EMİRDAĞ LAHİKASI – 1. Bölüm 140-159. Mektuplar (240-274)

240

devirlerinde, her memlekette yüz dostumdan ancak bir ikisini görebildim. Ötekiler, berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] memleketlerinde… Hattâ kendi Nurs köyümde, bir tek amucazadem ve talebem Molla Davud da (r.h.) eski ahbaplarım, akrabalarım yanına berzaha [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] gittiğini gördüm. Yirmi seneki ayrı ayrı ikinci vatanım sayılan Barla, Kastamonu gibi yerlerde, üç kısım dosttan ancak iki kısmını gördüm; ötekiler de gitmek üzeredirler.

Bu hayalî hakikate binaen, hakikaten Nurların ışığıyla nurânî gördüğümüz berzaha [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] gitmek, bana değil ağır gelmek, belki bir iştiyak [arzu, istek] verdi. Benim bedelime hem vazifemi görüp, hem sevap kazandıracak yüzer Hüsrev’ler, Tahirî’ler, Mustafa’lar, Nazif‘ler, [temiz, pak] Osman’lar, Abdurrahman’lar, Ali’ler, Sabri’ler, Feyzi’ler, Ahmed‘ler, [çokça medhedilen, övülen] Mehmed’ler, Atıf’lar, Mustafa’lar, Sadık’lar, Osman’lar, ve hâkezâ, Nurların bahadırları dünyada arkamda kaldıkları, ölümü bana çok hafifleştiriyorlar. Yalnız günah cihetinde ölüyorum, hasenat cihetinde yaşıyorum diye Allah’a hadsiz şükrediyorum.

– 140 –

Evvelen:

لِكُلِّ مُصِيبَةٍ: اِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ * 1

Risale-i Nur’un kahramanlarından ve Hafız Ali’nin makamına geçen merhum Hasan Feyzi’nin vefatı, Denizli’ye, Risale-i Nur dairesine ve bu memlekete ve âlem-i İslâma [İslâm âlemi] büyük bir zayiattır. Fakat kendisi, pek samimî ve hâlis ve fevkalâde beyanatıyla ve dersleriyle, inşaallah, [Allah dilerse] kendi yerinde çok Hasan Feyzi’lerin yetişmesine bir zemin ihzar [hazırlama] etmiş, sonra gitmiş. Aynen biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] Abdurrahman gibi, bir iki senede on sene kadar Nurlara kıymetli hizmet etti. Güya o da, Abdurrahman da çabuk dünyadan gideceğiz diye on senelik vazifeyi bir iki senede gördüler.

Ben, merhum Hasan Feyzi’nin vefatını onun şahsı itibarıyla tebrik ediyorum ve Denizli’yi ve Nur dairesini ve bu memleketi cidden taziye ediyorum. Bu çeşit zülcenaheyn ve hakikî mü’min ve müdakkik [dikkatli] bir âlim ve yüksek bir edip,

241

muallim ve tesirli bir vâiz [nasihat veren] ve müderrisi [medrese âlimi, hoca, profesör] kaybettiği için, büyük bir musibettir. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inşaallah, [Allah dilerse] Denizli gibi kahramanlar ocağından çok Hasan Feyzi ruhunda Nurlara sahip ve naşir [yayınlayan] çıkaracak. Bir tane, toprak altına girer, vefat eder, fakat yüz tane sümbüller meydana geldiği gibi; rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ümitvarız ki, Hasan Feyzi de öyle kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir sümbül verecek, çok Hasan Feyzi’ler Nur dairesinde yetişecekler, vazifesini daha ziyade yapacaklar.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu kahraman kardeşimizin, hayatta kaldığı gibi, defter-i hasenatına [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] herbirimiz, mânevî kazançlarımızı, umumda olduğu gibi, hususî bir surette dahi o kardeşimize hediye etmeliyiz. Ben, kendim, onu da, Hafız Ali, Hafız Mehmed ve Savalı Ahmed [çokça medhedilen, övülen] ve Mehmed Zühtü’nün beşincisi olarak evliya-i azimenin has dairesinde, mânevî kazançlarımı ona da bağışlamaya karar verdim. O zatın ağır şerait altında Nurların intişarına [açığa çıkma, yayılma] büyük hizmetler eden Nur hakkındaki fıkraları, [bölüm] Lâhikada olduğu gibi, münasip gördüğünüz bazı mecmuaların âhirine de o tesirli mektuplarının birer tanesini ilhak [ekleme] ediniz. Nasıl ki Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ve Zülfikar‘da [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] yazılıyor; tâ onun o canlı fıkraları, [bölüm] onun bedeline Nurlara hizmet etsin.

Hem, benim bedelime onun küçücük medrese-i Nuriyesi [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] olan hanesindeki akrabasına ve Denizli ve civarındaki büyük medrese-i Nuriyedeki [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] refiklerine [arkadaş, yoldaş, yardımcı] ve talebelerine ve Nur şakirtlerine [öğrenci] tâziyemizi tebliğ edip deyiniz ki: Ben, bütün ömrümde, bu derece, bir vefattan bu kadar müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olup ağlamamıştım.

Hem size bundan evvel yazdığım mektuptaki şiddetli hiddetim ve dimağımdaki [akıl, beyin] perişaniyet, şimdi tahakkuk [gerçekleşme] etti ki, o kahraman kardeşimizin vefatı gününden başlamış. Hattâ o tesir, ihtiyarımı selb [ortadan kaldırma] etmişti. Öleceğim diye hizmetçiye vasiyetimi söyledim. Demek, ikinci bir ruhum hükmünde Hasan Feyzi, benim bedelime ölmüş ve ölüyor. Hattâ onun vefat mektubu, bütün bütün âdetime muhalif, bir buçuk saat elimde iken açamıyordum. Her neyse… Bütün bu elîm acılara mukabil, inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] imdada geldi; hem kendimi, hem onu, hem Nurcuları

242

mesrurane [mutlu] ruh u canımızla tâziye içinde tebrik ettim. Bin bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] ve binler rahmetullah dedim, terhisini alkışladım.

Salisen: [üçüncü olarak] Merhum Hasan Feyzi’nin berzaha [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] gitmesi ve vazifesi münhal kalması ve mekteplileri Nurlara sevk eden yüksek muallimlik ve mekteb-i fünunda mütefenninlik [bilgili, fen ilimlerine sahip] sıfatları çok mekteplilere bir parlak nümune-i iktida [örnek alınıp uyulacak nümune, model] olması cihetini teessüfle [eseflenme, üzülme] düşünürken, birden, aynı sistemde hem muallim, hem iki mahdumuyla [efendi, kendisine hizmet edilen] Nurcu, hem Hasan namında, hem bu iki Hasan’lar gibi müstesna ve fedakâr bir muallim olan Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Fuad’ı Nur dairesine girmeye vesile bulunan Dadaylı Hafız Hasan’ın üç seneden beri hiç mektubunu almadığım ve halini ve Nurlara devamını bilemediğim halde, bir mektubunu aldım. Dedim: Bir Muallim Hasan gitti, yerine bir Muallim Hasan ve çok fedakâr diğer bir Muallim Ahmed [çokça medhedilen, övülen] geldi.

Aynı vakitte, hacca gidip yeni gelen Bolvadinli bir Hasan yanıma geldi, Nur dairesine girdi, risaleleri aldı, tenvir [aydınlatma] etmeye başladı.

Üç dört saat sonra, Emirdağının bir Hüsrev’i ve Feyzi’si, çok hayırlı olan Tabib Hayri yanıma geldi. Dedi: “Buranın ehemmiyetli bir mektep muallimi Abdurrahman (bu muallim aynen Feyzi kadar Nura hizmet etti) Nurlara talebe olmak istiyor. Kabul etseniz, Asâ-yı Mûsâ‘yı [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] vereceğiz.”

Dedim: “Veriniz.”

Hem, o merhum Hasan Feyzi gibi az zamanda çok hizmet eden kardeşimiz Mustafa Osman’ın o günde gelen mektubunu gördüm ki, Kastamonu Lisesini kısmen bir cihette şereflendiren ve şimdi darü’l-fünunu Nurlandırmaya çalışan mektepli Mustafa, Nur makinesi münasebetiyle Nurlara zarar gelmemek için matbuat [basın, medya] kanununu hatırlatıp ihtiyatkârane [dikkat, tedbir] muhaberesinden bahsediyor.Haşiye [dipnot]

243

Ben dedim: Hadsiz şükür olsun ki, bir muallim terhis edildi, onun bedeline iki Hasan ve iki Mustafa ve üç muallim ve bir çalışkan muallim, vazifeleri içinde Denizli kahramanının vazifesini görüyorlar. İşte bu hal işaret eder ki, nasıl Hafız Ali gitti, Denizli onun yerine geldi, acısını unutturdu; öyle de, bir Hasan Feyzi gitti, yerine bir dârü’l-fünun gelecek, inşaallah [Allah dilerse] acısını unutturacak.

Umum kardeşlerime selâm.

– 141 –

Evvelen: Kahraman Nazif‘in [temiz, pak] ve hakikaten Nazif [temiz, pak] ruhunda ve sadakatinde kendi arkadaşlarının makine ile ve sair cihette Nura hizmetleri, bu memleketi cidden minnettar edecek bir vaziyettedirler. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onları muvaffak eylesin. Âmin. Hususan makinelerinin mahsulâtı hem zinetli, hem açık, hem sıhhatliHaşiye olmasından, büyük bir muvaffakiyettir. [başarı] Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Nazif‘e [temiz, pak] çok Salâhaddin’ler, İbrahim’ler vermiş.

Benim kendi hattımla Zülfikar‘ın [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] başında bir parça yazımı istiyor. Gönderdiği yağlı dört sahifeyi kendi yazımla bu rahatsızlığım zamanımda bizzat yazamadığımdan, ben söyleyip benim daimî kâtibim yazsın. Bazı kelimeleri ben yazacağım.

Nazif [temiz, pak] kardeşimizin hem İstanbul, hem İnebolu Nurcularının namına bayram ve yeni sene teberrükü [bereket vesilesi] hesabına gönderdiği maddî üç nevi teberrükü [bereket vesilesi] aldım. Onların umumu namına âdetime muhalif olarak kabul ettim. Allah onlardan razı olsun, Âmin. Onların hatırı için kaidemi kırdım. Ve mânevî ve firdevsî [cennet; eşsiz güzellikteki bahçe] olan Nur Zülfikar‘ı [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ikinci Salâhaddin olan Küçük İbrahim’in namına ve ekseriyet-i mutlaka[büyük çoğunluk] Sözler’i gayet güzel bir surette yazan ve Nazif [temiz, pak] sadakatinde ve alakasında [zigot; döllenmiş hücre] bulunan kardeşimiz Mustafa Osman’ın umum Safranbolu Nurcuları namına gönderilen iki mecmuayı da beraber aldık. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Zülfikar‘ın [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve o iki

244

mecmuanın harfleri adedince onların, İbrahim ve Mustafa ve İzzet ve refiklerinin [arkadaş, yoldaş, yardımcı] ve yardımcılarının defter-i a’mâline [amel defteri] hasenatlar yazsın ve her harfine mukabil yüz rahmet eylesin. Âmin.

Hakikaten Mustafa Osman, ehemmiyetli ve çok gayretli iki cenah [kanat] buldu. Nazif‘in, [temiz, pak] Salâhaddin’i ve İbrahim’i gibi, muallim Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Fuad’ı ve darü’l-fünundaki Mustafa Oruç’u bulmuş; o iki cenahla, [kanat] inşaallah [Allah dilerse] Nur hizmetinde çok iş görecek. Hattâ Mustafa Oruç’la muallim Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Fuad gibi zatların bu sırada tesirli bir surette hizmet-i Nuriyeye [Risale-i Nur Hizmeti] geçmeleri, Denizli kahramanı Hasan Feyzi’nin vefat acısını bir derece izale [giderme] ediyorlar. Küçük İbrahim, Nazif‘e [temiz, pak] ikinci bir Salâhaddin hükmüne geçip çoluk çocuğuyla, kardeşiyle ve refikasıyla [arkadaş, yoldaş, yardımcı] Nura ve makineye pek ciddî çalışması, mektubunda namları bulunan Salih ve Gülcü Hüseyin ve Osman ve Zühtü ve İzzet ve Ömer ve sair oradaki Nurcuların sebatkârâne, [sebat ederek, kararlı bir şekilde] sarsılmadan Nur hizmetinde terakki [ilerleme] etmeleri bizleri çok mesrur [mutlu] ettikleri gibi, bu memleketi de ileride çok minnettar edecekler. Mâşaallah, İnebolu, küçük bir Isparta ve tam bir medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] olduğunu ispat ettiler.

Saniyen: [ikinci olarak] Nurs Köyü ve Nursî lakâbımla ve Nurlarla münasebetdar üniversite mektebinin pek gayretli bir Nurcusu ve bir Abdurrahman ve bir Salâhaddin kabiliyetinde Mustafa Oruç’a evvelce eski harfle gönderdiğimiz mecmualardan sonra, yeni harfle sekiz dokuz parçayı da, onun istemesi ve “Üniversite talebeleri çok muhtaç ve müştakdır” [arzulu, aşırı istekli] demesi üzerine gönderdik. Fakat o genç şakirdin [talebe, öğrenci] tecrübesi az olmasından, Nurların himayesine kâfi [yeterli] gelmediğinden ve lâyık ellere vermek ve muattal [boş, hareketsiz] kalmamak için, Nur şakirtleri, [öğrenci] hususan İstanbul’a yakın olan veya uğrayan veyahut İstanbul’un içinde bulunanlar, Nurun neşir ve himayesinde ona yardım etmek lâzımdır.

Salisen: [üçüncü olarak] Denizli’nin bir mânevî kahramanı merhum Hasan Feyzi’nin (r.h.) Isparta kahramanı merhum Hafız Ali’nin (r.h.) yanına gitmesi gerçi bizi çok

245

müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] ediyor; fakat onun gayet has bir talebesi ve Nur’un hâlis bir şakirdi [talebe, öğrenci] Sıddık Muharrem’in dediği gibi deriz:

O, bir cihette, ölmemiş; belki vazifesini acele bitirmiş, âlem-i berzaha [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] istirahat için gitmiş, terhis edilmiş. Hafız Ali ile beraber, mânen, şefaatleriyle ve bıraktıkları tesirli Nur hakkındaki eserleriyle yardım ediyorlar, yine mânen Nura çalışıyorlar. Elbette mânevî şehid hükmünde olmalarından, Meyve’nin On Birinci Meselesindeki ilm-i nahiv talebesinin kendini medresede bildiği gibi, Hafız Ali ile Nur hakikatlerinin müzakeresi ve vefat eden Nurcuların dairesinde meşgul olmalarını, merhamet-i İlâhiyeden [Allah’ın bütün varlıklara yönelik şefkati] kuvvetle ümitvârız. İnşaallah, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onun vazifesini dünyada gördürecek, Nur dairesinde çok Hasan Feyzi’leri yetiştirecek.Haşiye [dipnot]

Yalnız o mübarek kardeşimiz, benim gibi resmî ilaçlardan çekinmediği için bir sehivdir. [hata, yanılgı] Ben ondan ziyade ıztırapta iken, “Nurcuların duası yeter” diye maddî ilâçları aramadım ve hastalık hakkında kimsenin fikrini alıp evham etmedim. O merhum kardeşimiz, bu noktada bana muvafakate muvaffak olamamış. Nurlar hakkında parlak fıkralarında, [bölüm] bu biçare kardeşine kendini kurban [yakın] etmeye söz verdiğinden ve Nur vazifesini acele yapmasıyla istirahat âlemine gitti. Ben, hem onun akrabasını, hem Muharrem gibi kıymetli, ciddî talebelerini ve Denizli ve civarı Nurcularını tekrar tâziye edip, bizler gibi onlar da o merhumu hasenatlarına hissedar ederek hasenat cihetinde ölmemiş gibi, defter-i hasenatına [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] haseneler yazdırsınlar diyerek umum onlara binler selâm ve ona binler rahmet deriz.

246

Rabian: [dördüncü olarak] Bir zaman bin kalemle Nurlara çalışan Sava kahramanlarından ve Nurun ehemmiyetli şakirtlerinden [öğrenci] Mustafa Yıldız’ın Hüdhüd-misal kuşu Hüdhüd-ü Süleymani nev’inde Nur işleri hakkında harika vaziyetleri göstermek acip değil, çok emsâli var. Kuşların Nurlarla alâkadarlıkları, çok hadiselerle tahakkuk [gerçekleşme] etmiş.

Hapishanede, hakikaten şahsıma ve Nurcuların ittihadına [birleşme] ve mahpusların Nurcularla tevafukuna unutulmayacak derecede Hilmi ile hizmet eden ve memleketinde hapisten evvel ve sonra kahramanane çalışan ve ismine tam mutabık Sadık Beyin, akrabasıyla, validesiyle tebrikine ve benim namıma orada kurban [yakın] kestiğine mukabil, bin bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] ve mâşaallah deriz. Ve onunla Risale-i Nur’a hem talebe ve bize selâm gönderen Salih oğlu Osman’a hem selâm ederiz, hem Nur dairesinde kabul edildi deriz.

– 142 –

يُوزَنُ مِدَادُ الْعُلَمَۤاءِ بِدِمَۤاءِ الشُّهَدَۤاءِ * 1

مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتِى فَلَهُ اَجْرُ مِأَةِ شَهِيدٍ * 2

Bu iki hadis-i şeriften alınan bir ilhamla, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] Risale-i Nur’u yazmanın dünyevî ve uhrevî pek çok fâidelerinden, Risale-i Nur’da beyan edilen ve şakirtlerinin [öğrenci] tecrübeleriyle tasdik edilen yalnız birkaç tanesini beyan ediyoruz.

Beş Türlü İbadet:

1.  En mühim bir mücahede [Allah yolunda cihad etme] olan ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] karşı mânen mücahede [Allah yolunda cihad etme] etmektir.

2.  Üstadına neşr-i hakikat [iman hakikatlerinin yayılması, yazılı olarak insanların eline ulaştırılması] cihetinde yardım suretiyle hizmet etmektir.

247

3. Müslümanlara iman cihetinde hizmet etmektir.

4. Kalemle ilmi tahsil etmektir.

5. Bazan bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen, tefekkürî [düşünme ve ibret alma şeklinde] olan bir ibadeti yapmaktır.

Beş Türlü de Dünyevî Fâidesi Var:

1. Rızıkta bereket.

2. Kalbde rahat ve sürur. [mutluluk]

3. Maişette [geçim] suhûlet. [kolaylık]

4. İşlerinde muvaffakiyet. [başarı]

5. Talebelik faziletini almakla bütün Risale-i Nur talebelerinin has dualarına hissedar olmaktır.

Kalemle Nur’lara Hizmet ve SadakatleTalebesi Olmanın İki Mühim Neticesi Vardır:

1. Âyât-ı Kur’âniyenin işaretiyle, imanla kabre girmektir.

2. Bütün şakirtlerin [öğrenci] mânevî kazançlarına, Nur dairesindeki şirket-i mâneviye [mânevî şirket, ortaklık] sırrıyla, umum onların hasenatlarına hissedar olmaktır.

Hem bu talebesizlik zamanında, melâikelerin [melekler] hürmetine mazhar [erişme, nail olma] olanHaşiye talebe-i ulûm-u [ilim talebeleri] diniye sınıfına dahil olup âlem-i berzahta—tâlii [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] varsa, tam muvaffak olmuşsa—Hafız Ali ve Meyve’de bahsi geçen meşhur talebe gibi; şühedâ hayatına mazhar [erişme, nail olma] olmaktır.

– 143 –

Makineyle çıkan mecmuaların başında yazılacak fıkra [bölüm] şudur:

Risale-i Nur’un bütün eczalarını iki sene hem Ankara, hem Denizli mahkemeleri ve ehl-i vukufu [bilirkişi] tetkikten sonra hem beraatimiz, hem umum Risale-i Nur eczalarını bana teslime müttefikan [birleşerek] karar vermelerine binaen, neşirlerine bir mâni yoktur. Bana verilen Risale-i Nur’dan birisi, bu mecmuanın eczalarıdır.

248

Isparta’da hem mekteplerde, hem camilerde din lehindeki [tarafında] icraatlar, Zülfikar‘ın [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] mânevî fütuhatı [fetihler, yayılmalar] sayılabilir. İnşaallah, Isparta nasıl Nurların medresesi olmuş, başka vilâyetlere de ders veriyor; inşaallah [Allah dilerse] şeâir-i İslâmiyede [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] de birinci hüsn-ü misal [güzel örnek] ve nümune-i imtisal [örnek alınacak model] olacak.Haşiye [dipnot]

– 144 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Bu şiddetli maddî ve mânevî kışın, sıkıntılı maddî ve mânevî hastalığı vaktinde dünyadan mufarakat [ayrılık] ve pek çok alâkadar olduğum Nurcu kardeşlerimden iftirak [ayrılık] ihtimalinden gelen elemler beni sıkarken, birden Sıddık Süleyman, Nur Santralı Sabri, umum o havalideki kardeşlerim namına ve nesebî [aynı nesepten [soy, şecere] [ağaç] ve soydan olma] akrabalarımın da hesabına, Abdülmecid ve Abdurrahman mânâsında buraya geldiler. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrediyorum, onların gelmesi, bir panzehir hükmünde bana ilâç oldu. Ben de buradaki âdetime muhalif olarak ne olursa olsun yanıma dâvet ettim, geldiler. İki üç saat kadar tam bütün meraklarımı, hususan Barla’daki dostlarımın hallerini anlamakla, Barla’daki eski zamanıma mesrurane [mutlu] bir seyahat-ı mâneviye-i hayâlî yaptık. Ondan bir ferah, bir inşirahla [ferah, rahatlık, sevinç] elîm sıkıntılarım zâil [geçici, yok olucu] oldu. Onları bir iki gün burada bırakmak isterdim. Fakat bu fena zaman ve buranın evhamlı vaziyeti müsaade etmedi. Bu iki kardeşimizi, umumunuzun hesabına kabul ettim. Ve kendime bedel, umumunuza iki canlı mektup olarak gönderdim.

Saniyen: [ikinci olarak] İkinci gün, çok ziyade merak ve alâka peyda ettiğim darü’l-fünun gençlerinin, üniversite talebelerinin namına, şimdiden, dokuz tane hakikî Nurcu

249

ve küçük Salâhaddin’ler ve Abdurrahman’lar nevinde darü’l-fünunun tenvirine [aydınlatma] ciddî çalıştıklarını bildiren bir mektup aldım. O küçük Abdurrahman’lar ise, Mustafa Oruç, Konyalı Ziya ve Sabri’nin mahdumu [efendi, kendisine hizmet edilen] Feyzi ve Bahaeddin, Abdurrahim ve Kastamonulu Ömer ve Aziz ve Şükrü ve Sabri gibi ciddî genç Nurcular Nurlara sahip olmaları, merhum biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] Abdurrahman ve Fuad yeniden on tane olarak dünyaya gelip vazife-i Nuriyeye [Risale-i Nur vazifesi] başlaması gibi beni hem sevindirdi, hem hastalığımı da hafifleştirdi.

Salisen: [üçüncü olarak] Zülfikar‘ın [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] makineyle hitama [son, sonuç] yaklaşması, Nurcular, belki bütün memleket için bir saadettir. Bu saadeti elden kaçırmamak için, ne kadar ihtiyat[dikkat, tedbir] tedbirler varsa yaparsınız. Eğer, farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak-inşaallah olmaz-Âyetü’l-Kübrâ’ya yapılan tecavüz gibi bir arama olsa, bütün nüshalar tecavüze mâruz kalmasın. Gerçi şimdi tecavüz etmezler ve edemezler; belki müsalâhaya çalışıyorlar. Fakat gizli zındıklar, kendilerini istikbalin lânetinden kurtarmak için elbette bahaneler arıyorlar ve hüküm ellerinde bulunanları aldatıyorlar. Onun için, hıfz ve inayet-i İlâhiyeye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] tam itimad ederek ihtiyat [dikkat, tedbir] edilmeli. İnşaallah Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] kendini tecavüzden muhafaza edecek ve mütecavizlerin [aşkın] başını dağıtacak veya imana getirecek.

– 145 –

Aziz, sıddık kardeşim ve bu fâni dünyada hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve ciddî bir arkadaşım,

Evvelâ: Bütün dostlarım ve hemşehrilerimden en ziyade zâtınız ve bazı Erzurumlu zatlar, benim bu işkenceli ve mazlumiyet hâletimde [durum] şefkatkârane ciddî alâkadarlığınıza ve imdadıma fikren koşmanıza cidden çok minnetdarım; âhir ömrüme kadar unutmayacağım. Size bin mâşaallah ve bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] derim.

250

Saniyen: [ikinci olarak] Mesleğime ve Risale-i Nur’dan aldığım dersime bütün bütün muhalif olarak ve on seneden beri fâni dünyanın geçici, ehemmiyetsiz hadiselerine bakmamak olan bir düstur-u hayatıma [hayat kanunu] da münâfi [aykırı] olarak, sırf senin hatırın ve merak ettiğin ve bu defaki uzun mektubun için vaziyetime ve zâlimlerin işkencelerine ait birkaç maddeyi beyan edeceğim.

Birincisi: Otuz sene evvel Darü’l-Hikmet âzâsı iken, birgün, arkadaşımızdan ve Darü’l-Hikmet âzâsından Seyyid Sadeddin [asıl konu, esas mânâ] Paşa dedi ki:

“Kat’î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebîde ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki: ‘Bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız’ diye senin idamına hükmetmişler. Kendini muhafaza et.”

Ben de “Tevekkeltû alâllah, ecel birdir, tagayyür [başkalaşım, değişme] etmez” dedim.

İşte bu komite, otuz sene, belki kırk seneden beri hem tevessü [genişleme, yayılma] etti, hem benimle mücadelede herbir desiseyi [hile, aldatma] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etti. İki defa imha için hapse ve on bir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar (şimdi on dokuz defa oldu). En son dehşetli plânları, sabık [daha önceden geçen] Dahiliye Vekilini [İçişleri Bakanı] ve Afyon’un sâbık [önceki, geçmiş] Vâlisini, Emirdağının sabık [daha önceden geçen] kaymakam vekilini aleyhime sevk etmeleriyle, resmî hükûmetin nüfuzunu bütün şiddetiyle aleyhimde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmeleridir. Benim gibi zaif, ihtiyar, merdumgiriz, fakir, garip, hizmete çok muhtaç bir biçâreye o üç resmî memurlar, aleyhimde öyle bir propaganda ve herkesi korkutmak o dereceye gelmiş ki, bir memur bana selâm etse, haber aldıkları vakitte değiştirdikleri için, casusluktan başka hiçbir memur bana uğramadığını ve komşularımın da bazıları korkularından hiç selâm etmediklerini gördüğüm halde, inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve hıfz-ı İlâhî [Allah’ın koruması] bana bir sabır ve tahammül verdi. Emsalsiz bu işkence, bu tazyik, beni onlara dehalete [sığınma] mecbur etmedi.

İkincisi: Belki tahattur [hatıra gelme] edersin, Ankara’da, divan-ı riyasetinde [başkanlık divanı, makamı] Mustafa Kemal’le münakaşa zamanında, ona karşı dedim: “Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur.” Yüzüne şiddetli mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiğim halde bana karşı ihanet ve hakarete cesaret edemediği halde, burada küçük bir zabit [subay] ve bir çavuş, o ihaneti

251

ve hakareti yaptılar. Maksatları beni hiddete getirip bir mesele çıkarmak olmasından, hıfz ve inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] bana sabır ve tahammül verdi.

Üçüncüsü: İki sene, iki mahkeme, ellerinde tetkik edilen bütün Risale-i Nur eczalarında kanunca bir vesile bulamayıpHaşiye bizi ve Risale-i Nur’u beraat ettirdikten sonra, zındıka komitesi, münafık bazı memurları vesile ederek, merkez-i hükûmette resmî bir plân çevirip beni bütün bütün hilâf-ı kanun [kanun dışı] olarak bütün dostlarımdan ve talebelerimden tecrit ve sıhhat ve hayatım noktasında en fena bir yerde, beni nefyetmek [inkâr etmek] nâmı altında, haps-i münferid [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] ve tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] mânâsında beni Emirdağına gönderdiler. Şimdi tahakkuk [gerçekleşme] etmiş ki, iki maksatla bu muameleyi yapıyorlar.

Birisi: Eskiden beri ihaneti kabul etmediğimden, beni o surette hiddete getirip bir mesele çıkararak mahvıma yol açmaktı. Bundan birşey çıkaramadıkları için, zehirlendirmek vasıtasıyla mahvıma çalıştılar. Fakat inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] ile, Nur şakirtlerinin [öğrenci] duaları tiryak [derman, ilaç] gibi, panzehir gibi ve sabır ve tahammülüm tam bir ilâç gibi o plânı akîm [neticesiz] bıraktı, o maddî ve mânevî zehrin tehlikesini geçirdi. Gerçi hiçbir tarihte, hiçbir hükûmette bu tarzda işkenceli zulümler, kanun namına, hükûmet namına yapılmadığı halde, damarlarıma dokunduracak tarzda mütemadiyen tarassutlarla [baskı ve gözetim altında tutma] herkesi ürkütmekle beni hiddete getiriyordu. Fakat birden kalbime ihtar edildi ki, bu zâlimlere hiddet değil, acımalısın. Onların herbirisi, pek az bir zaman sonra, sana muvakkaten [geçici] verdikleri azap yerinde bin derece fazla bâki azaplara ve maddî ve mânevî Cehennemlere mâruz kalacaklar. Senin intikamın, bin defa ziyade onlardan alınır. Ve bir kısmı, aklı varsa, dünyada da kaldıkça, geberinceye kadar vicdan azabı ve idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] korkusuyla işkence çekecekler. Ben de onlara karşı hiddeti terk ettim, onlara acıdım. Allah ıslah etsin dedim.

252

Hem bu azap ve işkencelerinde pek büyük sevap kazanmakla beraber, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] yerine ve onların bedeline benimle meşgul olup yalnız beni tâzip [azap] etmeleri, Nurculara büyük bir fâide ve selâmetlerine hizmet olması cihetinde de Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrediyorum ve müthiş sıkıntılarım içinde bir sevinç hissediyorum.

Dördüncüsü: Senin mektubunda benim istirahatimi ve eğer iktidarım olsa, benim Şam ve Hicaz tarafına gitmeme dair sizin hükûmet-i hazıraya müracaat maddesi ise:

Evvelâ: Biz, imanı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü, en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara müptelâ [bağımlı] olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmaya Kur’ân’dan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz.

Saniyen: [ikinci olarak] Bana karşı hürmet yerine hakaret görmek noktasını mektubunuzda beyan ediyorsunuz. “Mısır’da, Amerika’da olsaydınız, tarihlerde hürmetle yâd edilecektiniz” dersiniz.

Aziz, dikkatli kardeşim,

Biz, insanların hürmet ve ihtiramından [hürmet etme, saygı gösterme] ve şahsımıza ait hüsn-ü zan [güzel düşünce] ve ikram ve tahsinlerinden [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] mesleğimiz itibarıyla cidden kaçıyoruz. Hususan acip bir riyakârlık olan şöhretperestlik ve câzibedar bir hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] olan tarihlere şâşaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise, Nurun bir esası ve mesleği olan ihlâsa zıttır ve münafidir. [aykırı] Onu arzulamak değil, bilâkis şahsımız itibarıyla ondan ürküyoruz. Yalnız Kur’ân’ın feyzinden gelen ve i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] lemeatı [parıltılar] olan ve hakikatlerinin tefsiri bulunan ve tılsımlarını açan Risale-i Nur’un revacını [kıymet, değer] ve herkesin ona ihtiyacını hissetmesini ve pek yüksek kıymetini herkes takdir etmesini ve onun pek zahir mânevî kerâmâtını [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] ve iman noktasında zındıkanın bütün dinsizliklerini mağlûp ettiklerini ve edeceklerini bildirmek, göstermek istiyoruz ve onu rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] bekliyoruz.

253

Şahsıma ait ehemmiyetsiz ve cüz’î [ferdî, küçük] bir maddeyi haşiye [dipnot] olarak beyan ediyorum:

Madem Recep Bey ve Kara Kâzım seninle dost ve zannımca eski Said’le de münasebetleri var. Onlardan iyilik istemek değil, belki bana karşı selefleri [önce gelen, önceki, yerine geçilen] gibi mânâsız, lüzumsuz tazyik ve zulme meydan vermesinler. Hakikaten buranın maddî ve manevî havasıyla imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] edemiyorum. Sıkıntılarım pek fazla. İkametgâhımı hem dışarıdan, hem içeriden kilitliyorum. Her cihetle yalnızım. Ve bir cihette de komşusuz, sıkıntılı bir odada, hasta bir halde hayatımı geçiriyorum. Bazan bir günü, Denizli’de bir ay hapisten fazla beni sıkmış. Bu yirmi sene dehşetli zulümle hürriyetime ve serbestiyetime ilişmek artık yeter! Zaten iki sene mahkemelerin tetkikatıyla ve aleyhimdeki münafıkların plânları akîm [neticesiz] kalmasıyla kat’iyen [kesinlikle] tebeyyün [meydana çıkma, görünme] etmiş ki, şahsımda ve Nurlarda bu vatan ve millete zarar tevehhüm [kuruntu] etmekle daha kimseyi kandıramazlar. Ben de herkes gibi hürriyetime sahip olsam, belki tebdil-i hava [hava değişimi] için mutedil [ölçülü, aşırıya kaçmayan] havası bulunan bu kazanın bazı köylerine gitmeme müsaadekâr [müsaade eden, izin veren] bir iş’ar [işaret etme, belirtme] burada olsa, münasip olur. Size ve oradaki Nur dostlarıma çok selâm ve dua ediyoruz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî

– 146 –

Hakikaten merhum Hasan Feyzi gibi az zamanda çok hizmet eden ve Nurlara karşı pek çok ciddî alâkadar olan Mustafa Osman’ın, hizmetinin makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] bir delil olarak, Hasan Feyzi’nin ve onun ruhlarında ve sadakatlerinde iki muallim olan Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Fuad ve Mustafa Sungur ve iki yüksek talebe olan Mustafa Oruç ve Rahmi’yi bulması ve Risale-i Nur’un o kuvvetli ellerle hizmetine çalışması, o havali için büyük bir saadettir.

Hem bazı cümleleri tadilâtla beraber Lâhikamıza geçirdiğimiz Mustafa Osman’ın ve muallim Mustafa Sungur’un müşterek acip mektupları gösteriyor ki,

254

merhum Hasan Feyzi nev’inde bir sümbül orada inkişafa [açığa çıkma] başlamış; inşaalah çok biçarelerin imanını kurtaracaklar. Hususan onların mahiyetinde ve Isparta’nın küçük mâsum kahramanlarına benzer, Rahmi nâmında, on dört yaşında bir mektepli çocuğun fedakârâne Nurların derslerini gaye-i hayat [hayatın gayesi] bilmesi, bizleri ve Nurcuları cidden sevindiriyor. O havali için gençlerin kurtulmasına bir fa’l-i hayırdır.

Risale-i Nur’un Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve sair mecmuaların intişarı [açığa çıkma, yayılma] için büyük yardımlarda bulunan ve merhum şehid Hafız Ali’nin en mükemmel tarzda yazdığı ve Nur fabrikasında tam çalışkan bir arkadaşı ve sadık bir vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan Hafız Mustafa’nın eline emanet bırakılan bütün Risale-i Nur eczaları onun eline geçmesini temin eden Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Fuad’ı ve emaneti ona teslim eden kardeşimiz Hafız Mustafa’yı ve Safranbolu memleketini ve oradaki kardeşlerimizi ruh u canımızla tebrik ediyoruz. İnşâallah Zülfikar‘a [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] verdiği herbir banknota mukabil, bin kâr görecek, binler hayırlara medar [kaynak, dayanak] olacak. Hem ona, hem kardeşlerinden Hatip İbrahim’e, hem yeni bir fedakâr muallim olan Mustafa Sungur’a ve küçük bir Selâhaddin olan Rahmi’ye ve başta Mustafa Osman ve Hıfzı olarak oradaki bütün kardeşlerimize selâm ederiz.

– 147 –

Muhterem, mübarek, muazzez, [aziz, değerli] şefkatli ve faziletli Üstadımız Efendimiz Hazretlerine:

Evvelâ: لِكُلِّ مُصِيبَةٍ: اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ 1 Risale-i Nur kahramanlarından şehid merhum Hafız Ali Efendinin refakat-i mâneviyesine bu defa vâsıl olan Hasan Feyzi ağabeyimizin irtihali, bizleri cidden müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] eylemiştir. Başta siz Üstadımız Efendimiz oldukları halde bütün Risale-i Nur talebelerine ve kendisinin mensup olduğu maddî ve mânevî efrad-ı ailesine ve

255

medrese-i Nuriyesine [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] ve Denizli halkına tâziyetlerimi bildirir ve teessürlerinize [üzülme, etkilenme] iştirak eylerim. Ve nâçiz mânevî hediyelerimi dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] takdim eylerken, garîk-ı rahmetler ihsan [bağış] buyurmasını niyazlarda bulunurum. كُلُّ نَفْسٍ ذَۤائِقَةُ الْمَوْتِ 1 fehvasınca, [mânâsınca gereğince] bu âlemden âlem-i ervaha [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] götürdüğü

وَالَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَنُبَوِّئَنَّهُمْ مِنَ الْجَنَّةِ غُرَفًا تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا نِعْمَ اَجْرُ الْعَامِلِينَ * 2

âyet-i Sübhânînin işaret buyurduğu ecr-i naîm çok Hasan Feyzi’ler sümbül vermesini eltaf[çok lâtif, [berrak, şirin, hoş] çok hoş ve güzel] İlâhiyeden tazarru [dua, yakarış] ve niyaz eylerim.

Muhterem efendim,

Mesmuatıma [duyulanlar, işitilenler] nazaran, Denizli’de, bundan yetmiş seksen sene evvel büyük bir evliyadan Hasan Feyzi isminde bir zât, birgün talebelerine, “Bugün Kürdistan’da bir evliya dünyaya geldi” diye beşarette [müjde] bulunmakla zât-ı devletlerini işaret buyurmuş. Bâdehu Denizli’ye başka başka perdelerle teşrifiniz, o zâtın ruhunu şâd ve îzaz için olduğunu telâkki [anlama, kabul etme] etmiştim. Ve az zaman sonra aynı isimde müteveffa Hasan Feyzi Efendinin Risale-i Nur’a hürmetle birinci Hasan Feyzi’ye imtisalen [bağlanma, boyun eğme] istikbal etmesi ve Nurlara taaşşukla idhal-i [dahil etme, içine alma] envar olması, bu kanaatimi kat kat ziyadeleştirdi. Şimdi de düşündüm: Birinci Hasan Feyzi’nin vefatından sonra Said yetişti. Ve namına baktığı ikinci Hasan Feyzi de vazifesini yaptı ve Nurlara gark [boğma] olarak ve yerine bırakacağı çok Hasan Feyzi’leri de vazife başına dâvet edip hayata vedâ etti. Cenâb-ı Erhamürrâhimînden [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tazarru [dua, yakarış] ve niyaz eylerim ki, Risale-i Nur’a ve Üstadımıza bu Hasan Feyzi’nin acısını unutturacak daha çok Hasan Feyzi’ler ihsan [bağış] buyursun. Ve onların başlarında Üstadımızı

256

mes’ud ve bahtiyar ve muammer buyurmasını onun derya-i rahmetinden, fazlından, inayetinden [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve ihsanından, [bağış] ikramından, in’âmından, [nimetlendirme] eltâfından ümitvar olup, görmekliğimizi tazarru [dua, yakarış] ve niyaz eylerim.

Günahkâr, âciz, kusurlu talebeniz Halil İbrahim

(Rahmetullahi aleyhi ve alâ Hasan Feyzi)

– 148 –

Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] ederken, bu fıkra [bölüm] onu tam susturdu, şükrettirdi. Size de fâidesi olur diye leffen takdim edilen bu fıkra, [bölüm] başımın yanında asılı duruyor.

1. Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.

2. Sen, âni ve fâni zevklerin bekasını arıyorsun. Onun için, onun zevaliyle [geçip gitme] ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışının tam tokadını yersin. Bir dakika gülmeye bedel on saat ağlıyorsun.

3. Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulmediyorlar. Fakat kader, senin gizli hatâlarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye, hem hatâna kefaret ediyor.

4. Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim, kat’î kanaatin gelmiş ki, zahirî musibetler altında ve neticesinde inayet-i İlâhiyenin [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] çok tatlı neticeleri var.

عَسٰى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ 1 çok kat’î bir hakikatı ders veriyor. O dersi daima hatıra getir.

Hem, feleğin çarkını çeviren kanun-u İlâhî, [Allah’ın kanunu] senin hatırın için o pek geniş kanun-u kaderî değiştirilmez.

5. مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ 2 kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] düsturunu [kâide, kural] kendine rehber et. Hevesli

257

akılsız çocuklar gibi, muvakkat, [geçici] ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma. Düşün ki, fâni zevkler, sana mânevî elemler, teessüfler [eseflenme, üzülme] bırakıyor. Sıkıntılar, elemler ise, bilâkis, mânevî lezzetler ve uhrevî sevaplar veriyor. Sen divane olmazsan, muvakkat [geçici] lezzeti yalnız şükür için arayabilirsin. Zaten lezzetler şükür için verilmiş.

Said Nursî

– 149 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelen: Garip bir münazara-i nefsiyemi, bana mahsus iken, berâ-yı malûmat size yazmak hatırıma geldi. Şöyle ki:

Başım üstündeki sizce malûm levha nefsimi tam susturduğu halde, bu gece nefs-i emmarenin [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] silâhını daha musırrane istimal [çalıştırma, vazifelendirme] eden kör hissiyatım, damarlarıma tam dokundurup, tesemmüm [zehirlenme] ve hastalıktan gelen ziyade teessür [üzülme, etkilenme] ve hassasiyet ve şeytandan gelen ilkaat [zihin çevirme, akıl çelme] ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] hubb-u hayattan [hayatı, yaşamayı sevmek] gelen acip bir hâletle, [durum] o ikinci nefs-i emmare [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] hükmünde olan kör hissiyat, benim vefat ihtimalinden şiddetli bir meyusiyet [ümitsizlik] ve teellüm [elem çekme] ve kuvvetli bir hırs ve zevk ve lezzetle kalb ve ruhuma tam ilişti.

“Niçin istirahat-i hayatına çalışmıyorsun, belki reddediyorsun? Ve gayet zevkli ve mâsumâne lezzetli bir hayat ve bir ömür kendine Nur dairesinde aramıyorsun ve ölmeye karar verip razı oluyorsun?” dedi ve dediler. Birden gayet kuvvetli iki hakikat, o ikinci nefs-i emmareyi [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] şeytanla beraber susturdu.

Birincisi: Madem Risale-i Nur’un vazife-i kudsiye-i imaniyesi benim ölümümle daha ziyade hâlisâne inkişaf [açığa çıkma] edecek ve hiçbir cihetle dünya işlerine ve benlik ve enaniyete vesilelikle ittiham [suçlama] edilmeyecek ve rekabeti tahrik eden hayat-ı şahsiyemi [kişisel hayat] bulmadığı için daha mükemmel ve ihlâs ile o vazife devam edecek. Hem ben dünyada kaldıkça gerçi bir derece yardımım olabilir; fakat âdi şahsiyetimin ehemmiyetli rakipleri, münekkitleri, [tenkitçi] o şahsiyeti ittiham [suçlama] edebilir ve Risale-i Nur’a ihlâssızlıkla ilişebilir ve bir derece çekinir, çekindirir. Hem bir derece bekçilik yapan bir şahsiyetin yatmasıyla, o daire-i nurâniyedeki [Risale-i Nur dairesi] bütün ehl-i gayret müteyakkız [uyanık ve dikkatli] davranır. Bir nöbettar yerine, binler bekçi çıkar. Elbette ölüm gelse, “Baş üstüne geldin” demek gerektir.

258

Hem, madem Nur şakirtlerinden [öğrenci] çokları hem malını, hem istirahatini, hem dünya zevklerini, hem lüzum olsa hayatını Nurun hizmetinde feda ediyorlar. Sen, ey nefsim; neden fedakârlıkta en geri kalmak istersin?

Hem kat’iyen [kesinlikle] bil ki, Çok biçarelerin hayat-ı bâkiyelerini [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] Nurlarla kurtarmak hizmetinde, fâni ve zahmetli ihtiyarlık hayatını memnuniyetle bırakmaya lüzum olsa veya vakti gelse, râzı olmak gayet lezzetli bir şereftir.

İkincisi: Nasıl ki âciz, zaif bir adam, bir batmanı [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] kaldıramadığı halde on batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] yük üstüne yığılmış bulunsa ve dostları onu çok kuvvetli bilip ona gizli zaafına [zayıflık, güçsüzlük] yardımdan ziyade ondan yardım istedikleri halde, o biçare de onların hüsn-ü zannını [güzel düşünce] kırmamak veyahut kendini çok aşağı göstermemek için gayet ağır ve soğuk olan gösteriş ve tekellüflerle [külfet, zahmet] kendini yüksek ve kuvvetli göstermeye çalışmak çok elîm ve zevksiz olması gibi; aynen öyle de, ey kör hissiyatın içine giren nefs-i emmare, [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] bu âdi şahsiyetimin ve bir çekirdek kadar ehemmiyeti olmayan istidadımın [kabiliyet] yüz derece fevkinde [üstünde] ve sırf bir inayet-i Rabbaniye olarak bu karanlıklı ve çok hastalıklı asırda Kur’ân’ın eczahane-i kudsiyesinden çıkan ve rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ile elimize verilen Risale-i Nur’daki hakikatlere o şahıs masdar [fiillerin asıl kökü] ve menba ve medar [kaynak, dayanak] olamaz. Belki, yalnız çok biçare ve muhtaç ve Kur’ân kapısında bir sâil [soru soran] ve muhtaçlara yetiştirmeye bir vesile olduğum halde, Nurun muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] ve hâlis, sıddık ve sadık, sâfi ve fedakâr şakirtleri, [öğrenci] o biçare şahsiyetim hakkında yüz derece ziyade hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] kırmamak ve hissiyatlarını incitmemek ve Nurlara karşı şevklerine ilişmemek ve Üstad nâmı verdikleri o biçare şahsı, onların hatırı için çok aşağı olduğunu göstermemek ve ağır ve elemli tekellüflere [külfet, zahmet] ve tasannulara [yapmacık] mecbur olmamak için ve yirmi sene tecrîdâtın [“döner, akıp gider”] verdiği tevahhuş [korkma, çekinme] için, hattâ dostlarla dahi—hizmet-i Nuriye olmazsa—görüşmeyi terk ediyorum ve etmeye ruhen mecbur oluyorum. Ve tekellüfe [külfet, zahmet] ve kıymetten ziyade kendimi göstermeye ve ziyade hüsn-ü zan [güzel düşünce] edenlere karşı hoş görünmek için kendimi makam sahibi göstermek ve sırr-ı ihlâsa [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] tam münâfi [aykırı] kendini büyük göstermek ve vakar [ağırbaşlılık] perdesi altında benliğin zararlı ve fâni zevkini aramak hâletleri [durum] ise, ey nefsim, meftun [aşık] olduğun o zevkleri hiçe indirirler.

259

Ey nefis! Ey zevke müptelâ [bağımlı] bedbaht kör hissiyat! Binler dünyevî zevki alsan, şu vaziyette yine bozulur; o zevk ayn-ı elem [acının tâ kendisi] olur. Madem yüzde doksan mazideki ahbab âdetâ, güya beni berzaha [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] çağırıyorlar. Bu hazır zamandaki [şimdiki zaman] on dosttan ben kaçmaya mecbur oluyorum. Elbette bu ihtiyarlık ve yalnızlık hayata, berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] hayat-ı mâneviyesi [maddî olmayan hayat] bin derece müreccahtır [tercih edilen] diye, bu iki hakikatle, hadsiz şükürler olsun, o ikinci nefs-i emmare [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] tam susturuldu, kalb ve ruhtan gelen zevke razı oldu. Şeytan dahi sustu, hattâ damarlarımdaki maddî hastalık da gayet hafifleşti.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Ölsem, vazife-i Nuriye [Risale-i Nur vazifesi] daha ziyade ihlâs ile rekabetsiz, ittihamsız [suçlama] inkişaf [açığa çıkma] eder.

Hem, bu zamanda aramadığım cüz’î, [ferdî, küçük] muvakkat [geçici] zevk ve bu hayat ve dünya gözüyle fütuhat-ı Nuriyeden [Nur risaleleriyle gerçekleştirilen fetihler] gelen lezzet bedeline, çok ağır, soğuk ve nâhoş tekellüf [külfet, zahmet] elemlerinden ve hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] zahmetlerinden ve tasannu [yapmacık] zararlarından kurtulmak vardır.

Hem, bu senede bir defa, ey nefis, ruh ve kalble beraber çok müştak [arzulu, aşırı istekli] olduklarınız eski, zevkli ve hayatımdaki yaşadığım memleketleri ve ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ettiğim ahbapları ve mufarakatlerinden [ayrılık] çok mahzun olduğum kardeşleri görmek için, beraber, kısmen hakikaten, kısmen hayalen o geçmiş mazide gezdin. Sen de gördün ki, o sevimli, müteaddit [bir çok] vatanlarımda, yüzde ancak bir iki ahbabı bulabildin. Ötekiler, bütün berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] âlemine göçmüşler ve o sevimli hayat levhaları değişmiş, elîm ve hazin bir vaziyet almış. Daha o ahbapsız yerleri görmek istenilmez. Onun için, bu hayat ve bu dünya bizi kovmadan evvel ve “Haydi dışarıya!” demeden, biz kemâl-i izzetle, Allahaısmarladık deyip izzetimizle bu fâni zevklerimizi bırakmalıyız.

Umum kardeşlerimize binler selâm ve dua eden hasta fakat tam mesrur [mutlu] kardeşiniz

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî

260

– 150 –

Sizleri ve umum Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] ve bilhassa medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] talebelerini ve bilhassa o merhumun akrabalarını, medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] mübarek üstadı Hacı Hafız Mehmed’in vefatı münasebetiyle tâziye ediyoruz. Ve Nurlar hesabına bütün ruh u canımızla biz dünyada kaldıkça ona dua-yı rahmet etmeye ve Hafız Ali ve Hasan Feyzi ortasında daima bütün mânevî kazançlarımıza hissedar etmeye kat’î karar verdik. O çok ehemmiyetli ve Nur hizmetinde muvaffakiyetli [başarı] merhum o mübarek zât, mükemmel vazifesini bitirip yüzer mânevî evlât ve hayrülhalef bırakıp gittiği ve terhis olduğu, rahmet ve istirahat âlemine çekildiği aynı zamanda, büyük üstadlarımın dairesine kazançlarımı bağışladığım zaman, Hafız Ali, Hafız Mehmed, Mehmed Zühtü ve Savlı Ahmed [çokça medhedilen, övülen] ve Hasan Feyzi içinde, ihtiyarım olmadan Hacı Hafız Mehmed daha hayatta iken on günden beri onların içinde görüyordum. Derdim, “Vefat edenler içinde bu da bulunsun.” İlişmedim. Hem hayatta olanlar içinde, hem üstadlar dairesinde bulunmasına hayret ederdim.

Şimdi bu mektubunuzdan anlaşıldı ki, onun halisâne kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetinin bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olarak vefatını ihsas [hissettirme] ediyordu. “Hafız Ali, Hasan Feyzi ortasında makamım var” diye iş’ar [işaret etme, belirtme] ediyordu. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onun defter-i a’mâline [amel defteri] Sava medrese-i Nuriyede [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] okunan ve yazılan risalelerin harfleri adedince ruhuna rahmetler ve kabrine nurlar ihsan [bağış] eylesin. Âmin. Ve aynı sistemde tam hayrülhalef mahdumu [efendi, kendisine hizmet edilen] Hafız Mehmed ve hafîdi Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Zeki’yi onun vazifesinin idamesine muvaffak eylesin. Âmin. Ve onların umumuna sabr-ı cemil ihsan [bağış] eylesin. Âmin.

• • •

261

– 151 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 * اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim ve Nur şakirtlerinin [öğrenci] küçük pehlivanları,

Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] âhirlerinde, bazı nüshalarında mübarekler pehlivanı büyük ruhlu Küçük Ali namında bir kardeşimizin sualine karşı verdiğim bir cevap var. Onu okuyunuz ki, o zâta bazı muterizler [itiraz eden] Risale-i Nur’un kıymetini bir derece kırmak için demişler: “Herkes Allah’ı bilir. Âdi bir adam, bir veli gibi Allah’a iman eder” diye, Nurların pek yüksek ve pek çok kıymettar ve gayet lüzumlu tahşidatını [kuvvetlendirme, destekleme] ziyade göstermek istemişler.

Şimdi, İstanbul’da, daha dehşetli bir fikirde, anarşi fikirli küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] düşmüş bir kısım münafıklar, Risale-i Nur gibi, ekmek ve suya ihtiyaç derecesinde herkes muhtaç olduğu imanî hakikatlerine ihtiyacı düşürmek desisesiyle [hile, aldatma] diyorlar ki: “Her millet, herkes Allah’ı bilir. Onu, daha yeni ders almaya ihtiyacımız çok yok” diye mukabele [karşılama; karşılık verme] etmek istiyorlar.

Halbuki Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata [herşeyi kuşatma] eden rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î [ferdî, küçük] ve küllî herşey Onun kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve Lâ ilâhe illallah kelime-i kudsiyesine, [kutsal cümle] hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, “Bir Allah var” deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek—hâşâ—hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini

262

bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki [her açıdan inkârcılığa düşmek] mânevî Cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söyler.

Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.

Evet, kâinatta hiçbir zîşuur, [akıl ve şuur sahibi] kâinatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan Hâlik-ı Zülcelâl’i inkâr edemez… Etse, bütün kâinat onu tekzib [yalanlama] edeceği için susar, lâkayd kalır.

Fakat Ona iman etmek, Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet [pişmanlık] etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar [af dileme] etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir. Her neyse…

Evlâtlarım, ehemmiyetli bir hadise size bu uzun meseleyi kısaca beyan etmeye sebep oldu.

Şimdilik sizlere Risale-i Nur’un ehemmiyetli şakirtleri [öğrenci] nazarıyla bakıyorum. Mustafa Oruç, çok talihlidir ki, kendi sisteminde ve ruhunda ve ciddiyetinde, az bir zamanda sizleri buldu. Bir iken on Mustafa oldu.

Said Nursî

– 152 –

Aziz, muhterem kardeşim,

Evvelâ zatınızın bir risale kadar câmi ve uzun ve müdakkikane hararetli mektubunuzu kemâl-i merakla [merakın son derecesi] okudum. Peşin olarak size bunu beyan ediyorum ki, Risale-i Nur’un üstadı ve Risale-i Nur’a Celcelûtiye Kasidesinde [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] rumuzlu [ince işaretler] işaretiyle pek çok alâkadarlık gösteren ve benim hakaik-i imaniyede [iman hakikatleri, esasları] hususî üstadım, İmam-ı Ali’dir (r.a.).

Ve 1 قُلْ لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا إِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى âyetinin nassıyla,

263

Âl-i Beytin muhabbeti, Risale-i Nur’da ve mesleğimizde bir esastır ve Vehhâbîlik damarı, hiçbir cihette Nur’un hakikî şakirtlerinde [öğrenci] olmamak lâzım geliyor. Fakat, madem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ihtilâfdan istifade edip, ehl-i imanı [Allah’a inanan] şaşırtıp ve şeâiri [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] bozarak Kur’ân ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var; elbette bu müthiş düşmana karşı cüz’î [ferdî, küçük] teferruata dair medar-ı ihtilâf [anlaşmazlık, uyuşmazlık sebebi] münakaşaların kapısını açmamak gerektir.

Hem, ölmüş insanları zemmetmek, [kötülemek] hiç lüzumu yok. Onlar, dar-ı âhirete, [âhiret yurdu] mahall-i cezaya gitmişler. Lüzumsuz, zararlı, onların kusurlarını beyan etmek, emrolunan muhabbet-i Âl-i beytin mukteza[bir şeyin gereği] değildir ve lâzım da değildir diye, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı menetmişler. Çünkü Vâkıa-i Cemelde Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir ve Talha ve Âişe-i Sıddîka (r.a.) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, o harbi, içtihad neticesi deyip, “Hazret-i Ali (r.a.) haklı, öteki taraf haksız; fakat içtihad neticesi olduğu cihetle affedilir.”

Hem Vehhâbîlik damarı, hem müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] Râfızîlerin [Şiî gruplarından aşırı bir gruba dahil olan kişi] mezhepleri İslâmiyete zarar vermesin diye, Sıffin Harbindeki bâğîlerden de bahis açmayı zararlı görüyorlar.

Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelâmın büyük allâmesi [büyük âlim] olan Sadeddin-i [asıl konu, esas mânâ] Taftazanî, “Yezide lânet caizdir” demiş; fakat “Lânet vaciptir” dememiş. “Hayırdır ve sevabı vardır” dememiş. Çünkü, hem Kur’ân’ı, hem Peygamberi, hem bütün Sahabelerin kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer’an bir adam, hiç mel’unları hatıra getirmeyip lânet etmese, hiçbir zararı yok. Çünkü, zem [ayıplama] ve lânet ise, medih [övgü] ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i salihte [Allah için yapılan iyi işler] dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena…

264

İşte şimdi gizli münafıklar, Vehhâbîlik damarıyla en ziyade İslâmiyeti ve hakikat-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hakikati] muhafazaya memur ve mükellef olan bir kısım hocaları elde edip, ehl-i hakikati [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] Alevîlikle ittiham [suçlama] etmekle birbiri aleyhinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ederek dehşetli bir darbeyi İslâmiyete vurmaya çalışanlar meydanda geziyorlar. Sen de bir parçasını mektubunda yazıyorsun. Hattâ sen de biliyorsun; benim ve Risale-i Nur’un aleyhinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilen en tesirli vasıtayı hocalardan bulmuşlar.

Şimdi Haremeyn-i Şerîfeyne hükmeden Vehhâbîler ve meşhur, dehşetli dâhîlerden İbnü’t-Teymiye ve İbnü’l-Kayyim-i Cevzî’nin pek acip ve cazibedar eserleri İstanbul’da çoktan beri hocaların eline geçmesiyle, hususan evliyalar aleyhinde ve bir derece bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] müsaadekâr [müsaade eden, izin veren] meşreplerini [hareket tarzı, metod] kendilerine perde yapmak isteyen, bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] bulaşmış bir kısım hocalar, sizin, muhabbet-i Âl-i Beytten gelen ve şimdi izharı [açığa çıkarma, gösterme] lâzım olmayan içtihadınızı vesile ederek hem sana, hem Nur şakirtlerine [öğrenci] darbe vurabilirler. Madem zemmetmemek [ayıplama, kötüleme] ve tekfir [küfürle itham etmek] etmemekte bir emr-i şer’î yok, fakat zemde ve tekfirde [küfürle itham etmek] hükm-ü şer’î [şeriatın hükmü, kanunu] var. Zem [ayıplama] ve tekfir, [küfürle itham etmek] eğer haksız olsa, büyük zararı var; eğer haklı ise, hiç hayır ve sevap yok. Çünkü tekfire [küfürle itham etmek] ve zemme müstehak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir [küfürle itham etmek] etmemekte hiçbir hükm-ü şer’î [şeriatın hükmü, kanunu] yok, hiç zararı da yok.

İşte bu hakikat içindir ki, ehl-i hakikat, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] başta Eimme-i Erbaa [dört imam] ve Ehl-i Beytin Eimme-i İsnâ Aşer olarak Ehl-i Sünnet, mezkûr [adı geçen] hakikate müstenid [dayanan] olan kanun-u kudsiyeyi kendilerine rehber edip, İslâmlar içinde o eski zaman fitnelerinden medar-ı bahis [söz konusu] ve münakaşa etmeyi caiz görmemişler, menfaatsiz, zararı var demişler.

Hem o harplerde, çok ehemmiyetli Sahabeler, nasılsa iki tarafda bulunmuşlar. O fitneleri bahsetmekte o hakikî Sahabelere, Talha ve Zübeyir (r.a.) gibi Aşere-i Mübeşşereye dahi tarafgirane bir inkâr, bir itiraz kalbe gelir. Hatâ varsa da

265

tevbe ihtimali kuvvetlidir. O eski zamana gidip lüzumsuz, zararlı, şeriat emretmeden o ahvalleri [durumlar] tetkik etmektense, şimdi bu zamanda bilfiil İslâmiyete dehşetli darbeleri vuran, binler lânete, nefrete müstehak olanlara ehemmiyet vermemek gibi bir hâlet, [durum] mü’min ve müdakkik [dikkatli] bir zatın vazife-i kudsiyesine [kutsal vazife] muvafık gelemez.

Hattâ Sabri ile küçücük münakaşanız, hem Risale-i Nur’a, hem hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] intişarına [açığa çıkma, yayılma] ehemmiyetli zarar verdiğini senden saklamam. Aynı vakitte burada hissettim, müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] ve müteellim [acı çeken] oldum. Sonra senin gibi ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] bir âlimin Risale-i Nur’a oraca ehemmiyetli bir hizmete vesile olacak Sabri oraya gelmesi, ikinizden büyük bir hizmet-i Nuriye [Risale-i Nur Hizmeti] beklerken, bilâkis üç cihetle Nura zarar geldiğini hissettim ve gördüm. Acaba neden bu zarar olmuş diye, iki üç gün sonra haber aldım ki, Sabri, mânâsız, lüzumsuz seninle münakaşa etmiş; sen de hiddete gelmişsin. “Eyvah!” dedim. “Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Erzurum’dan imdadıma yetişen bu iki zâtın münakaşasını musalâhaya [barış yapma] tebdil [başka bir şeyle değiştirme] et” diye dua ettim. Risale-i Nur’un İhlâs Lem’alarında [parıltı] denildiği gibi, şimdi ehl-i iman, [Allah’a inanan] değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyanın dindar ruhânîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf [anlaşmazlık, uyuşmazlık sebebi] meseleleri nazara almamak, nizâ [anlaşmazlık, çekişme] etmemek gerektir. Çünkü küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] hücum ediyor. Senin, hamiyet-i diniye [dinin koruyuculuğu] ve tecrübe-i ilmiye ve Nurlara karşı alâkanızdan rica [ümit] ediyorum ki, Sabri ile geçen macerayı unutmaya çalış ve onu da affet ve helâl et. Çünkü o, kendi kafasıyla konuşmamış; eskiden beri hocalardan işittiği şeyleri, lüzumsuz münakaşa ile söylemiş. Bilirsin ki, büyük bir hasene ve iyilik, çok günahlara keffaret olur.

Evet, o hemşehrimiz Sabri, hakikaten Nura ve Nur vasıtasıyla imana öyle bir hizmet eylemiş ki, bin hatâsını affettirir. Sizin âlicenaplığınızdan, [yüksek ahlâk sahibi] o Nur hizmetleri hatırı için, dost bir hemşehri ve Nur hizmetinde bir arkadaş nazarıyla bakmalısınız.

Sahabelerin bir kısmı, o harplerde, adalet-i izafiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer’iyeyi düşünüp tâbi olarak, Hazret-i Ali’nin (r.a.) takip ettiği adalet-i hakikiye [gerçek adalet] ve

266

azîmet-i şer’iyye ile beraber zâhidâne, [tam bir zühd [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] ve takva içinde olarak] müstağniyâne, [tok gönüllülükle, kanaatkar bir şekilde] muktesidâne mesleğini terk edip, muhalif tarafa bu içtihad neticesinde girdiklerini, hattâ İmam-ı Ali’nin (r.a.) kardeşi Ukayl ve “Habrü’l-Ümme” ünvanını alan Abdullah ibni Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında bulunduklarından, hakikî Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, مِنْ مَحَاسِنِ الشَّرِيعَةِ سَدُّ اَبْوَابِ الْفِتَنِ 1 bir düstur-u esasiye-i [temel kanun, anayasa] şer’iyeye binaen طَهَّرَ اللهُ اَيْدِيَنَا فَنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا 2 diyerek o fitnelerin kapısını açmak, bahsetmek caiz görmüyorlar. Çünkü, itiraza müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük Sahabelere, hattâ muhalif tarafında bulunan Âl-i Beytin bir kısmına ve Talha ve Zübeyir (r.a.) gibi Aşere-i Mübeşşereden büyük zatlara itiraza başlar, zem [ayıplama] ve adavet [düşmanlık] meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak taraftarıdır.

Hattâ Ehl-i Sünnetin ve ilm-i kelâmın azîm imamlarından meşhur Sadeddin-i [asıl konu, esas mânâ] Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in [lânetleme] ve tadlile [başkalarını dalâlete nispet etmek, sapıklığına hükmetmek] cevaz vermesine mukabil, Seyyid Şerif Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin allâmeleri [büyük âlim] demişler: “Gerçi Yezid ve Velid, zâlim ve gaddar ve fâcirdirler; [günahkâr] fakat sekeratta [can çekişme/ölüm anı] imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat’î [kesin delil, Kur’ân-ı Kerim ve sahih hadisler gibi] ve delil-i kat’î [kesin delil] bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tevbe etmek ihtimali olduğundan, öyle hususî şahsa lânet edilmez. Belki لَعْنَةُ اللهِ عَلَى الظَّالِمِينَ وَالْمُنَافِقِينَ 3 gibi umumî bir ünvan ile lânet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur” diye Sadeddin-i [asıl konu, esas mânâ] Taftazanî’ye mukabele [karşılama; karşılık verme] etmişler.

267

Senin müdakkikane ve âlimâne mektubuna karşı uzun cevap yazmadığımın sebebi, hem ehemmiyetli hastalığım ve ehemmiyetli meşgalelerim içinde acele bu kadar yazabildim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî

– 153 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Cennetü’l-Firdevsin [Firdevs Cenneti; Cennetin en yüksek derecesi] meyveleri ve Medresetü’z-Zehranın heyet-i fa’âlesinin sahaif-i amelleri ve defter-i haseneleri olan Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve arkadaşlarını, selâmetle Cuma gecesi serçe kuşunun verdiği müjdeden iki saat sonra kemâl-i sürurla aldık. Sizlere onların harfleri adedince

بَارَكَ اللهُ وَوَفَّقَكُمُ اللهُ وَاَسْعَدَكُمُ اللهُ فِى الدَّارَيْنِ * 2

deyip ruh u canımızla sizi tebrik ettiğimiz gibi, bu memleketi de tebrik ederiz. Ve Zülfikar‘ın [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] zuhurunun mukaddemeleri [evvel, önce] başlamasıyla din lehinde [tarafında] kuvvetli cereyanların ve aleyhindeki tecavüzün durması ve bir kısmı rücu edip eski hatîâtın [hatalar] tamirine çalışması işaretiyle, şimdi bilfiil tezahür ve neşrolması, inşaallah [Allah dilerse] memleket için İslâmiyet cihetinde büyük bir fâidesi olacak ve zulmetleri dağıtacak işaretini veriyor.

Evet, şimalden [kuzey] gelen küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] cereyanını durduracak, yalnız Risale-i Nur’dur. Siyaset, diplomatlık, bu vazifeyi göremez. Onun için, vatanperver ve milliyetçi ve siyasetçiler, Nurlara sarılmaya mecburiyet var. O Zülfikar‘ın [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] zuhura gelmesi için çalışanların şahs-ı mânevîsinin, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] belki herbirisinin kıyametteki defter-i hasenatına [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] yedi yüz sahifesiyle birtek sahife-i hasenat olmasını rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] niyaz ediyoruz.

268

Mâdem o iman hakikatleri yüksek bir ibadet ve hasenedir ve onunla çokların imanını kurtarmak binler hasene hükmündedir; onun zuhuruna çalışanların herbirisi onu okuyup ve dinleyip itikad [inanç] etmesiyle, aynen işlediği sair hayratın defteri gibi bir uhrevî senedidir. Elbette onların ve şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] âhirette defter-i hasenatından [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] yedi yüz sahifesiyle bir tek sahife olarak Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] aynen neşrolmak [yayılmak] ve bir sahifesi hükmüne geçmek, hadsiz bir rahmetin şe’nidir. [belirleyici özellik]

Saniyen: [ikinci olarak] Gerçi Nurlar girdikleri her yerde galebe [üstün gelme] eder; fakat mütemerrid [inatçı] ve muannid [inatçı] zındıklar, maddiyunlar, ellerinden geldiği kadar fütuhatına [fetihler, yayılmalar] fütur [usanç] vermek için desiselere [hile, aldatma] ve ehl-i siyasete [siyaset adamları, politikacılar] evham vermeye çabalıyorlar. İnşaallah bir halt edemezler. Fakat ihtiyat [dikkat, tedbir] her vakit iyidir. Sırren tenevveret [gizli ve sır perdesi altında parlama, hizmeti yaygınlaştırma] düsturu [kâide, kural] devam ediyor. Tâ bunun gibi birkaç mecmua çıkıncaya kadar temkinli [ağırbaşlılık, ölçülü hareket] ve ihtiyat[dikkat, tedbir] bulunmak lüzumu var. Hattâ bu defa sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا 1 nın remizli [işaretli] risalesini on üç seneden beri görmediğim halde buraya göndermek bir derece ihtiyat [dikkat, tedbir] kaidesine muhalif olduğu gibi, herkes anlamaz, hem tevil ve tefsir lâzımdır. Çünkü Lâhikada bir mektupta yazmıştım ki, iki hakikat mücmelen [kısa, kısaca] bana ihtar edilmişti:

Birisi: Bir derece dar bir dairede bir nur gösterilmişti; geniş bir dairede mânâ verip, kırk sene evvel “Bir nur göreceğiz” diye müjde veriyordum. Hattâ Hürriyetten evvel, eski talebelerime de o müjdeyi mükerrer söylüyordum. Zannederdim ki, geniş siyaset dairesinde olacak. Halbuki bu memleketin en ziyade muhtaç olduğu imanî ve İslâmî ve hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye [İslâmın sosyal hayatı] dairesinde Risale-i Nur’u göreceksiniz diye hakikatten bana ihtar edilmiş; bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile musırrane ve tekrarla ben de haber veriyordum, o hak ve hakikatlı meselenin sûretini değiştiriyordum.

269

İkincisi: Şeâir-i İslâmiyeye [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] ve siyaset-i İslâmiyeye [İslâm siyaseti, idaresi] darbe vuranlar on iki, on üç, on dört, on altı sene zarfında büyük darbeler yiyecekler diye bana ihtar edildi. Evvelki meselenin aksine olarak, geniş dairede vuku bulan o hâdisâtı ve büyük cemaatlere gelen o tokatları, küçük bir dairede şahıslara gelecek tokatlar suretinde mânâ vermiştim ki, tam aynen iki dairede, hem küçük, hem büyük, on iki sene sonra en müthişi dünyayı terk ettiği gibi, büyük dairede de onun gibi dehşetli cemaatler on iki, on üç, on dört, on altı tarihlerinde aynı tokatları yediler ve yiyecekler diye ihtar edildi.

Ben, tevilimle bu büyük daireyi yalnız küçükte tatbik ettiğim gibi, evvelki “nur” meselesinde de bilâkis küçük daireyi ve sırf imanî hadise-i Nuriyeyi pek geniş daire-i siyasiyede tevilimle mânâ vermiştim. Onun için, sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا 1 yı herkes birden anlamaz. Hem şahsî isimleri böyle mesail-i ilmiyeye girmemek lâzım olduğundan, o risale hattâ on üç seneden beri elime geçmediğinde isabet var; kardeşlerim dahi onu merak etmesinler. Biri eğer çok merak etse, o sırr-ı اِنَّۤا اَعْطَيْنَا nın başında “Şimdiki saniyen[ikinci olarak] ile başlayan fıkra[bölüm] ve Lâhikada geçen aynı meseleye dair fıkra[bölüm] okumak lâzımdır; yoksa hiç bakmasın.

O ikinci Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] ve o dehşetli şahsın dünyadan gitmesiyle ve şimdi de onun mesleği geri çekilmesi ve bir kısmı o mesleğin aksine din lehinde [tarafında] resmen çalışması ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] istibdad-ı mutlakadan bir derece kurtulması ve az bir tevil ile o risaleciğin verdikleri haber aynı tarihlerde vuku bulması, o sûrenin bir lem’a-i i’câzıdır. [mu’cizelik parıltısı] Fakat heyecanlı tevillerim perde çekmişti; hakikat gizlenmiş.

– 154 –

Aziz, muhterem kardeşim,

Bin üç yüz seneden beri âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] ağlatan ve bütün ehl-i hakikate [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] “Eyvahlar! Yazıklar olsun!” dediren âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] en dehşetli büyük yarasını deşmek, düşünmek, benim hususî meşrebimde [hareket tarzı, metod] tahammülüm fevkinde [üstünde] elem veriyor. Hususan yirmi beş seneden beri ihlâs ile hakikî hizmet-i imaniye, [iman hizmeti] beni her nevi

270

siyasetten çektiği ve yirmi beş sene zarfında bir gazeteyi okutturmadığı gibi; yirmi sene bu işkenceli esaretimde hayat-ı siyasiyeye [siyaset hayatı] bakmamak için hükûmete müdafaat-ı hapsiyeden başka müracaat etmeyen ve vazife-i imaniyeye [iman hakikatlerini yayma görevi] noksan gelmemek ve ihlâs kırılmamak ve siyasete bulaşmamak için on sene bu dehşetli Harb-i Umumîye [Birinci Dünya Savaşı] bakmayan, baktırmayan bir hâlet-i ruhiyeyi [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] taşımaya mecburiyetim varken, şimdi dehşetli ejderhalar hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] cephesinde ehl-i imana [Allah’a inanan] gözümüz önünde saldırmalarından ve çokları ısırmalarından, ehl-i imanı [Allah’a inanan] kurtarmak mecburiyeti Kur’ân’ın emriyle varken, bu zamanı bırakıp, eski zamana gidip, Ehl-i Beyte gelen dehşetli zulümleri temâşâ etmek, daha ziyade ruhumu ezer ve kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] kırıp ruhuma azap azap üstüne gelmektir.

Zâlim siyasetin gaddarâne bir düsturu [kâide, kural] olan “Cemaat için fert fedâ edilir” diye çok zâlimâne pek çok vukuatı, ehvenü’ş-şer diye bir nevi adalet-i izafiye namında hâkimiyetine bir maslahat [amaç, yarar] göstermişler. Hattâ bu asırda, o gaddar düsturun [kâide, kural] hükmüyle, bir adamın hatâsıyla bir köyü mahveder. Beş on adamın, onların siyasetine zarar vermek tevehhümüyle, [kuruntu] binler adamı perişan eder.

İşte, eski zamanda bir derece, siyasetin bu gaddar düsturu [kâide, kural] İslâmlar içine girdiğinden, siyasette, bu müthiş düsturlar [kâide, kural] karşısında, mecburiyetle Selef-i Salihîn [ilk devir İslâm büyükleri] sükûtla ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin imamları o kapıları kapamak, طَهَّرَ اللهُ اَيْدِيَنَا فَنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا 1 deyip o kapıları açmıyorlar.

Madem Ehl-i Beyte zulmedenler şimdi âhirette cezasını öyle bir tarzda görüyorlar ki, bizim onlara hücumla yardımımıza bir ihtiyaç kalmıyor. Ve mazlum Ehl-i Beyt, muvakkat [geçici] bir azap ve zahmet mukabilinde o derece yüksek bir mükâfat görmüşler ki, aklımız ihata [herşeyi kuşatma] etmiyor. Değil şimdi onlara acımak, belki onları o hadsiz rahmete mazhariyetleri noktasında binler tebrik etmek gerektir ki, birkaç sene zahmetle, milyonlar mertebeler ve bâki saadetler âhirette kazandıkları gibi, dünyada da kaldıkları zamanda, ehemmiyetsiz, dünyanın fâni saltanatı

271

ve muvakkat [geçici] hâkimiyeti ve karışık siyasetine bedel mânevî birer sultan ve hakikat âleminde birer şâh, birer mânevî padişah makamını kazandılar. Valiler yerine, evliyalar, aktablara [kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler] kumandan oldular. Kazançları bire bin değil, milyonlardır.

İşte bu sır içindir ki, Yeni Said’in hususî üstadı olan İmam-ı Rabbânî, Gavs-ı Âzam ve İmam-ı Gazâlî, Zeynelâbidin (r.a.) hususan Cevşenü’l-Kebîr münâcâtını [Allah’a yalvarış, dua] bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Veche’den [cihet, yön, taraf] aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü’l-Kebîr’le daima onlara mânevî irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur’dan bize gelen meşrebi [hareket tarzı, metod] almışım. Zâlimlerin gaddarlıklarını değil deşmek, bakmak, belki düşünmek de meşrebimize [hareket tarzı, metod] gelmiyor. Çünkü onlar mücâzâtını [ceza] ve mazlumlar mükâfatını, aklımızın fevkinde [üstünde] görmüşler. O meselelerle meşgul olmak, şimdiki bu hazır musibet-i diniyeye [dine gelen belâ] karşı mükellef olduğumuz vazife-i Kur’âniyeye [Kur’ân vazifesi] zarar verir.

Ulema-i ilm-i kelâmın [kelâm âlimleri] ve usûlü’d-din allâmelerinin [büyük âlim] ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin dâhi muhakkiklerinin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] İslâmî akidelere [inanç] dair çok tetkik ve muhakematla ve âyât ve hadisleri müvazene [karşılıklı dengeye getirme] ile kabul ettikleri usûlü’d-din düsturları, [kâide, kural] şimdiki Risale-i Nur’un meşrebini [hareket tarzı, metod] muhafazaya emrediyor, kuvvet veriyor. Hattâ, hiçbir yerde, hattâ ehl-i bid’a [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] kısmı da bu meşrebimize [hareket tarzı, metod] ilişemiyorlar. Hakikat-i ihlâs [ihlâs gerçeği] tam muhafaza edildiği için, her nevi ehl-i İslâm [Müslümanlar] içine giriyor. Şialıkta mutaassıp ve Vehhâbîlikte de müfrit, [ifrat eden, aşırıya giden] feylesofların en maddîsi ve mütefennini [bilgili, fen ilimlerine sahip] ve mutaassıp hocaların en enaniyetlisi, beraber Nur dairesine girmeye başlamışlar ve kısmen şimdi de kardeşçe bulunuyorlar. Hattâ bazı misyonerler de, din-i İsâ’nın (a.s.)

272

hakikî ruhânîsi de o daireye gireceklerine emâreler var. Birbirine hücum değil, belki bir tesanüt, [dayanışma] bir musalâha [barış yapma] lüzumunu hissedip medar-ı münakaşa [tartışma sebebi] meseleleri ortaya atmıyorlar. Demek İmam-ı Ali’nin (r.a.) otuz kırk işaretiyle sarahat [açıklık] derecesinde haber verdiği Risale-i Nur, bu zamanın müthiş yaralarına tam bir ilâçtır. Onun için, o daire bize kâfi [yeterli] gelmiş, harice çıkmıyoruz.

İmam-ı Ali Kerremallahü Veche’nin [cihet, yön, taraf] şahsına ve hayatına ve adalet-i hakikî üzerine giden siyasetine ilişmek, darbe vurmak başkadır. Şahsiyet-i zahirîsinden ve hayat-ı dünyeviyesinden [dünya hayatı] ve siyaset-i içtimaiyesinden binler derece daha yüksek olan şahsiyet-i mânevîsine ve kemâlât-ı ilmiyesine [ilimî mükemmellikler, olgunluklar] ve makamat-ı velâyetine [velîlik makamları] ve varisliğine darbe gelmez ve gelmemiş ve gelemiyor. Kimin haddi var? Onun için, iki ciheti birleştirmek tevehhümüyle [kuruntu] karşısında muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] çalışanların taarruzu pek dehşetli görünüyor. Ehl-i iman [Allah’a inanan] ortasında nasıl böyle vukuat olabilir diye hayret veriyor. Halbuki Yezid ve Velid gibi habis [çirkin, pis] herifler müstesna, ötekilerin kısm-ı âzamı, [büyük bir kısmı] İmam-ı Ali’nin (r.a.) harika kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve kerametlerine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve verasetine ilişmek değil, belki yalnız hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye [insanların sosyal hayatı] ait idaresine darbe vurmaya çalışmışlar, hatâ etmişler.

Hâricî ve büyük bir düşmanın hücumu zamanında, dahilî küçük düşmanlıkları bırakmak elzemdir. Yoksa, hücum eden büyük düşmana yardım hükmüne geçer. Bunun için, daire-i İslâmiyede [İslâm dairesi] eskiden beri tarafgirâne birbirine mukabil, muarız [itiraz eden, karşı gelen] vaziyetini alan ehl-i İslâm [Müslümanlar] o dahilî düşmanlıkları muvakkaten [geçici] unutmak maslahat-ı İslâmiye muktezasıdır. [bir şeyin gereği]

• • •

273

– 155 –

Aziz, sıddık, bahtiyar kardeşim Süleyman Rüştü,

Seni ve kardeşin kahraman Burhan‘ı [delil] ve senin iki mübarek, mâsum evlâdını ve senin hane halkını, Risale-i Nur namına ve umum şakirtler [öğrenci] hesabına ruh u canımızla sizi tebrik ediyoruz. Böyle kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve daimî sevap kazandıracak uhrevî bir hizmete muvaffakiyetinizi, [başarı] Isparta ve bu memleket istikbalde alkışlayacaktır. Size çok hayırlı duaları kazandıracak. İnşaallah, Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] gibi daha çok emsaline muvaffak olursunuz. Bu acip şerait içinde bu fevkalâde muvaffakiyet, [başarı] hem Zülfikar‘ın, [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] hem sadakatinizin bir kerametidir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Çok mübarek olan senin rüyan-ki, emr-i İlâhi [Allah’ın emri] ile, Kur’ân’ı, Hazret-i Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâma vermek, Hazret-i Cebrail’in vazifesinin bir cilvesidir-işarettir ki, bu hizmetiniz hem rıza-yı İlâhîye, [Allah rızası] hem rıza-yı Peygamberîye (a.s.m.) muvafıktır. Mu’cizât-ı Kur’âniyeyi, [Kur’ân’ın mu’cizeleri] Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] vasıtasıyla ümmet-i Muhammediyeye [Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar] (a.s.m.) tebliğ etmek mânâsıyla senin rüyan tâbir edilir.

Nasıl, bir küçücük cam parçasında güneşin bir timsali, [görüntü] ziyasıyla o elindeki camı tutanla münasebettar [alâkalı, ilgili] olur, bir nevi muhabere eder. Öyle de hususî bir tecellî ile, rü’yalarda—Selef-i Sâlihînde bu çeşit rüyalar görülmüş—makbuliyet ve rıza alâmetidir. Hazret-i Peygamberin (a.s.m.) yanında gördüğün adam da, Nur ve Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsidir. [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik]

– 156 –

Vazifemiz, ihlâs ile ve sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve tesanüdle [dayanışma] ve mümkün olduğu kadar ihtiyatla, [dikkat, tedbir]sırren tenevveret[gizli ve sır perdesi altında parlama, hizmeti yaygınlaştırma] irşad-ı Alevîyi fiilen tasdik etmek, ona göre hareket etmektir.

274

Yoksa, muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] mukabele [karşılama; karşılık verme] etmek ve onların hücumundan telâş etmek değil. Muvaffakiyet [başarı] ve fütuhat-ı Nuriye [Nur risaleleriyle gerçekleştirilen fetihler] ve revaç [değer, kıymet] ile intişarı [açığa çıkma, yayılma] ise, vazife-i İlâhiyedir. [Allah’a ait olan iş] Vazifemizi yapıp, vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmamak gerektir diye hem bana, hem sizin bedelinize teselli buldum.

– 157 –

O beş Ahmed‘den [çokça medhedilen, övülen] Safranbolu’da Hasan Feyzi’nin tam yerine geçen tam vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] Safranbolulu Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Fuad’ın gayet samimî ve fedakârane mektubunda, benim bedelime, aynen Hasan Feyzi, Hafız Ali gibi, bâki kalan hayatını bana verip, benden evvel berzaha [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] gitmek için dua ediyor. Halbuki şimdi Nurlara onun hayatı daha ziyade fâidelidir. Bana nisbeten genç, faal bir kardeşim, benden sonra, kardeşlerim gibi vazife-i Nuriyemi [Risale-i Nur vazifesi] yapıyorlar diye kemâl-i istirahat-i kalble ecelimi beklerim. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onun gibi çok fedakârları Nurlara kavuştursun.

– 158 –

Hem çok eski, hem çok sâdık, hem çok muktedir, sebatkâr [sebat eden] medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] kahramanlarından Marangoz Ahmed‘in; [çokça medhedilen, övülen] ve medresenin üstadı olan merhum Hacı Hafız’ın kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] vefatına dair güzel, hazîn mektubunda, o medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] şakirtlerinin [öğrenci] o merhum üstadlarına karşı gösterdikleri dindarane vaziyet ve yağmurun zahmet vermemek ve onları ıslatmamak ve üşütmemek için durması, iş bittikten sonra başlaması, o merhum zatın ruhuna büyük rahmetlerin nüzulüne emâre… Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o rahmet katreleri [damla] adedince ona ve onlara rahmet etsin. Âmin.

• • •