İLK DÖNEM ESERLERİ – Hutbe-i Şâmiye (525-614)

525

Risale-i Nur Külliyatından

Hutbe-i Şâmiye

Bediüzzaman Said Nursî

Telif [kaleme alma] Tarihi: 1911

İlk Baskı: 1911

526
527

Bu Hutbe-i Şâmiye eseri, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin otuz beş yaşında iken, Şam’da, Şam ulemasının ısrarı üzerine Câmi-i Emevîde irad [sunma, söyleme] ettiği bir hutbedir. [balık] Çok büyük bir ehemmiyeti haiz olması hasebiyle, o zaman Şam’da bir hafta içinde iki defa tab [basma] edilmiştir. Bilâhare müellif [telif eden, kitap yazan] Bediüzzaman Said Nursî tarafından tercümesi neşredilmiştir.

 Arabî Hutbe-i Şâmiye’nin Mukaddemesidir [evvel, önce]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Kırk sene evvel Şam’daki Cami-i Emevîde, Şam ulemasının ısrarıyla, içinde yüz ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] bulunan on bin adama yakın bir azîm cemaate verilen bu Arabî ders risalesindeki hakikatleri, bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile Eski Said hissetmiş, kemâl-i kat’iyetle [tam bir kesinlik] müjdeler vermiş ve pek yakın bir zamanda o hakikatler görünecek zannetmiş. Hâlbuki iki harb-i umumî [Birinci Dünya Savaşı] ve yirmi beş sene bir istibdad-ı mutlak, o hiss-i kablelvukuun [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] kırk-elli sene tehirine sebep olmuş; ve şimdi o zamandaki verdiği haberlerin aynen tezahürleri âlem-i İslâmiyette [İslâm âlemi] başlamış. Demek, bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe değil, belki doğrudan doğruya, 1327’ye (Rûmî 1911) bedel 1371’de ve Cami-i Emevî yerine âlem-i İslâm [İslâm âlemi] camiinde, üç yüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatli ve taze bir ders-i içtimaî [toplumu ilgilendiren ders] ve İslâmîdir diye, tercümesini neşretmek zamanıdır tahmin ederim.

Said Nursî

528

Gayet mühim bir suale verilen çok ehemmiyetli bir cevabı burada yazmaya münasebet geldi. Çünkü kırk sene evvel Eski Said, o dersinde bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile Risale-i Nur’un harika derslerini ve tesiratını görmüş gibi bahsediyor. Onun için o sual-cevabı yazacağız. Şöyle ki:

Çoklar tarafından hem bana, hem bazı Nur kardeşlerime sual etmişler ve ediyorlar: “Neden bu kadar muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] karşı ve muannid [inatçı] feylesoflara ve ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] mukàbil Risale-i Nur mağlûp olmuyor? Milyonlar kıymettar hakiki kütüb-ü imaniye ve İslâmiyenin [imanı ve İslâmı anlatan kitaplar] intişarlarına [açığa çıkma, yayılma] bir derece sed çekmekle ve sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] lezzetleriyle çok bîçare gençleri ve insanları hakaik-i imaniyeden [iman hakikatleri, esasları] mahrum bırakıyorlar. Hâlbuki en şiddetli hücum ve en gaddarâne muamele ve en ziyade yalanlarla ve aleyhinde yapılan propagandalarla Risale-i Nur’u kırmak, insanları ondan ürkütmek ve vazgeçirmeye çalıştıkları halde, hiçbir eserde görülmediği bir tarzda Risale-i Nur’un intişarı, [açığa çıkma, yayılma] hatta çoğu el yazmasıyla altı yüz bin nüsha risalelerinden kemâl-i iştiyakla [tam bir istek ve arzu] perde altında intişar [açığa çıkma, yayılma] etmesi ve dahil ve hariçte kemâl-i iştiyakla [tam bir istek ve arzu] kendini okutturmasının hikmeti nedir? Sebebi nedir?” diye bu mealde çok suallere karşı el-cevap deriz ki:

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] sırr-ı i’câzıyla [mu’cizeliğin sırrı] hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu dünyada bir mânevî cehennemi dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada mânevî bir cennet bulunduğunu ispat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde [huy, karakter] ve hakaik-i Şeriatın [şeriat hakikatleri, İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar] amelinde cennet lezaizi [lezzetler] gibi mânevî lezzetler bulunduğunu ispat ediyor. Sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ehlini ve dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşenleri o cihetle, aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünkü, bu zamanda iki dehşetli hal var.

Birincisi: Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye [insanın hisleri, duyguları] akıl ve fikre galebe [üstün gelme] ettiğinden, ehl-i sefaheti [yasak zevk, eğlencelere düşkün olan kimseler]

529

sefahetten [ahmaklık, beyinsizlik] kurtarmanın çare-i yegânesi, [tek çare] aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir. Ve يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا 1 âyetinin işaretiyle, bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman [Allah’a inanan] iken ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] o hubb-u dünya [dünya sevgisi] ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, [tek çare] dünyada dahi cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur ki, Risale-i Nur o meslekten gidiyor. Yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve fenden gelen dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve sefahetteki [ahmaklık, beyinsizlik] tiryakiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vücudunu ispat ile ve onun azabıyla insanları fenalıktan, seyyiattan [günahlar] vazgeçirmek yoluyla ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, “Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Gafûrü’r-Rahîmdir, [çok merhamet eden, suçları bağışlayan Allah] hem Cehennem pek uzaktır” der, yine sefahetine [ahmaklık, beyinsizlik] devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlûp olur.

İşte, Risale-i Nur ekser muvazeneleriyle [karşılaştırma/denge] küfür ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid [inatçı] ve nefisperest [nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olan] insanları dahi o menhus, gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] lezzetlerden ve sefahetlerden [ahmaklık, beyinsizlik] bir nefret verip, aklı başında olanları tevbeye sevkeder. O muvazenelerden, [karşılaştırma/denge] Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki kısa muvazeneler [karşılaştırma/denge] ve Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfındaki [bölüm, kısım] uzun muvazene, [karşılaştırma/denge] en sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor. Meselâ, Âyet-i Nurda, [“Allah, göklerin ve yerin nûrudur” ifadesiyle başlayan, Nur Sûresinin 35. âyeti] seyahat-i hayaliye [hayalî yolculuk] ile hakikat olarak gördüğüm vaziyetleri gayet kısaca işaret edeceğiz. Tafsilini isteyen Sikke-i Gaybiyenin [Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser adı] âhirine baksın.

530

Ezcümle: O seyahat-i hayaliyede, [hayalî yolculuk] rızka muhtaç hayvanat âlemini gördüğüm vakit, maddî felsefe ile baktım; hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczleri, o zîhayat [canlı] âlemini bana çok acıklı ve elîm gösterdi. Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve gafletin gözüyle baktığımdan feryad eyledim. Birden hikmet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın hikmeti] ve imanın dürbünüyle gördüm ki, Rahmân ismi, Rezzâk [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] parlak bir güneş gibi tulû [doğma] etti. O aç, bîçare zîhayat [canlı] âlemini rahmet ışığıyla yaldızladı.

Sonra hayvanat âlemi içinde, yavruların zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları hazin, elîm ve herkesi rikkat [acıma] ve acımaya getirecek bir karanlık içinde diğer bir âlemi [âhiret, öteki dünya] gördüm. Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] nazarıyla baktığıma eyvah dedim. Birden iman bana bir gözlük verdi. Gördüm ki, Rahîm ismi şefkat burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] tulû [doğma] etti. O kadar güzel ve şirin bir sûrette o acı âlemi sevinçli âleme çevirip ışıklandırdı ki, şekvâ [şikayet] ve acımak ve hüzünden gelen gözyaşlarımı, sevinç ve şükrün lezzetlerinden gelen damlalara çevirdi.

Sonra sinema perdesi gibi insan âlemi bana göründü. Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] dürbünüyle baktım. O âlemi o kadar karanlıklı, dehşetli gördüm ki, kalbimin en derinliklerinden feryad ettim, eyvah dedim. Çünkü, insanlarda ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihâta [kavrayış] eden tasavvurat [düşünceler] ve efkârları [fikirler] ve ebedî bekà ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve Cenneti gayet ciddî isteyen himmetleri [ciddi gayret] ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve had konulmayan ve serbest bırakılan fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] kuvveleri ve hadsiz maksatlara müteveccih [yönelen] ihtiyaçları ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczleriyle beraber hücumlarına mâruz kaldıkları hadsiz musibet ve a’dâları [düşmanlar] ile beraber gayet kısa bir ömür, hergün ve her saat ölüm endişesi altında, gayet dağdağalı [karışık, gürültülü] bir hayat, yaşamak için gayet perişan bir maişet [geçim] içinde kalbe, vicdana en elîm ve en müthiş hâlet [durum] olan mütemâdi [aralıksız, devamlı] zevâl [batış, kayboluş] ve firak [ayrılık] belâsını çekmek içinde, ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] için zulümat-ı ebediye [sonsuz karanlıklar] kapısı sûretinde

531

görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar, birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar gördüm.

İşte, bu insan âlemini bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla beraber bütün letâif-i insaniyem, [insandaki ince ve yüce duygular] belki bütün zerrât-ı vücudum [beden hücreleri] feryatla ağlamaya hazırken, birden Kur’ân’dan gelen Nur ve kuvvet-i iman [iman gücü] o dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gözlüğünü kırdı, kafama bir göz verdi. Gördüm ki, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Âdil ismi Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Rahmân ismi Kerîm [cömert, ikram sahibi] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Rahîm ismi Gafûr [çok merhamet eden, suçları bağışlayan Allah] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] yani mânâsında, Bâis [sebep, neden] ismi Vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] ismi Muhsin [bağış ve iyiliklerde bulunan] burcunda, [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] Rab ismi Mâlik burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] birer güneş gibi tulû [doğma] ettiler. O karanlıklı ve içinde çok âlemler bulunan insan âleminin umumunu birden ışıklandırdılar, şenlendirdiler. Cehennemî hâletleri [durum] dağıtıp, nuranî âhiret âleminden pencereler açıp, o perişan insan dünyasına nurlar serptiler. Zerrât-ı kâinat [evrendeki atomlar] adedince, “Elhamdü lillâh, eşşükrü lillâh[ezelden ebede bütün şükürler ancak Allah’adır] dedim. Ve aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] gördüm ki, imanda mânevî bir cennet ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] mânevî bir cehennem bu dünyada da vardır, yakînen bildim.

Sonra küre-i arzın [yer küre, dünya] âlemi göründü. O seyahat-i hayaliyemde [hayalî yolculuk] dine itaat etmeyen felsefenin karanlıklı kavânin-i ilmiyeleri, [ilmin kanunları] hayalime dehşetli bir âlem gösterdi. Yetmiş defa top güllesinden daha sür’atli hareketiyle, yirmi beş bin sene mesafeyi bir senede gezip devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] (kàbil) ve içi zelzeleli, çok ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz [yer küre, dünya] içinde ve o dehşetli gemi üstünde kâinatın hadsiz boşluğunda seyahat eden bîçare nev-i insan [insan türü, insanlık] vaziyeti bana pek vahşetli bir karanlık içinde göründü, başım döndü. Gözüm karardı. Felsefenin gözlüğünü yere vurdum, kırdım. Birden hikmet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın hikmeti] ve imaniye ile ışıklanmış bir gözle baktım, gördüm ki, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın [gökleri ve yeri yaratan Allah]  

532

Kàdir, Alîm, Rab, Allah ve Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Ard ve Müsahhirü’ş-Şemsi ve’l-Kamer [Ayı ve Güneşi itaat ettiren, boyun eğdiren, Allah] isimleri, rahmet, azamet, rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] burçlarında güneş gibi tulû [doğma] ettiler. O karanlıklı, vahşetli, dehşetli âlemi öyle ışıklandırdılar ki, o hâlette, [durum] benim imanlı gözüme küre-i arz [yer küre, dünya] gayet muntazam, musahhar, [boyun eğdirilmiş] mükemmel, hoş, emniyetli, herkesin erzakı içinde bir seyahat gemisi ve tenezzüh [ferahlama, rahatlama] ve keyif ve ticaret için müheyyâ [hazır] edilmiş ve zîruhları [ruh sahibi] güneşin etrafında, memleket-i Rabbâniyede [Rab olan Allah’ın memleketi] gezdirmek ve yaz ve bahar ve güzün mahsulâtını rızık isteyenlere getirmek için bir gemi, bir tayyare, bir şimendifer [tren] hükmünde gördüm. Küre-i arzın [yer küre, dünya] zerrâtı [atomlar] adedince “Elhamdü lillâhi alâ ni’meti’l-iman[iman nimetinden dolayı Allah’a hamdolsun] dedim.

İşte, buna kıyasen, Risale-i Nur’da pekçok muvazenelerle [karşılaştırma/denge] ispat edilmiştir ki, ehl-i sefahet [yasak zevk, eğlencelere düşkün olan kimseler] ve dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] dünyada dahi bir mânevî cehennem içinde azap çekerler; ve ehl-i iman [Allah’a inanan] ve salâhat, [dindarlıkta çok ileri olma hali] dünyada dahi bir mânevî cennet içinde, İslâmiyet ve insaniyet midesiyle ve imanın tecelliyat ve cilveleriyle, mânevî bir cennet lezzetleri tadabilir, belki derece-i imanlarına [iman derecesi] göre istifade edebilirler. Fakat, bu fırtınalı zamanın hissi iptal eden ve beşerin nazarını âfâka dağıtan ve boğan cereyanlar, iptal-i his [hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirme] nev’inden bir sersemlik vermiş ki, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] mânevî azabını muvakkaten [geçici] tam hissedemiyor; ehl-i hidâyete [doğru yolda olanlar, iman nimetine ermiş olanlar] dahi gaflet basıyor, hakikî lezzetini tam takdir edemiyor.

Bu asırda ikinci dehşetli hal: Eski zamanda küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve fenden gelen dalâletler [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve küfr-ü inadîden [gerçekleri görmek istememe, inattan kaynaklanan küfür] gelen temerrüd, [inat etme] bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için, eski İslâm muhakkiklerinin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] dersleri, hüccetleri [delil] o zamanlarda tam kâfi [yeterli]  

533

olurdu, küfr-ü meşkûkü [inkârda, küfürde şüpheye düşme] çabuk izale [giderme] ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, [ahmaklık, beyinsizlik] dalâletlerden [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide, fen ve ilimle dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] girip inat ve temerrüd [inat etme] ile hakaik-i imana [iman hakikatleri, esasları] karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid [inatçı] inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalâletleriyle [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hakaik-ı imaniyeye karşı muaraza [karşı gelme, karşı koyma] ettiklerinden, elbette bunlara karşı, atom bombası gibi, bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakikat-i kudsiye [kutsal hakikatler] lâzımdır ki, onların tecavüzatını [tecavüzler, saldırılar] durdursun ve bir kısmını imana getirsin.

İşte, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın tam yarasına bir tiryak [derman, ilaç] olarak Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] ve lemeatı [parıltılar] bulunan Risale-i Nur, pek çok muvazenelerle, [karşılaştırma/denge] en dehşetli muannid, [inatçı] mütemerridleri, [inatçı] Kur’ân’ın elmas kılıcıyla kırıyor. Ve kâinat zerreleri adedince vahdâniyet-i İlâhiyeye [Allah’ın bir ve tek olması] ve imanın hakikatlerine hüccetleri, [delil] delilleri gösteriyor ki, yirmi beş seneden beri en şiddetli hücumlara karşı mağlûp olmayıp galebe [üstün gelme] etmiş ve ediyor.

Evet, Risale-i Nur’da, iman ve küfür muvazeneleri [karşılaştırma/denge] ve hidayet ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] mukayeseleri, bu mezkûr [adı geçen] hakikatleri bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] ispat ediyor. Meselâ, Yirmi İkinci Sözün iki makamının burhanlarına [delil] ve lem’alarına [parıltı] ve Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfına [bölüm, kısım] ve Otuz Üçüncü Mektubun pencerelerine ve Asâ-yı Mûsâ‘nın [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] on bir hüccetine, [delil] sair muvazeneler [karşılaştırma/denge] kıyas edilse ve dikkat edilse anlaşılır ki, bu zamanda küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve mütemerrid [inatçı] dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] inadını kıracak, parçalayacak Risale-i Nur’da tecelli eden hakikat-i Kur’âniyedir. [Kur’ân’ın hakikati]

İnşaallah, nasıl Tılsımlar Mecmuasında, dinin mühim tılsımlarını ve hilkat-ı âlemin muammalarını keşfeden parçalar, o mecmuada toplanmış. Aynen öyle

534

de, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] dünyada dahi cehennemlerini ve ehl-i hidâyetin [doğru yolda olanlar, iman nimetine ermiş olanlar] dünyada lezâiz-i cennetlerini [Cennet lezzetleri] gösteren ve iman, Cennetin bir mânevî çekirdeği ve küfür ise Cehennem zakkumunun [Cehennemde bir ağacın ismi] bir tohumu olduğunu gösteren Nurun o gibi parçaları, kısacık bir tarzda, bir mecmuacık olarak yazılacak, inşaallah [Allah dilerse] neşredilecek.

ba

535

 Arabî Hutbe-i Şâmiye eserinin tercümesi

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Bütün zîhayatlar [canlı] hayatlarının lisân-ı hâlleriyle Hâlıklarına [her şeyi yaratan Allah] takdim ettikleri mânevî hediyelerini ve lisân-ı hâlle hamd ve şükürlerini, o Zât-ı Vacibü’l-Vücuda biz de takdim ediyoruz ki, demiş:

  لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللهِ 1 Yani, “Rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ümidinizi kesmeyiniz.” Hem hadsiz salât [namaz] ve selâm ol Peygamberimiz Muhammed Mustafa aleyhissalâtü vesselâm üzerine olsun ki, demiş:

  جِئْتُ ِلاُتَمِّمَ مَكَارِمَ اْلاَخْلاَقِ 2 Yani, “Benim insanlara Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafından bi’setim [Cenâb-ı Hakkın peygamber göndermesi] ve gelmemin ehemmiyetli bir hikmeti, ahlâk-ı haseneyi [güzel ahlâk] ve güzel hasletleri [huy, karakter] tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır.”

Hamd ve salâttan [namaz] sonra: Ey bu Cami-i Emevîde bu dersi dinleyen Arap kardeşlerim! Ben haddimin fevkinde, [üstünde] bu minbere [câmide hutbe okunan yer] ve bu makama irşadınız [doğru yol gösterme] için çıkmadım. Çünkü size ders vermek haddimin fevkindedir. [üstünde] Belki içinizde yüze yakın ulema bulunan cemaate karşı benim misâlim, medreseye giden bir çocuğun misâlidir ki, o sabî çocuk sabahleyin medreseye gidip, okuyup, akşamda babasına gelip, okuduğu dersini babasına arz eder. Ta doğru ders almış mı, almamış mı? Babasının irşadını [doğru yol gösterme] veya tasvibini bekler. Evet, bizler size nispeten çocuk hükmündeyiz ve talebeleriniziz. Sizler bizim ve İslâm milletlerinin üstadlarısınız. İşte, ben de aldığım dersimin bir kısmını, sizler gibi üstadlarımıza şöyle beyan ediyorum:

536

Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkide [ilerleme] istikbale uçmalarıyla beraber; bizi maddî cihette kurun-u vustâda [orta çağlar] durduran ve tevkif eden, altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

Birincisi: in, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

İkincisi: Sıdkın [doğruluk] hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

Üçüncüsü: Adavete [düşmanlık] muhabbet.

Dördüncüsü: Ehl-i imanı [Allah’a inanan] birbirine bağlayan nuranî rabıtaları [bağ] bilmemek.

Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar [açığa çıkma, yayılma] eden istibdat. [baskı, zulüm]

Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine [kişisel çıkar] himmeti [ciddi gayret] hasretmek. [bir mesele üzerinde yoğunlaşmak]

Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde, hayat-ı içtimaiyemize, [sosyal hayat] eczahane-i Kur’âniye’den ders aldığım “altı kelime” ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları onları biliyorum.

BİRİNCİ KELİME: “El-emel.” Yani, rahmet-i İlâhiyeye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] kuvvetli ümit beslemek.

Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen, ey İslâm cemaati, müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] saadet-i dünyeviyesi, [dünya hayatındaki mutluluk] bâhusus [bilhassa, özellikle] Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâmın terakkisi [ilerleme] onların intibahıyla [uyanış] olan Arabın saadetinin fecr-i sadıkının [gün doğmadan önceki sabah aydınlığı] emâreleri inkişafa [açığa çıkma] başlıyor. Ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye’sin [ümitsizlik] burnunun rağmına [zıddına, aksine] olarakHaşiye ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle [kesin düşünce] derim:

537

İstikbal, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] ve imaniye olacak. Öyleyse, şimdiki kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebîlere müşevveş [dağınık, karışık] bir mâzi düşmüş.

Bu dâvâma çok burhanlardan [delil] ders almışım. Şimdi o burhanlardan [delil] mukaddematlı [evvel, önce] bir buçuk burhanı [delil] zikredeceğim. O burhanın [delil] mukaddematına [evvel, önce] başlıyoruz:

İşte, İslâmiyetin hakaiki [doğru gerçekler] hem mânen, hem maddeten terakki [ilerleme] etmeye kabil [mümkün] ve mükemmel bir istidadı [kabiliyet] var.

Birinci cihet olan mânen terakki [ilerleme] ise: Biliniz, hakikî vukuatı kaydeden tarih, hakikate en doğru şahittir. İşte, tarih bize gösteriyor. Hatta, Rus’u mağlûp eden Japon Başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki:

Hakikat-i İslâmiyetin [İslâm hakikatleri, gerçekleri] kuvveti nispetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm [Müslümanlar] temeddün edip terakki [ilerleme] ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâmın [Müslümanlar] hakikat-i İslâmiyede [İslâm hakikatleri, gerçekleri] zaafiyeti [zayıflık, güçsüzlük] derecesinde tevahhuş [korkma, çekinme] ettiklerini, vahşete ve tedennîye [alçalma, gerileme] düştüklerini ve hercümerc [alt üst olma] içinde belâlara, mağlûbiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilâkistir. Yani, salâbet [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] ve taassuplarının [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] zaafiyeti [zayıflık, güçsüzlük] nispetinde temeddün ve terakki [ilerleme] ettikleri gibi, dinlerine salâbet [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] ve taassuplarının [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] kuvveti derecesinde de tedennî [alçalma, gerileme] ve ihtilâllere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor. Şimdiye kadar zaman böyle geçmiş.

Hem Asr-ı Saadetten [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki, bir Müslümanın muhakeme-i akliye [akıl yürütüp düşünme, değerlendirme] ile ve delil-i yakinî ile ve İslâmiyete tercih etmekle, eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor. Avamın delilsiz, taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] bir sûrette başka dine girmesinin bu meselede ehemmiyeti yok. Dinsiz olmak da başka meseledir. Hâlbuki, bütün dinlerin etbâları [halk, yönetilenler] ise—hatta en ziyade dinine taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] gösteren İngilizlerin ve eski Rusların—muhakeme-i akliye ile İslâmiyete

538

dahil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım, kat’î burhan [delil] ile İslâmiyete girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar.Haşiye [dipnot]

Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ef’âlimizle [fiiler, davranışlar] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın [yer küre, dünya] bazı kıt’aları [dünyanın kara paçalarından her biri] ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.

Hem nev-i beşer, [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla [uyarılar] uyanmış, intibaha [uyanış] gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. En dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur. Çünkü, acz-i beşerî [insanın acizliği] ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten hâricî ve dahilî düşmanlara karşı istinat noktası; ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâta müptelâ [bağımlı] ve ebede kadar uzanmış arzularına medet ve yardım edecek istimdad [yardım dileme] noktası, yalnız ve yalnız Sâni-i Âlemi [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok…

Kalbin sadefinde [içinde inci bulunan kabuk] din-i hakkın [hak din] cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî, mânevî kıyametler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak.

539

Hâsıl-ı kelâm: Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hadiselerin ikazatıyla [uyarılar] uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidadını [kabiliyet] hissetmiş. Ve insan, acip cemiyetli istidadıyla [kabiliyet] yalnız bu kısacık, dağdağalı [karışık, gürültülü] dünya hayatı için yaratılmamış.

Belki ebede meb’ustur ki, ebede uzanan arzular mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi [yeterli] gelmediğini herkes bir derece hissetmeye başlamış.

Hatta insaniyetin bir kuvâ[duygular, hisler] ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye [hayal gücü] denilse, “Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak; fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir sûrette bir idam [hiçlik, yokluk] senin başına gelecek.” Elbette hakikî insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha [uyanış] gelmiş o insanın hayali, sevinç ve beşarete [müjde] bedel, derinden derine teessüf [eseflenme, üzülme] ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bulunmamasına ağlayacak.

İşte bu nükte [derin anlamlı söz] içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine bir din-i hak[hak din] aramak meyli çıkmış. Herşeyden evvel, ölüm idamına karşı din-i haktaki [hak din] bir hakikati arıyor ki kendini kurtarsın. Şimdiki hal-i âlem [dünyanın içinde bulunduğu hâl, durum] bu hakikate şehadet eder.

Kırk beş sene sonra, tamamıyla beşerin bu ihtiyac-ı şedîdini, dinsizliğin zuhuruyla küre-i arzın [yer küre, dünya] kıt’aları [dünyanın kara paçalarından her biri] ve devletleri birer insan gibi hissetmeye başlamışlar. Hem âyat-ı Kur’âniye başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale eder, “Aklına bak” der. “Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret [danışma] et, onunla görüş ki bu hakikati bilesin” diyor.

Meselâ, bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: “Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz.” “Biliniz” ve “Bil” hakikatine dikkat et. “Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe [bilmediği halde kendini bilmiş sayma] düşüyorlar? Neden taakkul [akıl erdirme] etmiyorlar, divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, [hayat serüveni] hâdisat-ı âlemden tahattur [hatıra gelme] ve tefekkür etmiyor ki, istikamet [doğru] yolunu bulsun? Neden tefekkür ve

540

tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşüyorlar? Ey insanlar, ibret alınız! Geçmiş kurunlardan ibret alıp gelecek mânevî belâlardan kurtulmaya çalışınız” mânâsında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen, çok âyetlerde, beşeri, aklına, fikriyle meşverete [danışma] havale ediyor.

Ey bu Câmi-i Emevîdeki kardeşlerim gibi âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] cami-i kebirinde [büyük cami] olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki bu dehşetli hadisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız, ey mütefekkir [düşünen] ve akıl sahibi ve kendini münevver [aydın] telâkki [anlama, kabul etme] edenler!

Hâsıl-ı kelâm: Biz Kur’ân şakirtleri [öğrenci] olan Müslümanlar, burhana [delil] tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları [bireyler] gibi ruhbanları [rahipler, papazlar] taklit için burhanı [delil] bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette burhan-ı aklîye [güçlü ve sarsılmaz kesin delil] istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’ân hükmedecek.

Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkişafına [açığa çıkma] ve beşeri tenvir [aydınlatma] etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emâreleri göründü. Yetmiş birde fecr-i sâdıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzip de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak.

Evet, hakaik-i İslâmiyetin [İslâmın gerçekleri] mâzi kıt’asını [dünyanın kara paçalarından her biri] tamamen istilâsına sekiz dehşetli mânialar mümanaat ettiler.

Birinci, ikinci, üçüncü mâniler: Ecnebîlerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassuplarıdır. [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] Bu üç mâni, mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] ve medeniyetin mehasini [güzellikler] ile kırıldı, dağılmaya başlıyor.

Dördüncü ve beşinci mâniler: Papazların ve ruhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri [baskı] ve ecnebîlerin körü körüne onları taklit etmeleridir. Bu iki mâni  

541

dahi fikr-i hürriyet ve meyl-i taharrî-i hakikat [gerçeği araştırma meyli, isteği] nev-i beşerde başlamasıyla, zeval [geçip gitme] bulmaya başlıyor.

Altıncı, yedinci mâniler: Bizdeki istibdat [baskı, zulüm] ve şeriatın muhalefetinden gelen sû-i ahlâkımız [kötü ahlâk] mümanaat ediyordular. Bir şahıstaki münferid istibdat [baskı, zulüm] kuvveti şimdi zeval [geçip gitme] bulması, cemaat ve komitenin dehşetli istibdadlarının [baskı ve zulüm] otuz-kırk sene sonra zeval [geçip gitme] bulmasına işaret etmekle ve hamiyet-i İslâmiyenin şiddetli feveranı ile sû-i ahlâkın [kötü ahlâk] çirkin neticeleri görülmesiyle bu iki mâni de zeval [geçip gitme] buluyor ve bulmaya başlamış. İnşaallah tam zeval [geçip gitme] bulacak.

Sekizinci mâni: Fünun-u cedidenin bazı müspet mesâili, [meseleler] hakaik-i İslâmiyenin [İslâmın gerçekleri] zahirî mânâlarına muhalif ve muarız [itiraz eden, karşı gelen] tevehhüm [kuruntu] edilmesiyle, zaman-ı mazideki [geçmiş zaman] istilâsına bir derece set çekmiş. Meselâ, küre-i arza [yer küre, dünya] emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ile nezarete memur “Sevr[Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve “Hût[balık] namlarında iki ruhanî melâikeyi [melekler] dehşetli cismânî bir öküz, bir balık tevehhüm [kuruntu] edip, ehl-i fen [bilim adamları] ve felsefe hakikati bilmediklerinden, İslâmiyete muarız [itiraz eden, karşı gelen] çıkmışlar.

Bu misâl gibi yüz misâl var ki, hakikati bilindikten sonra, en muannid [inatçı] feylesof [felsefe ile uğraşan, felsefeci] da teslim olmaya mecbur oluyor. Hatta Risale-i Nur, Mu’cizat-ı Kur’âniye risalesinde, fennin iliştiği bütün âyetlerin her birisinin altında Kur’ân’ın bir lem’a-i i’câzını [mu’cizelik parıltısı] gösterip, ehl-i fennin [bilim adamları] medar-ı tenkit [tenkide sebep] zannettikleri Kur’ân-ı Kerîmin cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatleri izhar [açığa çıkarma, gösterme] edip en muannid [inatçı] feylesofu da teslime mecbur ediyor. Meydandadır, isteyen bakabilir. Ve baksın, bu mâni, kırk beş sene evvel söylenen o sözden sonra nasıl kırıldığını görsün.

Evet, bazı muhakkıkîn-i İslâmiyenin [hakikatleri araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri] bu yolda telifatları [kaleme alma] var. Bu sekizinci dehşetli mânianın zîr ü zeber [alt üst] olacağına emareler görünüyor.

542

Evet, şimdi olmasa da, otuz-kırk sene sonra fen ve hakiki mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] ve medeniyetin mehasini, [güzellikler] bu üç kuvveti tam teçhiz edip, cihazatını verip, o sekiz mânileri mağlûp edip dağıtmak için taharrî-i hakikat [gerçeği araştırma, inceleme] meyelânını [meyil, eğilim] ve insafı ve muhabbet-i insaniyeti, [insanlık sevgisi] o sekiz düşman taifesinin sekiz cephesine göndermiş. Şimdi onları kaçırmaya başlamış. İnşaallah, yarım asır sonra onları darma dağın edecek.

Evet, meşhurdur ki: “En kat’î fazilet odur ki, düşmanları dahi o faziletin tasdikine şehadet etsin.” İşte yüzer misâllerinden iki misâl:

Birincisi: On dokuzuncu asrın ve Amerika kıt’asının [dünyanın kara paçalarından her biri] en meşhur feylesofu Mister Carlyle, en yüksek sadasıyla, çekinmeyerek, feylesoflara ve Hıristiyan âlimlerine neşriyatıyla bağırarak böyle diyor, eserlerinde şöyle yazmış:

“İslâmiyet gayet parlak bir ateş gibi doğdu. Sair dinleri kuru ağacın dalları gibi yuttu. Hem bu yutmak İslâmiyetin hakkı imiş. Çünkü sair dinler—fakat Kur’ân’ın tasdikine mazhar [erişme, nail olma] olmayan kısmı—hiç hükmündedir.”

Hem Mister Carlyle yine diyor:

“En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı Muhammed’in aleyhissalâtü vesselâm sözüdür. Çünkü, hakikî söz, onun sözleridir.”

Hem yine diyor ki:

“Eğer hakikat-i İslâmiyette [İslâm hakikatleri, gerçekleri] şüphe etsen, bedihiyat [delil ve isbata ihtiyacı olmayacak şekilde açık olan şeyler] ve zaruriyat-ı kat’iyede iştibah [birbirine benzeme, karışıklık] edersin. Çünkü, en bedihî [açık, aşikâr] ve zarurî bir hakikat ise İslâmiyettir.”

İşte bu meşhur feylesof, [felsefe ile uğraşan, felsefeci] İslâmiyet hakkında bu şehadetini, eserinde müteferrik [ayrı ayrı] yerde yazmış.

İkinci misâl: Avrupa’nın asr-ı âhirde [son asır] en meşhur bir feylesofu Prens Bismarck diyor ki:

“Ben bütün kütüb-ü semâviyeyi [vahye dayanan kutsal kitaplar] tetkik ettim. Tahrif olmalarına binaen, beşerin saadeti için aradığım hakikî hikmeti bulamadım. Fakat Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm)

543

Kur’ân’ını umum kütüplerin [kitaplar] fevkinde [üstünde] gördüm. Her kelimesinde bir hikmet buldum. Bunun gibi beşerin saadetine hizmet edecek bir eser yoktur. Böyle bir eser, beşerin sözü olamaz. Bunu Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) sözüdür diyenler, ilmin zaruriyatını [mantık ilminde küllî ve mutlak kaideler] inkâr etmiş olurlar. Yani, Kur’ân Allah kelâmı olduğu bedihidir.”

İşte Amerika ve Avrupa’nın zekâ tarlaları, Mister Carlyle ve Bismarck gibi böyle dâhi muhakkikleri [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] mahsulât vermesine istinaden, ben de bütün kanaatimle derim ki:

Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hamiledir; günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu.

Ey Cami-i Emevîdeki kardeşlerim ve yarım asır sonraki âlem-i İslâm [İslâm âlemi] camiindeki ihvanlarım! [kardeş] Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler [evvel, önce] netice vermiyor mu ki, istikbalin kıt’alarında [dünyanın kara paçalarından her biri] hakikî ve mânevî hâkim olacak ve beşeri dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakikî dinidir ki Kur’ân’a tâbi olur, ittifak eder.

İkinci cihet: Yani, maddeten İslâmiyetin terakkisinin [ilerleme] kuvvetli sebepleri gösteriyor ki, maddeten dahi İslâmiyet istikbale hükmedecek. Birinci cihet, mâneviyat cihetinde terakkiyatı [ilerleme] ispat ettiği gibi; bu ikinci cihet dahi maddî terakkiyatını [ilerleme] ve istikbaldeki hâkimiyetini kuvvetli gösteriyor. Çünkü âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] kalbinde, gayet kuvvetli ve kırılmaz “beş kuvvet” içtima [bir araya gelme, toplanma] ve imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] edip yerleşmiş. Haşiye [dipnot]

544

Birincisi: Bütün kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] üstadı ve üç yüz yetmiş milyon nefisleri birtek nefis hükmüne getirebilen ve hakikî bir medeniyetle ve müspet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiçbir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan hakikat-i İslâmiyettir. [İslâm hakikatleri, gerçekleri]

İkinci kuvvet: Medeniyet ve san’atın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebâdilerin [başlangıçlar, belirtiler] tekemmülüyle [mükemmelleşme] cihazlanmış olan şedid [şiddetli] bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.

Üçüncü kuvvet: Yüksek şeylere müsabaka sûretinde beşere yüksek maksatları ders veren ve o yolda çalıştıran ve istibdâdâtı [baskı, diktatörlük] parça parça eden ve ulvî hisleri heyecana getiren ve gıpta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve tam uyanmakla ve müsabaka şevkiyle ve teceddüd [yenileme] meyliyle ve temeddün meyelânıyla [meyil, eğilim] teçhiz edilen üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer’iyedir. Yani, insaniyete lâyık en yüksek kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] olan meyil [arzu, istek] ve arzu ile cihazlanmış olmak.

Dördüncü kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniyedir. Yani tezellül [alçalma] etmemek, haksızlara, zâlimlere zillet [alçaklık] göstermemek, mazlumları da zelil [aşağılanan] etmemek. Yani, hürriyet-i şer’iyenin esasları olan müstebitlere [baskıcı, diktatör] dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm [baskı] ve tekebbür [büyüklenme] etmemektir.

545

Beşinci kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir [İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği] ki, i’lâ-yı kelimetullahı [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] ilân ediyor. Ve bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah, [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] maddeten terakkiye [ilerleme] mütevakkıf; [bağlı] medeniyet-i hakikiyeye girmekle i’lâ-yı kelimetullah [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] edilebilir. İzzet-i İslâmiyenin [İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği] iman ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] şahs-ı mânevîsi, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] o kat’î emri istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez.

Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyetin terakkisi, [ilerleme] düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını [tecavüzler, saldırılar] def etmek, silâh ile, kılıç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki [ilerleme] ve hak ve hakkaniyetin mânevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak.

Biliniz ki: Bizim muradımız, medeniyetin mehasini [güzellikler] ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları [günahlar] değil ki, ahmaklar o seyyiatları, [günahlar] o sefahetleri [ahmaklık, beyinsizlik] mehasin [güzellikler] zannedip, taklit edip malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe [üstün gelme] edip seyyiatı [günahlar] hasenatına racih [ait] gelmekle, beşer iki harb-i umumî [Birinci Dünya Savaşı] ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber [alt üst] edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehasini [güzellikler] galebe [üstün gelme] edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.

Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve hevâ, [faydasız ve gelip geçici arzular] rekabet ve tahakküm [baskı] üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı [günahlar] hasenatına galebe [üstün gelme] edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle, Asya medeniyetinin galebesine [üstün gelme] kuvvetli bir medar, [kaynak, dayanak] bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe [üstün gelme] edecektir.

Acaba istikbale karşı ehl-i iman [Allah’a inanan] ve İslâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata [ilerleme] vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab [sebebler] varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus [ümitsiz] olup ye’se [ümitsizlik] düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] kuvve-i mâneviyesini [mânevî güç] de kırıyorsunuz? Ve yeis [ümitsizlik] ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki,

546

“Dünya herkese ve ecnebilere terakki [ilerleme] dünyasıdır. Fakat, yalnız bîçare ehl-i İslâm [Müslümanlar] için tedennî [alçalma, gerileme] dünyası oldu” diye pek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz.

Mâdem meylü’l-istikmal [kemâle erme kabiliyet ve arzusu, olgunluğa erme eğilimi] (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede [insanın yaratılışı, tabiatı] fıtraten derc [yerleştirme] edilmiş. Elbette, beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa, istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] nev-i beşerin eski hatîatına [hatâlar, yanlışlar] kefaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi [dünya hayatındaki mutluluk] de gösterecek inşaallah. [Allah dilerse]

Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde [başlangıç] ve müntehâ[bir şeyin en uç noktası] birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın [yer küre, dünya] hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki [ilerleme] içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedennî [alçalma, gerileme] içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. [Allah dilerse] Hakikat-i İslâmiyenin [İslâm hakikatleri, gerçekleri] güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] bekleyebilirsiniz.

Dersin başında, bir buçuk burhanı [delil] dâvâmıza şahit göstereceğiz demiştik. Şimdi bir burhan [delil] mücmelen [kısa, kısaca] bitti. O dâvânın yarı burhanı [delil] da şudur ki:

Fenlerin casus gibi tetkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki, kâinatın nizamında galib-i mutlak [tam olarak galip, ağır basan, büyük çoğunluk] ve maksud-u bizzat [asıl gaye] ve Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] hakikî maksatları, hayır ve hüsün [güzellik] ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünkü kâinata ait fenlerden her bir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev’ ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mükemmel, akıl bulamıyor. Meselâ, tıbba ait teşrih-i [şerh etme, açıklama, ortaya çıkarma] beden-i insanî fenni ve kozmoğrafyaya [astronomi, gök bilimi] tabi manzume-i şemsiye [güneş sistemi] fenni, nebatât [bitki] ve hayvanâta ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi, küllî kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] o nev’ideki nizamında mucizat-ı kudretini ve hikmetini ve اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ 1 hakikatını gösteriyor.

547

Hem istikra-i tâmme [ayrı ayrı hadiselerdeki ortak nitelikleri tesbit edip genel bir sonuç çıkarma; tümevarım, endüksiyon] ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki: Şer, kubh, [çirkinlik] çirkinlik, bâtıl, fenalık, hilkat-i kâinatta [evrenin yaratılışı] cüz’îdir. [ferdî, küçük] Maksut [istek] değil, tebeîdir [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] ve dolayısıyladır. Yani, meselâ çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikati çok hakikatlere inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmek için, çirkinlik bir vâhid-i kıyasî [ölçü birimi] olarak hilkate girmiş. Şer, hatta şeytan dahi, beşerin hadsiz terakkiyatına [ilerleme] müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi, cüz’î [ferdî, küçük] şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesle olmak için kâinatta halk edilmiş.

İşte, kâinatta hakikî maksat ve netice-i hilkat, [yaratılış neticesi] istikra-i tâmme [ayrı ayrı hadiselerdeki ortak nitelikleri tesbit edip genel bir sonuç çıkarma; tümevarım, endüksiyon] ile ispat ediyor ki, hayır ve hüsün [güzellik] ve tekemmül [mükemmelleşme] esastır ve hakikî maksut [istek] onlardır. Elbette beşer, bu kadar zulmî küfriyatlarıyla [inançsızlık, inkâr] zemin yüzünü mülevves [kirli, pis] ve perişan ettikleri halde, cezasını görmeden ve kâinattaki maksud-u hakikîye [asıl ve gerçek maksad, hedef] mazhar [erişme, nail olma] olmadan dünyayı bırakıp ademe kaçamayacak, belki Cehennem hapsine girecek.

Hem istikrâ-i tâmme [bütün cüz’î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tam bir tümevarım] ile ve fenlerin tahkikatıyla [araştırma, inceleme] sabit olmuş ki, mahlûkat içinde en mükerrem, [ikram edilen, ikrama mazhar olan] en ehemmiyetli beşerdir. Çünkü beşer, hilkat-i kâinattaki [evrenin yaratılışı] zahirî esbab [sebebler] ve neticelerinin mabeynindeki [ara] basamakları ve teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] eden illetlerin [asıl sebep] ve sebeplerin münasebetlerini aklıyla keşfedip san’at-ı İlâhiyeyi [Allah’ın san’atı] ve muntazam hikmeti icadat-ı Rabbaniyenin taklidini san’atçığıyla yapmak ve ef’âl-i İlâhiyeyi [kâinattaki varlıkları ortaya çıkaran İlâhi fiiller] anlamak için ve san’at-ı İlâhiyeyi [Allah’ın san’atı] bilmek ve cüz’î [ferdî, küçük] ilmiyle ve san’atlarıyla anlamak için bir mizan, [ölçü] bir mikyas [ölçü] kendi cüz’î [ferdî, küçük] ihtiyarıyla işlediği maddelerle, Halık[her şeyi yaratan Allah] Zülcelâlin [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] küllî, muhît [her şeyi kuşatan] ef’âl [fiiler, davranışlar] ve sıfatlarını bilerek kâinatın en eşref, [en şerefli] en ekrem mahlûku beşer olduğunu ispat ediyor.

548

Hem İslâmiyetin kâinata ve beşere ait hakikatlerinin şehadetiyle mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] beşer içinde en eşref [en şerefli] ve en âlâsı, ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve hakikat olan ehl-i İslâmiyet, [Müslümanlar] hem istikrâ-i tâmme [bütün cüz’î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tam bir tümevarım] ile, tarihlerin şehadetiyle, en mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] beşer içindeki en müşerref olan ehl-i hakkın içinde dahi bin mu’cizatı ve çok yüksek ahlâkının ve İslâmiyet ve Kur’ân hakikatlerinin şehadetiyle en efdal, en yüksek olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır.

Madem bu yarı burhanın [delil] üç hakikati böyle haber veriyor. Acaba hiç mümkün müdür ki, nev-i beşer, [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] şekâvetiyle bu kadar fenlerin şehadetini cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edip, bu istikrâ-i tâmmeyi [bütün cüz’î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tam bir tümevarım] kırıp, meşiet-i İlâhiyeye [Allah’ın dilemesi] ve kâinatı içine alan hikmet-i ezeliyeye [Allah’ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik olarak yaratma sıfatı] karşı temerrüd [inat etme] edip, şimdiye kadar ekseriyetle yaptığı gibi, o zâlimâne vahşetinde ve mütemerridâne [inatçı] küfründe [inançsızlık, inkâr] ve dehşetli tahribatında devam edebilsin? Ve İslâmiyet aleyhinde bu halin devam etmesi hiç mümkün müdür?

Ben bütün kuvvetimle, hadsiz lisânım olsa, o hadsiz lisânlarla kasem [yemin] ederim ki, âlemi bu nizam-ı ekmel [çok mükemmel ve eksiksiz düzen] ile, bu kâinatı zerreden seyyarata [gezegenler] kadar, sinek kanadından semâvât kandillerine kadar nihayet bir hikmet-i intizam ile halkeden Hakîm-i Zülcelâle [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] ve Sâni-i Zülcemâle [sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] o hadsiz lisânlarla kasem [yemin] ediyoruz ki, beşer hiçbir cihetle bütün enva-i kâinata muhalif olarak ve küçük kardeşleri olan sair tâifelere zıt olarak kâinattaki nizama, küllî şerleriyle muhalefet edip nev-i beşerde şerrin hayra galebesine [üstün gelme] binler senede sebep olan o zakkumları [Cehennemde bir ağacın ismi] yiyip hazmetmesi mümkün değil.

Bunun imkânı ancak ve ancak bu farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] ile olabilir ki, beşer bu âleme emanet-i kübrâ [büyük emanet] mertebesinde ve halife-i rû-yi zemin makamında sair  

549

envâ-ı kâinata [kâinattaki varlıkların türleri] büyük ve mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] bir kardeş olduğu halde en edna, en berbat, en perişan, en muzır [zararlı] ve ehemmiyetsiz, hırsızcasına ve dolayısıyla bu kâinat içine girmiş, karıştırmış. Bu farz-ı muhal, [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] hiçbir cihetle kabul olunamaz.

Bu hakikat için, elbette bu yarım burhanımız [delil] netice veriyor ki, âhirette cennet ve cehennemin zarurî vücutları gibi hayır ve hak din istikbalde mutlak galebe [üstün gelme] edecektir. Ta ki, nev-i beşerde dahi sair nevi’ler gibi hayır ve fazilet galib-i mutlak [tam olarak galip, ağır basan, büyük çoğunluk] olacak. Ta beşer de sair kâinattaki kardeşlerine müsâvi [eşit] olabilsin ve sırr-ı hikmet-i ezeliye nev-i beşerde dahi “takarrur [karar bulma] etti” denilebilsin.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Madem mezkûr [adı geçen] kat’î hakikatlarla bu kâinatta en müntehap [seçilmiş] netice ve Halıkın [her şeyi yaratan Allah] nazarında en ehemmiyetli mahlûk beşerdir. Elbette ve elbette ve hayat-ı bakiyede cennet ve cehennemi, bilbedahe, [açıkça] beşerdeki şimdiye kadar zâlimane vaziyetler cehennemin vücudunu; ve fıtratındaki küllî istidâdât-ı kemâliyesi ve kâinatı alâkadar eden hakaik-i imaniyesi, [iman hakikatleri, esasları] cenneti bedahetle [ap açık bir şekilde] istilzam [gerektirme] ettiği gibi, her halde iki harb-i umumî [Birinci Dünya Savaşı] ile ettiği ve kâinatı ağlattıran cinayetleri ve yuttuğu zakkum [Cehennemde bir ağacın ismi] şerleri hazmetmediği için kustuğu ve zeminin bütün yüzünü pislendirdiği vaziyetiyle, beşeriyeti en berbat bir dereceye düşürüp bin senelik terakkiyatını [ilerleme] zîr ü zeber [alt üst] etmek cinayetini beşer hazmetmeyecek. Her halde çabuk başında bir kıyamet kopmazsa, hakaik-i İslâmiye [İslâmın gerçekleri] beşeri esfel-i sâfilîn [aşağıların aşağısı] derece-i sukutundan kurtarmaya ve ru-yi zemini temizlemeye ve sulh-u umumiyi temin etmeye vesile olmasını Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] rahmetinden niyaz ediyoruz ve ümid ediyoruz ve bekliyoruz.

550

İKİNCİ KELİME: Ki, müddet-i hayatımda [hayat süresi] tecrübelerimle fikrimde tevellüd [doğma] eden şudur:

Yeis [ümitsizlik] en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] kalbine girmiş. İşte o yeistir [ümitsizlik] ki bizi öldürmüş gibi, garpta [batı] bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke [başka bir devletin idaresi altında bulunan memleket, yer, sömürge] hükmüne getirmiş. Hem o yeistir [ümitsizlik] ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi [genelin menfaati, kamu yararı] bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir [ümitsizlik] ki, kuvve-i mâneviyemizi [mânevî güç] kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i mâneviye [mânevî güç] ile şarktan garba [doğudan batıya] kadar istilâ ettiği halde, o kuvve-i mâneviye-i harika meyusiyetle [ümitsiz] kırıldığı için, zâlim ecnebîler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hatta bu yeisle, [ümitsizlik] başkasının lâkaytlığını [duyarsız] ve füturunu kendi tembelliğine özür zannedip neme lâzım der, “Herkes benim gibi berbattır” diye şehamet-i imaniyeyi terk edip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor.

Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor. Biz de o kàtilimizden kısasımızı [ödeşmek, hakkını almak] alıp öldüreceğiz.

  لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللهِ 1 kılıcıyla o yeisin [ümitsizlik] başını parçalayacağız.

  مَالاَ يُدْرَكُ كُلُّهُ لاَيُتْرَكُ كُلُّهُ 2 hadisinin hakikatiyle belini kıracağız inşaallah. [Allah dilerse]

Yeis, [ümitsizlik] ümmetlerin, milletlerin “seretan” denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] mâni ve اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِى بىِ 3 hakikatine muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe’nidir, [belirleyici özellik] bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe’ni [belirleyici özellik] değildir. Hususan Arap gibi nev-i beşerde medar-ı iftihar [övünç kaynağı] yüksek seciyelerle [huy, karakter] mümtâz bir  

551

kavmin şe’ni [belirleyici özellik] olamaz. Âlem-i İslâm [İslâm âlemi] milletleri Arabın metanetinden [gayret, kararlılık] ders almışlar. İnşaallah, yine Araplar ye’si [ümitsizlik] bırakıp, İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesânüd [dayanışma] ve ittifak ile el ele verip Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.

ÜÇÜNCÜ KELİME: Ki, bütün hayatımdaki tahkikatımla [araştırma, inceleme] ve hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] çalkamasıyla, hülâsa [esas, öz] ve zübdesi [en seçkin kısım, öz, tereyağı] bana kat’î bildirmiş ki: Sıdk, [doğruluk] İslâmiyet’in üssü’l-esasıdır [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] ve ulvî seciyelerinin [huy, karakter] rabıtasıdır [bağ] ve hissiyat-ı ulviyesinin [yüksek duygular] mizacıdır. Öyleyse, hayat-ı içtimaiyemizin [sosyal hayat] esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihyâ [diriltme, hayat verme] edip onunla mânevî hastalıklarımızı tedâvi etmeliyiz.

Evet sıdk [doğruluk] ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde [sosyal hayat] ukde-i hayatiyesidir. [hayat düğümü] Riyakârlık, fiilî bir nev’i yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, [yapmacık] alçakça bir yalancılıktır. Nifak [ayrılık, dağılma] ve münafıklık, muzır [zararlı] bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kudretine iftira etmektir.

Küfür, bütün envâıyla [tür] kizbdir, [yalan] yalancılıktır. İman sıdktır, [doğruluk] doğruluktur. Bu sırra binaen, kizb [yalan] ve sıdkın [doğruluk] ortasında hadsiz bir mesafe var; Şark ve Garp [batı] kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Hâlbuki, gaddar siyaset ve zâlim propaganda birbirine karıştırmış, beşerin kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] da karıştırmış.Haşiye [dipnot]

552

Bu sıdk [doğruluk] ve kizb, [yalan] küfür ve iman kadar birbirinden uzak. Asr-ı Saadette [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] sıdk [doğruluk] vasıtasıyla Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın âlâ-yı illiyyîne [yücelerin en yücesi] çıkması ve o sıdk [doğruluk] anahtarıyla hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve hakaik-i kâinat [kâinatın iç yüzündeki gerçekler] hazinesi açılması sırrıyla, içtimaiyat-ı [bir araya gelme, toplanma] beşeriye çarşısında sıdk [doğruluk] en revaçlı [daha çok değer verilen] bir mal ve satın alınacak en kıymetli bir metâ hükmüne geçmiş. Ve kizb [yalan] vasıtasıyla Müseylime-i Kezzâb’ın emsâli, esfel-i sâfiline [aşağıların en aşağısı] sukut [alçalış, düşüş] etmiş. Ve kizb [yalan] o zamanda küfriyat [inkâr ve inançsızlığa sebep olan sözler ve işler] ve hurafatın anahtarı olduğunu o inkılâb-ı azîm [büyük değişim] gösterdiğinden, kâinat çarşısında en fena, en pis bir mal olup, o malı satın almak değil, herkes nefret etmesi hükmüne geçen kizb [yalan] ve yalana, elbette o inkılâb-ı azîmin [büyük değişim] saff-ı evveli olan ve fıtratlarında en revaçlı [daha çok değer verilen] ve medâr-ı iftihar şeyleri almak ve en kıymetli ve revaçlı [daha çok değer verilen] mallara müşteri olmak

553

fıtratında bulunan Sahabeler, elbette, şüphesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb [yalan] ile kendilerini mülevves [kirli, pis] etmezler. Müseylime-i Kezzâb’a kendilerini benzetemezler. Belki, bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtrîleriyle [doğuştan gelen meyil, arzu] en revaçlı [daha çok değer verilen] mal ve en kıymettar metâ ve hakikatlerin anahtarı, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın âlâ-yı illiyyîne [yücelerin en yücesi] çıkmasının basamağı olan sıdk [doğruluk] ve doğruluğa müşteri olup, mümkün olduğu kadar sıdktan [doğruluk] ayrılmamaya çalıştıklarından, ilm-i hadisçe ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere [kesin olarak kabul edilen kural] olan, “Sahabeler daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet, tezkiyeye [hatadan arındırma, temize çıkarma] muhtaç değil. Peygamberden (aleyhissalâtü vesselâm) rivayet ettikleri hadisler, bütün sahihtir” diye, ehl-i şeriat [Allah’ın emir ve yasaklarını özenle yerine getirenler] ve ehl-i hadisin ittifakına kat’î hüccet, [delil] bu mezkûr [adı geçen] hakikattir.

İşte, Asr-ı Saadetteki [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] inkılâb-ı azîm, [büyük değişim] sıdk [doğruluk] ile kizb, [yalan] iman ile küfür kadar birbirinden uzak iken, zaman geçtikçe, gele gele birbirine yakınlaştı. Ve siyaset propagandası bazan yalana ziyade revaç [değer, kıymet] verdi. Fenalık ve yalancılık bir derece meydan aldı. İşte bu hakikat içindir ki, Sahabelere kimse yetişemez. Yirmi Yedinci Sözün zeyli [ek] olan Sahabeler hakkındaki risaleye havale edip kısa kesiyoruz.

Ey bu Câmi-i Emevîdeki kardeşlerim! Ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm [İslâm âlemi] mescid-i kebirindeki [büyük mescid] dört yüz milyon ehl-i iman [Allah’a inanan] olan ihvanımız! [kardeş] Necat [kurtuluş] yalnız sıdkla, [doğruluk] doğrulukla olur. Urvetü’l-vuska sıdktır. [doğruluk] Yani, en muhkem [değiştirilemez] ve onunla bağlanacak zincir, doğruluktur.

Amma maslahat [amaç, yarar] için kizb [yalan] ise, zaman onu neshetmiş. [değiştirme, hükmünü kaldırma; şer’i bir hükmün tatbikten kaldırılmış olduğunu bildirme] Maslahat [amaç, yarar] ve zaruret için bazı âlim “muvakkat[geçici] fetvâsı vermişler. Bu zamanda o fetvâ verilmez. Çünkü, o kadar sû-i istimal [bir şeyi kötüye kullanma] edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaati olabilir. Onun için hüküm maslahata [amaç, yarar] bina edilmez.

554

Meselâ, seferde namazı kasretmenin [köşk, saray] sebebi, meşakkattir. Fakat illet [asıl sebep] olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok; sû-i istimale [bir şeyi kötüye kullanma] düşebilir. Belki illet, [asıl sebep] yalnız sefer olabilir. Aynen öyle de, maslahat [amaç, yarar] dahi yalan söylemeye illet [asıl sebep] olamaz. Çünkü muayyen bir haddi yok; sû-i istimâle [kötüye kullanma] müsait bir bataklıktır. Hükm-ü fetvâ ona bina edilmez. Öyleyse, اِمَّا الصِّدْقُ وَاِمَّا السُّكُوتُ 1 Yani, yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan, ya sükût değildir.

İşte şimdi beşerin ortadaki dehşetli yalancılığıyla ve tezviratlarıyla emniyet-i umumiyenin [genel güvenlik] ve rû-yi zemin [yeryüzü] âsâyişlerinin zîr ü zeber [alt üst] olması, kizble [yalan] ve maslahatın [amaç, yarar] sû-i istimaliyle [bir şeyi kötüye kullanma] olmasından, elbette o üçüncü yolu kapatmaya beşeri mecbur ediyor ve kat’î emir veriyor. Yoksa, bu yarım asırda gördükleri umumî harpler ve dehşetli inkılâplar [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve sukutlar [alçalış, düşüş] ve tahribatlar, başlarına bir kıyameti koparacak.

Evet, her söylediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bazan zarar verse sükût etmek… Yoksa yalana hiç fetvâ yok. Her söylediğin hak olmalı; fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok. Çünkü hâlis olmazsa sû-i tesir [kötü etki] eder, hak, haksızlıkta sarf olur.

DÖRDÜNCÜ KELİME: Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden [insanların sosyal hayatı] kat’î bildiğim ve tahkikatların [araştırma, inceleme] bana verdiği netice şudur ki:

Muhabbete en lâyık şey muhabbettir; ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi [insanların sosyal hayatı] temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi [insanların sosyal hayatı] zîr ü zeber [alt üst] eden düşmanlık ve adavet, [düşmanlık] herşeyden ziyade nefrete ve adavete [düşmanlık] ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır [zararlı] bir sıfattır. Bu hakikat Risale-i Nur’un Yirmi İkinci Mektubunda izahıyla beyan edildiğinden burada kısa bir işaret ediyoruz. Şöyle ki:

Husumet ve adavetin [düşmanlık] vakti bitti. İki harb-i umumî [Birinci Dünya Savaşı] adavetin [düşmanlık] ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı

555

tezahür etti. Öyleyse, düşmanlarımızın seyyiatı—tecavüz [günahlar] olmamak şartıyla—adavetinizi celb [çekme] etmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara…

Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, [nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olan] şuursuz olarak, ehl-i imana [Allah’a inanan] karşı haksız olarak adavet [düşmanlık] eder; kendini haklı zanneder. Hâlbuki, bu husumet ve adavetle, [düşmanlık] ehl-i imana [Allah’a inanan] karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf [hafife alma] etmektir, kıymetlerini tenzil [indirme] etmektir. Adavetin [düşmanlık] ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek gibi bir divâneliktir.

Madem muhabbet adavete [düşmanlık] zıttır; ziya ve zulmet [karanlık] gibi hakikî içtima [bir araya gelme, toplanma] edemezler. Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak;onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adavet [düşmanlık] şefkate, acımaya inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Ehl-i imana [Allah’a inanan] karşı vaziyet budur. Yahut adavet [düşmanlık] hakikatiyle kalbde bulunsa, o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak sûretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] karşı olabilir.

Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kal’alardır. [kale] Adavetin [düşmanlık] sebepleri, ehl-i imana [Allah’a inanan] karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyle ise, bir Müslümana hakikî adavet [düşmanlık] eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf [hafife alma] etmek hükmünde büyük bir hatâdır.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Muhabbet, uhuvvet, [kardeşlik] sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. [bağ] Ehl-i adavet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; birşey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz birşey, ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, sû-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan [güzel düşünce] etmez. Bir seyyie [günah] ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan [güzel düşünce] bunu reddeder.

BEŞİNCİ KELİME: Meşveret-i şer’iyeden aldığım ders budur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazan büyür, sirayet [bulaşma] eder, yüz olur. Birtek hasene bazan bir kalmıyor. Belki bazan binler dereceye terakki [ilerleme] ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] şudur:

556

Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrua, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyettir. Ve Hilâfet-i Osmaniye [Osmanlı halifeliği] ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibarıyla, o İslâmiyet milliyetinin sadefi [içinde inci bulunan kabuk] ve kal’a[kale] hükmünde Arap ve Türk hakikî iki kardeş, o kal’a-i kudsiyenin [kutsal kale] nöbettarlarıdırlar.

İşte, bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] milliyetin rabıtasıyla, [bağ] umum ehl-i İslâm [Müslümanlar] birtek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı [bireyler] gibi, İslâm taifeleri de birbirine uhuvvet-i İslâmiye [İslâm kardeşliği] ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine mânen—lüzum olsa maddeten—yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye [nurlu bağ, nesil] ile birbirine bağlıdır.

Nasıl ki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese, o aşiretin bütün efradı, [bireyler] o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında müttehem [itham olunan, kendisinden şüphe edilen] olur. Güya her bir fert o cinayeti işlemiş gibi, o düşman aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi, o aşiretin mahiyetine temas eden medar-ı iftihar [övünç kaynağı] bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı [bireyler] onunla iftihar eder. Güya her bir adam, aşirette o iyiliği yapmış gibi iftihar eder.

İşte bu mezkûr [adı geçen] hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra, seyyie, [günah] fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misâlleri görülecek.

Ey bu sözlerimi dinleyen bu Cami-i Emevîdeki kardeşler ve kırk-elli sene sonra âlem-i İslâm [İslâm âlemi] camiindeki ihvân[kardeşler] Müslimîn! “Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeye iktidarımız yok. Onun için mazuruz” diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tembelliğiniz ve neme lâzım deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.

İşte, seyyie [günah] böyle binlere çıktığı gibi, bu zamanda hasene—yani İslâmiyetin kudsiyetine [kutsal, kusursuz ve yüce] temas eden iyilik—yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki o  

557

hasene, milyonlar ehl-i imana [Allah’a inanan] mânen fayda verebilir. Hayat-ı mâneviye [maddî olmayan hayat] ve maddîyesinin rabıtasına [bağ] kuvvet verebilir. Onun için, neme lâzım deyip kendini tembellik döşeğine atmak zamanı değil!

Ey bu camideki [cansız] kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki âlem-i İslâm [İslâm âlemi] mescid-i kebirindeki [büyük mescid] ihvanlarım! [kardeş] Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizden olan hakkımızı dâvâ ediyoruz. Yani, küçük taifelerin menfaati ve saadet-i dünyeviyeleri [dünya hayatındaki mutluluk] ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arap ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tembelliğiniz ve füturunuzla, biz bîçare küçük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz. Hususan, ey muazzam ve büyük ve tam intibaha [uyanış] gelmiş veya gelecek olan Araplar, en evvel bu sözlerle sizinle konuşuyorum. Çünkü, bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyetin mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk milleti o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifenize tam yardım ettiler.

Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra, Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi [İslâmiyetin hâkimiyeti] eski zaman gibi küre-i arzın [yer küre, dünya] nısfında, [yarı] belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşaallah [Allah dilerse] nesl-i âti [gelecek nesil] görecek.

Sakın kardeşlerim, tevehhüm, [kuruntu] tahayyül [hayal etme] etmeyiniz ki, ben şu sözlerimle siyasetle iştigal [meşgul olma, uğraşma] için himmetinizi [ciddi gayret] tahrik ediyorum. Hâşâ! Hakikat-i İslâmiye [İslâm hakikatleri, gerçekleri] bütün siyâsâtın fevkindedir. [üstünde] Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.

Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i [sosyal yapı] İslâmiyeyi, çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika sûretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir  

558

çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun için, ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.

Bunu da teessüf [eseflenme, üzülme] ve teellümle [elem çekme] size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar, onun bedeline çürük bir fiyat verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] temas eden seciyelerimizin [huy, karakter] bir kısmını da bizden aldılar, terakkilerine [ilerleme] medar [kaynak, dayanak] ettiler. Ve onun fiyatı olarak bize verdikleri, sefihane [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ahlâk-ı seyyieleridir, [kötü ahlâk] sefihane [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] seciyeleridir. [huy, karakter]

Meselâ, bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: “Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bakiyem var.” İşte, bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında [ilerleme] en metin [sağlam] esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, din-i haktan [hak din] ve iman hakikatlerinden çıkar. O bizim, ehl-i imanın [Allah’a inanan] malıdır. Hâlbuki, ecnebîlerden içimize giren pis ve fena seciye [huy, karakter] itibarıyla bir hodgâm [bencil] adam bizde diyor: “Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun.” İşte bu ahmakane kelime dinszlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor.

Hem o ecnebîlerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle, bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü, bir adamın kıymeti himmeti [ciddi gayret] nispetindedir. Kimin himmeti [ciddi gayret] milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir. Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebîlerin zararlı seciyelerini [huy, karakter] almamızdan, kuvvetli ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] İslâmî milliyetimizle beraber, herkes “Nefs î, nefsî” demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle, menfaat-i şahsiyesini [kişisel çıkar] düşünmekle, bin adam, bir adam hükmüne sukut [alçalış, düşüş] eder.

مَنْ كَانَ هِمَّتُهُ نَفْسَهُ فَلَيْسَ مِنَ اْلاِنْسَانِ ِلاَنَّهُ مَدَنِّىٌ بِالطَّبْعِ

Yani, kimin himmeti [ciddi gayret] yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü, insanın fıtratı medenîdir. Ebnâ-yı cinsini [aynı cins ve türden gelenler] mülâhazaya [düşünme, akla getirme] mecburdur. Hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ile

559

hayat-ı şahsiyesi [kişisel hayat] devam edebilir. Meselâ, bir ekmeği yese, kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri mânen öptüğünü ve giydiği libasla [elbise] kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşayamadığından, ebnâ-yı cinsiyle [aynı cins ve türden gelenler] fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara mânevî bir fiyat vermeye mecbur bulunduğundan, fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-i şahsiyesine [kişisel çıkar] hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] eden, insanlıktan çıkar, mâsum olmayan câni bir hayvan olur. Birşey elinden gelmese, hakikî özrü olsa, o müstesna…

ALTINCI KELİME: Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki [İslâmın sosyal hayatı] saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir. وَاَمْرُهُمْ شُورٰى بَيْنَهُمْ 1 âyet-i kerimesi, şûrâyı esas olarak emrediyor.

Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr [düşünce ve tecrübelerin birikimi] unvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, [danışma] bütün beşeriyetin terakkiyatı [ilerleme] ve fünunun [fenler, bilimler] esası olduğu gibi, en büyük kıt’a [dünyanın kara paçalarından her biri] olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.

Asya kıt’asının [dünyanın kara paçalarından her biri] ve istikbalinin keşşafı [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] ve miftahı [anahtar] şûrâdır. Yani, nasıl fertler birbiriyle meşveret [danışma] eder; taifeler, kıt’alar [dünyanın kara paçalarından her biri] dahi o şûrâyı yapmaları lâzımdır ki, üç yüz, belki dört yüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdatların [baskı, zulüm] kayıtlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd [doğma] eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip garp [batı] medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı [günahlar] atmaktır.

İmandan gelen hürriyet-i şer’iye iki esası emreder:

560

اَنْ لاَيُذَلِّلَ وَلاَيَتَذَلَّلَ * مَنْ كَانَ عَبْدًا لِلّٰهِ لاَ يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ * لاَ يَجْعَلْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللهِ * نَعَمْ: اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمٰنِ

Yani,

· İman bunu iktiza [bir şeyin gereği] ediyor ki, tahakküm [baskı] ve istibdat [baskı, zulüm] ile başkasını tezlil [zillete düşürme, alçaltma] etmemek ve zillete düşürmemek, ve zâlimlere tezellül [alçalma] etmemek…

· Allah’a hakikî abd [köle] olan, başkalara abd [köle] olamaz.

· Birbirinizi, Allah’tan başka kendinize Rab yapmayınız. Yani, Allah’ı tanımayan, herşeye, herkese nispetine göre bir rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] tevehhüm [kuruntu] eder, başına musallat eder.

Evet, hürriyet-i şer’iye Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Rahmân, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır [bağış] ve imanın bir hassasıdır.

فَلْيَحْيَا الصِّدْقُ وَلاَ عَاشَ الْيَأْسُ فَلْتَدُمِ الْمَحَبَّةُ وَالتَّقْوٰى وَالشُّورٰى وَالْمَلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوٰى وَالسَّلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى

Yaşasın sıdk! [doğruluk] Ölsün yeis! [ümitsizlik] Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet, [huzur] hüdâya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmin.

Eğer denilse: Neden şûrâya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyetin hayatı ve terakkisi [ilerleme] nasıl o şûrâ ile olabilir?

561

Elcevap: Nurun Yirmi Birinci Lem’a-i İhlâsında [İhlâs Lem’ası, Yirmi Birinci Lem’a] izah edildiği gibi, haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü [dayanışma] netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile, üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesanüd ve meşveretin [danışma] sırrıyla, bin adam kadar iş gördüklerini, çok vukuat-ı tarihiye [tarihî olaylar] bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz, ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î; [ferdî, küçük] hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır [zararlı] insanların çoğalmasıyla, elbette ve elbette, o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hâcetlere [ihtiyaç] karşı, imandan gelen nokta-i istinad [dayanak noktası] ve o nokta-i istimdad [medet noktası; yardım alınan nokta] ile beraber hayat-ı şahsiye-i [kişisel hayat] insaniyesi dayandığı gibi, hayat-ı içtimaiyesi [sosyal hayat] de yine imanın hakaikinden [doğru gerçekler] gelen şûrâ-yı şer’î ile yaşayabilir, o düşmanları durdurur, o hâcetlerin [ihtiyaç] teminine yol açar.

ba

562

 Arabî Hutbe-i Şâmiye’nin zeylinin [ek] kısa bir tercümesi

(Teşhisü’l-İllet)

Hutbe-i Şâmiye’nin Arabî zeylinde, [ek] gayet lâtif [berrak, şirin, hoş] bir temsille imandan gelen mânevî ve kırılmaz bir kahramanlık gösteriyor. Bu meselemiz münasebetiyle bir hülâsasını [esas, öz] beyan ediyoruz:

Hürriyetin başında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle, vilâyat-ı şarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde [tren] iki mektepli mütefennin [bilgili, fen ilimlerine sahip] arkadaşla bir mübahase [karşılıklı konuşma, fikir alışverişi, sohbet] oldu. Benden sual ettiler ki: “Hamiyet-i diniye [dinin koruyuculuğu] mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?” O zaman dedim:

Biz Müslümanlar, indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat müttehiddir. [aynı noktada birleşen] İtibarî, zahirî, ârızî [asla ait olmayıp sonradan ortaya çıkan] bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman, hamiyet-i diniye [dinin koruyuculuğu] avam [halk] ve havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] şâmil [içine alan] oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine (yani, menâfi-i şahsiyesini millete feda edene) has kalır. Öyleyse, hukuk-u umumiye [kamu hukuku] içinde hamiyet-i diniye [dinin koruyuculuğu] esas olmalı. Hamiyet-i milliye, ona hâdim [hizmetçi] ve kuvvet ve kal’a[kale] olmalı. Hususan, biz şarklılar, garplılar [batı] gibi değiliz. İçimizde kalblere hâkim hiss-i dinîdir. Kader-i ezelî ekser enbiya[nebiler, peygamberler] Şarkta göndermesi işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dinî Şarkı uyandırır, terakkiye [ilerleme] sevk eder. Asr-ı Saadet [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] ve Tâbiîn [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] bunun bir burhan-ı kat’îsidir. [kesin delil]

Ey bu hamiyet-i diniye [dinin koruyuculuğu] ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran bu şimendifer [tren] denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım! Ve şimdi, zamanın şimendiferinde [tren] istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki:

Hamiyet-i diniye [dinin koruyuculuğu] ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamıyla

563

mezc [karışma, bütünleşme] olmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin [sağlam] ve Arştan gelmiş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’l-vüskadır. [kopmaz sağlam kulp] Tahrip edilmez, mağlûp olmaz bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kal’adır” [kale] dediğim vakit, o iki münevver [aydın] mektep muallimleri bana dediler: “Delilin nedir? Bu büyük dâvâya büyük bir hüccet [delil] ve gayet kuvvetli bir delil lâzım. Delil nedir?”

Birden, şimendiferimiz [tren] tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin [tren] tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim:

İşte bu çocuk, lisân-ı hâliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime o mâsum çocuk bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte, lisân-ı hâli bu gelecek hakikati der:

Bakınız, bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yolda bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümüyle [baskı] bağırarak tehdit ediyor. “Bana rastgelenlerin vay haline!” dediği halde, o mâsum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıkla, beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf [hafife alma] ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: “Ey şimendifer! [tren] Sen ra’d [gök gürültüsü] ve gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.” Sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metanetinin [gayret, kararlılık] lisân-ı hâliyle güya der: “Ey şimendifer, [tren] sen bir nizamın esirisin. Senin gemin, senin dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın [baskı ve zulüm] altına alamazsın. Haydi yolunda git, kumandanının izniyle yolundan geç.”

İşte ey bu şimendiferdeki [tren] arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim! Bu mâsum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî ve Herkül-ü Yunanî, o acip kahramanlıklarıyla beraber, tayy-ı zaman [zamanın katlanması; çok uzun zamanı kısa bir zamanda yaşama] ederek o çocuk yerinde burada bulunduklarını farz ediniz. Onların zamanında şimendifer [tren] olmadığı için, elbette şimendiferin [tren] bir intizamla hareket ettiğine bir itikadları [inanç] olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde, birden çıkan şimendiferin [tren] dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem

564

ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar! O harika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız, nasıl bu dabbetü’l-arzın tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünkü onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad [inanç] etmedikleri için, mutî [emre uyan] bir merkep zannetmiyorlar. Belki gayet müthiş, parçalayıcı vagon cesametinde [büyüklük] yirmi arslanı arkasına takmış bir nev’i arslan tevehhüm [kuruntu] ederler.

Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte, altı yaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet veren ve çok mertebe onların fevkinde [üstünde] bir emniyet ve korkmamak hâletini [durum] veren, o mâsumun kalbinde hakikatin bir çekirdeği olan şimendiferin [tren] intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyla gezdirmesine olan itikadı [inanç] ve itminanı [inanma, kalben tatmin olma] ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların, onun kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak olan câhilâne [cahilce] itikatsızlıklarıdır. [inanç]

Bu temsilde, o mâsum çocuğun imanından gelen kahramanlık gibi, bin senede İslâm taifelerinin birkaç aşiretinin (Türk ve Türkleşmiş milletin) kalbinde yerleşen iman ve itikad [inanç] cihetiyle, rû-yi zeminde [yeryüzü] yüz mislinden [benzer] ziyade devletlere, milletlere karşı imanından gelen bir kahramanlıkla, İslâmiyet ve kemâlât-ı mâneviyenin bayrağını Asya ve Afrika’da ve yarı Avrupa’da gezdiren ve “Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim” deyip ölümü gülerek karşılamakla beraber, dünyadaki müteselsil [zincirleme] düşman hadisatlara kadar beşerin küllî istidadına [kabiliyet] karşı da düşmanlık vaziyetini alan o dehşetli şimendiferlerin [tren] tehditlerine karşı imanın kahramanlığıyla mukabele [karşılama; karşılık verme] edip korkmayan; kaza ve kader-i İlâhiyeye [İlâhi kader, Allah’ın kader kanunu] karşı imanın teslimiyetiyle korkmak, dehşet almak yerinde, hikmet ve ibret ve bir nev’i saadet-i dünyeviyeyi [dünya hayatındaki mutluluk] kazanan, başta Türk ve Arap taifeleri ve bütün Müslüman kabileleri, o mâsum çocuk gibi fevkalâde bir mânevî kahramanlık gösterdikleri gösteriyor ki, istikbalin hâkim-i mutlakı, [herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan] âhirette olduğu gibi, dünyada da İslâmiyet milliyetidir.

565

O iki temsilde, o iki acip kahramanın pek acip korku ve telâşlarına ve elemlerine sebep, onların adem-i itikadları ve cehaletleri ve dalâletleri [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] olduğu gibi; Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerle [delil] ispat ettiği bir hakikati ki, bu risalenin mukaddemesinde [evvel, önce] bir iki misâli söylenmiş, mesele şudur ki:

Küfür ve dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bütün kâinatı ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] binler müthiş düşmanlar taifeleri ve silsileleri gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesadüf, sağır tabiat elleriyle, manzume-i şemsiyeden [güneş sistemi] tut, ta kalbdeki verem mikroplarına kadar binler taife düşmanlar bîçare beşere hücum ettiklerini ve insanın câmi mahiyeti ve küllî istidadatı [kabiliyet] ve hadsiz ihtiyacatı ve nihayetsiz arzularına karşı mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telâş vermesiyle, küfür ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bir cehennem zakkumu [Cehennemde bir ağacın ismi] olduğunu ve bu dünyada da sahibini bir cehennem içine koyduğunu; din ve imandan hariç binler fen ve terakkiyat-ı beşeriye o Rüstem ve Herkül’ün kahramanlıkları gibi beş para fayda vermediğini, yalnız iptal-i his [hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirme] nev’inden muvakkaten [geçici] o elîm korkuları hissetmemek için sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve sarhoşlukla şırınga ediyor.

İşte, iman ve küfrün [inançsızlık, inkâr] muvazenesi âhirette Cennet ve Cehennem gibi meyveleri ve neticeleri verdiği gibi, dünyada da iman bir mânevî cenneti temin ve ölümü bir terhis tezkeresine çevirmesini, ve küfür dünyada dahi bir mânevî cehennem ve hakikî saadet-i beşeriyeyi [insanın mutluluğu] mahvetmesi ve ölümü bir idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] mahiyetine getirmesini kat’î bir his ve şuhuda [görme] istinad eden Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerine [delil] havale edip kısa kesiyoruz.

Bu temsilin hakikatini görmek isterseniz, başınızı kaldırınız, bu kâinata bakınız. Ne kadar şimendifer [tren] misilli [benzer] balon, otomobil, tayyare, berriye ve bahriye gemiler, karada, denizde havada kudret-i Ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] nizam ve hikmetle halk ettiği

566

yıldızların kürelerine ve kâinat ecramına [büyük cisimler] ve hâdisatın silsilelerine ve müteselsil [zincirleme] vakıatlarına [olaylar] bakınız.

Hem âlem-i şehadette [görünen alem] ve cismanî kâinatta bunların vücudu gibi, âlem-i ruhanî [maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemi] ve mâneviyatta kudret-i ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] daha acip müteselsil [zincirleme] nazîreleri [benzer] var olduğunu, aklı bulunan tasdik eder, gözü bulunan çoğunu görebilir.

İşte, kâinat içinde maddî ve mânevî bütün bu silsileler, imansız ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] hücum ediyor, tehdit ediyor, korku veriyor, kuvve-i mâneviyesini [mânevî güç] zîr ü zeber [alt üst] ediyor. Ehl-i imana [Allah’a inanan] değil tehdit ve korkutmak, belki sevinç ve saadet, ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve ümit ve kuvvet veriyor. Çünkü ehl-i iman, [Allah’a inanan] iman ile görüyor ki, o hadsiz silsileleri, maddî ve mânevî şimendiferleri, [tren] seyyar kâinatları mükemmel intizam ve hikmet dairesinde birer vazifeye sevk eden bir Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] onları çalıştırıyor. Zerre miktar vazifelerinde şaşırmıyorlar, birbirine tecavüz edemiyorlar. Ve kâinattaki kemâlât-ı san’ata [olgun, güzel san’atlar] ve tecelliyat-ı cemâliyeye mazhar [erişme, nail olma] olduklarını görüp kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] tamamıyla eline verip, saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bir nümunesini iman gösteriyor.

İşte, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] imansızlıktan gelen dehşetli elemlerine ve korkularına karşı hiçbirşey, hiçbir fen, hiçbir terakkiyat-ı beşeriye buna karşı bir tesellî veremez, kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] temin edemez. Cesareti zîr ü zeber [alt üst] olur. Fakat muvakkat [geçici] gaflet perde çeker, aldatır.

Ehl-i iman, [Allah’a inanan] iman cihetiyle değil korkmak ve kuvve-i mâneviyesi [mânevî güç] kırılmak, belki o temsildeki mâsum çocuk gibi, fevkalâde bir kuvvet-i mâneviye [mânevî güç] ve bir metanetle [gayret, kararlılık] ve imandaki hakikatle onlara bakıyor. Bir Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] hikmet dairesinde tedbir ve iradesini müşahede eder, evham ve korkulardan kurtulur. “Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] emri ve izni olmadan bu seyyar kâinatlar hareket edemezler, ilişemezler” deyip anlar. Kemâl-i emniyetle, [güvenilirliğin mükemmelliği] hayat-ı dünyeviyesinde [dünya hayatı] de derecesine

567

göre saadete mazhar [erişme, nail olma] olur. Kimin kalbinde imandan ve din-i haktan [hak din] gelen bu hakikat çekirdeği vicdanında bulunmazsa ve nokta-i istinadı [dayanak noktası] olmazsa, bilbedahe, [açıkça] temsildeki Rüstem ve Herkül’ün cesaretleri ve kahramanlıkları kırıldığı gibi, onun cesareti ve kuvve-i mâneviyesi [mânevî güç] muzmahil olur ve vicdanı tefesüh eder. Ve kâinatın hadisatına esir olur. Herşeye karşı korkak bir dilenci hükmüne düşer. İmanın bu sırr-ı hakikatini [gerçeğin sırrı, iç yüzü] ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] de bu dehşetli şekavet-i dünyeviyesini Risale-i Nur yüzer kat’î hüccetlerle [delil] ispat ettiğine binaen, bu pek uzun hakikati kısa kesiyoruz.

Acaba en ziyade kuvve-i mâneviyeye [mânevî güç] ve teselliye ve metanete [gayret, kararlılık] ihtiyacını hissetmiş bu asırdaki beşer, bu zamanda o kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] ve tesellîyi ve saadeti temin eden ve İslâmiyet ve imandaki nokta-i istinad [dayanak noktası] olan hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] bırakıp, garplılaşmak [batı] unvanıyla, İslâmiyet milliyetinden istifade yerine, bütün bütün kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] kırıp ve teselliyi mahveden ve metanetini [gayret, kararlılık] kıran dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] ve yalancı politika ve siyasete dayanmak, ne kadar maslahat-ı beşeriyeden [insanlığın yararı] ve menfaat-i insaniyeden uzak bir hareket olduğunu, pek yakın bir zamanda intibaha [uyanış] gelmiş, başta İslâm olarak, beşer hissedecek. Dünyanın ömrü kalmışsa Kur’ân’ın hakaikine [doğru gerçekler] yapışacak.

İşte, sabık [daha önceden geçen] temsil gibi, eski zamanda, Hürriyetin başında bazı dindar mebuslar, Eski Said’e dediler:

“Sen her cihette siyaseti, dine, şeriata âlet ediyorsun ve dine hizmetkâr yapıyorsun ve yalnız şeriat hesabına hürriyeti kabul ediyorsun. Ve meşrutiyeti [meclise dayalı yönetim şekli] de meşruiyet sûretinde beğeniyorsun. Demek, hürriyet ve meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] şeriatsız olamaz. Bunun için seni de ‘Şeriat isteriz’ diyenlerin içine Otuz Bir Mart’ta dahil ettiler.”

Eski Said onlara demiş ki:

Evet, millet-i İslâmiyenin [İslâm milleti] sebeb-i saadeti [mutluluk sebebi] yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye [İslâmın gerçekleri]

568

ile olabilir. Ve hayat-ı içtimayesi ve saadet-i dünyeviyesi [dünya hayatındaki mutluluk] şeriat-ı İslâmiye [İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm] ile olabilir. Yoksa adalet mahvolur. Emniyet zîr ü zeber [alt üst] olur. Ahlâksızlık, pis hasletler [huy, karakter] galebe [üstün gelme] eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır. Size bu hakikati ispat edecek binler hüccetten [delil] bir küçük nümune olarak, bu hikâyeyi nazar-ı dikkatinize [dikkat içeren bakış] gösteriyorum:

Bir zaman bir adam, bir sahrâda, bedevîler içinde ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] bir zâtın evine misafir olur. Bakıyor ki, onlar mallarının muhafazasına ehemmiyet vermiyorlar. Hatta ev sahibi, evinin köşesinde paraları oralarda açıkta bırakmış. Misafirhane sahibine dedi:

“Hırsızlıktan korkmuyor musunuz, böyle malınızı köşeye atmışsınız?”

Hane sahibi dedi: “Bizde hırsızlık olmaz.” Misafir dedi:

“Biz paralarımızı kasalarımıza koyduğumuz ve kilitlediğimiz halde çok defalar hırsızlık oluyor.”

Hane sahibi demiş: “Biz emr-i İlâhî [Allah’ın emri] namına ve adâlet-i şer’iye hesabına hırsızın elini kesiyoruz.”

Misafir dedi: “Öyleyse çoğunuzun bir eli olmamak lâzım gelir.”

Hane sahibi dedi: “Ben elli yaşına girdim, bütün ömrümde bir tek el kesildiğini gördüm.”

Misafir taaccüp etti, dedi ki: “Memleketimizde hergün elli adamı hırsızlık ettikleri için hapse sokuyoruz. Sizin buradaki adaletinizin yüzde biri kadar tesiri olmuyor.”

Hane sahibi dedi: “Siz büyük bir hakikatten ve acip ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terk etmişsiniz. Onun için adaletin hakikatini kaybediyorsunuz. Maslahat-ı beşeriye [insanlığın yararı] yerine adalet perdesi altında garazlar, zâlimâne ve tarafgirâne cereyanlar müdahale eder, hükümlerin tesirini kırar. O hakikatin sırrı budur:

“Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer’înin icrasını tahattur [hatıra gelme] eder. Arş-ı İlâhîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmânın hassasıyla, kalbin kulağıyla, kelâm-ı ezelîden [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] gelen ve hırsız elinin idamına hükmeden

569

اَلسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُۤوا اَيْدِيَهُمَا 1 âyetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı [inanç] heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi [yüksek duygular] harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına [meyil, eğilim] hücum gibi bir hâlet-i ruhiye [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân [meyil, eğilim] parçalanır, çekilir. Git gide, o meyelân [meyil, eğilim] bütün bütün kesilir. Çünkü, yalnız vehim ve fikir değil, belki mânevî kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan) birden o hisse, o hevese, hücum eder. Hadd-i şer’îyi tahattur [hatıra gelme] ile ulvî zecr [sakındırma] ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur.

“Evet, iman, kalbde, kafada daimî bir mânevî yasakçı bıraktığından, fena meyelânlar [meyil, eğilim] histen, nefisten çıktıkça ‘yasaktır’ der, tard [kovma] eder, kaçırır.

“Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülâtından [eğilim gösterme] çıkar. O temayülât, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeye çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlûp etmez.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Had ve ceza, emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ve adalet-i Rabbaniye namına icra edildiği vakit, hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki lâtifeleri [berrak, şirin, hoş] müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] ve alâkadar olurlar. İşte bu mânâ içindir ki, elli senede bir ceza, sizin hergün müteaddit [bir çok] hapsinizden ziyade bize fayda veriyor. Sizin adalet namı altındaki cezalarınız, yalnız vehminizi müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] eder. Çünkü biriniz hırsızlığa niyet ettiği vakit, millet, vatan maslahatı [amaç, yarar] ve menfaati hesabına cezaya çarpılmak vehmi gelir. Yahut insanlar eğer bilseler ona fena nazarla bakarlar. Eğer aleyhinde tebeyyün [meydana çıkma, görünme] etse, hükûmet de onu hapsetmek ihtimali hatırına geliyor. O vakit yalnız kuvve-i vâhimesi [olmayan bir şeyi var gibi gösterme duyusu] cüz’î [ferdî, küçük] bir teessür [üzülme, etkilenme] hisseder. Hâlbuki nefis ve hissinden çıkan—hususan ihtiyacı da varsa—kuvvetli bir meyelân [meyil, eğilim] galebe [üstün gelme] eder. Daha o fenalıktan vazgeçmek için o cezanız fayda vermiyor. Hem de emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ile olmadığından, o cezalar da adalet değil. Abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi battal [bâtıl, boş, hükümsüz] olur, bozulur. Demek, hakikî adalet ve tesirli ceza odur ki, Allah’ın emri namıyla olsun. Yoksa tesiri yüzden bire iner.

“İşte bu cüz’î [ferdî, küçük] sirkat meselesine sair küllî ve şümul[kapsam] ahkâm-ı İlâhiye [Allah’ın hükümleri] kıyas

570

edilsin. Ta anlaşılsın ki, saadet-i beşeriye [insanlığın mutluluğu] dünyada adaletle olabilir. Adalet ise, doğrudan doğruya Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir.”

Hikâyenin hülâsa[esas, öz] bitti.

Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlâhiye [Allah’ın adaleti] namına ve hakaik-i İslâmiye [İslâmın gerçekleri] dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve mânevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, Ye’cüc ve Me’cüclere teslim-i silâh [silâhın teslim edilmesi, mücadeleden vazgeçme] edecekler diye kalbe ihtar edildi.

İşte bu hikâyeyi o zamandaki bazı dindar meb’uslara Eski Said söylemiş. Ve iki defa tab [basma] edilen Arabî Hutbe-i Şâmiye’nin zeylinde [ek] kırk beş sene evvel yazılmış.Haşiye [dipnot]

Şimdi bu hikâye ile evvelki temsil, o zamandan ziyade tam bu zamanın dersi olmasından, berâ-yı malûmat hakikî dindar meb’usların nazarına medar-ı ibret [ibret kaynağı] için gösteriyoruz.

Said Nursî

ba

571

Hutbe-i Şâmiye’nin Zeylinin [ek] Zeyli [ek]

Kırk iki sene evvel1Dinî Ceridelerde [gazete] neşredilen Said’in makalesidir.

Yaşasın Şeriat-ı Garrâ [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet]

26 Şubat 1324 (11 Mart 1909)

Dinî Ceride, [gazete] no. 73 2

ba

572

Yaşasın Şeriat-ı Ahmedî

(aleyhissalâtü vesselâm)

5 Mart 1325 (18 Mart 1909)

Dinî Ceride, [gazete] no. 77

Şeriat-ı garrâ, [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] kelâm-ı ezelîden [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] geldiğinden, ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinad iledir. O hablü’l-metine [sağlam ip, çok kuvvetli ip (İslâm, Kur’ân)] temessük [sarılma] iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad [yardım dileme] iledir. Zira, Sâni-i Âleme [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] hakkıyla abd [köle] ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete [Allah’a kulluk] tenezzül etmemesi gerektir. Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında [en küçük âlem] cihad-ı ekber [en büyük cihad] ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi [Peygamberimizin sünneti] ihyâ [diriltme, hayat verme] ile muvazzaftır.

Ey evliya-i umûr! Tevfik [başarı] isterseniz, kavânin-i âdetullaha [Allah’ın kâinata koyduğu tabiat kanunları] tevfik-i hareket [uygun hareket] ediniz. Yoksa tevfiksizlik [başarısızlık] ile cevab-ı red [red cevabı] alacaksınız. Zira, mâruf [bilinen] umum enbiyanın [nebiler, peygamberler] memâlik-i İslâmiye ve Osmaniyeden zuhuru, kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] bir işaret ve remzidir [ince işaret] ki; bu memleket insanlarının makine-i tekemmülâtının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri ziya-yı İslâmiyet ile neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulacaktır.

Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı [baskı ve zulüm] muhafaza için, vaktiyle mesâil-i şeriat [şeriatın meseleleri, kaideleri] rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.

573

Bizim cemaatımizin meşrebi, [hareket tarzı, metod] muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani, beyne’l-İslâm muhabbete imdat; ve husumet askerini bozmaktır.

Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Peygamberîyi ihyâ [diriltme, hayat verme] etmektir. Ve rehberimiz şeriat-ı garrâ [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] ve kılıncımız da berahin-i kàtıa ve maksadımız ilâ-yı kelimetullahtır. Cemaatimize her bir mü’min mânen müntesiptir. Sûreten intisap [bağlanma] ise, Sünnet-i Nebeviyeyi [Peygamberimizin sünneti] kendi âleminde ihyâya [diriltme, hayat verme] azm-i kat’î iledir. En evvel mürşid-i umumî ulema ve meşâyih ve talebeyi, şeriat namına ittihada [birleşme] dâvet ederiz.

Said Nursî

ba

 İhtar-ı mahsus

Gazeteci denilen huteba-i [balık] umumî iki kıyas-ı fâsidle milleti bataklığa düşürtmüştür.

Birincisi: Vilâyâtı, İstanbul’a kıyas ederek… Hâlbuki elifbâyı okumayan çocuklara felsefe dersi verilse sathî [sığ, yüzeysel] olur.

İkincisi: İstanbul’u Avrupa’ya kıyas etmişler. Hâlbuki, bir erkek, kadının kametinden [biçim ve boy] istihsan [beğenme, güzel bulma] ettiği libası [elbise] giyinse maskara ve rezil olur.

Said Nursî

ba

Hakikat

26 Şubat 1324 (Mart 1909)

Dinî Ceride, [gazete] no. 70 1

 Sadâ-yı Hakikat

27 Mart 19092

574

 Reddü’l-Evham

(31 Mart 1909)

İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) cemaatine isnad ettikleri dokuz evham-ı fâsideyi reddedeceğim.

Birinci vehim: Böyle nazik bir zamanda din meselesini ortaya atmak münasip görülmüyor.

Elcevap: Biz dini severiz. Dünyayı da yine din için severiz.

لاَ خَيْرَ فِى الدُّنْيَا بِلاَ دِينٍ * 1

Saniyen: [ikinci olarak] Madem ki Meşrutiyette [meclise dayalı yönetim şekli] hâkimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyettir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lâzların en kuvvetli ve hakikatli revâbıt [bağlar] ve milliyetleri İslâmiyetten başka birşey değildir. Nasıl ki az ihmal ile tevâif-i mülûk temelleri atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihyâ [diriltme, hayat verme] ile fitne ikaz olunmaktadır. Ve oldu gördük…

İkinci vehim: Bu unvan, tahsisiyle, müntesip olmayanları vehim ve telâşa düşürüyor.

Elcevap: Evvel de söylemiştim. Ya mütalâa olunmamış veya sû-i tefehhüme uğramış olduğundan, tekrarına mecbur oldum. Şöyle ki:

İttihad-ı İslâm olan İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) dediğimiz vakit, umum mü’minlerin mabeyninde [ara] bilkuvve [potansiyel olarak] veya bilfiil sabit olan ittihad [birleşme] murattır. Yoksa, İstanbul ve Anadolu’daki cemaat murad değildir. Amma bir katre [damla] su da, sudur. [bir şeyden çıkma, olma] Bu unvandan tahsis çıkmaz. Tarif-i hakikîsi şöyledir:

Esas temeli, şarktan garba, [doğudan batıya] cenuptan [güney] şimale [kuzey] mümted [uzayan, uzanmış] ve merkezi Haremeyn-i Şerifeyn [Mekke’de bulunan Kâbe-i Şerif ve Medine’de bulunan Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mescidine (Mescid-i Nebevî) verilen isim] ve cihet-i vahdeti tevhid-i İlâhî; [Allah’ın birliği] peyman [yemin, and, kasem] ve yemini iman; nizamnamesi,

575

sünnet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) sünneti, hal, söz, tavır ve tasdikleri] (aleyhissalâtü vesselâm); kanunnamesi, evâmir [emirler] ve nevâhî-i [yasaklar] şer’iye; kulüp ve encümenleri, umum medâris, [medreseler; İslâm ülkelerinde ve bilhassa Osmanlı Devleti’nde İslâmî ilimlerin okutulduğu öğretim kurumları] mesâcid ve zevâyâ; o cemaatin ilelebed ve muhalled naşir-i efkârı, [fikirleri neşreden, yayan temsilci] umum kütüb-ü İslâmiye [İslâmiyetle ilgili kitaplar] ve her vakit nâşir-i [neşreden, yayan, yayınlayan] efkârı başta Kur’ân ve tefsirleri (ve bu zamanda bir tefsiri, Risale-i Nur) ve i’lâ-yı kelimetullahı [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] hedef ve maksat eden umum dinî ve müstakim [doğru ve düzgün] ceraiddir. Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Reisi de Fahr-i Âlemdir [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] (aleyhissalâtü vesselâm).

Şimdi istediğimiz nokta, mü’minlerin teveccühleri [ilgi] ve teyakkuzlarıdır. [uyanıklık] Teveccüh-ü umumînin tesiri inkâr edilmez. İttihadın hedefi ve maksadı i’lâ-yı kelimetullah [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] ve mesleği de kendi nefsiyle cihâd-ı ekber ve başkalarını da irşaddır. [doğru yol gösterme] Bu mübarek heyetin yüzde doksan dokuz himmeti [ciddi gayret] siyaset değildir. Siyasetin gayrı olan hüsn-ü ahlâk [güzel ahlâk] ve istikamet [doğru] ve saire gibi makasıd-ı meşruaya masruftur. Zira bu vazifeye müteveccih [yönelen] olan cemiyetler pek az, kıymet ve ehemmiyeti ise pek çoktur. Ancak yüzde biri, siyasiyyûnu irşad [doğru yol gösterme] tarîkiyle siyasete taallûk [ait olma, ilgilendirme] edecektir. Kılınçları, berâhin-i kat’iyedir. [kesin deliller] Meşrepleri [hareket tarzı, metod] de muhabbet olduğu gibi beyne’l-mü’minîn uhuvvet [kardeşlik] çekirdeğinde mündemiç [içinde bulunan] olan muhabbete şecere-i tûba gibi neşvünemâ [büyüyüp gelişme] vermektir.

Beşinci vehim: Ecnebîlerin bundan tevahhuş [korkma, çekinme] etmek ihtimali var.

Elcevap: Bu ihtimale ihtimal verenler mütevahhiştir. Zira merkez-i taassuplarında İslâmiyetin ulviyetine [yüce] dair konferanslarlaHaşiye takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] etmeleri bu ihtimali

576

reddeder. Hem de düşmanlarımız onlar değil; asıl bizi bu kadar düşürüp i’lâ-yı kelimetullaha [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] mâni olan ve cehalet neticesi olan muhalefet-i şeriattır. Ve zaruret ve onun semeresi [meyve] olan sû-i ahlâk [kötü ahlâk] ve harekettir ve ihtilâf ve onun mahsulü olan ağraz [maksatlar, gayeler] ve nifaktır [ayrılık, dağılma] ki, ittihadımız [birleşme] bu üç insafsız düşmana hücumdur.

Amma ecnebîlerin vahşi oldukları kurun-u vustada, İslâmiyet vahşete karşı husumet ve taassuba mecbur olduğu halde adalet ve itidalini [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] muhafaza etmiş. Hiçbir vakit engizisyon gibi etmemiş. Ve zaman-ı medeniyette ecnebîler medenî ve kuvvetli olduklarından, zararlı olan husumet ve taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] zâil [geçici, yok olucu] olmuştur. Zira din nokta-i nazarından [bakış açısı] medenîlere galebe [üstün gelme] çalmak ikna iledir, icbar [zoraki, zorlama] ile değildir. Ve İslâmiyeti, mahbup [sevgili] ve ulvî olduğunu, evâmirine [emirler] imtisalen [bağlanma, boyun eğme] ef’al [fiiller, davranışlar] ve ahlâk ile göstermek iledir. İcbar ve husumet, vahşilerin vahşetine karşıdır.

Altıncı vehim: Bazıları, “Sünnet-i Nebeviyeyi [Peygamberimizin sünneti] hedef-i maksat eden ittihad-ı İslâm, Hürriyeti tehdit eder ve levâzım-ı medeniyeye münâfidir” [aykırı] diyorlar.

Elcevap: Asıl mü’min hakkıyla hürdür. Sâni-i Âleme [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] abd [köle] ve hizmetkâr olan, halka tezellüle [alçalma] tenezzül etmemek gerektir. Demek, ne kadar imana kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur.

Amma hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, [tam bir yalnızlık ve ürküntü hali] belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından [bakış açısı] zarurîdir.

Salisen: [üçüncü olarak] Bazı sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ve lâubaliler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmarenin [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet, ya istibdat [baskı, zulüm] veya esaret-i nefis veya canavarcasına hayvanlık veya vahşettir. Böyle lâubaliler ve zındıklar iyi

577

bilsinler ki, dinsizlikle ve sefahetle [ahmaklık, beyinsizlik] sahib-i vicdan hiçbir ecnebîye kendilerini sevdiremezler ve benzetemezler. Zira mesleksiz ve sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] sevilmez. Ve bir kadına yakışır, istihsan [beğenme, güzel bulma] ettiği libası, [elbise] erkek giyse maskara olur.

Yedinci vehim: İttihad-ı İslâm cemaati, sair cemiyet-i diniye ile şakku’l-âsâdır. Rekabet ve münaferatı intaç [netice verme] eder.

Elcevap: Evvelâ umur-u uhreviyede [âhirete ait işler] haset ve müzahamet [bir yerde yığılma ve birbirine sıkıntı ve darlık verme] ve münakaşa olmadığından, bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa, ibadette riya ve nifak [ayrılık, dağılma] etmiş gibidir.

Saniyen: [ikinci olarak] Muhabbet-i din saikasıyla [sebebiyle] teşekkül [kendi kendine oluşma] eden cemaatlerin iki şartla umumunu tebrik ve onlarla ittihad [birleşme] ederiz.

Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve âsâyişi muhafaza etmektir.

İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cemiyete leke sürmekle kendisine kıymet vermeye çalışmamak; birinde hatâ bulunsa, müfti-i ümmet olan cemiyet-i ulemâya havale etmektir.

Salisen: [üçüncü olarak] İ’lâ-yı kelimetullahı hedef-i maksat eden cemaat, hiçbir garaza vasıta olamaz. İsterse de muvaffak olamaz. Zira nifaktır. [ayrılık, dağılma] Hakkın hatırı âlidir, hiçbirşeye feda olunmaz. Nasıl Süreyya [gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan ve yedi yıldızdan meydana gelen bir yıldız takımı] yıldızları süpürge olur veya üzüm salkımı gibi yenilir? Şems-i hakikate [hakikat güneşi] “püf, üf” eden, divaneliğini ilân eder.

Ey dinî cerideler! [gazete] Maksadımız, dinî cemaatlar maksatta ittihad [birleşme] etmelidirler. Mesalikte [meslekler, tarzlar] ve meşreplerde [hareket tarzı, metod] ittihad [birleşme] mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklit yolunu açar ve “Neme lâzım, başkası düşünsün” sözünü de söylettirir.

Sekizinci vehim: Ehl-i İttihad-ı İslâm olan buradaki cemaate, mânen gibi sûreten de intisap [bağlanma] edenlerin ekserisi avam, [halk] bir kısmı da meçhulü’l-hal olduğundan, fitne ve ihtilâfı imâ ediyor.

578

Elcevap: Belki, ağraza [maksatlar, gayeler] adem-i müsaadesine binaendir. Hem de, madem maksadı ittihad [birleşme] ve ilâ-yı kelimetullahtır; teşebbüsat ve harekâtı da ibadettir. İbadet camiinde şah ve gedâ [fakir] birdir. Müsavat [eşitlik] hakikî düsturdur. [kâide, kural] İmtiyaz yoktur. Zira en ekrem, en müttakîdir. [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] Ve en müttakî, [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] en mütevâzidir. [alçakgönüllü, gösterişsiz] Binaenaleyh, mânen asıl hakikat, ittihada [birleşme] intisap [bağlanma] ile beraber sûreten onun nümunesi olan bu uhrevî ve sırf dinî cemaate intisap [bağlanma] ile teşerrüf [şereflenme] edecek. Yoksa şeref vermeyecektir. Bir katre, [damla] bahr-i ummanı [Hint Okyanusu; çok büyük denizler gibi engin ve derin] tezyid [artırma, çoğaltma] edemez. Hem de, bir günah-ı kebire [büyük günah] ile imandan çıkmadığı gibi; şems garptan [batı] tulû [doğma] etmediğinden, tevbenin kapısı da açıktır. Bir desti müteneccis su, bir denizi tencis etmediği gibi, kendi de temizlendiğinden, şimdi bu nümune-i ittihada intisap [bağlanma] eden adama şartımız olan sünnet-i Nebeviyeyi [Peygamberimizin sünneti] (aleyhissalâtü vesselâm) ihyâ [diriltme, hayat verme] ve evâmirine [emirler] imtisal [bağlanma, boyun eğme] ve nevâhîden [yasaklar] içtinap [çekinme, kaçınma] ve asâyişe ilişmemek, elinden gelse azm-i kat’î ile dahil olan bazı meçhulü’l-hal olanlar, bu hakikat-i âliyeyi [yüce gerçek] lekedar [lekeli] etmez. Zira kendi lekedar [lekeli] olsa da, imanı mukaddestir. Rabıta [bağ] da imandır. Bu unvan-ı mukaddese böyle bahaneyle leke sürmek İslâmiyetin kıymet ve ulviyetini [yüce] bilmemekle beraber, kendini ahmaku’n-nas ilân etmektir. Nümune-i ittihad olan cemaatimize—sair cem’iyât-ı dünyeviyeye kıyasen—leke sürmeyi, târiz [dokundurma, iğneleme, taş atma; sözde bir yönü göstererek başka bir yönü kastetme sanatı] etmeyi cemî [bütün] kuvvetimizle reddederiz. İstifsar tarikiyle bir itirazları olursa, cevaba hazırız. İşte meydan!

Benim dahil olduğum cemaat, burada tafsil ettiğim İttihad-ı İslâmdır. Yoksa muterizlerin [itiraz eden] bâtıl tevehhüm [kuruntu] ettikleri cemiyet-i mütehayyile değildir. Bu dinî heyet efradı, [bireyler] şarkta olsa, garpta [batı] olsa, cenupta [güney] olsa, şimalde [kuzey] olsa beraberiz.

Sual: Sen imzanı bazen “Bediüzzaman” yazıyorsun. Lâkap medhi imâ eder.

579

Cevap: Medih [övgü] için değildir. Kusurlarımı, sened-i özrümü, mazeretimi bu unvan ile ibraz ediyorum. Zira bedi, garip demektir. Benim ahlâkım, sûretim gibi ve üslûb-u beyanım, [açıklama tarzı] elbisem gibi gariptir, muhaliftir. Görenekle revaçta [değer, kıymet] olan muhakemat ve esalibi, [üsluplar, ifade tarzları] benim üslûp ve muhakematımla mikyas [ölçü] ve mihenk [ölçü] itibar yapmamayı bu unvanın lisân-ı hâliyle rica [ümit] ediyorum. Hem de muradım, “bedî,” acip demektir.

اِلَىَّ لَعُمْرِى قَصْدُ كُلِّ عَجِيبَةٍ * كَاَ نِىِ ّ عَجِيبٌ فِى عُيُونِ الْعَجَائِبِ * 1

masadak oldum. Bir misâli budur: Bir senedir İstanbul’a geldim, yüz senenin inkılâbatını [değişim, devrim] gördüm.

وَالسَّلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى * 2

Cemî [bütün] mü’minlerin lisânıyla insanların adedi kadar deriz: Yaşasın Şeriat-ı Ahmedî! (aleyhissalâtü vesselâm).

Bediüzzaman Said Nursî

Biraderim Başmuharrir Beye,

Edipler edepli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalıdırlar. Matbuat [basın, medya] nizamnamesini vicdanlarındaki hiss-i diyanet tanzim etsin. Zira bu inkılâb-ı şer’iye gösterdi ki, vicdanlarda hükümferma, [hüküm süren] nuru’n-nur [bütün nurlar Kendi nurunun zayıf bir gölgesi olan Nurların Nuru, Allah] olan hamiyet-i İslâmiyedir. Hem de anlaşıldı ki, ittihad-ı İslâm umum askere ve umum ehl-i imana [Allah’a inanan] şâmildir. [içine alan] Hariç kimse yoktur.

Said Nursî

ba

580

 Hutbe-i Şâmiye’nin birinci zeylinin [ek] zeylinden [ek] son parçadır

(31 Mart Hadisesinde isyan eden sekiz taburu itaate getiren ve musibeti yüzden bire indiren iki derstir ki dinî ceridelerde [gazete] 1325’de neşredilmiştir. Milâdî 1909)

Kahraman askerlerimize

Ey şanlı asakir-i muvahhidîn! Ve ey bu millet-i mazlumeyi ve mukaddes İslâmiyeti iki defa büyük vartadan [tehlike] tahlis eden muhteşem kahramanlar!

Cemâl ve kemâliniz, intizam ve inzibattır. [âsayiş, düzen] Bunu da hakkıyla en müşevveş [dağınık, karışık] bir zamanda gösterdiniz. Ve hayatınız ve kuvvetiniz itaattir. Bu meziyet-i mukaddeseyi en ufak âmirinize karşı bile irae ediniz. Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâmın nâmusu artık sizin itaatinize bağlıdır. Sancak ve tevhid-i İlâhî [Allah’ın birliği] sizin yed-i şecaatinizdedir. Sizin o mübarek elinizin kuvveti de itaattir. Sizin zabitleriniz, [subay] müşfik pederlerinizdir. Kur’ân ve hadis ve hikmet ve tecrübe ile sabittir ki, haklı âmire itaat farzdır.

Malûmunuzdur ki, otuz üç milyon nüfus, [nefisler] yüz sene zarfında böyle iki inkılâbı [değişim, devrim] yapamadı. Sizin o itaatten neş’et [doğma] eden hakikî kuvvetiniz, umum millet-i İslâmiyeyi [İslâm milleti] medyun-u [borçlu] şükran etti. Bu şerefi hakkıyla teyid etmek, zabitlerinize [subay] itaatledir. İslâmiyetin namusu da o itaattedir. Biliyorum ki, müşfik pederleriniz olan zabitlerinizi [subay] mes’ul etmemek için işe karıştırmadınız. Şimdi ise iş bitti. Zâbitlerinizin [subay] âğuş-u şefkatlerine atılınız. Şeriat-ı garrâ [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] böyle emrediyor. Zira zabitler [subay] ûlülemirdirler. Vatan ve millet menfaatinde, hususan nizam-ı askerîde ulü’l-emre itaat farzdır. Şeriat-ı Muhammedînin (aleyhissalâtü vesselâm) muhafazası da itaat iledir.

Said Nursî

581

 Asakire Hitap

(Dinî Ceride, [gazete] numara 110, 30 Nisan 1909)

Ey asakir-i muvahhidîn! Fahr-i Âlemin [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] (aleyhissalâtü vesselâm) fermânını size tebliğ ediyorum ki, şeriat dairesinde ulü’l-emre itaat farzdır. Ulü’l-emriniz ve üstadlarınız, zabitlerinizdir. [subay] Askerlik ocağı cesîm [büyük] ve muntazam bir fabrikaya benzer. Çarkların biri intizam ve itaatte serkeşlik etmekle, bütün fabrika hercümerc [alt üst olma] olur.

Sizin o muntazam ve kuvvetli fabrika-i askeriyeniz, otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyenin nokta-i istinadı [dayanak noktası] ve mâden-i istimdadıdır.

Sizin iki müthiş istibdadı [baskı ve zulüm] kansız ve def’aten [âni, birden bire] öldürmeniz hârikulâde olduğundan ve şeriat-ı garrânın [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] iki mu’cize-i garrâsını izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiğinizden, zaifü’l-akide olanlara hamiyet-i İslâmiyenin kuvvetini ve şeriatın kudsiyetini [kutsal, kusursuz ve yüce] iki burhan [delil] ile izhar [açığa çıkarma, gösterme] eylediniz. Bu iki inkılâbın [değişim, devrim] pahasına binler şehit verseydik, ucuz sayacaktık. Lâkin itaatinizden binde bir cüz’ü feda olunsa, bize pek çok pahalı düşer. Zira itaatinizin tenakusu, [eksilme, noksanlaşma] ukde-i hayatiye [hayat çekirdeği] veya hararet-i gariziyenin [duyguların kuvvetli olması hâli, ateşlilik] tenakusu [eksilme, noksanlaşma] gibi, mevti intaç [netice verme] eder.

Tarih-i âlem [dünya tarihi] serâpâ [tepeden tırnağa, baştan aşağıya] şehadet ediyor ki, asker neferatının [asker] siyasete müdahaleleri devletçe ve milletçe müthiş zararları intaç [netice verme] etmiştir. Elbette hamiyet-i İslâmiyeniz böyle sizi uhdenizde olan hayat-ı İslâmiyeye [Müslümanların dinî hayatı] zarar verecek noktalardan men edecektir. Siyaset düşünenler, sizin kuvve-i müfekkireniz [düşünme duygusu] hükmünde olan zabitleriniz [subay] ve ûlülemirlerinizdir.

Bazen zarar zannettiğiniz şey, siyaseten büyük zararı def ettiği için ayn-ı maslahat olduğundan, zabitleriniz [subay] tecrübeleri hasebiyle görüyor ve size emir veriyor. Sizde de tereddüt câiz değildir. Ef’âl-i hususiye-i nâmeşrua, san’attaki  

582

maharet ve hazakate [uzmanlık] münafi [aykırı] değildir ve san’atı menfur etmez. Nasıl ki bir tabib-i hâzık [işinin ehli olan doktor] ve bir mühendis-i mâhirin nâmeşrû harekâtı için, onların tıp ve hendeselerinden [geometri] mani-i istifade olamaz. Kezalik, [böylece, bunun gibi] fenn-i harpte tecrübeli ve o san’atta mahir ve hamiyet-i İslâmiye ile münevverü’l-fikir [aydın] zabitlerinizin [subay] bazılarının cüz’î [ferdî, küçük] nâmeşrû harekâtı için itaatinize halel [eksik, kusur] vermeyiniz. Zira fenn-i harp mühim bir san’attır. Hem de sizin kıyamınız, şeriat-ı garrâ, [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] yed-i beyzâ-i [beyaz, parlak el (Hz. Mûsâ’nın (a.s.) bir mu’cizesine telmih var; Hz. Mûsâ’nın eli mu’cize olarak nur saçardı)] Mûsâ gibi, sair sebeb-i tefrika ve teşettüt-ü efkâr [fikir ayrılıkları] olan cemiyetleri bel’ etti. Sahirleri de secdeye mecbur eyledi. Harekâtınız bu inkılâpta [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ilâç gibiydi ki, fazla olsa zehre münkalip olur. Ve hayat-ı İslâmiyeyi [Müslümanların dinî hayatı] fena bir hastalığa hedef eder. Hem de himmetinizle [ciddi gayret] bizdeki istibdat [baskı, zulüm] şimdilik mahvoldu. Lâkin, terakkiler [ilerleme] için Avrupa’nın istibdad-ı mânevîsi altındayız. Nihayet derecede ihtiyat [dikkat, tedbir] ve itidal [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] lâzımdır.

Yaşasın şeriat-ı garrâ! [büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet] Yaşasın askerler!

Said Nursî

 Cemiyetlere ihtar-ı mühim

Şimdi cemiyetimiz bir hükûmet-i meşruta-i meşruadır. Hükûmet içinde hükûmetin zararı görüldü. Seviye-i irfan bir olmadığından, fırkalarda husumet, taassup [aşırı bağlılık, taraftarlık gösterme] ve taraftarlık intaç [netice verme] eder. Tabiî o kuvveti istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ile siyasete karışacak ve umumî idarede herkesçe lezzetli olan tahakkümatı [baskı] yapacak sahib-i ağraza müsait bir zemin olur. Binaenaleyh, bizdeki fırkaların şimdiki hâl [çözüm] ile devamı gayet muzırdır. [zararlı] Lâkin bir şirkette veya münevverü’l-fikir [aydın] ve bîtaraf mabeyninde [ara] tenkidat-ı siyasetten veya ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] mabeyninde [ara] nasihat ve irşaddan [doğru yol gösterme] menfaat olabilir. Şimdi hükûmet-i meşruamız asıl büyük cemiyettir.

Bediüzzaman Said Nursî

583

Hakikat Çekirdekleri

Otuz beş sene evvel tab [basma] edilen Hakikat Çekirdekleri namındaki risaleden vecizelerdir.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ * 1

1. Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl [hasta] bir uzvun reçetesi, ittibâ-ı Kur’ân’dır.

2. Azametli, bahtsız bir kıt’anın; [dünyanın kara paçalarından her biri] şanlı, tali’siz bir devletin; değerli, sahipsiz bir kavmin reçetesi, ittihad-ı İslâmdır.

3. Arzı ve bütün nücum [yıldızlar] ve şümusu [güneşler] tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dâvâ-yı halk [yaratma iddiası] ve iddiayı icad edemez. Zira herşey herşeyle bağlıdır.

4. Haşirde bütün zevil’ervâhın [ruh sahiplari ] ihyâsı, [diriltme, hayat verme] mevt-âlûd [ölümcül, ölümle karışık] bir nevm [uyku] ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihyâ [diriltme, hayat verme] ve inşasından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] zâtiyedir; [kendisinden olan, ilinti olmayan] tagayyür [başkalaşım, değişme] edemez, acz tahallül [araya girme, içine karışma] edemez, avâik [engeller] tedahül [iç içe geçme] edemez. Onda merâtib [mertebeler] olamaz; herşey ona nisbeten birdir.

5. Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir.

6. Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi [güneş sistemi] de o tanzim etmiştir.

584

7. Kâinatın telifinde [kaleme alma] öyle bir i’câz [mu’cize oluş] var ki, bütün esbab-ı tabiiye, [doğal sebepler] farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, muktedir birer fâil-i muhtar [dilediğini yapmakta serbest olan] olsalar, yine kemâl-i acz [tam anlamıyla âcizlik] ile o i’câza [mu’cize oluş] karşı secde ederek,

سُبْحَانَكَ لاَ قُدْرَةَ لَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ * 1

diyeceklerdir.

8. Esbaba tesir-i hakikî [gerçek tesir] verilmemiş; vahdet [Allah’ın birliği] ve celâl öyle ister. Lâkin, mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] cihetinde, esbab dest-i kudrete [Allah’ın kudret eli] perde olmuştur; izzet [büyüklük, yücelik] ve azamet öyle ister—tâ, nazar-ı zâhirde, [dışa dönük bakış] dest-i kudret [Allah’ın kudret eli] mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] cihetindeki umur-u hasise [alçak ve değersiz işler] ile mübaşir [bir işin başında hazır bulunan, o işi yapan] görülmesin.

9. Mahall-i taallûk-u kudret [kudretin tecelli ettiği yer] olan herşeydeki melekûtiyet [bir şeyin görünmeyen iç yüzü, aslı, hakikati] ciheti, şeffaftır, nezihdir. [temiz]

10. Âlem-i şehadet, [görünen alem] avâlimü’l-guyûb [gaybî âlemler] üstünde tenteneli [tül gibi, ince ve şeffaf] bir perdedir.

11. Bir noktayı tam yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenâhi [sonsuz kudret, güç] lâzımdır. Zira, şu kitab-ı kebîr-i kâinatın [büyük bir kitabı andıran kâinat] her bir harfinin, bahusus [hususan, özellikle] zîhayat [canlı] her bir harfinin, her bir cümlesine müteveccih [yönelen] birer yüzü, nâzır birer gözü vardır.

12. Meşhurdur ki, hilâl-i îde [Ramazanın bittiğini gösteren yeni ayın hilâli] bakarlardı. Kimse birşey görmedi. İhtiyar bir zât yemin ederek “Hilâli gördüm” dedi. Hâlbuki gördüğü hilâl değil, kirpiğinin takavvüs [eğilme] etmiş beyaz bir kılıydı. O kıl nerede, kamer [ay] nerede? Harekât-ı zerrat [zerrelerin, atomların hareketleri] nerede, fâil-i teşkil-i envâ [çeşitleri, türleri teşkil eden fail, fiil sahibi] nerede?

13. Tabiat misâlî bir matbaadır, tâbi’ [tab eden, yapan] değil. Nakıştır, [işleme] nakkaş [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] değil. Kàbildir, fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] değil. Mistardır, [birşeyin kaynağından çıkmasına yarayan âlet] masdar [fiillerin asıl kökü] değil. Nizamdır, nâzım [düzenleyen] değil. Kanundur, kudret değil. Şeriat-ı iradiyedir, [Cenâb-ı Hakkın iradesiyle oluşan şeriat, tabiat kanunları] hakikat-i hariciye [dış dünyaya ait gerçek] değil.

585

14. Fıtrat-ı zîşuur [şuurlu yaratılış] olan vicdandaki incizap [bir şeyin çekiciliğine kapılma] ve cezbe, bir hakikat-i cazibedarın [çekici hakikat, cazibeli gerçek] cezbesiyledir.

15. Fıtrat yalan söylemez. Bir çekirdekteki meyelân-ı nümüvv [yeşillenme, gelişme meyli] der: “Ben sümbülleneceğim, meyve vereceğim.” Doğru söyler. Yumurtada bir meyelân-ı hayat [hayat bulma meyli, arzusu, kabiliyeti] var. Der: “Piliç olacağım.” Biiznillâh [Allah’ın izni ile] olur, doğru söyler. Bir avuç su, meyelân-ı incimad [donma meyli, kabiliyeti] ile der: “Fazla yer tutacağım.” Metin [sağlam] demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu demiri parçalar. Şu meyelânlar, [meyil, eğilim] iradeden gelen evâmir-i tekviniyenin [yaratılışa ait emirler ve kanunlar] tecellîleridir, cilveleridir.

16. Karıncayı emirsiz, arıyı yâsupsuz [arı beyi] bırakmayan kudret-i ezeliye, [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] elbette beşeri nebîsiz [peygamber] bırakmaz. Âlem-i şehadetteki [görünen alem] insanlara inşikak-ı kamer [ayın ikiye ayrılması; Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] bir mucize-i Ahmediye (a.s.m.) olduğu gibi, Mi’rac [Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk] dahi âlem-i melekûttaki [İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen mânâ âlemi] melâike [melek] ve ruhaniyâta [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] karşı bir mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediyedir [Hz. Muhammed’in en büyük mu’cizesi] ki, nübüvvetinin [peygamberlik] velâyeti [velilik] bu keramet-i bâhire [ap açık keramet] ile ispat edilmiştir ve o parlak zât, berk [şimşek] ve kamer [ay] gibi melekûtta [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] şûlefeşân [gür ışık/alev] olmuştur.

17. Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahittir. Birincisi ikincisine burhan-ı limmîdir; [tümevarım; Eseri meydana getirenden esere olan delil (ateşin dumana delil olması gibi)] ikincisi birincisine burhan-ı innîdir. [tümdengelim; olaylardan kanunlarına, sonuçlardan sebeblerine ve eserden müessire [Cenab-ı Hakkın sonsuz kudretiyle dilediğini yapan sıfatı] olan delil (dumanın ateşe delil olması gibi)]

18. Hayat, kesrette [çokluk] bir çeşit tecellî-i vahdettir. [Allah’ın birlik tecellisi] Onun için ittihada [birleşme] sevk eder. Hayat, birşeyi herşeye mâlik eder.

19. Ruh, bir kanun-u zîvücud-u haricîdir, [haricî (maddî) vücud sahibi bir kanun] bir namus-u zîşuurdur. [şuur sahibi yasa, kanun] Sabit ve daim fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, [Cenâb-ı Hakkın emirlerinin âlemi; İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar âlemi] sıfat-ı iradeden [Allah’ın irade ve dileme niteliği, sıfatı] gelmiş, kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir, bir seyyâle-i lâtifeyi [akıcı özelliğe sahip mânevî varlık] o cevhere sadef [içinde inci bulunan kabuk] etmiştir.

586

Mevcut ruh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi hem daimî, hem âlem-i emirden [Cenâb-ı Hakkın emirlerinin âlemi; İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar âlemi] gelmişlerdir. Şayet nev’ilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] bir vücud-u haricî [dış dünya, görünen varlık âlemi] giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, şuuru başından indirse, yine lâyemut [ölümsüz] bir kanun olurdu.

20. Ziya ile mevcudat [var edilenler, varlıklar] görünür; hayat ile mevcudatın [var edilenler, varlıklar] varlığı bilinir. Her birisi birer keşşaftır. [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan]

21. Nasraniyet [Hristiyanlık] ya intıfâ [yok olma, sönme] veya ıstıfâ edip İslâmiyete karşı terk-i silâh [teslim olma] edecektir. Nasraniyet [Hristiyanlık] birkaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmaya hazırlanıyor. Ya intıfâ [yok olma, sönme] bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin [Hristiyanlık] esasını câmi olan hakaik-i İslâmiyeyi [İslâmın gerçekleri] karşısında görecek, teslim olacaktır. İşte bu sırr-ı azîme [büyük sır] Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm işaret etmiştir ki, “Hazret-i İsâ nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.”1

22. Cumhur-u avamı, [geniş halk kitlesi] burhandan [delil] ziyade, me’hazdaki [kaynak] kudsiyet imtisâle [emre uyma, bağlanma] sevk eder.

23. Şeriatın yüzde doksanı (zaruriyat ve müsellemât-ı diniye) [dinin herkesçe kabul edilmiş esasları] birer elmas sütundur. Mesâil-i içtihadiye-i hilâfiye, [üzerinde ihtilaf edilen içtihadi meseleler] yüzde ondur. Doksan elmas sütun, on altının himayesine verilmez. Kitaplar ve içtihadlar Kur’ân’a durbîn olmalı, âyine [ayna] olmalı; gölge ve vekil olmamalı.

24. Her müstaid, [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] nefsi için içtihad edebilir, teşri’ [yasama, kanun koyma] edemez.

25. Bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vâbestedir. [bağlı] Yoksa davet bid’attır, [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] reddedilir.

26. İnsan fıtraten mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] olduğundan, hakkı arıyor. Bazan bâtıl eline gelir;

587

hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken, ihtiyarsız, [irade dışı] dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor.

27. Birbirinden eşeff [çok parlak, çok şeffaf] ve eltaf, [çok lâtif, [berrak, şirin, hoş] çok hoş ve güzel] kudretin çok âyineleri vardır; sudan havaya, havadan esire, esirden âlem-i misâle, [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] âlem-i misâlden [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] âlem-i ervâha, [ruhlar âlemi] hatta zamana, fikre tenevvü [çeşitlenme] ediyor. Hava âyinesinde, bir kelime milyonlar kelimat [ifadeler, sözler] olur; kalem-i kudret, [Allah’ın kudret kalemi] şu sırr-ı tenasülü [çoğalma, üreme sırrı] pek acip istinsah [kopyasını çıkarma] ediyor. İn’ikâs, [yansıma] ya hüviyeti veya hüviyetle mahiyeti tutar. Kesifin [katı] timsalleri [görüntü] birer meyyit-i müteharriktir. [hareket hâlindeki ölü] Bir ruh-u nuranînin [nuranî ruh; maddî yapısı olmayıp nurdan yaratılmış varlığın ruhu] kendi âyinelerinde olan timsalleri, [görüntü] birer hayy-ı murtabıttır; [hayata bağlı, hayat ile irtibatlı] aynı olmasa da, gayrı da değildir.

28. Şems, hareket-i mihveriyesiyle [yörüngedeki hareket] silkinse, meyveleri düşmez. Silkinmezse, yemişleri olan seyyarat [gezegenler] düşüp dağılacaktır.

29. Nur-u fikir, [fikir ve düşünceden kaynaklanan nur; fikir aydınlığı] ziya-yı kalble [kalp ışığı] ışıklanıp mezc [karışma, bütünleşme] olmazsa, zulmettir, zulüm fışkırır. Gözün muzlim [karanlık] nehar-ı ebyazı, [gündüz aydınlığı, gözün gündüz aydınlığına benzeyen beyazı] muzîHaşiye [aydınlatan, ışık veren, parlak] leyle-i süveydâ [karanlık gece, göz bebeğindeki siyah nokta] ile mezc [karışma, bütünleşme] olmazsa basarsız [görme] olduğu gibi, fikret-i beyzâda [parlak fikir] süveydâ-i kalb [kalbin ortasındaki siyah nokta] bulunmazsa, basiretsizdir.

30. İlimde iz’ân-ı kalb [kalben kabul etme] olmazsa cehildir. [bilgisizlik] İltizam başka, itikad [inanç] başkadır.

31. Bâtıl şeyleri iyice tasvir, sâfi zihinleri idlâldir. [hak yoldan çıkarma, saptırma]

32. Âlim-i mürşid [irşâd eden âlim] koyun olmalı, kuş olmamalı. Koyun kuzusuna süt, kuş yavrusuna kay verir.

33. Birşeyin vücudu, bütün eczasının vücuduna vâbestedir. [bağlı] Ademi ise, bir cüz’ünün ademiyle olduğundan, zayıf adam, iktidarını göstermek için tahrip taraftarı oluyor, müsbet [isbat edilmiş, sabit] yerine menfice hareket ediyor.

588

34. Desatir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; [hükümetin kanunları, yasaları] kavânin-i hak, [hak ve hakikatin kanunları] revâbıt-ı kuvvetle [gücün (icranın) bağları, etkileri] imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] etmezse, cumhur-u avamda [geniş halk kitlesi] müsmir [meyveli] olamaz.

35. Zulüm, başına adalet külâhını geçirmiş. Hıyanet, hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] libasını [elbise] giymiş. Cihada, bağy [isyan] ismi takılmış. Esarete hürriyet namı verilmiş. Ezdad, [zıtlar] sûretlerini mübadele [değiş tokuş] etmişler.

36. Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır.

37. Aç canavara karşı tahabbüb, [karşılıklı sevgi gösterme] merhametini değil, iştihasını [arzu, istek] açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister.

38. Zaman gösterdi ki, Cennet ucuz değil; Cehennem dahi lüzumsuz değil.

39. Dünyaca havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] tanınan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu ve mahviyet [alçakgönüllülük] iken, tahakküm [baskı] ve tekebbüre [büyüklenme] sebep olmuştur. Fukaranın aczi, avamın fakrı, sebeb-i merhamet ve ihsan [bağış] iken, esaret ve mahkûmiyetlerine müncer olmuştur.

40. Birşeyde mehâsin [güzellikler] ve şeref hâsıl oldukça, havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] peşkeş ederler. Seyyiat [günahlar] olsa, avama taksim ederler.

41. Gaye-i hayal [hayal edilen gaye] olmazsa veyahut nisyan [unutkanlık] veya tenâsi [unutmaya çalışma] edilse, ezhan [zihinler] enelere dönüp etrafında gezerler.

42. Bütün ihtilâlât [ihtilaller, karışıklıklar] ve fesadın asıl madeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin [kötü ahlâk] muharrik [harekete geçirici] ve menbaı, [kaynak] tek iki kelimedir.

Birinci kelime: “Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne.”

İkinci kelime: “İstirahatim için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim.”

Birinci kelimenin ırkını kesecek tek bir devâsı var ki, o da vücub-u zekâttır. [zekâtın farz oluşu] İkinci kelimenin devâsı hurmet-i ribâdır. [faizin haram oluşu] Adalet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın adaleti] âlem kapısında durup, ribâya [faiz] “Yasaktır, girmeye hakkın yoktur” der. Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille [tokat] yedi. Daha müthişini yemeden dinlemeli.

589

43. Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer [insan grupları] muharebesine terk-i mevki [yerini terk etme] ediyor. Zira, beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez.

44. Tarik-i gayr-ı meşru [meşru ve kanunî olmayan yol ] ile bir maksadı takip eden, galiben [çoğunlukla] maksudunun zıddıyla ceza görür. Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] muhabbetin âkıbetinin mükâfâtı, mahbubun gaddârâne [acımasızca] adavetidir. [düşmanlık]

45. Maziye, mesâibe [musibetler, belâlar] kader nazarıyla; ve müstakbele, meâsîye [günahlar, isyanlar] teklif noktasında bakmak lâzımdır. Cebir [Cebriye mezhebi] ve İtizal, [Mu’tezile, “Kul kendi fiilinin yaratıcısıdır” iddiasında olan ehl-i sünnet dışı bir mezhep] burada barışırlar.

46. Çaresi bulunan şeyde acze, çaresi bulunmayan şeyde cezaa iltica etmemek gerektir.

47. Hayatın yarası iltiyam [iyileşme, yaranın kapanması] bulur. İzzet-i İslâmiyenin [İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği] ve namusun ve izzet-i milliyenin [milli izzet ve şeref] yaraları pek derindir.

48. Öyle zaman olur ki, bir kelime bir orduyu batırır, bir gülle otuz milyonun mahvına sebep olur.Haşiye [dipnot] Öyle şerâit [şartlar] tahtında olur ki, küçük bir hareket, insanı âlâ-yı illiyyîne [yücelerin en yücesi] çıkarır. Ve öyle hâl [çözüm] olur ki, küçük bir fiil, insanı esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] indirir.

49. Bir tane sıdk, [doğruluk] bir harman yalanları yakar. Bir tane hakikat, bir harman hayalâta müreccahtır. [tercih edilen]

لاَ يَلْزَمُ مِنْ لُزُومِ صِدْقِ كُلِّ قَوْلٍ قَوْلُ كُلِّ صِدْقٍ

“Her sözün doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil.”

50. Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.

51. İnsanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir. [ümitsizlik]

52. Eskiden beri i’lâ-yı kelimetullahı [İslâm esaslarını ve yüceliğini yaymak için gösterilen gayret, bu gaye ile yapılan cihat] ve bekà-yı istiklâliyeti [bağımsızlığın devamını sağlamak] ve İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı [Müslümanların tamamının değil, fakat bir kısmının mutlaka yapması farz olan cihad] deruhte [üstüne almak] ile kendini, yekvücut olan âlem-i İslâma [İslâm âlemi] fedaya

590

vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin [İslâm devleti] felâketi, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] saadet ve hürriyet-i müstakbelesiyle [gelecekteki hürriyet, özgürlük] telâfi edilecektir. Zira şu musibet, maye-i hayatımız [hayat için gerekli olan] olan uhuvvet-i İslâmiyenin [İslâm kardeşliği] inkişafını [açığa çıkma] hârikulâde tâcil [çabuklaştırma] etti.

53. Hıristiyanlığın malı olmayan mehâsin-i medeniyeti [medeniyetin güzellikleri] ona mal etmek ve İslâmiyetin düşmanı olan tedennîyi [alçalma, gerileme] ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir.

54. Paslanmış bîhemtâ [eşsiz, benzersiz] bir elmas, daima mücellâ [parlatılmış, parlak] cama müreccahtır. [tercih edilen]

55. Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatta kördür.

56. Mecaz, [gerçek anlamı dışında başka bir mânâyı anlatan söz] ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikate inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder, hurâfâta kapı açar.

57. İhsan-ı İlâhîden fazla ihsan, [bağış] ihsan [bağış] değildir. Herşeyi olduğu gibi tavsif [bir sıfatla niteleme] etmek gerektir.

58. Şöhret, insanın malı olmayanı dahi insana mal eder.

59. Hadîs, maden-i hayat [hayat kaynağı] ve mülhim-i hakikattir. [hakikati ilham eden]

60. İhyâ-yı din, [dinin diriltilmesi] ihyâ-yı millettir. [milletin diriltilmesi, uyanışı] Hayat-ı din, nur-u hayattır. [hayat ışığı]

61. Nev-i beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal [en az] ekseriyetin saadetini tazammun [içerme, içine alma] eden bir medeniyeti kabul eder. Medeniyet-i hazıra, [günümüz medeniyeti] beş menfi esas üzerine teessüs [kurulma, bina edilme, yapılanma] etmiştir:

1. Nokta-i istinadı [dayanak noktası] kuvvettir. O ise, şe’ni [belirleyici özellik] tecavüzdür.

2. Hedef-i kastı [kastedilen hedef] menfaattir. O ise, şe’ni [belirleyici özellik] tezâhumdur. [izdiham meydana getirme, sıkışma]

3. Hayatta düsturu [kâide, kural] cidaldir. [mücadele] O ise, şe’ni [belirleyici özellik] tenâzudur. [çekişme, çatışma]

591

4. Kitleler mâbeynindeki [ara] rabıtası, [bağ] âhari [diğer, başka] yutmakla beslenen unsuriyet [ırkçılık] ve menfi milliyettir. [ırkçılık] O ise, şe’ni [belirleyici özellik] müthiş bir tesâdümdür. [şiddetli çarpışma, savaşma]

5. Cazibedar hizmeti, hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ve hevesi teşcî [cesaretlendirme] ve arzuları tatmindir. O hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] ise, insanın mesh-i mânevîsine [manevi yönünün silinmesi] sebeptir.

Şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun [içerme, içine alma] ettiği ve emrettiği medeniyet ise:

Nokta-i istinadı, [dayanak noktası] kuvvete bedel, haktır ki, şe’ni [belirleyici özellik] adalet ve tevâzündür. [denge, ölçü]

Hedefi de, menfaat yerine fazilettir ki, şe’ni [belirleyici özellik] muhabbet ve tecâzüptür. [birbirini cezbetme, yakınlaşma]

Cihetü’l-vahdet [birlik yönü] de, unsuriyet [ırkçılık] ve milliyet yerine, rabıta-i dinî ve vatanî ve sınıfîdir [din, sınıf ve vatan bağı] ki, şe’ni [belirleyici özellik] samimî uhuvvet [kardeşlik] ve müsalemet [barış ve huzur içinde olma] ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedâfüdür. [müdafaa etme, savunma]

Hayatta, düstur-u cidal [mücadele prensibi] yerine düstur-u teâvündür [yardımlaşma kanunu] ki, şe’ni [belirleyici özellik] ittihad [birleşme] ve tesanüttür. [dayanışma]

Hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] yerine hüdâdır ki, şe’ni [belirleyici özellik] insaniyeten terakki [ilerleme] ve ruhen tekâmüldür. [ilerleme, mükemmelleşme]

Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl. Yoksa mahvolursun.

62. Musibet-i âmme, [büyük ve genel musibet] ekseriyetin hatasından terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eder. Musibet, cinayetin neticesi, mükâfâtın mukaddimesidir. [başlangıç]

63. Şehid, kendini hayy [diri, canlı] bilir. Feda ettiği hayatı, sekerâtı [can çekişme/ölüm anı] tatmadığından, gayr-ı münkatı[kesintisiz] ve bâki görüyor; yalnız, daha nezih [temiz] olarak buluyor.

64. Adalet-i mahzâ-yı [mutlak adâlet; tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukukunu hiçbir şey için fedâ etmeme” esasına dayanan adalet sistemi] Kur’âniye, bir mâsumun hayatını ve kanını, hatta umum beşer için de olsa heder [boş yere, faydasız] etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Hodgâmlık [bencil] ile, öyle insan olur ki, ihtirasına mâni herşeyi, hatta elinden gelirse dünyayı harap ve nev-i beşeri mahvetmek ister.

592

65. Havf [korku] ve zaaf, [zayıflık, güçsüzlük] tesirat-ı hariciyeyi [dış tesirler, etkenler] teşcî [cesaretlendirme] eder.

66. Muhakkak maslahat, [amaç, yarar] mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] mazarrata [zarar] feda edilmez.

67. Şimdilik İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır.

68. Deli adama “İyisin, iyisin” denilse iyileşmesi, iyi adama “Fenasın, fenasın” denilse fenalaşması nadir değildir.

69. Düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.

70. İnadın işi: Şeytan birisine yardım etse, “Melektir” der, rahmet okur. Muhalifinde melek görse, “Libasını [elbise] değiştirmiş şeytandır” der, lânet eder.

71. Bir derdin dermanı, başka bir derde zehir olabilir. Bir derman, haddinden geçse, dert getirir.

72.

اَلْجَمْعِيَّةُ الَّتِى فِيهَا التَّسَانُدُ اٰلَةٌ خُلِقَتْ لِتَحْرِيكِ السَّكَنَاتِ، وَالْجَمَاعَةُ الَّتِى فِيهَا التَّحَاسُدُ اٰلَةٌ خُلِقَتْ لِتَسْكِينِ الْحَرَكَاتِ * 1

73. Cemaatte vahid-i sahih [sağlam birey, küsuratsız sayı; tamsayı] olmazsa, cem ve zam, kesir [çok] darbı gibi küçültür.Haşiye [dipnot]

74. Adem-i kabul, [kabul etmeme] kabul-ü ademle [yokluğunu iddia etme, inkâr] iltibas [karıştırma] olunur. Adem-i kabul: [kabul etmeme] Adem-i delil-i sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, [yokluğunu iddia etme, inkâr] delil-i adem ister. Biri şek, [şüphe] biri inkârdır.

75. İmanî meselelerde şüphe, bir delili, hatta yüz delili atsa da, medlûle [mânâ, anlam, işaret edilmiş olan] iras-ı zarar [zarar verme] edemez. Çünkü binler delil var.

76. Sevâd-ı âzama [insanların çoğunluğu] ittibâ [tâbi olma, bağlanma] edilmeli. Ekseriyete ve sevâd-ı âzama [insanların çoğunluğu] dayandığı zaman, lâkayt [duyarsız] Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adetçe ekalliyette [azınlık] kalan salâbetli [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe [Şiî gruplarından aşırı bir gruba dahil olan kişi] dayandı.

593

77. Hakta ittifak, ehakta [en doğru, daha doğru] ihtilâf olduğundan, bazan hak, ehaktan [en doğru, daha doğru] ehaktır; [en doğru, daha doğru] hasen, ahsenden [daha güzel] ahsendir. [daha güzel] Herkes kendi mesleğine “Hüve [“O”, Allah] hakkun” demeli, “Hüve‘l-Hakku” [“O”, Allah] dememeli. Veyahut “Hüve [“O”, Allah] hasen” demeli, “Hüve‘l-Hasen” [“O”, Allah] dememeli.

78. Cennet olmazsa, Cehennem tâzip [azap] etmez.

79. Zaman ihtiyarlandıkça Kur’ân gençleşiyor, rumûzu tavazzuh [açıklığa kavuşma, aydınlanma] ediyor. Nur, nar göründüğü gibi, bazan şiddet-i belâgat dahi mübalâğa görünür.

80. Hararetteki merâtip, [mertebeler] burudetin [soğukluk] tahallülü [araya girme, içine karışma] iledir. Hüsündeki [güzellik] derecat, [dereceler] kubhun [çirkinlik] tedahülü [iç içe geçme] iledir. Kudret-i ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] zâtiyedir, [kendisinden olan, ilinti olmayan] lâzımedir, [gereklilik] zaruriyedir. Acz tahallül [araya girme, içine karışma] edemez, merâtip [mertebeler] olamaz, herşey ona nisbeten müsavidir. [eşit]

81. Şemsin feyz-i tecellîsi [yansımadan doğan feyiz, bereket] olan timsali, [görüntü] denizin sathında [bir şeyin üstü, dış yüzü] ve denizin katresinde [damla] aynı hüviyeti gösteriyor.

82. Hayat, cilve-i tevhiddendir; [tevhid görüntüsü] müntehâ[bir şeyin en uç noktası] da vahdet [Allah’ın birliği] kesb [elde etme, kazanma] ediyor.

83. İnsanlarda velî, Cumada dakika-i icabe, [duanın kabul olduğu dakika, an] Ramazan’da Leyle-i Kadir, [Kadir Gecesi] Esmâ-i Hüsnâda [Allah’ın en güzel isimleri] İsm-i Âzam, [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ömürde ecel meçhul kaldıkça, sair efrad [bireyler] dahi kıymettar kalır, ehemmiyet verilir. Yirmi sene müphem [belirsiz] bir ömür, nihayeti muayyen bin sene ömre müreccahtır. [tercih edilen]

84. Dünyada mâsiyetin [günah] âkıbeti, ikab-ı uhrevîye [ahiretteki ceza] delildir.

85. Rızk, hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetlidir. Kudret çıkarıyor, kader giydiriyor, inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] besliyor. Hayat, muhassal-ı mazbuttur, [elde tutulacak şekilde var olan, oluşan] görünür. Rızk, gayr-ı muhassal, [husule gelmemiş, birden somut olarak var olmayan] tedricî [aşamalı, derece derece] münteşirdir, [yaygın olan] düşündürür. Açlıktan ölmek yoktur. Zira

594

bedende şahm [etler arasında bulunan yağ, iç yağı] ve saire sûretinde iddihar [biriktirme, depolama] olunan gıda bitmeden evvel ölüyor. Demek, terk-i âdetten [alışkanlıkların terki] neş’et [doğma] eden maraz [hastalık] öldürür; rızıksızlık değil.

86. Âkilüllâhm [etçil, etle beslenen] vahşilerin helâl rızıkları, hayvânâtın hadsiz cenazeleridir. Hem rû-yi zemini [yeryüzü] temizliyorlar, hem rızıklarını buluyorlar.

87. Bir lokma kırk paraya, diğer bir lokma on kuruşa… Ağıza girmeden ve boğazdan geçtikten sonra birdirler. Yalnız birkaç saniye ağızda bir fark var. Müfettiş ve kapıcı olan kuvve-i zaika[tad alma duygusu] taltif [güzellikle muamele etmek] ve memnun etmek için birden ona gitmek, israfın en sefîhidir.

88. Lezâiz [lezzetler] çağırdıkça, “Sanki yedim” demeli. “Sanki yedim”i düstur [kâide, kural] yapan Sanki Yedim namındaki bir mescidi yiyebilirdi, yemedi.

89. Eskiden ekser İslâm aç değildi; tereffühe [aşırı rahatlık, bolluk ve rahatlık içinde yaşama] ihtiyar vardı. Şimdi açtır; telezzüze [lezzet alma] ihtiyar yoktur.

90. Muvakkat [geçici] lezzetten ziyade, muvakkat [geçici] eleme tebessüm etmeli, hoşgeldin demeli. Geçmiş lezâiz, [lezzetler] ah vah dedirtir. Ah, müstetir [gizli, örtülü] bir elemin tercümanıdır. Geçmiş âlâm, [elemler, acılar] oh dedirtir. O oh, muzmer [gizli, saklı] bir lezzet ve nimetin muhbiridir.

91. Nisyan [unutkanlık] dahi bir nimettir. Yalnız hergünün âlâmını [elemler, acılar] çektirir, müterâkimi [birikmiş, yığılmış] unutturur.

92. Derece-i hararet [sıcaklık derecesi] gibi, her musibette bir derece-i nimet [nimet derecesi] vardır. Daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti [nimet derecesi] görüp, Allah’a şükretmeli. Yoksa, isti’zâm [büyütme] ile üflense şişer, merak edilse ikileşir; kalbdeki misâli, hayali, hakikate inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder, o da kalbi döver.

93. Her adam için, heyet-i içtimaiyede [sosyal yapı] görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden [statü, makam, mevki] yüksek ise, tekebbürle [büyüklenme] tetâvül [büyüklenme, kibirle muamele etme] edecek. Eğer kamet-i kıymetinden [statü, makam, mevki] aşağı ise, tevazu [alçakgönüllülük] ile takavvüs [eğilme] edecek ve eğilecek, ta o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası [ölçü] küçüklüktür, yani tevazudur. [alçakgönüllülük] Küçüklüğün mizanı [ölçü] büyüklüktür, yani tekebbürdür. [büyüklenme]

94. Zayıfın kavîye [güçlü, kuvvetli] karşı izzet-i nefsi, [insanın vakar, [ağırbaşlılık] şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi] kavîde [güçlü, kuvvetli] tekebbür [büyüklenme] olur. Kavînin [güçlü, kuvvetli] zayıfa karşı tevazuu, [alçakgönüllülük] zayıfta tezellül [alçalma] olur. Bir ulü’l-emrin makamındaki ciddiyeti  

595

vakardır, [ağırbaşlılık] mahviyeti [alçakgönüllülük] zillettir; [alçaklık] hanesindeki ciddiyeti kibirdir, mahviyeti [alçakgönüllülük] tevazudur. [alçakgönüllülük] Fert mütekellim-i vahde [birinci tekil şahıs, “ben”] olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i salihtir; [Allah için yapılan iyi işler] mütekellim-i maalgayr [birici çoğul şahıs, biz] olsa hıyanettir, amel-i tâlihtir. [faydasız, yararsız iş] Bir şahıs kendi namına hazm-ı nefis [kabullenmek, kendi adına feragat etmek] eder, tefahur [gururlanma, övünme] edemez; millet namına tefahur [gururlanma, övünme] eder, hazm-ı nefis [kabullenmek, kendi adına feragat etmek] edemez.

95. Tertib-i mukaddematta [bir sonuca ulaşmak için uyulması gerekli olan sebepler sırası] tevfiz [yetki ve sorumluluğu başkasına veya Allah’a havale etme] tembelliktir; terettüb-ü neticede [sonuç olarak ortaya çıkma] tevekküldür. Semere-i sa’yine [çalışmanın meyvesi, neticesi] ve kısmetine rıza kanaattir, meyl-i sa’yi [çalışma eğilimi, isteği] kuvvetlendirir; mevcuda iktifâ, [yetinme] dûn-himmetliktir. [gayretsizlik]

96. Evâmir-i şer’iyeye [şeriatın emirleri] karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evâmir-i tekviniyeye [yaratılışa ait emirler ve kanunlar] karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfat ve mücâzâtın [ceza] ekseri âhirette, ikincisinde ağlebi [çoğunlukla] dünyada olur. Meselâ, sabrın mükâfâtı zaferdir; atâletin [hareketsizlik] mücâzâtı [ceza] sefalettir; sa’yin [çalışma] sevabı servettir; sebatın [kalıcı olma, sabit kalma] mükâfâtı galebedir. [üstün gelme] Müsavatsız [eşit olmayan, denk gelmeyen] adalet, adalet değildir.

97. Temasül [birbirinin aynısı olma] tezadın [zıtlık] sebebidir. Tenasüp [uygunluk] tesanüdün [dayanışma] esasıdır. Sıgar-ı nefis [nefsin küçüklüğü] tekebbürün [büyüklenme] menbaıdır. [kaynak] Zaaf [zayıflık, güçsüzlük] gururun madenidir. Acz muhalefetin menşeidir. [kaynak] Merak ilmin hocasıdır.

98. Kudret-i fâtıra, [yaratıcı kudret] ihtiyaç ile, hususan açlık ihtiyacıyla, başta insan, bütün hayvânâtı gemlendirip nizama sokmuş. Hem âlemi hercümercten [alt üst olma] halâs [kurtulma] edip, hem ihtiyacı medeniyete üstad ederek terakkiyâtı [ilerleme] temin etmiştir.

99. Sıkıntı sefahetin [ahmaklık, beyinsizlik] muallimidir. Yeis [ümitsizlik] dalâlet-i fikrin, [fikir sapkınlığı] zulmet-i kalb [kalp katığılı, kalbin kararması] ruh sıkıntısının menbaıdır. [kaynak]

100. اِذَا تَاَنَّثَ الرِّجَالُ بالتَّهَوُّسِ * تَرَجَّلَ النِّسَۤاءُ باِلتَّوَقُّحِ 1 Bir  

596

meclis-i ihvâna [kardeşler meclisi] güzel bir karı girdikçe riyâ, [gösteriş] rekabet, haset damarı intibah [uyanış] eder. Demek, inkişaf-ı nisvandan, [kadınların açılması] medenî beşerde ahlâk-ı seyyie [kötü ahlâk] inkişaf [açığa çıkma] eder.

101. Beşerin şimdiki seyyiat-âlûd [kötülüklere karışmış, fenalıklara bulaşmış] hırçın ruhunda, mütebessim küçük cenazeler olan sûretlerin rolü ehemmiyetlidir.

102. Memnu [yasaklanmış] heykel, ya bir zulm-ü mütehaccir, [taşlaşmış zulüm] ya bir heves-i mütecessim [cisimleşmiş heves] veya bir riyâ-yı mütecessiddir. [cesetleşmiş gösteriş]

103. İslâmiyetin müsellemâtını [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] tamamen imtisal [bağlanma, boyun eğme] ettiği cihetle bihakkın [gerçek anlamıyla] daire-i dahiline girmiş zâtta, meylü’t-tevsi, [genişletme eğilimi] meylü’t-tekemmüldür. [mükemmelleşme eğilimi] Lâkaytlıkla [duyarsız] hariçte sayılan zâtta, meylü’t-tevsi, [genişletme eğilimi] meylü’t-tahriptir. Fırtına ve zelzele zamanında, değil, içtihad kapısını açmak, belki pencerelerini de kapatmak maslahattır. [amaç, yarar] Lâubâliler ruhsatlarla okşanılmaz; azîmetlerle, şiddetle ikaz edilir.

104. Bîçare hakikatler, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur.

105. Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayat [hayat eserleri, belirtileri] gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nev’i hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küremiz kadar büyüse, ona benzemeyecek midir? Hayatı varsa, ruhu da vardır. Âlem, insan kadar küçülse, yıldızları zerrat [atomlar] ve cevâhir-i ferdiye [tek başına olan cevherler, atomlar] hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur [şuur sahibi canlı varlık] olmayacak mıdır? Allah’ın böyle çok hayvanları var.

106. Şeriat ikidir.

Birincisi: Âlem-i asgar [en küçük âlem] olan insanın ef’âl [fiiler, davranışlar] ve ahvâlini [haller] tanzim eden ve sıfat-ı kelâmdan [Allah’ın hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın sahip olduğu konuşma sıfatı] gelen bildiğimiz şeriattır.

İkincisi: İnsan-ı ekber olan âlemin harekât ve sekenâtını [durgunluklar] tanzim eden, sıfat-ı iradeden [Allah’ın irade ve dileme niteliği, sıfatı] gelen şeriat-ı kübrâ-yı fıtriyedir [yaratılışta konulan ilâhî büyük şeriat, kâinattaki kanunlar] ki, bazan yanlış olarak “tabiat” tesmiye [isimlendirme] edilir. Melâike [melek] bir ümmet-i azîmedir [büyük millet, topluluk] ki, sıfat-ı iradeden [Allah’ın irade ve dileme niteliği, sıfatı] gelen ve şeriat-ı fıtriye [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar]

597

denilen evâmir-i tekviniyesinin [yaratılışa ait emirler ve kanunlar] hamelesi [taşıyan] ve mümessili [temsilci] ve mütemessilleridirler. [cisim şeklinde görünen]

107.

اِذَا وَازَنْتَ بَيْنَ حَوَاسِّ حُوَيْنَةٍ خُرْدَبِينِيَّةٍ وَحَوَاسِّ اْلاِنْسَانِ، تَرٰى سِرًّا عَجِيبًا: اِنَّ اْلاِنْسَانَ كَصُورَةِ يٰسۤ كُتِبَ فِيهَا سُورَةُ يٰسۤ * 1

108. Maddiyyunluk [dünyada, yalnızca maddenin varlığını kabul eden, manevî kavramları ret ve inkâr eden felsefî görüş, maddecilik] mânevî tâundur [salgın ve ölümcül hastalık] ki, beşere şu müthiş sıtmayı tutturdu, gazab-ı İlâhîye [Allah’ın gazabı] çarptırdı. Telkin ve tenkit kàbiliyeti tevessü [genişleme, yayılma] ettikçe, o tâun [salgın ve ölümcül hastalık] da tevessü [genişleme, yayılma] eder.

109. En bedbaht, en muztarip, [çaresiz] en sıkıntılı, işsiz adamdır. Zira, atâlet [hareketsizlik] ademin biraderzadesidir. [kardeş çocuğu, yeğen] Sa’y, [çalışma] vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır. [uyanıklık hali]

110. Ribânın [faiz] kap ve kapıları olan bankaların nef’i, [fayda] beşerin fenası olan gâvurlara ve onların en zâlimlerine ve bunların en sefihlerinedir. [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] Âlem-i İslâma [İslâm âlemi] zarar-ı mutlaktır; [kesin ve tam zarar] mutlak beşerin refahı nazara alınmaz. Zira gâvur harbî ve mütecaviz [aşkın] ise, hürmetsiz ve ismetsizdir. [masum olmayan]

111. Cumada hutbe, zaruriyat [mantık ilminde küllî ve mutlak kaideler] ve müsellemâtı [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] tezkirdir; [hatırlatma] nazariyâtı [teoriler, doğruluğu ispat edilmemiş görüşler] talim değildir. İbare-i Arabiye daha ulvî ihtar eder. Hadis ile âyet muvazene [karşılaştırma/denge] edilse görünür ki, beşerin en beliği dahi, âyetin belâgatine [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] yetişemez, ona benzemez.

Said Nursî

ba

598

Hutbe-i Şâmiye’nin İkinci Zeylinin [ek] İkinci Kısmı

Sûre-i İhlâs’ın bir remzi [ince işaret]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ

قُلْ هُوَ 1 : Itlak ile tayini, tevhid-i şuhuda işarettir.

اَىْ: لاَ مَشْهُودَ بِنَظَرِ الْحَقِيقَةِ اِلاَّ هُوَ 2

اَللهُ اَحَدٌ 3 : Tevhid-i ulûhiyete tasrihtir. [açık şekilde bildirme]

اَىْ: لاَ مَعْبُودَ اِلاَّ هُوَ 4

اَللهُ الصَّمَدُ 5 : Tevhid-i rububiyete [varlık âleminin terbiye, tedbir ve idaresindeki birlik ve bu birliğin bir olan Allah’tan gelmesi] remizdir. [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme]

اَىْ: لاَ خَالِقَ وَلاَ رَبَّ اِلاَّ هُوَ 6 Ve tevhid-i ceberuta telvihtir.

اَىْ: لاَ قَيُّومَ وَلاَ غَنِّىَ عَلَى اْلاِطْلاَقِ اِلاَّ هُوَ 7

599

لَمْ يَلِدْ 1: Tevhid-i celâle telmihtir. [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] Şirkin envaını reddeder. Yani tegayyür [başkalaşım] veya tecezzî [bölünme, parçalanma] veya tenasül [üreme] eden, ilâh olamaz. Ukûl[akıllar] aşere veya melâike [melek] veya İsâ veya Üzeyr’in velediyetini [çocuk] dâvâ eden şirkleri reddeder.

وَلَمْ يُولَدْ 2: İspat-ı ezeliyet ile tevhiddir. Esbabperest, [sebeplere tapan] nücumperest, [yıldızlara tapan] sanemperest, [puta tapan] tabiatperestin şirkini reddeder. Yani hâdis veya bir asıldan münfasıl [ayrılmış] veya bir maddeden mütevellid olan ilâh olamaz.

وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ 3: Câmi bir tevhiddir. Yani, zâtında, sıfatında, ef’âlinde [fiiler, davranışlar] naziri, [benzer] şeriki, şebihi [benzer] yoktur.

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ * 4

Şu sûre, bütün envâ-ı şirki [şirk çeşitleri] reddeder. Ve yedi meratib-i tevhidi tazammun [içerme, içine alma] eden altı cümlesi mütenaticedir. Her biri ötekinin hem neticesi, hem burhanıdır. [delil]

Muvahhid-i [Allah’ın birliğine inanan] ekber ve tevhidin burhan-ı muazzamı olan kâinat, değil yalnız erkân [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve âzâsı, belki bütün hüceyratı, [hücrecikler] belki bütün zerratı [atomlar] birer lisân-ı zâkir-i tevhid olarak bu büyük burhanın [delil] sadâ-yı bülendine iştirak ederek, hep birden Lâ ilâhe illallah diye mevlevî-vari zikrediyorlar.

600

Tevhidin burhan-ı nâtıkı [konuşan delil] olan Kur’ân’ın sinesine kulağını yapıştırırsan işiteceksin ki, kalbinde derinden derine, gayet ulvî, nihayet derecede ciddî, gayet samimî, nihayet derecede mûnis [cana yakın] ve muknî [ikna edici] ve burhan [delil] ile mücehhez [cihazlanmış, donanmış] bir sadâ-yı semâvî [semâvî ses] işiteceksin ki, اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 zikrini tekrar ediyor.

Evet, şu burhan-ı münevverin [nurlu, parlak delil] altı ciheti [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] de şeffaftır. Üstünde sikke-i i’câz, [mu’cizelik damgası] içinde nur-u hidayet, [doğru ve hak yolu gösterme nuru] altında mantık ve delil, sağında aklı istintak, [konuşturma] solunda vicdanı istişhad, [şahid gösterme] önünde hayır, hedefinde saadet-i dareyn, [dünya ve âhiret mutluluğu] nokta-i istinadı [dayanak noktası] vahy-i mahzdır. [Allah’ın vahyinin ta kendisi, sırf vahiy, hâlis ve katıksız vahiy] Vehmin ne haddi var, girebilsin?

ba

Vicdanın anâsır-ı erbaa[dört temel unsur; toprak, hava, su, ateş] ve ruhun dört havassı [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] olan “irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye[İlâhî hakikatleri hisseden ve mânevî zevkleri alan his, duygu] her birinin bir gayetü’l-gàyâtı var:

İradenin ibadetullahtır. Zihnin, mârifetullahtır. [Allah’ı tanıma, bilme] Hissin, muhabbetullahtır. [Allah sevgisi] Lâtifenin, [berrak, şirin, hoş] müşahadetullahtır. Takvâ denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun [içerme, içine alma] eder. Şeriat, şunları hem tenmiye, hem tehzip, hem bu gayetü’l-gàyâta sevk eder.

ba

Eğer icaddaki vasıta hakikî olsaydı ve hakikî tesir verilseydi, hem bir şuur-u küllî [bilgi ve kavrayışı kapsamlı olan] verilmek lâzımdı; hem de bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] eserde ittikan[sağlam ve pürüzsüz san’at eseri] kemâl-i san’at [eksiksiz ve mükemmel san’at] muhtelif olacaktı. Hâlbuki, en âdiden en âliye, en küçükten en büyüğe ittikan; [sağlam ve pürüzsüz san’at eseri]

601

derece-i kemâlde, [mükemmellik derecesi] mahiyetin kameti [biçim ve boy] nispetindedir. Demek Müessir-i Hakikîden [gerçek tesir sahibi] bazı karîb, [yakın] bazı baîd, [uzak] kısmen vasıtasız, kısmen vasıta ile, kısmen vesait [araçlar, vasıtalar] ile değildir. İnsanın ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] eserindeki adem-i kemâl, cebri nefy, [gönderilme, sürgün] ihtiyarı ispat eder.

Câ-yı dikkattir [dikkat çekici] ki: Cüz’î [ferdî, küçük] bir ihtiyarın tavassutu [vasıta olma, aracılık etme] ile eser-i akıl bir insan şehri, intizamca semere-i vahiy bir arı kovanındaki cemaate yetişmez. Ve arıların meşher-i san’atı bir petek hüceyrat [hücrecikler] şehri, bir nar ve gülnardan intizamca geridir. Demek kâinattaki câzibe-i umumiye hangi kalemden akmışsa, cüz-ü lâyetecezzâdaki [maddenin bölünemeyen en küçük parçası, atom] küçücük cazibeler o kalemin noktalarıdır.

İslâmiyet der: لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ 1; hem vesait [araçlar, vasıtalar] ve esbabı, müessir-i hakikî [gerçek tesir sahibi] olarak kabul etmez. Vasıtaya mânâ-yı harfi nazarıyla bakar. Akide-i tevhid ve vazife-i teslim ve tefviz öyle ister. Tahrif sebebiyle şimdiki Hıristiyanlık esbab [sebebler] ve vesaiti [araçlar, vasıtalar] müessir bilir, mânâ-yı ismî [bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı] nazarıyla bakar. Akide-i velediyet ve fikr-i ruhbaniyet öyle ister, öyle sevk eder. Onlar azizlerine mânâ-yı ismiyle birer menba-ı feyiz ve güneşin ziyasından bir fikre göre istihale [bir halden başka hale dönüşme] etmiş lâmbanın nuru gibi birer mâden-i nur nazarıyla bakıyorlar. Biz ise evliyaya mânâ-yı harfiyle, yani ayine güneşin ziyasını neşrettiği gibi birer mâkes-i tecellî nazarıyla bakıyoruz. Haşiye [dipnot]

602

Bu sırdandır ki bizde sülûk [mânevî yol alma] tevazudan [alçakgönüllülük] başlar, mahviyetten [alçakgönüllülük] geçer, fenâ fillâh makamını görür, gayr-ı mütenahi [sonsuz] makamatta sülûke [mânevî yol alma] başlar. Ene [benlik] ve nefs-i emmare [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] kibriyle, gururuyla söner. Hakikî Hıristiyanlık değil, belki tahrif ve felsefe ile sarsılmış Hıristiyanda “ene” levazımatıyla [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] kuvvetleşir. Enesi kuvvetli, müteşahhıs, rütbeli makam sahibi bir adam Hıristiyan olsa mütesallib [dayanıklı, sağlamlaşmış] olur. Fakat Müslüman olsa lâkayt [duyarsız] olur.

ba

Kuvveden fiile geçmek olan faaliyetteki şedit [çok şiddetli] ve mütenevvi [çeşit çeşit] lezzet, tegayyür[başkalaşım] âlemin mâyesi [asıl, esas, maya] ve kanun-u tekâmülün [gelişme ve mükemmelleşme kanunu] nüvesidir. [çekirdek] Zindandan bostana çıkmak, daneden sümbüle geçmek, aynı lezzettir. Faaliyet istihaleyi [bir halden başka hale dönüşme] tazammun [içerme, içine alma] etse, lezzet tezayüd [artma] ederek taşar. Vazifedeki külfeti taşıttıran o taddır. Zîşuura [akıl ve şuur sahibi] nispeten gayetteki kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ne kadar câzibedarsa, “lâ müdrike”ye [idrak eden, kavrayan, anlayan] nispeten nefs-i faaliyet öyle de cazibedardır, sa’ye [çalışma] sevk eder. Bu sırdandır ki, rahat zahmettir, zahmet rahattır.

ba

Hırs ile aculiyet, sebeb-i haybettir. [kaybetme sebebi] Zira mürettep [bağlantılı, dizili] basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] tatbik-i hareket [hareketini bir şeye uydurma, uygun davranma] etmediğinden, harîs [çok aç gözlü, çok hırslı] muvaffak olamaz. Olsa da, tertib-i câlisi bir basamak kadar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan, ye’se [ümitsizlik] düşüp gaflet bastıktan sonra kapı açılır. Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya [hazırlanmış] etmiştir.  

603

Cinayetkâr hırs kalbi deler, sanemleri [put] içine idhal [dahil etme, içine alma] eder. Allah darılır, maksudunun aksiyle mücazat [ceza] eder.

ba

Hırs cihetiyle, siyaset efkârını [fikirler] İslâmiyet akaidinin [iman esasları] yerlerine kadar isal [ulaştırmak] eden herifler, şan ve şeref değil, belki şeyn ve şenaate [çirkinlik, alçaklık] mazhar [erişme, nail olma] oldular. Nefsânî aşklardaki felâketler, haybetler [elindekilerden mahrum kalmak, kaybetmek] bu sırdandır. O çeşit âşıkların bütün divanları birer feryad-ı matemdir.

Gece kalben nevmi merak edersin, bakiyesini de kaçırıp uyanık kalırsın.

İki dilenci: biri musırr-ı muhteris, biri müstağnî-i [çok uzak ve arınmış] muhteriz. İkincisine vermeyi daha ziyade arzu etmekliğin, şu geniş kanunun bir nümunesidir.

ba

En müthiş maraz [hastalık] ve musibetimiz, cerbeze [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam [çalıştırma] etse, tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişidir ki, akaid-i imaniyeye [iman esasları] ve mesail-i diniyeye [dine ait meseleler] girse! Zira iman hem tasdik, hem iz’an, [kesin şekilde inanma] hem iltizam, [kabul etme, taraftarlık] hem teslim, hem mânevî timsaldir. [görüntü] Şu tenkit, imtisali, [bağlanma, boyun eğme] iltizamı, [kabul etme, taraftarlık] iz’anı [kesin şekilde inanma] kırar. Tasdikte de bitaraf kalır. Şu zaman-ı tereddüt ve evhamda iz’an [kesin şekilde inanma] ve iltizamı [kabul etme, taraftarlık] tenmiye ve takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müspet efkârı [fikirler] ve müşevvik [teşvik eden] beyanatı hüsn-ü zan [güzel düşünce] ile temaşa etmek gerektir. “Bîtarafane [tarafsızca] muhakeme” dedikleri şey, muvakkat [geçici] bir dinsizliktir. Yeniden mühtedî [hidâyete eren, iman eden] ve müşteri olan yapar.

وَالَّذِى عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ الْمُعْجِزَ اِنَّ نَظَرَ الْبَشِيرِ النَّذِيرِ وَبَصِيرَتَهُ النَّقَّادَةَ اَدَقُّ وَاَجَلُّ وَاَجْلٰى

604

وَاَنْفَذُ مِنْ اَنْ يَلْتَبِسَ اَوْتَشْتَبِهَ عَلَيْهِ الْحَقِيقَةُ بِالْخَيَالِ وَاِنَّ مَسْلَكَهُ الْحَقَّ اَغْنٰى وَاَنْزَهُ وَاَرْفَعُ مِنْ اَنْ يُدَلِّسَ اَوْ يُغَالِطَ عَلَى النَّاسِ * 1

Zira hakikat-bin göz aldanmaz; hakperest [doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan] kalb aldatmaz.

ba

Gıybetin derece-i şenaati, Kur’ân der:

اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا * 2

Altı kelime ile, altı derece şiddetle gıybeti takbih [çirkinlikle niteleme, çirkin bulma] ediyor. Yani, hemze [başka bir harfe bağlı olarak değil, kendi başına telâffuz edilen elif; başına geldiği kelimeye “mi, mı” anlamı veren soru edatı] ile der:

Aklına bak, böyle şeye cevaz verir mi? Müstakim [doğru ve düzgün] aklın yoksa kalbine bak, böyle şeye muhabbet eder mi? Selim [sağlam, doğru] kalbin yoksa vicdanına bak, böyle dişinle kendi etini parçalamak gibi hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] bozmaya rıza gösterir mi? Vicdan-ı içtimaiyen olmazsa insaniyetine bak, böyle canavarvarî iftirasa iştah [şiddetli istek, arzu] gösterir mi? Mânen insaniyetin olmazsa, rikkat-i cinsiye [insanın kendi cinsinden olana acıması] ve karabet-i [akrabalık, yakınlık] rahmiyene bak, böyle kendi belini kıracak harekete meyleder mi? Rikkat-i cinsiyen [insanın kendi cinsinden olana acıması] olmazsa hiç sağlam tabiatın yok mu ki, ölüyü dişlerinle parçalıyorsun?

Demek akıl, kalb, vicdan, insaniyet, rikkat-i cinsiye, [insanın kendi cinsinden olana acıması] tabiat, şeriat nazarında gıybet merduttur, matruddur. [kovulmuş]

اِنَّ اْلاِنْسَانَ الَّذِى لاَ يُدْرِكُ سِرَّ التَّعَاوُنِ لَهُوَ اَجْمَدُ مِنَ الْحَجَرِ اِذْ مِنَ الْحَجَرِ مَا يَتَقَوَّسُ لِمُعَاوَنَةِ اَخِيهِ اِذِ الْحَجَرُ مَعَ حَجَرِيَّتِهِ اِذَا خَرَجَ مِنْ يَدِ الْمُعَقَّدِ الْبَانِىِ فِى السَّقْفِ الْمُحَدَّبِ يَمِيلُ وَيَخْضَعُ رَاْسَهُ لِيُمَاسَّ رَاْسَ اَخِيهِ لِيَتَمَاسَكَا عَنِ السُّقُوطِ * 3

605

Yani, kubbelerde [yarım küre şeklinde olan çatı] taşlar başbaşa vururlar, ta düşmesinler.

Cüz-ü lâyetecezza zerresinden insana, insandan şems-i şumusa müteselsil [zincirleme] mahrutî [koni şeklinde] silsilenin vasatındaki cevher-i feridi, insan-ı mükerremdir.

ba

İnsanın meşhur havassından [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] başka havassı [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] vardır. Zaika gibi bir hiss-i saika, hem bir hiss-i şaika vardır. Hem insanda gayr-ı meş’ur [bilincine varılmayan] hisler çoktur.

ba

Bazan arzu fikir sûretini giyer. Şahs-ı muhteris, arzu-yu nefsaniyesini fikir zanneder.

ba

Gariptir ki, bazı adam pis bir çamura düşer, kendini aldatmak için misk ü anber diye yüzüne gözüne bulaştırır.

ba

Şehid velidir. Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn [her mükellef Müslümanın yerine getirmesi gereken farz] olmuştur. Belki muzaaf [kat kat] bir farz-ı ayn [her mükellef Müslümanın yerine getirmesi gereken farz] hükmüne geçmiştir. Hac ve zekât gibi, cihadda da niyetin tasarrufu azdır. Hatta adem-i niyet dahi asıl nokta-i nazarından [bakış açısı] niyet hükmündedir. Demek zıdd-ı niyet yakînen tebeyyün [meydana çıkma, görünme] etmezse, cihad şahadet-i hakikiyeyi intaç [netice verme] eder. Zira vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] tezâuf etse taayyün [belirleme] eder. İhtiyarı tazammun [içerme, içine alma] eden niyetin tesiri azalır. Şu günahkâr millete, birden bire on binler evliya inkişaf [açığa çıkma] ve tezahür etse, az bir mükâfat değildir.

ba

606

Bizde biri fasık olsa, galiben [çoğunlukla] ahlâksız ve vicdansız olur. Zira arzu-yu mâsiyet, vicdandaki imanın sadasını susturmakla inkişaf [açığa çıkma] edebilir. Demek vicdanını ve mâneviyatını sarsmadan, istihfaf [hafife alma] etmeden tam ihtiyar ile şerri işlemez. Onun için, İslâmiyet, fâsıkı [günahkâr] hain bilir, şehadetini reddeder. Mürtedi [dinden çıkan] zehir bilir, idam [hiçlik, yokluk] eder. Hıristiyan bir zimmîyi ve kâfir muahidi ibka eder. Hanefî mezhebi zimmînin şehadetini kabul eder.

İcrâ-yı adalet, din namına olmalı, ta akıl ve kalb ve ruh müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olsunlar, imtisal [bağlanma, boyun eğme] etsinler. Yoksa yalnız vehim müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olur. Yalnız hükûmetin cezasından korkar—eğer tahakkuk [gerçekleşme] etse. Nâsın itabından [azarlama] çekinir—eğer tebeyyün [meydana çıkma, görünme] etse.

ba

Bir câni yüzünden çok mâsumları ihtiva eden bir gemi batırılmaz. Bir câni sıfat yüzünden, çok evsaf-ı mâsumeyi muhtevî bir mü’mine adavet [düşmanlık] edilmez.

Lâsiyyema, [bilhassa, özellikle] sebeb-i muhabbet [sevgi sebebi] olan iman ve tevhid, Cebel-i Uhud gibidir. Sebeb-i adavet olan şeyler çakıl taşları gibidir. Çakıl taşlarını Cebel-i Uhud’dan daha ağır telâkki [anlama, kabul etme] etmek ne kadar akılsızlıksa, mü’minin mü’mine adaveti, [düşmanlık] o kadar kalbsizliktir. Mü’minlerde adavet, [düşmanlık] yalnız acımak mânâsında olabilir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] İman muhabbeti, İslâmiyet uhuvveti [kardeşlik] istilzam [gerektirme] eder.

اَلْكَلاَمُ كَالْمَالِ لاَ يَجُوزُ فِيهِ اْلاِسْرَافُ * 1

Said Nursî

ba

607

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Hem geçmiş, hem gelecek, hem maddî, hem mânevî bayramlarınızı ve mübarek gecelerinizi bütün ruh u canımla tebrik ve ettiğiniz ibadet ve duaların makbuliyetini [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] bütün ruh u canımızla niyaz edip, isteyip, o mübarek dualara âmin deriz.

Saniyen: [ikinci olarak] Hem çok defa mânevî, hem çok cihetlerden ehemmiyetli iki suallerine mahremce cevap vermeye mecbur oldum.

Birinci Sualleri: Niçin eskiden Hürriyetin başında siyasetle hararetle meşgul oluyordun, bu kırk seneye yakındır ki bütün bütün terk ettin?

Elcevap: Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasîsi [anayasa] olan, “Selâmet-i millet için fertler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas [kişiler] kurban [yakın] edilir. Vatan için herşey feda edilir” diye, bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun sû-i istimalinden [bir şeyi kötüye kullanma] neş’et [doğma] ettiğini kat’iyen [kesinlikle] bildim. Bu kanun-u esasî-yi [anayasa] beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok sû-i istimale [bir şeyi kötüye kullanma] yol açılmış. İki Harb-i Umumî, [Birinci Dünya Savaşı] bu gaddar kanun-u esasînin [anayasa] sû-i istimalinden [bir şeyi kötüye kullanma] çıkıp bin sene beşerin terakkiyatını [ilerleme] zîr ü zeber [alt üst] ettiği gibi, on câni yüzünden doksan mâsumun mahvına fetvâ verdi. Bir menfaat-i umumî perdesi altında şahsî garazlar, bir câni yüzünden bir kasabayı harap etti. Risale-i Nur bu hakikati bazı mecmua ve müdafaatında ispat ettiği için onlara havale ediyorum.

İşte, beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine [anayasa] karşı, Arş-ı Âzamdan [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] gelen Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyandaki [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] bu gelen kanun-u esasîyi [anayasa] buldum. O kanunu da şu âyet ifade ediyor:

608

وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى * 1

مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى اْلاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا * 2

Yani, bu iki âyet, bu esası ders veriyor ki: “Bir adamın cinayetiyle başkaları mes’ul olmaz. Hem bir mâsum, rızası olmadan, bütün insana da feda edilmez. Kendi ihtiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse, o fedakârlık bir şehadettir ki, o başka meseledir” diye, hakikî adalet-i beşeriyeyi tesis ediyor. Bunun tafsilâtını [ayrıntılar] da Risale-i Nur’a havale ediyorum.

İkinci sual: Sen eskiden Şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata [ilerleme] çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan “mim’siz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden [sosyal hayat] çekildin, inzivaya [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] sokuldun?

Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semâvî kanun-u esasîlere [anayasa] muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı [günahlar] hasenatına, hatâları, zararları, fâidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî [asıl ve gerçek maksad, hedef] olan istirahat-i umumiye [genel huzur, insanların dünya ve âhiret rahatı, mutlululuğu] ve saadet-i hayat[hayatın mutluluğu] dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet; [ahmaklık, beyinsizlik] ve sa’y [çalışma] ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe [üstün gelme] çaldığından, bîçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tembel eyledi. Semâvî Kur’ân’ın kanun-u esasîsi, [anayasa]

كُلُوا وَاشْرَبُوا وَلاَ تُسْرِفُوا 3* لَيْسَ لِلاِنْسَانِ إِلاَّ مَا سَعٰى * 4

fermân-ı esasîsiyle, “beşerin saadet-i hayatiyesi, [hayatın mutluluğu] iktisat ve sa’ye [çalışma] gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] avam [halk] tabakası birbiriyle barışabilir” diye Risale-i Nur bu esası izaha binaen, kısa bir iki nükte [derin anlamlı söz] söyleyeceğim:

609

Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hâcâtını tedarik etmeyen, on adette ancak ikisiydi. Şimdiki Garp [batı] medeniyet-i zâlime-i hâzırası, sû-i istimâlât [bir şeyi kötüye kullanma işlemleri] ve israfat [israflar, savurganlıklar] ve hevesatı tehyiç [heyecanlandırma, harekete geçirme] ve havâic-i [hoppa, uçarı] gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle, şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcâtı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir; on sekizi muhtaç hükmünde kalır. Demek, bu medeniyet-i hâzıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Bîçare avam [halk] ve havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] tabakasını daima mübarezeye [karşı koyma] teşvik etmiş. Kur’ân’ın kanun-u esasîsi [anayasa] olan “vücub-u zekât, [zekâtın farz oluşu] hurmet-i ribâ[faizin haram oluşu] vasıtasıyla avamın havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] karşı itaatini ve havassın [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] avama karşı şefkatini temin eden o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber [alt üst] etti.

İkinci nükte: [derin anlamlı söz] Bu medeniyet-i hâzıranın harikaları, beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali [çalıştırma, vazifelendirme] iktiza [bir şeyin gereği] ettiği halde, şimdi görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe ve sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] sevk ve sa’yi [çalışma] ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için, sa’yin [çalışma] şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık yoluyla sefahete, [ahmaklık, beyinsizlik] israfa, zulme, harama sevk ediyor.

Meselâ, Risale-i Nur’daki Nur Anahtarının dediği gibi, radyo büyük bir nimet iken, maslahat-ı beşeriyeye [insanlığın yararı] sarf edilmekle bir mânevî şükür iktiza [bir şeyin gereği] ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz, mâlâyâni [anlamsız, faydasız] şeylere sarf edildiğinden, tembelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa’yin [çalışma] şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor.

Hatta çok menfaatli olan bir kısım harika vesait, [araçlar, vasıtalar] sa’y [çalışma] ve amel ve hakikî maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimali [çalıştırma, vazifelendirme] lâzım gelirken, ben kendim gördüm, ondan bir

610

ikisi zarurî ihtiyâcâta sarf edilmeye mukabil, ondan sekizi keyif, hevesat, tenezzüh, [ferahlama, rahatlama] tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz’î [ferdî, küçük] misâle binler misâller var.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semâvî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamahı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış.

Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o bîçare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış, sa’y [çalışma] ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] sevk edip ömrünü fâidesiz zayi ediyor.

Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Sû-i istimal [bir şeyi kötüye kullanma] ve israfatla [israflar, savurganlıklar] yüz nev’i hastalığın sirayetine, [bulaşma] intişarına [açığa çıkma, yayılma] vesile olmuş.

Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli [çokluk] hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla intibaha [uyanış] gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] sûretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor, bir nev’i cehennem azâbı veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dört yüz milyon talebesinin intibahıyla [uyanış] ve içinde semâvî, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kanun-u esasîleriyle [anayasa] bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini; ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayat[hayatın mutluluğu] dünyeviyesini, hem saadet-i hayat[hayatın mutluluğu] uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü, idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] çıkarıp âlem-i nura [nur âlemi] bir terhis tezkeresi göstermesini; ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, [güzellikler] seyyiatına [günahlar] tam galebe [üstün gelme] edeceğini; ve şimdiye kadar olduğu gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semâvî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini, Kur’ân-ı Mu’cizi’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân]

611

işârât [işaretler] ve rumuzundan [ince işaretler] anlaşıldığı gibi, rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى * 1

Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 2

Çok aziz, çok mübarek, çok müşfik, çok sevgili Üstadımız Hazretleri,

Risale-i Nur’u, himmet [ciddi gayret] ve dualarınızla, dikkat ve tefekkürle okudukça, bu muazzam eser külliyatının tılsım-ı kâinatın [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] muammâsını keşf ve halleden bir keşşaf [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] olduğunu, hâl [çözüm] ve istikbalin bir mürşid-i ekberi ve bir rehber-i âzamı [en büyük rehber] olduğunu, yine dua ve himmetinizle [ciddi gayret] idrak ediyoruz. Evet, Üstadımız Hazretleri Risale-i Nur’u okuyan her idrak sahibi anlıyor ki, Risale-i Nur, gerek bu asrın, gerekse önümüzdeki asrın beşeriyetini fikir karanlıklarından kurtarıp, tenvir [aydınlatma] ve irşad [doğru yol gösterme] edecektir.

Risale-i Nur, yalnız bu vatan ve millet için değil, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve bütün beşeriyetin ihtiyacına cevap verecek bir külliyat olarak telif [kaleme alma] edilmiştir. Bugün, tarihte hiç görülmemiş bir fecaat ve felâket içerisinde çırpınan beşeriyet için, halâskâr [kurtarıcı] olarak Risale-i Nur’a sarılmaktan ve ne pahasına olursa olsun, Risale-i Nur’un nuranî ve parlak eczalarını elde edip dikkat ve tefekkürle okumaktan başka bir kurtuluş çaresi yoktur. Risale-i Nur’u okuyan herkes, bu hakikati idrak etmiş ve etmektedir. Eğer biz muktedir olsak, bu hakikati, kâinata nazır bir mahalle çıkıp, bütün kâinata ilân edeceğiz. Fakat madem ki buna muvaffak olamıyoruz ve mademki Risale-i Nur’un cihanşümul [dünya çapında, evrensel] kıymetini bu derece Üstadımızın himmetiyle [ciddi gayret] idrak etmişiz; şu halde o nur ve feyiz hazinesi, irfan [bilgi, anlayış] ve kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri]

612

menbaı [kaynak] olan Risale-i Nur’u, bir dakikamızı bile boş geçirmeden, mütemadi ve devamlı bir şekilde hergün ve her saat okuyacağız ve bu uğurda geceli gündüzlü çalışacağız inşaallah. [Allah dilerse] Fakat, her an bütün işlerimizde olduğu gibi, bunda da büyük Üstadımızın dua ve himmetiyle [ciddi gayret] muvaffak olabileceğiz.

Hem şu hakikat zahir ve bâhirdir [açık] ki: Bir kimse allâme [büyük âlim] dahi olsa, Risale-i Nur’un ve müellifinin [telif eden, kitap yazan] talebesidir, Risale-i Nur’u okumak zaruret ve ihtiyacındadır. Eğer gaflet ederse, kendisini aldatan enaniyetine boyun eğip Risale-i Nur Külliyatını okumazsa, büyük bir mahrumiyete dûçar [yakalanmış, düşmüş] olur. Fakat biz, idrak ettiğimiz bu muazzam hakikat karşısında, beşeriyetin halâskârı [kurtulma] ve milyarlarca insanların fevkinde [üstünde] olan bir memur-u Rabbanîye nasıl minnettar ve medyun [borçlu] olduğumuzu tarif edemiyoruz. Yine dua ve himmetinizle [ciddi gayret] idrak etmişiz ki, Kur’ân-ı Kerimin bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] olan harika Risale-i Nur Külliyatının bir satırından ettiğimiz istifadenin, bir miktar-ı mukabilini dahi ödemeye gücümüz yetişmez. Bunun için, ancak Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şöyle yalvarmaya karar verdik:

Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Bizi ebedî haps-i münferidden [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] kurtarıp bâki ve sermedî [daimi, sürekli] bir âlemin saadetine nâil edecek bir hakaik [doğru gerçekler] hazinesinin anahtarını Risale-i Nur gibi nazirsiz [benzersiz] bir eseriyle bahşeden sevgili ve müşfik Üstadımızı, zâlimlerin ve düşmanların suikastlarından muhafaza eyle, Kur’ân ve iman hizmetinde daima muvaffak eyle. Ona sıhhat ve âfiyetler, uzun ömürler ihsan [bağış] eyle” diye dua ediyoruz.

Evet, Üstadımız Hazretleri, Risale-i Nur’u dikkat ve tefekkürle okumak nimet-i uzmâsına [büyük nimet] nail olan biz bir kısım üniversite gençliği, bir hüsn-ü zan [güzel düşünce] veya bir tahmin ile değil, tahkikî ve tetkikî bir sûrette, sarsılmaz ve sarsılmayacak olan ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] bir kuvvet-i imaniye [iman gücü] ile inanıyoruz ki, zemin yüzünün bu asra kadar görmediği bir vahşet ve dehşetin sebebi olan dinsizlik ve ilhadı, [dinsizlik, inkâr] Bediüzzaman ortadan kadırmaya inayet-i Hak ile muvaffak olacaktır.

613

Bizim bu kanaatimiz, safdilâne [saf kalbli, kolay aldanan] veya tahminle değildir; ilmî ve delile müstenid [dayanan] bir tahkik [araştırma, inceleme] iledir. Bunun için, muarız [itiraz eden, karşı gelen] olan dahi bu hakikati kalben tasdik edecektir. Dua ve şefkat buyurun, Kur’ân ve iman hizmetinde fedâi olalım. Risale-i Nur’u, bir dakikamızı bile kaybetmeden okuyalım, yazalım, ihlâs-ı tamme muvaffak olalım.

Üniversite Nur talebeleri namına

 Abdülmuhsin

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Çok mübarek Üstadımız Hazretleri,

Evvelâ: Geçenlerde alınan Nur eczalarının hepsi dağıldı; Nurun müştakları [arzulu, aşırı istekli] sürur [mutluluk] içinde kaldılar. Nurdan kısmeti olanlar, birer birer çıkıp ona koşuyorlar. Nur arayan sineler مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ وَجَدَ 2 hakikatince buluyorlar. Bu sefer Ziya kardeşimizin getirdiği otuz dört adet Sözler kapışıldı. Asâ-yı Mûsâ‘lar [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] Ankara’ya ve Anadolu’nun muhtelif yerlerine dağılıyor…

Risale-i Nur’un perde arkasındaki parlaklığını görmeyenler dahi ona taraftardırlar. Risale-i Nur’un Medresetü’z-Zehra’sı Anadolu çapında ve âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ölçüsünde genişleyeceğini, Risale-i Nur’daki hakikatin yüksekliğinden ve dikkat ve tefekkürle okuyan mü’minlerin ve ehl-i ilmin [ilim ehli, âlimler] arasında vücuda gelen sarsılmaz uhuvvet [kardeşlik] ve kardeşlikten anlıyoruz. Medresetü’z-Zehra’nın bu muazzam faaliyetleri, zemin yüzünde bahar mevsiminde olan İlâhî [Allah tarafından olan] ve muazzam neşir gibi sessiz, gürültüsüz, şâşaasız, gösterişsiz ve mütevazi, [alçakgönüllü] fakat muazzam bir şekilde cereyan etmektedir. Fıtraten acûl olan insanoğlu, âlemde hâkim olan

614

kanun-u İlâhîyi [Allah’ın kanunu] düşünmeyerek, her meselenin istediği vakitte hallolunmasını istiyor; küçük dairelerdeki vazifelerini atlayıp, büyük dairelere sapıyor.

Tohumları atılmış ve sümbül vaktine gelmiş olan Risale-i Nur’un yetiştirdiği hakikî imanlı zâtlar, inşaallah [Allah dilerse] yakın zamanda âlem-i İslâma [İslâm âlemi] birer nümune-i imtisal [örnek alınacak model] olup nur-u hidayeti [doğru ve hak yolu gösterme nuru] göstereceklerdir.

 Ankara Üniversitesi Nur talebeleri namına

 Abdullah