EMİRDAĞ LAHİKASI – 1. Bölüm 20-39. Mektuplar (66-103)

66

dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] savletinden [saldırı] gelen vesvese ve zaafiyetine [zayıflık, güçsüzlük] karşı kuvve-i mâneviyenin [mânevî güç] takviyesini istemelerine tam tevafuku, bu geceler gibi şeâir-i İslâmiyeye [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] karşı hürmetsizlik edenlerin hatalarına bir tekdir [azarlama] olarak, “Kâinat bu gecelere hürmet eder, neden siz etmiyorsunuz?” diye mânâsında, kesretli [çokluk] rahmetle şeâir-i İslâmiyeye [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] karşı, hattâ semâvât ve feza-yı âlem [gökyüzü, uzay] hürmetlerini göstermekle tevafuk etmesi, zerre miktar insafı olan bilir ki, bu işte hususî bir kast ve irade ve ehl-i imana [Allah’a inanan] hususî bir inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve merhamettir; hiçbir cihetle tesadüf ihtimali olamaz.

Demek hakikat-ı Mirac, bir mu’cize-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] (a.s.m.) ve keramet-i kübrâ[en büyük keramet] olduğu ve Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] merdiveniyle göklere çıkması ile zât-ı Ahmediyenin [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] (a.s.m.) semavat ehline [yüce âlemlerde yaşayanlar; melekler, ruhaniler vb.] ehemmiyetini ve kıymetini gösterdiği gibi, bu seneki Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] da zemine ve bu memleket ahalisine kâinatça hürmetini ve kıymetini gösterip bir keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] gösterdi.

– 20 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

İşarât-ı Gaybiye-i Gavsiye ve Aleviyede, “Altmış dörtte Risale-i Nur telifce [kaleme alma] tamam olur.” Demek o tarihten sonra, yalnız izahat ve haşiyeler [dipnot] ve tetimmeler [ek] olacak. Bu münasebetle iki nokta ihtar etmek kalbime geldi.

Birincisi: Risale-i Nur’un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta, mâsum çocuklardır. Çünkü bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî [iman dersi] alamazsa, sonra pek zor ve müşkül [zorluk] bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ruhuna alabilir. Âdetâ gayr-ı müslim [Müslüman olmayan] birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar

67

görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi belâ olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki dâvâcı olur: “Neden imanımı terbiye-i İslâmiye [İslâm terbiyesi] ile kurtarmadınız?”

İşte bu hakikate binaen, en bahtiyar çocuklar onlardır ki, Risale-i Nur dairesine girip dünyada peder ve validesine hürmet ve hizmet ve hasenatı ile onların defter-i a’mâline [amel defteri] vefatlarından sonra hasenatı yazdırmakla ve âhirette onlara derecesine göre şefaat etmekle bahtiyar evlât olurlar.

Risale-i Nur’un ikinci kısım talebeleri: Fıtraten Risale-i Nur’a muhtaç, bir derece de dünyadan ürkmüş veyahut küsmüş kadınlardır. Hususan bir derece yaşlı da olsa, Risale-i Nur, ona hakikî bir gıda-yı mânevîdir. Çünkü Risale-i Nur’un dört esasından birisi şefkattir ki, ism-i Rahîm‘in [Allah’ın herbir varlığa merhamet ve şefkati olduğunu bildiren ismi] mazhariyetinden gelmiş. Kadınların da en esaslı hassaları ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] vazifelerinin mayası, şefkattir.

Üçüncü kısım: Fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] olmasa da, vaziyeti itibarıyla Risale-i Nur’a ekmek ve ilâç gibi muhtaç olan hastalar ve ihtiyarlardır. Çünkü, Risale-i Nur hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] güneş gibi gösterdiğinden ve dünyevî hayatın fânilik cihetinde mâhiyetini tam gösterdiğinden, dünyevî hayatlarına ya hastalık veya ihtiyarlıkla darbe gelen ve gaflet veya dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] cihetiyle ölümü idam [hiçlik, yokluk] tevehhüm [kuruntu] eden hastalar ve ihtiyarlar Risale-i Nur’a o derece muhtaçtırlar ve öyle bir teselli, bir nur alırlar ki, onların hastalık ve ihtiyarlığını sıhhat ve gençliğe tercih ettiriyor.

İhtar edilen ikinci nokta: Madem Arabîce altmış dörde girdik, işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] gelmesiyle Risale-i Nur tekemmül [mükemmelleşme] etmiş olur. Eğer Rûmî tarihi olsa, daha iki senemiz var. Halbuki çok mühim yerde yazılmayan ve tehir edilen risaleler kalmış. Meselâ, Otuzuncu Mektup ve Otuz İkinci Mektup ve Otuz İkinci Lem’alar [parıltılar] gibi ehemmiyetli mertebeler boş kalmış. Kalbime ihtar edilmiş ki: Eski Said’in

68

en mühim eseri ve Risale-i Nur’un Fatihası, [açılış kısmı, baş, baş kısım] Arabî ve matbu olan İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsiri, Otuzuncu Mektup olacak ve olmuş. Eski Said’in en son telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] ve yirmi gün Ramazan’da telif edilen, kendi kendine manzum [düzenli] gelen Lemeat [parıltılar] Risalesi Otuz İkinci Lem’a [parıltı] olması ve Yeni Said’in en evvel hakikatten şuhud [görme] derecesinde kalbine zahir olan ve Arabî ibaresinde Katre, [damla] Habbe, [dane, tohum] Şemme, [Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer alan bir bölüm] Zerre, Hubab, Zühre, [çiçek] Şule [gür ışık/alev] ve onların zeyillerinden [ilave, ek] ibaret büyükçe bir mecmua Otuz Üçüncü Lem’a [parıltı] olması ihtar edildi.

Hem Meyve, On Birinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olduğu gibi, Denizli Müdafaanamesi de On İkinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] ve hapiste ve sonra Küçük Mektuplar Mecmuası On Üçüncü Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olması ihtar edildi. Ben de aziz kardeşlerimin tensiplerine havale ediyorum. Demek birkaç mertebede kapı açıktır; bizlere daha iyi tetimmeler [ek] yazdırılabilir.

Aziz kardeşlerime birer birer selâm ediyorum. Kastamonu ve civarındaki kardeşlerimi de—eski zamanda olduğu gibi—daima beraber görüyorum. Hiç merak etmesinler, Risale-i Nur tevakkuf [durağan olma] etmiyor, perde altında büyük fütuhatı [fetihler, yayılmalar] var. Sıkıntılarımızın neticeleri Risale-i Nur’un derslerine daha ziyade nazar-ı dikkati celb [çekme] edip geniş bir dairede kendini okutturuyor. Onun için gayet çalışkan iki kardeşimiz olan baba ve oğlu; ve babası, ziyade sıkıntı çekmelerinde iftihar etsinler, orada muvakkat [geçici] tevakkuftan [durağan olma] müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmasınlar. Benim ve bizim nazarımızda onlar eski mevkilerini tam muhafaza ediyorlar.

Başta Risale-i Nur’un fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] talebeleri mâsum çocuklar demiştik. İşte bir nümunesi, bu mektubumu rahatsızlıktan kendim yazamadığım için ben söyleyip yeni hurufla [harfler] yazan Ceylân, biri de ona mektup yazan mâsum Küçük Ali, biri de bu defa bana kâmilâne ve müdakkikane mektup yazan medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] küçük şakirdi [talebe, öğrenci] Küçük Mehmed’dir. Ben de onlara “Bârekâllah, [“Allah ne mübarek yaratmış”] bahtiyar çocuklar” derim, peder ve validelerini de tebrik ederim.

69

– 21 –

Bir suâle mecburî cevabın tetimmesidir. [ek]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet [geçim derdi] meşgalesi hengâmı [ân, zaman] ve şuhûr-u selâsenin [üç aylar; Receb, Şaban ve Ramazan ayları] çok sevaplı ibadet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle, gayet kuvvetli bir metanet [gayret, kararlılık] ve vazife-i nuriye-i [Risale-i Nur vazifesi] kudsiyede bir sebat [kalıcı olma, sabit kalma] olmazsa, Risale-i Nur’un hizmeti zararına bir atâlet, [hareketsizlik] bir fütur [usanç] ve tevakkuf [durağan olma] başlar.

Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki, Risale-i Nur ve şakirtlerinin [öğrenci] meşgul oldukları vazife, rû-yi zemindeki [yeryüzü] bütün muazzam mesâilden [meseleler] daha büyüktür. Onun için, dünyevî merak âver meselelere bakıp, vazife-i bâkiyenizde fütur [usanç] getirmeyiniz. Meyvenin Dördüncü Meselesini çok defa okuyunuz; kuvve-i mâneviyeniz [mânevî güç] kırılmasın.

Evet, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] bütün muazzam meseleleri, fâni hayatta zâlimâne olan düstur-u cidal [mücadele prensibi] dairesinde, gaddarâne, merhametsiz ve mukaddesat-ı diniyeyi dünyaya feda etmek cihetiyle, kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] onların o cinayetleri içinde, onlara bir mânevî cehennem veriyor. Risale-i Nur ve şakirtlerinin [öğrenci] çalıştıkları ve vazifedar oldukları fâni hayata bedel, bâki hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] perestişkârlarına [aşırı derece sevme] gayet dehşetli ecel cellâdının, hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] birer perde ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] saadet-i ebediyelerine [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] birer vesile olduğunu, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î ispat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikati göstermişiz.

70

Elhasıl: [kısaca, özetle] Ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] muvakkat [geçici] hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur’ân [Kur’ân nuru] ile cidaldeyiz. [mücadele] Onların en büyük meselesi—muvakkat olduğu için—bizim meselemizin en küçüğüne—bekaya baktığı için—mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifemizin zararına onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz?

Bu âyet لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ 1 ve usul-ü İslâmiyetin [İslâm’ın esasları, temelleri] ehemmiyetli bir düsturu [kâide, kural] olan اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَيُنْظَرُ لَهُ yani, “Başkasının dalâleti sizin hidayetinize zarar etmez; sizler, lüzumsuz onların dalâletleriyle meşgul olmayasınız”; düsturun [kâide, kural] mânâsı: “Zarara kendi razı olanın lehinde [tarafında] bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.”

Madem bu âyet ve bu düstur, [kâide, kural] bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri mâlâyani bilip, vaktimizi zayi etmemeliyiz. Çünkü elimizde nur var, topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nurânî müdafaadır.

Bu tetimmenin [ek] yazılmasının sebeplerinden birisi:

Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye, Boğazlar hakkında bir boşboğazlığı münasebetiyle bir iki şey sordum. Baktım, alâkadarâne ve bilerek cevap verdi. Kalben, “Yazık!” dedim. “Bu vazife-i nuriyede [Risale-i Nur vazifesi] zararı olacak.” Sonra şiddetle ikaz ettim.

اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ 2 bir düsturumuz [kâide, kural] vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur [kâide, kural] onlara merhamete liyakatini selb [ortadan kaldırma] ediyor. Cennet adamlar istediği gibi, Cehennem de adam ister.

Beşinci Şuânın yine kısmen verdiği haberler tezahür ediyor.

Said Nursî

71

– 22 –

 Denizli tüccarı aslı Burdur’lu Hafız Mustafa’ya hitaptır

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ رَسَۤائِلِ النُّورِ * 3

Aziz, sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] de muvaffakıyetli arkadaşım,

Sen binler safâlarla [gönül hoşnutluğu] geldin, beni ebedî minnettar ettin. Ve sadık arkadaşlarınla Risale-i Nur’un serbestiyetine hizmetiniz o derece büyük ve kıymetlidir, değil yalnız bizi ve Risale-i Nur’un şakirtlerini, [öğrenci] belki bu memleketi, belki âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] mânen minnettar ettiniz ki, ehl-i imanın [Allah’a inanan] imdadına yetişmeye Risale-i Nur’un yolunu serbestçe açtınız. Ben, bir seneden beri seni ve seninle beraber bu serbestiyetine çalışanları, merhum Hafız Ali ve Hüsrev gibi Risale-i Nur’un kahramanlarıyla beraber mânevî kazançlarıma, dualarıma şerik etmişim; hem devam edecek… Buraya kadar herbir dakika, yoldaki bir gün, Risale-i Nur’un hizmetinde bulunduğun gibi beni minnettar eyledin. Hâkim-i âdil [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] namını alan malûm zatı ve lehimizde onunla beraber çalışanları, bu hakikî adalete hizmetleri için âhir ömrüme kadar unutmayacağım. Altı yedi aydır onları da aynen mânevî kazançlarıma şerik ediyorum.

Bana teslim ettikleri Risale-i Nur’un bir kısmını, kardeşlerime cevap vereceğim, bütününü yazsınlar, onlara hediye edeceğim. Çünkü onlar, Risale-i Nur’un bundan sonraki hizmetine tam hissedardırlar. Bu meselede ben Denizli şehrini kendi karyeme [köy] arkadaş edip bütün emvâtını [ölüler] ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] hayatta olanlarını hem kendim, hem Risale-i Nur’un talebeleri, mânevî kazançlarımıza hissedar etmeye karar verdik. Denizli Hapishanesini de, bir imtihan medresemiz telâkki [anlama, kabul etme] ediyoruz. Ve bizimle alâkadar hem Denizli’de, hem hapiste umumuna ve hususan tam adaletini gördüğümüz mahkeme heyetine çok selâm ve dualar ederiz.

72

– 23 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Kat’iyen [kesinlikle] şek [şüphe] ve şüphemiz kalmadı ki, bu hizmetimizin neticesi olan Risale-i Nur’un serbestiyetini değil yalnız biz ve bu Anadolu ve âlem-i İslâm [İslâm âlemi] alkışlıyor, takdir ediyor; belki kâinat memnun olup cevv-i sema, feza-yı âlem [gökyüzü, uzay] alkışlıyor ki, üç-dört ayda yağmura şiddet-i ihtiyaç [ihtiyacın şiddeti] varken gelmedi ve Denizli’de mahkemenin bilfiil teslimine karar vermesi, yine leyle-i Miracta [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] aynen Risale-i Nur’un bir rahmet olduğuna işareten leyle-i Regaibe [Regaib Gecesi; Receb ayının ilk Cuma gecesi] tevafuk ederek kesretli [çokluk] melek-i ra’dın [gök gürültüsü ile vazifeli melek] alkışlamasıyla ve rahmetin Emirdağında gelmesi o teslim kararına tevafuk etmesi ve bir hafta sonra, demek Denizli’de vekillerin eliyle alınması hengâmlarında [ân, zaman] yine aynen leyle-i Miraca [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] ve leyle-i Regaibe [Regaib Gecesi; Receb ayının ilk Cuma gecesi] tevafuk ederek aynen onlar gibi Cuma gecesinde kesretli [çokluk] rahmet ve yağmurun bu memlekette gelmesi, o tevafuklarıyla kat’î kanaat verdi ki:

Risale-i Nur’un müsaderesine ve hapsine dört zelzelelerin tevafuku küre-i arzca [yer küre, dünya] bir itiraz olduğu gibi, bu Emirdağı memleketinde dört ay zarfında yalnız üç Cuma gecesinde—biri leyle-i Regaip, biri leyle-i Mirac, [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] biri de Şâbân-ı Muazzamın birinci Cuma gecesinde—rahmetin kesretli [çokluk] gelmesi ve Risale-i Nur’un da serbestiyetinin üç devresine tam tamına tevafuk etmesi, küre-i havâiyenin bir tebriki, bir müjdesidir ve Risale-i Nur’un da mânevî bir rahmet ve yağmur olduğuna kuvvetli bir işarettir.

Ve en lâtif [berrak, şirin, hoş] bir emâre şudur ki: Dün, birdenbire bir serçe kuşu pencereye geldi, vurdu. Biz, uçurmak için işaret ettik, gitmedi.

Mecbur oldum, Ceylân’a dedim: “Pencereyi aç; o ne diyecek?”

Girdi, durdu, tâ bu sabaha kadar… Sonra odayı ona bıraktık, yatak odama geldim. Bu sabah çıktım, kapıyı açtım, yarım dakikada döndüm, baktım, “Kuddüs, Kuddüs” zikrini yapan bir kuş odamda gördüm. Gülerek dedim: “Bu misafir niçin geldi?” Tam bir saat bana baktı, uçmadı, ürkmedi. Ben de okuyordum; ekmek bıraktım, yemedi. Yine kapıyı açtım, çıktım, yarım dakikada geldim, o misafir kayboldu.

73

Sonra bana hizmet eden çocuk geldi, dedi ki: “Ben bu gece gördüm ki, Hafız Ali’nin kardeşi yanımıza gelmiş.”

Ben de dedim: “Hafız Ali ve Hüsrev gibi bir kardeşimiz buraya gelecek.”

Aynı günde, iki saat sonra çocuk geldi, dedi: Hafız Mustafa geldi; hem Risale-i Nur’un serbestiyetinin müjdesini, hem mahkemedeki kitaplarımı da kısmen getirdi; hem serçe kuşunun ve senin, hem kuddüs kuşunun [kumru] tâbirini ispat etti—ki, tesadüf olmadığını ispat etti.

Acaba, emsalsiz bir tarzda hem serçe kuşu acip bir surette, hem kuddüs kuşu [kumru] garip bir surette gelip bakması, sonra kaybolması ve mâsum çocuğun rüyası tam tamına çıkması, Risale-i Nur’un Hafız Mustafa gibi bir zatın eliyle buraya gelmesinin aynı zamanına tevafuku hiç tesadüf olabilir mi? Hiçbir ihtimali var mı ki, bir beşaret-i gaybiye olmasın?

Evet, bu mesele, küçük bir mesele değil; kâinat ve hayvanat ile alâkadardır. Ben Risale-i Nur’un bir şakirdi [talebe, öğrenci] olmak itibarıyla, kendi hisseme düşen bu kâr ve neticeyi, binler altın lira kadar kazancım var kanaat ediyorum. Başka yüz binler Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] ve takviye-i imana muhtaç ehl-i imanın [Allah’a inanan] istifadeleri buna kıyas edilsin.

Evet, dinin, şeriatın ve Kur’ân’ın yüzden ziyade tılsımlarını, muammâlarını hal ve keşfeden; ve en muannid [inatçı] dinsizleri susturup ilzam [susturma] eden; ve Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] ve haşr-i cismânî [âhirette beden ve ruhla birlikte yeniden diriltilme] gibi sırf akıldan çok uzak zannedilen Kur’ân hakikatlerini en mütemerrid [inatçı] ve en muannid [inatçı] feylesoflara ve zındıklara karşı güneş gibi ispat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risale-i Nur eczaları, elbette küre-i arz [yer küre, dünya] ve küre-i havâiyeyi kendi ile alâkadar eder ve bu asrı ve istikbali kendiyle meşgul edecek bir hakikat-i Kur’âniyedir [Kur’ân’ın hakikati] ve ehl-i iman [Allah’a inanan] elinde bir elmas kılınçtır.

• • •

74

– 24 –

Aziz kardeşim,

Risale-i Nur’un avukatı Ziya’yı bizim tarafımızdan hem çok teşekkür, hem tebrik ediniz. Çoktan beri ruhuma ihtar edilmiş ki, Ziya namında birisi, Risale-i Nur namına büyük bir hizmet edecek. Bu mesele gösterdi ki, o Ziya, bu Ziya’dır. Bizleri ebede kadar minnettar eyledi. Mahkemede zabıt kâtibi ve âzâdan Hesnâ Hanım ve sorgu hakimi gibi vicdanlı zatlara teşekkür ederiz. Ve onları unutmayacağımı, bilhassa başta Müftü Osman, Hasan Feyzi olarak çok ehemmiyetli kardeşlerime selâmımızı ve minnettarlığımızı bildiriniz. Ve hâkim-i âdil [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] olan zâta, Risale-i Nur’un ekser eczalarını ona hediye etmek için yazdırmayı karar verdiğimi söyleyiniz. Ve Risale-i Nur’un fahrî [gurur, övünme] avukatı Ziya’ya, kısm-ı mühimmini yazdırıp ona hediye etmek niyetindeyim.

Tab’ [baskı basma] olunan Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesinin beş yüz matbu nüshaları da tab’ [baskı basma] edenlere verilecek mi, merak ediyorum.

Biri de, İstanbul’da müsadere edilen ne kadar Risale-i Nur varsa bana aittir. İçinde yirmi risale bulunan mecmua bana çok ehemmiyeti var.

Hem Denizli’den mufarakat [ayrılık] ederken, emanet Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] risalesini orada bazılarına bırakmıştım, o da bana çok lâzımdır. Belki Hoca Mûsâ Efendi biliyor.

Risale-i Nur’un zaif veya yeni şakirtlerini [öğrenci] vesveseden kurtarmak için beyan ediyorum ki: Gizli bir komitenin desisesiyle [hile, aldatma] safdil [saf kalbli, kolay aldanan] bazı hocalar veyahut bid’a [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] taraftarları bazı muarızlar, [itiraz eden, karşı gelen] Risale-i Nur’un hiç zedelenmez bazı hakikatlerine karşı gelmek için, benim çok kusurlu ve-itiraf ediyorum-çok hatalı şahsımın noksanlarını ve hatalarını işâa [bir haberi yayma, duyurma] etmek ve beni onlar ile çürütmekle Risale-i Nur’a ilişmek ve darbe vurmak istediklerinin bu yirmi senedir yirmi ehemmiyetli hadisesi var. Hattâ iki defa hapsimize de bir nevi vesilesi olduğundan, dostlarıma ve Risale-i Nur’un şakirtlerine [öğrenci] ilân ediyorum ki:

75

Ben Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrediyorum ki, nefsimi kendime beğendirmemiş ve kusurlarımı kendime bildirmiş. Değil kendimi satmak, hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] etmek, belki kemâl-i mahcubiyetle Risale-i Nur’un mübarek şakirtleri [öğrenci] içinde onların samimiyet ve ihlâsıyla kendimi affettirmek ve onların mânevî şefaatiyle günahlarıma bir kefaret aramaktır.

Bana itiraz edenler, gizli ayıplarımı bilmiyorlar. Yalnız zahirî bazı hatalarımı bahane edip ve yanlış olarak Risale-i Nur’u benim malım zannedip Risale-i Nur’un nurlarına perde çekmek, intişarına [açığa çıkma, yayılma] rekabet etmek için derler: “Said Cuma cemaatine gelmiyor, sakal bırakmıyor” gibi tenkitleri var.

Elcevap: Ben, çok kusurları kabul ile beraber derim: Bu iki meselede büyük mâzeretlerim var.

Evvelâ: Ben Şâfiîyim. [şifa verici] Şâfiî Mezhebinde Cumanın bir şartı, kırk adam imam arkasında Fatiha [açılış kısmı, baş, baş kısım] okumaktır. Daha başka şartlar da var. Onun için burada bana Cuma farz değil. Ben, mezheb-i Âzamîyi takliden, bazan sünnet olarak kılıyordum.

Saniyen: [ikinci olarak] Yirmi senedir haksız olarak beni insanlarla görüştürmekten men ettikleri için—hem bu âhirde, resmen dört ay evvel perde altında insanlarla temas ettirmemek için tenbihat olmuş—hem yirmi beş senedir ben münzevî yaşadığım için, kalabalık yerlerde huzur bulamıyorum ve herkesin arkasında mezhebimce iktida [uyma] edip namaz kılamıyorum ve okumakta yetişemiyorum ve daha Fatiha‘nın [açılış kısmı, baş, baş kısım] yarısını okumadan, imam rükûa gidiyor. Bizde Fatiha [açılış kısmı, baş, baş kısım] okumak farzdır.

Sakal meselesi ise: Bu bir sünnettir, hocalara mahsus değil. Bu millette yüzde doksan sakalsız olanların içinde küçükten beri sakalsız bulundum. Bu yirmi senedir bana resmî hücumlarda bazı arkadaşlarımın sakallarını kestirmeleriyle, benim sakal bırakmadığım, bir hikmet, bir inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] olduğunu ispat etti. Eğer sakal olsaydı, tıraş edilseydi, Risale-i Nur’a büyük bir zarardı. Çünkü ölecektim, dayanamayacaktım.

Bazı âlimler “Sakalı tıraş etmek caiz değildir” demişler. Muradları, sakalı bıraktıktan sonra tıraş etmek haramdır, demektir. Yoksa hiç bırakmayan, bir

76

sünneti terk etmiş olur. Fakat bu zamanda, dehşetli pek çok günah-ı kebîreden çekinmek için, bu terk-i sünnete mukabil, Risale-i Nur’un irşadıyla, [doğru yol gösterme] yirmi sene haps-i münferit [tek başına hapis, hücre hapsi] hükmünde işkenceli bir hayat geçirdik; inşaallah [Allah dilerse] o sünnetin terkine bir kefarettir.

Hem bunu kat’iyen [kesinlikle] ilân ediyorum ki: Risale-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahip olayım, tâ ki kusurlarım ona sirayet [bulaşma] etsin. Belki o Nur’un kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherat [kıymetli taşlar] dükkânının bir dellâlıyım. [davetçi, ilan edici] Benim karma karışık vaziyetim ona sirayet [bulaşma] edemez, ona dokunamaz. Zaten Risale-i Nur’un bize verdiği ders de, hakikat-i ihlâs [ihlâs gerçeği] ve terk-i enâniyet [bencilliği terk etmek] ve daima kendini kusurlu bilmek ve hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] etmemektir. Kendimizi değil, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ehl-i imana [Allah’a inanan] gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene—fakat hakikat olmak şartıyla—minnettar oluyoruz, “Allah razı olsun” deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz; kusurumuzu—fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] ve dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yardım etmemek kaydıyla—kabul edip minnettar oluyoruz.

– 25 –

Aziz kardeşlerim,

Hazret-i Ali (r.a.) وَبِاْلاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتِ 1 fıkrasında [bölüm] Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] yüzünden şakirtleri [öğrenci] bir musibete düşüp ve onun berekâtıyla emniyet ve selâmete çıkacaklarını kerametkârâne [keramet göstererek] haber verdiği gibi, Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesi Nurlar içinde yüzer matbu nüshasıyla serbestiyet noktasında daha ziyade mevki alması cihetiyle bu memlekete üç büyük yağmur rahmetine birinci vesile olduğu gibi; ben, dünya halini bilmiyorum, fakat eskiden beri boğazımızı sıkan ve daima bizi istilâ etmeye fırsat bekleyen ve dehşetli kuvvet alan ve taraftarlar

77

bulan ve bizi istinadsız zannıyla fırsat bekleyenin istilâsından ve esaretinden Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] ve arkadaşlarının serbestiyeti çok hadise ve emârelerle, şimdiye kadar Risale-i Nur, sadaka gibi, belâların def’ine bir vesile olduğundan, bu da bu belâya karşı vesiledir denilebilir. Ve İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın وَاسْمِ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَةُ انْجَلَتْ 1 fıkrasında [bölüm] bir vecihte [yön] Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesi maksut [istek] olduğu gibi, Denizli Meyvesinin on bir meselesi “Hüccetü’l-Bâliğa,” [delil] on bir hüccetiyle, [delil] aynen Asâ-yı Mûsâ‘nın [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] on bir mu’cizesine tevafuk edip, bu fıkrada [bölüm] aynen Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesi gibi İmam-ı Ali’nin (r.a.) medar-ı nazarı [bakışları üzerinde toplayan] olduğu kalbime ihtar edildi.

Demek Meyve Risalesi, [On Birinci Şuâ] Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi, çok firavunları susturur, mağlûp eder. Âyetü’l-Kübrâ‘yı [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] tab’ [baskı basma] eden kahraman ve mübarek kardeşlerimiz, pek büyük bir hizmet-i Nuriye [Risale-i Nur Hizmeti] yapmışlar. Merhum Hafız Ali’nin (r.a.) hizmet-i Nuriyesi [Risale-i Nur Hizmeti] bununla da devam ediyor.

– 26 –

Aziz sıddık kardeşlerim,

Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] matbu nüshaları perde altında çok hizmet görmüşler. Baştaki ihtarın âhirinde, beyaz yerde bir haşiye [dipnot] olarak size altı satır suretini gönderdik; siz münasip görürseniz yazdırırsınız, hem ıslah ve tashih edersiniz. Benim kat’î kanaatim geldi ki:

Bu defa, Âyetü’l-Kübrâ‘yı [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] dikkatle ve muarızları [itiraz eden, karşı gelen] nazara alıp okudum. Şüphem kalmadı ki, Risale-i Nur’un çok şiddetli darbelerine karşı muarızlar [itiraz eden, karşı gelen] zaif bahaneler ve sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz kusurları medar-ı mes’uliyet gördükleri halde, bu dehşetli darbeleri nazara almayıp hem beraatimizi, hem Risale-i Nur’un serbestiyetini kabul etmelerinin sebebi: Başta Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] olarak

78

Risale-i Nur’un “Meyve” ve “Hüccetü’l-Bâliğa” [delil] gibi eczalarındaki hârikulâde ve sarsılmaz hakikatler, onların dehşetli inatlarını kırmasıdır. Çaresiz mecburiyetle serbestiyetini, beraatimizi resmen kabul etmişler. Fakat yine gizli zındıka komitesi, elinden geldiği kadar nazar-ı millette [milletin bakışı, düşüncesi] kendilerini lânetten, nefretten bir derece kurtarmak için, kusurlarımızı arıyorlar ve hükûmeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] etmeye çalışıyorlar. Onun için, biz, eskisi gibi ihtiyatımızı [dikkat, tedbir] elden bırakmamalıyız.Haşiye [dipnot]

Umum kardeşlerimizin gelecek mübarek Ramazan-ı Şerifinizi ve geçmiş Berat gecelerinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onların ve bizlerin hakkımızda bu Ramazan’daki leyle-i Kadrimizi [Kadir gecesi] bin aydan hayırlı ve bin ay kadar medar-ı sevap eylesin, ümmet-i Muhammediyeye [Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar] saadet ve selâmet [huzur] versin. Âmin.

Hem cümlenize birer birer selâm eden kardeşiniz,

Said Nursî

– 27 –

Aziz, sıddık, metin, [sağlam] sarsılmaz, sebatkâr, [sebat eden] fedakâr, vefadar kardeşlerim,

Bilirsiniz ki, Ankara ehl-i vukufu [bilirkişi] Risale-i Nur’a ait kerametleri [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve işaret-i gaybiyeleri [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] inkâr edememişler. Yalnız, yanlış olarak o kerametlerde [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] beni hissedar zannedip itiraz ederek, “Böyle şeyler kitapta yazılmamalıydı, keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] izhar [açığa çıkarma, gösterme] edilmez” diye hafif bir tenkide mukabil, müdafaatımda onlara cevaben demiştim ki:

79

Onlar bana ait değil ve o kerametlere [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] sahip olmak benim haddim değil. Belki Kur’ân’ın mu’cize-i mâneviyesinin [mânevî mu’cize] tereşşuhatı [belirti] ve lem’alarıdır [parıltı] ki, hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur’da kerametler [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] şeklini alarak şakirtlerinin [öğrenci] kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] takviye etmek için, ikrâmât-ı İlâhiye nev’indendir. İkram ise, izharı [açığa çıkarma, gösterme] bir şükürdür, caizdir, hem makbuldür. Şimdi ehemmiyetli bir sebebe binaen cevabı bir parça izah edeceğim. Ve, “Niçin izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorum? Ve niçin bu noktada bu kadar tahşidat [öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma] yapıyorum? Ve niçin birkaç aydır bu mevzuda çok ileri gidiyorum? Ekser mektuplar o keramete [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bakıyor?” diye sual edildi.

Elcevap: Risale-i Nur’un hizmet-i imaniyesinde [iman hizmeti] bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüz binler tamiratçı lâzım gelirken, hem benimle lâakal [en az] yüzer kâtip ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare [idareciler, yöneticiler] takdirle ve teşvikle yardım ve temas etmek zarurî iken ve o hizmet-i imaniye [iman hizmeti] hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] baktığı için hayat-ı fâniyenin [geçici, ölümlü hayat] meşgalelerine ve fâidelerine tercih etmek ehl-i imana [Allah’a inanan] vâcip iken, kendimi misal alarak derim ki:

Beni herşeyden ve temastan ve yardımcılardan men etmekle beraber, aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] kırmak ve benden ve Risale-i Nur’dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zaif, garip, kimsesiz bir biçareye, binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek ve bu tecrid ve tazyiklerde maddî bir hastalık nev’inde insanlarla temas ve ihtilâttan [birbirine karışma] çekilmeye mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmek ki, en ziyade merbut [bağlı] görülen bazı dostların bana selâm vermemek, hattâ bazı namazı da terk etmek derecesinde ürkütmekle kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] kırmak cihetleriyle ve sebepleriyle, ihtiyarım haricinde bütün o mânilere karşı, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] kuvve-i mâneviyelerinin [mânevî güç] takviyesine medar [kaynak, dayanak] ikrâmât-ı İlâhiyeyi beyan ederek Risale-i Nur etrafında mânevî bir tahşidat [öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma] yaptırmak ve Risale-i

80

Nur kendi kendine, tek başıyla, başkalarına muhtaç olmayarak, bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle bu çeşit şeyler bana yazdırılmış. Yoksa—hâşâ—kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh [böbürlenme] etmek, hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] etmek ise, Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan ihlâs sırrını bozmaktır.

İnşaallah, Risale-i Nur kendi kendine, hem kendini müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de mânen müdafaa edip kusurlarımızı affettirmeye vesile olacaktır.

– 28 –

Aziz kardeşlerim,

Risale-i Nur’un zuhurundan kırk sene evvel, geniş bir hiss-i kablelvuku, [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] acip bir tarzda, hem bende, hem bizim köyde, hem nahiyemizde tezahür ettiğini şimdi bir ihtar-ı mânevî ile kat’î kanaatim gelmiş. Şefik ve kardeşim Abdülmecid gibi eski talebelerime bu sırrı fâş etmek [meydana çıkarma, açığa vurma] isterdim. Şimdi Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizlerde çok Abdülmecid’leri ve çok Abdurrahman’ları verdiği için, size beyan ediyorum:

Ben, on yaşında iken, büyük bir iftihar, hattâ bazan temeddüh [böbürlenme] suretinde bir hâletim [durum] vardı. İstemediğim halde pek büyük bir iş ve büyük bir kahramanlık tavrını takınıyordum. Kendi kendime derdim: Senin beş para kıymetin yok. Bu temeddühkârane, [böbürlenme] hususan cesarette çok fazla gösterişin niçindir? Bilmiyordum, hayret içindeydim. Bir iki aydır o hayrete cevap verildi ki: Risale-i Nur, kablelvuku kendini ihsas [hissettirme] ediyordu. Sen, âdi odun parçası gibi bir çekirdek iken, o firdevs [cennet; eşsiz güzellikteki bahçe] salkımlarını bilfiil kendi malın gibi hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile hissedip hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] ederdin.

Bizim Nurs köyümüz ise, hem eski talebelerim, hem hemşehrilerim biliyorlar ki, bizim köyümüz, fevkalâde gösteriş ve cesarette ileri göstermek için temeddühü [böbürlenme] çok severdiler; güya büyük bir memleketi fetheder gibi kahramanâne bir tavır almak istiyordular. Ben, hem kendime, hem onlara çok hayret ederdim. Şimdi hakikî bir ihtar ile bildim ki: O mâsum Nurslu insanlar, Nurs karyesi; [köy]

81

Risale-i Nur’un nuruyla büyük bir iftihar kazanacak; o vilayetin, nahiyenin ismini işitmeyen, Nurs köyünü ehemmiyetle tanıyacak diye bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile o nimet-i İlâhiyeye [Allah’ın kullarına verdiği nimet] karşı teşekkürlerini temeddüh [böbürlenme] suretinde göstermişler.

Hem, o nahiyemiz olan Hizan kazasına tâbi Isparta’da, birden bire, meşhur Seyda namında Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî himmetiyle [ciddi gayret] o kadar çok talebeler ve hocalar ve âlimler çıktılar ki, bütün Kürdistan onlarla iftihar eder bir şekil aldığı zaman, içlerinde münazara-i ilmiye ve pek büyük bir himmetle [ciddi gayret] ve pek geniş bir daire-i ilim [ilim dairesi] ve tarikat içinde öyle bir vaziyet hissediyordum ki, güya rû-yi zemini [yeryüzü] fethedecek bu hocalardır.

Eski meşhur ulema ve evliyalar ve allâmeler [büyük âlim] ve kutublar—onların [esas] medar-ı bahsi [bahis sebebi, söz konusu] oldukça ben de dokuz on yaşındayken dinliyordum, kalbime geliyordu ki, bu talebeler, âlimler, ilimde, dinde büyük bir fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapmışlar gibi vaziyet alıyorlardı. Bir talebenin bir parça ziyade zekâveti [zeki oluş] olsaydı, büyük bir ehemmiyet verilirdi. Münazarada, bir meselede birisi galebe [üstün gelme] çalsa büyük bir iftihar alırdı. Ben de hayret ediyordum, o hissiyat bende de vardı. Hattâ tarikat şeyhleri ve dairelerinde medar-ı hayret [hayret sebebi] bir müsabaka, hem nahiye, hem kaza, hem vilayetimizde vardı. O hâletleri [durum] başka memleketlerde o derece göremedim.

Şimdi bir ihtar ile kat’î kanaatim geldi: O talebe arkadaşlarım, o üstadlar hükmünde hocalarım, o mürşidlerim, evliya ve şeyhlerim, bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile ruhu hissedip akıl bilmeyerek—ki en lüzumlu bir zamanda—o talebeler içinde ve o hocaların şakirtleri [öğrenci] içinde ve o mürşidlerin müridleri içinde parlak bir nur çıkacak, ehl-i imanın [Allah’a inanan] imdadına gelecek diye, o istikbaldeki nimet-i İlâhiyeye [Allah’ın kullarına verdiği nimet] gayet ağır ve acip şerait içinde ve hadsiz muarızların [itiraz eden, karşı gelen] karşısında ve bin seneden beri kuvvet bulan dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] mukabilinde ve gayet vehham [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] ve garazkâr [kötü niyet sahibi, art niyetli]

82

düşmanlarımızın desiselerinin [hile, aldatma] ihâtasında [kavrayış] ve iki dehşetli mahkemenin uzun tetkikatında Risale-i Nur’un bu fevkalâde galebesi [üstün gelme] ve hârikulâde perde altında tenviratı [aydınlatma] ve düşmanlarını mecbur edip serbestiyetini kazanması gösteriyor ki, o mevkiine lâyıktır ki, kablelvuku İmam-ı Ali Radıyallahu Anh ve Gavs-ı Âzam (kuddise sırruhu) ondan haber verdikleri gibi, bunlar, köy ve nahiye ve vilâyetim, benimle beraber şuursuz olarak geleceğini hissedip mesrur [mutlu] olmuşlar.Haşiye [dipnot]

Sizi eski talebelerim ve eski arkadaşlarım ve kardeşim ve biraderzâdem Abdülmecid ve Abdurrahman’lar bildiğimden, bu mahrem sırrı size açtım.

Evet, ben, yirmi dört saat evvel hassasiyetimle ve âsâbımın rutubetten tesiriyle rahmet ve yağmurun gelmesini hissettiğim gibi, aynen öyle de, ben ve köyüm ve nahiyem, kırk dört sene evvel Risale-i Nur’daki rahmet yağmurunu bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile hissetmişiz demektir.

Umum kardeşlerimize ve hemşirelerimize selâm ve dua ederiz ve dualarını rica [ümit] ederiz.

– 29 –

 Hiss-i kablelvukuun tetimmesi [ek]

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Risale-i Nur’un zuhuru hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile küllî bir surette hissedilmesi gibi, Risale-i Nur’un has talebelerinin bir kısmının itirafıyla ve bir kısmının tarz-ı hayatı [hayat tarzı] Risale-i Nur gibi bir hizmete namzetliğini [aday] gösterdiği cihetle bu tetimmeyi [ek] yazıyorum:

83

Evet, hiss-i kablelvuku, [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] herkeste cüz’î-küllî [ferd-tür (kapsamlı varlık)] vardır; hattâ hayvanatta dahi vardır; hattâ rüya-yı sâdıkanın ehemmiyetli bir kısmı, bu hiss-i kablelvukuun [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] nev’indendir; hattâ bazılarda hassasiyet cihetiyle keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] derecesine çıkar. Benim âsâbımdaki hassasiyetle yağmurdan yirmi dört saat evvelki rutubet-i havâiye ile yağmurun gelmesini hissetmem, bir cihette hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] sayılabilir ve bir cihette sayılmaz.

Ben, Risale-i Nur’a ehemmiyetli hizmet eden kardeşlerimin tarz-ı hayatlarına [hayat tarzı] dikkat ettim, gördüm ki, aynı benim güzeran-ı hayatım gibi, Risale-i Nur gibi bir neticeye göre techiz edilip sevk edilmiş.

Evet, Hüsrev, Feyzi, Hafız Ali, Nazif [temiz, pak] gibi çok kardeşlerimizin geçen tarz-ı hayatları [hayat tarzı] bu hizmet-i Nuriyeye [Risale-i Nur Hizmeti] göre bir vaziyet verildiğini onlar hissettikleri gibi; ben de, çok has kardeşlerimde, hattâ burada aynen tarz-ı hayatım [hayat tarzı] gibi böyle bir nurânî meyveyi vermek için tanzim edilmiş görüyorum. Hissetmeyen kısmı, dikkat etseler hissedecekler. Ben kendim, bütün hayatımın harika kısmını, evvelce Gavs-ı Âzamın bir silsile-i kerameti [kerametlerin zincirleme birbirini takibi] telâkki [anlama, kabul etme] ediyordum; şimdi Risale-i Nur’un bir silsile-i kerameti [kerametlerin zincirleme birbirini takibi] olduğu tebeyyün [meydana çıkma, görünme] etti.

Ezcümle: Ben Hürriyetten evvel İstanbul’a gelirken, yolda, bir iki mühim ilm-i kelâma ait kitaplar elime geçti. Dikkatle mütalâa ettim. İstanbul’a geldikten sonra, sebepsiz olarak hem ulemayı, hem mektep muallimlerini münazaraya, “Kim ne isterse benden sorsun” diye ilân ettim. Medar-ı hayrettir [hayret sebebi] ki, münazaraya gelenlerin bütün sordukları sualler, yolda mütalâa ettiğim ve hafızamda kaldığı meselelerdi. Hem, feylesofların sordukları sualler, hafızamda bulunan meselelerdi.

Şimdi anlaşıldı ki, o fevkalâde muvaffakıyet ve benim de haddimden çok ziyade o hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] ve mânâsız izhar-ı fazilet ise, ileride Risale-i Nur’un İstanbulca ve ulemâca makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] ve ehemmiyetine zemin hazır etmek imiş.

84

İkincisi: Hattâ ben, fakir ve muhtaç olduğum ve zâhid [takvâ sahibi olan; nefsî isteklerden uzak kalan] ve sofu ve riyazetçi olmadığım ve büyük bir şeref ve haysiyet ve hanedanlık haysiyetinden, şan ve şerefinden hissedar olmadığım halde, tarihçe-i hayatımda [hayat hikayesi] yazıldığı gibi, küçükten beri halkların mallarını, hediyelerini kabul edemiyordum, ihtiyacımı izhara [açığa çıkarma, gösterme] tenezzül edemiyordum. Beni bilenler gibi, ben de çok hayret ederdim. Şimdi hassaten birkaç sene zarfında anlaşıldı ki, Risale-i Nur’un dehşetli bir mücahedesinde, [Allah yolunda cihad etme] tamah ve mal yüzünden mağlûp olmamak ve itiraz gelmemek için o hâlet-i ruhiye [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] bize ihsan [bağış] edilmişti. Yoksa, düşmanlarım o cihetten büyük bir darbe indirecektiler.

Hem ezcümle: Eski Said siyasette çok ileri gittiği halde, Yeni Said de taraftar bulmak için çok muhtaç olduğu zamanda, bütün insanları meşgul eden bu beş altı senedeki beşer tufanları, siyaset fırtınaları içinde kat’â [kesinlikle] ve asla beni meşgul etmedi ve merakla mağlûp etmedi ve beş sene, bilmeyi merak etmedim.

Beni bilenler gibi, ben de bu hale çok hayret ederdim. Hattâ kendi kendime derdim: “Acaba ben mi divane olmuşum ki, bütün dünyayı kendiyle meşgul eden bu hâdisâta bakmıyorum, ehemmiyet vermiyorum? Yoksa insanlar mı divane olmuşlar?” diye hayret içindeydim. Şimdi hem mânevî ihtarla, hem mezkûr [adı geçen] hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile, hem meydandaki Risale-i Nur’un galebe [üstün gelme] ve serbestiyetiyle tahakkuk [gerçekleşme] etti ki, Risale-i Nur’daki hakikat-i ihlâs, [ihlâs gerçeği] rıza-yı İlâhîden [Allah rızası] başka hiçbir şeye âlet ve tâbi olamaz ve Kur’ân’dan başka hiçbir nokta-i istinadı [dayanak noktası] olmadığını ispat etmek için o acip hâlet-i ruhiye [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] verilmiş.

Said Nursî

85

– 30 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Meyve’nin Dördüncü Meselesindeki bir hakikatin izahını Eski Said’in âfâka bakmak damarıyla ve bana hizmet eden kâtibin Ramazan başlarında bayram alâmetini şarkta bir hadisenin tesiriyle heyecanla demesi ve bu Ramazan-ı Şerifteki kıymettar vakitleri radyonun mâlâyâniyâtıyla [anlamsız, faydasız] zâyi etmemesi için mânen kalbime kaç defa ihtar edildi ki, o geniş ve karışık fırtınalı hakikatin kısaca zararlarını beyan eyle. Ben de gayet muhtasar [kısa] bazı işaretler nev’inde, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] meraklarını tâdil etmek niyetiyle beyan ediyorum. Fakat hem mesele çok geniş, vaktim de dar, halim de perişan olmasından, anlamasında zahmet çekeceksiniz, zekâvetinize [zeki oluş] güveniyorum.

Meyvenin o Dördüncü Meselesinde denilmiş ki:

“Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi: O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, câzibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder, hakikî ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır. Hem her halde bir tarafgirlik meylini verir, zâlimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur” meâlinde orada denilmiştir.

Şimdi ben de derim ki: Merak yüzünden ve âfâkî [dış dünyaya ait] hâdisâtın verdiği sarhoşâne gafletten zevk alan biçareler! Eğer “İnsanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin, farz ve lâzım vazifeniz zararına o hadise, o geniş boğuşmalara sevk ediyor. Bu da bir ihtiyac-ı mânevîdir, fıtrîdir” [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] derseniz, ben de derim:

Kat’iyen [kesinlikle] biliniz ki, insanın, çok mu’cizatlı hilkatine [yaratılış] merak etmeyip, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemâl-i merakla [merakın son derecesi] temâşâsına daldığı gibi; aynen bu asırda, nev-i beşerin muvakkat [geçici] ve fâni, tahripçi geniş hadiseleri ve zemin yüzünde yüz bin millet ve insan nev’i gibi çok hâdisat-ı acîbeye mazhar [erişme, nail olma] o milletlerden, her baharda yalnız birtek arı milletine ve üzüm

86

tâifesine baksan, bu nev-i beşerdeki hâdisâtın yüz defa daha mûcib-i merak ve ruhânî, mânevî zevklere medar [kaynak, dayanak] hadiseler var. Bu hakikî zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, ârızî [asla ait olmayıp sonradan ortaya çıkan] hadiselerine bu kadar merak ve zevkle bağlanmak; dünyada ebedî kalmak ve o hadiseler daimî olmak ve herkese o hadiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hadiseye sebebiyet verenlerin hakikî fail ve mûcid [icad eden, yoktan var eden, Allah] olmak şartıyla olabilir. Halbuki, havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz’î[ferdî, küçük] Ondaki zarar ve menfaati, o vaziyet şarktan, Bahr-i Muhitten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve senin kalbin Onun tasarrufunda ve senin cismin Onun tedbir ve icadında olan bir Zât-ı Akdesin [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve hikmetini nazara almayıp, tâ dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek ne derece divanelik olduğu tarif edilmez.

Hem iman ve hakikat noktasında, bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i insaniyeti [insanlık görevi] ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise siyaset dairesidir. Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hadiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki, herşeyde, her vaziyette, herbir harekette kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] ve kudret-i Rabbâniyenin [her bir varlığı terbiye ve idare eden Allah’ın kudreti] izini, eserini görsün, tâ o zulm u zulmette kalb boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.

Hattâ ehl-i hakikat, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] hakikat ve mârifetullahı [Allah’ı tanıma, bilme] bulmak için, kesret [çokluk] dairelerini unutmaya çalışıyorlar—tâ kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarf etmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki, lüzumsuz fâni şeylerde telef [yok olma, zâyi olma] olmasın. Hattâ bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının [kâide, kural] bir hâdimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım Sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden,

87

Selef-i Salihînden [ilk devir İslâm büyükleri] başka, siyasetçi, ekserce tam müttakî [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, “Bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir” [insanın kulluğu] diye, siyasete, aşk u merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa, bâki elmasları kırılacak âdi şişelere âlet yapar.

Elhâsıl: [özetle, sonuç olarak] Nasıl ki sarhoşluk, hakikî vazifelerden gelen elemleri ve ihtiyaçları sarhoşlukla muvakkaten [geçici] unutturduğu cihetle menhus ve kısa bir zevk verir; öyle de, böyle fâni boğuşmaları ve hadiseleri merakla takip etmek bir nevi sarhoşluktur ki, hakikî vazifelerden gelen ihtiyacat ve yapmamaktan gelen teellümâtı [elem çekme] muvakkaten [geçici] unutturduğu için menhus bir zevk verir. Veya tehlikeli bir ye’se [ümitsizlik] düşüp لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللهِ 1 âyetindeki emr-i İlâhîye [Allah’ın emri] muhalefet eder, tokada müstehak olur. Veya لاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ 2 olan şiddetli tehdid-i İlâhî tokadına mazhar [erişme, nail olma] olur, zâlimlerin zulümlerine hasbî olarak mânen iştirak eder, bil’istihkak [hak etmek suretiyle] cezasını da dünyada, âhirette çeker.

Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir tesellî kalbime geliyor ki:

Bu geniş boğuşmaların neticesinde, eski Harb-i Umumîden [Birinci Dünya Savaşı] çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı [kaynak] olan Avrupa’da, deccalâne bir vahşet doğurmasıdır. Bu endişeyi tesellîye medar, [kaynak, dayanak] âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] tam intibahiyle [uyanış] ve Yeni Dünyanın, Hıristiyanlığın hakikî dinini düstur-u hareket [hareket etme kanunu, kuralı] ittihaz [edinme, kabullenme] etmesiyle ve âlem-i İslâmla [İslâm âlemi] ittifak etmesi ve İncil, Kur’ân’a ittihad [birleşme] edip tâbi olması,

88

o dehşetli gelecek iki cereyana karşı semâvî bir muavenetle [yardım] dayanıp inşaallah [Allah dilerse] galebe [üstün gelme] eder.

Umum kardeşlerime birer birer selâm. Gelen veya geçen leyle-i Kadirlerinizi [Kadir Gecesi] tebrik ederiz.

– 31 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Denizli’nin bir Hüsrev’i Hasan Feyzi’nin uzunca, tafsilât[ayrıntılar] bir mektubunu vasıtanızla aldım. Ve bildim ki, nasıl bir dane toprak altına konulur, tâ çok daneleri sümbül versin; aynen öyle de, şehid merhum Hafız Ali o tarlada, toprak altına girdi, otuz kırk Hafız Ali’leri sümbül verdi ve verecek, kanaatım geldi. Siz, benim tarafımdan ona ve Risale-i Nur’un hizmetine çalışanlara yazınız ki:

Bir iki sene zarfında Denizli kahramanları, yirmi sene kadar Risale-i Nur’a hizmet ettiklerinden, biz Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] ebede kadar onların bu iyiliklerini unutmayız. Ve Denizli, nazarımızda ikinci bir Isparta hükmüne geçtiği gibi, hapishanesini dahi bir medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] mânâsında biliyoruz.

Feyzi’nin mektubunda isimleri bulunan ve bilhassa hâkim-i âdil [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] ile beraber hakikî adâlete çalışanlar (Ç.H.M.) ve Avukat Ziya gibi bütün o zatlar, değil yalnız bizi, belki Anadolu’yu ve âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] mânen minnettar eylemişler. Onlar, bizim gibi Risale-i Nur’a sahiptirler. Eğer lüzum olsa, elime teslim edilen bir kısım mecmuaları da onlara emaneten okutmak için göndereceğim. Orada kalan kitaplar, lüzumu varsa, muattal [boş, hareketsiz] kalmamak şartıyla kalabilirler. Büyük mecmua elinde bulunan, muattal [boş, hareketsiz] bırakmamak ve okutmak ve mümkünse hapishaneyi teşrik etmek [ortak etmek] şartıyla onun elinde kalsın. Daha isterse, daha başkaları da ona ve oraya göndereyim.

Ben Denizli gibi, az bir zamanda, bize ve Risale-i Nur’a metin [sağlam] kahraman sahipleri ve kardeşleri verdiği için, elimden gelse, kemâl-i sürur ve sevinçle onların mübarek hapishanesinde bakiye-i ömrümü geçirmek istiyorum. Bizimle çok alâkadar ve hapishanede görüştüğümüz veya bana hizmet eden Beylerbeyli Süleyman ve Tavaslı Mehmed Çavuş gibi ne kadar dostlar varsa, hepsine çok

89

selâm ediyorum ve her vakit mânevî kazançlarımıza ve dualarımıza dahildirler. Ve Feyzi’nin mektubunda isimleri bulunan zâtlara bilhassa birer birer selâm ve umumunun Ramazanlarını ve leyle-i Kadirlerini [Kadir Gecesi] ruh u canımızla tebrik ediyoruz.

Milaslı Halil İbrahim, hakikaten Risale-i Nur’un demir gibi metin [sağlam] ve sarsılmaz bir şakirdidir. [talebe, öğrenci] O kasaba onunla iftihar etmeli. Hem o zatın, hem Hasan Feyzi’nin haddimden yüz derece ziyade hüsn-ü zanları [güzel düşünce] neticesinde yazdıkları parlak manzum [düzenli] iki parçayı, Risale-i Nur’a hitap ediyorlar ve benim ehemmiyetsiz şahsımı perde ve ârizî bir ünvan olarak yapmışlar diye kabul ediyorum. Yoksa benim ne haddim var ki o meziyetlere sahip olayım. Hem ona, hem Risale-i Nur’un avukatı Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi’ye ve arkadaşlarına ve eski kahraman kardeşlerimizden Şefik’e çok selâm ve dua ediyoruz.

Kardeşlerim, Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] Ramazan’da zuhur ettiği gibi, zannımca Ramazan’da da matbaadan çıktığını, Isparta’ya geldiğini ve Ramazan’da serbestiyetle okunması ve camilere okutmak için girmesi gibi, bu Ramazan-ı Şerifte Âyetü’l-Kübrâ‘dan [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] çıkan ve bir saat tefekkür bir sene ibadet mânâsını taşıyan Hizb-i Nuriye Âyetü’l-Kübrâ‘dan [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] çıktığı misillu, [benzer] bizim tesbihatımızda otuzüç defa Lâ ilâhe illâllah Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] berekâtı ve feyziyle on dakikada aynı hakikat-ı tevhidi [herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma hakikati, gerçeği] veren iki sahife kadar Ramazan’ın nuruyla kalbe ihtar edildi. Ben de on dakikada Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] tamamını okuyor gibi ve herbir mertebede, mukaddemesinde [evvel, önce] denildiği gibi küre-i arzın [yer küre, dünya] küllî dili benim hayalen lisanım olup Lâ ilâhe illâllah der; ve denizler ve dağlar, o unsurların ve insan tabakatlarının lisan-ı halleri [beden dili] benim dillerim olup Lâ ilâhe illâllah der diye, ben de herbir Lâ ilâhe illâllah dedikçe, ya bilisan-ı arz, ya bilisan-ı semâvât, ya bilisan-ı cev, ya bilisan-ı anâsır derim; gibi… İnşaallah, sonra size gönderilecek.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

90

– 32 –

İkramı izhar [açığa çıkarma, gösterme] mektubunun tetimmesi [ek]

(İşarât-ı Kur’âniyenin başında yazdık.)

Risale-i Nur’un makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] imza basan ve gaybî işaretlerle ondan haber veren sekiz parçadan birinci parçadır.

Aynı meseleye bu risalede yirmi dokuz işaret var. Sair parçalarla beraber bine yakın işaretler, rumuzlar, [ince işaretler] îmalar, emâreler aynı meseleye, aynı dâvâya bakmaları sarahat [açıklık] derecesindedir. Vahdet-i mesele [meselelerde, konularda birlik] cihetiyle, o emareler birbirine kuvvet verir, teyid eder. O sekizden üç tanesi, İmam-ı Ali Radiyallahu Anh, üç keramet-i gaybiyesiyle [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] Risale-i Nur’dan haber vermiş.

Bu sekiz parçayı Ankara ehl-i vukufu [bilirkişi] tetkik etmiş, itiraz etmemişler. Yalnız demişler: “Keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] sahibi, kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] yazmaz.”

Ben de onlara cevap verdim ki: Bu benim değil, Risale-i Nur’un kerametidir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Risale-i Nur ise, Kur’ân’ın malıdır ve tefsiridir dedim, onlar sustular; demek kabul ettiler. Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasaydı daha münasip olurdu; fakat bu hadsiz ve kuvvetli ve kesretli [çokluk] düşmanlar karşısında az ve zaif ve fakir olan bizlere kuvve-i mâneviye [mânevî güç] ve gaybî imdat ve teşci [cesaretlendirme] ve sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metanet [gayret, kararlılık] vermek için mecburiyet-i kat’iye oldu, ben de yazdım. Benim benliğime bir hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] verip sukutuma [alçalış, düşüş] sebep olsa da, ehemmiyeti yok. Bu hizmete, yani ehl-i imanı [Allah’a inanan] dalâlet-i mutlakadan kurtarmaya, lüzum olsa dünyevî hayat gibi, uhrevî hayatımı da feda etmek bir saadet bilirim. Binler dostlarım ve kardeşlerim Cennete girmeleri için, Cehennemi kabul ederim.

• • •

91

– 33 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Şimdi bir halimi size beyan etmek lâzım geliyor tâ başka sebepler sizi müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etmesin. O hal de şudur:

Bu yirmi sene tazyik neticesi, ehemmiyetli ve müzmin [iyice yerleşmiş, kronik] bir hastalık bana ârız [ortaya çıkma] olmuş. Zaten eskiden beri o hastalığın esası bende vardı ki, ona merdümgirizlik, yani, insanlardan çekinmek, temas etmemek, temastan müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmak… Hattâ şimdi en hafif ruhlu bir kardeşim, bir şakirdimle [talebe, öğrenci] görüşmeyi—fakat Risale-i Nur hizmetine ait olmamak şartıyla—ruhum kaldırmıyor. Hattâ dostâne bakmaktan cidden müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oluyorum. Bu ehemmiyetli halde insanların bana karşı zulüm ve cinayetleri bir vesile olduğu gibi, inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] ve kaderin adaleti ve hizmet-i imaniyedeki [iman hizmeti] ihlâsın muhafazası en ehemmiyetli bir sebeptir ki, hem zulm-ü cinayet-i beşeriyeyi hiçe indiriyor, hem bu hastalığı tam bana sevdiriyor, sabır ve tahammül verir. Nasıl ki insanlar evham yüzünden beni temastan men ede ede âsâbıma dokundurdular; inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] dahi, hizmet-i imaniyedeki [iman hizmeti] ihlâsı kırmamak ve tasannukârâne [yapmacık bir şekilde davranma] hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] vaziyetine girmeye mecbur etmemek ve ziyade hüsn-ü zan [güzel düşünce] edenlerin karşısında beni tekellüflere [külfet, zahmet] ve gösterişlere mecbur etmemek ve bu zamanda çok tesir eden şahsıma karşı teveccüh, [ilgi] muhabbet ve hizmete zarar veren kendini makam sahibi göstermek vaziyetinden kurtarmak ve Kur’ân’dan gelen Risale-i Nur’un elmas gibi hakikatlerini bana mâletmekle cam parçalarına indirmemek hikmetleriyle, Cenâb-ı Erhamürrâhimîn [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bana bu hastalığı vermiştir. Ben, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrediyorum. Siz de müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmayınız, memnun olunuz. Fakat fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] teellümlere [elem çekme] karşı, tahammülüm için duanıza muhtacım.

Aziz kardeşlerim, bize teslim olunan kitaplarımın yaldızlı kaplı büyük mecmualardan bir kısmına baktım, gördüm ki: Nur, gül fabrikalarının elmas kalemleriyle yazdıkları risaleler, o yaldızlı kaplar içinde bazan on beş yirmi risale içinde bulunan mecmualar o kadar güzel birer elmas kılıç hükmünde

92

düşmanlarına karşı kendilerini büyük makamlarca ve mahkemelerde müdafaa etmek hikmetiyle—hiçbir sebep yokken, birden bire Risale-i Nur’u büyük mecmualar tarzında yaptırmaya hapsimizden beş ay evvel başladık—bunda büyük bir inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] olduğuna şüphem kalmadı ve feylesofların mağlûbiyetinin hikmetini anladık. Çünkü içtimada [bir araya gelme, toplanma] eczaların kuvvetinden çok ziyade bir kuvvet, hususan müdafaa vaktinde içtima [bir araya gelme, toplanma] ve tesanüdden [dayanışma] ileri geliyor.

Kardeşlerim, çoktan size söylemek lâzım gelirken unutmuştum. Kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Yirmi Dokuzuncu Söz, [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] o Sözün yalnız birinci makamıdır. O Sözün ikinci makamı ise, ehemmiyetine binaen—ki, bir vecihte [yön] ona da “Âyetü’l-Kübrâ[en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] namını İmam-ı Ali Radiyallahu Anhu vermiş olan—Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiyedir ki, “Allahu Ekber” gibi sâir tesbihatın mertebelerindeki Nurları beyan ediyor ve Hizb-i Nuriyenin de bir me’hazıdır. [kaynak]

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ederim. Gizli olan her gecede muhtemel bulunan leyle-i Kadirlerinizi [Kadir Gecesi] tebrik ederim.

Kardeşiniz

Said Nursî

– 34 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bilmukabele, biz de Ramazanınızı tebrik ediyoruz. Rüyalarınız pek çok mübarektirler. İnşaallah, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizi büyük ihsanlara [bağış] mazhar [erişme, nail olma] eyleyecek diye bir işarettir.

Bu zamanda en büyük bir ihsan, [bağış] bir vazife, imanını kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır. Sakın, benlik ve gurura medar [kaynak, dayanak] şeylerden çekin. Tevazu, [alçakgönüllülük] mahviyet [alçakgönüllülük] ve terk-i enaniyet, bu zamanda ehl-i hakikate [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] lâzım ve elzemdir. Çünkü, bu asırda en büyük tehlike benlikten ve hodfuruşluktan [kendi kendini beğenme]

93

ileri geldiğinden, ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve hakikat, mahviyetkârâne [alçak gönüllülükle] daima kusurunu görmek ve nefsini ittiham [suçlama] etmek gerektir. Sizin gibilerin ağır şerait içinde kahramancasına imanını ve ubudiyetini [Allah’a kulluk] muhafaza etmesi, büyük bir makamdır. Senin rüyalarının bir tabiri de, bu noktadan seni tebşir [müjdeleme] etmektir.

Risale-i Nur eczalarında tarikat hakikatine dair “Telvihat-ı Tis’a” namındaki risaleyi elde edip bakınız. Hem, zatınız gibi metin [sağlam] ve imanlı ve hakikatli zatlar Risale-i Nur dairesine giriniz. Çünkü, bu asırda Risale-i Nur, bütün tehacümata [her taraftan hücum etme] karşı mağlûp olmadı. En muannid [inatçı] düşmanlarına da serbestiyetini resmen teslim ettirdi. Hattâ iki seneden beridir büyük makamatlar ve adliyeler, tetkikat neticesinde, Risale-i Nur’un serbestiyetini tasdik ve mahrem ve gayr-ı mahrem [gizli olmayan] bütün eczalarını sahiplerine teslime karar verdiler.

Risale-i Nur’un mesleği, sair tarikatlar, meslekler gibi mağlûp olmayarak, belki galebe [üstün gelme] ederek pek çok muannidleri [inatçı] imana getirmesi, pek çok hâdisâtın şehadetiyle, bu asırda bir mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniye [Kur’ânın mânevî mu’cizesi, mânâ ve içerik yönünden mu’cize olma] olduğunu ispat eder. O dairenin haricinde, ekseriyetle, bu memlekette, bu hususî ve cüz’î [ferdî, küçük] ve yalnız şahsî hizmet veya mağlûbane perde altında veya bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] müsamaha suretinde ve te’vilât ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye [din hizmeti] tam olamaz diye, hâdisat bize kanaat vermiş.

Madem sizde büyük bir himmet [ciddi gayret] ve kuvvetli bir iman var; tam bir ihlâs ve tam bir mahviyetle, [alçakgönüllülük] sebatkârâne [sebat ederek, kararlı bir şekilde] Risale-i Nur’a şakirt [öğrenci] ol-tâ binler, belki yüz binler şakirtlerin [öğrenci] şirket-i mâneviye-i uhreviyelerine hissedar ol. Tâ senin hayırların, iyiliklerin cüz’îyetten [ferdî, küçük] çıkıp küllîleşsin, âhirette tam kârlı bir ticaret olsun.

Said Nursî

94

– 35 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

İki sene tetkikattan sonra mahkeme tarafından bana teslim olunan mecmualardan bugün, mâsumlar taifesinin ve ümmî ihtiyarlar cemaatinin bana yâdigâr olarak gönderdikleri parçaları hâvi [içeren, içine alan] büyük ve yaldızlı ciltli bir mecmua gördüm. Bu mecmuanın başında tâ Kastamonu’ya yazdığım bir fıkra[bölüm] size göndermek hatırıma geldi. Belki de eskiden bir sureti size gönderilmiş. Bunda kanaatım geldi ki: Feylesoflara ve muannidlere [inatçı] karşı mâsumlar ve ümmîlerin mâsumâne ve hâlisâne olan bu elimdeki mecmuası, en büyük bir vasıta-i galebedir; inatları kırıp insafsızları insafa getirmiştir. İşte çok yerlerden bana gönderilen mecmualar ve ümmîlerin parçalarını üç mecmua içinde cem [toplama, bir araya gelme] etmiştik. Ve mecmuanın başında, bu gelen parça yazılı gördüm, size de gönderiyorum.

Hem bununla, Risale-i Nur’un makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] delâlet eden sekiz parçadan mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] yaptığımız bir mecmua ve keramet-i Gavsiye ve Aleviye ve işaret-i Kur’âniyeden başka, lâhika ve saireden üç dört parça daha ilâve edilen mecmuanın başında yazılmaya lâyık bir parçayı leffen beraber gönderiyorum.

Umum kardeşlerime, bilhassa mâsum ve ümmîlere selâm ve dua eder ve dualarını istiyoruz. Ve bin mâşâallah ve bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] onlara deriz. Onların yazılarını kimler görüyorsa, takdirkârâne [övgüyle] meftun [aşık] olur.

Risale-i Nur’un küçük ve mâsum şakirtlerinden [öğrenci] elli altmış talebenin yazdıkları nüshaları bize göndermişler, o parçaları üç cilt içinde cem [toplama, bir araya gelme] ettik.

İşte bu mecmuadaki parçaları yazanların nümune olarak bir kısmı şunlardır:

Ömer (15), Hüseyin (11), Mustafa (14), Mustafa (13), Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Zeki (13), Bekir (9), Hafız Nebi (14), Ayşe (11), Ali (12), Hicret [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] (15), Hafız Ahmed [çokça medhedilen, övülen] (12), Ayşe (11)

İşte bu mecmuadaki risaleler, bu mâsum çocukların Risale-i Nur’dan ders aldıkları ve yazdıklarının bir kısmıdır. Onların bu zamanda bu ciddî çalışmaları

95

gösteriyor ki, Risale-i Nur’da öyle bir mânevî zevk ve câzibedar bir nur var ki, mekteplerde çocukları okumaya şevkle sevk etmek için icad ettikleri her nevi eğlence ve teşviklere galebe [üstün gelme] edecek bir lezzet, bir sürur, [mutluluk] bir şevk, Risale-i Nur veriyor ki, çocuklar böyle hareket ediyorlar. Hem bu hal gösteriyor ki, Risale-i Nur kökleşiyor. İnşaallah, daha hiçbir şey onu koparamayacak; ensâl-i âtiyede [gelecek nesiller] devam edecek, gidecek.

Aynen bu mâsum çocuk şakirtler [öğrenci] gibi, Risale-i Nur’un câzibedar dairesine giren ümmî ihtiyarların dahi kırk-elli yaşından sonra Risale-i Nur’un hatırı için yazıya başlayıp yazdıkları kırk elli parça, iki üç mecmua içinde derc [yerleştirme] edildi. Bu ümmî ihtiyarların ve kısmen çoban ve efelerin, bu zamanda, bu acip şerait içinde, herşeye tercihan Risale-i Nur’a bu surette çalışmaları gösteriyor ki, bu zamanda Risale-i Nur’a ekmekten ziyade ihtiyaç var ki, harmancılar, çiftçiler, çobanlar, yörük efeleri, hâcât-ı zaruriyeden [zarurî ihtiyaçlar] ziyade bir hâcât-ı zaruriyeyi, [zarurî ihtiyaçlar] Risale-i Nur’un hakaikini [doğru gerçekler] görüyorlar.

Bu ciltte az ve sâir altı cild-i âhirde mâsumların ve ihtiyar ümmîlerin yazılarının tashihinde çok zahmet çektim. Vakit müsaade etmiyordu. Hatırıma geldi ve mânen denildi ki: Sıkılma! Bunların yazıları çabuk okunmadığından, acelecileri yavaş yavaş okumaya mecbur ettiğinden, Risale-i Nur’un gıda ve taam [gıda, yiyecek] hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir. Yoksa, yalnız akıl cüz’î [ferdî, küçük] bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler.

Risale-i Nur, sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] ilimleri, başka ilimlere ve maariflere [bilgiler] benzemez. Akıldan başka çok letâif-i insaniyenin [insandaki ince ve yüce duygular] kut [gıda] ve nurlarıdır.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Mâsumların ve ümmî ihtiyarların noksan yazılarında iki fâide var:

Birincisi: Teennî [düşünerek acelesiz iş görme, ağır davranma] ve dikkatle okunmaya mecbur etmektir.

İkincisi: O mâsumâne ve hâlisâne ve samimî ve tatlı dillerinden, derslerinden Risale-i Nur’un şirin ve derin meselelerini lezzetli bir hayretle dinlemek ve ders almaktır.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

96

– 36 –

Elhamdü lillâh, bu sene Isparta’daki talebelerinizi dünyevî meşağil daha çok gaflete sokmadı. Hizmet-i Nuriyedeki [Risale-i Nur Hizmeti] gayretlerimiz ciddî bir surette devam ediyor. Herbirimizin kalblerimizdeki Nura karşı incizap, [bir şeyin çekiciliğine kapılma] sîmalarımızda okunuyor. Sanki bu talebelerinizin kalbleri sevinçle doludur.

Evet sevgili Üstadımız, bütün talebeleriniz hep birden diyorlar: Liyakatsizliğimiz, hiçliğimizle beraber sâfiyane istihdam [çalıştırma] edildiğimiz bu hizmet-i Nuriyede [Risale-i Nur Hizmeti] bedi’ [güzel, eşsiz] bir Üstada hem talebe, hem kâtip, hem muhatap, hem nâşir, [neşreden, yayan, yayınlayan] hem mücahid, hem halka nâsih, hem Hakka âbid [Allah’a ibadet eden, kul] olmak gibi cihandeğer [dünyalara değer] güzelliklerin hepsini birden bize veren Hazret-i Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Ve bu yapmak istediğimiz şükürler dahi, Hâlıkımızın [her şeyi yaratan Allah] fazlıyla kalbimize gelen bir ihsan [bağış] olduğunu tahattur [hatıra gelme] eden biz talebelerinizin kalblerini sürur [mutluluk] ve sevinç dolduruyor. Mâsum Nursluların Üstadımızın küçüklüğünde geçirdikleri hayatın müteşekkirâne [teşekkür ederek] bir tarzı, hal ve etvarımızda [tavırlar, davranışlar] okunuyor. Hudutsuz şükürler, nihayetsiz senâlar olsun o Zât-ı Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] ki, bizleri cehl-i mutlak [sonsuz bir cahillik] derelerinden, isyan ve küfran [iyilik bilmeme, nankörlük] bataklıklarından lütuf ve keremiyle [cömertlik] çıkarıp, gözleri kamaştıran en parlak bir Nur’a talebe etmiştir.

Eğer sevgili Üstadımız “iktiran” tâbir edilen iki nimetin beraber geldiğini daha evvelden bize izah etmeseydi, çok minnettarlıklarımızı kalblerimize tercüman olan kalemlerimizden okuyacaklardı.

Evet, sevgili Üstadımız, biz kendimize bakıyoruz, Risale-i Nur’a muhatap olamıyoruz. Buna rağmen, ihtiyaç şiddetlendikçe, Hâlık-ı Rahîmin [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] merhametli tecellîlerini müşahede ediyoruz.

Kalb-i Üstad, parlak bir âyine, [ayna] bir mazhar, [erişme, nail olma] bir ma’kes; [akseden yer, bir şeyin yansıdığı yer, ayna] lisan-ı Üstad; âlî [yüce] bir mübelliğ, [tebliğ eden, bildiren] bir muallim, bir mürşid; hâl-i Üstad, tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etmiş en güzel bir

97

örnek, bir nümune, bir misâl oluyor. Tavâif-i beşerin ihtiyaçları yazılıyor, gösteriliyor.

İşte, yedi seneden beri ateş püsküren zâlim beşerin hali, bugün daha çok ıztıraplı bir hale girmiş bulunuyor. Her bir zîidrak, acaba yarın ne olacak düşüncesiyle kulaklarını radyoların ağızlarına koymuşlar, mütehayyir [hayrete düşen] duruyorlar. Şarkta Japonların mağlûp olmasıyla, dünyanın salâh [düzelme] u selâmete ve emn ü emâna kavuşması beklenirken, deccalane bir hareket şimalde [kuzey] kendini gösterdiği görülüyor. Şu vaziyet herkesi heyecana, endişeye sevk ediyor. İstikbalin zulmetlerine gittiği zannıyla, merakla radyoları takibe koşturuyor. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] Risale-i Nur, âlî [yüce] beyanatıyla ruhlarımızı teskin ediyor, hakikî dersleriyle kalblerimizi tatmin ediyor.

İşte, bu günde meydana çıkan bu dehşetli cereyanı, ancak ve ancak Hıristiyanlık âleminin Müslümanlıkla ittihadı, [birleşme] yani İncil, Kur’ân ile ittihad [birleşme] ederek ve Kur’ân’a tâbi olması neticesi elde edilecek semâvî bir kuvvetle mağlûp edileceği iş’ar [işaret etme, belirtme] buyuruluyor ki, Hazret-i İsa Aleyhisselâmın da vürûduna intizar [bekleme] etmek zamanının geldiğini mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ile ihtar ediyor.

Mesmuata [duyulanlar, işitilenler] göre, bugünkü Amerika, aktâr-ı âleme [âlemin dört bir yanı] tetkikat için gönderdiği dört heyetten birisini, bugünkü beşeriyetin saadetini temin edecek sâlim bir din taharrisine [araştırma] memur etmiştir. Bu ise, müceddidliğini [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] mahkeme lisanıyla her tarafa ilân eden Risale-i Nur, bu muztarip, [çaresiz] perişan beşeriyetin en büyük bir saadeti olacağına imanımız pek kuvvetlidir.

Sevgili Üstadımız başımızda ve en âlî [yüce] hakikatleri taşıyan ve Kur’ân’ın en yüksek ve mübarek tefsiri bulunan Risale-i Nur elimizde oldukça, sevinçlerimiz had ve hududa alınmaz.

İşte bu hakikatlerin herbir cüz’ü saha-i faaliyete çıksa, her tarafta merakla, zevkle kendini okutturuyor. Buna bariz deliller pek çok var. Hususuyla,

98

inkâr-ı haşir mefkûresini [düşünce] mağlûp eden Onuncu Söz matbu nüshaları ve bilhassa gizli tab [basma] edildiği halde kendini serbest okutan ve takviye-i imanda pek yüksek harikaları taşıyan Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risaleleri; ve inkâr-ı ulûhiyet [Cenâb-ı Allah’ı inkâr fikri] mefkûresini [düşünce] zîr ü zeber [alt üst] eden Külliyat-ı Nur, Hüccetü’l-Bâliğa [delil] ve Meyve gibi eczaları meydanda…

İnşaallah, Kur’ân’ın etrafına çevrilmek istenilen imansızlığın emansız sûrunu, Risale-i Nur temelinden kaldıracak, imansızlığın emânsız ateşini söndürüp, âb-ı hayat [hayat suyu] bahşeden şarâb-ı kevserini, [Cennetteki Kevser nehrinin sarhoş etmeyen leziz şarabı] bütün dünyaya emanlı iman vermekle içirecektir.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Çok kusurlu talebeniz

 Hüsrev

– 37 –

Zatınızın şahsıma karşı haddimden pek çok ziyade hüsn-ü zannınızı, [güzel düşünce] Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] namına kabul edebilirim. Yoksa kendimi o makamlarda görmek benim haddim değil.

Hem, “Risale-i Nur mesleği, tarikat değil, hakikattir, Sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır.” Risale-i Nur, bu hizmeti lillâhilhamd [Allah’a hamd olsun] en müşkül [zorluk] ve ağır zamanlarda yapmış ve yapıyor. Risale-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyin’in (r.a.) ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) ihbarat-ı gaybiyeleriyle, şakirtlerinin [öğrenci] bu zamanda bir dairesidir. Çünkü Hazret-i Ali, üç keramet-i gaybiyesiyle [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] Risale-i Nur’dan haber verdiği gibi, Gavs-ı Âzam (k.s.) da kuvvetli bir surette Risale-i Nur’dan haber verip tercümanını

99

teşcî [cesaretlendirme] etmiş. Bu mahrem dört Risale-i Keramet-i Aleviye ve Gavsiyeye ait dört risale inşaallah [Allah dilerse] bir vakit size gönderilebilir. Mahkeme ehl-i vukufu, [bilirkişi] onlara itiraz edememiş. Yalnız “Bu yazılmamalıydı” diye küçük bir tenkit etmişler. Ben de cevap verdim, onlar sustular. Zaten Üveysî [Veysel Karânî Hazretleri gibi sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zâtı görmeden, gıyaben bağlanma, ders alma] bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Âzamdan (k.s.) ve Zeynelâbidîn (r.a.) ve Hasan, Hüseyin (r.a.) vasıtasıyla İmam-ı Ali’den (r.a.) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, duanızın himmetiyle, [ciddi gayret] on beş günden ziyade şiddetli bir hararet içinde tehlikeli ve zehirli hastalığın iki gündür tehlikesi geçti. Hastalıkla bir saat ibadet bir gün kadar olması cihetiyle, inşaallah [Allah dilerse] yapamadığım çok hayratın yerini bu hastalık doldurmuş ve çok kusuratıma [kusurlar] da kefaret olmuş. Fakat zâfiyet ve hastalık devam ediyor.

Lâtif [berrak, şirin, hoş] ve mânidar bir tevâfuktur ki, dünkü gün, mâsumların mecmuası elime geçti, açtım. O mecmuanın başında, o mâsumların bir kumandanı hükmünde ve medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] kahramanlarından Marangoz Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] gayet ziynetli ve nakış[işleme] ve dikkatli yazdığı Küçük Sözler, [Sözler kitabı içerisinden alınmış olan bazı bölümlerden oluşan kitapçık] başında derc [yerleştirme] edilmiş gördüm. “Mâşaallah Marangoz Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] dedim, mâsumların çavuşu olmuş.” Aynı günde bir mektubu elime geçti, açtım. Marangoz Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] gönderdiğimiz mektupları arkadaşlara gecede okumak zamanında, iki çekirge mektubun başına gelip tâ bitinceye kadar dinlemelerini gördüm. Birkaç gün evvel biz mektubu yazarken, iki güvercin, mektubun makbuliyetini [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] ve müjdeci serçe ve kuddüs kuşlarının müjdelerini tasdik ettikleri gibi, marangozun iki çekirgeleri de güvercinleri ve müjdeci kuşları tasdik ederek, “Biz dahi Risale-i Nur’u tanıyoruz diye” lisan-ı halleri [beden dili] ifade ediyor diye lâtif [berrak, şirin, hoş] ve mânidar tevafuk olmuş.

Bu münasebetle, o mecmua içinde mübarek kahramanlardan Küçük Ali’nin biraderzadesi [kardeş çocuğu, yeğen] mâsum ve küçük bir Abdurrahman olan Hafız Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] yazdığı Sekizinci Şuânın Sekizinci Remzinden [ince işaret] bir sahife evvel bir fıkra [bölüm] nazarıma değdi. Bir iki aydır size Risale-i Nur’un makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] dair yazılan mektuplarda

100

şahsımın hisse-i şerefi ve hüneri olmadığını ve sırf bir ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] olmasına dair yazılan parçayı bu fıkrayı, [bölüm] o fıkraya [bölüm] alâkadar gördüm, size gönderiyorum, onlara münasip bir yerde ilhak [ekleme] edersiniz. O fıkra, [bölüm] Celcelûtiyenin fevkalâde Risale-i Nur’a verdiği ehemmiyetten şahsımın bir lem’ası, bir hüneri olmadığına dairdir. Şöyle ki, orada demiştim:

Hem ben itiraf ediyorum ki, böyle makbul bir eserin mazharı olmak, hiçbir vecihle [yön] o makama liyakatim yoktur. Fakat küçük, ehemmiyetsiz bir çekirdekten, koca, dağ gibi bir ağacı halk etmek kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] şe’nlerindendir [belirleyici özellik] ve âdetidir ve azametine delildir.

Ben kasemle [yemin] temin ederim ki, Risale-i Nur’u senâdan maksadım, Kur’ân’ın hakikatlerini ve imanın rükünlerini [esas, şart] teyid ve ispat ve neşirdir. Hâlık-ı Rahîmime [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] hadsiz şükür olsun ki, kendimi kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmâreyi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] başkalara beğendirmek arzusu kalmamış.

Evet, kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fâni dünyaya riyakârâne bakması, acınacak bir hamakattır [ahmaklık] ve dehşetli bir hasârettir. [zarar] Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] beni böyle hasâretlerden [zarar] muhafaza eylesin, âmin!

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua eder ve dualarını rica [ümit] ederiz.

– 38 –

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim,

Sizin mübarek Ramazan’ınızı ve leyle-i Kadrinizi [Kadir gecesi] ve bayramınızı bütün ruh u canımızla tebrik ve tes’id ediyoruz. Cenab-ı Erhamürrâhimîn, emsâl-i kesiresiyle sizleri müşerref eylesin. Âmin.

Bu Ramazan-ı Şerifte gerçi bir tesmim neticesinde ziyade sıkıntı ve ıztırap çektimse de, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, sabır ve tahammül ihsan [bağış] eyledi.  

101

Ve hastalığın ehemmiyetli sevabı da ıztırabın verdiği gaflet noktalarını izale [giderme] eyledi. Dualarınız berekâtıyla bu defa da o tesmimden tam kurtuldum. Fakat verdiği zâfiyet ve sarsıntı, ara sıra sıkıntı verir.

Size yazmıştım ki: Nasıl Hizb-i Nuriye Risale-i Nur’un ve Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] bir hülâsasıdır; [esas, öz] öyle de, on dakika zarfında Hizb-i Nuriyenin bir hülâsası, [esas, öz] bu Ramazan-ı Şerifin feyzinden ve Ramazan’da telif [kaleme alma] edilen ve yeni intişar [açığa çıkma, yayılma] eden Ramazaniye Risalesi [Ramazan ayı hakkında yazılmış risale; Yirmi Dokuzuncu Mektubun İkinci Risale olan İkinci Kısımı] olan Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] otuz üç mertebe-i vücûb ve vücûd ve tevhid otuz üç elsine-i külliye ile tezahür ettiği gibi, ruh ve hayal ve kalb o noktadan öyle bir inbisat [genişleme, yayılma] ve inkişaf [açığa çıkma] etti ki, herbir mertebenin söylediği Lâ ilâhe illâllah şehadetini dediğim vakit, o küllî lisan benim oluyor gibi azametli bir tevhid hissettiğimden, Âyetü’l-Kübrâ, [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] güneş gibi iman nurlarını ruhlara telkin edebilir. Şeksiz [şüphesiz] şüphesiz kanaat ettim ve gördüm ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) ona verdiği ehemmiyetin sırrını bildim.

Bu defa Isparta umum şakirtlerinin [öğrenci] hissiyatıyla Risale-i Nur kahramanı Hüsrev’in yazdığı mektup, gerçi hakkım olmayarak bana ziyade hisse vermiş, fakat Isparta ve civarı kahraman şakirtlerinin [öğrenci] tam derece-i irtibatlarını ve Risale-i Nur’un tam kıymetini gösterdiğinden ve mektuplarım içinde ve lâhikaya, hem daha münasip gördüğünüz makamlarda yazmaya lâyıktır. Size bir sureti yeni hurufla [harfler] gönderiliyor.

Pek çok alâkadar olduğum Kastamonu ve içindeki ehemmiyetli kardeşlerim, Isparta şakirtleriyle [öğrenci] vasıta-i irtibat Mustafa Osman, hakikaten az bir zamanda çok ehemmiyetli bir iş görmesinden, birinci saftaki haslar içine girmeye hak kazanmış. Demek ihlâsı tamdır ki, az bir zamanda çok zaman işini gördü. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onun emsalini o havalide çoğaltsın ve selâmet [huzur] versin. Âmin.

Umum kardeşlerime ve hemşirelerime birer birer selâm ve tebrik ve dua ediyorum.

Said Nursî

102

– 39 –

Gayet ehemmiyetli iki meseleyi, sizlere, zekâvetinize [zeki oluş] itimaden, Risale-i Nur’da müteferrikan [ayrı ayrı] parçaları bulunmalarına binaen, gayet muhtasar [kısa] konuşacağım.

Birincisi: Risale-i Nur’un hakikî ve hakikatli bir şakirdi [talebe, öğrenci] bulunan ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] kâtibi, bu defa yazdığı mektupta, haddimden bin derece ziyade hüsn-ü zannına [güzel düşünce] istinaden, bir hakikat soruyor. Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] gayet ehemmiyetli ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifesini; ve hilâfet-i Nübüvvetin de gayet ulvî vazifelerinden bir vazifesini benim âdi şahsımda, Üstadı noktasından bir cilvesini gördüğünden, bana o hilâfet-i mâneviyenin bir mazharı nazarıyla bakmak istiyor.

Evvelâ: Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikate zulümdür. Her cihetle kemâlde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye mâruz ve müptelâ [bağımlı] şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır.

Saniyen: [ikinci olarak] Risale-i Nur’un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle, veyahut onun ihtiyac-ı mânevî lisanıyla Kur’ân’dan gelmiş. Yalnız o tercümanın istidadına [kabiliyet] bakan feyizler değil, belki o tercümanın muhatapları ve ders-i Kur’ân‘da [Kur’ân dersi] arkadaşları olan hâlis ve metin [sağlam] ve sadık zatların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle, o tercümanın istidadından [kabiliyet] çok ziyade o Nurların zuhuruna medar [kaynak, dayanak] oldukları gibi, Risale-i Nur’un ve şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] hakikatini onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlâssızlıkla bozmazsa, bir tekaddüm [öne geçme, ileride olma] şerefi bulunabilir.

Salisen: [üçüncü olarak] Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, cemaatın şahs-ı mânevîsinden [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] gelen dehasına karşı mağlûp düşebilir. Onun için, o mübarek kardeşimin yazdığı gibi, âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] bir cihette tenvir [aydınlatma]

103

edecek ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir dehânın Nurları olan bir vazife-i imaniye, [iman hakikatlerini yayma görevi] bîçare, zaif, mağlûp, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid [inatçı] hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense, o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından sarsılsa, o yük düşer, dağılır.

Rabian: [dördüncü olarak] Eski zamandan beri çok zatlar, üstadını veya mürşidini veya muallimini veya reisini kıymet-i şahsiyelerinden [kişisel değer] çok ziyade hüsn-ü zan [güzel düşünce] etmeleri, dersinden ve irşadından [doğru yol gösterme] istifadeye vesile olması noktasında o pek fazla hüsn-ü zanlar [güzel düşünce] bir derece kabul edilmiş, hilâf-ı vâkıadır [gerçeğe ters] diye tenkit edilmezdi. Fakat şimdi, Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] lâyık bir üstada muvafık bir ulvî mertebe ve fazileti, bîçare, kusurlu bu şahsımda kabul ettikleri sebebiyle gayret ve şevkleriyle çalışmaları, bu noktada haddimden ziyade hüsn-ü zanları [güzel düşünce] kabul edilebilir; fakat Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] malı olarak elimde bulunuyor diye bilmek gerektir. Fakat, başta zındıklar ve ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] ve ehl-i gaflet, [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] hattâ sâfi-kalb [kalbi temiz] ehl-i diyanet, [dindar insanlar] şahsa fazla ehemmiyet verdikleri cihetinde haksızlar, o şahsı çürütmekle hakikatlere darbe vurmak; ve o Nurlara benim gibi bir bîçareyi mâden zannederek, bütün kuvvetleriyle beni çürütüp o Nurları söndürmeye ve sâfi-kalblileri [kalbi temiz] de inandırmaya çalışıyorlar. Ezcümle, İkinci Meselede bir hadise bu hakikati gösteriyor.

İkinci Mesele: Bayramın ikinci gününde, teneffüs için kırlara çıktığım zaman, ehemmiyetli bir memur tarafından beş vecihle [yön] kanunsuz bir taarruza mâruz kaldım. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmet ve keremiyle, [cömertlik] belime, başıma yüklenen Risale-i Nur eczalarını ve ruhuma ve kalbime yüklenen şakirtlerinin [öğrenci] haysiyet ve izzet [büyüklük, yücelik] ve rahatlarını muhafaza için, fevkalâde bir tahammül ve sabır ihsan [bağış] eyledi. Yoksa, bir plân neticesinde beni hiddete getirip, Risale-i Nur’un, bâhusus [bilhassa, özellikle] Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] fütuhatına [fetihler, yayılmalar] karşı bir perde çekmek olduğu tahakkuk [gerçekleşme] etti.