EMİRDAĞ LAHİKASI – 1. Bölüm 1-19. Mektuplar (31-65)

31

– 1 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 3

Emirdağ’daki kardeşlerime,

Benim hakkımda evham edenlere deyiniz ki:

Biz, hizmet ettiğimiz bu adamın yirmi senelik hayatının bütün mahrem ve gayr-ı mahrem [gizli olmayan] mektuplarını ve kitaplarını ve esrarını hükûmet şiddetli taharriyatla [araştırma] elde etti. Dokuz ay, hem Isparta, hem Denizli, hem Ankara adliyeleri tetkikten sonra, birtek gün cezayı, birtek talebesine vermeyi mûcib bir madde—beş sandık kitaplarında ve evraklarında—bulunmadı ki, hem Ankara ehl-i vukufu, [bilirkişi] hem Denizli Mahkemesi ittifakla beraatine karar verdiler.

Hem, bu zarurî işlerini ihtiyarlığına hürmeten gördüğümüz adam, mahkemece dâvâ etmiş ve bütün hazır arkadaşlarını şahit gösterip, tasdik ettirmiş ki: Yirmi senedir hiçbir gazeteyi ve siyasî eserleri ne okumuş, ne sormuş, ne bahsetmiş; ve on senedir, hükümetin iki reisinden ve bir vali ve bir mebusundan başka hiçbir erkânı [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve büyük memurlarını bilmiyor ve tanımıyor ve tanımaya merak etmemiş. Ve üç senedir Harb-i Umumîyi [Birinci Dünya Savaşı] ne sormuş, ne bilmiş, ne merak etmiş, ne radyo dinlemiş. Ve intişar [açığa çıkma, yayılma] eden yüz otuz telifatından, [kaleme alma] yirmi sene zarfında yüz bin adamın dikkatle okudukları halde ne idareye, ne âsâyişe, ne vatana, ne millete hiçbir zararı hükûmet görmemiş. Beş vilâyetin dikkatli zabıtaları ve taharri [araştırma] memurları ve mahkeme işiyle iştigal [meşgul olma, uğraşma] eden üç vilâyetin ve merkez-i hükûmetin dört adliyelerinin ağır ceza mahkemeleri en ufak bir suç bulmamış ki, tahliyelerine mecbur oldular.

32

Eğer bu adamın dünya iştiha[arzu, istek] ve siyasete meyli olsaydı, hiç imkânı var mı ki, bir tereşşuhatı [belirti] ve emâreleri bulunmasın? Halbuki mahkeme safahatında [zevk, keyif] hiçbir emâre bulamadılar ki, muannid [inatçı] bir müddeiumumî, [iddia makamı, savcı] mecbur olup vukuat yerinde imkânatı istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ederek mükerreren [defalarca] iddianamesinde “Yapabilir” demiş ve “Yapmış” dememiş. “Yapabilir” nerede, “Yapmış” nerede? Hattâ mahkemede Said ona demiş: “Herkes bir katli yapabilir; bu iddianızla herkesi ve sizi mahkemeye vermek lâzım geliyor…”

Elhasıl: [kısaca, özetle] Ya bu adam tam bir divanedir ki, bu derece dehşetli umûr-u dünyaya [dünya işleri] karşı lâkayt [duyarsız] kalıyor; veyahut bu vatanın ve bu milletin en büyük bir saadetine ihlâsla çalışmak için, hiçbirşeye tenezzül etmez ve ehemmiyet vermez. Öyleyse bunu tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] ve tazyik etmek, vatan ve millete ve âsâyişe bir nevi ihanettir. Ve onun hakkında bu çeşit evham etmek, bir divaneliktir.

• • •

33

– 2 –

Mühim bir suale hakikatli bir cevaptır

Büyük memurlardan bir kaç zât benden sordular ki: “Mustafa Kemal [fazilet, olgunluk] sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilâyât-ı Şarkiyeye, [doğu illeri] Şeyh Sinûsî yerine vâiz-i [nasihat veren] umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun” dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zâyiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. Hattâ ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zâtlar, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] necat [kurtuluş] bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helâl ederim.

Beraetimizden sonra Denizli’de beni tarassutla [baskı ve gözetim altında tutma] tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] edenlere ve büyük âmirlerine ve polis müdürüyle müfettişlere dedim: Risale-i Nur’un kàbil-i inkâr olmayan bir kerametidir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ki, yirmi sene mazlumiyet hayatımda, yüzer risale ve mektuplarımda ve binler şakirtlerde [öğrenci] hiçbir cereyan, hiçbir cemiyet ile ve dahilî ve haricî hiçbir komite ile hiçbir vesika, [belge] hiçbir alâka, dokuz ay tetkikatta bulunmamasıdır. Hiçbir fikrin ve tedbirin haddi midir ki, bu hârika vaziyeti versin? Birtek adamın, birkaç senedeki mahrem esrarı meydana çıksa, elbette onu mes’ul ve mahcup edecek yirmi madde bulunacak. Madem hakikat budur; ya diyeceksiniz ki, “Pek harika ve mağlûp olmaz bir deha bu işi çeviriyor.” Veya diyeceksiniz: “Gayet inayetkârâne [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] bir hıfz-ı İlâhîdir.” [Allah’ın koruması] Elbette böyle bir dehâ ile mübareze [karşı koyma] etmek hatadır. Millete ve vatana büyük bir zarardır; ve böyle bir hıfz-ı İlâhî [Allah’ın koruması] ve inâyet-i Rabbâniyeye [Allah’ın inayeti, yardımı] karşı gelmek, firavunâne bir temerrüddür. [inat etme]

Eğer deseniz: “Seni serbest bıraksak ve tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] ve nezaret etmesek derslerinle ve gizli esrarınla hayat-ı içtimaiyemizi [sosyal hayat] bulandırabilirsin.”

34

Ben de derim: Benim derslerim, bilâistisna bütünü hükûmetin ve adliyenin eline geçmiş; bir gün cezayı mûcip bir madde bulunmamış. Kırk elli bin nüsha risale, o derslerden milletin ellerinde dikkat ve merakla gezdiği halde, menfaatten başka hiçbir zararı hiçbir kimseye olmadığı, hem eski mahkemenin, hem yeni mahkemenin mucib-i mes’uliyet bir madde bulamamaları cihetiyle, yenisi ittifakla beraetimize ve eskisi, dünyaca bir büyüğün hatırı için yüz otuz risaleden beş on kelime bahane edip, yalnız kanaat-ı vicdaniye [vicdanî kanaat, vicdana ait fikir] ile yüz yirmi mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu] kardeşlerimden yalnız on beş adama altışar ay ceza verebilmesi kat’î bir hüccettir [delil] ki, bana ve Risale-i Nur’a ilişmeniz mânâsız bir tevehhümle [kuruntu] çirkin bir zulümdür. Hem daha yeni dersim yok ve bir sırrım gizli kalmadı ki nezaretle tâdiline çalışsanız…

Ben şimdi hürriyetime çok muhtacım. Yirmi seneden beri lüzumsuz ve haksız ve faidesiz tarassutlar [baskı ve gözetim altında tutma] artık yeter! Benim sabrım tükendi. İhtiyarlık zafiyetinden, şimdiye kadar yapmadığım bedduayı yapmak ihtimali var. “Mazlumun âhı tâ Arşa kadar gider”1 diye bir kuvvetli hakikattir.

Sonra o zâlim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: “Sen, yirmi senedir birtek defa takkemizi başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi.”

Ben de dedim: On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer’iye ve cebr-i kanunî cihetiyle girmektense, azîmet-i şer’iye ve takvâ cihetiyle, yedi milyar zâtların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim. Benim gibi yirmi beş seneden beri hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] terkeden adama “inat ediyor, bize muhaliftir” denilmez. Haydi, inat dahi olsa, madem Mustafa Kemal [fazilet, olgunluk] o inadı kıramadı ve iki mahkeme kırmadı ve üç vilâyetin hükûmetleri onu bozmadı; siz neci oluyorsunuz ki, beyhude hem milletin, hem hükümetin zararına, o inadın kırılmasına çabalıyorsunuz? Haydi siyasî muhalif de olsa, madem tasdikinizle yirmi senedir dünya ile alâkasını kesen ve mânen yirmi seneden beri ölmüş bir adam, yeniden dirilip, faidesiz kendine çok zararlı olarak hayat-ı siyasiyeye [siyaset hayatı] girerek

35

sizin ile uğraşmaz. Bu halde onun muhalefetinden tevehhüm [kuruntu] etmek, divaneliktir. Divanelerle ciddî konuşmak dahi bir divanelik olmasından, sizin gibilerle konuşmayı terk ediyorum. Ne yaparsanız minnet çekmem dediğim, onları hem kızdırdı, hem susturdu. Son sözüm:

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 1

نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصِيرُ * 2

– 3 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu parçayı sizler dahi Risale-i Nur’un makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] imza basan risaleler ve mektuplar mecmuasının başında yazarsınız. Eğer mecmualar olmasa da Birinci Şuânın başında yazarsınız. Beni merak etmeyiniz. Sevabın ziyade olması, bana sıkıntıları bir cihette sevdirir ve Nurların intişarına [açığa çıkma, yayılma] başka sahalarda meydan açar.

Umumunuza birer birer selâm…

Risale-i Nur’un makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] imza basan ve gaybî işaretlerle ondan haber veren sekiz parçadan birinci parçadır. Aynı meseleye, aynı dâvâya ittifakları sarahat [açıklık] derecesindedir. Vahdet-i mesele [meselelerde, konularda birlik] cihetiyle o emâreler birbirine kuvvet verir, teyid eder. O sekizden üç tanesi İmam-ı Ali’nin üç keramet-i gaybiyesiyle [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] Risale-i Nur’dan haber vermesine dairdir.

Bu sekiz parçayı Ankara ehl-i vukufu [bilirkişi] tetkik etmiş, itiraz etmemişler. Yalnız demişler: “Bu yazılmamalıydı. Keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] sahibi, kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] yazamaz.”

Ben de onlara cevap verdim ki:

“Bu, benim değil, Risale-i Nur’un kerametidir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Risale-i Nur ise, Kur’ân’ın malıdır ve tefsiridir” dedim. Onlar sustular, demek kabul ettiler. Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasaydı daha münasipti, fakat bu kadar hadsiz muarızlar [itiraz eden, karşı gelen] ve çok

36

kuvvetli ve kesretli [çokluk] düşmanlar karşısında az ve fakir ve zaif olan bizlere kuvve-i mâneviye [mânevî güç] ve gaybî imdat ve teşcî [cesaretlendirme] ve sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metanet [gayret, kararlılık] vermek için mecburiyet-i kat’iye oldu, ben de yazdım. Benim benliğime bir hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] verip sukutuma [alçalış, düşüş] sebep olsa da, ehemmiyeti yok. Bu hizmete, yani ehl-i imanı [Allah’a inanan] dalâlet-i mutlakadan kurtarmaya—lüzum olsa—dünyevî hayat gibi, uhrevî hayatımı da feda etmek bir saadet bilirim; binler dostlarım ve kardeşlerimin Cennete girmeleri için Cehennemi kabul ederim.

– 4 –

 Ankara ehl-i vukufunun [bilirkişi] ittifakla verdikleri raporun sûretidir

Dolu bulunan cem’an [bir araya gelme] beş sandık kitap, tarafımızdan açılarak okundu.Haşiye [dipnot] Said Nursî tarafınden telif [kaleme alma] edilen basılmış, basılmamış Risale-i Nur eczaları ve Risale-i Nur’a ekli Said Nursî ile bazı şakirtleri [öğrenci] tarafından yazılmış ilmî ve dinî mektuplarla, şakirtlerin [öğrenci] birbiriyle ve Said Nursî ile âdi muhabere mektupları ve klişeler inceleme mevzuu salâhiyetimiz [yetki] dahilinde görülerek incelendi. Bunların mahiyetini belirtmek için bu risale ve mektupları iki nev’e ayırmak gerektir.

Risaleler: Bir âyetin tefsiri ve bir hadisin şerhi maksadıyla yazılmış olanlarıyla; din, iman, Allah, Peygamber, Kur’ân ve âhiret akidelerini [inanç] ve ibarelerini açıkça anlatmak için temsillerle yazılmış ilmî görüşleri; ve ihtiyarlarla gençlere hitap eden ahlâkî öğütler; ve kısmen hayat tecrübesinden alınmış ibretli vak’alar; ve esnafa [sınıflar] ait fâideli menkıbeleri ihtiva eden, mevcudun yüzde doksanını teşkil eden risalelerdir ki,—bunlar da—bütün bu risalelerde müellif [telif eden, kitap yazan] hem samimî, hem

37

hasbî ve hem de ilim yolundan ve dinî esaslardan hiç ayrılmamıştır. Bunlarda dini âlet etmek ve cemiyet teşkil etmekle emniyeti ihlâl hareketinin bulunmadığı sarihtir. [açık] Şakirtlerin [öğrenci] birbiriyle ve Said Nursî ile âdi muhabere mektupları da bu nevidendirler.

1. Said Nursî, İstanbul’da iken kazandığı ehemmiyetli şan u şerefin, kalın bir uykudan ibaret sakîl [ağır] bir rüya-yı muvakkat, bir sersemlik olduğunu söyler. Ve İstanbul’da bir iki sene gafletle siyasete karıştığından, bunu “dünyanın ölümü” diye tasvir eder. Bu münasebetle, “Eski Said, Yeni Said” diye iki şahsiyet bulunduğunu ve bu şahsiyetlerin birbirinden ayrı olduklarını söyler. Sonra, dokuz adet birincide yirmi kadar risale bulunan mecmuasının sonunda, Isparta’da Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] yazılan mektubun içinde, siyasete tenezzülün hatâ olduğunu söyler.

2. Said Nursî’nin en mühim kitabı olan Hüccetü’l-Bâliğa [delil] adlı kitabın bir münâcât [Allah’a yalvarış, dua] kısmında, “Bu dünya fânidir. En büyük dâvâ, bâki olan âlemi kazanmaktır. İnsanın itikadı [inanç] sağlam olmazsa, dâvâyı kaybeder. Hakiki dâvâ budur. Bunun haricindeki dâvâlara karışmak zararlıdır. Siyasetle meşgul olan, ehemmiyetli hizmetlerinden geri kalır. Hem de siyaset boğuşmalarına kapılanlar, selâmet-i kalbini [kalp huzuru, rahatlığı] kaybeder” der.

3. Yirmi Altıncı Lem’ada [parıltı] “İhtiyar dünyada benim hakikî vazifem, neşr-i esrar-ı Kur’âniyedir” (Sayfa: 384). Bu memleketle, hamiyet-i İslâmiye noktasından alâkadarım. Yoksa benim ne hanem var, ne evlâdım” (Sayfa: 396).

4. Yirmi Birinci Lem’ada [parıltı] kardeşlerine verdiği öğütlerden birinci düstur: [kâide, kural] “Amelinizde rıza-i İlâhî [Allah rızası] olacak, maddî menfaat fikri olmayacak” (Sayfa: 268). Bu yazılarda, “Ben, sofî değilim,” “Mesleğimiz tarikat değildir” “Hubb-u câh [makam, mevki sevgisi] ve nazarı kendine celb [çekme] etmek, ruhî bir marazdır. Buna gizli bir şirk denir. Eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu; o makama çok namzetler [aday] olurdu. Mesleğimiz uhuvvettir. [kardeşlik] Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz…”

38

– 5 –

Denizli mahkemesinin ittifakla verdiği karar suretidir

Şahitler ifadelerinde, maznunlara atıf ve isnad olunan suçu işledikleri hakkında adem-i mâlumat beyan etmişler; bilhassa Ankara Ağır Ceza Mahkemesinden Emin Büke’nin riyaseti altında ehl-i vukuf [bilirkişi] intihap [seçmek] olunan Ankara Diyanet İşleri Müşavere [istişare etme, danışma] Heyeti âzâsından dersiâm ve Profesör Yusuf Ziya Yörükhan ve Ankara Dil-Tarih Fakültesi Şarkiyat Enstitüsü Müdürü Necati [kurtuluş] Lügal ve Türk Tarih Kurumu ve Türk-İslâm Kitapları Derleme Heyeti âzâsından Yusuf Aykut tarafından tanzim kılınan evrak arasında mevcut raporlarında: Said Nursî’nin yegân yegân tetkik olunan risale ve kitaplarında, halkı, dini ve mukaddesatı âlet ederek devletin emniyetini ihlâle teşvik etmek veya cemiyet kurmak kasdinde olduğunu gösterir bir sarahat, [açıklık] emâre olmadığı…

Mevkuflardan [tevkif edilmiş, tutuklu] Said Nursî’nin mensuplarına gelince: Onlar, Said Nursî’nin ilmî ve vakıfâne eserlerine, din meselelerini ve Kur’ân hakikatlerini öğreneceğiz diye peşine düşmüşler ve bunlar, hüsn-ü niyet [güzel niyet] sahibi olup, sırf dinî itikad [inanç] yönünden Said’e ve okudukları risalelere bağlılık göstermişler. Bu maksatla yaptıkları muhabere mektuplarının münderecatında, hükûmete karşı kötü maksat beslemedikleri ve bir cemiyet veya tarikat kurmak fikriyle hareket etmedikleri anlaşılmış olduğuna mütedair olduğu görülmüş; ve her ne kadar evrak arasında mevcut sorgu hakimliğince Denizli ehl-i vukuf [bilirkişi] raporunda Said Nursî’nin bazı âsârından [eserler/asırlar] istidlâl [delil getirme, akıl yürütme] tarikiyle ve mesnetsiz olarak kendisinin ve mensuplarının hükûmete karşı kötü bir maksat besledikleri beyan olunmakta ise de, evrak-ı tahkikiye münderecatında ve şuhûdun, maznunlara atfen ve isnad olunan ef’âl [fiiler, davranışlar] hakkında adem-i malûmat beyan etmelerine ve Ankara Ağır Ceza Mahkemesince yaptırılan ehl-i vukuf [bilirkişi] raporu mahiyet ve münderecatına göre şâyân-ı ihticac ve

39

iltifat görülmemiş; ve esasen, maznunların ekseriyet-i âzamîsi okumak, yazmaktan âciz bulunmuş, diğer kısmı da kendilerini ibadet ve tâate [itaat, emir ve söz dinleme, emre uyma] vermiş oldukları, binaenaleyh devletin emniyetini ihlâl edecek mâhiyet arz edecek şerait ve evsafı [vasıflar, nitelikler] hâiz kimselerden olmadıkları tezahür ve tahakkuk [gerçekleşme] etmiş ve mahkemenin kanaat-ı vicdaniyesi [vicdanî kanaat, vicdana ait fikir] de bu merkezde tecellî ve tahassül etmiş olmakla, müddeiumumînin [savcı] tecziyeleri [cezalandırma] hakkındaki mütalâası, zikir ve tâdâd [sayma] olunan delâile [deliller] karşı gayr-ı vârit görüldüğünden, reddiyle, zan altına alındıkları ef’âlden [fiiler, davranışlar] beraatlerine, başka sebeple mevkuf [tevkif edilmiş, tutuklu] değillerse tahliyelerine müttefikan [birleşerek] karar verildi. 15.6.944.

 Aza     Aza    Reis  

 Ali Rıza

 (Rahmetullahi Aleyhi)

Denizli Ağır Ceza Mahkemesi, ittifakla beraatlerine kararlarını hükmüyle imza ediyorlar.

– 6 –

Kendi kendime bir hasbihaldir

[Bu hasbihali Ankara makamatına işittirmeyi, ıslahtan sonra sizin tensibinize havale ederim.]

Hâkim, kendisi müddeî [iddia sahibi] olsa, elbette “Kimden kime şekvâ [şikayet] edeyim, ben dahi şaştım,” benim gibi biçarelere dedirtir. Evet, şimdiki vaziyetim hapisten çok ziyade sıkıntılıdır. Bir günü, bir ay haps-i münferit [tek başına hapis, hücre hapsi] kadar beni sıkıyor. Bu gurbet ve ihtiyarlık ve hastalık ve yoksulluk ve zafiyetle, kışın şiddeti içinde herşeyden men edildim. Bir çocukla bir hastalıklı adamdan başka kimse ile görüşmem. Zaten ben, tam bir haps-i münferitte [tek başına hapis, hücre hapsi] yirmi seneden beri azap çekiyorum. Bu halden fazla bana tecrit ve tarassutlarıyla [baskı ve gözetim altında tutma] sıkıntı vermek ise, gayretullaha dokunup, bir belâya vesile olmasından korkulur. Mahkemede dediğim gibi, nasıl ki dört

40

defa dehşetli zelzeleler, bize zulmen taarruzun aynı zamanında gelmesi gibi pek çok vukuat var… Hattâ tahmin ederim ki; benim hukukumu muhafaza ve beni himaye etmek için çok güvendiğim Afyon Adliyesi, Denizli Mahkemesindeki Risale-i Nur hakkında müracaatıma bilâkis ehemmiyet vermedi, beni me’yus [ümitsiz] etti, adliyenin yangınına bir vesile oldu ihtimali var.

Ben derim ki: Benim hakkımda vicdanlı ve insaniyetli olan bu kazanın hükûmeti, zabıta ve adliyesiyle beraber beni tam himaye etmek, en ehemmiyetli bir vazifesidir. Çünkü, yirmi senelik bütün eserlerimi ve mektuplarımı üç adliye ve merkez-i hükûmet dokuz ay tetkikten sonra beraatimize ve tahliyemize karar verdi. Fakat, ecnebî menfaati hesabına ve bu millet ve bu vatanın pek büyük zararına çalışan bir gizli komite, bizim beraatimizi bozmak için, her tarafta, habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yaparak bir kısım memurları aleyhime evhamlandırdılar. Bir maksatları, benim sabrım tükensin, artık yeter dedirtsinler. Zaten onların şimdi benden kızdıklarının bir sebebi, sükûtumdur, dünyaya karışmamaktır. Âdetâ “Niçin karışmıyorsun? Tâ karışsın, maksadımız yerine gelsin” diyorlar…

Aleyhime hükûmetin bir kısım memurlarını evhamlandırmakta [kuruntulandırmak, şüphelendirmek] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettikleri bir iki desiselerini [hile, aldatma] beyan ediyorum.

Derler: “Said’in nüfuzu var. Eserleri hem tesirli, hem kesretlidir. [çokluk] Ona temas eden, ona dost olur. Öyleyse, onu herşeyden tecrid etmek ve ihanet etmekle ve ehemmiyet vermemekle ve herkesi ondan kaçırmakla ve dostlarını ürkütmekle nüfuzunu kırmak lâzımdır” diye hükûmeti şaşırtır, beni de dehşetli sıkıntılara sokarlar.

Ben de derim:

Ey bu millet ve vatanı seven kardeşler! Evet, o münafıkların dedikleri gibi, nüfuz var. Fakat benim değil, belki Risale-i Nur’undur. Ve o kırılmaz; ona iliştikçe kuvvetleşir. Ve millet ve vatan aleyhinde hiçbir vakit istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilmemiş ve edilmez ve edilemez. İki adliye, on sene fasılayla şiddetli ve hiddetli yirmi senelik evrakımı tetkikat neticesinde, bir hakikî sebep cezamıza bulmaması, bu dâvâya cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez bir şahittir.

Evet, eserler tesirlidir. Fakat, millet ve vatanın tam menfaatine ve hiçbir zarar dokundurmadan yüz bin adama kuvvetli iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] dersi vermekle, saadet

41

ve hayat-ı ebediyelerine [sonsuz âhiret hayatı] tam hizmette tesirlidir. Denizli hapishanesinde, kısmen ağır ceza ile mahkûm yüzler adam, yalnız Meyve Risalesiyle [On Birinci Şuâ] gayet uslu ve mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] suretine girmeleri, hattâ iki-üç adamı öldürenler, onun dersiyle daha tahta bitini de öldürmekten çekinmeleri ve o hapishane müdürünün ikrarıyla, hapishanenin bir terbiye medresesi hükmünü alması, bu müddeaya [iddia edilen şey] reddedilmez bir senettir, bir hüccettir. [delil]

Evet, beni herşeyden tecrid etmek, işkenceli bir azap ve katmerli [kat kat] bir zulümdür ve bu millete gadirli [zulümlü] bir hıyanettir. Çünkü otuz-kırk sene, hayatımı bu millet içinde geçirdiğim halde, temasımdan hiç zarar görmediğine ve bu dindar millet çok muhtaç olduğu kuvve-i mâneviye [mânevî güç] ve tesellî ve kuvvet-i imaniye [iman gücü] menfaatini gördüğüne kat’î bir delili, bu kadar aleyhimde olan şiddetli propagandalara bakmayarak her tarafta Risale-i Nur’a fevkalâde teveccüh [ilgi] ve rağbet göstermeleri, hattâ itiraf ederim, yüz derece haddimden ziyade lâyık olmadığım büyük iltifat etmesidir.

Ben işittim ki, benim iaşeme ve istirahatime buradaki hükûmet müracaat etmiş, kabul cevabı gelmiş. Ben bunların insaniyetine teşekkürle beraber, derim:

En ziyade muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur [kâide, kural] olan, hürriyetimdir. Asılsız evham yüzünden, emsalsiz bir tarzda hürriyetimin kayıtlar ve istibdatlar [baskı, zulüm] altına alınması, beni hayattan cidden usandırıyor. Değil hapis ve zindanı, belki kabri bu hale tercih ederim. Fakat, hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] ziyade meşakkat ise ziyade sevaba sebep olması bana sabır ve tahammül verir. Madem bu insaniyetli zatlar benim hakkımda zulmü istemiyorlar, en evvel benim meşru dairedeki hürriyetime dokundurmasınlar. Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.

Evet, on dokuz sene bu gurbette yalnız iki yüz banknot ile, şiddetli bir iktisat ve kuvvetli bir riyazet içinde kendini idare ederek, hürriyetini ve izzet-i ilmiyesini [ilmin izzeti] muhafaza için kimseye izhar-ı hâcet etmeyen ve minnet altına girmeyen ve sadaka ve zekât ve maaş ve hediyeleri kabul etmeyen bir adam, elbette iaşeden ziyade, adalet içinde hürriyete muhtaçtır. Evet, emsalsiz bir tazyik altındayım. Bir-iki cüz’î [ferdî, küçük] nümunesini beyan ediyorum.

42

Birisi: Mahkemece, Risale-i Nur’un ilmî bir müdafaanamesi ve Ankara’nın yedi makamatına ve Reisicumhura [Cumhurbaşkanı] müdafaatımla beraber gönderilen ve neticede Ankara ehl-i vukufunun [bilirkişi] takdiriyle beraatimize bir sebep olan ve hapis arkadaşlarımın bana bir yâdigâr ve hatıra olmak üzere güzel yazılarıyla birkaç nüshası yazılan ve elimde bulunan ve Denizli zabıtası görüp ilişmeyen ve Afyon polishanesinde bir gece ve buranın zabıtasında da açık olarak bir gece kalan Meyve Risalesi [On Birinci Şuâ] ile Müdafaanameyi, hergün endişeler içinde, bunları da elimden almasınlar diye saklıyordum. Belki beni taharri [araştırma] edecekler telâşıyla, bu gurbette tanımadığım adamlara, bunları sakla diyemediğimden çok üzülüyordum.

İkincisi: Denizli Mahkemesi hiç ilişmediği ve Eskişehir Mahkemesi yalnız birtek kelimesine ilişip, birtek harfle cevabını alan İhtiyarlar Risalesini, İstanbullu bir adam, burada, bir adamdan alıp İstanbul’a götürmüş. Her nasılsa aleyhimdeki bir dinsizin eline geçmiş. Habbeyi on kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yaparak vilâyet zabıtasını şaşırtıp, “Kiminle görüşüyor, yanına kimler gidiyor?” diye beni sıkmaya başladılar. Her ne ise… Bunlar gibi çok acı nümuneler var. Fakat en mânâsızı budur ki: Beni konuşturmamak için, hizmetimde bir çocukla bir hastalıklı adamdan başka herkesi ürkütüp, benden kaçırtmalarıdır.

Ben de derim:

On adamın benden çekinmeleri yerine, on binler, belki yüz binler Müslüman, Risale-i Nur’un dersine hiçbir mânie ehemmiyet vermeyerek devam ediyorlar. Hem bu memlekette, hem hariç âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] çok kuvvetli hakikatleri ve çok kıymetli fâideleri için tam bir revaçla [değer, kıymet] intişar [açığa çıkma, yayılma] eden Risale-i Nur’un binler nüshalarından herbiri, benim yerimde, benden mükemmel konuşuyor. Benim susmamla, onlar susmaz ve susturulmazlar.

Hem, madem mahkemece ispat edilmiş ki, yirmi seneden beri siyasetle alâkamı kestiğim ve hiçbir emâre aksine zuhur etmediği halde, elbette benimle görüşenden tevehhüm [kuruntu] etmek pek mânâsızdır.Haşiye [dipnot]

43

– 7 –

“Kendi Kendime Hasbihal” namındaki parçaya lâhika olarak

Adliye Vekiliyle ve Risale-i Nur’la alâkadar mahkemelerin hakimleriyle bir hasbihaldir

Efendiler! Siz, niçin sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur’la uğraşıyorsunuz? Kat’iyen [kesinlikle] size haber veriyorum ki: Ben ve Risale-i Nur, sizinle değil mübareze, [karşı koyma] belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü, Risale-i Nur ve hakiki şakirtleri, [öğrenci] elli sene sonra gelen nesl-i âtiye [gelecek nesil] gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan [tehlike] ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar. Şimdi bizimle uğraşanlar, o zaman kabirde elbette toprak oluyorlar. Farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, o saadet ve selâmet [huzur] hizmeti bir mübareze [karşı koyma] olsa da, kabirde toprak olmaya yüz tutanları alâkadar etmemek gerektir.

Evet, Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu

44

dindar, namuskâr, kahraman seciyeli [huy, karakter] milletin nesl-i âtisi, [gelecek nesil] seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur’ân’ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mâzisini dehşetli lekedar, [lekeli] belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin [gelecek nesil] eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikati verip, o dehşetli sukuttan [alçalış, düşüş] kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz.

Evet, efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf âhirete bakar; gayesi Rıza-yı İlâhî [Allah rızası] ve imanı kurtarmak ve şakirtlerinin [öğrenci] ise, kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve ebedî haps-i münferitten [tek başına hapis, hücre hapsi] kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir; ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i âtinin [gelecek nesil] biçareler kısmını dalâlet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip İslâmiyet seciyesinden [huy, karakter] çıkan bir Müslim dalâlet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez.

Evet, eski terbiye-i İslâmiyeyi [İslâm terbiyesi] alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an’anât-ı milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaytlık [duyarsızlık, ilgisizlik] gösterildiği halde, elli sene sonra yüzde doksanı nefs-i emmâreye [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] tâbi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevk etmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belâya karşı bir çare taharrisi, [araştırma] yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan kat’iyen [kesinlikle] menettiği gibi; Risale-i Nur’u, hem şakirtlerini, [öğrenci] bu zamana karşı alâkalarını kesmiş; hiç onlarla ne mübareze, [karşı koyma] ne meşguliyet yok.

Madem hakikat budur; adliyelerin, değil beni ve onları ittiham [suçlama] etmek, belki Risale-i Nur’u ve şakirtlerini [öğrenci] himaye etmek en birinci vazifeleridir. Çünkü, onlar bu millet ve vatanın en büyük bir hukukunu muhafaza ettiklerinden, onların karşısında, bu millet ve vatanın hakikî düşmanları Risale-i Nur’a hücum edip, adliyeyi şaşırtıp, dehşetli bir haksızlığa ve adaletsizliğe sevk ediyorlar. Küçücük iki nümunesini beyan ediyorum.

Ezcümle: Hapisteki arkadaşlarımdan, selâm-kelâmdan ibaret ve Arabî bir risalemin fiyatı olan on banknotu, buradaki bir adama gönderip, tâ Isparta’da tab’ [baskı basma]

45

masrafını veren o nüshalar sahibine verilsin diyen mektubu yüzünden hem adliye, hem hükûmet bana sıkıntılar verip, hem vasıta olan adamı taharri [araştırma] etti. Bu sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan bir âdi mektubu, hem altı ay zarfında bir tek âdi muhabereyi bu kadar büyük bir mesele suretine getirmek, elbette adliyenin şerefine, haysiyetine yakışmaz.

İkinci nümune: Benim gibi garip, ihtiyar ve zaif ve beraat etmiş bir misafire, herkesi, hattâ hizmetçilerini resmen propaganda ile ondan ürkütmek, kendini perişan bir vaziyete sokmak, bu vilâyetteki hükûmetin hamiyet-i milliyesine yakışmadığından, sinek kanadı kadar mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] bir zarara dağ gibi ehemmiyet verip aleyhimde resmen propaganda yapmak, “Kiminle görüşüyor ve yanına kim gidiyor?” diye herkese bir telâş vermek…hükûmetin hikmeti ve hâkimiyeti, bu acip hâlete [durum] elbette tenezzül etmemek gerektir. Her neyse.. Bu iki madde gibi, muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olanlara hayret veren çok maddeler var…

Efendiler! Dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve fenalıklar cehaletten gelse, def etmesi kolaydır. Fakat fenden, ilimden gelen dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] izalesi [giderme] çok müşküldür. Bu zamanda dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] fenden, ilimden geldiği için, ancak onları izale [giderme] etmeye ve nesl-i âtiden [gelecek nesil] o belâya düşen kısmını kurtarmaya, karşılarında dayanmaya Risale-i Nur gibi her cihetle mükemmel bir eser lâzımdır. Risale-i Nur’un bu kıymette olduğuna delil şudur ki:

Yirmi seneden beri, benim şiddetli ve kesretli [çokluk] bulunan muarızlarım [itiraz eden, karşı gelen] ve şiddetli tokatlarını yiyen feylesofların hiçbirisi, Risale-i Nur’a karşı çıkmamış ve cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edememiş ve çıkamaz. Ve dokuz ay, üç adliye ve merkez-i hükûmet ehl-i vukufu, [bilirkişi] yüz kitaptan ibaret eczalarında, bizi mes’ul edecek bir tek madde bulamamalarıdır. Ve binler ehl-i dikkat [dikkat sahibi insanlar] olan Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] kanaat-i kat’iye [kesin düşünce] veren, “İşarât-ı Kur’âniye” ve “İhbarat-ı Gaybiye-i Aleviye ve Gavsiye”nin, bu asırda Risale-i Nur’un ehemmiyetine ve makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] imza basmalarıdır.

Evet, adliyeler, hukukları muhafaza etmek ve haksızları tecavüzden durdurmak, vazifeleri olmak cihetiyle, Risale-i Nur’un yüz risalesi, yirmi senede yüz bin adamın saadetlerine hizmet ettiği sabit olmakla beraber; on seneden beri, iki

46

mahkeme ve merkez-i hükûmet ve birkaç vilâyetin zabıtaları ve Denizli Mahkemesi münasebetiyle dokuz ay bütün mahrem ve gayr-ı mahrem [gizli olmayan] evraklarımızda ve risalelerde millete ve vatana bir zararlı maddeyi ve mûcib-i ceza [cezayı gerektiren, ceza sebebi] bir yanlış görmediğinden, elbette Risale-i Nur’un bu vatanda gayet küllî ve büyük hukuku var. Bu küllî ve çok ehemmiyetli hukuku nazara almayıp, âdi evraklar gibi müsadere ederek, millete ve takviye-i imana muhtaç biçarelere pek büyük bir haksızlığı nazara almamak ve âdi bir adamın cüz’î [ferdî, küçük] ve küçük bir hakkını ehemmiyetle nazara almak, adliyenin mâhiyetine ve adaletin hakikatine hiçbir cihetle yakışmaz diye size hatırlatıyoruz.

Doktor Duzi’nin ve sair zındıkların eserlerine ilişmemek, Risale-i Nur’a ilişmek, gazab-ı İlâhînin [Allah’ın gazabı] celbine bir vesile olabilir diye korkuyoruz. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] size insaf ve merhamet ve bize de sabır ve tahammül ihsan [bağış] eylesin. Âmin…

 Gayr-ı resmî, fakat tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme]

Said Nursî

– 8 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

وَشَاوِرْهُمْ فِى اْلاَمْرِ 2 emriyle, kardeşlerimle bir meşverete [danışma] muhtacım.

Aziz sıddık kardeşlerim,

Şimdi bir emrivaki karşısında bulunuyorum. Benim iaşem için her gün iki buçuk banknot, hem yeniden benim için bir hane—mobilyasıyla beraber ve istediğim tarzda—yaptırmak için emir gelmiş. Halbuki elli-altmış senelik bir düstur-u hayatım [hayat kanunu] bunu kabul etmemek iktiza [bir şeyin gereği] eder. Gerçi Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya]

47

bir iki sene maaşı kabul ettim, fakat o parayı kitaplarımın tab’ına [baskı basma] sarf ederek ve ekserini meccânen millete verip, milletin malını yine millete iade ettim.

Şimdi eğer mecbur olsam ve size ve Risale-i Nur’a zarar gelmemek için kabul etsem, yine ileride millete iade etmek üzere saklayacağım. Zaruret-i kat’iye derecesinde, kendime yalnız az bir parça sarf edeceğim. İşittim ki, eğer reddetsem, onlar, hususan lehimde iaşem için çalışanlar gücenecekler. Ve aleyhimde olanlar diyecekler: “Bu adam başka yerden iaşe ediliyor.” O bedbahtlar, iktisadın [tutumluluk] hârikulâde bereketini bilmiyorlar ve iki günde beş kuruşluk ekmek bana kâfi [yeterli] geldiğini görmemişler ki, bütün bütün asılsız bir evhama kapılıyorlar.

Eğer kabul etsem, yetmiş senelik hayatım gücenecek; ve bu zamandan haber verip tama’ [aşırı arzu, açgözlülük] ve maaş yüzünden bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] giren ve ihlâsı kaybeden âlimleri tokatlayan İmam-ı Ali Radıyallahu Anh dahi benden küsecek ihtimali var; ve Risale-i Nur’un hakiki ve sâfi olan ihlâsı beni de ihlâssızlıkla ittiham [suçlama] etmek ciheti var. Ben, hakikaten tahayyürde kaldım.

Ben işittim ki, eğer kabul etmesem, beni daha ziyade sıkacaklar ve belki Risale-i Nur’un tam serbestiyetine ilişecekler. Hattâ şimdiki tazyikleri, beni o iaşe tekliflerine mecbur etmek içinmiş. Madem hâl [çözüm] böyledir اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتُ 1 kaidesiyle, zaruret derecesinde olsa, inşaallah [Allah dilerse] zarar vermez. Fakat ben reddettim; reyinize [fikir, düşünce] havale ediyorum.

Aziz kardeşlerim, beni merak etmeyiniz. Ben her zahmette bir eser-i rahmet [rahmet eseri] ve bir lem’a-i inayet gördüğümden, sıkılmıyorum. Sizin gayret ve ciddiyetiniz ve yardımınız her sıkıntıyı izale [giderme] eder, daimî sürur [mutluluk] verir.

Burada, Abdülmecid (kardeşim) hükmünde ve hanedanı da benim hanedanım olması cihetiyle en çalışkan ve fedakâr Mustafa Acet, hem küçücük bir Hüsrev, hem küçücük bir Abdurrahman hükmünde Ceylân namında çok çalışkan bir çocuk, Risale-i Nur’a tam hizmet ediyor.

48

– 9 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Size melâikeye [melekler] ait Meyvelerin bir parçasını daha gönderdim. Mahkeme reisi kitaplarımı bana vereceğini söylemesi üzerine, Denizli’ye iki vekâletname gönderdim. Burada bana şiddetli bir tecrid ve tazyik verildiğine merak etmeyiniz; inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] devam ediyor.

Medar-ı ibrettir [ibret kaynağı] ki; burada Risale-i Nur serbest okunup yazılırken-hilâf-ı âdet-başta bu kış, yaz gibi gittiğini çok adamlardan işittim. Ne vakit bana ve Risale-i Nur’a hücum edildi, yazdırılmadı, tatil oldu; gayet şiddetli bir kış başladığı gibi, Afyon’a şekvâ [şikayet] suretinde yazılan hasbihal ve zelzeleleri Risale-i Nur’un tatiliyle münasebettar [alâkalı, ilgili] gösterdiği cihetini inanmayanlara güya inandırmak için aynı taarruz zamanında başlayıp şimdiye kadar ara sıra hafifçe sarsar, ikaz ediyor diye işittim.

Hem ne vakit Risale-i Nur’a ilişilmişse, bir nevi umumî korku başlamış görüyoruz. Demek bu vatanın belâlardan muhafazası için Risale-i Nur bir kat’î vesiledir. Madem böyledir, millet ve vatanı sevenler Risale-i Nur’u serbest bıraksınlar ve okusunlar ve okutsunlar.

İaşe için tahsisatlarından, yalnız masraf borçları vermek için birtek defa sekiz günlük tayinatı kabul ettim, daha istemem dedim.

– 10 –

Aziz, sıddık, tam metin [sağlam] kardeşlerim,

Şehid merhumun berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] okumasıyla mesrurâne [mutlu] meşgul olduğu Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] dünyada kendi yerinde çalışmak ve beni de çalıştırmak için yazılmışlar gibi tam vaktinde yetişti ve medrese-i Yusufiyenin [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] üç tatlı meyvesini ve Kur’ân’ın kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve Firdevsî [cennet; eşsiz güzellikteki bahçe] binler meyveler veren üç hizbini beraber getirdi.

İki kahraman mübarek, yazdıkları güzel iki Meyvelerinin tarzında ve kıt’asında [dünyanın kara paçalarından her biri] On Birinci Meselesini dahi yazıp dört-beş nüsha Hizb-i Nuriye varsa ve

49

beş-altı Hizb-i Kur’âniye ile beraber gönderilse münasiptir. Ve Hüsrev’in fıkrası, [bölüm] On Birinci Meselenin âhirinde kaydedilsin.

Size bu defa Âyetü’l-Kürsî’nin arkadaşı ve tetimmesi [ek] iki-üç âyetin bir nükte-i i’câziyelerine [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair ince bir mânâ] dair bir parça gönderdim. Daha tamamlamaya bir ihtar almadım, noksan kaldı, pek acelelikle yazıldı. Ehemmiyetli sırlar göründü, fakat dünyaya bakmamak için tamam ve açık yazdırılmadı. Eğer hoşunuza gitse, On Birinci Meselenin Haşiyesinin [dipnot] bir lâhikası olarak kaydedersiniz ve İ’câz-ı Kur’ân Risalesinin zeyillerinde [ilave, ek] hem “el-Felâk” nüktesini, [derin anlamlı söz] hem bunu yazarsınız.

Kardeşlerim, hiç merak etmeyiniz. Kat’î kanaatim geldi, bizler bir inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] altında, gayet ehemmiyetli bir hizmette ve ihtiyar ve iktidarımız haricinde bir dest-i gaybî [görünmeyen el] tarafından istihdam [çalıştırma] ediliyoruz. Çok defa عَسٰۤى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] oluyoruz. Bu çalışmada zahmet pek az, ücret pek çok…

– 11 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin gayet mübarek ve Cennet meyveleri gibi şirin hediyelerinizi ve Denizli cihetindeki beşaretinizi [müjde] aldım. Şimdi bu dakikada pek çok işler beni uzun konuşturmayacak; kısa kesmeye mecbur oldum. Çünkü, hediyeyi getiren çabuk gidecek diye acele yazdım.

Evvelâ: Son parçada, başta بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى 2 bin üç yüz kırk dört sehivdir. [hata, yanılgı] Eğer okunmayan iki hemze [başka bir harfe bağlı olarak değil, kendi başına telâffuz edilen elif; başına geldiği kelimeye “mi, mı” anlamı veren soru edatı] ve medde sayılmazlarsa sehiv [hata, yanılgı] değil, hem çok mânidardır. Doğrusu bin üç yüz kırk yedidir ki, parçanın âhirinde tekrar doğru yazılmış. Hem bâki kalan kısmı hem ehemmiyetli, hem dünyaya baktığı için ve

50

عَلَقَ ‘daki 1 اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغٰى o parçadaki tâğûta baktığından şimdilik yazdırılmadı.

Ve saniyen: [ikinci olarak] Fihristede Âyet-i Hasbiye [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] olan Dördüncü Şuânın fihristesi, İhtiyar Lem’asının [parıltı] On Dördüncü Rica[ümit] yerinde yazılsın. Hakikaten münasip görünüyor, tam bir ricadır. [ümit]

Salisen: [üçüncü olarak] Yirmi Sekizinci Lem’anın [parıltı] Yirmi Sekizinci Nüktesinin [derin anlamlı söz] aynı fihristesi değil, On Beşinci Sözün âhirinde yazılsın. Çünkü ikisi aynı hakikatten bahsediyor.

Rabian: [dördüncü olarak] Merhum Hafız Ali’nin Lem’alar’ını [parıltı] tashih ettim. Yakında inşaallah [Allah dilerse] gönderilecek.

Bugünlerde mübarek kahramanların Firdevsî [cennet; eşsiz güzellikteki bahçe] ve Yusufî Meyvelerini tashih ederken o risale bana o derece kuvvetli ve kıymetli göründü ki, bağırarak dedim: “Bütün çektiğimiz hapis sıkıntıları yüz misli [benzer] ziyade olsa da, yine bu Meyve Risalesi, [On Birinci Şuâ] yüz derece daha fazla iş görmüş. En muannidleri [inatçı] de imana getirerek geniş dairelerde kendini zevkle okutturuyor. Ey bana sıkıntı veren bedbahtlar! Bana ne yaparsanız yapınız, beş para vermem. Başımıza ne gelse ucuzdur, ayn-ı inayettir ve mahz-ı rahmettir” [rahmetin tâ kendisi] diye tam tesellî buldum.

Umum Risale-i Nur talebelerine selâm ve selâmetlerine dua ederiz.

Said Nursî

51

– 12 –

Bu istida, [dilekçe] üç makamata gönderilmiştir

Oradaki kardeşlerime bir me’haz [kaynak] olmak için gönderildi

Yirmi seneden beri sabredip sükût eden bir mazlumun şekvâsını [şikayet] dinlemenizi istiyorum.

Hürriyetin en geniş suretini veren cumhuriyet hükûmetinde herbir hürriyetten men edilmekle beraber, düşmanlarım, benim aleyhime her cihetle serbest olarak beni eziyorlar. Hürriyet-i vicdan [vicdan hürriyeti] ve hürriyet-i fikr-i ilmiyeyi temin eden cumhuriyet hükûmeti, ya beni tam himaye edip, garazkâr, [kötü niyet sahibi, art niyetli] evhamlı düşmanlarımı sustursun veyahut bana, düşmanlarım gibi hürriyet-i kalem verip, müdafaatıma yasak demesin. Çünkü, resmen, perde altında her muhabereden men’im için postahanelere gizli emir verilmiş. Su ve ekmeğimi getiren birtek çocuktan başka kimseyle beni görüştürmemek için tenbihat verildiği bir zamanda, eskiden beri benim muarızlarım [itiraz eden, karşı gelen] fırsat bulup, tam Mahkeme-i Temyizin [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] beraatimizi tasdik ederek, mahkemedeki ehl-i vukufun [bilirkişi] tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ettikleri kitaplarımı almayı beklerken, o düşmanlarım, hiç münasebetim olmayan bir-iki mahrem risalelerimi verdirip, sonra meslekçe benim aleyhimde bir-iki ehl-i vukufun [bilirkişi] eline geçirip, aleyhimde fena bir rapor hazırladıklarını işittim. Daha sabır ve tahammülüm kalmadı. Ben hükûmet-i cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] bütün erkânlarına, [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] belki dünyaya ilân ediyorum ki:

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] sırr-ı hakikatiyle [gerçeğin sırrı, iç yüzü] ve i’câzının [mu’cize oluş] tılsımıyla, benim ve Risale-i Nur’un programımız ve mesleğimiz ve bilfiil semeresini [meyve] gördüğümüz ve çalıştığımız ve gaye-i hareketimiz ve hedefimiz, ölümün idam-ı ebedîsinden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] ile biçareleri kurtarmak ve bu mübarek milleti de her nevi anarşilikten muhafaza etmektir.

52

İşte Risale-i Nur, üç ehl-i vukuf [bilirkişi] heyetinin ve üç mahkemenin incelemesinden geçtiği halde, bu iki vazife-i kudsiyeden [kutsal vazife] başka, kasdî [bilerek, direkt] olarak dünyaya, idareye, âsâyişe dokunacak ciheti olmadığına, yirmi senelik hayatım ve yüz otuz Risale-i Nur, meydanda, cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez bir hüccettir. [delil] Evet, mahkemece dâvâ ettiğim ve benimle münasebettar [alâkalı, ilgili] bütün dostlarımın tasdiki altında, yirmi seneden beri hiç bir gazeteyi okumayan, dinlenmeyen ve bu kadar muhtaç olduğu halde istirahati için hiç müracaat etmeyen ve on seneden beri hükümetin erkânlarını—birkaçı [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] müstesna olarak—bilmeyen ve dört seneden beri Dünya Harbinden ve hâdisâtından hiç haber almayan ve merak etmeyen bu biçare mazlum Said, hiç imkânı var mı ki, ehl-i siyasetle [siyaset adamları, politikacılar] uğraşsın ve idareye ilişsin ve âsâyişin ihlâline meyli bulunsun? Eğer zerre miktar bulunsaydı, “Karşımda kimler var, dünyada neler oluyor, bana kim yardım edecek?” diye soruşturacaktı, merak edecekti, karışacaktı, hilelerle büyüklere hulûl [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] edecekti.

En elîm cüz’î [ferdî, küçük] bir hadise şudur ki: “Bir tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içinde, her muhabereden kesilmiş vaziyetimden kurtulmak için hapse girmeye bir bahane bulunuz ki beni hapse alsınlar, bu azaptan kurtulayım” diye bazı dostlarıma bir gizli mektup elden göndermiştim. Tâ, benim hayatımın sermayesi ve neticesi ve gayet ziynetli bir surette tezyin [süsleme] edilmiş Risale-i Nur’dan, Denizli’de mahkemede bulunan kitaplarıma yakın olayım ve teslim almaya çalışayım. Maatteessüf, [ne yazık ki] aleyhime olan oradaki ehl-i vukuftan [bilirkişi] birtek adam beni müdafaa ederken, o dahi mektubumu görüp, hapse girmem için aleyhime hüküm vermeye mecbur olmuş.

Beni hapislere sokan muarızlarımın [itiraz eden, karşı gelen] bir bahaneleri de—o mahkemede ondan beraat kazandığım—”tarikatçılık”tır. Halbuki, Risale-i Nur’da daima dâvâ edip demişim: “Zaman tarikat zamanı değil, belki imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikatsiz Cennete gidenler çoktur, imansız Cennete giden yoktur” diye bütün kuvvetimizle imana çalışmışız. Ben hocayım, şeyh değilim. Dünyada bir hanem yok ki, nerede tekkem [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] olacak? Bu yirmi sene zarfında, bir tek adam yok ki, çıksın desin: “Bana tarikat dersi vermiş.” Ve mahkemeler ve zabıtalar bulmamışlar. Yalnız eskiden yazdığım tarikatlerin hakikatlerini ilmen beyan eden Telvihat Risalesi var ki, bir ders-i hakikattir [hakikat dersi] ve yüksek bir ders-i ilmîdir, tarikat dersi değildir.

53

Hürriyet-i vicdanı [vicdan hürriyeti] esas tutan hükûmet-i cumhuriyenin, [cumhuriyet hükûmeti] elbette bu milletin milyarlar ecdadının ruhları bağlandığı bir hakikate ve onun yolunda dünyaya meydan okudukları ve iman-ı tahkikîyi [araştırma ve incelemeye dayanan iman] galibâne felsefeye karşı ispat eden bir eseri ve hâdimlerini himaye etmek, ehemmiyetli bir vazifesidir. Yoksa, o zaif hâdimin ellerini bağlayıp, binler düşmanlarını ona saldırtmaya, hiçbir vecihle [yön] o cumhuriyetin düsturları [kâide, kural] müsaade etmez. Cumhuriyet beni dinleyecek diye şekvâ[şikayet] yazdım. Evet, حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 derim.

– 13 –

 Heyet-i Vekileye ve milletvekilleri riyasetine cüz’î, [ferdî, küçük] fakat ehemmiyetli bir maruzatımdır [arz edilenler, takdim edilenler]

Otuz seneden beri hayat-ı siyasiyeden [siyaset hayatı] çekildiğim halde, bu sırada bir defaya mahsus olarak, vatanî ve millî ve âsâyişî bir meseleyi beyan ediyorum. Şöyle ki:

Çok emârelerle kat’î kanaatimiz geldi ki, anarşilik hesabına bana ve bu Emirdağ kasabasına ve dolayısıyla bu vatana bir suikast var ki, bir habbeyi kubbeler [yarım küre şeklinde olan çatı] ve bir sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan bir hadiseyi dağ gibi gösterip, sükûnete muhtaç olan bu vatanda beni bahane edip, anarşilik hesabına ve bir ecnebî plânıyla bize, yani biçare vatandaşlarımızı idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve şübehat-ı uhreviyeden kurtarmaya çalışan Nur şakirtlerine, [öğrenci] bütün bütün kanunsuz ve keyfî hücum edildi. Pek zahir bir garazla, evham yüzünden, baruta ateş atmak gibi, bu vatana ve âsâyişe beni bahane edip suikast edildi. Şöyle ki:

Üç mahkeme, yirmi senelik mektuplarımı ve kitaplarımı ve hallerimi inceden inceye tetkikten sonra bize ve kitaplarıma beraat verdiği halde; ve üç seneden beri telifatı [kaleme alma] terk ettiğim ve haftada ancak bir mektup yazabildiğim ve mecbur olmadan herbiri bir gün nöbetle zarurî hizmetimi yapan üç-dört terzi çırağından

54

başka kimseyi kabul etmediğim halde; ve serbestiyet verildiği ve memleketime gitmediğim halde, hiç ömrümde görmediğim bir tarzda ve resmî bir surette beni hiddete getirip bir hadise çıkarmak için, tahkir [aşağılama] ve ihanet kastıyla, kanunsuz ve garazla, beni taharri [araştırma] ile kapımın kilidini kırıp, Kur’ân’ımı ve Arabî levhalarımı evrak-ı muzırra gibi alıp götürmekle beraber, adliyenin mühim bir memuru, resmen buradaki memurlara âmirâne demiş ki: “Said’i iki jandarma ile teşhir suretinde çıkarıp, zorla başına şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giydirip öylece ifadeye getirmeliydiniz. Hem ona yanaşanları tutunuz” diye, ehemmiyetli bir mecliste ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] olan ifademi okudukları vakit söylemiş. Bunda şek [şüphe] ve şüphe kalmadı ki, beni tahkir [aşağılama] ve ihanet edip, hiddete getirip, âsâyişi bozmak garazı tâkip ediliyor.

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, binler haysiyet ve şerefimi bu vatandaki biçarelerin istirahatine ve onlardan belâların def’ine feda etmek için bana bir hâlet-i ruhiyeyi [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] ihsan [bağış] eylemiş ki, ben de, onların yaptığı ve niyetinde bulundukları tahkirat [hakaretler, aşağılamalar] ve ihanetlere karşı tahammüle karar vermişim. Bu milletin âsâyişine, hususan mâsum çocukların ve muhterem ihtiyarların ve biçare hastaların ve fakirlerin dünyevî istirahatlerine ve uhrevî saadetlerine binler hayatımı ve binler şerefimi feda etmeye hazırım…

İşte, sinek kanadını dağ gibi yaptıklarının bir emâresi şu ki: Benim gibi gurbette, hasta, ihtiyar, zaif, tek başına bulunan bir adam için, on gün zarfında beş defa Afyon Valisi ve Emniyet Müdürü ve iki defa Afyon Müddeiumumîsi [savcı] benim için buraya gelmesi ve iki günde, herbir günde beş tayyare benim gezdiğim yerlerde beni nezaret altına alması ve beş polis hafiyesinin [gizli çalışan, casus] burada bana tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] edenlere ilâve edilip, ahvâlimi [haller] tecessüs [gizlice araştırma] etmek için gönderilmesi ve postahanelere, bana ait mektupların müsaderesi için resmen emir verilmesi gösteriyor ki, Şeyh Said ve Menemen hadisesinin on misli [benzer] bir hadiseyi evhamla düşünmüşler, habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] söylemişler ki, böyle bir vaziyet alıyorlar. Benim eski hayatımı zannedip, ihanetle hiddete gelecek tahmin etmişler. Bilâkis aldandılar. Biz, bütün kuvvetimizle anarşiliğe bir sedd-i Zülkarneyn [Hz. Zülkarneyn (a.s.) tarafından yaptırılan set] gibi, bir sedd-i Kur’ânî [Kur’ân seddi] tesisine

55

çalışıyoruz. Bize ilişenler, anarşilik ve belki komünistliğe zemin ihzar [hazırlama] ediyorlar.

Evet, eğer eski hayatım gibi, izzet-i ilmiyeyi [ilmin izzeti] muhafaza etmek için hiçbir hakareti kabul etmemek olsaydı ve vazife-i hakikiyesi, sırf âhiret ve ölümün idam-ı ebedîsinden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] Müslümanları kurtarmak vazifesi olmasaydı ve bana ilişenler gibi sırf dünyaya ve menfî siyasete çalışmak olsaydı, on Menemen, on Şeyh Said hadisesi gibi bir hadiseye, o anarşilik hesabına çalışanlar sebebiyet vereceklerdi.

Hem, üç mahkeme ve yirmi senede kaç vilâyetin zabıtaları, kıyafetime kanunca ilişmedikleri ve mâzuriyetim ve inzivama [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] binaen, tebdil-i kıyafetime hiçbir ihtar olmadığı halde, böyle keyfî, kanunsuz, cebren ahâli içinde başıma şapkayı [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giydirmeye çalışmak, kırk seneden beri bu vatanda, hususan iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] dersinde kardeşâne alâkadar olan yüz binler adam, pek büyük bir heyecan içinde zemini hiddete getirip, emsalsiz ağlamaya vesile olacaktı.

Zaten ecnebî parmağıyla, güya hakkımda teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] kırmak fikriyle damarlarıma dokunacak kanunsuz muamelelerin mezkûr [adı geçen] maksat için yapıldığına, çok emârelerle kat’î kanaatimiz geldi. Fakat Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, benim gibi kabir kapısında, alâkasız, dünyadan usanmış, hürmetten, teveccüh-ü âmmeden [halkın ilgisi, sevgisi] kaçmış ve şân u şeref ve hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] gibi riyakârlıklara hiçbir meyli kalmamış bir vaziyette iken, bunların bana karşı kanunsuz ihanetlerinin hiçbir ehemmiyeti kalmadı; Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] havale ediyorum. Bana lüzumsuz evham yüzünden eziyet edenlerin yakında ölümle idam-ı ebediyeye giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olacaklarını düşünüp, hakikaten acıyorum. Yâ Rabbî, [ey bütün varlıkları terbiye ve idare eden Allah’ım] onların imanını Risale-i Nur’la kurtar! İdam-ı ebedîden, sırr-ı Kur’ân‘la [Kur’ân’ın sırrı] terhis tezkeresine çevir! Ben de onlara hakkımı helâl ediyorum.

Said Nursî

56

– 14 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Bana hizmet eden küçücük bir Risale-i Nur talebesinin çoklar namına sorduğu sualine cevaptır.

Sual: Üstadım, yağmur duası ve namazın neticesi görünmedi, fâidesiz kaldı. İki üç defa bulut toplandı, yağmur vermeden dağıldı. Neden?

Elcevap: Yağmursuzluk, bu çeşit dua ve namazın vaktidir, illeti ve hikmeti değil. Nasıl ki güneş ve ayın tutulması zamanında küsuf [güneş tutulması] ve husuf [ay tutulması] namazı kılınır ve güneşin gurubuyla [batış] akşam namazı kılınır; öyle de, yağmursuzluk, kuraklık, yağmur namazının ve duasının vaktidir. İbadet ve duanın sebebi ve neticesi emir ve rıza-i İlâhîdir, [Allah rızası] fâidesi uhrevîdir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksatlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz battal [bâtıl, boş, hükümsüz] olur. Meselâ, akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf [ay tutulması] namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de, bu nevi ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa yanlış olur. Yağmuru vermek Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vazifesidir. Biz vazifemizi yaptık; Onun vazifesine karışmayız.

Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını [erzak, yiyecek] veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını [erzak, yiyecek] ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zât, onu besliyor, rızkını veriyor. Hattâ en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duasında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu mânâyı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zât, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının fâidesi olmaz. Öyleyse Ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur. Bu münasebetle kısacık altı nokta beyan edilecek.

Birinci nokta: Nimet ve rahmet-i İlâhiyenin fiyatı, şükürdür. Biz şükrü hakkıyla vermedik. Evet, rahmetin fiyatını şükürle vermediğimiz gibi; zulmümüzle, isyanımızla gazabı celb [çekme] ediyoruz. Şimdi zemin yüzünde zulüm ve tahribat, küfür

57

ve isyan ile, nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] tam tokada kendini müstahak etti ve dehşetli tokatlar yedi. Elbette bir parça hissemiz de olacak.

İkinci nokta: Hadîste var ki: “Hattâ deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zâlimlerden şekvâ [şikayet] ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur kesilir, hattâ bizim de nafakamız azalır” derler. Evet, bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki, rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor, mâsum hayvanlar da azap çekerler.

Üçüncü nokta: Âyette vardır: “Öyle musibetten kaçınız ki, geldiği vakit zâlimlere mahsus kalmaz, mâsumlar ve mazlumlar da içinde yanar.”1 Çünkü, musibet-i âmmeden [büyük ve genel musibet] mâsumlar harika bir tarzda, yangın içinde selâmette kalsalar, hikmet-i diniye bozulur. Çünkü din bir imtihan, bir tecrübedir. O vakit, Ebu Cehil [bilgisizlik] gibi fenalar, aynen Ebu Bekir-i Sıddık Radıyallahu Anh gibi tasdik ederler. Onun için, musibet-i âmmede [büyük ve genel musibet] mâsumlar da belâ çekerler.

Dördüncü nokta: Şimdi, malda ve rızıkta hilelerle suistimâl ile, rüşvetle çok haram karıştığı ve ekinciler kendi malına hakkıyla sahip olmadığı ve on adamdan iki-üçü tam rahmete müstahak ise, ekincilerin malından istifade edenlerden beş-altısı ya zulümle, haram karıştırmakla, ya şükürsüzlükle rahmete istihkakını [hak edilen pay] kaybediyor.

Beşinci nokta: Risale-i Nur, bu Anadolu memleketine, belâların def’ine ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl belâyı def ediyor; onun intişarı [açığa çıkma, yayılma] ve okunması küllî bir sadaka nev’inde semâvî ve arzî belâların def’ine çok emâreler ve çok hadiselerle tebeyyün [meydana çıkma, görünme] etmiş. Hattâ Kur’ân’ın işaretiyle tahakkuk [gerçekleşme] etmiş. Ve yazmasını ve intişarını [açığa çıkma, yayılma] men etmek zamanlarında dört defa zelzelelerin başlaması ve intişarıyla [açığa çıkma, yayılma] durmaları ve Anadolu’da ekser okunması İkinci Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] Anadolu’ya girmemesine bir vesile olduğu Sûre-i Ve’l-Asr işaret ettiği, bu iki ay kuraklık zamanında mahkemenin Risale-i Nur’un beraatine ve vatana menfaatli olduğuna dair kararını Mahkeme-i Temyiz [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] tasdik ederek tam

58

bir serbestiyetle Risale-i Nur’un intişar [açığa çıkma, yayılma] ve okunmasını beklerken, bütün bütün aksine olarak men edilmesi ve mahkemedeki risalelerin sahiplerine iade edilmemesi ve bizi de o cihetle konuşmaktan men etmeleri cihetiyle, belâların def’ine vesile olan bu küllî sadaka-i mâneviye [belaları def edecek mânevî sadaka] karşı çıkamadı, günahımız neticesi kuraklık başladı.

Altıncı nokta: Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel [amelin cezası] bir azaptır. Buna karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazinâne [hüzünlü bir şekilde] yalvarmakla ve pek ciddî nedamet [pişmanlık] ve tevbe ve istiğfar [af dileme] ile karşılamak ve sünnet-i seniye dairesinde, bid’alar [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] karışmadan, şeriatin tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle [Allah’a kulluk] mukabele [karşılama; karşılık verme] etmektir.

Hem böyle umumî musibetler, ekser nâsın hatâsından geldiği cihetle, o insanların ekseri (kısm-ı âzamı) tevbe ve nedamet [pişmanlık] ve istiğfar [af dileme] etmekle def olur.

Biz Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] dünyaya çok ehemmiyet vermediğimizden, dünyaya yalnız Risale-i Nur için baktığımızdan, bu yağmursuzlukta dahi o noktadan bakıyoruz. İşte, Denizli’de mahkemeye verilen cüz’î [ferdî, küçük] bir kısım Risale-i Nur, sahiplerine iadesinin aynı zamanında, burada dahi bir kısım zatlar yazmaya başlamaları aynı vaktinde, bu yağmursuzlukta bir derece rahmet yağdı. Fakat Risale-i Nur’un serbestiyeti cüz’î [ferdî, küçük] olmasından, rahmet dahi cüz’î [ferdî, küçük] kaldı. İnşaallah, yakında benim de risalelerim iade edilecek, tam serbest ve intişarı [açığa çıkma, yayılma] küllîleşecek ve rahmet dahi tam olacak.

– 15 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hizbü’l-Kur’âni’l-Muazzam’ın [Kur’ân taraftarları] hem fevkalâde ehemmiyeti, hem fâideleri, hem okumasında hiçbir vesvesenin gelmemesi, hem bütün Kur’ân’ın en sevaplı

59

âyetlerinin ihtivası, hem Risale-i Nuriyenin bütün esaslarını ve hakikatlerini cem [toplama, bir araya gelme] etmesi, hem herkese, hususan her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya fırsat bulamayan ve Hafız olmayanlara tamam Kur’ân’ın bir nümune-i kudsîsi, hem tamam Kur’ân’ın tevafuklu tab’ında [baskı basma] bir misal-i musağğarı [küçültülmüş nümune] ve müjdecisi, hem maddî ve lâfzî [ifade, kelime] ve mânevî parlak bir i’câz [mu’cize oluş] göstermesi gibi pek çok hâsiyetleri [özellik] var ve bu şuhur-u mübarekedeki pek çok bereketlere ve Nurlara ve sevaplara medardır [kaynak, dayanak] ve onun tab’ına [baskı basma] ve neşrine çalışmışlara çok büyük hayırlar kazandırır. Risale-i Nur’un iki parlak ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] istinad noktası ve âb-ı hayat [hayat suyu] çeşmesi olan شَهِدَ اللهُ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلٰۤئِكَةُ الخ 1… âyetiyle, قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ الخ 2 … âyeti, her nasılsa sehven [yanlışlıkla, yanılarak] Sûre-i Âl-i İmran’dan alınan âyetlerde yazılmamışlar. O iki âyeti de yazıp içine koyunuz.

Bugünlerde on ikinci sahifeyi okurken birden اِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِى الدَّرْكِ اْلاَسْفَلِ مِنَ النَّارِ 3 âyeti gözüme ilişti. Mâkabline [önceki, öncesi] baktım, وَمَنْ اَحْسَنُ دِينًا مِمَّنْ اَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلّٰهِ 4 ilâ âhir [sonuna kadar] gördüm. Arka sahifesine baktım, gördüm ki: Risale-i Nur’a işaret eden dört âyet var ve onlar Birinci Şuâda izah edilmiş. Kalbime geldi: Herhalde bu dehşetli âyet, bu dehşetli ve zulümatlı ve nifakı [ayrılık, dağılma] kuvvetli asrımıza da hususî bakar. Dikkat ettim, kanaatim geldi. Bir emâresi şudur ki:

اِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِى الدَّرْكِ اْلاَسْفَلِ مِنَ النَّارِ cifir ve ebced hesabıyla, tam tamına nifakın [ayrılık, dağılma] dört mertebesinin tarihlerine tevafukla parmak basıyor. Şöyle ki:

60

Şeddeler [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] sayılır, eğer okunmayan hemze‘ler [başka bir harfe bağlı olarak değil, kendi başına telâffuz edilen elif; başına geldiği kelimeye “mi, mı” anlamı veren soru edatı] ve فِى deki okunmayan ى sayılmazsa, tam tamına bin üç yüz altmış iki (1362) ederek bu seneye parmak basar. [görme]

Eğer مِنَ النَّارِ deki şedde [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] bir nun bir lâm-ı aslî [kelimenin aslında olan Arapça “lam” harfi] hesap olsa, bin üç yüz kırk iki (1342) ederek Birinci Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] dehşetli nifakları [ayrılık, dağılma] netice veren tarihine tam tamına tevafukla haber verir.

Eğer şedde [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] iki nun sayılsa, okunmayan hemzeler [başka bir harfe bağlı olarak değil, kendi başına telâffuz edilen elif; başına geldiği kelimeye “mi, mı” anlamı veren soru edatı] ve ى de sayılsa, bin üç yüz yetmiş altı (1376) ederek, bu zulümatlı nifakın [ayrılık, dağılma] sukut [alçalış, düşüş] mertebesine ve çok âyetlerde nur ile karşılaştırılan اَلظُّلُمَاتِ kelimesinin makam-ı cifrîsi olan bin üç yüz yetmiş iki (1372)’ye dört farkla tevâfuk ederek haber verir.

Eğer okunmayanlar sayılsa ve اَلنَّارِ deki şedde [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] lâm-ı aslî [kelimenin aslında olan Arapça “lam” harfi] olsa, tam tamına bin üç yüz altı (1306) ederek küfür ve nifakın [ayrılık, dağılma] dehşetli fırtınalarının tarihine tevafukla parmak basar [görme] gördüm.

Evet, iki ر 400, üç ف iki ل 300, bir ق iki şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ن lar 300, bir م , bir س 100, diğer م , bir ى , bir ن , o da 100, iki ن , o da 100, yekûnü [bütün, toplam] 1300; bir ل , bir ك 50, şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] د 8, ve iki medde, iki hemze [başka bir harfe bağlı olarak değil, kendi başına telâffuz edilen elif; başına geldiği kelimeye “mi, mı” anlamı veren soru edatı] 4, mecmuu bin üç yüz altmış iki (1362) eder. Öteki üç adedi de kıyas edilsin.

Hem on ikinci ve on üçüncü sahifelere dikkatle baktım, gördüm ki: Risale-i Nur’a ve şakirtlerine [öğrenci] ve muarızlarına [itiraz eden, karşı gelen] o derece mutabık geliyor ki, değil yalnız bir mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ile bir remizdir; [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] belki bu asra bakan mânâ-yı sarîhiyle [görünen mânâ, anlaşılan açık mânâ] hususî bakar, küllî mânâsına mümtaz [seçkin] bir fert olarak dahil eder diye kat’î anladım, hadsiz şükrettim. Bu hizmet-i Nuriyede [Risale-i Nur Hizmeti] şimdiye kadar başımıza gelen belâlar yüz derece ziyade olsa yine ucuzdur; biz kazanıyoruz. O belâlar, ehemmiyetsiz fâni şişelerimizi ve cam parçalarımızı kırmalarıyla, bâki ve uhrevî elmasları bize kazandırıyorlar diye sabır içinde şükretmeliyiz ve sevinmeliyiz bildim.

61

Hem beni bu sekizinci defadaki zehirlendirmeleri dahi yine akîm [neticesiz] kaldığını size beşaret [müjde] veriyorum. فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ 1 Gavs-ı Âzamın teminatı, yine tahakkuk [gerçekleşme] eyledi.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua eder ve dualarını bu mübarek şuhûr-u selâsede [üç aylar; Receb, Şaban ve Ramazan ayları] isterim.

Ve daire-i nuriyede [Risale-i Nur dairesi] kesretli [çokluk] bulunan mâsumların ve elleri boş dönmeyen mübarek ihtiyarların mâsumâne dualarını bütün ruhumla arzu eden kardeşiniz

Said Nursî

– 16 –

Aziz kardeşlerim,

Size iki pusulayı Leyle-i Regaipten altı saat evvel yazdım. “Hizbü’n-Nuriye” kâğıt ile teslimden sonra, kat’iyen [kesinlikle] benim kanaatimde bir nevi Mu’cize-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] olarak, iki aydan beri mütemadiyen kuraklık ve yağmursuzluk, her tarafta daima namazlardan sonra pek çok duaların akîm [neticesiz] kaldığı ve herkes me’yusiyetten [ümitsiz] derd-i maişet [geçim derdi] endişesiyle kalben ağlarken, birden Leyle-i Regaip—bütün ömrümde hiç mislini [benzer] işitmediğim ve başkalar da işitmediği—üç saatte yüz defa, belki fazla tekrarla melek-i ra’dın [gök gürültüsü ile vazifeli melek] yüksek ve şiddetli tesbihatıyla öyle bir rahmet yağdı ki, en muannide [inatçı] dahi Leyle-i Regaibin [Regaib Gecesi; Receb ayının ilk Cuma gecesi] kudsiyetini [kutsal, kusursuz ve yüce] ve Hazret-i Risaletin [Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] bir derece, bir cihette âlem-i şehadete [görünen alem] teşrifinin umum kâinatça ve bütün asırlarda nazar-ı ehemmiyette [önem vererek bakma] ve Rahmeten li’l-Âlemîn [âlemlere rahmet olarak gönderilen] olduğunu ispat etti ve kâinat o geceyi alkışlıyor diye gösterdi.

Acaba, dualarımızda Isparta bu memleketle beraberdi, bu yağmurda hissesi var mı, merak ediyorum. Şimdiye kadar çok emârelerle Risale-i Nur bir vesile-i rahmet  

62

olmasından, bu rahmet îma eder ki, herhalde ehemmiyetli bir fütuhatı [fetihler, yayılmalar] perde altında vardır ve belki serbestiyetine bir işarettir. Hem burada Lem’alar’ın [parıltı] verdiği iştiyak [arzu, istek] cihetiyle yazıcıların çoğalması, inşaallah [Allah dilerse] bir nevi makbul dua hükmüne geçti.

– 17 –

Aziz, sıddık, sarsılmaz kardeşlerim ve vârislerim, [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah]

Bana karşı şimdiki tazyikatın [baskılar] üç sebebi var:

Birincisi: Heyet-i Vekilenin [Bakanlar Kurulu] kararıyla, iaşem için hergün iki buçuk banknot ve sair masraflar için de bir tahsisat ve istediğim tarzda bir haneyi inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] edip bana vermek hakkında buraya emir gelmişti. Ben de kabul etmedim. Yalnız yol masrafı için Denizli’de sevkiyatım için verilen bir kısmı kabul ettim. Onlar da kızdılar, tarassuta [baskı ve gözetim altında tutma] başladılar.

İkinci sebep: Denizli havalisindeki ahali Risale-i Nur hesabına bana karşı haddimden pek çok ziyade hüsn-ü teveccüh [güzel ve hoş görmek, güzel bulmak] göstermesiyle ve buralarda dahi aynı hal başlaması, garazkârların evhamına dokunmasıdır.

Üçüncüsü: Malûm ölmüş adamın hesabına benden intikamını almak için Afyon Valisinin garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] bahaneleridir. Fakat kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] onların bu zulümlerini hakkımızda merhametlere ve maslahatlara [amaç, yarar] çeviriyor. Siz merak etmeyiniz. Bir maslahat [amaç, yarar] şudur ki:

Onlar, yalnız Risale-i Nur yerinde beni susturuyorlar. Halbuki benim bedelime Risale-i Nur yüzer dillerle ve şakirtleri [öğrenci] binler lisanlarıyla mükemmel konuşuyorlar; bu Nurları, zulmetli kafalara ders veriyorlar. En büyük memurların onlara gönderilen Risale-i Nur’un müdafaası olan Meyve’nin tesiriyle başka risaleleri de—bilhassa Hüccetullahi’l-Bâliğa [delil] mecmuasını—kemal-i merakla tetkik etmeye başlamaları, onların inatlarını kırdığına çok emâreler var.

Evet, nasıl ki, onlar şahsımla meşgul olmaları Risale-i Nur’un bir derece serbestiyetine ve intişarına [açığa çıkma, yayılma] fâidedir; öyle de, kardeşlerimle görüştürmemek dahi

63

ehemmiyetli bir maslahattır. [amaç, yarar] Hattâ bir defa görüşmek için yüz lirasını sarf edip buraya kadar gelen bir kardeşimizin görüşmeden geri gitmesi, tam bir maslahat [amaç, yarar] oldu. Eğer kapı açılsa, her taraftan ziyaretçi tehacümüyle [her taraftan hücum etme] hem garazkâr [kötü niyet sahibi, art niyetli] ve vehhamların [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] evhamına dokunmak ihtimali, hem sırr-ı ihlâsa [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] ve mesleğimiz olan prensibimize zararı bulunması cihetiyle bu tecridim, hakkımızda bir inayettir. [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı]

Bu şuhûr-u mübarekede kazanç bire yüzdür. Mübarek kardeşlerim ricâlen [adamlar; makam sahibi olanlar] ve nisâen ve mâsumlar ve muhterem ihtiyarlar dualarıyla bize yardım etmelerine pek ziyade ihtiyacımız var. İnşaallah daha hiçbir fırtına sizleri sarsmayacak, çelik gibi metanetiniz [gayret, kararlılık] kırılmayacak.

– 18 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

[Hem mânevî, hem maddî bir kaç cihette sorulan bir suale mecburiyet tahtında bir cevaptır.]

Sual: Neden, ne dahilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peydâ etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirtlerini [öğrenci] mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men ediyorsun? Halbuki, eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip, parlak hakikatlerini neşredeceklerdi; hem bu kadar sebepsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın.

Elcevap: Bu alâkasızlık ve içtinabın [kaçınma] en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan ihlâs bizi men ediyor. Çünkü, bu gaflet zamanında, hususan tarafgirâne mefkûreler [düşünce] sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki,

64

hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve hizmet-i nuriye-i [Risale-i Nur Hizmeti] kudsiye, [kutsal, kusursuz ve yüce] kâinatta hiçbirşeye âlet olamaz. Rıza-i İlâhîden [Allah rızası] başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirâne çarpışmaları hengâmında [ân, zaman] bu sırr-ı ihlâsı [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve tevfik-i İlâhiyeye [Allah’ın yardımı] dayanmaktır.

İçtinabımızın çok sebeplerinden bir sebebi de, Risale-i Nur’un dört esasından birisi olan “şefkat etmek, zulüm ve zarar etmemektir.” Çünkü وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 1 yani, “Birisinin hatâsıyla, başkası veya akrabası hatakâr olmaz, cezaya müstehak olmaz” olan düstur-u irade-i İlâhiyeye karşı, bu zamanda اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ 2 sırrıyla şedit [çok şiddetli] bir zulümle mukabele [karşılama; karşılık verme] eder. Tarafgirlik hissiyle, bir câninin hatâsıyla, değil yalnız akrabasına, belki taraftarlarına dahi adâvet [düşmanlık] eder. Elinden gelse zulmeder. Elinde hüküm varsa, bir adamın hatasıyla bir köye bomba atar. Halbuki bir mâsumun hakkı, yüz câni için feda edilmez; onların yüzünden ona zulmedilmez. Şimdiki vaziyet, yüz mâsumu birkaç câni için zararlara sokar.

Mesela, hatâlı bir adama müteallik, [alakalı, ilgili] biçare ihtiyar valide ve pederi ve mâsum çoluk çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirâne adâvet [düşmanlık] etmek, şefkatin esasına zıttır.

Müslümanlar içinde tarafgirâne cereyanlar yüzünden, böyle mâsumlar zulümden kurtulamıyorlar. Hususan ihtilâle sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir. Cihad, dinî de olsa, kâfirlerin çoluk çocuklarının vaziyetleri aynıdır. Ganimet olabilir; Müslümanlar, onları kendi malikiyetine dahil edebilir. Fakat İslâm dairesinde birisi dinsiz olsa, çoluk çocuğuna hiçbir cihetle temellük [sahiplenme] edilmez, hukukuna müdahale edilmez. Çünkü o mâsumlar, İslâmiyet rabıtasıyla [bağ] dinsiz pederine değil, belki İslâmiyetle ve cemaat-i İslâmiye [İslâm toplumu] ile bağlıdır. Fakat, kâfirin çocukları, gerçi ehl-i necattırlar; [kurtuluşa erenler] fakat hukukta, hayatta

65

pederlerine tâbi ve alâkadar olmasından, cihad harbinde o mâsumlar memlûk [köle, kul] ve esir olabilirler.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve kârı binler olan Leyle-i Miracınızı [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] tebrik ederim. Merhum Hacı İbrahim’in, Re’fet Bey gibi müteallikatlarına [alakalı, ilgili] benim tarafımdan tâziye edip deyiniz ki: “O merhum, Risale-i Nur talebeleri dairesi içindedir; daima onlara olan dualara mazhardır. Biz de hususî ona dua ederiz.”

Said Nursî

– 19 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sual: “Tevafukla bu keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] nasıl kat’î sabit oluyor?” diye kardeşlerimizden birisinin sualine küçük cevaptır.

Elcevap: Birşeyde tevafuk olsa, küçük bir emâre olur ki, onda bir kasıt var, bir irade var; rastgele bir tesadüf değil. Ve bilhassa tevafuk birkaç cihette olsa, o emâre tam kuvvetleşir. Ve bilhassa, yüz ihtimal içinde iki şeye mahsus ve o iki şey birbiriyle tam münasebettar [alâkalı, ilgili] olsa, o tevafuktan gelen işaret sarih [açık] bir delâlet hükmüne geçer ki, bir kast ve irade ile ve bir maksat için o tevafuk olmuş, tesadüfün ihtimali yok.

İşte, bu mesele-i Miraciye de aynen böyle oldu. Doksan dokuz gün içinde yalnız Leyle-i Regaip ve Leyle-i Miraca [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] yağmur rahmetinin tevafuku ve o iki gece ve güne mahsus olması, daha evvel ve daha sonra olmaması ve ihtiyac-ı şedidin [şiddetli ihtiyaç] tam vaktine muvafakatı ve Miraciye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) mi’rac-ı şeriflerinden bahseden eser] Risalesinin burada çoklar tarafından şevkle kıraat ve kitabet [yazım] ve neşrine rastgelmesi ve o iki mübarek gecenin birbiriyle bir kaç cihette tevafuk etmesi ve mevsimi olmadığı için acîp gürültülerle, söylenmeyecek maddî mânevî zemin gürültüleriyle feryatlarına tehditkârâne ve tesellidârâne [teselli veren] tevafuk etmesi ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] meyusiyetinden [ümitsiz] teselli aramalarına ve