı kadar dua eder ve duanızı rica [ümit] ediyorum.

Efendim, malûmunuz, fakir talebeniz ve kardeşiniz cahil olduğum halde, güneş-misâli olan risale-i bergüzîdelerinizden umum Nur Risalelerinizi [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] okutup dinledim. Güneşin nuruna sed çekilemediği gibi ve sed çekilmek ihtimali olmadığı gibi, risalelerinize de sed çekilemez. Onları istimâda [dinleme] ruh ve kalbimi tetkik ettim; tetkikatımda ne gibi hissetmiş ve anlamış olduğumu aradım. Baktım ki, ruh ve kalbimde bir feyezan ve coşkunluk var ki, beni bilâihtiyar bir vazifeye sevk etmek için hemen “Haydi, haydi” diye tazyikata [baskılar] başladı. Ben de ruhumda olan bu vâkıayı takip ederken, o Nurların irae ettiği miftahları [anahtar] gördüm ve gösterildi. Anladım ki, bu anahtarlarla icap [gerekli kılma] eden kapıları açıp, o Nurlara ehil olan kardeşlerimi—min gayri haddin—arayıp bulmak vaziyeti adeta bana emrolunup, o Nurlardan güneş gibi nur saçılması hususunda ben de bu hali kendime vazife addettim.

O Nurlardan almış olduğum anahtarları teslimle, hâin-i din olan mülhidlerin [dinsiz] elleri kımıldanmayacak derecede kırılması için, hamden lillâh, bu kardeşlerimi arayıp buldum. Emânetullah [Allah’ın emâneti] ve emânât-ı Peygamberînin (a.s.m.) gayet parlak, yakut ve zümrütten kıymettar olan hazinelerini o zâtların ellerine teslim ettim.

100

Elhamdü lillâh, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] muvaffak etti. O mübarek eserlerinizi mütalâa eden eşhas, [kişiler] insan iseler ve insaniyetle alâkaları varsa iman eder. İnanmadıkları takdirde, ya insaniyetten istifa etmeli veyahut “İnsan değiliz” demeli. Bu eserler başlı başına, ayrı ayrı birer fâtihtir. İnşaallah, her cihetle feth ederek fâtih olacaktır. Cenâb-ı Mevlâ âhirette cümlemizi sevabına nâil eyleyip şefaatine mazhar [erişme, nail olma] buyursun. Âmin.

Tekrar mübarek ellerinizi bûs ile duanızı istirham eylerim, efendim hazretleri.

Abdülcelil oğullarından

Âdilcevazlı Emrullah oğlu Bekir

• • •

– 55 –

Bu fıkra [bölüm] Hulûsi-i sânî Sabri’nindir.

Bekledim, tâ ki Onuncu Söz neşredilmiş. İşbu kıymeti mükevvenâta [yaratılmışlar, bütün varlıklar] fâik [üstün] olan mübarek nurlu eserden bir nüshacık ihsan [bağış] buyuruldu. Hemen aldığım dakikada, zîruhtan [ruh sahibi] hâli [boş] ve zümrüt-misâl yeşillenmiş nebatat [bitkiler] arasında bir ağacın altına gittim. Lâkin mevsim itibarıyla haliçe-i [ince dokunmuş küçük halı] zemin gayet revnaktar [göz alıcı güzellik] ve envâ [tür] türlü çiçeklerle müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] ve muhteşem ise de ânifü’l-beyân eser, âlem-i bekànın [devamlı ve kalıcı âlem] sened-i hakikî ve kat’îsi ve en kavî [güçlü, kuvvetli] ve gayet rasîn ve son derece güzel, naklî ve aklî ve mantıkî ve tarifi imkânsız bir delâil [deliller] ve berâhin-i kat’iye [kesin deliller] ile müsbet [isbat edilmiş, sabit] ve hattâ haşir hakkında ayağı kayarak mühlik uçurumlara giden ve en fena bataklıklara düşen, hüsran ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] boğulan pek çok kimseleri dakik [derin ve ince] ve amîk işârât [işaretler] ve hakâikiyle [gerçekler, hakikatler] ihya [diriltme] ettiğini ve edeceğini alâ kadri’l-istitâa öğrendim.

101

Her ne kadar o kıymettar eserin derecat[dereceler] refîa ve mühimmesini, hattâ en kısa bir cümlesini bile hakkıyla anlayabilmek ve o hususta söz sarf edebilmek bidâamın fersah fersah fevkinde [üstünde] ise de, menba-ı hakîkisi [hakkın ve doğrunun kaynağı] bulunan Furkan-ı Mübînden tam bir feyiz alan ve emsâli görülmemiş bir şâheser olduğunu anladım. Bu fakir, şiddetli acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ımla [acizlik ve zayıflık] bîhadd bahr-i hakaike [gerçekler denizi] daldım. Ve bahr-i muhît-i nura girebilmeye, şu mübarek eser, elmas bir miftahım [anahtar] oldu. Binaenaleyh, havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve havassu’l-havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] dikkatle onu mütalâa ederlerse, daha ne derecelerde hakaik-i İlâhiye [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] ve maarif-i Rabbaniye müşahede ederek iktisab-ı füyûzât edeceklerini tahmin edemem.

Bundan başka, şu nuranî ve ulvî ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] eser, numarası itibarıyla dokuz eserin daha mukaddemen [evvel, önce] sebkat ettiğini imâ ve işaretle beraber ve “10” numaradan sonra daha birçok eserlerin vücudunu mutazammın [içinde bulundurma] bulunmasına dair bir hassasiyet-i kalbiye uyandırdı.

Sonra anladım ki: Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nur ve ziyâdar menbaı [kaynak] cûş u hurûşa gelmiş. Furkan-ı Hakîmin [doğru ile yanlışı birbirinden ayıran hikmetli Kur’ân] elmas maâdininden [madenler] dehşetli bir infilâk [şiddetli patlama] husul [meydana gelme] bulmuş, Sözler namında hadsiz tiryaklar [ilaçlar] ve mücevherat [kıymetli taşlar] zahir oldu. Pek çok kulûb [kalbler] def-i maraz ve kesb-i âfiyet etti. Furkan-ı Mübînin feyziyle Sözler’inin herbirini herkese görmek müyesser olmayan [kolaylıkla elde etme] gayet dakik [derin ve ince] ve amîk beyanat-ı harikalarını röntgen makinesiyle temsil ediyorum. Nasıl o röntgen şuâı şu uzuvların içindeki en hafî [gizli] ve ince hali görüyor, gösteriyor. Öyle de, Nurların hazinedarları olan Sözler dahi, hakaik-i eşyada [varlıkların hakikatleri, gerçek mahiyetleri] en ufacık zerreleri bile görmek ve göstermek hâssasını [özel; bir ferde delâlet eden söz] hâizdir.

 Sabri

• • •

102

– 56 –

Şu iki fıkra [bölüm] Hüsrev’indir.

Şimdiye kadar emsaline tesadüf etmediğim bu güzel ve yüksek Sözler’i birden bire kavramak herkese müyesser olamayacağı için, affımı rica [ümit] ediyorum. Duanız berekâtıyla birgün gelip ona da Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] muvaffak buyuracağı ümidini taşıyorum. Ve beni zât-ı âlînize tevdi eden ve Sözler’i yazmaklığıma ruhsat veren Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] milyarlarca hamd ediyor ve şükrediyorum.

 Hüsrev

• • •

– 57 –

 Keza Hüsrev’in.

Risalelerin yüksekliğine ve güzelliğine ve lâtifliğine [berrak, şirin, hoş] âciz lisanımla, kısa aklımla zaif idrakimle hayrette kaldığım şöyle dursun, bilâkayd her okuyanı bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] tahsine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] sevk ediyor. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ne kadar hamd eylesem, şükreylesem, bu lütufların hakkını ödeyemem.

 Hüsrev

• • •

– 58 –

Şu fıkra [bölüm] Küçük Hafız Zühdü’nündür. [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme]

Nur bahçesinin nurlu meyvelerinden iki tanesini daha koparmaya muvaffak oldum. Bu meyvelerin muhtevî bulunduğu lezzeti, kasır [köşk, saray] lisanımla şimdi ifade edebilmekten çok âciz bulunuyorum. Nebiyy-i Âhirüzzaman aleyhi ekmelüssalâtü [daha mükemmel] vesselâmın huzur-u saâdetine ve pâk, lâtif [berrak, şirin, hoş] sohbet-i Nebeviyeleriyle [Peygamberimizin (a.s.m.) sohbeti] müşerref olmak zevkini idrak ettiren bu kıymettar On Dokuzuncu Mektubu mütalâa

103

etmekten bir türlü doyamıyorum. Bilcümle Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] takdir ve tevkîri hususunda söz söyleyebilmekten kalemim âciz ve nâkıstır. [eksik] Cenâb-ı Vâhibü’l-Atâyâdan dilerim ki, Nur bahçelerinin meyvelerinin hepsinden tatmaya arkadaşlarım gibi âcizlerini de muvaffak kılsın.

 Hafız Zühdü [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme]

• • •

– 59 –

Bir Nur talebesinin fıkrasıdır. [bölüm]

Bugün o yüksek kitabın ikmaline [tamamlama] muvaffak oldum. Miracın [Allah’ın huzuruna yükselme] ikmal [tamamlama] ve mütalâasından mütevellid sürur [mutluluk] ve saâdetimi tariften kalemim dûçâr-ı acz oluyor. Mütalâadan doğan duygularımı hülâsaten [esas, öz] ve bir cümleyle arz edeceğim:

Miracın [Allah’ın huzuruna yükselme] mütalâasında hayatın felâket girdaplarını ve saâdet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluk] giden mânevî deryanın selâmet [huzur] yollarını gösteren kalb dolusu bir nur ve ziya buldum. Evet, her temsilâtta [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] ispat edilen pek çok hakikatler ve bugün tahatturu [hatıra gelme] ve tahayyülü [hayal etme] bile ruhumuzu doldurup taşırmaya kâfi [yeterli] gelen Asr-ı Saâdet [Peygamberimiz (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] ve harikalar devri gözümün önünde hayatlandı; fikirden fikre, hayretten hayrete düştüm.

Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] kitabı, felsefe düşkünü muterizlerin [itiraz eden] felsefesini her zaman için iflâs ve sukut [alçalış, düşüş] ettirmek kuvvetine mâlik bir eserdir. Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] kitabı, başlı başına, asıllardaki hakikatleri i’zam edilmeden ve bîtarafâne [tarafsız] bir tefekkürün bile göreceği ve kabul edeceği bir nazarla ispat eden ve kapalı kalmış noktaları ehl-i imana [Allah’a inanan] makul ve mantıkî fikirlerle izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden bir kitab-ı tarihtir.

Gaflete dalmış ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] mağlûbu ve bir tutam aklıyla kendisine bir mümtaz [seçkin] mevki vermek isteyen feylesof, [felsefe ile uğraşan, felsefeci] Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] gibi bir şâheser karşısında apoletleri

104

sökülmüş, bütün şöhret ve namı sukuta [alçalış, düşüş] mahkûm bir kral vaziyetine düşer. O kral ise daimî bir ye’se [ümitsizlik] mahkûmdur. Halbuki bunca hakikatler karşısında felsefe zincirleri ve muteriz [itiraz eden] efkârı [fikirler] birer birer kırılan, dâvâsının ve iddiasının haksız olduğunu anlayan feylesof [felsefe ile uğraşan, felsefeci] ise Hâlık-ı Âzamın kudret ve azameti huzurunda secde eder ve af diler.

Zekâi

• • •

– 60 –

Zekâi’nin fıkrasıdır. [bölüm]

Namaza dair fazilet ve mükâfat menbaı [kaynak] olan Dördüncü ve Dokuzuncu ve Yirmi Birinci Sözler ruhumun karanlık köşelerini nâkabil-i târif bir surette tenvir [aydınlatma] etmiştir. Kemâl-i aşk [tam ve mükemmel bir aşkla] ve şevkle tetebbu ettiğim bu şâheser, şüphe bulutları içinde vakitlerini bir hiç için zâyi edip giden ehl-i gaflete [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve gençlik hevesâtına esir olup mürur-u zamanla [zaman aşımı, zamanın geçmesi] nâdim [pişman] olarak tarik-i hakikati [hak ve hakikat yolu] arayanlara bir refik-i [arkadaş, yoldaş, yardımcı] hayat olsun.

Zekâi

• • •

– 61 –

Şu fıkra [bölüm] Doktorundur.

Hocam, emaneten bendenizde bulunan iki kitabı emrediyorsunuz. Bendeniz de yalvarıyorum ki, gelecek hafta takdim edeceğim. Çünkü, küçüğünü iki defa, büyüğünü bir defa okuyabildim. İhâtamın darlığı veya aczim dolayısıyla idrâkim de kıttır. Binaenaleyh, sizin o muhteşem temsillerinizi defalarca daha okumak istiyorum ki, cüz’î-küllî [ferd-tür (kapsamlı varlık)] bir alâka hasıl olabilsin. Yâ Rab, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] o ne büyük mantık, o ne büyük müskit [susturucu] beyan ve tarz-ı telâkki! Ah, Üstadım, bu mübarek dinin

105

mübecceliyetini idrak ve ihata [herşeyi kuşatma] ve takdirde size ve ancak size medyûn-u şükranım [teşekkür borçlu] ve minnettarım. لِسَبَبٍ مِنَ اْلاَسْبَابِ 1 dinî akidelerimin [inanç] azîm bir inkılâbı [değişim, devrim] var. Nur Risalelerinden [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] aldığım dinî ve insanî ve vicdanî ve iktisadî [tutumluluk] ve ilmî dersler bana hayatta muvaffakıyet verecektir.

 Doktor Yusuf Kemal [fazilet, olgunluk]

• • •

– 62 –

Doktorundur.

Tam mânâlarıyla mefhumlarını [anlam] kavramak iktidarında olmadığım o yüksek eserlerinizi fırsat buldukça okuyorum. İrşâd-ı âliyeleri unutulmaz ve şâheser hâtıradır. Mezarıma kadar dinî akidelerinizin [inanç] esîri ve kurbanıyım. [yakın] Üstadım, sizin Sözler’iniz benim dinî muhayyilemi cidden değiştirdi. Ve daha sevimli bir mecrâya [akım yeri] sevk etti. Şimdi bendeniz, doktorların düşündüğü gibi düşünmüyorum.

 Doktor Yusuf Kemal [fazilet, olgunluk]

• • •

– 63 –

Bu uzun fıkra [bölüm] Hulûsi Beyindir.

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَۤانِّ * 3

Eyyühe’l-Üstadü’l-Azîz,

Yirmi Sekizinci Mektubun Dördüncü Meselesini dört gün evvel, İkinci ve Üçüncü Meselesini ve melfuflarını dün almakla bahtiyar oldum.

106

Evvelâ: Muhterem Sabri Efendinin, hakk-ı âcizîde ibraz buyurduğu azîm teveccüh [ilgi] ve takdîr-i Üstadâneleriyle de müsbet [isbat edilmiş, sabit] tevazuları [alçakgönüllülük] münasebetiyle birkaç söz söylemeye müsaadenizi rica [ümit] ediyorum. Şöyle ki:

Bu fakir-i pür-taksir kardeşinizde, çok mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] ve muazzez [aziz, değerli] tanıdığı Üstadının bazı hasletlerinden [huy, karakter] denizden katre [damla] nisbetinde vardır. Bu cümleden olmak üzere üç halimi arz edeceğim:

Birisi: Tâ küçük yaştan beri lûtf-u Hakla Kur’ân’ın hakikatine merak etmiş ve taharrî-i hakikat [gerçeği araştırma, inceleme] yolunda bulunmuş. Nihayet aradığımı Eğirdir’de Üstad-ı Muhteremimin [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] neşre vasıta olduğu Sözler ünvanlı nurlarda bulmuşumdur. Bu buluş, beni evvelemirde çirkâbdan selâmete, felâketten saâdete, zulmetten nura çıkardığı için, Nurlara ve Hazret-i Kur’ân’a ve bu nurların izn-i Hakla nâşiri, [neşreden, yayan, yayınlayan] mübelliği, [tebliğ eden, bildiren] vâizi, [nasihat veren] dellâlı [davetçi, ilan edici] olan Üstadıma o andan itibaren ruhumda lâyetezelzel [sarsılmaz] bir muhabbet ve bir alâka ve bir merbutiyyet [bağlı] hasıl olmuştur. Yüz bin kere hamd ve şükürler olsun. Nurlarla alâkadar olduğum zamanlarda, dünyevî bütün lezzetlerin fevkinde [üstünde] büyük bir zevk ve havâssımda azîm bir şevk hissediyorum.

İkincisi: Ubudiyetin [Allah’a kulluk] iktiza [bir şeyin gereği] ettiği ve bu Nurlardan aldığım derslerin delâlet ettiği vecihle [yön] bütün kusurları, tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] fenalıkları nefsimden ve iyilikleri, iyi şeyleri Allah’tan biliyorum. Nurlara ve Kur’ân’a hizmeti hasbî olarak arzu ediyorum ve neşrine muvaffak olamadığım için mü’minler hesabına çok müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oluyorum. Bu halime de şükürler olsun.

Üçüncü hal ve hakikî şahsiyetim: Bunu tarif etmeye cidden hicap duyarım. Hemen Cenâb-ı Allah’tan dilerim, beni ve bütün kardeşlerimizi nefis ve

107

cin ve ins ve şeytanların mekrlerinden muhafaza eylesin ve dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sapanlardan eylemesin. Âmîn.

Benim kardeşlerim,Haşiye Üstadımın kardeş ve talebeleri olan zâtlar, şüphesiz birinci ve ikinci hali ruhlarında hissederler. Öyleyse, beşerde, bilhassa mü’minlerdeki hâsselerin [özel; bir ferde delâlet eden söz] inkişafı [açığa çıkma] tahdit edilemiyeceği için, tevfik-i Hüdâyla bir kere bu yola girenler, nefis ve şeytanlarına bu âciz, fakir ve biçare kadar mağlûp olmayacakları cihetle, terakki [ilerleme] ve istifadeleri de o nisbette ziyade olur. Muhterem Üstadım bu kusurlu talebesine teveccühü, [ilgi] insanlara, mü’minlere, mü’minlerin bilhassa benim gibi muhtaçlarına derece-i şefkatine [şefkat derecesi] ve benim ihtiyacımın en çok olduğuna delil ve misaldir.

Hülâsa: [esas, öz] Bana liyâkatimin çok fevkinde [üstünde] hüsn-ü zan [güzel düşünce] eden ve teveccüh [ilgi] gösteren aziz ve muhterem ve mütevazi [alçakgönüllü] Sabri kardeş, bil ki çok günahkâr, çok âciz, fakir, müflis, [iflas etmiş] ümmet-i Muhammed’den (a.s.m.) bir abdim. Dualarınıza çok muhtacım. Acz ve fakr arzuhalini kabul ettirerek hazine-i hâssa-i Kur’ân’dan âleme muhtelif nam ve tarz ve şekillerde cevherler teşhirine muvaffak olan dellâl-ı Kur’ân’ın kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetinde kendisine yardım en büyük emelim ve en ciddî temennim, en mukaddes niyetimdir. Bu niyetim sebebiyle Nurlarla meşgul olmak saâdetine mazhar [erişme, nail olma] olduğum dakikalarında, hilâf-ı memul bazı sözler kendiliğinden kalbime ve kalemime gelmektedir ki, bu marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] benim değil, elbet, muhakkak ve mutlak Hazret-i Kur’ân’dan lemeân eden Nurlara aittir. Öyleyse, asıl üstad Kur’ân’dır. Üstad-ı muhteremimiz, [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] elyak [daha layık] ve elhak muarrifi, [tanıtıcı, tarif edici] mübelliği [tebliğ eden, bildiren] ve müderrisidir. [medrese âlimi, hoca, profesör] Biz

108

muhtaçlar fırsatı ganimet bilmeli, cevherleri almalı, kalbimize, dimağımıza [akıl, beyin] nak-şetmek, dâreynde medar-ı saâdetimiz olacak olan bu Nurları alâ kadri’t-tâka neşre çalışarak muhafazasını kuvvetleştirmeliyiz. وَمِنَ اللهِ التَّوْفِيقُ 1

Saniyen: [ikinci olarak] Mektubat’ın küçüklerinden on üçünü hâvi [içeren, içine alan] hususî mektuplar mecmuasını aldım. Bu vesileyle de mâziyi hal yerine koyarak, derin mânâlı, şirin sohbetinizi bir kere daha şevkle dinlemiş oldum. Zâten ben o vakitlerin mâzide kalmasına razı değilim; her vakit hal gibi mütalâa ediyorum. Mâzi, hal, müstakbel-bunlar [gelecek] da itibarî birer taksim değil mi? Ehl-i zevk için bu taksime ihtiyaç kalmıyor.

Salisen: [üçüncü olarak] Yirmi Sekizinci Mektubun Sekiz Meselesinden Birincisi, bana ait rüya hakkında kıymetli bir ders vermiş. وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا 2 âyetine güzel bir tefsir,

nihayet mânâsı zahir olmuş rüyaya hoş bir tabir olmuştur. Nevme [uyku] ait âyeti pek âli [yüce] ve münasip bir surette tefsirinizle, başta herkesten ziyade muhtaç Hulûsi’niz olduğu halde bütün Risale-i Nur ve Mektubâtü’n-Nur müstemilerine ve karilerine faideli, zevkli, esaslı, ciddî, veciz ve beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] bir ders daha vermiş oldunuz.

Şuraya bir işaret etmek isterim: Kur’ân’ın kerametine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bir nokta, bir zerre daha ilâve ediyorum. Gerek Eğirdir’de, gerek burada bazan zihnime birşey gelir ve kendisiyle hayli meşgul ettirir. Hemen ilk mektubunuzda benim zihnimi işgal eden bu şeyin cevabını bulurum.Haşiye [dipnot] Bu birde, beşte kalmadı, çok taaddüt [birden fazla olma] etti. Onun için diyorum ki, keramet-i Kur’âniyedendir. [Kur’ân’ın kerameti]

İkinci mesele, güzel ve ilmî bir ders olmakla beraber bir cihet daha hatıra geliyor. Hizbü’ş-şeytanın avanesi tâ buralardan dolaşarak sahte ve şaşırtıcı

109

hareketlerle arkadan çevirmek istemeleridir. Bu sebeple şifâhâne-i Kur’ân’ın anahtarı, inâyet-i İlâhiyle elinde bulunan sevgili Üstadımızın bu zehirlere de ilâç yetiştirmesi ve silâhhâne-i Kur’ân’dan aldığı acip silâhlarla mübareze [karşı koyma] etmesi nev’inden güzel ve bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] üslûpla ve harika temsilâtla [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] bulunuşu hakikaten şâyân-ı menn ü şükrandır. Allah sizden çok razı olsun.

Üçüncü mesele, hakikaten çok güzel, çok hoş, çok vâzıhtır. [açık] Bu meseleyi beş noktaya ayırmakla sanki İslâmın beş rüknünü [esas, şart] hatırlatmış, selâmet [huzur] için beş esası göstermişsiniz. Hem bunu dostlarınıza ve kalben sizden birşey bekleyenlere, sual-i mukaddere [gelecek, gelmesi beklenen soru] cevap nev’inden kaleme almışsınız. Fakat hüsn-ü zanna [güzel düşünce] mesağ veriyorsunuz. Niyetle me’cur ve faide-mend olacağını ihtar ediyorsunuz. Sâil [soru soran] buna da razı. Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfı [bölüm, kısım] zâten bu derde ilâç vermekte, bu yaraya merhem vurmakta ve bu arzuya çare bulmaktadır.

Sözler’le kuvvetü’z-zahr olduğunuz mü’minler, bataklıktan çıkardığınız mütehayyirler, [hayrete düşen] ayılttığınız sarhoşlar, iade-i şuur ettirdiğiniz divaneler, şu zamanda Kur’ân’dan iyi mürşid olamayacağına inandırdığınız hakikaten müştak [arzulu, aşırı istekli] insanlar, ilzam [susturma] ettiğiniz münafıklar, mülhidler, [dinsiz] hattâ kaçırdığınız şeytanları her gözü olan ve bakan gördü, akıldan nasibi olan anladı, kalbi bozulmayan inandı. Bu azîm muvaffakiyâtın [başarılar] sırrı, acz yolunun rehberi olan Kur’ân’ın ve Nurların dellâlının [davetçi, ilan edici] gösterdiği hakikî acze karşı Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] ihsanındadır. [bağış]

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ 1 âyet-i celilesine [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet] istinaden, her ne matlubunuz [istek] varsa Kur’ân’dadır. Buna muvaffak olmak için, Nurlarla alâkadar olmak, Kur’ân’a hâdim [hizmetçi] olmak, Allah’a karşı haddini ve acz-i tam içinde bulunduğunu anlamak ve bütün mevcudiyetiyle kabul etmekle olur diye mütemadiyen mü’minleri bu kestirme, selâmetli ve saâdetli yola çağıran

110

Üstadımızdan Allahü Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] Hazretleri ebeden razı olsun. Dünyevî, uhrevî bütün muradlarını hasıl etsin. Ümmet-i Muhammed’e bağışlasın. Âmin bihurmeti Seyyidi’l-Mürselîn.

Duanızın cümlemiz muhtacı ve duanızda bulunmak hepimizin borcudur. Sabri Efendi kardeşimiz ne güzel takdir etmiş; mâşâallah, mâşâallah! Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet, bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünkü edebiyat satılmıyor, Kur’ân’dan nurlar gösteriliyor. Bu fakir kardeşiniz bu Sözler’i okuduğum zaman Üstadımı temsil eder bir hal alıyorum. Tâbiratınızla, şivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif edemem. Onun için bir harfe dokunmayı azîm bir günah işliyorum telâkki [anlama, kabul etme] ediyorum. Bazan verdiğiniz salâhiyetin [yetki] manevî kuvvetiyle namınıza olarak bir harfin yerini değiştiriyor veya kaldırabiliyorum. İşte bendeki telâkki [anlama, kabul etme] ve tesir bu mahiyettedir.

Bu mektubu müsvedde ettiğim vakit tam bu anda müezzin minarede “Allahu Ekber” demişti. Ben de “Allahu Ekber (Celle Celâlühü)” ile mukabele [karşılama; karşılık verme] etmiştim. Bu hal, işteki kudsiyete [kutsal, kusursuz ve yüce] açık bir işaret değil mi?

Dördüncü hususî mesele: Eski Said lisanıyla da olsa ne kadar muvafık istimal-i [çalıştırma, vazifelendirme] silâh ediyorsunuz, bârekâllah! [“Allah ne mübarek yaratmış”] Mânevî taşlarınız وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ رَمٰى 1 âyet-i kerîmesinde işaret buyurulduğu üzere hedeflerine isabet ettiğine kaniim. [inanmış, tatmin olmuş] Allah böylelerinin şerlerini kudret kılıcıyla kessin. Böylesi hâin ve zâlimleri Kahhâr ismine tevdi ederiz. Hizmette füturum yok; fakat mânilerin hadd [yetki] ü pâyânı yok. Fakat dünyayı sırtıma yükleseler, her tarafımı ateşle sarsalar, bu ulvî düşünceme mâni olamazlar. Amma buna gönül razı değil, çok şeyler arzu ediyor. Ne çare, nefis ve cin ve ins şeytanları

111

müthiş topuzlarla karşıma dikildiklerinden, ister istemez mücadeleye mecburum, hakikî hizmetten geri kalıyorum. Buna ne kadar müteessif [eseflenmiş, üzgün] olsam azdır.

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 1

 Hulûsi

• • •

– 64 –

Altı sene bana kemâl-i sadakatle, [tam bir bağlılık] hasbî olarak hizmet eden ve harika olarak benim gibi bir asabî adamı hiçbir vakit gücendirmeyen ve müsvedde kâtipliğini daima yapan Süleyman Efendinin fıkrasıdır. [bölüm]

Efendim Hazretleri,

Evvelâ mübarek ellerinizi öper, mukaddes dualarınızı beklerim. Fakir hademeniz ve talebeniz ve kardeşiniz olan Süleyman, şimdiye kadar telif [kaleme alma] olunan mübarek Nurları birer birer mütalâa ederek her birisinden ayrı ayrı ve büyük nurlu güneş gibi ışıklar gördüm ve çok büyük istifade ettim. O nurlar uhrevî yolumu irae ettiler. Allah sizden razı olsun. Âhiret yolunda bulunan çok noksanlarımı gösterdiler, teşekküründen âcizim. O Nurları temsil ve tasvir edecek kudreti kendimde görmediğimden, ruhumu yoklayarak hissiyat-ı kalbiyemi şöyle tasvir etmeye-min gayri haddin-cür’et eyleyeceğim. Hatâ vâki olursa da affımı istirham ediyorum.

Efendim, görmüş olduğum Risale-i Nur deryâsındaki lezzet ve saâdetin dünyada hiç emsalini göremediğim gibi, kendi vicdanî muhakemem neticesinde kat’iyen [kesinlikle] anladım ki, o risaleler herbiri başlı başına ve ayrı ayrı birer tefsir-i Kur’ân‘dır. [Kur’ân tefsiri] Mahlûkat içerisinde hilkaten insan şeklinde ve hakikat noktasında insaniyetten

112

sukut [alçalış, düşüş] eden ve serâpâ [tepeden tırnağa, baştan aşağıya] mânevî yaralar içinde bulunan insanlara bu Nurların mütalâası serî, şifalı bir ilâç ve yaralarına gayet nâfi [faydalı] bir tiryak [derman, ilaç] ve merhem olduğunu ufacık karihamla anlayabildim. Bu Nurların kıymetini zaman gösterecek ve dillerde destan [hikâye, kıssa; kahramanlık hikâyeleri, şiirler] olarak şark ve garbı [batı] gezecek itikadındayım. [inanç] Ve inşaallah [Allah dilerse] Avrupa’ya karşı dahi Kur’ân’ın ne kadar parlak bir güneş olduğunu gösterecektir.

Tekrar ellerinizi öperek, duanızı isterim, efendim hazretleri.

Talebeniz

 Süleyman

• • •

– 65 –

Şu fıkra [bölüm] aklen Hulûsi, kalben Sabri, vicdanen Hüsrev hükmünde olan Re’fet Beyin mektubudur.

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

Bu defa Süleyman Efendi vasıtasıyla Yirmi Beşinci Sözü, tashih olunmak üzere huzur-u âlinize takdim ediyorum. İ’câz-ı Kur’ân elhak bir şâheserdir. İhtiva ettiği hayret-bahş hakaik [doğru gerçekler] itibarıyla âsâr-ı âliyenizin en mühimmidir. Mu’cizât-ı Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] okudum. Çok mükemmel ve ruha ulviyet ve inkişaf [açığa çıkma] bahşeden çok kıymettar bir eserdir. Şu kadar ki, mu’cizat-ı Ahmediyenin [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] en büyüğü Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] olduğuna göre, i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] ruhumda husule [meydana gelme] getirdiği tebeddülât [başkalaşma, değişme] ve münderecatından ettiğim istifade çok azîmdir. Bu eserinizle

113

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ 1 âyet-i celilesinin [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet] muhtevî olduğu şümul[kapsam] ve pek azametli olan maânî-i ulviye ispat edilmiş oluyor. Bugünkü terakkiyat-ı fenniye ve ihtirâât-ı beşeriyyeyi kendi mahsulât-ı fikriyeleri [fikir ve düşüncelerle ortaya konulanlar; düşünce ürünleri] addeden ve bir hazine-i hakaik [gerçeklerin hazinesi] olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] mühmel [başıboş, ihmal edilmiş] bırakarak Avrupa’dan ilim ve irfan [bilgi, anlayış] dilenciliği yapan ve akıllı geçinen gafiller, beşerin dünyevî ve uhrevî saâdetini temin edecek maâliyat ve desâtir-i muazzamayla memlû [dolu] bulunan bu âsâr-ı muhteşemeyi bir nazar-ı insaf [insaf bakışı] ve bir teyakkuz[uyanıklık] ârifâne ile mütalâa etselerdi, dalmış oldukları hâb-ı gafletten pek çabuk uyanacaklardı. Fakat, heyhât, bizler arpa ambarı içinde açlıktan ölen tavuklara benzeriz. Elimizde bir mecmua-i hakâik dururken ona karşı göz yumar ve başkalarından istiâne [yardım dileme] ederiz.

İ’câz-ı Kur’ân’ın yüksekliği hakkında ne yazsam azdır. Kalemim onu tavsiften [bir sıfatla niteleme] âcizdir. Kudret-i kalemiyem olsaydı, hakkını vermeye çalışırdım; olmadığı için âcizâne olarak sözümü kesiyorum. Kemâl-i hürmetle [tam bir saygı] mübarek ellerinizden öper ve hizmet-i Kur’ân’da sâbit olmam hakkındaki duanızı talep ve istirham ederim, efendim.

 Re’fet

• • •

114

– 66 –

Binbaşı merhum Âsım Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Envâr-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın nurları] mizan [ölçü] ve burhanlarından [delil] ve kıymeti takdir edilemeyen Sözler namındaki risale-i şerifeler fakiri ihyâ [diriltme, hayat verme] ediyor, kalbimi nurlandırıyor.

هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1 Çoktan beri aramakta iken, lehü’l-hamd, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Sözler’i bu fakire ihsan [bağış] buyurdu. Kalb ve gönlüme âciz kalemim ve kàlim tercüman olamıyor.

 Âsım

• • •

– 67 –

Bahtiyar kardeşim Hüsrev,

Şu Risale2 bir meclis-i nuranîdir ki, Kur’ân’ın şu münevver, [aydın] mübarek şakirtleri, [öğrenci] içinde birbiriyle mânen müzakere ve müdavele-i efkâr [fikir alışverişi] ediyorlar. Ve yüksek bir medrese salonudur ki, Kur’ân’ın şakirtleri [öğrenci] onda herbiri aldığı dersi arkadaşlarına söylüyor. Ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hazine-i kudsiyesinin sandukçaları [küçük sandık] olan Risalelerin satıcı ve dellâllarına [davetçi, ilan edici] muhteşem ve müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir dükkân ve bir menzildir. Herbiri aldığı kıymettar mücevheratı [kıymetli taşlar] birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor. Bârekâllah, [“Allah ne mübarek yaratmış”] sen de o menzili çok güzel süslendirmişsin.

Said Nursî

• • •