EMİRDAĞ LAHİKASI – 2. Bölüm 40-59. Mektuplar (411-433)

411

görüyorsunuz. Ben de şimdi nafakamla tedarik ettiğim nüshalarımı o küçük medrese-i Nuriyeme [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] benim bedelime gönderiyorum. Onların adedince Said’ler, seninle komşu olurlar.

Hem fedakâr evlâdın çok fevkinde [üstünde] sadakatle şimdiye kadar hizmetleriyle herbiri birer genç Said olarak beş-on Abdurrahmanlarım hükmünde Sungur, Ceylân, Tillolu Said, Salih, Abdullah, Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] Ziya gibi genç ve çalışkan Saidleri senin yanına hem benim vekilim, hem senin talebelerin olarak benim bedelime o küçücük medrese-i Nuriyeye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] nezaret ve bir nevi dershane olarak reyinize [fikir, düşünce] bırakıyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

 Said Nursî

– 40 –

Aziz, sıddık ve mübarek kardeşlerim,

Evvelâ: Hüsrev’in imzasıyla Reis-i Cumhura verilen telgraf, bir ihtimali var ki; Ankara’da küçük Hüsrev’ler, Hüsrev’in kalemiyle yazılan Kur’ân’ı fotoğrafla tab [basma] etmek ihtimali hatırımıza geldi. Siz Isparta postahanesinden anlayınız ki, ne mahiyette bir telgraftır? Bana da malûmat veriniz. Merak ettim.

Saniyen: [ikinci olarak] Konya’daki Rıfat Filiz kardeşimizin mektubunda, bazı sofîlerin bize hafif tenkitlerinin hiç ehemmiyeti yoktur. Sakın müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmasınlar. Hiçbir vecihle [yön] mukabele [karşılama; karşılık verme] etmesinler. Şimdi ehl-i imanın, [Allah’a inanan] hususan ehl-i tarikatın [tarikata mensup olanlar] ve bilhassa şahsıma ait tenkitlerini bir nevi nasihat ve bir nevi iltifat telâkki [anlama, kabul etme] ederim. Onlara hakkımı helâl ediyorum. Şimdi ehl-i ilhadın [dinsizler] bize dehşetli zararlarına karşı, kardeşlerimiz olan ehl-i imanın [Allah’a inanan] gayet hafif, şahsıma karşı tenkitlerini bir nevi ikaz ve bizi ihtiyata [dikkat, tedbir] sevk için bir dostluk telâkki [anlama, kabul etme] ediyorum.

412

Salisen: [üçüncü olarak] Bu yakında Afyon’da haftalık gazeteler, gizli münafıkların tahrikiyle beni de, alâkamız olmadığı birşeye münasebettar [alâkalı, ilgili] göstermiş. Buradaki Nurcular da onu tekzip ettiler. Merak edilecek birşey değildir. Medresetü’z-Zehra erkânlarının [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] harika ve müessir ve âlem-i İslâma [İslâm âlemi] menfaatli hizmet-i Nuriyelerini [Risale-i Nur Hizmeti] bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Umum kardeşlerimize ve hemşirelerimize binler selâm eder, dua eder ve dualarınızı istiyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

– 41 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Mübarekler köyünden Ali ile Hacı Süleyman ve Dinar tarafından Abdurrahman ve Himmet [ciddi gayret] ve daha evvel gelen ehemmiyetli bir Nurcu hemşehrisi yanıma geldiler. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] çok şükürler ediyorum ki, Mübarekler köyünde (Kuleönü) eskisi gibi Nurlara şiddetli alâkalarını muhafaza ediyorlar. Ve onların sadakat ve ihlâslarının bir kerametidir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ki, kendime mahsus on mecmua kitaplarımı lüzumuna binaen Ankara’ya gönderdiğim ve çok ehemmiyetli ve uzak yerlerden benden kitapları istedikleri aynı zamanda Kuleönü mübarekleri kendilerine mahsus Nur mecmualarını gönderdiğim miktarın aynı olarak Medresetü’z-Zehranın bir hediyesi olarak bana getirdiler. Hususan birinci Abdurrahman olan Büyük Mustafa’nın kendi el yazısı olan bütün Mektubat ve Lâhikayı içinde buldum. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o kitapların harfleri adedince her birisine mukabil bin rahmet ihsan [bağış] etsin. Âmin.

Saniyen: [ikinci olarak] On bir ay Hüsrev’in istirahatine fevkalâde hâlisâne hapiste hizmet eden ve müdafaatında gayet güzel mukabele [karşılama; karşılık verme] eden Nurun küçük kahramanlarından

413

Mustafa, dünkü gün benim yanıma geldi, dedi: “Ben, ağabeyim Hüsrev’in yanına ziyaretine gideceğim.” Dedim: Gerçi hem senin, hem onun hakkınızdır bu ziyaret. Fakat bugün dört talebe geldiler, Isparta’ya gittiler; o cihette ihtiyaç kalmadı. Sen de Risale-i Nur hesabına mühim bir köyde imam olduğun için, o hizmet de benim şahsî hizmetimden daha ziyade Nurlara fâidesi olduğu gibi, Hüsrev’in ziyaretinden şimdilik daha kıymettar olabilir. Eğer o köyde hizmet-i Nuriye [Risale-i Nur Hizmeti] olmasaydı, Mustafa gibi hâlis ve fedakâr hizmetkâra ihtiyacım vardı. Öyleyse, şimdilik ziyareti tehir et.

Salisen: [üçüncü olarak] Konyalı Hacı Sabri kardeşimiz yanıma geldi. Ben, Sadık, Hayri, Mustafa hazır iken çok ehemmiyetli sohbetimiz Hacı Sabri’ye mühim bir ders oldu. Bilhassa Medresetü’z-Zehra erkânlarının, [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] hususan Hüsrev’in bu vatan ve millet ve âlem-i İslâma [İslâm âlemi] hizmet-i imaniyeleri [iman hizmeti] ve tahripçi dinsizlerin desiselerine [hile, aldatma] sed çekmeleri o kadar büyük bir hasenedir ki, farz-ı muhal, [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] binler seyyie [günah] olsa affettirir. Öyleyse, başta Hüsrev olarak o erkânların [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] hiçbir hareketini tenkit etmemek ve kemâl-i ihlâs ve samimiyetle onlara tesanüd [dayanışma] ve tam kardeş olmak lâzımdır diye bu mealde bir ders oldu. İnşaallah Hacı Sabri de, Hoca Sabri ve Rüştü ve emsalleri gibi ruh u can ile alâkadar ve Hüsrev’e tam kardeş olacak; meşrep [hareket tarzı, metod] ihtilâfı daha tesir etmeyecek.

Kardeşiniz

Said Nursî

– 42 –

Aziz, sıddık kardeşlerim, Medresetü’z-Zehra erkânları, [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] Nur nâşirleri, [neşreden, yayan, yayınlayan]

Evvelâ: Bir meseleyi biz münasip gördük; size, asıl Nur hakkında söz sahibi Medresetü’z-Zehra erkânlarının [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] tensibine havale etmek için kalbe geldi. Şöyle ki:

Bugünlerde bana hizmet eden üç arkadaşımızın muvakkaten [geçici] birkaç gün benden ders almak iştiyaklarına [arzu, istek] binaen ve eski zamanda talebelerime verdiğim kıymettar bir hatırayı hayatlandırmak iştiyakına [arzu, istek] binaen, matbu Lemeat [parıltılar] hergün bir sahifesini ders veriyordum. Hem ben, hem onlar çok hayretle ve takdirle karşılıyorduk.  

414

Fikrimize geldi ki: Bu matbu risalenin, sair matbu risaleler gibi nüshalarının kalmadığının sebebi, bunun çok kıymettar olduğunu bilen düşman kısmı intişarına [açığa çıkma, yayılma] mâni olduklarına ve dost kısmı, kıymeti için elinden çıkarmadığına kanaatimiz geldi.

Hem gördük ki, bu Lemeat, [parıltılar] Risale-i Nur’un mühim bir kısmının çekirdekleri, tohumları hükmünde gayet güzel vecizelere ve hiçbir edibin [edebiyatçı] ve mütefekkirin [düşünen] muvaffak olamadığı bir tarzla sehl-i mümteni [imkânsız birşeyi kolayca ifade etme] gibi taklit edilmez büyük bir hakikat-i içtimaiyeyi küçük bir vecizede ve manzum [düzenli] bir kitabı, mensur gibi, aynı nesirli bir kitap gibi, hiç nazmı hatıra getirmeden kolayca okunacak bir tarzda bulunması, otuz yedi sene evvel Ramazan-ı Şerifin yirmi gününde hergün bir iki saat iştigaliyle [meşgul olma, uğraşma] bir tarzda koca bir kitap kadar uzun, bir nevi mesnevî [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] yazılması ve içinde yirmi yerde, bir ihtar-ı gaybî [gaybdan gelen hatırlatma] nevinde haber verdiklerinin otuz kırk sene sonra aynen meâli çıkmış gibi o noktalara elimize geçen bir nüshada işaret koyduk. Gösteriyor ki, bu Lemeat, [parıltılar] Risale-i Nur’un bir müjdecisi ve fihristesi ve bir fidanlık nümunesidir kanaatimiz geldi.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu Lemeat‘ın [parıltılar] işaret ettiğimiz kısımları Otuz Üçüncü Söz namında Sözler’in âhirinde yazılması, Nur Kahramanı Hüsrev’in ve Medresetü’z-Zehra erkânlarının [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] reyine [fikir, düşünce] havale ediyoruz. Umum kardeş ve hemşirelerime selâm ve dua ve dualarını istiyoruz.Haşiye [dipnot]

اَلْ بَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî

415

– 43 –

Aziz, sıddık, sadık, muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] ve hâlis kardeşlerim ve hemşirelerim,

Bütün ruh u canımızla bayramlarınızı, hem bu sene serbestçe hâlisâne hacca gidenlerin bayramlarını, hem bu vatandaki istibdadın [baskı ve zulüm] kırılmasıyla hürriyet-i şer’iyeye bu milletin mazhariyete başlamasını ve bu milletin bu mânevî bayramını ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] ittifakkârâne intibahlarının [uyanış] mânevî bayramlarını ve Risale-i Nur’un hakikat-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikati] dair verdikleri haberlerini zamanın tasdik etmelerini ve en geniş bir dairede o mânevî envar-ı Kur’âniyeye, beşer ihtiyacını hissetmesini tebrik ediyoruz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

– 44 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Seyyid Salih’in Halep ve havalisindeki çok ehemmiyetli İhvan-ı Müslimîn Cemiyeti için sizden istediği Nur mecmualarından, kendime mahsus mecmualardan on tanesini ona gönderdim ki onlara versin.

Saniyen: [ikinci olarak] Denizli, hem Denizli’deki Nur kardeşlerimizle ziyade alâkadarım. Merhum Hasan Feyzi’nin arkadaşları ne vaziyette olduklarını ve Yakup Cemal eski kardeşimiz ne halde ve nerede olduğunu merak ederken, aynı vakitte Yakup Cemal’in Denizli Nurcuları namına güzel bayram tebriki beni çok sevindirdi. Mütehassirâne ve müştâkane [arzulu, aşırı istekli] hayalen beni Denizli’de gezdirdi, “Mâşâallah, bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] dedim.

Salisen: [üçüncü olarak] Nurcuları yirmi seneden beri tâzip [azap] eden ve hapislere sokan bedbahtlardan bazıları, her günde bir ay bize verdikleri sıkıntılar kadar mânevî azap çekiyorlar. Biz o zâlimleri Cehenneme havale edip sabrederdik. Fakat

416

hizmet-i imaniye [iman hizmeti] kudsiyeti, [kutsal, kusursuz ve yüce] o bedbahtlara dünyada da bir nevi cehennemi, adalet-i İlâhiyeden [Allah’ın adaleti] istemiş ki, bazıları bir senede istibdad-ı mutlakadan aldığı lezzeti hiçe indiriyor gördük; zaman gösterdi. Demek adalet ve inayet-i İlâhiyenin [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] himayeti bize kâfidir.

Rabian: [dördüncü olarak] Ali Osman’ın vefatıyla hem akrabasını, hem Medresetü’z-Zehra ve Nur dairesini tâziye ediyorum. Ve onu da tebrik ediyorum ki, vazifesini tam yapmış ve şimdi de Nur kahramanları Hafız Ali ve Hafız Mustafa yanında duama dahildir.

Umum kardeşlerime binler selâm.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî

– 45 –

 [Mahremdir. Şimdilik Medresetü’z-Zehra erkânlarına [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] mahsustur.]

İhtiyar kadınlara ehemmiyetli bir müjde ve bekâr ve mücerret [soyut] kalmak isteyen genç kızlara bir ihtar.

Hadîs-i şerifte عَلَيْكُمْ بِدِينِ الْعَجَۤائِزِ 2 gösteriyor ki âhir zamanda kuvvetli iman, ihtiyar kadınlarda bulunur ki, “Dindar ihtiyar kadınların dinine tâbi olunuz” diye hadis-i şerif ferman etmiş. Hem Risale-i Nur’un dört esasından bir esası şefkattir. Ve kadınlar şefkat kahramanı bulunmasından, hattâ en korkağı da kahramancasına ruhunu yavrusuna feda eder. Ve bu zamanda o kıymettar valideler ve hemşireler, büyük bir hadise ile karşılaşıyorlar. Mahremce ve ifşâsı münasip olmayan bir hakikat-i fıtriyesini, Nur şakirtlerinden [öğrenci] mücerred [bekar] kalmak isteyen veya mecbur kalan kızlar kısmına beyan etmek lâzım gelir diye ruhuma ihtar edildi. Ben de derim ki:

417

Kızlarım, hemşirelerim,

Bu zaman, eski zamana benzemiyor. Terbiye-i İslâmiye [İslâm terbiyesi] yerine terbiye-i medeniye, [çağdaş eğitim] yarım asra yakın hayat-ı içtimaiyemize [sosyal hayat] yerleştiği için, bir erkek bir kadını ebedî bir refika-i hayat [hayat arkadaşı, eş] ve saadet-i hayat[hayatın mutluluğu] dünyeviyeye medar [kaynak, dayanak] ve sair günahlardan kendini muhafaza etmek için almak lâzım gelirken; o biçare zaifeyi daim tahakküm [baskı] altında, yalnız dünyevi, muvakkat [geçici] gençliğinde sever. Ona verdiği rahatın bazı on misli [benzer] onu zahmetlere sokar. Eğer şer’an “küfüv[denk] tâbir edilen birbirine denk olmazsa, hukuk-u şer’iye nazara alınmadığından, hayatı daima azap içinde geçer. Kıskançlık da müdahale ederse daha berbat olur.

İşte bu izdivaca [evlenme] sevk eden üç sebep var:

Birisi: Tenasülün [üreme] devamı için, hikmet-i İlâhiyece [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] o fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] hizmete bir ücret olarak bir fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] meyil [arzu, istek] ve şevk vermiş. Halbuki o zevk, on dakikada bir lezzet verse de, eğer meşru ise, erkek bir saat meşakkat çekebilir. Fakat kadın, on dakikalık o zevk için on ay çocuğu kendi vücudunda zahmetini çekmekle on sene çocuğun hayatına yardımla meşakkat çeker. Demek, o on dakikalık fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] meyil, [arzu, istek] bu uzun meşakkatlere sevk ettiği için, ehemmiyeti kalmaz. His ve nefis, onunla onu izdivaca [evlenme] tahrik etmemeli.

İkincisi: Fıtraten kadın, zaafı [zayıflık, güçsüzlük] için maişet [geçim] noktasında bir yardımcıya muhtaçtır. O ihtiyaç için şimdiki terbiye-i İslâmiyeden [İslâm terbiyesi] ders almayan, serseriliğe, tahakküme [baskı] alışanlardan o küçük bir iaşesi hatırı için tahakkümler [baskı] altına girip riyakârâne kocasının rızasını tahsil etmek yolunda hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] ve uhreviyesinin medarı [kaynak, dayanak] olan ubudiyetini [Allah’a kulluk] ve ahlâkını bozmak bedeline, köy kadınları gibi kendi nafakasını kendi çalışmasıyla kazanmak, on defa daha kolaydır. Rezzak-ı Hakikî çocukların rızkını sütle verdiği gibi, onların da rızkını o Hâlık-ı Rahîm [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] veriyor. O rızık hatırı için namazsız ve ahlâkını kaybetmiş bir zevci aramak, riyakârâne çalışıp tahakkümü [baskı] altına girmek, elbette Nur talebesinin kârı değil.

Üçüncüsü: Kadınlığın fıtratında çocuk okşamak ve sevmek meyelânı [meyil, eğilim] var. Ve bir evlâdının dünyada ona hizmeti ve âhirette de şefaati ve validesi öldükten

418

sonra ona hasenatıyla yardımı, o meyl-i fıtrîyi [doğuştan gelen meyil, arzu] kuvvetlendirip evlendirmeye sevk etmiş. Halbuki şimdi terbiye-i İslâmiye [İslâm terbiyesi] yerine terbiye-i medeniye [çağdaş eğitim] ile on taneden bir iki hakikî evlât, kendi validesinin şefkatine mukabil fedakârâne hizmet ve dindârâne dualarıyla ve hasenatlarıyla validesinin defter-i a’mâline [amel defteri] haseneler yazdırmak ve âhirette salih ise validesine şefaat etmek ihtimaline mukabil, ondan sekizi o hâleti [durum] göstermediğinden, bu fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] meyil [arzu, istek] ve nefsânî şevkle o biçare zaifeler böyle ağır bir hayata kat’î mecbur olmadan girmemek gerektir. İşte bu işaret ettiğimiz hakikate binaen, bekâr kalmak isteyen Nur şakirtlerinden [öğrenci] olan kızlara derim ki:

Tam muvafık ve dindar ve ahlâklı bir zevc bulmadan, kendilerini açık saçıklıkla satmasınlar. Eğer bulunmadı; Nurun bir kısım fedakâr şakirtleri [öğrenci] gibi mücerret [soyut] kalıp tâ ona lâyık ve ebedî bir arkadaş olacak ve terbiye-i İslâmiyeyi [İslâm terbiyesi] almış vicdanlı bir müşteri ona çıksın. Ve saadet-i ebediyesi, [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] muvakkat [geçici] bir keyf-i dünyevî için bozulmasın. Ve medeniyetin seyyiatı [günahlar] içinde boğulmasın.Haşiye [dipnot]

Said Nursî

– 46 –

Hapsin lâtif [berrak, şirin, hoş] bir hâtırası

Hapislerde, hususan Afyon hapsinde eski, zâlim müstebitlerin [baskıcı, diktatör] aldatmak suretinde arasıra af bahsini etmesinden, biçare mahpuslar benden soruyordular: “Acaba af olacak mı?”

Ben de derdim: Bu zâlimler aldatıyorlar. Fakat Nur şakirtleri [öğrenci] madem mahpuslara teselli vermek ve yüzde doksanını namaz kıldırmak hikmetiyle üç defa hapse girdiler. Rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] kuvvetli ümit ederim ki, hapislerin tam bir afla çıkmasına bir alâmet olduğuna kuvvetle ümit ve müjde ediyorum. Çok defa çok

419

adamlara bu teselliyi veriyordum. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükrolsun ki, kahraman Demokratlar o ümit ve ihbarlarımı tasdik ettirip, keyfî, tarafgirâne bazı kanunların bahanesiyle ve garazkâr [kötü niyet sahibi, art niyetli] bazı memurların tarafgirlik hesabına bahanelerle ezilen çok mâsum mahpusları azaptan kurtarmaya vesile oldular. Ve milletin cür’etkâr kısmını kendine ve âsâyişe taraftar ettiler. O vesileyle, pek çok mahpuslar Nurlara ve Nurculara cidden alâkadarlık sebebiyle tamamıyla ıslah-ı hal [kendi halini ıslah etme, düzeltme] edip vatan ve millete değil muzır, [zararlı] belki birer hizb ve uzv-u nâfi hükmüne geçtiler.

Said Nursî

– 47 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

Çok Sevgili Üstadımız Efendimiz,

“Risale-i Nur imha edilmez” diye yazılan ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] parçayı Başbakan, Adliye Bakanına ev adresleriyle, yine diğer bakanların da resmî adreslerine gönderdik. Görüştüğümüz meb’uslara veriyoruz. Hepsi de bu hususta çalışacaklarını söylüyorlar. Isparta Mebusu Senirkentli Tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] Tola, ziyade alâkadar oluyor ve diyor ki: “Hükûmet şimdi komünistlikle mücadeleye başladı. Bu mücadele yalnız zabıta ile olamaz. Nurcular yirmi seneden beri mücadele ediyorlar. Ve hükûmete büyük yardımda bulunuyorlar. Ve bugün memleketteki muhtelif cereyanların en hayırlısı ve en tesirlisi Nurculardır diyorlar.”

Vâiz [nasihat veren] ve meb’us Ömer Bilen, diğer meb’us Hasan Fehmi Ustaoğlu ve Fehmi Çobanoğlu isimli ihtiyar zatlar, size pek çok hürmet ve selâm ediyorlar. Her ikisi dahi Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] namına sevgili Üstadımızı, bu asrın bir mürşid-i hakikîsi söyleyerek, “Onların himmetidir [ciddi gayret] ki, bu umulmadık zafer kazanıldı”  

420

diyorlar. Siz sevgili Üstadımızdan çok cihetle yardım gördüğünü söyleyen bu muhterem milletvekilleri, sizin dua ve Risale-i Nur’un hizmetine güvenerek ileriye pek büyük ümitle baktıklarını ve “İslâmiyetin bütün şâşaasıyla âlem-i insaniyet [insanlık âlemi] çapında parlayacağını Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetinden bekliyoruz” diyorlar. Dünkü Çarşamba günü üç meb’us, bir aralık Üstadımızı ziyaret edeceklerini konuşmuşlar.

 Abdullah, Sungur

– 48 –

 Mahkeme-i Kübrâya şekva ve müdafaatınbir hâşiyesi [dipnot] olan parçanın hulâsasıdır [özet]

Size bu defa Mahkeme-i Temyize [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] gönderdiğimiz—avukatın Temyiz Mahkemesine gönderdiği—istidanın suretidir. Ve dehşetli kararnameye karşı, hulâsa[özet] sizin tarafınızdan bu meâlde, müsadere kararnamesine mukabil, dindar meb’uslara dersiniz:

Bu tarzda müsadere ne derece kanuna muhalif ve Demokrat hükümetini tanımamak ve Adliye Bakanının verdiği emri ne derece dinlemediklerini ve ehemmiyet vermediklerini gösteriyor. Ve adliye adaleti haricinde dehşetli bir garaz hükmediyor. Kitaplarımızın ellerindeki tamamını, binler kelimeden bir iki kelimeyi suç mevzuu bahanesiyle vermek istemediklerini ve bu suretle Nurların neşrine mâni olmak istediklerini ve suç diye gösterdikleri noktalarda bizim tarafımızdan müdafaatımızda onların seksen bir hatâlarını Hatâ-Savap Cetvelinde ispat edilmekle açık garazkârlıklarının gösterildiğini; hem elyevm [bu gün] yasak olmayan yüz binler tefsirlerde yazılı bulunan tesettür ve irsiyet [miras] hakkındaki iki âyetin birkaç satırlık tefsiri yüzünden dünyada hiçbir kanunun müsaade etmediği acip bir zulümle, dört yüz sahifelik Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] mecmuasını müsadere edip bize vermemek suretiyle bir zulüm irtikâp [kötü iş işleme] ettiklerini; hem Afyon’da iki sene ellerinde kalan bütün Risale-i Nur’un parçaları, daha evvelden hem Denizli, hem Ankara,

421

hem Isparta mahkemelerinde beraat ettirilip sahiplerine iade edildiğini ve bilâhare Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Asâ-yı Mûsâ‘yı [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ruhsatsız neşir bahanesiyle Isparta hükûmeti müsadere edip dört sene zaptettikten sonra hiçbiri noksan olmadan yüz yetmiş mecmuayı bize iade ettiklerini; ve bizim en mühim suçumuz, Risale-i Nur’un mahrem bir parçasında elli sene evvel bir hadîsin tefsirinde, cebrî kanunlarla şapkayı [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giydiren ve din-i İslâmı [İslâm dini] bu mübarek Türk milletinden kaldırmak için Lozan Muahedesinde [iki ya da daha çok devlet arasında yapılan antlaşma] söz veren ve pek şiddetli ve dehşetli hücumlarına rağmen hiçbir hakikî Müslüman Türkü Protestan yapamayan ve millet-i İslâm [İslâm milleti] için pek çok zararlı olduğunu ef’âliyle [fiiler, davranışlar] ispat eden ve hadis-i şerifin haber verdiği o müthiş şahıs kendisi olduğunu, hayat ve mematıyla [ölüm] gösteren Mustafa Kemal’e bir mahrem eserde “din yıkıcı, süfyan[âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] dediğimizi ve “kalblerdeki sevgisini bozmaya çalıştığımızı” isnad edip kararnamede mahkûmiyetimize sebep olduğunu ve Mahkeme-i Temyizin [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] Afyon Mahkemesinin bu haksız kararını bozmasıyla yeniden görülmeye başlanan dâvâ af kanunu çıkmasıyla, dosyalarıyla ve bütün Nur eserleriyle çürütülmek için mahzene [depo] atıldığını ve bilâhare Adliye Bakanlığınca, Sungur’un keşide ettiği telgrafı üzerine, bütün eserlerin verilmesine emir verildiği halde hiçbiri iade edilmeyerek yeniden suç mevzuu olanlarını tefrik etmek, belki tamamını suç mevzuu yapmak istemeleriyle Risale-i Nur’un tam serbestîsine mâni olmak istediklerini bildiren ve üç seneden beri bizi aldatan böyle eşhasa [kişiler] Nurun işlerini bırakmamak için Başbakan ve Adliye Bakanının nazar-ı dikkatlerine [dikkat içeren bakış] arz edilmek üzere bu meâldeki adaletperver Demokratlara istida [dilekçe] yazılması, vatan ve millet menfaatine lüzumu var.

Lâfza-i Celâl [“Allah” kelimesi] üzerinde i’câzı [mu’cize oluş] gözle görülen Kur’ân’ımızı almak için istida [dilekçe] ile Diyanet Riyasetine [Diyanet İşleri Başkanlığı] müracaat edilmesi gibi sırf garazla ve ecnebî parmağıyla aleyhimize dönen işlerden ve işkencelerden bizi ve âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] pekçok sevindiren Demokratların dikkat edip Nurcuları kurtarmalarını, hürriyetperver hükûmetten rica [ümit] ederiz.

422

– 49 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Bütün ruh u canımla geçmiş Mevlid-i Nebeviyenizi tebrik ediyoruz.

Saniyen: [ikinci olarak] Sizin Nurun neşrindeki muvaffakiyetinizi [başarı] âlem-i İslâm [İslâm âlemi] tebrik edip alkışlayacak. Şimdi de emareleri görünüyor ki: Ezcümle bir nümunesi, Pakistan Maarif [bilgiler] Vekili Nurlar için benim yanıma geldi, Risale-i Nur’un bir kısmını aldı. “Doksan milyon Müslümanlar içinde neşrine çalışacağım” dedi. Aldı, gitti.

Hem bu kadar aleyhimizde münafıklar çalıştıkları halde, hem Avrupa’da, hem Asya’da uzak yerlere Risale-i Nur’u götürmüşler.

Hem Berlin’de Almanlar Zülfikar‘ı [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] aldıkları vakit, bir gazetelerinde alkışlayarak ilân etmişler.

Hem dahilde ehl-i iman, [Allah’a inanan] en ziyade muarızlar [itiraz eden, karşı gelen] olan eski başbakan ve dahiliye vekili [İçişleri Bakanı] yasak ettikleri Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ve Zülfikar‘ı [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] yasaklarına ehemmiyet vermeyerek kemal-i şevkle okuyorlar. Okuyanlar Ankara’da pek ziyadedir.

Hem birkaç yerde hapishane müdürleri iki üç vilâyette karar vermişler ki: “Biz hapishaneleri medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] yapacağız ki, bizim mahpuslar da Denizli, Afyon hapisleri gibi Nurlarla ıslah olsunlar.”

Salisen: [üçüncü olarak] Merhum Burhan, [delil] Nurun ümmî ve gizli kahramanı idi. Hem onun akrabasını, hem Isparta’yı, hem Medresetü’z-Zehra şakirtlerini [öğrenci] tâziye ediyorum. Beş-altı gün evvel haber almıştım. Şimdiye kadar beş altı gün zarfında belki bin defa ona dua etmişim. Çünkü altı günde virdimde [devamlı yapılan zikir] dört yüze yakın اَجِرْنَا مِنَ النَّارِ 1 dediğimde onu da niyet ediyorum. Bütün okuduklarımı Burhan‘a [delil] hediye ediyorum.

Rabian: [dördüncü olarak] Nurlar, mektepleri tam nurlandırmaya başladı. Mektep şakirtlerini [öğrenci] medrese talebelerinden ziyade Nurlara sahip ve nâşir [neşreden, yayan, yayınlayan] ve şakirt [öğrenci] eyledi. İnşaallah,

423

medrese ehli yavaş yavaş hakikî malları ve medrese mahsulü olan Nurlara sahip çıkacaklar. Şimdi de çok müftülerden ve çok ulemalardan Nurlara karşı çok iştiyak [arzu, istek] görülüyor ve istiyorlar.

Şimdi en mühim tekkeler [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] ehli, ehl-i tarikattır. [tarikata mensup olanlar] Bütün kuvvetleriyle Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] nurlandırmaları ve sahip çıkmaları lâzım ve elzemdir.Haşiye [dipnot] Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatini düşünüp “Tarikat zamanı değil, bid’alar [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] mâni oluyor” dedim. Fakat şimdi, sünnet-i Peygamberî dairesinde, bütün on iki büyük tarikatın hulâsa[özet] olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi.

Hem ehl-i tarikatın [tarikata mensup olanlar] en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor; kalbi mağlûp olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakikî Nurcu olabilirler. Yalnız mümkün olduğu kadar bid’atlara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] ve takvâyı kıran büyük günahlara girmemek gerektir.

Hâmisen: [râbianın altmışta biri] Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan zındıka ve dinsizlik ve anarşilik ve maddiyunluğa karşı yalnız ve yalnız tek bir çare var. O da Kur’ân’ın hakikatlerine sarılmaktır. Yoksa koca Çin’i az bir zamanda komünistliğe çeviren musibet-i beşeriye, siyasî, maddî kuvvetlerle susmaz. Yalnız onu susturan hakikat-i Kur’âniyedir. [Kur’ân’ın hakikati]

Rehber Risalesindeki Leyle-i Kadir [Kadir Gecesi] meselesi, şimdi hem Amerika, hem Avrupa’da eseri görülüyor. Onun için, şimdiki bu hükûmetimizin hakikî kuvveti, hakaik-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] dayanmak ve hizmet etmektir. Bununla, ihtiyat [dikkat, tedbir] kuvveti olan üç yüz elli milyon uhuvvet-i İslâmiye [İslâm kardeşliği] ile ittihad-ı İslâm dairesinde kardeşleri kazanır. Eskiden Hıristiyan devletleri bu ittihad-ı İslâma taraftar değildiler.

424

Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için, hem Amerika, hem Avrupa devletleri Kur’ân’a ve ittihad-ı İslâma taraftar olmaya mecburdurlar.

Sâdisen: [hâmisenin altmışta biri] Yanıma Nur talebesi bir meb’us geldi, dedi ki:

“Ben Adliye Bakanlığına gittim. Afyon’da Nurların müsadere kararını söyledim.” Adliye Vekili Özyörük dedi ki: “Ben Afyon Mahkemesine Nurların tamamen verilmesine emir verdim. Hatta bendeki Asâ-yı Mûsâ‘yı [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] da müellifine [telif eden, kitap yazan] iade edeceğim” diye bana söyledi. Halil Özyörük’ün bu sözü Demokratlara ve Nurlara taraftarlığını gösteriyor.

Umuma binler selâm.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

– 50 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 2* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 3

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 4

Aziz, sıddık kardeşlerim ve Nurun genç kahramanları,

Evvelâ: Ruh u canımızla sizin Ankara gibi yerde harika bir tarzda hizmet-i Nuriyenizi [Risale-i Nur Hizmeti] tebrik ediyoruz. Hakikaten ümidimizin fevkınde ehl-i maarif [eğitimciler; ilim ve irfan [bilgi, anlayış] ehli olanlar] ve mektepliler kısmında çok ehemmiyetli bir intibaha [uyanış] vesile oldunuz. Bir senede Ankara gibi bir yerde bu hizmetiniz on senede ancak yapılacak. Az bir zamanda bu vazife-i imaniyeyi [iman hakikatlerini yayma görevi] yaptığınıza kanaat edip kuvve-i mâneviyeniz [mânevî güç] ehemmiyetsiz hadiselerle kırılmasın. Belki daha şiddetli çalışmanıza vesile olsun. O gibi yerlerde dahilden ve hariçten gelen yirmi kadar siyasî ve içtimaî [sosyal, toplumsal] cereyanların

425

hodfuruşâne [beğenerek] ve garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] çarpıştıkları bir zamanda Kur’ân ve imana hizmetiniz ve Üniversitelilerin Nurlara takdirkârâne [övgüyle] sahip çıkmaları, bütün Nurcuları sevindirdiği gibi, ileride inşaallah [Allah dilerse] âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] da sevindirecek. Sizlerin az hizmetinizde mükâfat çoktur.

Bazan askerlikte ağır şerait altında bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmünde olduğu gibi, sizler ve İstanbul Üniversiteli Nurcuları dahi, az zamanda çok vazife gördünüz. Mesainizin semeresi [meyve] az da olsa kanaat ediniz. Mücahede [Allah yolunda cihad etme] cephesinde bazı zaiflerin geri çekilmesi cesurlarda daha ziyade kahramanlık damarını tahrik ettiği gibi, Nur fedakârları, vehhamların [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] çekilmesiyle daha ziyade gayret ve sebata, [kalıcı olma, sabit kalma] belki şevkle daha ziyade çalışmaya sebep olmak gerektir.

Evet, Risale-i Nur’un mühim bir hakikatinden siz fıtraten bir ders aldınız. Yine o hakikatı nazar-ı dikkate alınız. O da şudur:

Vazifemiz ihlâs ile iman ve Kur’ân’a hizmet etmektir. Amma bizi muvaffak etmek ve halka kabul ettirmek ve muarızları [itiraz eden, karşı gelen] kaçırmak ise, o vazife-i İlâhiyedir. [Allah’a ait olan iş] Biz buna karışmayacağız. Mağlûp da olsak, kuvve-i mâneviyeye [mânevî güç] ve hizmetimize noksanlık vermeyecek. O noktada kanaat etmek lâzımdır.

Meselâ, bir zaman İslâmın büyük bir kahramanı Celâleddin Harzemşah’a demişler: “Cengiz’e karşı muzaffer olacaksın.”

O demiş: “Vazifemiz cihad etmektir. Bizi galip etmek vazife-i İlâhiyedir. [Allah’a ait olan iş] Ona karışmam.”

Sizin şimdiye kadar sarsılmadan hâlis hizmetinizin delâletiyle, siz de bu kahramana iktida [uyma] etmişsiniz. Binden bir iki adam sizden kabul etse, yine sarsılmamak gerektir. Bazan bir iki adam, bine mukabil geliyor.

Saniyen: [ikinci olarak] Ankara’da bu sırada nazarlar dünyaya ziyade çevrilmiş. Ve iktidar kısmı daha tam prensibini kabul etmeye vakit bulamamış. Müteaddit [bir çok] partiler kendine tarafdar bulmak için veya kabahatlerini setretmek [örtme] için elbette çok çalışıyorlar. Ve İslâmiyet ve Kur’ân aleyhindeki hariçteki cereyanlar elbette dahilde bazılarını bulmuşlar ki, Kur’ân lehinde [tarafında] cidden çalışanları uçurmak, kaçırmak,

426

evham vermek gibi propagandalarla hakikî fedakâr olmayan veya dünya ile ve fazla dostlarla alâkadar olanları evhamlandırıyorlar. Ve Nurcuların da kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] kırmaya çalışıyorlar.

 Said Nursî

– 51 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ben size bugün mektup yazacaktım. Ziyade rahatsızlığım sebebiyle telâşta iken, aynı dakikada Mustafa Gül ve İbrahim Gül geldiler. Hem bana ilâç, hem teselli, hem büyük sevince vesile olduklarından, o iki mübarek kardeşimi benim vekillerim ve bir mektup olarak size gönderiyorum. Onlar birer Said olarak benim bedelime sizi ziyaret ve tebrik edip sair şeylerimi de size beyan etsinler.

 Said Nursî

– 52 –

 [Üstadımızın tebrik telgrafına Reisicumhur [Cumhurbaşkanı] Celâl Bayar’ın telgrafla verdiği cevaptır.]

Bediüzzaman Said Nursî,

Emirdağ,

Samimî tebriklerinizden fevkalâde mütehassis olarak teşekkürler ederim.

 Celâl Bayar

– 53 –

Aziz, sıddık ve mübarek kardeşlerim,

Evvelâ: Nurdan bana çok lüzumu bulunan Medresetü’z-Zehranın fütuhatçı [fetihler, yayılmalar] mahsulâtını ve kahraman Tahirî’nin merhume haremiyle ve merhume iki kerimesi namına gönderdiği mecmualarını ve iki hafta evvel merhum Hafız Ali’nin bir hayrülhalefi Mustafa’nın tam zamanında tamam Mektubat’ını ve Nurun metin [sağlam] bir kumandanı Re’fet Beyin kendi kalemiyle yazdığı mübarek mecmuasını ve pek güzel ve mânidar rüyalı mektubunu aldım ve çok sevindim. Onların her

427

bir harfine Cenab-ı Erhamürrahimîn sizin her birinize bin hasene ihsan [bağış] etsin. Merhume Hatice ve merhume Hicret’in [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] ve merhume Âişe’nin ruhlarına ve kabirlerine binler rahmet eylesin. Âmin.

Saniyen: [ikinci olarak] İkinci bir Hüsrev olan Mustafa Osman’ın mektubunda, Sabri namında bir kardeşimizin, benim hizmetim için yanıma gelmesini istemesi beni çok memnun etti. O gelmiş ve birkaç ay hizmet etmişçesine kabul ediyorum. Fakat şimdi benim hizmetime hariçten gelmeye ihtiyaç kalmamıştır. Ne vakit ihtiyaç olursa o zaman haberdar edeceğim. Hakikaten Eflâni havalisinde Isparta kahramanları mahiyetinde küçük kahramanlar yetişmeye başlamıştır.

Salisen: [üçüncü olarak] Nur’un demirbaş kâtibi ve şakirdi [talebe, öğrenci] Kâtip Osman’ın Risale-i Nur bahçesinden gönderdiği yaş üzüm teberrükünü [bereket vesilesi] ve Medresetü’z-Zehranın çok ehemmiyetli bir şubesi ve bir merkezi olan Sava’nın gayet mübarek teberrüklerini, [bereket vesilesi] kaideme muhalif olarak onların hatırı için kabul ettim. Ve kime yedirsem de, onların hayrı olarak yedireceğim.

Rabian: [dördüncü olarak] Nur kahramanı Hüsrev’in, ben Emirdağında iken bana yazdığı umum mektuplarından mühim parçalarını, hususan benim yazdığım mektupların hülâsalarını [esas, öz] hâvi [içeren, içine alan] kısımlarını bir defterde yazmıştım. Fakat ben hapisteyken birisi, hoşuna gitmiş, almış; kayboldu. Şimdi tekrar eski mektuplarından kırk kadar bende var. Onları inşaallah [Allah dilerse] ben işaret edeceğim; burada yazdıramazsam size göndereceğim. Bir defterde cem [toplama, bir araya gelme] edilerek belki ehemmiyetine binaen teksir [çoğalma] edilecek.

Hâmisen: [râbianın altmışta biri] Sözler mecmuasından on beş tanesini Ankara’ya gönderdim. Çok fâide vermiş. Oradaki Nurcular kahramancasına ihtiyat [dikkat, tedbir] perdesi altında çalışıyorlar.

Sâdisen: [hâmisenin altmışta biri] Sizde bulunmayan ve Hüsrev’in istediği Mektubat’ı tashih ettim. Birisiyle göndereceğim. Bu defa Yirmi Dördüncü Mektubu çok kıymetli, çok ince, çok derin ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] gördüm.

Umuma binler selâm.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî

428

– 54 –

Aziz, sıddık ve mübarek kardeşlerim,

Evvelâ: Kardeşimiz İnebolu Hüsrev’i Nazif [temiz, pak] Çelebi bana yazıyor ki: “Hizb-i Nûriye ve Salâvatın [namazlar, dualar] neşrini bitirdikten sonra ne münasip ise neşredeceğim” diye soruyor.

Bence sizin tensibinizle Hastalar ve İhtiyarlar Lem’aları [parıltı] ve On Yedinci Mektup olan çocukların kısacık tâziyenamesi ve Yirmi Birinci Mektup (ihtiyarlara hizmet hakkındaki kısa mektubun) neşri münasiptir. Fakat Medresetü’z-Zehranın erkânı, [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] hangi cümle ve hangi fıkra [bölüm] münasip görürlerse kaldırabilirler ve ıslah edebilirler. Ve daha kısa başka münasip risaleler varsa ilâve edebilirler. Bu mealde, kahraman Nazif‘e [temiz, pak] çabuk cevap gönderiniz. Hakikaten, o kardeşimizin Cevşenü’l-Kebîri ve Hizb-i Nuriyeyi Salâvat [namazlar, dualar] ile beraber neşri, Nurculara ve ehl-i imana [Allah’a inanan] büyük bir hizmettir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] herbir harfine mukabil ona ve yardımcılarına bin sevap ihsan [bağış] etsin. Âmin.

Saniyen: [ikinci olarak] Yeni ehl-i hükûmet [yöneticiler, hükûmette olanlar] yavaş yavaş anlıyor ki, hakikî kuvvet Kur’ân’dadır. Ve İslâmiyet uhuvvetiyle [kardeşlik] ve imanın hakaikiyle [doğru gerçekler] tahribatçı düşmanlara karşı dayanabilirler.

Evet, bir tahripçi, yirmi tamirciyi telâşa düşürür ve bazan mağlûp edebilir. Koca Çin’i kendine tâbi yapan bir kuvveti, buradaki yirmi milyon Müslümana karşı âdetâ mağlûp bir vaziyette tecavüzden durduran, maddî kuvvetler, haricî-dahilî tedbirler, ittifaklar değil, belki yalnız Kur’ân ve imanın hakikatleri, onların en büyük kuvveti olan mâneviyat-ı kalbiyeyi tahribatlarına karşı sed çekmesi ve mânevî yaralarını tedavi etmesidir. Ve yeni hükûmetin Maarif [bilgiler] Vekili bu hakikati hissetmiş ki, seleflerine [önce gelen, önceki, yerine geçilen] muhalif olarak, en ziyade iman hakikatlerinin neşrine, din derslerine ehemmiyet veriyor. Hattâ büyük bir ehemmiyetle, şimdi de Şark Darülfünunu—tâbirlerince [üniversite] Doğu Üniversitesi—için yüz bin lira tahsis edildiğini gazeteler yazmış.

429

Hem mezkûr [adı geçen] hakikati, hem Ankara, hem İstanbul Üniversiteleri o dehşetli, tahribatçı kuvvete karşı hem vatanı, hem gençliği kurtaracak hakaik-ı Kur’âniye [Kur’ân hakikatleri, esasları] ve imaniye olduğunu kat’iyen [kesinlikle] bildiler ki, Ankara’daki üniversiteliler 1700 imza ile Maarif [bilgiler] Vekilinin din derslerini cebrî mekteplere koyması için tebrik etmişler. Ve İstanbul Üniversitesinde yeni hükûmetin en mühim bir rüknüne [esas, şart] demişler ki:

“Anadolu’da din lehinde [tarafında] kuvvetli bir cereyan var. Onlara da, solcular gibi bir derece meydan vermeyeceğiz” demesine mukabil, o üniversitenin mümessili, [temsilci] din neşriyatı yapanlar aleyhinde olduğu halde, o reise demiş ki:

“Eğer dediğin o cereyan Risale-i Nur ise, ne siz ve ne de Avrupa onu mağlûp edemez.”

Bu mesele münasebetiyle, meslek ve meşrebime [hareket tarzı, metod] muhalif olarak Eski Said’in bir iki dakika kafasını başıma alarak diyorum ki:

Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyete karşı komünist mücadelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası, üç meslek icap [gerekli kılma] ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. “Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası da Nasraniyet[Hristiyanlık] diyebilirler. Fakat bu vatanda, küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] karşı iman ve İslâmiyetten başka bir din, bir mezhep olamaz. Olsa, dini bırakıp komünistliğe girmektir. Çünkü hakikî bir Müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasranî olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur.

İnşaallah, Maarif [bilgiler] ve Adliye Vekilleri gibi, sair erkânlar [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] da bu ehemmiyetli hakikati tam anlayacaklar. Sağ-sol tâbiri yerine, hak ve hakikat ve Kur’ân ve iman kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-ü mutlaktan, [her açıdan inkârcılığa düşmek] anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahribatlarından kurtarmaya çalışmalarını rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] bütün ruh u canımızla niyaz ve rica [ümit] ediyoruz.

• • •

430

– 55 –

… Bir iki hafta evvel Mısır’ın Camiü’l-Ezherinin büyük bir müderrisi [medrese âlimi, hoca, profesör] olan Ali Rıza buraya hususî bir adamı gönderdiği gibi, iki gün evvel de aslen Buharalı ve Medine-i Münevvere’de mücavir ve Mısır’da büyük âlimlerle ve hususan eski Şeyhül-islâmımız ve Dârü’l-Hikmette [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] benim arkadaşım Mustafa Sabri Efendiyle alâkadar ve bu tarafa geleceğine dair onlarla görüşen ve bir derece onların namına mühim bir âlim yanıma geldi. Ben de Camiü’l-Ezher’e hediye-i vakfiyem olarak on bir tane hususî mecmualarımı o zât vasıtasıyla âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] büyük medresesi olan ve o âlimin ihbarıyla şimdi yirmi yedi bin talebesi bulunan Camiü’l-Ezher’e hediye olarak o zâta verdik. Hem dedik: Başta Mustafa Sabri ve Ali Rıza ve Mehmed Zahid Kevserî [Cennette bulunan bir havuz] olarak, Nur mecmualarına benim bedelime sahip ve hâmi [himaye eden, koruyan] ve vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olsunlar ve Arabîye tercümeye çalışsınlar, dedik. Mektup da yazdık. O zât aldı, gitti.

Umum kardeşlerime ve hemşirelerime selâm ederim, dualarını isterim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

– 56 –

Evvelâ: Hadsiz şükrolsun ki, şimdi Ankara içinde küçük bir medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] mânâsında, küçük Said’ler ve Nurun fedakârları her gece birisi bir mecmuayı okur, ötekiler ders alır gibi dinliyorlar. Bazı vakit konferans zamanında bazı mühim adamlar da iştirak ediyorlar. Bu defa Afyon gazetecisinin iftirası münasebetiyle Başvekile [Başbakan] ve Dahiliye Vekâletine [İçişleri Bakanlığı] ve Nur talebelerine bazı meb’uslar söylemiş: Adnan Menderes ile Dahiliye Vekili [İçişleri Bakanı] pek dostâne mukabele [karşılama; karşılık verme] edip haber göndermişler ki, “Hiç merak etmesin ve meyus [ümitsiz] olmasın.”

431

Ve Afyon’daki gazeteci de, “Ben Emirdağına geleceğim ve Üstada iki dileğim var; bunları rica [ümit] edeceğim ve özür dileyeceğim” demiş. Ve bizim aleyhimizde neşredilen o gazetelerden, talebelerim yüz altmış adedini alarak imha etmişlerdir.

Daha fazla yazacaktım. Rahatsızlığım dolayısıyla yazamadım ve vakit de dar olduğundan kısa kesiyorum. Umumunuza selâm.

– 57 –

Hakikaten Eflâni ve Safranbolu, aynen Isparta’nın kahramanları gibi Nurlara mütemadiyen çalışıyorlar. Hattâ bu defa Rehberlerin bir kısmında münâcât [Allah’a yalvarış, dua] yoktu. Eflâni az bir zamanda yetmiş adet eski harfle Münâcâtı [Allah’a yalvarış, dua] yazıp bize göndermiştir. Biz de o Münâcâtları [Allah’a yalvarış, dua] Rehberlerin arkasına ilâve ettik. İnşaallah orada da çok Sungur’lar çıkıyor ve çıkacak.

– 58 –

 Müdafaatın bir Haşiyesidir [dipnot]

Bu mealde adalet-perver Demokratlara istida [dilekçe] yazabilirsiniz. Ben hastayım. Siz nasıl münasipse öyle yapınız.

Avukatımızdan bir gün evvel aldığımız mektupta, kitaplarımızın suç mevzuu olan ve olmayanları, hiçbir kanuna uymayan bir tarzda, binler kelime içinde, bir risalede, birtek kelimeyi bahane edip, suç mevzuu yapmak, o risaleyi vermemek suretiyle Nurların intişarına [açığa çıkma, yayılma] garazkârane mâni olmak fikriyle, hem kararnamelerini Mahkeme-i Temyizce [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] bütün bütün bozan kararnamede, suç mevzuu gösterdikleri bizim aleyhimizde olmadığı halde ve müddeiumuminin [savcı] iddianamesine karşı hatâ-savap cetvelinde seksen bir hatâsını ve garazkârlığını kat’î ispat ettiğimiz halde, şimdi aynı garazkârlıkla ve dört yüz sahife Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] risalesini, birkaç satır tesettür ve irsiyet [miras] hakkındaki, yüz bin tefsirin aynı mânâyı söylediklerine binaen, otuz kırk sene evvel yazılan cümlelerini suç mevzuu yapıp, o mecmuayı müsadere edip bize vermemek, dünyada hangi kanun buna müsaade eder?

432

Hem Afyon’un mahkemesindeki eserler—tekrarat-ı Kur’âniye ve melekler hakkındaki iki parçacık müstesna olarak—bütün eserler iki sene hem Denizli, hem Ankara Ağır Ceza Mahkemesi beraatine karar vererek, içinde suç mevzuu bulamadıkları ve bize iade etmeye karar verdikleri ve aynı eserler Isparta hükûmetinin bir vakit müsadere ile tamamen eline geçtiği halde, tamamıyla sahiplerine iade ettikleri, sonra da Zülfikar‘la [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] Asâ-yı Mûsâ‘yı [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] ruhsatsız eski yazıyla neşir bahanesiyle dört seneden beri müsadere edildikleri ve aynen hiçbiri zâyi olmadan yüz yetmiş adet mecmuada bir suç mevzuu bulamadıkları için bizlere tamamen iade ettikleri ve bizim en mühim suçumuz olarak gösterdikleri, eski partinin bir kısım şeflerine hakikat namına itirazımızın yüz misli [benzer] ziyade şimdi dinî mecmualar, resmî cerideler [gazete] aynı itirazı şiddetle vurdukları halde, Risale-i Nur’un bir mahrem parçası, şimdiki zamanı tamamıyla tayin ettiği bir hakikatini tefsir bahsinde ispat etmiş ki, “Ölmüş bir şeftir” demiş.

İşte hakikat böyleyken, Afyon Mahkemesi, adalet namına değil, belki o ölmüş adamın muhabbeti taassubuyla, eski harfle de neşredilen kararnamenin âhirinde, bizi mahkûm etmek için en mühim sebep savcının garazkârlığı sebebiyle mahkeme heyeti demişler ki:

“Said ve arkadaşları, Mustafa Kemal’e din yıkıcı, süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] demişler ve kalblerdeki sevgisini bozmaya çalışmışlar. Onun için mahkûm ediyoruz.”

Acaba ölmüş gitmiş bir adamın şahsına karşı bin defa böyle itiraz da olsa umumî bir dâvâ oluyor. Mahkeme-i adalet buna dair böyle bir hükmü vermek, elbette pek acip bir mânâ iş içinde var.

Şimdi böylelerin elindeki dört defa Nur eserleri beraat kazandıkları ve şimdi Dahiliye Bakanı, evvelce Adliye Bakanı üç defa beraatine ve suç mevzuu olmadığına ve bizi mahkûm eden Afyon kararını bozmasıyla, suç mevzuu olmadığına hüküm verdiği halde, şimdi bütün millet, adalet ve şefkat ve diyanete hizmet bekledikleri Demokrat hükûmeti zamanında, eski müstebitlerin [baskıcı, diktatör] dehşetli plânlarıyla Risale-i Nur’a karşı garazkârlarının keyfine bırakmak, Demokrat hükûmeti aleyhinde büyük bir hıyanettir. Ve milletin tesellî-i ümidini kırmaktır.

433

Benim Ankara’da bir vekilim Mustafa Sungur’dur. 17.11.1950 tarihli çektiği telgrafta, umum risalenin bize iadesine karar verilmiş diye müjde verdi. Ve âdil Adliye Vekili üç defa beraat verdiği ve şimdi de Sungur’un mektubuna göre, hem iadesine emir verildiğini ve “Şimdi telefonla haber vereceğim” söyledikleri halde, bu on altı senedenberi aleyhimizde olan iftiralar ve jurnaller [ihbar] hem Eskişehir, hem Denizli mahkemesinde bütün dosyaları Afyon Mahkemesi toplamak ve af kanununun çıkmasıyla ve mahkemelerin beraat vermesiyle, o mübarek eserleri, o dosyalar içerisine karıştırarak çürütmek için mahzene [depo] atmak ve üç seneden beri bizi aldatan bazı eşhasa [kişiler] Nurların işlerini bırakmamak lâzım geliyor. Başbakan ve Maarif [bilgiler] Bakanı ve Dahiliye Bakanına bu gayet mühim meseleyi nazar-ı dikkatlerine [dikkat içeren bakış] arzediyorum.

Said Nursî

– 59 –

Papalık Makam-ı Âlîsi Kalem-i Mahsusu

Başkitabet Dairesi

Numara: 232247

Vatikan, 22 Şubat 1951

Efendim,

Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] nâm el yazısı olan güzel eseriniz İstanbul’daki Papalık makam-ı vekâleti vasıtasıyla Papa Hazretlerine takdim edilmiştir. Bu nazik saygınızdan dolayı gayet mütehassis olduklarını bildirirken, üzerinize Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] lütuflarını dilediklerini tebliğe beni memur ettiklerini arza müsâraat eylerim. Bu vesile ile saygılarımı sunarım efendim.

İmza

Vatikan Bayn Başkâtibi