BARLA LAHİKASI – Yirmi Yedinci Mektup ve Zeyilleri 1-53. Mektuplar (56-98)

56

Yirmi Yedinci Mektup ve Zeyilleri [ilave, ek]

Otuz Üçüncü Sözün Yirmi Yedinci Mektubudur ki, Mektubatü’n-Nur’un birinci muhatabı olan Hulûsi Beyin hususî mektuplarından, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] hakkındaki takdiratını gösteren fıkralardır. [bölüm]

Yirmi Yedinci Mektubun ikinci kısmı olan “Zeyl“i [ek] dahi, elhak bir Hulûsi-i Sâni olan Sabri Efendinin Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] hakkındaki takdiratını gösteren hususî mektuplarındaki fıkralardır. [bölüm] 1

• • •

57

Şu Risale,1 bir meclis-i nuranîdir ki Kur’ân’ın şu münevver, [aydın] mübarek şakirdleri, [talebe, öğrenci] içinde birbiriyle mânen müzâkere ve müdâvele-i efkâr ediyorlar.

Ve yüksek bir medrese salonudur ki, Kur’ân’ın şakirdleri [talebe, öğrenci] onda herbiri aldığı dersi arkadaşlarına söylüyor.

Ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hazine-i Kudsiyesinin sandukçaları [küçük sandık] olan Risalelerin satıcı ve dellâllarına [davetçi, ilan edici] muhteşem ve müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir dükkân ve bir menzildir. Herbiri aldığı kıymettar mücevheratı [kıymetli taşlar] birbirine ve müşterilerine orada gösteriyor.

Said Nursî

• • •

58

– 1 –

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْكَۤائِنَاتِ اَبَدًا * 2

Hulûsi’nin birinci fıkrasıdır. [bölüm]

Eyyühe’l Üstâdü’l-Muhterem!

Kendilerini fakir ve hakir görmekte zevk alan zevât-ı âliye gibi değil, belki olduğu gibi görünmek isteyen ve “talebem, kardeşim, biraderzadem” [kardeş çocuğu, yeğen] ünvanlarıyla taltif [güzellikle muamele etmek] buyurduğunuz bendeniz, hakikatte mânen düşkün bir vaziyette ve cidden duanıza muhtaç bir haldeyim. Serâpâ [tepeden tırnağa, baştan aşağıya] nur olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hak ve hakikatini, bu asır insanlarının, bilhassa fırak-ı dâllenin gözlerine sokacak derecede, bazı Kur’ân lemeâtının [Lem’alar isimli eser] zahir olmasına murad-ı İlâhî [Cenâb-ı Hakkın isteği, arzusu] taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmiş ve bu emr-i mühimme, felillâhilhamd, [Allah’a hamdolsun] muhterem Üstadımız vasıta olmuştur.

İşte, hiç ender hiç [hiç içinde hiç] olan bu talebeniz de, yine lütuf ve fazl [cömertlik, fazladan nimet verme] ve inâyet-i İlâhî [Allah’ın yardımı] ile bu âli [yüce] memuriyetini ifâ eden aziz ve muhterem hocasına ve Hazret-i Kur’ân hesabına pek cüz’î [ferdî, küçük] bir hademelik yaptırılmıştır. Bundan dolayı ne kadar şükretsem azdır; fahre [gurur, övünme] zerre kadar hakkım yoktur. Belki şu hademelikte yapmış olmaklığım muhtemel hatîât [hatalar] ve kusurattan [kusurlar] dolayı affımı niyaz ve istirham ediyorum. Fena şahsiyetimi târif eylemekliğim gerçi mânâsızdır. Fakat mürâsele ve mülâkatta [buluşma, karşılaşma] bu babda pek çok büyük iltifatlarınızı gördüğümden mütehassıl hicap

59

sevkiyle ufak bir tasdîde [rahatsız etme, baş ağrıtma] bulundum. Son iki mektubunuzda sual buyurulan hususa cevap vermekliğim ısrarla emir buyuruldu.

سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا 1 Fakat bu ağır suale, acz ve fakrın en müntehâsında [bir şeyin en uç noktası] bulunan bu kardeşiniz hak ve hakikate muvafık ve mutabık bir cevap verebilmek için inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve kerem-i İlâhî [Allah’ın ikramı] ve meded-i ruhaniyet-i Peygamberîye iltica eyledi. Şöyle ki:

Mübârek Sözler şüphesiz Kitab-ı Mübînin [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] nurlu lemeâtıdır. [Lem’alar isimli eser] İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber, küll [bütün] halinde kusursuz ve noksansızdır. Beşerin her tabakası kendi fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] anlayışları nisbetinde onlardan hisse-mend ve faide-mend olurlar. Şimdiye kadar tenkit olunmaması, her meslek ve mezhep ve meşrep [hareket tarzı, metod] ehline hoş gelmesi ve mülhidlerin [dinsiz] dil uzatamayıp ebkem kalmaları, kanaatimizin sıhhatine delâlet etmeye kâfidirler.

Vazifenizin bitmediğine dair düşünebildiğim burhanlar: [delil]

Evvelâ: Bid’atların [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] çoğaldığı bir zamanda ulemânın sükût etmemeleri lâzım geldiğine dair beyan buyurulan hadîsteki emir ve zecir. [azarlama, sakındırma]

Saniyen: [ikinci olarak] Peygamberimizin ittibâına [tâbi olma, bağlanma] mükellef olduğunuzdan, onlar gibi müddet-i hayatınızca [hayat süresi] vazifeye devam mecburiyeti olduğu.

Salisen: [üçüncü olarak] Madem bu hizmet münhasıran reyinizle [fikir, düşünce] değil, istihdam [çalıştırma] olunuyorsunuz; nasıl Mübelliğ-i Kur’ân, Fahr-i Cihan, Habib-i Yezdân sallâllahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri birgün اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ 2 ْ

60

ferman-ı celîlini [Cenab-ı Allah’ın yücelerden gelen fermanı] tebliğ buyurmakla aynı zamanda vazife-i risaletinin [peygamberlik görevi] hitâmına [son] remzen [ince işaret] işaret eylemişti. Muhterem Üstadın da hizmeti kâfi [yeterli] görülürse, bildirilir kanaatindeyim.

Rabian: [dördüncü olarak] Sözler hakkında bugüne kadar sükût edilmesi ve tenkide cür’et edilmemesi, ilâ nihâye bu halin devam edeceğine delil olamaz. Hal-i hayatınızda muhtemel hücumlara evvelen ve bizzat zât-ı fâzılaneleri cevap vereceksiniz.

Hamisen: [beşinci olarak] Dünyayı unutmak isteseniz, başka hiçbir sebep olmasa dahi, yalnız bu mübarek Sözler’le rabıta [bağ] peydâ eden insanların rica [ümit] edecekleri izahatı vermek isteyecek ve cevapsız bırakmayacaksınız.

Sadisen: [altıncı olarak] Allah için sizi sevenlere ve sizden istizahta bulunanlara yazdığınız pek kıymetli yazılarla meclis-i ilminizde takrir [yerleştirme] buyurduğunuz mütenevvi [çeşit çeşit] ve Sözler’e bile geçmeyen mesâil [meseleler] kat’iyetle gösteriyorlar ki, ihtiyaç da, hizmet de bitmemiştir.

Birkaç mâruzât: Nurlu Sözler’i cemaate okumak nasip olduğu zamanlarda, bende bazı hissiyat hasıl oluyordu; şurada arza müsaadenizi rica [ümit] edeceğim.

Evvelâ: Muhterem Üstadıma mâruzatta [arz edilen şey, istek, rica] [ümit] bulunmak için kalemi elime aldığım zaman, ruhumda büyük bir inkişaf [açığa çıkma] hissediyor ve ihtiyarsız [irade dışı] kalemim o andaki muvakkat [geçici] duygularıma tercüman olduğunu görüyorum.

Saniyen: [ikinci olarak] Şöyle düşünüyordum: Eğer yalnız adüvv-i [düşman] ekber olan nefsin hilesinden ve cin ve ins ve şeytanların mekrinden emin olayım diye herkes başını karanlığa çekse ve kendisi kûşe-i nisyana çekilse veya çekilmek istese ve âlem-i insan [insan âlemi] ve âlem-i İslâm [İslâm âlemi] mühmel [başıboş, ihmal edilmiş] kalacak, kimsenin kimseye faidesi olmayacak bir zaman olsa; ben din kardeşlerime bu nurlu hakikatleri iblâğ edeyim de, Allahü Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] nasıl şe’n-i ulûhiyetine yaraşırsa öyle muamele eylesin. Nefsimi düşünmekten kat’-ı nazar etmeyi yine o zamanlarda çok faideli görüyordum. Bundaki hikmet nedir?

61

Salisen: [üçüncü olarak] Esmâ-i Hüsnâdan [Allah’ın en güzel isimleri] Rahmân ve Rahîm isimleri en âzam mertebede olduklarından mı, yoksa başka sebep ve hikmetle mi بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 1 kelimesi içine dahil olmuşlardır? Bu da şu mektubu yazarken kalbime geldi, ben de soruyorum.

Aziz ve muhterem Üstadım, sizin vücudunuza yalnız bizler değil, bütün âlem-i İslâm [İslâm âlemi] muhtaçtır. Çünkü, mü’minlerin imanına kuvvet veren, gafilleri uyandıran, dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşenlere râh-ı hidayeti gösteren, hükemâ-yı felâsifeyi beht [şaşkınlık] ve hayrette bırakan Kur’ân-ı Mübînden [hak ve hakikatı açıklayan Kur’ân] nebean ve lemeân eden o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] Sözler’in vücuduna vasıta oldunuz. Hemen Cenâb-ı Erhamürrâhimîn [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] aziz Üstadımızı sıhhat ve âfiyette dâim ve ümmet-i Muhammed üzere kaim [ayakta duran] buyursun. Âmin, bihürmeti Seyyidi’l-Mürselîn.

 Hulûsi

• • •

– 2 –

Risale-i Nur mektuplarından bu mektubunuzun bendeki tesirlerini hülâsaten [esas, öz] arz edeyim:

Sıhhat ve âfiyetinizin devamı, şükrümü; bu gibi mesâilin [meseleler] hallini isteyenlerin vücudu, ümidimi; nazarımda ilim sayılacak herşeyi sizden öğrendiğim için, bu vesileyle hakikat sahasındaki malûmâtımı; hasbe’l-beşeriye fütur [usanç] hâsıl oluyorsa, şevkimi; hasta bir talebeniz olduğumdan Kur’ân’ın eczahanesinden verdiğiniz bu ilâçlarınızla sıhhatimi, matbaha-i Kur’ân’dan intihap [seçmek] buyurduğunuz bu gıdalarla bütün hasselerimin [duyu] kuvvetini; hayatın beş derecesini de tâlim, mevtin [ölüm]

62

itibârî [özellik] bir keyfiyet olduğunu tefhim, [anlatma] idam-ı ebedînin [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] mutasavver [hayal edilen] olamayacağına kalbimi takvîm buyurduktan sonra, Allah için muhabbetin herhalde bu hayat derecelerinde de devam ederek hayat-ı bâkiyede [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] bâki meyvesini vereceğini işaret buyurmakla müddet-i hayatımı [hayat süresi] nihayetsiz arttırmaya sebep olmuştur.

Risale-i Nur’la ihdâ buyurduğunuz dualar, zaten hergün sevgili Üstadı düşünmeye kâfi [yeterli] gelmektedir. Kur’ân’ın nihâyetsiz füyuzâtından, [feyizler, mânevî bolluk ve bereketler] tükenmez hazinesinden inâyet-i Hakla edindiğiniz ve tebliğe mezun olduğunuz mânâları, cevherleri göstermekle, bildirmekle de bu biçare ve müştak [arzulu, aşırı istekli] talebe ve kardeşinize sonuna kadar ders vermek istediğinizi izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorsunuz ki, bu suretle de ebeden ve teşekkürle gözümün önünden, hayalimden ayrılmamaklığınız temin edilmiş olunuyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * 1

 Hulûsi

• • •

– 3 –

Muvasalatımın ilk gecesi pederimin misafirlerine tahsis eylediği odaya devam eden zevâta, mütevekkilen alâllah, akşamla yatsı arasında Risale-i Nur’u okumaya başladım.

Sevgili Üstadım,

Evvelce arzettiğim veçhile, [yön] ben artık birşey için yaşadığımı zannediyorum. O da, Üstadım olan dellâl-ı Kur’ân’ın vazife-i memure-i mâneviyesini ifâda kendilerine pek cüz’î [ferdî, küçük] bir yardım ve Kur’ân hesabına cüz’î [ferdî, küçük] bir hizmetkârlıktan ibarettir. Orada bulunduğunuz müddetçe Hazret-i Kur’ân’dan hakikat-i iman [iman gerçeği] ve İslâm hesabına vaki olacak istihraç [çıkarma] ve tecelliyattan mahrum bırakılmamaklığımı hassaten istirham ediyorum.

63

İnşaallah, müstecap olan duanızla Allahü Zülcelâl, [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] Risale-i Nur hizmetinde ümit ve arzu ettiğim neticeye vasıl, merhum ve mağfur Abdurrahman gibi âhir nefeste iman ve tevfik [başarı] ve saadet-i bâkiyede [sonsuz mutluluk, âhiret hayatı] iki cihan serveri [reis, baş] Nebiyy-i Ekremimiz Muhammedeni’l-Mustafa (sallâllahu teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimize ve siz muhterem Üstadımın arkasında ve yakınında komşuluk vermek suretiyle âmâl-i hakikiyeye nâil buyurur.

Risale-i Nur gerçi zahiren sizin eserinizdir. Fakat nasıl ki, Kur’ân-ı Mübîn [hak ve hakikatı açıklayan Kur’ân] Allah’ın kelâmı iken Seyyid-i Kâinat, Eşref-i Mahlûkat [yaratılmışların en şereflisi] Efendimiz nâsa tebliğe vasıta olmuştur; siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azîmin nurlarından bugünün karma karışık sarhoş insanlarına emr-i Hak‘la [Allah’ın emri] hitap ediyorsunuz. Öyleyse, O Hakîm-i Rahim, size bu eseri yaptırtan o Nurları ayak altında bıraktırmaz. Elbette ve elbette fânilerden, belki de hiç ümit edilmediklerden sahipler, hafızlar, ikinci, üçüncü, hattâ onuncu derecede mübelliğler, [tebliğ eden, bildiren] naşirler [yayınlayan] halk buyurur itikadındayım. [inanç]

 Hulûsi

• • •

– 4 –

Evet, İslâmiyet gibi bir âli [yüce] tarîkım, acz ve fakrı Allah’a karşı bilmek gibi bir meşrebim, [hareket tarzı, metod] Seyyidü’l-Mürselîn gibi bir rehberim, Kur’ân-ı Azîmüşşan [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] gibi bir mürşidim, bir dakikada mertebe-i velâyete [velâyet mertebesi] erişmek gibi ulvî bir netice almak mümkün olan askerlik gibi bir mesleğim var.

Üstadım bana ve dinleyen her zevi’l-ukule, “Tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Beş vakit namazını hakkıyla edâ et; namazın nihayetindeki tesbihleri yap; ittibâ-ı sünnet [Peygamberimizin sünnetine tabi olmak] et; yedi kebâiri [büyük günahlar] işleme” dersini vermiştir. Ben

64

gerek bu derse, gerek Risaletü’n-Nur’la [elçilik, peygamberlik] verilen derslere, Kur’ân’dan istinbat [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] buyurarak gösterdiği hakikatlere karşı Allah’ın tevfikiyle [başarı] can ü dilden belî dedim, tasdik ettim ve bana böylece hakikat dersini veren bu zâta da ömrümde ilk defa olarak Üstad dedim. Hatâ etmedim, isabet ettim.

 Hulûsi

• • •

– 5 –

Bu kere irsal [gönderme] buyurulan Mektubâtü’n-Nur zeyilleri, [ilave, ek] emsâli gibi hoş, güzel ve bedîdir. Eserlerin Nur ism-i azîminin tecellîsi olduğuna, ihtiyaca ve hâl-i âleme [dünyanın şimdiki hâl ve vaziyeti] göre yazdırıldığına bence asla şüphe kalmamıştır. Bunu küçük bir misalle teyid etmek isterim. Mülhidler [dinsiz] çok ileri gidiyorlar. Meselâ: . . . ilâ âhir. [sonuna kadar]

İşte bu ahmakların hezeyanına [boş söz, saçmalama] ve her nevi iğfallerine [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ve zahiren süslü lâflarına kanmayarak, iman ve itikatlarında [inanç] sâbit-kadem olmaları için erbab-ı imana kuvvet ve zümre-i tuğyana kahr [mahvetme, yok etme] ve şiddetle ders-i ibret [ibret dersi] verecek pek münasebetli sözler, mevzuu bahis âsârda [eserler/asırlar] ayân-beyan görülmektedir.

Hayfâ ki, bu nurlar şimdilikHaşiye lihikmetin pek mahdut [sınırlanmış] sahada ve ancak mü’minler içinde neşredilebilir.

اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ 1* اِنَّ اللهَ مَعَ الصَّابِرِينَ * 2

 Hulûsi

• • •

65

– 6 –

Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfını [bölüm, kısım] da Hakkı Efendi kardeşimizle merak ve dikkatle okuduk. Cidden çok âli [yüce] mefhumu [anlam] var. Tavsife [bir sıfatla niteleme] bu âcizin kudreti olsa, belki bu ikinci nokta için pek ziyade rahatsız etmeye cesaret ederdim. Heyhat ki, diğer hususatta olduğu gibi, bunda da sıfrü’l-yed bulunuyorum. Yalnız hulûs [halis, paklık] ve sâfiyetle ve kısaca derim: Belki diğer bütün Sözler’in daha fevkinde [üstünde] parlayan bir necm-i nur-efşândır.

(Doktordan Mirâcı nasıl bulduğunu sordum. Doktor Kemal [fazilet, olgunluk] der: “Eserin pek büyük kıymetini takdir etmek için İslâm olmaya bile lüzum yok, insan olmak kâfi” cevabını verdi.)

 Hulûsi

• • •

– 7 –

Bizler ki, Elhamdü lillâhi teâlâ, âhiret kardeşiniz, Kur’ân hizmetinde âciz hizmetkârınız, esrar-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’daki sırlar] beyanında, eşşükrü lillâhi [ezelden ebede bütün şükürler ancak Allah’adır] teâlâ, “Ashâb-ı Kehf” gibi musahibiniziz. [sohbet eden, arkadaş] Liyâkat ve kifâyetimizin çok fevkinde [üstünde] mahzâ bir lütuf ve inâyet-i Samedânî olarak talebeniz bulunuyoruz. Bundaki niam-ı Sübhaniyeye hamd ve şükürden âciz bulunuyoruz.

 Hulûsi

• • •

– 8 –

Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfını, [bölüm, kısım] Ramazan hediyesini ikmale [tamamlama] muvaffak oldum. Tevfîk-i Hüdâ yoldaşım olursa, diğerlerini de inşaallah [Allah dilerse] emir

66

buyurduğunuz müddette yazarım. Bu kadar kıymetli ve nurlu Sözler’in en hüsün[güzellik] hat ile ve hattâ altınla yazılması lâyık ve muktazi [gerekçe] iken, hasbe’l-kader bu biçare kardeşinizin perişan ve belki ancak okunabilir, hatâlı hattıyla yazılması da, hamd ve şükrümü artırmaya vesile oluyor ve her vasıtayla aldığım meserret-bahş selâm ve iltifâtât-ı fâzılânelerinin ve herbiri Risale-i Nur’a bir zeyil [ilave, ek] ve tefsir ve haşiye [dipnot] makamındaki cihan-değer emirnâme-i ârifânelerinden maddeten dûr bulunacağımdan dolayı çok müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olacağım.

Fakat mânevî ciheti böyle düşünmüyorum ve nerede bulunursam bulunayım, inâyet-i Bâri ile aldığım dersi dinletecek bir muhatap bulmaya çalışacak ve neşr-i hakikat [iman hakikatlerinin yayılması, yazılı olarak insanların eline ulaştırılması] yolunda acz ve fakrıma bakmayarak, duanızla elimden gelen her çareye başvuracağım için mütesellî [teselli bulan] oluyorum.

Yalnız, dünyevî vazifelerle uğraşmak ise, fıtraten hoşlandığım ve hakaikine [doğru gerçekler] meclûb olduğum nurlu Sözler’le iştigalime [meşgul olma, uğraşma] kısmen mâni oluyor. İşte buna müteessifim; [eseflenmiş, üzgün] fakat elimden birşey gelmiyor. Her geçen gün dünyanın fenâ ve fâni yüzünü daha ziyade üryanlığıyla [çıplak] göstermekte ve bu hayatta bâki ve sermedî [daimi, sürekli] hayat için birşey kazanılmadan geçen vakitlere teessür [üzülme, etkilenme] hasıl ettirmektedir. Sureten [görünüş itibarıyla] ayrıldığımıza o kadar müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] değilim. Bilhassa sevgili Üstadın son dersi, bu fâni dünyanın en zevkli halinden pek çok yukarı derecede bir bâki hayat olduğunu kat’iyetle müjde etmektedir.

 Hulûsi

• • •

– 9 –

Gönül isterdi ki, o muazzam Sözler’e sönük yazılarımla biraz uzun cevap yazayım. Fakat buna muvaffak olamıyorum. Kabiliyetimin azlığı, istidadımın [kabiliyet]

67

kısalığı, iktidarımın noksanlığıyla beraber uhdeme verilmiş olan birkaç maddî vazifelerin taht-ı tesirinde [tesiri altında] dimağım [akıl, beyin] meşgul ve adeta meşbû olduğundan, o mübarek cevherlerinize mukabil âdi boncuk bile ibraz edemeyeceğim.

Biliyorsunuz ki, çok ifadelerimde sizi taklit ettiğim birinci sebebi, merbutiyet-i [bağlı] hâlisânemin; ikinci sebebi, kudret-i kalemiyemin kifayetsizliğidir. [yeterli olma] Fakat mübarek Yirmi Dördüncü Sözde misali geçen fakir gibi, ben de derim: Ey sevgili Üstadım, gücüm yetişse, elimden gelse bütün o nurlu Sözler ayarında kelimelerden mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] cümlelerle size mâruzatta [arz edilen şey, istek, rica] [ümit] bulunmak isterim. Fakat biliyorsunuz ki, yok. Niyetime göre muamele buyurunuz.

 Hulûsi

• • •

– 10 –

Eser, emsâli gibi nurlu ve hikmetlidir. İnşaallah, temenni buyurduğunuz vecihle [yön] ümmet-i Muhammed’in içtimaî [sosyal, toplumsal] ve pek mühim bir yarasına kat’î devâ olur. Doğrudan doğruya nur-u Kur’ân [Kur’ân nuru] olan mübarek Sözler’in kast ve işaret edilmek istenildiğini arz ettim ve makam-ı tasdikte şimdiye kadar kendisine birkaç Sözü de okudum ve imkân buldukça da okuyacağım. Lâyüadd ve lâyuhsâ niam-ı Sübhâniyesine mazhar [erişme, nail olma] olduğum Allahü Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] Tebareke ve Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine hamd ve şükürden âciz, isyanla âlûde [bulaşmış, karışmış] iken, zât-ı üstadâneleri bizi izn-i Rabbaniyle o mübarek münevver [aydın] Sözler’le irşad [doğru yol gösterme] edip zulmetten nura çıkardınız.

68

Taharrî-i hakikatle [gerçeği araştırma, inceleme] ömür geçirirken, mukadderat [Allah tarafından belirlenmiş olaylar] bu âsi biçareyi de beş sene evvel Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinden Muhammedü’l-Küfrevî Hazretlerine doğru açılan tarîk-i Nakşibendîye idhal [dahil etme, içine alma] eylemişti. Sonra, muvakkat [geçici] bir küsuf [güneş tutulması] neticesi olarak yol kaybolmuş, zulmet [karanlık] ve dikenler içinde kalınmış iken, nurlu Sözler’inizle zulmetten nura, girdaptan selâmete, felâketten saadete çıktım.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1 ferman buyuruyorsunuz ki: İmanı kurtarmak zamanıdır. Ale’r-re’si ve’l-ayn.

 Hulûsi

• • •

– 11 –

Bu defa bu biçare talebesine ihsan [bağış] ettiği hediyeyi, gıyabî muhiblerinden [Allah’ı seven] Fethi Bey ismindeki komşumuzla okuyorum. Baştan başa mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in en büyük mu’cizesi] ilân eden On Dokuzuncu Mektubun tahsisen bendelerine irsali, [gönderme] yeniden hayata avdet [geri dönme] etmiş kadar müessir olmuş ve mütalâası rikkat [acıma] damarlarımı tahrik ederek hayli ciddî gözyaşı akıtmaya vesile olmuştur.

 Hulûsi

• • •

– 12 –

Ruhu, feza-yı kâinatta [uzay] beyne’l-ecram seyr-i serî ile seyahat ettirecek tarzda tulû [doğma] eden manzume-i hakikat, bilhassa bizler için büyük mazhariyettir.

69

Tarîk-i Nakşî [Buharalı Muhammed Bahaüddin Nakşibendi Hazretleri tarafından kurulan, gizli zikre dayanan tarikat] hakkındaki fıkraya [bölüm] mukabil “tarîk-i acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür”ün hesabına tulû [doğma] eden fıkra [bölüm] da pek çok kıymetli bir cevherdir. Bu Sözler altınla yazılsa lâyık iken nâkıs [eksik] hattımla istinsah [kopyasını çıkarma] ettim. O halde kıymeti, âciz bir talebenizin yadigârı olmasındadır.

 Hulûsi

• • •

– 13 –

Saniyen: [ikinci olarak] Şu zaman-ı isyan ve tuğyan [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] ve küfranda [inançsızlık, inkâr] mahz-ı inâyet ve lûtf-u Hak olan, ümmet-i İslâmiyeyi [İslâm ümmeti, Müslümanlar] hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] sevk ve irşada memur edilen zât-ı hakîmânelerini, [herşeyi bir maksat ve gayeye yönelik olarak hikmetle yapan Zât, Allah] bütün ümmet-i Muhammediyeyi [Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar] olduğu gibi, bu âcizi de nurlu Sözler’le tarîk-i nura irşad [doğru yol gösterme] buyurduğunuzdan dolayı hürmet ve minnetle daim yâd eder, dünyevî ve uhrevî muratlarınızı hasıl eylemesini Rahîm, Kerîm [cömert, ikram sahibi] olan Allahü Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] Hazretlerinden abîdâne niyaz ve istirham eylerim.

 Hulûsi

• • •

– 14 –

Kardeşimin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Ellerinizi öper, duanızı isterim. Dünyadan dargın, nefsinde âciz olan Abdülmecid’e güzel bir üstad, ulvî bir mürşid olacak yeni eserleriniz geldi. Lâfzî [ifade, kelime] bir

70

üstadı kaybettimse de, mânevî müteaddit [bir çok] mürşidleri buldum diye kendimi tebşir [müjdeleme] ettim. Hakikaten irşad [doğru yol gösterme] edecek nurlu eserlerdir. Allah çok razı olsun.

 Abdülmecid

• • •

– 15 –

Yine Hulûsi’nin

Evet, mütesellî [teselli bulan] olduğum iki cihet var. Biri: elimizdeki mübarek Sözler vasıtasıyla daima sohbet-i mânevîde bulunduğumuz. Diğeri: muhabbetimizin inâyet-i Bâri ile “hubb-u fillâh” mertebesinde olduğuna imanımızdır. Binaenaleyh, size benim bugün ve yarın en büyük hediyem: Verdiğiniz dersi, namınıza olarak vekâleten alâ kadri’l-imkân mü’minlere tebliğ eylemek ve Allah’ın verdiği hakikî muhabbeti ebeden taşımak ve buna mukabil Erhamürrâhimîn [merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah] ve Ekremü’l-Ekremîn, Ahsenü’l-Hâlıkîn, [daha güzel] Rabb-i Rahîm [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] ve Kerîm [cömert, ikram sahibi] Hazretlerinden, hakikî muhabbetin Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfında [bölüm, kısım] izah buyurulan neticesine mazhar [erişme, nail olma] buyurulmaktır. İman-ı tahkikî yolunda buluştuğumuz Hakkı Efendiyle niyetimiz hakka, sıdka, [doğruluk] ihlâsa iştirakimiz muhakkaktır.

 Hulûsi

• • •

– 16 –

Bu mektubunuzdaki sualle ve en son yazılmış olan Otuz İkinci Sözle münasebet ve müşabehet [benzeme] nev’inden bu defaki arîza-i cevabiyem üç vakfeli oldu.

Demek oluyor ki, Risale-i Nur mânevî bir güneş, herbir Söz muhtelif kadirlerden

71

nuranî yıldızlar ve Otuz İkinci Söz üç mevkıfı [bölüm, kısım] ile bu yıldızların hepsinin üstünde parlayan ve enzar-ı dikkati [dikkatli bakışlar] hâh-nâhâh üzerlerine celb [çekme] eden hâlis nurdan vücuda gelmiş birinci kadirden pek nurlu, erbab-ı imana gülümseyen, ahzâb-ı dalâlete haşmetle bakan, gözlerini kör eden, erbab-ı gafleti uyandıran pek haşmetli, çok nurlu birinci kadirden bir kevkeb-i nevvârdır. Ne yapayım, talebenizin dili bu kadar dönüyor. Yoksa bu sönük ifade o mübarek Sözler için sarf edilmek lâyık olmadığını biliyorum.

Bizden Üçüncü Maksadın tesirini sual buyuruyorsunuz. Biz Hakkı Efendiyle ittifaken deriz ki:

İçindeki hakikatler cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez; içinde lüzumsuz birşey yok, zararlı bir kayıt mutasavver [hayal edilen] değil. Dikkatle dinleyenler, Allah tevfik [başarı] verirse, imanını kurtarabilirler. Bu hakaikle [doğru gerçekler] Avrupa ehl-i dalâletine [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] de meydan okunur fikrindeyiz. Bu kabil [mümkün] dalalet [hak yoldan sapkınlık, inançsızlık] ve gaflette olanlar ya mübarezeden [karşı koyma] mağlûp olurlar, ya ulviyeti [yüce] hissedip tegayyüb ederler, yahut Ebu Cehil [bilgisizlik] gibi hakikati kabul etmemekte inat ederler veya dehşetlerinden kulaklarını kapayıp kaçarlar, fikir ve kanaat ve imanındayız. Sözler’i dinleyenlerin bir sükût-u mestî göstermeleri, izhar-ı hayret eylemeleri, kudretleri derecesinde takdiratta bulunmaları, herhalde düşündüğümüze kuvvet verir bir keyfiyettir; ümit ve tahminimizi tasdik ediyor.

 Hulûsi

• • •

– 17 –

Niyetim büyük, tevfik [başarı] Hüdâdan. Yalnız oda cemaatimize Yirmi Beşinci Söze kadar okudum. Ve inşaallah [Allah dilerse] devam edeceğim. Emrinize tebean ve duanıza binaen fütur [usanç] getirmiyorum. Maddî vazifem oradakinden daha ağırdır. Fakat her

72

umurumda [emirler] Allah’a istinad ettiğim için, ümitsizliğe düşmüyorum. Oradan ayrıldıktan sonraki füyuzattan [feyizler, mânevî bolluk ve bereketler] istifade etmeyi cân [cinler] ü yürekten arzu ediyorum. Nâtamam kalan Otuz İki ve Otuz Üçüncü Sözlerin de itmâmına muvaffak olmanızı eltâf-ı İlâhiyeden [Allah’ın lütufları, ikramları] niyaz eylerim.

 Hulûsi

• • •

– 18 –

Ben burada inşaallah [Allah dilerse] emanetçi olduğum Sözler’i inâyet-i Hakla ve duanız berekâtıyla lâyıklı kulaklara duyurabileceğimi ümit ediyorum. Üstadım, müsterih olunuz, bu Nurlar ayak altında kalamazlar. Onları Dellâl-ı Kur’ân’dan enzâr-ı cihana vaz eden Hâlık [her şeyi yaratan Allah] (Celle Celâluhu) bizim gibi kimsenin ümit ve tahayyül [hayal etme] etmeyeceği âciz insanlarla bile neşir ve muhafaza ettirir. Bu işi ben sa’yimle, [çalışma] kudretimle kazandım diyen huddâm o gün görecekler ki, o mukaddes hizmet, zahiren ehliyetsiz görünen, hakikaten çok değerli diğerlerine devredilmiş olur kanaatindeyim. Bu sebeple oradaki kardeşlerimizden Risale-i Nur’la çok alâkadar olmalarını rica [ümit] etmekteyim.

 Hulûsi

• • •

– 19 –

Risaletü’n-Nur, [Risale-i Nur] Mektubatü’n-Nur’un mütalâası, tahrir [yazı, yazı yazmak] edilmesi, başkalara neşir ve tebliğe alâ-kadri’l-istitâa çalışılması gibi emr-i hayr-i azîme havl [güç] ve kuvvet-i Samedanî ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve lûtf-u Rabbânîyle [Allah’ın lûtfu] muvaffak olduğum zamanlar ki, bu evkatta [vakitler] evvelen ve bizzat bu fakir istifade, istifâza, istiâne [yardım dileme] etmiş oluyor; bu

73

itibarla mezkûr [adı geçen] saatleri çok mübarek tanıyor, firakına [ayrılık] acıyor, o yaşayışın devamını, tekrarını, kesilmemesini ez-can ü dil arzu ediyorum.

Fakat ne çare ki, iğtinam edebildiğim kısacık vakitlerde zihnimi safîleştirip Nurların karşısına, dolayısıyla Kur’ân’ın mu’cizeleri mecmuasına ve aziz, muhterem Üstadımın medresesine ve ol Seyyidü’l-Kevneyn Peygamberimiz Efendimiz (a.s.m.) Hazretlerinin ravza-i saadetlerine ve nihayet Rabbü’l-Âlemîn [âlemlerin Rabbi olan Allah] Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin huzur-u lâmekânîsine çıkıyorum. Bu sebeple cidden “O Nurlarla iştigal [meşgul olma, uğraşma] etmediğim zamanlar, keşki enfâs-ı [daha yararlı] ma’dude-i hayattan olmaya idiler” diyorum.

 Hulûsi

• • •

– 20 –

Geçen hafta muhtelif iki cemaate Yirmi Dördüncü Mektubun Birinci ve İkinci Zeyillerini [ilave, ek] okudum. Dinleyenler hayran ve bu fakir de o parlak i’câz-ı Kur’ân‘dan [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] adeta gaşyoldum. Bu eserinizi Risale-i Nur ve Mektubatü’n-Nur’un en münevverleri [aydın] safında mütalâa ediyorum. Bugün Cuma idi. Komşumuz Fethi Beye on bir ve on üç numaralı Sözler’i okudum. Dünyevî işlerden tahlîs-i nefîsle iğtinam edebildiğim vakitlerde, o mübarek nurlu pencerelere koşuyorum. Ruhî ve mânevî gıdamı almaya ve bulabildiğim böyle bir muhatabı da hissedar etmeye çalışıyorum.

 Hulûsi

• • •

74

– 21 –

Yirmi Altıncı Mektubu büyük sevinçle aldım. Defaatle, dikkatle, merakla, muhabbetle, lezzetle okudum ve neticede, “Duanız olmazsa ne değeriniz var?” ferman buyuran Zât-ı Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] ubudiyetle [Allah’a kulluk] intisabım [bağlanma, mensup olma] hasebiyle ve abdiyetin [kulluk] tazammun [içerme, içine alma] ettiği lisanla, kemâl-i acz [tam anlamıyla âcizlik] ve fakr ve şevkle, tamamen hasbî, bütün mânâsıyla Allah namına, bütün vuzûhuyla ehl-i iman [Allah’a inanan] ve Kur’ân nef’ [fayda] ve hesabına olan maddî, manevî, zahirî, bâtınî, dünyevî, uhrevî hidemâtınızın [hizmetler] mükâfatını lütuf ve kerem-i bînihayesine münasip bir tarzda ihsan [bağış] ve ikram buyurmasını ve zât-ı Üstadânelerini her iki cihanda aziz etmesini ol Hâlık-ı Rahîm [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] ve Kerîm [cömert, ikram sahibi] Hazretlerinden abîdâne tazarru [dua, yakarış] ve niyaz eyledim. Ümidim اُدْعُونِىۤ اَسْتَجِبْ لَكُمْ 1 fermanının tecellî edeceğindedir.

Muhterem Üstad,

Zaten sizin, biz biçarelerden beklediğiniz yalnız dua değil mi? Mübarek Sözler hakkında şimdiye kadar mektuplarımda mevcut olan ihtisâsâtımı nâtık, [konuşan] sönük ifadâtımı Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] takriz yapmak hususundaki niyet-i Üstadânelerine birşey demeye hakkım yok. Fakat benim o perişan ifadelerim, güneşin yanına mum yakmak kabilinden [gibisinden, türünden] olacak ve muhtemelen hakikatteki sönüklüğüne rağmen o Nurların komşuluğundan, âyinedarlığından hisse-mend olarak nisbî [göreceli] bir parlaklık arz edebilecektir.

75

Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] müstemileri arasında, Sultan Abdülhamid’in devrinde Kerbelâ’da senelerce müderrislik [medrese âlimi, hoca, profesör] hizmetinde bulunmuş olan Hacı Abdurrahman Efendi namında 88 yaşında bir hoca vardır. Her defaki mütalâadan büyük memnuniyet göstermekte, “Çok istifade ettim, Allah razı olsun” demekte ve çok dua etmektedir. Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü Mebhasını [bahis, kısım] gayr-ı ihtiyarî muhtelif rütbede mühim zâtlara okudum. Hepsi “Çok doğru, çok güzel” dediler.

Evet, bu fakir çok tecrübe ettim ve yakîn hâsıl ettim ki, وَقُلْ جَۤاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ 1 (ilâ âhiri’l-âye) âyetinin lâyemut [ölümsüz] mu’cizesi vardır. Bu defaki mektupları birkaç defa muhtelif küçük cemaatlere okumak nasip oldu. Bunların birinde mühim bir âlim de vardı. Cümlesi hayret ve takdirlerini izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiler. Benim fikrime gelince:

Bütün Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] ve Mektubâtü’n-Nur, ihtiyac-ı zamana göre her sınıf erbab-ı din ve hattâ, müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] muannid [inatçı] olmamak şartıyla, dinsizleri bile ilzam [susturma] ve ikna edecek derecededirler. Fakat—dünya bu—sevk-i menfaat, hırs-ı câh, küfür ve inat, gaflet ve kesel, şirk ve dalâl [hak yoldan sapkınlık, inançsızlık] gibi ilâçsız hastalıklara tutulanlar için, bu Nurlara karşı göz yummak, görse bilse kabul etmemek, gördüğünü inkâr etmek, hak ve hakikati reddetmek gibi divanelikler istib’ad [akıldan uzak görme] edilemez. Malûm-u fâzılâneleri, Allah’ın şu muvakkat [geçici] misafirhanesinde insan suretinde hayvanları eksik değildir. Bu Nurlar intişar [açığa çıkma, yayılma] etseydi, elbette böylelerinin bugün istidlâlen [delil getirme, akıl yürütme] dermeyan edilen divanelik hezeyanları [boş söz, saçmalama] da açık olarak görülürdü.

 Hulûsi

• • •

76

– 22 –

Şu fıkra [bölüm] kardeşim Abdülmecid’indir.

Bu eserler bütün sınıflara ve cemaatlere daima mazhar-ı takdir [takdire şayan [layık, yaraşır] olan] oluyor. Kim görse istihsan [beğenme, güzel bulma] eder. Tenkide mâruz olacak eserler değil. Fakat derecât-ı takdir, derecât-ı fehim [anlayış dereceleri] gibi mütefavit [birbirinden farklı] ve müteaddittir. [bir çok] Herkes derece-i fehmine [anlayış derecesi] göre takdir edebilir.

 Abdülmecid

• • •

– 23 –

Hulûsi Beyin selefi, [önce gelen, önceki, yerine geçilen] yirmi altı yaşında vefat eden biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] Abdurrahman’ın, vefatından bir-iki ay evvel yazdığı mektuptur.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ * 2

Ellerinizden öper, duanızı dilemekteyim. Sıhhat haberinizi, irşad [doğru yol gösterme] edici olan Onuncu Söz risalenizle beraber Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] Efendi vasıtasıyla aldım; çok teşekkür ederim. Evvelce gerçi emrinize muhalefet ederek muhterem ve değerli amcamdan ayrıldığıma pişman olmuş isem de ve itâbınıza müstehak olmuş isem de, bu da mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] imiş. Ve Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] emir ve iradesiyle ve belki de bizim için hayırlı olduğu için oldu. Binaenaleyh, ben cehalet sâikasıyla [sevk eden, sürükleyen] bir kusur yaptım ve belâsını da çektim. Bundan sonra çekmemek için affınızı rica [ümit] ve duanızı dilerim.

Aziz mamo!3 Şunu da şurada arz edeyim ki: Himaye ve himmetiniz [ciddi gayret] sayesinde, din ve âhiretime dokunacak ef’âl [fiiler, davranışlar] ve harekâttan kendimi muhafaza ettim ve

77

etmekte berdevamım. [soğuk] Gerçi dünyanın değersiz çok musibetlerini gördüm ve çektim ve birçok da lezâiz [lezzetler] ve safâsını [gönül hoşnutluğu] gördüm, geçirdim. Hiçbir vakit ve hiçbir zaman unutmadım ki, bunların hepsi hebâ [boş, faydasız] olduğu ve dünyanın Allah için olmayan lezâiz [lezzetler] ve safâ[gönül hoşnutluğu] neticesi zillet [alçaklık] ve şedid [şiddetli] azap olduğu ve dünyada Allah için ve Allah’ın emir buyurduğu yollarda çekilen ve çekilmekte olan mezâhim neticesi, sonu lezzet ve mükâfat verildiğini bildiğim ve iman ettiğimden, fenâ şeylerin irtikâbından [yapma, işleme] kendimi muhafaza edebildim. Bu his ve bu fikir ise, terbiye ve himmetinizle [ciddi gayret] zihnimde ve hayalimde yer yapmıştır. Hakikat böyle olduğunu bildiğim için bütün meşakkatlere şükürle beraber sabretmekteyim.

Şimdi amcacığım ve büyük üstadım,

Habîs olan nefsimle mücadele edebilmek ve onun hevâî [nefsine boyun eğen, nefsinin zaafları [zayıflık, güçsüzlük] doğrultusunda hareket eden] ve bilâhare elem verici olan arzularını yapmamak ve dinlememek için teehhül etmek mecburiyetinde kaldım ve şimdi artık her cihetle Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] lütuf ve keremiyle [cömertlik] rahatım. Kimsenin dediğini, şer ise duymamazlığa gelir ve kimseyle, fenâ hasletleri [huy, karakter] kapmamak için ihtilât [birbirine karışma] etmemekteyim. Dairede müddet-i mesâiden hariç zamanlarımı kendi evimde Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrüyle geçiriyorum. Bundan başka, ey amca, sizden sonra şimdiye kadar en çok beni ikaz ve fenâ şeylerden men eden, üstad-ı âzam ve mürşidim olan bu âyet-i kerimeden duyduğum ve hissettiğimdir:

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلٰۤى اَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَۤا اَيْدِيهِمْ وَتَشْهَدُ اَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ * 1

Ve öyle biliyorum ki, o gün de pek yakındır.Haşiye [dipnot] 1

اَلل ٰهُمَّ لاَتُخْرِجْنَا مِنَ الدُّنْيَا اِلاَّ مَعَ الشَّهَادَةِ وَاْلاِيمَانِ * 2

duam bu ve itikadım [inanç] böyledir ve böyle de iman ederim.Haşiye [dipnot] 2

78

اٰمَنْتُ بِاللهِ وَمَلٰۤئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالٰى وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ

 Haşiye مُحَمَّدًا رَسُولُ الل * 1

 Biraderzadeniz

 Abdurrahman

• • •

– 24 –

Demek Onuncu Söz onun hakkında bir mürşid-i hakikî hükmüne geçmiştir ki, birden onu derece-i velâyete çıkararak şu üç kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] söylettirmiştir. Benden sekiz sene evvel ayrılmış. Onuncu Söz eline geçmiş, mektubun başında söylediği gibi çok azîm istifade edip sekiz sene zarfında aldığı kirleri onunla silmiştir. Hattâ tayyedilmiş, mektubunun diğer bir parçasında Onuncu Sözün şevkinden demiş: “Yazdığın Sözler’in hepsini bana gönder, kendi hattımla herbirisinden otuzar nüsha yazar ve yazdırırım. Tâ intişar [açığa çıkma, yayılma] edip kaybolmasın.” İşte böyle bir kahraman vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] kaybettim. Ruhuna elfatiha.

Said Nursî

• • •

79

Yirmi Yedinci Mektup’un Zeyli [ek] ve İkinci Kısmı

– 25 –

 Hulûsi-i Sânî ve büyük bir âlim olan Sabri Efendinin fıkralarıdır. [bölüm]

Meb’us-u Âlem aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz Hazretlerinin insanları hayrette bırakan ve cüz’î [ferdî, küçük] şuûru olana iman-ı kâmil [mükemmel iman] bahşeden, fevkalhad ve hârikulâde mânen bin envâ-ı mu’cizat-ı Ahmediyeyi ihtiva eden ve pek âli [yüce] ve azîm kıymeti müsbet [isbat edilmiş, sabit] ve müsellem [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] bulunan On Dokuzuncu Mektubun dördüncü cüz’ünü, nazar ve teveccüh-ü fâzılânelerinde min-gayr-ı haddin vekilleri bulunduğum mûmâileyh Hulûsi Beyefendiye irsal [gönderme] kılınmak üzere istinsaha [kopyasını çıkarma] başlamıştım.

Bin mu’cize-i Muhammediye münderic [yerleştirilmiş] olan On Dokuzuncu Mektup, mukaddemen [evvel, önce] dahi arz edildiği vecihle, [yön] arzumun fevkinde [üstünde] pek ziyade ulvî ve nuranî mebâhis [bahisler, konular] ve vekâyi-i risalet-meâbiyeyi beyan ve müjdeyle ruh ve kalb-i âcizîyi bahâr-ı âlem gibi gül ve gülistanlığa çevirmiştir. Bu hususta kalben hisseylediğim duygulardan mütevellid ve lâzımü’l-arz medh ü senâyı gayet parlak bir tarzda arzetmek, ehass-ı emelim ise de, maalesef söylemekten âciz bulunduğumu beyanla iktifa [yetinme] ediyorum. Yalnız şu noktayı hissettim ki:

O vekâyide siz cismen değilse de, fakat ruhen, Server-i Kâinat [kâinatın reisi; Hz. Muhammed (a.s.m.)] Efendimiz Hazretleriyle beraber idiniz tasavvur ediyorum. Zira o vekayi-i mezkûrenin

80

künyesiyle, mevkiiyle, an’anesiyle kat’iyen [kesinlikle] müşahede ve ol vecihle [yön] nakil ve tahrir [yazı, yazı yazmak] buyurduğunuza kani [inanmış, tatmin olmuş] ve kailim. [inanmış]

On Altıncı Mektubu Atabey’e giderken götürdüm. Ekseri noktalar bir kısım ihvânı [kardeşler] ağlattı. Ve amcazâdem Zühdü [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] Efendi, On Altıyı okuyunca, “Şimdiye kadar bilmediğim ve görmediğim nuranî ve pek kesretli [çokluk] sürur-u mânevîyi ihtiva eden bir pencere bugün kalbimde açıldı. Şu pencereden hâsıl olan netâyici yazmak iktidarımın fevkinde [üstünde] ise de, avn-i İlâhîye dayanarak bir arîzayla arz etmek ehass-ı emelimdir. Nihayetsiz selâm ve hürmetlerimi tebliğe tevessülünüzü [genişleme, yayılma] rica [ümit] ederim” dediler.

 Sabri

• • •

– 26 –

Gönül ister ki, hemen Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] umumunu yazıversem de mâmelekimde [sahip olunan herşey] bulunan dürr-i [inci] yektâları [eşsiz] istidadım [kabiliyet] nisbetinde mütalâaya başlasam.

Otuz Birinci elmas külliyatını avn-i Hak ve inâyet-i ekremîleriyle iki gün evvel ikmale [tamamlama] muvaffak oldum. Ahmed [çokça medhedilen, övülen] kardeşime ait derkenarı [anlama, algılama] tefhim [anlatma] ettim. Biraz okur ve Onuncu Sözü istiyor; fakat bu Söz kıymet-i mâneviye itibarıyla mevcudattan [var edilenler, varlıklar] ağırdır. İ’caz-ı Kur’ân’ın ikinci cüz’ünü hemen hitam [son, sonuç] buldurmak üzereyim. Fakat müştak [arzulu, aşırı istekli] bulunduğum Otuz İkinci Sözü dahi lütuf buyuracak olursanız, hasıl olacak memnuniyetimi bir vecihle [yön] arz etmekten âciz kalacağım. Çünkü, bu gibi kıymettar ve mânidar eserleri işittikten sonra görmek iştiyakı [arzu, istek] gittikçe artıyor ve bu tabiattan bir türlü kendimi men edemiyorum.

 Sabri

• • •

81

– 27 –

Bu defa istinsahına [kopyasını çıkarma] muvaffak olduğum nurlu Yirmi Dokuzuncu Sözde, [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] melâike [melek] denizlerinde sefâin-i Kibriyâya yapışarak seyrân ederken ve beşerin hatâ-savap işlediği ef’âli, [fiiler, davranışlar] kat’î olarak umumî yoklama defter-i kebîrinde okunacağını, nef’ [fayda] ve zarar hiçbirşeyin mektûm bırakılmayacağını şiddetle ihtar eden bekà-i ruh [ruhun devamlılığı] âlemini temâşâ ederken; matlab-ı âlâ [en yüksek hedef, en çok istenen şey] ve maksad-ı aksâ olan ba’s ve mahkeme-i kübrânın [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] ahkâmını [hükümler] kable’l-vuku makam-ı istimâda [dinleme makamı] dinlerken ve bilhassa “Medarlar” [kaynak, dayanak] merdivenlerinden âlî [yüce] makamlara mânevî suud [yükselme] ederken, hele Onuncu Medar [kaynak, dayanak] ve Üçüncü, Dördüncü Meselelerde deniz dalgıçları gibi deryâ-yı mâneviyatta dalıp yüzerken, o kadar envâr-ı hakaik-i [hakikat nurları] kibriyâya [azamet, büyüklük] ve ezvâk-ı letâif-i ulyâya müstağrak [dalmış, kendinden geçmiş] oldum ki, arz ve ifadeden âcizim.

 Sabri

• • •

– 28 –

Müşrik ve münkirleri [Allah’a inanmayan] mağlûp ve ilzam [susturma] eden ve son sistem malzeme-i cihadiye-i vahdâniyeyi hâvi [içeren, içine alan] ve câmi, kuvvet ve resâneti çelik, kıymet ve ehemmiyeti elmas ve cevâhir [cevherler, özler] ve akik [çoğunlukla kırmızı renkte olan bir süs taşı] bir kal’a-misâl [kale] olan Otuzuncu Sözü istinsaha [kopyasını çıkarma] muvaffak oldum.

 Sabri

• • •

82

– 29 –

Sözler sayesinde şu bir seneyi mütecaviz [aşkın] bir müddetten beri şevkle taallüm, [öğrenme] inâyetle [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] tefeyyüz, [feyizlenme] tergible [istek uyandırma, şevklendirme] tenevvür, [aydınlanma, nurlanma] hâhişle telezzüz, [lezzet alma] işaretle tahallûk, tedriçle tekemmül [mükemmelleşme] tarikinde ilerlemeye sâî bulunduğum bu muayyen müddetin bir gününe, sabıkan [bundan önce] geçirmiş olduğum umum hayatımın bile mukabil olamayacağı kanaatindeyim.

 Sabri

• • •

– 30 –

İkinci bir Sabri olan Ali Efendinin bir fıkrasıdır. [bölüm]

Sözler öyle hâzık [mesleğinde ihtisas sahibi, uzman] bir doktordur ki, gözsüzlere hidayet-i Hakla göz, ve kalbsizlere inhidam[yıkılma, harab olma] kat’iyeye uğramamış ise, kalb ve şuurunda çatlaklık yoksa tenvirle [aydınlatma] düşünceye sevk, ve “nereden, nereye, necisin?” [pis] suâl-i müşkilin halliyle insanlığın iktiza [bir şeyin gereği] ettiği insaniyeti bahşediyor.

 Ali

• • •

– 31 –

Yine Sabri’nin.

Sözler namında olan bahr-i muhît-i Nurda iki seneyi mütecaviz [aşkın] bir zamandan beri seyr ü seyahatimin [hareket etme ve gezme] semere ve neticesini görüp bilmek hususunda şimdiye kadar zemin ve zaman müsait olmadığından, sermaye-i ticaretimin ne derecelere çıktığında, daha doğrusu bir ticaret edinebildim mi, yoksa edinemedim mi, mütereddit [kararsız, şüpheli] ve mütehayyir [hayrete düşen] idim.

83

Hamden lillâh, bu şehr-i rahmet ve mağfirette, [bağışlama] inâyet-i Rabbaniye ve muavenet-i Peygamberîye ve himemat ve daavât-ı Üstadâneleri berekâtıyla sermaye-i ilmiye-i evveliye-i bendegânemin yüzde doksan dokuz derece yükseldiğini fehmettim. O menâbi-i ilmiye ve temsilât-ı hakikiye, meclislerimi o kadar tezyin [süsleme] ve tenvir [aydınlatma] etmektedir ki, arz etmekten âcizim. Beşerin pek ziyade ayağını kaydıran şu asırda, gayetle harika ve fevkalhad cihazat ve malzemeyi neşreden Nur fabrikasından her nevi teçhizatı almak farz olduğunu bilip, her türlü senâ ve sitâyişe bihakkın [gerçek anlamıyla] sezâ [layık] ve lâyık bulunan ve hiçbir suretle riyâya hamli imkânsız olan müessese [kurulmuş] sâhib-i âzamına, ne derecelerde ifâ-yı şükran ve arz-ı minnetdarî eylesem, yine hakkıyla vazife-i zimmetime edâ etmiş olamayacağım.

 Sabri

• • •

– 32 –

Çoktan beri ruh-u kemterânemin son derece müştak [arzulu, aşırı istekli] bulunduğu ve herbir kelimesi birer elmas mahzeni [depo] olan şu Yirmi Sekizinci risale-i pür-nurlarını, lehü’l-hamd, kıraat ve istinsaha [kopyasını çıkarma] muvaffak oldum. Şu altın-misal hurufattan [harfler] mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] elmas menbaının [kaynak] derece-i kıymet [kıymet derecesi] ve rağbet ve ehemmiyetini arz ve ifade hususunda—mübalâğa olmasın—mümkün olsaydı, şu risale-i kıymetdarînin hakaik-i nâmütenâhîsini muvazzıh ve câmi birçok kelimatın [ifadeler, sözler] vaz ettirilmesine çalışacaktım ki, hakikat lâyıkıyla ifade edilsin. Zira Hâlık-ı Âlem [âlemin yaratıcısı Allah] Hazretleri, şu

84

mükevvenâtı [yaratılmışlar, bütün varlıklar] halk ve icad ve herbirini birer vazifeyle tavzif [görevlendirme] ve ecel-i âlemin hulûlünde, [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] mes’uliyet noktasında bu dünyada acz ve fakr ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve ihtiyacını fehm [akıl, zekâ, anlama kabiliyeti] ve idrâk ederek, kavânin-i ezeliye ve desâtir-i Rabbaniyeye imtisâl [emre uyma, bağlanma] ve ittibâ [tâbi olma, bağlanma] edenlere, şu mevzuu bahis Cennet gibi bir nimetle i’zaz edecek ve alelhusus Cennette en büyük nimet, cemâl-i bâ-kemâl-i Rabbaniyeyi müşâhede [görülen, seyredilen] ve müşerrefiyet-i uzmâ olduğundan, şu fâni âlemdeki herşey binnetice Cennete nâzır ve hayran olduğu ve şu hakaikin [doğru gerçekler] menbaı [kaynak] olan Furkan-ı Mübîn ve Kur’ân-ı Azîmin ebvâb-ı müteaddidesini fetih ve esrar-ı gûnâ-gûnuna ıttıla [anlamak, bilgi sahibi olmak] ile derya-yı hakaike dalmak herkese müyesser olmadığından, [kolaylıkla elde etme] beş sual ve beş cevap miftah-ı hakikîsiyle o künûz-u mütenevvia kapılarını açıp pek yakından ve kemâl-i sarahatle gösterilmesi ciheti, değil bu abd-i âcizin kàsır [eksik, noksan] aklı, belki oldukça yüksek zekâlara mâlik olanların bile takdirine hakkıyla şâyan olduğunu kail [inanmış] ve kaniim. [inanmış, tatmin olmuş]

 Sabri

• • •

– 33 –

Kemâl-i ulviyet ve kıymet-i bînihayesini arz ve ifadeden âciz bulunduğum şu Sözler’deki âli [yüce] ve azîm üslûp ve gayeler, bu abd-i pürkusuru ihyâ [diriltme, hayat verme] ve adeta “ba’sü ba’del-mevt” haline getirdi ve “Siyah Dutun Bir Meyvesi” namıyla müsemmâ, [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] Avrupa meftunlarına [aşık] endaht edilen altın topun elmas güllelerini gördüm, hayran oldum.

 Sabri

• • •

85

– 34 –

Yirminci Mektubu yazarken vaktimin adem-i müsaadesi cihetiyle çabuk yazmaya fazlaca sa’y [çalışma] ettiğimden, sathî [sığ, yüzeysel] bir nazar ve kıraat edildi. Derince düşünüp zihnimde takarrur [karar bulma] ettiremedim ise de, müsaade-i fâzılâneleriyle şu hakikati arza ictisar ediyorum ki, bu mektub-u azîmü’l-mefhum, şimdiye kadar tesyâr buyurulan umum Nur Risalelerinin, [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] hülâsatü’l-hülâsa [özetin özeti] zübdesi [en seçkin kısım, öz, tereyağı] ve menba’-ı amîki olduğuna müşahedemle beraber, tafsilât [ayrıntılar] ve teşrihat [ayrıntılı ve detaylı açıklamalar] hususunda dahi zevi’l-akıl olanlar için, ibare-i Arabiyle tahrir [yazı, yazı yazmak] buyurulan ve yedi fıkra-i mânidar ve Türkçe meallerinde münderiç [içine konulmuş, yerleştirilmiş] olduğuna kanaat-i kâmilem mevcut bulunduğunu arz ile başkaca bir arzu daha uyandırdı ve dedim:

Âh, Hudâ-yı Müteâl ve Vâhibü’l-A’mâl ve’l-Âmâl Hazretleri tevfikat-ı [başarı] Samedanîsini ihsan [bağış] buyursa da, Üstad-ı Âlîkadrimden fenn-i ilm-i kelâmı taallümle [öğrenme] tefeyyüz [feyizlenme] edebilsem, dedim ve bu arzu kalb-i bendelerîde ile’l-ebed merkûz kalacaktır ki, bu da kıymet-i bîpâyânını hissedip ulviyet ve kudsiyetini [kutsal, kusursuz ve yüce] hakkıyla ifadeden âciz bulunduğum Yirminci Mektub-u mergûbdan mütevelliddir.

 Sabri

• • •

– 35 –

Hele Birinci Sözde besmelenin derece-i ehemmiyeti [önem derecesi] ve suret-i temsiliyesi şâyân-ı takdir [takdire lâyık] ve hayrettir. Öteden beri her kitabın iptidasında [başlangıç] Besmele, Hamdele, Salvelenin zikrinin vücubu, [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] hocaefendilerimiz tarafından beyan edilmişse de, bu

86

gibi nefsi iskât [susturma] edecek bir temsil işitilmediğinden, bu derece zihinde takarrur [karar bulma] ve temerküz [bir merkezde toplanma] etmemişti. Şu temsil, Besmele Sözü olan Birinci Sözde ne kadar musîb [isabet eden, isabetli] ve mânidar olduğunu insan olan takdir eder.

 Sabri

• • •

– 36 –

Üç kitaptan Yirminci Sözü ilk defa okudum. Habl-i metîn-i İlâhî ve kanun-u mübîn-i Rabbânî olan Kur’ân-ı Azîmüşşânda, [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] şu son asırda vücuda gelen ve Frenklerin medar-ı iftiharları [övünç kaynağı] bulunan tahtelbahir, [denizaltı] tayyare ve saire gibi eşyaya, bin üç yüz küsur sene mukaddem [evvel, önce] işaretle ifade edildiğini öğrenerek Kitab-ı Mübînin [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] mazi [geçmiş] ve müstakbelden [gelecek] vermekte olduğu ihbarat-ı gaybiye ve sadıka ve beyanat-ı harika, dost ve düşmanı meftun [aşık] ve hayretlerde bıraktığı cihetle, bir kat daha i’câz-ı Kur’ân‘ı [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] ispat ve teyid etmiştir. Yirmi Üç ve Otuzuncu Sözlerin baş taraflarından üçer, beşer sayfa okuyabildim. Mahzen [depo] ve medfen-i mücevherâta rasgelmiş bir fakir gibi hangi cevheri alacağımı harîsâne [çok aç gözlü, çok hırslı] düşünüyorum.

 Sabri

• • •

– 37 –

Bahr-i mu’cizât, Fahr-i Kâinat [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.)] Efendimiz Hazretlerinin “şu sisli asırda paslı ruhlarımızı tenvir [aydınlatma] ve tesrir eden” ve “sâik-i hayat-ı ebediyeleri bulunan” On Dokuzuncu Mektubun beşinci cüz’ünü alarak, üçüncüsünü iade ettim. Fahr-i Kâinat [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.)] Efendimizin mu’cizâtından olan, parmaklarından su akıtarak orduya içirmesine dikkat ederek derin bir tefekküre daldım. O sırada kalemim boya şişesinde idi. Yazmak vazifeme muvakkat [geçici] bir fasıla verecektim. Kalemimi tuttum,

87

mürekkebiyle [yazı için kullanılan sıvı] yerinde koymamak için kalemdeki mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bitinceye kadar bir iki kelâm daha yazayım da öyle bırakayım dedim. Başladım, yarım sahife yazdım, kalemden boya kesilmedi. Bundaki hikmeti düşündüm, kalem kurudu. Sonra birçok defalar kalemi dikkatle boyaya batırarak yazdım, tecrübe ettim. Yarım satır, nihayet bir satıra kâfi [yeterli] gelebildi. Bu da Hatib-i Bağdadînin فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ 1 sırrındakiHaşiye tefekküründen mütehassıl vâkıayı andırır bir tekid-i [kuvvetlendirme] i’câz-ı Nebevîdir, dedim.

 Sabri

• • •

– 38 –

Evvelce takdim kılınan arîzalarımdaki tabirat [tabirler, ifadeler] ve elfâz-ı tâzimiyem niçin hak olmasın? Zira şu kıymettar ve ehemmiyet-i nâmütenâhiyeyi ihtiva ve âleme berk-i hâtıf [göz kamaştıran şimşek] gibi satvet-i [güç, ezici kuvvet] mâneviye ve hakikiyesini emsâli gibi ilâm ve ilân eden Yirmi Altıncı Mektub-u mergubu, yirmi günden beri muhtelif derecatta [dereceler] müntesibîn-i ilmiye mütalâa ettikleri halde, bugün tashihine lüzum görülen ve alet-ta’dad yirmi sekiz noktada tâdil ve ilâve buyurulan nukat-ı mühimme, kelimat [ifadeler, sözler] ve tâbirat-ı âliyeyi zâid [fazlalık] veya noksan diyebilecek bir kimse çıkmasın ve çıkmıyor.

Evet, şu asrın eşhâs-ı muzırrasına karşı ilân etmiş olduğu cihâd-ı mâneviyede müşahede edilen muvaffakiyet-i fevkalâdenin, o güruh-u hazele ve rezeleyi iskât [susturma] ve ilzam [susturma] ettiğini zerre kadar insafı ve iz’ânı [kesin şekilde inanma] ve insaniyette hazzı olanın ikrar ve itiraf ve tasdik etmesi, vecîbeden olduğu vareste-i rayb ve zunûndur. [kesinlik ifade etmeyen zanlar, tahminler]

 Sabri

• • •

88

– 39 –

Şu fıkra [bölüm] Şamlı Hafız Tevfik‘indir. [başarı]

Altın yaldızla yazılması lâzımgelen eser-i âlînizde, Resul-i Müctebâ aleyhi ekmelü’t-tehâyâ [daha mükemmel] efendimiz hazretlerine dil uzatan hâin-i bîdin olan mülhid [dinsiz] hâinlerin kuruyası dillerini, inâyet-i İlâhî [Allah’ın yardımı] ve ruhaniyet-i [ruh özelliği] Peygamberî ve şeriat kılıcıyla kesmeye muvaffak olduğunuz şu eser-i bergüzîdenizi Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ind-i İlâhîsinde ve nezd-i Peygamberîde kabul eylesin. Şefâat-i Nebeviyeye efendimi ve fakiri de nâil eyleyip, sancak-ı Muhammedî (a.s.m.) tahtında cümlemizi ihvanlarımızla [kardeş] beraber haşreylesin. [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] Âmin.

 Tevfik

• • •

– 40 –

Yine Sabri’nin.

Burak-ı tevfikle hakaik-i semâvâta râh-ı urûcu irâe ve tefhim [anlatma] için tanzim ve tasnif buyurulan ve herbir lem’a-i ulviyesi, aklî ve naklî binler âyât ve alâim-i imanı fevkalhad izah ve ispat eden ve bir mirkat-ı iman ve bir mir’ât-ı Vâcibü’l-Vücud ve’l-Mennân olan ve saray-ı dâr-ı bekanın elmas bir miftahı [anahtar] bulunan Yirmi İkinci bahr-i hakâikı inâyet-i İlâhiyeyle [Allah’ın inayeti, yardımı] istinsaha [kopyasını çıkarma] muvaffak oldum.

 Sabri

• • •

89

– 41 –

Şu fıkra, [bölüm] hakikî ve birinci bir kardeşimiz olan Hakkı Efendinindir.

Mükerreren [defalarca] mütalâa ve kıraat ederek, arş kadar yüksek eserleriniz hakkında mütalâa serdine, bir kelime hattâ bir nokta ilâvesine kendimde cür’et ve kudret bulamadığımdan dolayı, bu babda bir mütalâa dermeyanına imkân göremiyorum. Yalnız, çok yüksek, cihan kadar kıymettar mübarek eserleri okuyup, cehaletimiz hasebiyle idrak edebildiğimiz kadar istifade ve istifâzaya çalışarak müstefid [faydalanan, yararlanan] olabilmek, bizim için pek büyük bir nimettir.

 Hakkı

• • •

– 42 –

Yine Hakkı Efendinindir.

İşbu cihan-kıymet eserin mütalâasında nasıl bulduğumuz istifsar buyuruluyor. Dekaik-i hikmet [hikmet incelikleri] ve hakaik-i ilmiyeyle tezyin [süsleme] ve tarsin edilmiş olan yüksek eser hakkında bir mütalâa serd etmek, [getirmek, söylemek] bidâamın fevkindedir. [üstünde]

 Hakkı

• • •

– 43 –

Şu fıkra [bölüm] ikinci bir Sabri olan Hafız Ali’nindir.

Efendim,

Yirmi Beşinci Söz, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ferman-ı mübîni olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân [açıklamaları mu’cize olan Kur’ân-ı Kerim] için öyle bir vuzuh-u etemmi hâvi [içeren, içine alan] bir muarrif-i [tanıtıcı, tarif edici] hakikîdir ki,

90

bahr-i hakaikte [gerçekler denizi] seyr ü seyahat [hareket etme ve gezme] eden ve haricen çelikle mücellâ [parlatılmış, parlak] ve müstahkem ve dahilen elmas ve akikle [çoğunlukla kırmızı renkte olan bir süs taşı] müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] ve müberhen [delillerle ispatlanmış] ve menba-ı hakikîsi [hakkın ve doğrunun kaynağı] olan Furkan-ı Hakîm [doğru ile yanlışı birbirinden ayıran hikmetli Kur’ân] gibi, daima gençliğini ve resanetini, [sağlamlık] ziynet ve hüsnünü [güzellik] tezyid [artırma, çoğaltma] ve muhafaza eden ve hiçbir vecihle [yön] ahkâm-ı memdûhasına nakîsa getirmeyen, bir sefine-i semâviyenin mahsûlü olup, kalbleri kışırlanarak [kabuk] felsefenin çıkmaz çığırlarına sapan gafil ve âsilere şiddetle darbe-i müthişe ve mühlikesini çarpan o Söz, mutilere [itaat eden, emre uyan] lûtf-u dest-i mânevisiyle dünyevî ve uhrevî nihayetsiz mükâfatını ihsan [bağış] eden Cenâb-ı Hakkın, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zât-ı Üstadânelerine lütuf buyurduğu ve Vehhâb [çokça ve sürekli olarak ihsan eden ve bağışlayan Allah] ism-i celîlinden tulû [doğma] eden nurun lem’asıyla [parıltı] ziyalandırıp hakaik-i İlâhiyenin [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] zerrelerini bile pırlantalar gibi görüp ve gösteren Üstadımın hakâik [gerçekler, hakikatler] denizinde seyir ve seyahatleri esnasında isabet eden mevceler ki, yekdiğerini [bir diğer şey] müteakip herbirisi başlı başına bir mu’cize, hattâ bir katresi [damla] bile îcazıyla [az sözle çok mânâlar anlatma] i’câzını [mu’cize oluş] gösterdiğini gördüğümde, Mâşâallah, elhamdü lillâhi alâ nûri’l-iman ve hidâyeti’r-Rahmân cümle-i celîlesini lisanımda vird [devamlı yapılan zikir] ediyorum.

 Ali

• • •

91

– 44 –

Yine şu fıkra [bölüm] Sabri’nindir.

Nurları âlemi tenvir [aydınlatma] eden, kıt’a[dünyanın kara paçalarından her biri] küçük ve kıymeti pek büyük ve ulvî ve azîmü’l-meâl ve bizzat hatt-ı ekremîleriyle muharrer elmas risalelerini istinsah [kopyasını çıkarma] ve Yirmi İkinci Nur deryasına dalıyorum.

 Sabri

• • •

– 45 –

Şu fıkra, [bölüm] mühim bir talebe olan Seyyid Şefik’indir.

Şifahâne-i kalbinizden tulû [doğma] eden Otuz Üçüncü Sözünüzle otuz üç cihetten marîz olan kalb-i mecruhumuzu tedavi buyurmanızı bilhassa istirham eylerim.

 Seyyid Şefik

• • •

– 46 –

 İnşaallah Kur’ân’a büyük hizmet edecek olan Küçük Hafız Zühdü’nün [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] mektubudur.

Bugün istinsahına [kopyasını çıkarma] muvaffak olduğum i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] bu biçare talebenize bahşetmiş bulunduğu nihayetsiz füyûzat, mevte [ölüm] mahkûm ruhuma öyle bir tabib-i hâzık [işinin ehli olan doktor] ameliyatı yapmış ki, mübtelâ olduğum emrâz-ı kalbiyeyi [kalbî hastalıklar] tedavi ve yeniden hayat bahşetmiş olduğundan, arz-ı minnetdârî eyler ve bu bînazîr mücevherat [kıymetli taşlar] mahzeninin [depo] diğer renkli kapılarının da açılmasını âcizâne istirham eylerim.

Otuz Üçüncü Mektubun otuz üç penceresinden ayrı ayrı lemeân eden nuranî ziyalar kalb-i âcizâneme feyyaz nurlarıyla gül-âblar serpti. Daha birçok

92

Nur Risalelerinin [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] füyuzâtından [feyizler, mânevî bolluk ve bereketler] hisseyâb olmasını bârigâh-ı Ehadiyyetten tazarru [dua, yakarış] ederim efendim.

 Hafız Zühdü [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme]

• • •

– 47 –

Yine şu fıkra [bölüm] Sabri’nindir.

Mâruzât-ı hususiye: Şu on dördüncü asr-ı Muhammedîde (a.s.m.) marziyat-ı Rabbaniye ve tebligât-ı Ahmediyeyi bihakkın [gerçek anlamıyla] ifâ ve icra ve ilâm ve infaz eden, elhak “matla-i [doğuş yeri] şems-i füyûzât” tabiriyle tavsif [bir sıfatla niteleme] ve tâzime [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] bulunan Nur risale-i feridelerinden ruh-u âcizîye in’ikâs [yansıma] eden ve sermaye-i kemterânemden olmayıp sırf Risaletü’n-Nur’un [elçilik, peygamberlik] füyûzât ve lemeâtından [Lem’alar isimli eser] derip çatıp yazdığım arîzalarım, mahzâ bir eser-i hüsn-ü teveccüh-ü kerîmâneleri olarak, Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] sırasına idhal [dahil etme, içine alma] edilmesi hicabımı [örtü, perde] intaç [netice verme] etmiştir. Zira bahr-i muhîte [Okyanus] nisbeten bir cetvel hükmünde bile olamayan, bu abd-i âcizin pürkusur ifadeleri öyle bâlâ bir mevkide yer tutacak bir mahiyette olmadığı âşikârdır. Umarım Cenâb-ı Kibriyâdan ki, karîn [birşeyin beraberinde, eşiğinde olan] bulunduğu nevvâr ve ziyâdâr [ışıklı, nurlu] Sözler’in nur ve ziyalarından müstefîd ve ziyâdâr [ışıklı, nurlu] ola.

 Sabri

• • •

93

– 48 –

Şu fıkra [bölüm] Hulûsi’nindir.

Esasen siyaset anlamadığım bir iş; şunun bunun âmâline hizmet, menfurum. Zilletle [alçaklık] yaşamak, tahammül edemediğim hallerdir. Felillâhilhamd, [Allah’a hamdolsun] Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, kitabımız bir, dînimiz bir, ilâ âhir. [sonuna kadar] Bu bir birler, bize yekdiğerimizi [bir diğer şey] Allah için sevmek kaydını sağlamlaştırmakla beraber, ruhî, kalbî, ebedî, lâyemût bir birlik temin etmektedir. Hamd ve şükürler olsun, mü’miniz. Hayatta tesadüf edeceğimiz binlerle musibet ve acılara مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ 1 gibi çok müessir devamız var. Yine idrak ediyoruz ki, burada vazifeleri nihayet bulanlar için, ebedî mev’ûd bir hayat başlıyor. Biz de bu yolun yolcusu, bu hanın misafiri, bu fabrikanın muvakkat [geçici] bir amelesi olduğumuz için, er geç o kafileye iltihak [karışma, katılma] edeceğiz. Kısa, müz’iç, [rahatsız eden] dağdağalı, [karışık, gürültülü] elemli, hüzünlü, firak[ayrılık] ve ancak o sermedî [daimi, sürekli] hayatın mezraası [tarla] olan bu fanî ve kararsız âlemde başlayan garazsız, [başka bir niyet taşımaksızın] ivazsız, [karşılıksız, bedelsiz] pürüzsüz ve kimsenin arzusuna tâbi olmadan, sırf hasbî ve ciddî, hâlis ve muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] arkadaşlığımızın meyvesini ve her türlü saadeti câmi hayatta idrak edeceğiz.

Ümit ve iman gibi pek âli [yüce] sermayemiz var. Hoca Efendi Hazretlerinin âli [yüce] tavsiyeleri: Beş vakit namazını tâdil-i erkânla kıl. Yani, başka ibadete gücün yetmez. Namazın nihayetindeki tesbihleri yap. Yani, başka zikri yapamadım diye teessüf [eseflenme, üzülme] etme. Yedi kebâiri [büyük günahlar] terk et. Çünkü sagairi arayacak zamanda değiliz. İttibâ-ı sünnet et. Zira bu zamanda arkasında gidilecek ve harekâtı taklide değer, saf, hâlis ve muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] bir hâdi—ki, o da seni yine bu yola götürecektir—maalesef bulamayacaksın. Belki bu yola çıkaracaklar vardır; fakat kömürle elması kim fark edecek? Öyleyse, sen çalış, ondan daha iyi kılavuz bulamazsın. Derslerinden birinde ki,

94

her vakit zikrettiğim مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ 1 şifâbahş vecizesi hatırımızda varken, şüphesiz her musibet ve her elem hoş karşılanacaktır.

Aziz kardeş,

Zaman olur ki herşey, herkes, her muamele, kalbi incitiyor. Fakat işte tiryakı:

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 2

Her zaman söylüyorum: Biz bu fâni hayat için dostluk yapmıyoruz. Bu kısa hayata veda etmek, indimizde ve itikadımızda [inanç] ebedî bir hayatın mukaddemesidir. [evvel, önce] Öyleyse müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmayalım. Nice ki, o hayata başlamadık. İşte mürasele ile muvasalayı temin edelim. Allah’a güvenelim, Ondan medet dileyelim.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْ لاَ اَنْ هَدٰينَا اللهُ لَقَدْ جَۤائَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ * 3

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ عَدَدَ مَا فِى عِلْمِ اللهِ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ * 4

 Hulûsi

• • •

– 49 –

 Sabri’nin Yirmi Birinci ve Yirmi İkinci Sözleri yazdığı vakit yazdığı mektubun bir fıkrasıdır. [bölüm]

Bilumum Risâlâtü’l-Envâr herbiri ayrı ayrı mevzularda, had ü hesaba gelmeyen müşkülleri halletmeleriyle beraber, bendeniz şöyle tasavvur ediyorum ki:

95

Nur deryasından nûş etmek isteyen bir kimse, Birinci ve Yirmi Birinci ve Yirmi İkinci Sözleri alsa, diğerlerine eli yetişmezse dahi maraz-ı kalbîyi [kalbî hastalık] def ve ref’e, [kaldırma] ruhu tenvir [aydınlatma] ve tesrire kâfi [yeterli] bulunduğu meşhud [görünen] ve müsellemdir. [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] Zira Birinci Söz tevhid miftahıdır. [anahtar] Yirmi Birin birinci şıkkı da mirkat-ı Cennettir. İkinci şıkkı da emraz-ı kalbiyenin tedavisi için nazirsiz [benzersiz] bir şifahane-i eczadır. İksir ilâçlarıyla, bilâistisna herkeste bulunan vesvese marazını tedavi ve kal’ eder. Kalb ve ruhta Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ebedî ve nâmütenahi füyûzât ve envârından [nurlar] gelen revzat-ı inşirâhiyeyi küşadla [açma] saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] isal [ulaştırmak] edecek bir râh-ı necat ve selâmettir. Yirmi İki ise, burhanlarıyla, [delil] lem’alarıyla, [parıltı] insan olanın akaid-i diniyesini tahkim ve tarsîne emsalsiz bir rehber bulunduğunu arz ederim efendim.

 Sabri

• • •

– 50 –

Şu fıkra [bölüm] Hüsrev’in mektubundandır.

Sevgili ve muhterem Üstadım,

Sözlerinizin (yani risalelerinizin) herbiri birer derya-yı azîmdir. [büyük deniz] Sözlerinizden pek çok feyz alıyorum. O kadar ki, okudukça tekrar etmeyi istiyorum. Ve tekrarında duyduğum İlâhî [Allah tarafından olan] bir zevki tarif edemeyeceğim. Bugün Sözlerinizden değil hepsini, bir tanesini alan insafla okursa, hakkı teslime ve münkir [Allah’a inanmayan] ise gittiği yolu terke, fâsık [günahkâr] ise tevbeye mecbur olacağına kat’iyen [kesinlikle] ümitvârım.

 Hüsrev

• • •

96

– 51 –

Şu fıkra [bölüm] Re’fet Beyin mektubundandır.

Sözleriniz mürşidâne ve çok yüksek olduğundan, gayet dikkatli ve tahlil ederek okunmak icap [gerekli kılma] ediyor. Serd eylediğiniz delâil-i akliye [aklî deliller] ve mantıkiye o kadar tatlı ve hayret-bahştır ki, insan okudukça okuyor ve nâmütenahi bir zevk-i mânevî hissederek hiç elinden bırakmak istemiyor. Bu sebeple, bir defa okumak kâfi [yeterli] değil. Hepsi yanında bulunup daima okumalıdır.

 Re’fet

• • •

– 52 –

Şu fıkra [bölüm] dahi Sabri Efendinin mektubundandır.

Üstadım Efendim,

Şu kıymetli elmaslar Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Habib-i Zîşânına gönderilen şecere-i tûbânın [Cennetteki tûba ağacı] nâmütenâhi [sonsuz] semereleri [meyve] olduğunu ve bunların emsali gibi bînazîr mücevherâtın ihraç ve teşhiri zamanını bulup sergi-i Rabbâniye ve Muhammediyeye vaz’ [koyma, yerleştirme] eden zât-ı Üstadânelerine şu dakikada kàsır [eksik, noksan] aklım ve istidadsız [kabiliyet] lisanımla şöyle dualar ediyorum:

اَللّٰهُمَّ احْفَظْ مُؤَلِّفَ هٰذَا الدُّرِّ الْيَكْتَا الَّذِى هُوَ مَوْسُومٌ بِرِسَالَةِ النُّورِ وَاعْطِ قَلْبَهُ وَقَلْبَ صَبْرِى الَّذِى هُوَ مَمْلُوءٌ بِالْحَقَۤائِقِ وَ اْلاِبْتِهَاجِ وَالسُّرُورِ اٰمِينَ * 1

 Sabri

• • •

97

– 53 –

 Hulûsi Beyin fıkrasıdır. [bölüm]

Maddeten uzak düşen bu biçare talebenizi yakından temsil eden Hafız Sabri Efendiyle diğer zevatın Nurlar hakkındaki ihtisasları çok kıymetli ve yüksek ve lâyıklı bir surette ifade edilmiştir. Bir mektubunuzda Muallim Cûdî’nin [cömertlik] kasidesi [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] münasebetiyle buyurduğunuz vecizeyi burada tekrara münasebet geldi.

﴾ وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِى وَلٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ ﴿ ص ع و * 1

sırrınca, güzellik yazılarımızda değil, belki i’câz-ı Kur’ân‘dan [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] olan nurlu Sözler’e ve Mektubat’a aittir. Her ferd-i mü’min, derece-i fehim [anlayış derecesi] ve zevkine göre, aslında güzel olan birşeyi tarif eder. Acz ve fakrdaki lezzet, şefkat ve tefekkürdeki ulviyet, hakikaten hiçbir şeyle kabil-i kıyas [kıyası mümkün] değilmiş.

Hal-i âlem [dünyanın içinde bulunduğu hâl, durum] müsait olsa da, hazine-i hassa-i Kur’ân’dan çıkararak tâbir-i âlinizce dellâllığını [davetçi, ilan edici] yaptığınız elmasları çok gözler görse! Görse de, sarhoşlar ayılsa, mütehayyirler [hayrete düşen] kurtulsa, mü’minler sevinse, mülhidler, [dinsiz] kâfirler, müşrikler imana, insafa, daire-i akla gelseler! Ve bu mes’ut ve ulvî neticeyi bizlere idrak ettirmesini eltaf[çok lâtif, [berrak, şirin, hoş] çok hoş ve güzel] İlâhiyeden tazarru [dua, yakarış] ve niyaz ediyorum. Âmin.

Muhterem Üstad,

Allah Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] Hazretlerine ne kadar müteşekkir [şükreden] bulunsanız yeridir. Acz ve fakr tezkeresiyle girmeye muvaffak olduğunuz saray-ı Kur’ân’ın has hazinesinden, gözler görmemiş, kulaklar işitmemiş cevherleri görüyor ve mezun

98

olduğunuz miktarını necim [kısım, parça] necim [kısım, parça] çıkartarak evvelâ kendiniz bakıyor, sonra “Eyyühe’l insan! İşte bakınız, bu misafirhaneyi açan, âlemleri rahmetiyle yaratan, sizi hikmetiyle halk buyurup bu âleme gönderen Sultan-ı Kâinat, [kâinatın sultanı olan Allah] bin üç yüz küsur sene evvel, büyük bir elçisi Habîb-i Ekremi [Allah’ın sevgilisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] (a.s.m.) vasıtasıyla, size hilkatteki hikmeti, buraya gelmekteki maksadı, ubudiyetin [Allah’a kulluk] iktiza [bir şeyin gereği] ettiği hizmeti, ilh, bildirmişti. Bu âli [yüce] tebligatı, o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ahkâmı [hükümler] sizin anlayacağınız lisanla anlatıyorum, dinleyiniz. Eğer aklınız varsa, gözünüz görüyorsa, insanlığınız varsa hakikati anlar ve imana gelirsiniz” diye beyanatta bulunuyorsunuz. Bizler, hasbelkader, felillâhilhamd, [Allah’a hamdolsun] bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] beyanatı yakından dinlemek, görmek ve göstermek iştiyakını [arzu, istek] gösterdik. Siz de o elmasları gösterip bizi uyandırdınız. Hakikati anlatıp, yolumuzu doğrultmaya vesile oldunuz. Allah sizden ebeden razı olsun. Nefs-i emmarenin [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] zebunu, cin ve ins şeytanlarının hedefi olmaktan kurtulamadık ise de, bu hasbî ve Kur’ânî hizmetten zevk alıyoruz, lâyıkıyla yapamıyorsak da yolunda bulunuyoruz.

اِنَّمَا اْلاَعْمَالُ بِالنِّيَاتِ * 1

 Hulûsi

• • •