EMİRDAĞ LAHİKASI – 2. Bölüm 1-19. Mektuplar (367-388)

367

– 1 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bayram tebrikiyle beraber herbirinizi derecesine göre birer Said ve birer vârisim [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] ve benim yerimde Nurların birer bekçi muhafızı olarak mânevî bir hâtıraya binaen kabul ettiğimi haber verdiğim gibi, şimdi de size beyan ediyorum. Mâdem haddimden çok ziyade hüsn-ü zannınızla [güzel düşünce] bana ulûm-u imaniye [iman ilimleri] ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] bir üstadlık vermişsiniz. Ben de herbirinize derecesine nisbeten eski zaman üstadlarının icazet almaya lâyık olan talebelerine icazet-i ilmiyeyi verdikleri misilli [benzer] icazet veriyorum. Ve bütün kanaatimle ve ruh u canımla sizi tebrik ediyorum. İnşaallah şimdiye kadar sadakat ve ihlâs dairesinde fevkalâde neşr-i envar [nurları yayma] ettiğiniz gibi, daha parlak devam edip bu âciz, zaif, mütekaid Said bedeline binler muktedir, kuvvetli vazifeperver Saidler olursunuz.

 Said Nursî

– 2 –

 Afyon hapsinden sonra Emirdağında yazılan mektuplar

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Herhalde biriniz benim bedelime Diyanet Riyasetine [Diyanet İşleri Başkanlığı] gitsin; benim selâm ve hürmetlerimle Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Hamdi Efendiye desin ki:

“Zâtınız iki sene evvel Nurun Külliyatından bir takım istemiştiniz. Ben de hazırlattırdım. Fakat birden hapse soktular; tashih edemedim, gönderemedim. Şimdi onların tashihiyle meşgulüm. Fakat tesemmüm [zehirlenme] hastalığıyla ziyade perişaniyetimden, çabuk bitirmeyeceğim. Bitirdikten sonra inşaallah [Allah dilerse] takdim edilecektir. Hediye almayan elbette hediye veremez kaidesine binaen, bu ziyade kıymettar mânevî tefsir-i Kur’ân, [Kur’ân tefsiri] bu memleket-i İslâmiyenin âlimler reisi olan

368

zât-ı âlinize, Nurların serbestiyetine mümkün olduğu derecede çalışmanıza ve nümune için üç cüzü size evvelce gösterdiğimiz Kur’ân’ımızın basılmasına himmet [ciddi gayret] ve sa’y [çalışma] etmenize bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ücrettir.

Kat’iyen [kesinlikle] size beyan ediyorum ki: Meselemizde hiçbir tarihte ilm-i hakikate [hakikat ilmi] ve hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] karşı bu derece garazkârâne, [garaz edercesine, kin tutarcasına] gaddârâne [acımasızca] tecavüz olmamış. Sizin daire-i ilmiyeniz [ilim dairesi, millî eğitim dairesi] ve riyasetiniz her şeyden evvel bu vazife-i dîniye ve ilmiyeyi yapmanız iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Ben bu son zehirlendiğim zaman da öleceğimi düşündükçe, ‘Benim bedelime Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Hamdi Nurlara sahip çıkacak’ diye kalbim ferahlanıyordu, teselli buluyordum. Size mahkeme müdafaatımızdan bazı parçalar evvelce dairenize gönderdiğimiz halde, şimdi tamam, mükemmel ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] bir nüsha müdafaatımı da size gönderiyorum. Ona göre sizin delâletinizle Nurların serbestiyetine çalışacak zatlara bir me’haz [kaynak] olarak göstermek niyetiyle gönderdik.”

– 3 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim, Safranbolu, Eflâni havalisi Nur şakirtleri, [öğrenci]

Sizlere, gönderdiğiniz Nur eczalarının hediyesine bin barekâllah, [Allah ne mübarek yaratmış] mâşaallah deriz. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizleri iki cihanda mes’ud eylesin. Âmin.

Nurun mübarek, fedakâr şakirtlerinin [öğrenci] herbiri bir kısım risaleleri güzelce yazıp bu sırada bana hediye etmeleri ve bir kısım tatlı teberrükle [bereket vesilesi] beraber şiddetli hastalığım ve sıkıntılarım içinde garip bir tarzda bana gelmesi, eskiden beri mukabelesiz [karşılıksız] hediyeyi kabul etmemek kaidem iken, o kaidenin aksine olarak kemâl-i sevinç [tam ve mükemmel sevinç] ve memnuniyetle kabul ettiğime sebep, üç mânidar ve garip hadiselerdir.

369

Birincisi: Bir kısım paramla aldığım bana mahsus makine mahsulü on bir mecmua ve elmas kalemli Nurun kıymetdar üç şakirdinin [talebe, öğrenci] yazdıkları tam bir takım Risale-i Nur, Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] beş altı defa musırrâne [ısrarlı bir şekilde] istemesi üzerine hazırladığım, aynı zamanda ve bir derece yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] kalan müftüler ve hocalara bir mânevî hediye ve müşevvik [teşvik eden] olarak göndermek teşebbüsü zamanında böyle çok ehemmiyetli bu vazifeyi yerine getirmek için Hüsrev’i buraya istiyordum. Halbuki vaziyetim müşkil [zor] bir halde, çok merak ediyordum. Birden, küçük bir Hüsrev olan kahraman Sungur aynı vakitte geldi. Beni çok endişe ve telâşlardan ve masraflardan kurtardığı gibi, bu vazife, iki sene mütemadiyen yanımda hizmeti kadar kıymettar olduğu için kat’î kanaatim geldi ki, bu da Nurun neşrindeki muvaffakiyetin [başarı] bir kerametidir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik]

İkinci hadise: Ben kendime ait nüshalarımı Diyanet Riyasetine [Diyanet İşleri Başkanlığı] gönderdiğim aynı zamanda, aynen mizanla [ölçü] ziyade-noksan olmayarak, tartılsa aynen o kadar Nurun Safranbolu, Eflâni havalisindeki Nurun küçük kahramanları gönderdikleri mübarek hediyeleri lisan-ı hal [beden dili] ile bana dediler: “Merak etmeyiniz, biz zayiat yerine geldik. O zayiatın yerini doldurduk.” Ben de ruh u canla kabul ettim ve gönderenleri tebrik ettim; daha teberrükleri [bereket vesilesi] bana dokunmadı.

Üçüncü hadise: O mübarek hediyeler odama geldiği zamandan on dakika evvel, serçe kuşuna benzer bir kuş yatağımın ayağı altında gördüm. Halbuki pencereler ve kapı kapalı, hiçbir delik yok ki, o kuş girebilsin. Baktım, benden kaçmıyor. Bir parça ekmek verdim; yemedi. Kalben dedim: “Üç dört sene evvel aynı burada kuşların müjde vermesi gibi, bu da müjde veriyor.”

Hakikaten aynı zamanda o mübarek nurlu hediye geldiği gibi, üç senedir haber almadığım müftü kardeşim Abdülmecid’den güzel bir mektup aldım. Bana hizmet eden Halil geldi. “Bu kuşa bak, bu da eski kuşlar gibi bir müjdecidir” dedim. Sonra pencereyi açtık, gitsin; gitmiyordu. Yukarıda beş altı defa uçtu, gitmedi.

Sonra Sungur da geldi. “İşte sen de gör” dedik; o da gördü. Yarım saat sonra, nasıl görülmesi harika oldu; bulunmaması da harika oldu. Pencereden çıkmadan Halil ile aradık, bulamadık. Kayboldu.

Hattâ bu mânevî hediyenin gelmesi ve Hüsrev yerinde Sungur imdada yetişmesi, ehemmiyetini göstermeye bir kat’î hadise budur ki: Sungur gelmeden iki gün evvel—demek o evden çıktığı gün—Halil rüyada görüyor ki, Sungur, Mustafa Osman

370

ile buraya gelmişler; büyük bir hadise ve şâşaalı bir merasim yapılmış. Benden “Tâbiri nedir?” diye sordu. Ben de merak ettim: “Sen niçin bu rüyayı bana söyledin? Acaba onların başına bir zarar mı gelmiş?” diye bir gece sabaha kadar endişe ile müteessirdim. [etkileme, tesiri altında bırakma] O rüya-yı sâdıka az bir tâbirle çıktı.

– 4 –

[Sungur Ankara’da iken Üstadımıza yazdığı mektubun suretidir.]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Çok aziz, çok mübarek, çok müşfik, çok sevgili Üstadımız Efendimiz Hazretleri,

Mübarek, makbul, kıymetli mektubunuzu Diyanet Riyaseti [Diyanet İşleri Başkanlığı] Başkanı Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Hamdi Efendiye teslim ettik. Sevinçler içinde mübarek mecmua ve Nurları kendi hususî kütüphanesine [kitaplar] koydu. “İnşaallah bunları kendi öz ve has kardeşlerime okumak için vereceğim ve bu suretle tedricî [aşamalı, derece derece] tedricî [aşamalı, derece derece] neşrine çalışacağız” dedi.

Çok sevgili Üstadım Efendim,

Mübarek mektubunuzdaki emirlerinizi yapacağını söyledi. “Fakat şimdi hemen birdenbire bunların neşri olmaz. Ben bu eserleri has kardeşlerime okutturup meraklılara göre ileride neşrederiz. İnşaallah tam ve parlak şekilde ileride neşrine çalışacağını” söyledi.

Sungur

– 5 –

Yirmi Dokuzuncu Mektubun İkinci Makamının en baş sahifesinde, sual ve cevaptan sonra şu nükte [derin anlamlı söz] yazılacak:

Bu risalenin sebeb-i telifi, [bir eserin yazılma sebebi] Kur’ân’ın tercümesini Kur’ân yerinde camilerde okutmak olan dehşetli suikastına karşı bir nevi mukabeledir. [karşılama; karşılık verme] Ziyade tafsilât [ayrıntılar] ve lüzumsuz bahisler girmiş. Fakat o mücahidâne [cihad edercesine] ve heyecanlı mukabelede [karşılama; karşılık verme]

371

kıymettar bir gaybî anahtarı hissedip meczubâne arattırmak içinde, lüzumsuz tafsilât [ayrıntılar] ve zaif ve pek ince emareler dahi girmiş.

Kalbime geldi ki: Yirmi Dokuzuncu Mektubun gayet ehemmiyetli ve lüzumlu ve parlak ve îcaz[az sözle çok mânâlar anlatma] olan Birinci Makamı, bu İkinci Makamın bütün kusûratını ve israfatını [israflar, savurganlıklar] affettirir. Ben de kemâl-i sürurla şükrettim, o kusurları unuttum.

– 6 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Muhterem Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Hamdi Efendi Hazretleri,

Bir hadise-i ruhiyemi size beyan ediyorum: Çok zaman evvel zâtınız ve sizin mesleğinizdeki hocaların, zarurete binaen ruhsata tâbi ve azîmet-i şer’iyeyi bırakan fikirler, benim fikrime muvafık gelmiyordu. Ben hem onlara, hem sana hiddet ederdim. “Neden azîmeti terk edip ruhsata tâbi oluyorlar?” diye, Risale-i Nur’u doğrudan doğruya sizlere göndermezdim. Fakat, üç dört sene evvel, yine şiddetli, kalbime, size tenkitkârâne [tenkit edercesine] bir teessüf [eseflenme, üzülme] geldi. Birden ihtar edildi ki:

“Bu senin eski medrese arkadaşların olan başta Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Hamdi gibi zatlar, dehşetli ve şiddetli bir tahribata karşı ‘ehvenüşşer’ düsturuyla, [kâide, kural] mümkün olduğu kadar bir derece bir kısım vazife-i ilmiyeyi mukaddesatın muhafazasına sarf edip tehlikeyi dörtten bire indirmeleri, onların mecburiyetle bazı noksanlarına ve kusurlarına inşaallah [Allah dilerse] kefaret olur” diye kalbime şiddetli ihtar edildi.

Ben dahi sizleri ve sizin gibilerini, o vakitten beri yine eski medrese kardeşlerim ve ders arkadaşlarım diye hakikî uhuvvet [kardeşlik] nazarıyla bakmaya başladım. Onun için benim bu şiddetli tesemmüm [zehirlenme] hastalığım vefatımla neticelenmesi

372

düşüncesiyle, sizi Nurlara benim bedelime hakikî sahip ve hâmi [himaye eden, koruyan] ve muhafız olacağınızı düşünerek, üç sene evvel mükemmel bir takım Risale-i Nur’u size vermek niyet etmiştim. Fakat şimdi hem mükemmel değil, hem tamamı değil; fakat ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] eczaları Nur şakirtlerinden [öğrenci] gayet mühim üç zatın on-on beş sene evvel yazdıkları bir takımı sizin için hastalığım içinde bir derece tashih ettim. Bu üç zatın kaleminin benim yanımda on takım kadar kıymeti var. Senden başka bu takımı kimseye vermeyecektim. Buna mukabil onun mânevî fiyatı da üç şeydir:

Birincisi: Siz mümkün olduğu kadar Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] şubelerine vermek için, mümkünse eski huruf, [harfler] değilse yeni harfle ve has arkadaşlarımdan tashihe yardım için birisi başta bulunmak şartıyla, memleketteki Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] şubelerine yirmi otuz tane teksir [çoğalma] edilmektir. Çünkü haricî dinsizlik cereyanına karşı böyle eserleri neşretmek, Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] vazifesidir.

İkincisi: Madem Nur Risaleleri [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] medrese malıdır. Siz de medreselerin hem esası, hem başları, hem şakirtlerisiniz. [öğrenci] Onlar sizin hakikî malınızdır. Münasip görmediğiniz risaleyi şimdilik neşrini geri bırakırsınız.

Üçüncüsü: Tevafuklu Kur’ân’ımız mümkünse fotoğraf matbaasıyla tab [basma] edilsin ki, tevafuktaki lem’a-i i’câziye [mu’cizelik parıltısı] görünsün. Hem baştaki Türkçe târifatı ise, o, Kur’ân ile beraber tab [basma] edilmesin, belki ayrıca bir küçük risalecik olarak ya Türkçe veya Arabîye güzelce çevirip öylece tab [basma] edilsin.

– 7 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

Gayet kıymetli, fedakâr Nur kahramanı ağabeyimiz Hüsrev Efendi,

Şimdi beş defadır Diyanet Reisi Nurdan bir takımı musırrâne [ısrarlı bir şekilde] istedi. Üstad da şiddetli hastalığı içinde tashih edip—şimdilik bitmek üzeredir—Diyanet Reisinden onun mânevî fiyatı olarak üç madde istemiş:

Birisi: Sizin harika yazdığınız mu’cizeli Kur’ân’ı fotoğrafla tab [basma] etmek. Bu maddeyi kabul etmiş; yalnız “Başındaki Türkçe târifatı müstakil [bağımsız] kalsa, ayrı tab [basma] edilse münasiptir” demiş. İşte, Üstadımız ona yazdığı mektubu, berâ-yı malûmat, leffen size gönderiyoruz. Üstadımız diyor ki:

373

“Hem bir takım Risale-i Nur’u, hem makine ile çıkan mecmuaları ona göndermek ve Hüsrev gibi bu işte en ziyade alâkadar bir kardeşimizin eliyle teslim etmek cihetini meşveretinize [danışma] havale ediyor.”

Siz de tam bir meşveretle [danışma] sizin bu meselede oraya gitmenizin vücutça sıhhatiniz müsaitse ve fikrinize de muvafık ise, muayyen bir vakitte acele oraya gidersiniz ve adresinizi bildirirsiniz. Biz de takımı ve mecmuaları size, Ankara’ya, elinize yetiştireceğiz. Hattâ siz isterseniz kendi hesabınıza, onları müftüler neşretmek niyetiyle Diyanet Reisine verirsiniz.

Hizmetinde bulunan

 Halil, Sâdık,

– 8 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Hem Medresetü’z-Zehra şakirtlerini, [öğrenci] hususan mübarekler heyetini ve Isparta vilâyetini merhum Hafız Mustafa’nın vefatıyla tâziye ve Hafız Mustafa’yı tam vazifesini yapmasıyla yirmi senede ikinci bir Hafız Ali olarak yirmi seneden beri usanmadan, sarsılmadan Nurların neşrine çalışmasını bütün ruh u canımızla tebrik, hem onu, hem Isparta vilâyetini, hem Medresetü’z-Zehrayı tebrik ediyoruz. Hakikaten bu merhum kahraman kardeşimiz, aynen Hafız Ali gibi vazifesini bitirdi, âlem-i nura [nur âlemi] ve berzaha, [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] Hafız Ali ve Hasan Feyzi gibi kardeşlerinin yanına gitti. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Risale-i Nur’un hurufatı adedince onun defter-i hasenatına [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] hayırlar yazsın ve ruhuna rahmet eylesin. Âmin.

– 9 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Size, şahsıma ait birkaç meseleyi beyan etmek kalbime ihtar edildi.

Evvelâ: Bazı has kardeşlerim şahsıma hizmette dikkatsizlik ettiklerinden, onların bana karşı acımasını noksan gördüğümden bazan hiddet ve tekdir [azarlama] ettiğim vakit kalbime geldi ki:

374

O biçareler ziyade hüsn-ü zanla [güzel düşünce] tahmin ediyorlar ki, “Üstadımız istese belki bazı ruhanîler, cinnîler de hizmet edecekler, belki ediyorlar. Hizmet-i Nuriyede [Risale-i Nur Hizmeti] inayetin [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] aşikâre cilvesi gösteriyor ki, onun şahsının perişaniyetine meydan verilmiyor ve şefkatimize muhtaç değil” diye, hizmette bazı kusurları oluyor. Hattâ bugün de birisi araba getirecekti; dikkatsizlik yüzünden ben yayan çıktım, bir saatte on saat kadar zahmet çektim. Ben de birkaç gün evvel böyle kusuru yapanlara demiştim, tekrar edeceğim. Siz de dinleyiniz:

Nasıl ki Risale-i Nur’u ve hizmet-i imaniyeyi, [iman hizmeti] dünyevî rütbelerine ve şahsım için uhrevî makamlarına âlet yapmaktan sırr-ı ihlâs [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] şiddetle beni men ettiği gibi; öyle de, Kendi şahsımın istirahatine ve dünyevî hayatımın güzelce, zahmetsiz geçmesine, o hizmet-i kudsiyeyi [kutsal hizmet] âlet yapmaktan cidden çekiniyorum. Çünkü, uhrevî hasenatın bâki meyvelerini fâni hayatta cüz’î [ferdî, küçük] bir zevk için sarf etmek, sırr-ı ihlâsa [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] muhalif olmasından, kat’iyen [kesinlikle] haber veriyorum ki, târikü’d-dünya [dünyayı terk eden] ehl-i riyâzetin arzu ve kabul ettikleri ruhânî, cinnî hüddamlar bana hergün, hem aç olduğum zamanda ve yaralı olduğum vakitte en güzel ilâç getirseler, hakikî ihlâs için kabul etmemeye kendimi mecbur biliyorum. Hattâ berzahtaki [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] evliyadan bir kısmı temessül [belirme, görünme] edip bana helva baklavaları hizmet-i imaniyeye [iman hizmeti] hürmeten verseler, yine onların elini öpüp kabul etmemek ve uhrevî, bâkî meyvelerini dünyada fâni bir surette yememek için, nefsim de kalbim gibi kabul etmemeye rıza gösteriyor. Fakat kast ve niyetimiz olmadan, inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] cihetinde gelen bereket gibi ikrâmât-ı Rahmâniye, hizmetin makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] bir alâmet olduğundan, nefs-i emmâre [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] karışmamak şartıyla ruhumla kabul ederim. Her neyse, bu mesele bu kadar kâfi.

Saniyen: [ikinci olarak] Eski Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] Pasinler Cephesinde şehid merhum Molla Habib‘le [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] beraber Rusya’ya hücum niyetiyle gidiyorduk. Onların topçuları bir iki dakika fasılayla bize üç top güllesi atıyordu. Üç gülle tam başımızın iki metre üstünden geçip, arkada dere içine saklanan askerimiz görünmedikleri halde geri kaçtılar. Tecrübe için dedim:

375

“Molla Habib, [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] ne dersin, ben bu gâvurun güllesine gizlenmeyeceğim.”

O da dedi: “Ben de senin arkandan çekilmeyeceğim.”

İkinci top güllesi pek yakınımızda düştü. Hıfz-ı İlâhî [Allah’ın koruması] bizi muhafaza ettiğine kanaatle Molla Habib‘e [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] dedim:

“Haydi ileri! Gâvurun top güllesi bizi öldüremez. Geri çekilmeye tenezzül etmeyeceğiz” dedim.

Hem Bitlis muhasarasında ve avcı hattında [savaşta düşmana doğru dağılarak ön safta ilerleyen asker birliği] Rusun üç güllesi öldürecek yerime isabet etti. Biri de şalvarımı delip, iki ayağımın arasından geçip o tehlikeli vaziyette sipere oturmaya tenezzül etmemek bir hâlet-i ruhiye [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] taşıdığımdan, arkadan kumandan Kel Ali, Vali Memduh Bey işittiler, “Aman çekilsin veya sipere otursun” dedikleri halde, “Bu gâvurun gülleleri bizi öldürmeyecek” dediğim ve hiçbir ihtiyat [dikkat, tedbir] ve tedbire ehemmiyet vermeyerek o gençlik zamanında, o zevkli hayatımın muhafazasına çalışmadığım halde, şimdi seksen yaşına girdiğim halde gayet derecede bir ihtiyat [dikkat, tedbir] ve hayatımı muhafaza, hattâ vesvese derecesinde tehlikelerden çekinmek hâleti [durum] acip bir tezat göründüğünden, elbette o gençlik hayatını pervasızca [korku] feda etmek, bir iki sene ihtiyarlık ve zevksiz hayatını bu derece muhafaza etmek büyük bir hikmet içindir. Ve iki üç kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] maksat, içinde vardır:

Birincisi: Gizli, gayr-ı resmî [resmi olmayan] ve bir kısım resmî, insafsız düşmanlarımızın desiseleriyle [hile, aldatma] Nur şakirtlerinin [öğrenci] bedeline bütün hücumları benim şahsıma ve benimle meşgul olmasına ve bilmeyerek ehemmiyeti benden bilmekle Nur şakirtlerinin [öğrenci] bir derece desiselerden [hile, aldatma] ve hücumlardan kurtulmalarına bu ihtiyar ve perişan hayatım vesile olduğundan, Eski Said’in on gençlik hayatı kadar kardeşlerimin hatırı için şimdilik ona muvakkaten [geçici] ehemmiyet veriyorum.

Eğer ben ortadan çekilsem, bana verdiği zahmet, ruhumdan ziyade sevdiğim has kardeşlerime verilecekti. O halde, bir zahmet, yüz adet zahmet olurdu.

İkincisi: Gerçi has kardeşlerim herbirisi mükemmel bir Said hükmünde Nura sahiptirler. Fakat ihlâstan sonra en büyük kuvvetimiz tesanüdde [dayanışma] bulunduğundan; ve meşreplerin [hareket tarzı, metod] ihtilâfıyla, hapiste olduğu gibi, bir derece tesanüd [dayanışma] kuvveti sarsılmasıyla hizmet-i Nuriyeye [Risale-i Nur Hizmeti] büyük bir zarar gelmesi ihtimaline binaen; bu biçare ihtiyar hasta hayatım, tâ Lem’alar, [parıltılar] Sözler mecmuası da çıkıncaya kadar

376

ve korkaklık ve kıskançlık damarıyla hocaları Nurlardan ürkütmek belâsı def oluncaya kadar ve tesanüd [dayanışma] tam muhkemleşinceye [değiştirilemez] kadar o hayatımı muhafazaya bir mecburiyet hissediyorum. Çünkü uzun imtihanlarda mahkemeler, düşmanlarım, benim gizli ve mevcut kusurlarımı göremediklerinden, hıfz-ı İlâhî [Allah’ın koruması] ile bütün bütün beni çürütemediklerinden, Risale-i Nur’a galebe [üstün gelme] edemiyorlar. Fakat hayat-ı içtimaiyede [sosyal hayat] çok tecrübelerle mahiyeti bilinmeyen, benim vârislerim [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] genç Said’lerin bir kısmını, Nurun zararına iftiralarla çürütebilirler diye o telâştan bu ehemmiyetsiz hayatımı ehemmiyetle muhafazaya çalışıyorum. Hattâ yanımda bir rovelver [tabanca, küçük silâh] varken, ikinci bir kuvvetli rovelver [tabanca, küçük silâh] daha tedarik etmeye lüzum gördüm. Düşmanların zehirleri kardeşlerimin duasıyla kırıldıkları gibi, sâir suikastları dahi inşaallah [Allah dilerse] akîm [neticesiz] kalacaktır.

Ezcümle: İki saat kamer [ay] tamamıyla tutulduğu aynı gecede, gizli düşmanlarım Ankara’dan bizden Nur mecmuaları istemeleri üzerine buraya gelen iki adam, birden otuz altı mecmua gönderdiğimizin aynı ikinci gününde tahminlerince daha gönderilmemiş diye, hem o kitaplar nerede olduğunu bilmek ve Afyon’daki resmî ve makam sahibi bir iki masona haber vermek ve taharrî [araştırma] ettirmek ve kilitli olan iki odamda yemek ve içmek kaplarıma zehir atmak için, fevkalâde bir tarzda dama çıkmışlar ve iki odanın herbirinin bir penceresini kırmadan acip bir tarzda açıp içeriye girmişler. Benim yattığım oda ise arkasından sürgülü olmasından bana suikast edememişler. Hıfz-ı İlâhî [Allah’ın koruması] ve inayet-i Rabbaniye onların eline bir uç vermedi.

Ben daha lüzumlu şeyler yazacaktım. Fakat rahatsızlık “Yeter!” dedi. Her vakit ihtiyat, [dikkat, tedbir] ihlâs, tesanüd, [dayanışma] sebat, [kalıcı olma, sabit kalma] sarsılmamak ve vazifemizi yapmak ve vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmamak “sırran tenevveret[gizli ve sır perdesi altında parlama; hizmetin gizliden gizliye yayılması] düsturuna [kâide, kural] göre hareket etmek ve telâş ve meyus [ümitsiz] olmamak lâzım ve elzemdir. Hem tekrar derim:

Nur şakirtleri [öğrenci] gibi pek az zahmetle pek çok kıymettar hizmet ve pek çok mânevî kazanç elde edenler tarihlerde görülmüyor. Ağır şerait altında bazan bir saat nöbet bir sene ibadet hükmüne geçtiği misilli, [benzer] inşaallah [Allah dilerse] Nurcuların hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve Kur’âniyedeki saatleri yüzer saat hükmünde hayırlar kazandırır.

377

 Umum kardeşlere ve hemşirelere selâm ve iki cihanda selâmetlerine dua eden ve dualarını isteyen kardeşiniz

. . . Hakikî fedakâr Zübeyir, en lüzumlu ve hizmete şiddet-i ihtiyacım zamanında buraya imdadıma geldi. Yoksa Isparta’dan o sistemde birisini isteyecektim.

– 10 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Leyle-i Miracınızı [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] tebrik ve içinde ettiğiniz duaların makbuliyetini [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] niyaz ederiz. Ve bu havalide Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] gecesinden bir gün evvel ve bir gün sonra müstesna bir surette rahmetin yağması işarettir ki, bu vatanda bir umumî rahmet tecellî edecek, inşaallah. [Allah dilerse]

Saniyen: [ikinci olarak] Van’daki eski talebelerimle ziyade alâkadar ve merak ettiğim ve bugünlerde Kastamonu’nun Süleyman Rüştü’sü olan Çaycı Emin, Van’da bulunup o eski mübarek talebelerimin ellerine Nurların yetişmesine çalışması ve o mübarek eski kardeşlerimin hayatta olduklarını bilmediğim ve merak ettiğim ki, beraber onların hayatta ve Nurlara müştak [arzulu, aşırı istekli] olduklarını mektupla haber vermesi, beni çok ziyade memnun eyledi. Ve çok ferahlı bir hüzün ve hazin bir eski hatıra-i sürur verdi. Ben buradan oraya muhabere edemediğim için, benim bedelime Safranbolu kahramanları muhabere etse iyi olur.

Salisen: [üçüncü olarak] Otuz seneden beri siyaseti bırakıp havadislerini merak etmediğim halde, mu’cizatlı Kur’ân’ımızı iki buçuk sene müsadere edip bize vermemekle beraber, dünyada emsali vuku bulmamış bir tarzda Afyon Mahkemesi bizi tâzip [azap] ve kitaplarımızın neşrine mâni olmak cihetiyle, ziyade beni incitti. Ben de, beş on günde iki üç defa siyaset dünyasına baktım, acip bir hal gördüm. Müdafaatımda dediğim gibi istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlaka [rüşvette sınırsızlık; her istenileni vermek] ile hareket eden bir cereyan-ı zındıka masonluk, komünistlik hesabına bizi böyle işkencelerle ezmeye

378

çalışmış. Şimdi o kuvveti kıracak başka bir cereyan bu vatanda tezahüre başladığını gördüm. Fazla bakmak mesleğimce iznim olmadığından daha bakmadım.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Hasta Kardeşiniz

Said Nursî

– 11 –

Celâl Bayar,

Reisicumhur, [Cumhurbaşkanı]

Zatınızı tebrik ederiz. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizi İslâmiyet ve vatan ve millet hizmetinde muvaffak eylesin.

Nur talebelerinden, onların namına

Said Nursî

– 12 –

 Reisicumhur Celâl Bayar, ve Heyet-i Vükelâsına, Ankara,

Biz Nur talebeleri, yirmi senedir emsalsiz bir tâzip [azap] ve işkencelere hedef olmuşuz. Sabrettik. Tâ Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizi imdadımıza gönderdi. O işkencelerin sebebini on beş senedir üç mahkeme hakikî ve kanunî olarak yüz otuz kitap ve bin mektubatta bulamadıklarına, Mahkeme-i Temyizle [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] Denizli Mahkemesini şahit gösteriyoruz. Otuz seneden beri ben siyaseti terk etmiştim. Bu defa, birkaç gün zarfında Ahrarların başına geçip milletin mukadderatına [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] sahip çıkması sebebiyle, Reis-i Cumhuru ve Heyet-i Vekileyi [Bakanlar Kurulu] tebrikle beraber, bir hakikati ifşa ediyorum. Şöyle ki:

Bize hücum eden ve mahkemelerde tâzip [azap] edenler demişler: “Bu Nur talebelerinin dini siyasete âlet etmek ihtimalleri var, belki de ediyorlar.”

Biz de o zâlimlere karşı müdafaatlarımızdaki binler hüccetle [delil] demişiz ve diyoruz ki:

Biz, dini siyasete âlet değil, belki rıza-yı İlâhîden [Allah rızası] başka hiçbir şeye, hattâ dünyaya ve saltanata âlet etmemek bizim esas mesleğimiz olduğundan, düşmanlarımızca da

379

tahakkuk [gerçekleşme] etmiş ki, üç senedir üç çuvaldan ziyade dosyalarımızı garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] tetkik ettikleri halde bizi mahkûm edemiyorlar. Verdikleri keyfî ve vicdanî hükümlerine de bir bahane bulamıyorlar ki, Temyiz o hükmü bozdu.

Evet, biz dini siyasete âlet değil, belki vatan ve milletin dehşetli zararına siyaseti mutaassıbâne dinsizliğe âlet edenlere karşı, bizim siyasete bakmamıza mecburiyet-i kat’iye olduğu zaman, vazifemiz siyaseti dine âlet ve dost yapmaktır ki, üç yüz elli milyon kardeşlerin uhuvvetini [kardeşlik] bu vatandaki kardeşlere kazandırmaya sebep olsun.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Bize işkence edenlere, siyaseti asabiyetle [duygusal bağlılık, akrabalık, taraftarlık, milliyetçilik] dinsizliğe âlet etmelerine mukabil, biz de siyaseti dine âlet ve dost yapmakla bu vatan ve milletin saâdetine çalışmışız.

Kardeşlerim, ben bunu böyle münasip gördüm, sizlerin meşveretine [danışma] havale ediyorum.

Said Nursî

– 13 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Seksen küsur sene ibadetli bir ömr-ü bâkiyi [devamlı ömür] temin eden Ramazan-ı Şerifinizi bütün ruh-u canımızla tebrik ve her gecesi bir nevi Leyle-i Kadir [Kadir Gecesi] hükmünde hakkımızda menfaattar olmasını niyaz ederiz. Ve teşrik-i mesai [birlikte çalışma] sırrıyla ve her has Nurcu, umum Nurcuların mânevî kazancına hissedar olmasıyla, mânen binler dille ibadet ve dua ve istiğfar [af dileme] ve tesbihat yapmaya hakikî uhuvvet [kardeşlik] ve ihlâs ile mazhariyetinizi rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] niyaz ediyoruz ve öyle de ümit ediyoruz.

380

Saniyen: [ikinci olarak] Risale-i Nur’un mânen galebe-i tâmmesi ile beraber, mason kısmının dinsizleri ve komünistlerin zındıklar kısmı, habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapıp bahanelerle Nurların serbestiyetine mâni olmaya çalışıyorlar ki, yine bu defa da mânâsız, sebepsiz otuz beş gün mahkememizi tehir ettiler. Hattâ Kur’ân’ımızı vermemek için, avukatımızla da gürültü etmişler. Fakat inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] onların bütün plânlarını akîm [neticesiz] bırakıyor. Nurlar kemâl-i ihtişamla, İstanbul ve Ankara münevver [aydın] gençlerinde büyük bir iştiyakla [arzu, istek] kendi kendine intişar [açığa çıkma, yayılma] edip şakirtlerine [öğrenci] ders veriyor. Bu mânevî galebesinin [üstün gelme] bir neticesidir ki, ezan-ı Muhammedînin okunmasına çalışan Başvekile [Başbakan] yüzer imza ile genç münevverler [aydın] teşekkür ve tebrik yazıyorlar.

Salisen: [üçüncü olarak] Buradaki talebeler de Ramazan-ı Şerifinizi tebrikle beraber, kendilerince pekçok nümuneler içinde eski komünistlerin işkencelerinden bir iki nümune yazıp leffen size takdim ediyorlar. Belki bir vakit bu mealde gazetelerde bir makaleyi de neşredecekler.

 Umum kardeşlerim ve hemşirelerime selâm ve dua eden ve hastalık sebebiyle vazife-i ubudiyeti [kulluk görevi] tam yerine getiremeyen ve Nurcuların mânevî yardımlarına ve onun bedeline dua etmelerine ve mânevî kazançlarına muhtaç hasta kardeşiniz,

Said Nursî

– 14 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

 Halk Fırkası iktidar partisi iken Üstadımıza yapılan eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ile yüzer kanunsuz işkencelerinden birinci nümunesi:

Zemin yüzünde bu asırdaki kadar misli [benzer] görülmeyen bir zındıka cereyanının plânlarıyla Üstadımıza yirmi beş senedir istibdad-ı mutlak ile yapılan zulmün bir nümunesi şudur ki:

381

Nefes almak üzere kapalı arabayla kırlara gitmek için dışarıya çıktığı zaman, buranın büyük bir memuru kıyafetine ilişmek istemiş. Bu beş cihette kanunsuz ve beş vecihle [yön] vicdansızlık olan hadsiz cür’etkârlığa karşı deriz ki:

Padişahın küçük bir tahakkümüne [baskı] tahammül edemeyen ve Meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] ilânında ve Divan-ı Harb-i Örfîde mahkeme reisi Hurşid Paşaya ve mahkeme âzâlarına cevaben, “Eğer Meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] bir fırkanın istibdadından [baskı ve zulüm] ibaret ise, bütün ins ve cin şâhid olsun ki ben mürtecîim. Şeriatın birtek meselesi uğrunda bin ruhum olsa fedaya hazırım” diyen ve Meclis-i Meb’usanda Mustafa Kemal’e karşı, “Namaz kılmayan hâindir, hâinin hükmü merduttur” söyleyen ve İslâmî kıyafeti kat’iyen [kesinlikle] ve asla tebeddül [başkalaşma, değişme] etmeyen ve kıyafetine ilişmek isteyen ve sonra kendi kendini öldürmekle tokadını yiyen Nevzat isminde Ankara Valisine, “Bu sarık bu başla beraber çıkar” tarzında konuşarak boynunu göstermesiyle dokunulmayan bir zata, hem Isparta, hem Eskişehir, hem Denizli mahkemeleri dahi başını açtırmadıkları ve—son Afyon Mahkemesi müstesna—binlerce halk ve yirmi polislerin bulunduğu sıralarda bile başını açması ihtar edilmediği ve münzevî olduğu halde, o düşüncesiz memurların mânâsız ihanet için müdahale niyeti, doğrudan doğruya anarşilik hesabına vatan ve millete tehlike getirmeye çalışmaktır. Ve bütün bütün kanunsuz olmakla beraber, senelerden beri emsaline rastlanmamış, bir feragat-ı nefs ve fedakârlıkla en ağır şerait altında yüz otuz parçadan müteşekkil [meydana gelen] muazzam ve harika eser külliyatıyla vatan ve milletin mânevî kurtuluşunu temin eden böyle bir zâta bu tarzda ilişmek, elbette millet ve gençliğin mahv u perişan olmasına gayret eden gizli vatan düşmanlarına yardım etmek ve âlet olmaktır. Afyon’da bir-iki mütemerrid, [inatçı] bir zındık masonun iştirak ve teşvikiyle, o insanın bu tarz ihanet etmek fikrine, hiçbir ihaneti kabul etmeyen Üstadımızın tahammül etmesinden ve ehemmiyet vermediğinden şu hakikati kat’iyen [kesinlikle] anladık ki, bu vatan ve millete kendi yüzünden bir zarar gelmemesi için haysiyetini, şerefini, nefsini, ruhunu, rahatını dahi feda etmiştir.

 Konyalı Zübeyir

382

– 15 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Hem sizin, hem bu memleketin, hem âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] mühim bayramlarının mukaddemesi [evvel, önce] olan, bu memlekette şeâir-i İslâmiyenin [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] yeniden parlamasının bir müjdecisi olan ezan-ı Muhammedînin (a.s.m.) kemâl-i ferahla [mükemmel bir rahatlık, huzur, neşe] on binler minarelerde okunmasını tebrik ediyoruz. Ve seksen küsur sene bir ibadet ömrünü kazandıran Ramazan-ı Şerifteki ibadet ve dualarınızın makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] âmin diyerek rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] herbir gece-i Ramazan bir Leyle-i Kadir [Kadir Gecesi] hükmünde sizlere sevap kazandırmasını niyaz ediyoruz. Bu Ramazan’da şiddetli zafiyet ve hastalığımdan tam çalışamadığıma sizlerden mânevî yardım rica [ümit] ederim.

Saniyen: [ikinci olarak] Benim son hayatımı Isparta havâlisinde geçirmek büyük bir arzumdur. Ve Nur Efesinin dediği gibi demiştim: “Isparta, taşıyla toprağıyla benim için mübarektir.” Hattâ yirmi beş seneden beri beni işkence ile tâzip [azap] eden eski hükûmete kalben ne vakit hiddet etmişsem, hiçbir zaman Isparta hükûmetine hiddet etmeyip, o mübarek vatandaki hükûmetin hatırı için ötekileri de unutuyordum. Hususan oradaki eski tahribatı tamirata başlayan hakikî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] Ahrarlar, yani hürriyetperverler, Nur ve Nurcuları takdir etmelerine çok minnettarım. Onların muvaffakiyetine [başarı] çok dua ediyorum. İnşaallah, o Ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar.

Salisen: [üçüncü olarak] Bayramdan bir miktar sonraya kadar burada kalmaklığımın bir sebebe binaen lüzumu var. Bir iki ay sonra Medresetü’z-Zehra erkânlarının [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] kararıyla ve İstanbul ve Ankara üniversitelerindeki genç Said’lerin de muvafakatiyle nereyi benim için münasip görürseniz orayı kabul edeceğim. Madem hakikî vârislerim [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] sizlersiniz ve şahsımdan bin derece ziyade dünyada vazifemi de görüyorsunuz. Bu hayat-ı fânideki [geçici, ölümlü hayat] son menzili sizin reyinize [fikir, düşünce] bırakıyorum.

383

Rabian: [dördüncü olarak] Hem tebriklerini, hem şiddetli alâkalarını gösteren Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Nazif [temiz, pak] ve Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi ve Halil İbrahim ve Hasan Atıf ve Bucak’ta ve Eflâni ve İstanul’daki Nurcuların mektuplarına benim bedelime sizler cevap verirseniz, sizleri tevkil [vekalet verme] ediyorum.

– 16 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Hadîs-i şerifin sırrıyla Ramazan-ı Şerifin nısf-ı âhirinde, [son yarı] hususan aşr-ı âhirde, [son on gün] hususan tek gecelerde, hususan yirmi yedisinde, seksen küsur sene bir ibadet ömrünü kazandırabilen Leyle-i Kadirin [Kadir Gecesi] ihyasına [diriltme] ve herbiriniz umum Nur talebeleriyle beraber, hususan bu biçare, çok kusurlu, hasta, zaif kardeşinizi hissedar etmenizi ve herbirinizin dualarınızın binler mânevî âminlerin teyidiyle dergâh-ı İlâhîde [Cenâb-ı Allah’ın rahmet kapısı] kabul olmasını rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] niyaz ediyoruz.

Saniyen: [ikinci olarak] Üniversitedeki genç Said’lerin hakikaten Medresetü’z-Zehranın İstanbul ve Ankara’daki vazifesini yaptıklarına ve bu biçare Said’e ihtiyaç bırakmadıklarına ve Risale-i Nur’un herbir cihetle kâfi [yeterli] olmasının bir nümunesi olarak şimdi size leffen gönderdiğimiz, onların meb’uslara hitaben yazdıkları beyannamelerini ve yine onların bir eseri olan Tarihçe-i Hayat‘ın [hayat hikayesi] yetmiş nüshasının baş tarafına koyup yetmiş meb’usa göndermeleri için bize gelen beyannamelerini berâ-yı malûmat size gönderdik. Siz münasip görseniz, onu ve size evvelce gönderdiğimiz Sungur’un Maarif [bilgiler] Vekâletine müdafaası ve Mustafa Osman’ın Adliye Vekiline istidasıyla beraber Tarihçe-i Hayat‘a [hayat hikayesi] bir nevi zeyil [ilave, ek] olarak el yazmasıyla veya makine ile veya İnebolu’daki yeni harfle elli altmış nüsha teksirini [çoğalma] reyinize [fikir, düşünce] havale ediyoruz.

Salisen: [üçüncü olarak] Medresetü’z-Zehra erkânları, [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] benim şahsımın da hakikî vekilimdirler. Bana, şahsıma gelen mektuplara, onlar benim bedelime cevap versinler.

384

Hususan Hüsrev’in mektubunda isimleri bulunan zatlara karşı münasip cevap verirsiniz. Ahmet Feyzi’nin size karşı yazdığı mektubun cevabının parçasını leffen size gönderiyoruz.

Umum kardeş ve hemşirelerimin mübarek Ramazan’larını ve umum gecelerini, mânevî Leyle-i Kadirlerini [Kadir Gecesi] tebrik ile selâm ve dua ve dualarını rica [ümit] ediyoruz.

– 17 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

 Hak ve hakikatin nâşiri [neşreden, yayan, yayınlayan] olan Sebilürreşad’a, halen Halk Partisi namına yapılan yüz cihetle kanunsuz bir muameleyi arz ediyoruz:

Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî, şiddetli zehirlerin neticesi olarak hastalığı şiddetlenip hayattan ümidini kestiği için, kendi nafaka parasıyla aldığı sekiz adet kitabını muhafaza etmek üzere müftü kardeşine göndermişti. Emirdağ Postahanesi güya zabıta memuru vazifesini yapıyor gibi, gizli bir maksada binaen bu kitapları zaptederek hemen bizzat kendisi gidip jandarma dairesine, kaymakama, adliyeye ve telefonla Afyon’a şâyi edip işi şâşaalandırarak kitapların hepsini adliyeye verdirmiştir. Halbuki kitapların mahiyeti şudur:

Beş parçası, mahkemede bulunan müdafaat ve zeyillerinden [ilave, ek] ibarettir. Diğer üç kitap da, şimdiki Adliye Vekili Halil Özyörük’ün üç defa beraatlerine karar verdiği eserlerdir ki, Denizli Mahkemesi aynı eserlerin eczalarını iade etmiştir. Ve Afyon Mahkemesinin de hükümlerini bozmuş ve o eserlerin beraatlerine rey [fikir, düşünce] vermiştir.

Gerçi, komünist olan eski adliye vekili Fuad Sirmen, eski heyet-i vekileye [Bakanlar Kurulu] ihbar etmiş ve Kur’ân’ın gayet hak ve menfaatli bir tefsiri olan Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] mecmuasının dört yüz sahifesi içinde, otuz sene evvel yazılan iki âyetin tefsirine dair iki sahifeyi bahane ederek bu çok mühim eseri yasak etmeye çalışmıştır. Halbuki

385

şimdi millet ve vatana gayet zararlı olan komünist ve masonların eserlerine müsaade edildiği halde, yüz binler kimselerin imanını kurtaran Kur’ân’ın gayet hak ve pek çok menfaatli bir tefsiri olduğunu beş yüz bin adamın şehadetiyle ispat edeceğimiz eserlere evrak-ı muzırra gibi böyle muamele yapmak ve Üstadımıza bu hastalıklı, nâzik zamanında öz kardeşine karşı bu hazin teessüratı [üzülme, etkilenme] vermek, yüz cihetle kanunsuzdur diye arz ediyoruz.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu meselenin gayet sinsi ve gayet gizli hakikati şudur: Üstadımız mânen ve maddeten Demokrat Partiye yardım için talebelerini hafifçe teşvik etmişti. Bunu, Halk Partisinin muannid [inatçı] müstebidleri [baskıcı, despot] anladıkları için, mânâsız bahaneyle habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yaparak bu muameleyi yaptılar. Yoksa her tarafta bu kitaplar posta ile alınıp veriliyor ve buraya da İstanbul’dan, başka yerlerden geliyor ve ilişilmiyordu. Bu vaziyet çok dessasâne [hile yaparak, aldatarak] ve ümit edilmeyen bir plândır.

Salisen: [üçüncü olarak] Zülfikar‘daki [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] mevzuubahis iki âyetin tefsirinden bin misli [benzer] bir muhalefetle, halen matbuatta [basın, medya] eski hükûmete hücumlar yapılıyor ki, şimdi o âyetlerin tefsiri zerre miktar bir suç olamıyor. Bundan da anlaşılıyor ki, bu muameleler Halk Partisi hesabına yapılmakta devam edilen keyfî işlerdir. Ve Halk Partililerin “Saltanat Demokratlarda ise, hüküm ve icraat ve iktidar bizdedir” diye olan iddia ve vehimlerinin bir nümunesidir.

 Emirdağ Nur talebeleri namına

Mehmed, İbrahim, Ziya, ve saire

386

– 18 –

 Reisicumhura, Heyet-i Vekileye, [Bakanlar Kurulu] Başbakanlığa, Adliye Bakanlığı yüksek katına, Diyanet Riyasetine, [Diyanet İşleri Başkanlığı] Ankara,

Hakikî adalet ve hürriyet için çalışan zatlara birkaç nokta beyan ediyorum:

Birinci nokta: Hem Denizli Mahkemesi, hem Ankara Ağır Ceza Mahkemesi, bütün Risale-i Nur eczalarını tetkik edip ve ehl-i vukufun [bilirkişi] da iştirakiyle beraatlerine ve sahiplerine iade etmesine bir mahzur olmadığına karar verip Said’i arkadaşlarıyla beraat ve tahliye ederek, iki sene ellerde ve mahkemelerde kalan Nur Risalelerinin [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] tamamıyla Said’e ve arkadaşlarına iade edildiği ve aynı kararı Mahkeme-i Temyiz [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] kaziye-i muhkeme haline getirip tasdik ettiği halde; şimdi Afyon’un, Said’in şahsına karşı iki garazkârın aynı kitapları, hem gayet antika mu’cizatlı yazılı Kur’ân’ını, bütün bütün hilâf-ı kanun [kanun dışı] olarak müsadere edip Said ve arkadaşlarına verdiği asılsız hükmünü yine aynı Mahkeme-i Temyiz [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] bozduğu ve şimdi vatan ve milleti eski partinin garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] istibdadından [baskı ve zulüm] kurtaran hamiyetkâr, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] vatanperver bazı Demokrat liderleri kemâl-i istihsan ile o risaleleri kabul edip sahip oldukları halde, üç senedir hiç sebepsiz binler lira bizim gibi fukaraya zarar vermek, üç defa beraat etmiş bir mahkemeyi üç sene uzatıp—acip bir zulüm içinde şahsî bir garazkârlık vardır ki—yirmi ay tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] hizmetçisiyle temas ettirmediler. Tahliyeden sonra iki polis kapısında bıraktılar. Hem o gayet müttakî [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] Nur şakirtlerini, [öğrenci] kasten, sebepsiz, sırf takvâlarına ihanet için, mağrip [akşam/batı] namazının vaktinde muhakeme edip namazlarını kazaya bırakarak acip bir zulmetmişler. Hem bütün bu Risale-i Nur eserlerini bir defa da Isparta tamamen müsadere edip tetkikten sonra tekrar aynen iade etmiş.

Demokratların zamanında madem ezan-ı Muhammedî ve din dersleri gibi şeâir-i İslâmiye [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] ile Kur’ân’a hizmet ve eskilerin Kur’ân zararına tahribatları tâmire

387

başlanılmış. Ve madem dinsizlerin ve masonların ve komünistlerin eserleri intişar [açığa çıkma, yayılma] ediyor. Elbette âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] Mekke, Medine, Şam gibi yerlerinde büyük âlimlerin takdir ve tahsinlerine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] mazhar [erişme, nail olma] olmuş ve Diyanet Riyasetinde [Diyanet İşleri Başkanlığı] hocalara okutturulan Zülfikar, [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ve Siracü’n-Nur [Nur Lambası; Risale i Nur] gibi feylesofları susturan mübarek mecmuaları müsadere etmek, üç sene onlarla beraber binler lira kıymetinde değerli, mu’cizatlı, altınla İsm-i Celâl [“Allah” ismi] yazılmış, Diyanet Reisi bütün takdir ile tab’ına [baskı basma] çalıştığı Kur’ân’ı müsadere eden adamlar, elbette adalet ve adliye ve hakikat hesabına değil, belki komünist, masonluk hesabına bir garazkârlık ediyorlar. Ben kendim zehir hastalığıyla şiddetli hasta olduğumdan ve kendi hukukumu müdafaa edemediğimden, Sungur’u kendime vekil ediyorum. Eski hükûmetin bana karşı yirmi senelik işkenceyle bu tahribatın kaldırılmasını adaletperver yeni hükûmetin bakanlarından bekliyorum. Kardeşlerimden Mustafa Sungur’u tevkil [vekalet verme] ediyorum.

Nur şakirtleri [öğrenci] namına

Said Nursî

– 19 –

 [Ehemmiyetli bir hakikat ve Demokratlarla Üniversite Nurcularının bir hasbihalidir.]

Şimdi milletin arzusuyla şeâir-i İslâmiyenin [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çâre-i yegânesi, [tek çâre] ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad [dayanak noktası] yapmaktır. Eski zamanda İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız [itiraz eden, karşı gelen] olmakla mâni olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muarız [itiraz eden, karşı gelen] değil, belki muhtaçtırlar. Çünkü komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik, doğrudan doğruya

388

anarşistliği intaç [netice verme] ediyor. Ve bu dehşetli tahrip edicilere karşı ancak ve ancak hakikat-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçeği] etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmaya vesile olduğu gibi, bu vatanı istilâ-yı ecanipten ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur. Ve bu hakikate binaen, Demokratlar bütün kuvvetleriyle bu hakikate istinad edip komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almaları zarurîdir.

Bir ezan-ı Muhammedînin (a.s.m.) serbestiyetiyle kendi kuvvetlerinden yirmi defa ziyade kuvvet kazandılar. Milleti kendilerine ısındırdılar, minnettar ettiler. Hem mânen eski İttihad-ı Muhammedîden (a.s.m.) olan yüz binler Nurcularla, eski zaman gibi farmason ve İttihatçıların mason kısmına karşı ittifakları gibi, şimdi de aynen İttihad-ı İslâmdan olan Nurcular büyük bir yekün teşkil eder. Demokratlara bir nokta-i istinaddır. [dayanak noktası] Fakat Demokrata karşı eski partinin müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] ve mason veya komünist mânâsını taşıyan kısmı, iki müthiş darbeyi Demokratlara vurmaya hazırlanıyorlar.

Eskiden nasıl Ahrarlar iki defa başa geçtiği halde, az bir zamanda onları devirdiler. Onların müttefiki olan İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) efradının [bireyler] çoklarını astılar. Ve “Ahrar” denilen Demokratları kendilerinden daha dinsiz göstermeye çalıştılar. Aynen öyle de, şimdi bir kısmı dindarlık perdesine girip Demokratları din aleyhine sevk etmek veya kendileri gibi tahribata sevk etmek istedikleri kat’iyen [kesinlikle] tebeyyün [meydana çıkma, görünme] ediyor. Hattâ ulemânın resmî bir kısmını kendilerine alıp Demokratlara karşı sevk etmek ve Demokratın tarafında, onlara mukabil gelecek Nurcuları ezmek, tâ Nurcular vasıtasıyla ulemâ, Demokrata iltica etmesinler. Çünkü Nurcular hangi tarafa meyletseler ulemâ dahi taraftar olur. Çünkü onlardan daha kuvvetli bir cereyan yok ki, ona girsinler.

İşte madem hakikat budur, yirmi beş seneden beri ehl-i ilmi, [ilim ehli, âlimler] ehl-i tarikatı [tarikata mensup olanlar] ezen, ya kendilerine dalkavukluğa mecbur eden eski partinin müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] ve mason ve komünist kısmı bu noktadan istifade edip Demokratları devirmemek için,