İLK DÖNEM ESERLERİ – Nur’un İlk Kapısı (18-168)

18
19

Risale-i Nur Külliyatından

Nur’un İlk Kapısı

Bediüzzaman Said Nursî

Telif [kaleme alma] Tarihi: 1925

İlk Baskı: Tarihsiz

20

Bediüzzaman Said Nursî’nin

İlk Dönem Eserleri

21

Nur’un İlk Kapısı

[Bu risalenin felsefeye vurduğu tokat, beşere zararlı ve dine zıt olan felsefe kısmıdır. Beşere menfaatli ve diyanete dost olan felsefe değildir. Hem “ecnebi kâfirler” tâbiri, İslâmiyet ve din aleyhinde çalışanlara aittir.]

 Mukaddeme

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Gayet acip ve garip ve beni gayet hayrette bırakan bir hadise-i Nuriyeyi beyan edeceğim.

Risale-i Nur’un birinci medresesi ve tarlası olan Barla karyesine, [köy] yirmi beş senelik bir mufarakattan [ayrılık] sonra, aynen meskat-ı re’sim [bir kimsenin doğduğu yer] Nurs karyesine [köy] karşı olan sıla-i rahimden [akraba ile bağlantı] daha ziyade bir sâikle [sevk eden, sürükleyen] geldim. Gördüm ki:

Aynen Nurs Köyü vaziyetindeki o eski medresem gibi ve Nurs’taki babamın aynı hanesi gibi ve hakikî meskat-ı re’sim [bir kimsenin doğduğu yer] Nurs’a gelmişim gibi, gayet hazin ve lezzetli bir haleti [hal, durum] hissettim. Birden ruhuma baktım ki, Eski Said’in ve Yeni Said’in tarz-ı hayatını [hayat tarzı] ve tarik-i hakikatteki [hak ve hakikat yolu] tarz-ı hareketlerini ve Risale-i Nur’un telif [kaleme alma] olunan merkezlerini bilmek için, Risale-i Nur’un telifine [kaleme alma] merkez ve dershane olmuş olan yerleri gezdim.

Sonra, gayet zevkli ve neşeli bir halet [hal, durum] içinde iken, sekiz sene hiç gücendirmeden mükemmel bana hizmet eden Sıddık Süleyman bana bir kitap getirdi. Açtım, baktım ki, Eski Said ile Yeni Said’in birbiriyle münazara edip nefs-i emmareyi [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] susturan ve şuhud [görme] derecesindeki hakikatleri ihtiva eden on üç dersler olup,

22

bu on üç dersin doğrudan doğruya Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] âyetlerinden aynelyakîne [gözle görerek kesin bilgi edinme] yakın bir sûrette Yeni Said’e ders olduğunu ve bütün bu derslerde doğrudan doğruya birinci muhatap Said olduğunu gördüm. Küçük Sözler‘in [Sözler kitabı içerisinden alınmış olan bazı bölümlerden oluşan kitapçık] ve bazı mühim Sözlerin çekirdeklerini ve bir kısmının tam izahlarını içinde gördüm.

Hususan, bu risalenin âhirinden bir parça evvel, risalet-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) ait olan On Dokuzuncu Söz, gayet kısa olduğu halde, gayet büyük ve gayet kuvvetli olduğu için, bu çekirdek olan risaleye aynen girmiş. Demek o Söz, gayet ehemmiyetli olduğu içindir ki, aynen Nurun bu çekirdeğine girdiği gibi, Nur mecmualarında da mükerreren [defalarca] neşredilmiş.

Bu eser bana çok ehemmiyetli geldi. Aslâ ve kat’a [kesinlikle] hatırıma gelmemişti. Bütün bütün bu eseri unutmuştum. Vücudunu hiç bilmiyordum. Sıddık Süleyman’ın sekiz sene sadakatli hizmetinin tam bir yadigârı nev’inden, onun gayet büyük bir hizmeti hükmünde kabul ettim, bin bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] dedim.

İşte, şimdi, Risale-i Nur’un bir fihristesi ve bir listesi ve bir çekirdeği olan bu risalenin içindeki hakikatler gerçi hem Küçük Sözler‘de, [Sözler kitabı içerisinden alınmış olan bazı bölümlerden oluşan kitapçık] hem başka Sözlerde bir derece yazılıdır; fakat Said’e karşı Kur’ân’ın birinci dersi ve tam ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ve aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesinde bir meşhudatı [görünen] tarzında olmasından, telifindeki [kaleme alma] acemîlikten [Arap milletinden olmayan başka milletler] gelen içindeki kusurata [kusurlar] ve tekrarata [tekrarlar] bakmayıp, Nur şakirtleri [öğrenci] onu neşretseler, inşaallah [Allah dilerse] çoklar istifade edecekler.

Said Nursî

ba

23

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَبِهِ نَسْتَعِينُ * 1

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى خَيْرِ خَلْقِهِ مُحَمَّدٍ وَاٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ، اٰمِينَ * 2

Birinci ders

اِنَّ اللهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ * 3

Ey insan! Nedendir ki şu azîm ticarete girmiyorsun? Rabb-i Kerim, [sonsuz ikram, ihsan ve iyilik sahibi, herşeyi idare ve terbiye eden Allah] senin yanında emaneten koyduğu mülkünü senden satın almak istiyor—tâ ki zayi olmaktan muhafaza etsin. Hem bin derece kıymeti yükselsin. Hem bedeline büyük bir fiyat veriyor. Hem istifaden için senin elinde bırakıyor. Hem külfet-i idaresini kendisi deruhte [üstüne almak] ediyor. İşte sana beş mertebe kâr içinde kâr!

Hâlbuki, ey gafil, Ona satmadığından, emanette hıyanet ettin. Hem bütün bütün kıymetten düşürttün. Hem bilâ-faide senin elinde zayi olacak. Hem o yüksek fiyat elinden gidecek. Hem senin zimmetinde, [borç, sorumluluk] günahıyla tekâlif-i idaresi ve âlâmı [elemler, acılar] ile zahmet-i muhafazası kalacak. İşte, beş müthiş derecede hasaret içinde hasaret!

Şu muameledeki vaziyetinle öyle miskin bir adama benzersin ki, o adam bir dağda bulunur. O dağda öyle bir zelzele var ki, bütün emsalini sırayla derin derelere atıp, ellerinde olan herşeyi parça parça ediyor. Nöbet, o adama gelmek üzeredir. Hâlbuki o adamın elinde bir emanet var. O emanet, öyle bir makine-i murassaa-i acibedir ki, o makine içindeki hesapsız mizanlar [ölçü] ve âletlerle, nihayetsiz faydalar ve semereler [meyve] verebilir.

O elîm halette [hal, durum] iken, gördü ki, makinenin hakikî maliki tarafından gelen bir adam der ki:

24

Seyyidim senden bu emaneti satın almak ister. Ta ki bu dereye sukutunla [alçalış, düşüş] faydasız kırılmasın, muhafaza etsin. Ve sen dereden çıktıktan sonra, kırılmayacak bir sûrette yine sana teslim edecek.

Hem o âletleri ve mizanları, [ölçü] geniş bostanlarında ve kıymettar maden ve hazinelerinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edeceği için, o âletler ve o mizanlar [ölçü] gayet kıymettar neticeler ve çok ücret ve semereler [meyve] verirler ki, bütün o kârı sen alırsın. Şayet satmazsan, kıymetsiz ve âdi birer âlet olarak kalacak. O acip ve nâzik âletleri gayet daracık evinde ve küçücük haşin tarlanda istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edip kıracaksın, ateşe atacaksın.

Hem sana büyük bir fiyat verecek. Hem dağda bulundukça senin elinde kalacaktır. Yalnız yukarı kulpunu, yukarıdan indirdiği bir zincirle bağlamak ister. Ta ki sıkletini senden alıp sana ağırlık vermesin. Külfeti seni tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] etmesin. Eğer bey’i kabul edersen, seyyidimin hesabıyla, onun namıyla ve onun izni dairesinde güzelce tasarruf et. Ne hüzün çek ve ne de havf [korku] et. Nasıl bir nefer [asker] atını devlete satar. Kendi de asker olur. Atının üzerine biner. Masârıfı devlete ait; keyif ve safasını [zevk, keyif] o nefer [asker] çeker. Eğer ölse, “Devletimin canı sağ olsun” der.

Şayet bu beş derece kârlı bey’i kabul etmezsen, beş derece hasaret içinde emanete hıyanet edeceksin; zâyi olunca, mes’uliyeti kazanacaksın.

İşte temsili anladın. Şimdi hakikate bak:

Evet, o dağ, arzdır. Miskin adam da, fakir insandır. Zelzele de, zeval [geçip gitme] ve firaktır. [ayrılık] Dere de, kabirle âlem-i berzahtır. [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] O makine havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve cihazat ve letâif [duygular] âletleriyle mücehhez, [cihazlanmış, donanmış] senin vücud-u hayattarındır. Görüyorsun ki, bunlar bozuluyorlar, faydasız gidiyorlar. Satın almak isteyen, senin Hâlıkındır. [her şeyi yaratan Allah] O Hâlıkın, [her şeyi yaratan Allah] Resulü [Allah’ın elçisi] vasıtasıyla der ki: “Şu emanetimi, güya senin malın imiş gibi Bana sat, ta zâyi olmasın. Hem zararlı bir sûrette fena bulmasın. Sen bâki ve meyvedar bir sûrette o malına tekrar kavuşabilesin. Hem o hayat içindeki cihazat ve letâif [duygular] Benim namım ve hesabımla istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edildiği vakit, nihayetsiz kıymettar ve hadsiz semerat-ı [meyve] bâkiye verecek.”

İşte o mizanlar [ölçü] ve âletler ise, letâif [duygular] ve havass-ı insaniyedir. Meselâ, göz, Allah hesabına istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilse, şu kitab-ı kebir-i kâinatın [büyük kâinat kitabı] bir mütalâacısı ve şu

25

müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] mevcudatın [var edilenler, varlıklar] bir seyircisi ve şu masnuatın [san’at eseri] çiçeklerinin bir arısı olarak ibret ve mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] ve muhabbet şehdinden, yani balından, nur-u şehadeti kalbe akıtıyor. Eğer nefis hesabına istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilse; zâil, [geçici, yok olucu] fâni bazı mehasini [güzellikler] seyretmekle, heves ve şehvetin âdi bir hizmetkârı olur.

Meselâ, lisândaki kuvve-i zaika [tad alma duygusu] satılsa, Rahmanü’r-Rahîm’in hazâin-i rahmetinin [Allah’ın rahmet hazineleri] nâzırı ve matbaha-i nimetinin bir müfettiş-i âlisi hükmünde bir vazifedardır. Satılmazsa, mide tavlasının [ahır] bir kapıcısı hükmüne sukut [alçalış, düşüş] eder.

Meselâ, akıl satılsa, bütün künûz-u esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimlerinin hazineleri] miftahı [anahtar] ve kâinatın hakaikinin [doğru gerçekler] keşşafı [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] hükmünde bir cevher-i âli ve gàli [kıymetli] olur. Satılmazsa, mâzinin âlâm-ı hazinânesini ve müstakbelin [gelecek] ehvâl-i muhavvifanesini [dehşetli korkular] bîçare beşerin başına yükleten meş’um [kötü] bir âlet hükmüne düşer.

İşte, bütün âlât [aletler] ve cihazat-ı beşeriyeyi bunlara kıyas et. Eğer o âlât [aletler] ve cihazat Allah’a verilse, bâki birer elmas olurlar. Eğer verilmezse, fâni birer şişe olurlar.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sana verdiği kendi mülkünü, senden gàli [kıymetli] bir kıymetle satın alıyor. Yine senin için muhafaza ediyor.

Ey beşer, bak: İki sadâ senin kulağına geliyor. Biri Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] sada-yı semâvîsidir. Der ki: Sat, kârlısın. اِنَّ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ 1 diyor. Diğeri, küffarın, felsefe-i medeniyesinin vesvesesidir ki, “Sen kendine mâliksin” der. Seni اِنْ هِىَ اِلاَّ حَيَاتُنَا الدُّنْيَا 2 diyenlerden etmek ister. Bu münevver [aydın] hüdâ [Allah] ile, şu müzevver dehânın mâbeynlerindeki [ara] farkı gör; ta kör olmayasın.

26

وَمَنْ كَانَ فِى هٰذِهِ اَعْمٰى فَهُوَ فِى اْلاٰخِرَةِ اَعْمٰى وَاَضَلُّ سَبِيلاً * 1

اَللّٰهُمَّ اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ * صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ * غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضّٰۤالِّينَ اٰمِينَ * 2

ba

27

İkinci ders

وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ * وَبُرِّزَتِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ * 1

Ey insan-ı gâfil! [âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olan insan] Ey dünya için dinini ihmâl eden! Şu temsilî bir hikâyeyi dinle. Ta dinsiz dünyanın hakikatini göresin.

Eski zamanda iki kardeş vardı. Bu iki kardeş seyahate çıktılar. Git gide, ta yol ikileşti. O iki yolun başında bir adamı gördüler. O adam onlara dedi ki:

“Sağ yolda kanun ve nizama tebaiyet [tabi olma, uyma] var. Ve o tebaiyet [tabi olma, uyma] külfeti içinde, bir emniyet ve saadet var. Sol yolda ise, bir serbestiyet ve bir hürriyet var. Ve o serbestiyet ve hürriyet içinde bir tehlike ve şekâvet var. İstediğiniz yola gidebilirsiniz.”

Güzel huylu kardeş sağ yola “Tevekkeltü alâllah[“Allah’a dayandım ve güvendim”] deyip gitti. Ve o hafif külfeti ve nizam ve kanunu kabul etti. Sû-i hulk [kötü ahlâk] sahibi, âzâde-ser kardeş, serbestlik için sol yolu tercih etti. Zâhiren hafif, mânen gayet ağır bir vaziyette gitti. Biz de hayalen bunu takip ediyoruz.

İşte, dağ ve sahrâdan gide gide, ta hâli [boş] bir sahrâya dahil oldu. Birden müthiş bir sada işitti. Baktı ki: Dehşetli bir arslan meşelikten [orman] çıkıp, kendisine hücum etti. O da kaçıp altmış arşın [yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi] derinliğinde susuz bir kuyuya rastgeldi. Havfından [korku] kendini içine attı. Yarısına kadar inmekle kuyunun duvarında göğermiş [yeşermiş] bir ağaca rastgeldi. O ağacı tuttu. Gördü ki: O ağacın iki kökü var. Biri siyah renkte, diğeri beyaz renkte iki fare, o iki köke musallat olup kesiyorlar.

Yukarı baktı, arslan kuyunun başında nöbetçi gibi bekliyor. Aşağıya baktı, dehşetli bir ejderha kuyunun içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın [yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi] yukarıda ayağının yakınına kadar gelmiş. Ağzının genişliği ise bi’rin, yani kuyunun ağzına benzer, kuyunun duvarına bakar. Isırıcı, muzır [zararlı] haşerat etrafını sarmışlar.

Ağacın başına baktı, gördü ki, incir ağacıdır. Lâkin hârikadan olarak, cevizden nara kadar çok muhtelif ağaçların meyveleri ve yemişleri var. Sû-i fehminden [kötü anlayış] ve sû-i tali’inden bu dehşetli hâlâtın [durumlar, haller] âdi ve kendi kendine olmuş birşey olmadığını

28

anlamadı. Ve bu ince iş içinde iş olduğuna intikal etmedi. Kalb ve ruhu ve akıl ve letâifi [duygular] bu elîm ve dehşetli vaziyetten feryat ve figan ederken, nefs-i emmâresi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] tegafül [gaflet etme, duyarsızlıklık, mânevî sorumluluklarından habersiz davranma] ile tecahül etti. Kalb ve ruhun âh ve enin [inilti] ve fizarından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak bir bostanda bulunuyor gibi o meyveleri yemeye başladı. Fakat o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır [zararlı] idi. Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] buyurdu ki:

اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِى بىِ 1 Yani, “Kulum Beni nasıl tanırsa, ona öyle muamele ederim.”

Şu bedbaht adam da sû-i zannıyla gördüğünü hakikat telâkki [anlama, kabul etme] etti. Öyle muamele gördü ve görüyor. Ne ölür ki kurtulsun ve ne de elemsiz kalır ki yaşasın. Şu miskin ahmak, fehmetmedi ki, bu tılsımlı ve acip işlerde tesadüf mümkün olmaz.

Biz de şu meş’umu [kötü] şu azapta bırakıp döneceğiz. Mübarek ve yümün[uğur, bereket] diğer kardeşin arkasından gideriz.

İşte, şu zât, hüsn-ü sîretinden [ahlâk güzelliği] nâşi, hüsn-ü zannıyla [güzel düşünce] ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ederek yolunda gidiyor. Bak, nasıl hüsn-ü nazarıyla, kardeşinin mahrum kaldığı bostandan istifade ediyor. Şu bostanda çiçek ve yemişlerle beraber, murdar ve müstakzer şeyler de bulunur. Bu kardeş ise, bu güzel şeylerden istifade etti. Mülevvesata [kirli, pis] bakmadı. İstirahat etti.

Evvelki meş’um [kötü] kardeşi ise, murdar şeylerle meşgul oldu. Midesini bulandırdı.

Sonra, bu güzel huylu arkadaş da, git gide öteki kardeşi gibi bir sahrâ-yı azîme dahil oldu. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti, korktu. Lâkin kardeşinden daha az korkmuştu. Zira, o arslanın, sahrâ sultanının bir memuru olduğu ihtimali kendisine tesellî verdi. Lâkin yine kaçtı. Altmış arşınlık derinliğinde bir bi’r-i muattalaya, yani susuz bir kuyuya rastgeldi, kendini içine attı. Ortasında

29

duran bir ağacı tuttu. O da kardeşi gibi gördü ki, iki mahlûk, o ağacın iki kökünü de kesiyorlar.

Sonra baktı, yukarıda arslan, aşağıda büyük bir yılan var. Yılan geniş ağzını açmış, ayağına takarrüb etmiş olduğunu gördü. Bîçare o da havfından [korku] tedehhüş [dehşete düşme] etti. Lâkin onun dehşeti kardeşinin dehşetinden çok derece daha hafifti. Çünkü, güzel hüsn-ü zannıyla [güzel düşünce] ve fehmiyle bu umur-u acîbeyi birbiriyle alâkadar ve bir emirle hareket eder gibi görmekle anladı ki, bu işlerde bir tılsım var. Bunlar bir hâkimin emriyle dönerler. O hafî [gizli] hâkim, ona bakıyor, tecrübe ediyor, onu bir maksat için davet ediyor. Şu tatlı havftan [korku] bir merak neş’et [doğma] etti. Merakı da, “Acaba beni tecrübe edip ve kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acip yol ile böyle acip bir maksada beni sevkeden kimdir?”

İşte şu merak-ı mârifetten, sahib-i tılsımın muhabbeti neş’et [doğma] etti. Ağacın başına baktı, gördü ki, incir ağacıdır. Lâkin meyveleri ayrı ayrı çok ağaçların meyveleridir. O vakit tamamen korkusu zail [geçici, yok olucu] oldu ve o vakit anladı ki, bunda bir tılsım var. O tılsım bunlara hükmediyor. Zira, mümkün değil, bu incir ağacı böyle çok ağacın meyvesini versin. Belki o ağaç, liste ve fihristedir. Gizli olan hâkimin bostanına, hem o melik-i kerîmin misafirlerine ihzar [hazırlama] ettiği çeşit çeşit et’imeye [yiyecekler] işaret eder. Ve o taamların nümuneleridirler.

Onun bu muhabbetinden, tılsımı açmak talebi ve tılsım sahibini razı etmek arzusu neş’et [doğma] etti. Birden miftah [anahtar] ona ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] edildi. O da nida etti ki: “Sana itimat ediyorum ve herşeyi senin için terk ediyorum ve yalnız seninim ve seni istiyorum” dedi.

Birden kuyu duvarı yarıldı. Şâhâne ve nezih [temiz] bir bahçeye bir kapı açıldı. Arslan ve yılan da iki mutî [emre uyan] hizmetkâra dönüp, onu o bahçeye girmek için davet ettiler. Hatta o arslan kendisine musahhar [boyun eğdirilmiş] bir at mesabesine [derece] döndü.

İşte, ey hayal arkadaşım, bu iki kardeşin vaziyetlerini muvazene [karşılaştırma/denge] et:

Evvelki bedbaht, her vakit yılanın ağzına girmeye muntazırdır. [bekleyen, hazır] Şu bahtiyar ise, meyvedar ve revnaktar [göz alıcı güzellik] bir bahçeye davet edilir.

Hem evvelki bedbahtın, elîm bir dehşette ve azîm bir korku içinde kalbi

30

parçalanıyor. Bu bahtiyar ise, leziz bir ibret, tatlı ve mahbub [sevimli/sevgili] bir havf [korku] ve şevk ve mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] içinde garaibi [tuhaf, hayret verici şeyler] seyrediyor.

Hem o bedbaht, vahşet ve yeis [ümitsizlik] içinde azap çekiyor. Şu bahtiyar ise, ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve ümit ve iştiyak [arzu, istek] içinde telezzüz [lezzet alma] ediyor.

Hem o bedbaht, vahşi canavar düşmanların hücumlarına maruz bir mahpus hükmündedir. Şu bahtiyar bir aziz misafirdir ki, misafir olduğu melik-i kerîmin acip hizmetkârlarıyla ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ediyor.

Hem o bedbaht, zehirli leziz yemişleri yemekle azabını tâcil [çabuklaştırma] ediyor. Zira o meyveler asıllarına müşteri olmak için nümunelerdir. Tatmaya izin var; hayvan gibi yemeye izin yoktur. Şu bahtiyar ise, tadar, işi anlar, yemesini tehir eder. Ve intizar [bekleme] ile telezzüz [lezzet alma] eder.

Eğer bedbaht kardeş olmamak ve bahtiyar kardeş olmak istersen, Kur’ân’ı dinle, mutî [emre uyan] ol, ona yapış ve itaat et.

Eğer şu hikâye-i temsiliyedeki [analojik, benzetmeye dayanan kıyaslamalı hikâye] dekaiki [incelikler] fehmettinse, hakikati ona tatbik et. Mühimlerini ben söyleyeceğim; incelerini de sen istihrac [çıkarma] et.

Bak: O iki kardeş, ruh-u mü’minle [imanlı insanın ruhu] ruh-u kâfirdir; [inkâr eden, inanmayan insanın ruhu] kalb-i salihle [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden insanın kalbi] kalb-i fâsıktır. [günahkâr insanın kalbi] O iki tarik [mânevî yol] ise, tarik-i Kur’ân [Kur’ân’ın çizdiği hak yol] ve iman ile tarik-i isyan ve tuğyandır. [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] O yoldaki bostan ise, cemiyet-i beşeriye [insan topluluğu] içinde muvakkat [geçici] hayat-ı içtimaiyedir [sosyal hayat] ki, şer ve hayır, çirkin ve güzel karışıktır. O sahrâ ise, arz ve dünyadır. O arslan ise, ölüm ve eceldir. O bi’r (kuyu) ise, beden-i insan [insan bedeni] ve hayattır. O altmış arşın [yaklaşık 68 cm’lik bir ölçü birimi] derinlik ise, vasatî ve ömr-ü galibi olan altmış seneye işarettir. O ağaç ise, müddet-i ömürdür. [ömür süresi] O beyaz ve siyah iki fare ise, gece ve gündüzdür. O ejderha yılan ise, ağzı kabir olan âlem-i berzaha [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] giden yoldur. O haşerat-ı muzırra [zararlı böcekler] ise, beliyeler ve musibetlerdir. O ağaçtaki yemişler ise, niam-ı dünyeviyedir ki, niam-ı uhreviyenin listesi ve ihzar [hazırlama] edici müşabihleri, [benzer] müşterileri meyve-i Cennete [Cennet meyvesi] davet

31

eden nümuneleridir. O ağaç, birliğiyle beraber başka başka yemişler vermesiyle, sikke-i kudrete [Allah’ın güç ve kudretinin işareti] ve hâtem-i rububiyete [Allah’ın rablığının, idare ve terbiye ediciliğinin mührü] ve turra-i ulûhiyete işarettir. Çünkü, birşeyden herşeyi yapmak, bir topraktan, bütün meyveleri yapmak; bir sudan bütün hayvanları halketmek, [yaratmak] bir basit gıdadan bütün cihazat-ı hayvaniyeyi icad etmek; hem herşeyi birşey yapmak, bir zihayatın [canlı] yediği gayet mütebayin [ayrı ayrı] taamlardan bir lâhm-ı mahsus [özel et] ve bir cild-i basit [basit cilt, deri] nescetmek [dokuma] gibi san’atlar, ehad [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] ve samed [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] olan Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebedin sikke-i hassasıdır, [özel mühür] hâtem-i mahsusasıdır, [özel damga] taklit edilmez bir turrasıdır. [mühür, nişan] O zehirli bir kısım meyveler ise, lezaiz-i muharremedir. O tılsım ise, sırr-ı iman [iman sırrı] ile açılan sırr-ı hikmet-i hilkattir. [yaratılış hikmetinin sırrı] O miftah [anahtar] ise, يَۤا اَللهُ, لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ1 ve اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ2 kelimeleridir.

O su’ban ağzının, yani yılan ve ejderha ağzının bostan kapısına inkılâbı, [değişim, devrim] kabre işarettir ki, kabir, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve tuğyana, [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] vahşet-i nisyan içinde, zindan gibi bir berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] ve su’ban batnı [iç] gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu halde, ehl-i Kur’ân [Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; Kur’âna bağlı olan mü’minler] ve imana, dehliz-i cinandan rahmet-i Rahmân‘a [rahmeti sınırsız olan Allah’ın şefkat ve merhameti] ve zindan-ı dünyadan [âhirete göre bir zindanı andıran dünya] bostan-ı bekaya açılan bir kapıya döner. Ve o müthiş arslanın mûnis [cana yakın] bir hizmetkâra ve musahhar [boyun eğdirilmiş] bir ata dönmesi ise, mevte [ölüm] işarettir ki, mevt [ölüm] ile ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] bütün mahbubatından elîm bir firak-ı ebedî [sonsuz ayrılık] içinde, kendi cennet-i kâzibe-i dünyeviyelerinden [aldatıcı dünya cenneti] ihraç; ve vahşet ve infirad [tek başına olma] içinde zindan-ı mezara ithal olundukları

32

halde; ehl-i hidayet [doğru ve hak yolda olanlar] ve Kur’ân için, o mevt [ölüm] müştak [arzulu, aşırı istekli] oldukları ahbaplarına visal [kavuşma] ve hakikî vatanlarına vusûl; [kavuşma, erişme] ve zindan-ı dünyadan [âhirete göre bir zindanı andıran dünya] bostan-ı cinana davet ve Hannân, [rahmetin en hoş cilvelerini gösteren ve çok merhametli olan Allah] Mennân, Deyyân [herkesin hakkını ve hesabını en iyi bilen Allah] ve Rahmân’ın rahmetinin fazlından, hizmetlerine mukabil ahz-ı ücret [ücret alma] etmelerine vesiledir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Hayat-ı fâniyeyi [geçici, ölümlü hayat] esas maksat yapan, zahiren cennet içinde olsa da, mânen cehennemdedir. Hayat-ı bakiyeye müteveccih [yönelen] olan zât ise, saadet-i dâreyne [dünya ve ahiret mutluluğu] mazhardır.

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ اَهْلِ السَّعَادَةِ وَالْقُرْاٰنِ وَاْلاِيمَانِ. اٰمِينَ * 1

ba

33

Üçüncü ders

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

فَلاَ تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَلاَ يَغُرَّنَّكُمْ بِاللهِ الْغَرُورُ * 1

Ey gururlu, mağrur gafil! Sana ne olmuş ki, Müslümanları ecanib [yabancılar] tarzında hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] davet edersin? O hayat, uyku içinde bir lû’b ve hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] içinde bir lehivden başka birşey değildir.

Hem ne oluyorsun ki, keyiflerine kâfi [yeterli] gelen helâl ve tayyibat [iyi ve güzel işler, hareketler, ibadetler] dairesinden huruca teşvik ederek, dinin ihmaline veya dinin bazı şeairinin terkine sebebiyet veriyorsun? Ve muharremat ve habisat [çirkin, pis] dairesinde duhule [girme] teşcî [cesaretlendirme] ediyorsun?

Ey müvesvis! [vesvese veren, şüphe ve kuruntu veren] Bilir misin, misâlin neye benzer? O derece belâhet [aptallık] kesbetmiş [elde etme, kazanma] bir sarhoşa benzer ki, arslanı attan, darağacını salıncaktan, cerahatli yarayı kırmızı gülden fark etmez.

Hem öyle zannettiği halde, mürşid vaziyetini alır, muslih tavrını takınır, müthiş bir vaziyete düşmüş bîçare bir adama ders verir. Bazı müzahrafatı ve aldatıcı hevesatı ve bazı lehviyatı [eğlenceler, oyunlar] irae etmekle [gösterme] o bîçare adamı baştan çıkarmak ister. Çare-i necat [kurtuluş çaresi] taharrî [araştırma] etmez.

İşte o adam, şöyle bir vaziyettedir: Arkasında, her an ona hücuma müheyyâ [hazır] bir arslan duruyor. Önünde, bir darağacı dikilmiş onu bekliyor. Sağ tarafında, derin bir yara açılmış. Sol cânibinde, [taraf, yön] müz’iç [rahatsız eden] bir çıban, cerahat akıttırıyor. Şu vaziyetle beraber, mühim bir sefere sevk ediliyor. Şu adam ise, bu müvesvisin [vesvese veren, şüphe ve kuruntu veren] tamamen zıddı olan bir hayırhah zâtın irşadıyla [doğru yol gösterme] iki ilâcı elde etmiş. Eğer güzelce istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etse, o iki cerahat, iki adet râyiha[güzel ve hoş koku] gül olur.

34

Hem o mübarek zâtın işaretiyle iki tılsım bulmuş, kalb ve lisânına takmış. Eğer güzelce istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etse, o müthiş arslan, musahhar [boyun eğdirilmiş] bir ata döner ve ona biner, bir Kerîm-i Rahîmin [sonsuz ikram ve ihsan sahibi, pek merhametli olan Allah] ziyafetine gider. O darağacının ipi dahi, seyir ve tenezzühe [ferahlama, rahatlama] âlet ve salıncak olur.

Hâlbuki, şeytan, onu sarhoş etmek ister. O müthiş vaziyette iken, şeytan-ı insî [insan ve cinlerden olan şeytanlar] o adama der ki: “Bırak bu tılsımları, at bu ilâçları, gel keyf edelim. Beraber oynayalım. Şu lezaiz [lezzetler] ve güzel sûretlerden istifade edelim, ömrümüzü hoş geçirelim.”

Diğer mübarek zât kendine diyor ki: “Ey çare-i necatı [kurtuluş çaresi] bulmuş musibetzede adam! Şu boşboğaza de ki: İlâçların hıfzı ve tılsımların muhafazası lâzım. Kerîm-i Rahîmin [sonsuz ikram ve ihsan sahibi, pek merhametli olan Allah] müsaade ettiği daire-i meşrua [dinin uygun gördüğü helâl daire] keyfime kâfi, [yeterli] lezzet-i hayatıma [hayatın lezzeti] vâfidir. [yeterli] Hem hakikî lezzet ve saadet şu daire haricinde mümkün değildir.

“Hem de ki: Bu ölüm arslanını öldürmek ve firak [ayrılık] ve zevali [geçip gitme] izale [giderme] etmek ve acz ve fakr yaralarını beşerden kaldırmak çaresini bulmuşsan, yani dünyayı Cennete ve arz-ı fâniyeyi arz-ı bakiyeye tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ve acz-ı mutlak-ı beşeriyi bir iktidar-ı mutlakaya tahvil [değişme, dönüşme] ve nihayetsiz fakr-ı beşeriyi bir gına-yı mutlakaya kalb etmek [dönüştürme] çaresi varsa, söyle dinleyelim. Yoksa çare-i necatını [kurtuluş çaresi] bırakıp sana aldanacak, senin gibi bir sarhoş lazım ki, gülmeyi ağlamaktan, bekayı fenadan, derdi dermandan, hevâyı hüdâdan fark ve temyiz etmez olsun. Ben ise, o mübarek zâtın sözünü dinlerim.

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 der, tılsım ve ilâçları hıfzederim ve hırz-ı can [bağrına basıp canı gibi korumak] ederim.”

Eğer şu temsilin sırrını anlayıp hakikatin sûretini görmek istersen, dinle:

Şu dalâlet-âlûd [inkâr ve sapıklıkla karışık] ve sefahetperver [ahmaklık, beyinsizlik] medeniyetin şakirtleri [öğrenci] ve idlâl [hak yoldan çıkarma, saptırma] edici sakîm

35

felsefenin talebeleri, acip ihtirasat ve pek garip tefer’unlukla sarhoş olmuşlar. Sonra gelip, desiselerle, [hile, aldatma] Müslümanları, ecnebîlerin âdâtına davet ve terk-i şeair-i İslâmiyeye teşvik ediyorlar. Hâlbuki, her şeairde nur-u İslâma bir şuur ve bir iş’ar [işaret etme, belirtme] vardır.

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tilmizleri [öğrenci] ise, bunlara mukabele [karşılama; karşılık verme] edip derler ki: “Ey dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] dalmış gafiller! Dünyadan mevti, insandan acz ve fakrı kaldırmak çaresi varsa, dinden ve dinin şeairlerinden istiğna [ihtiyaç duymama] edebilirsiniz. Yoksa susunuz! Zira, ölüm, acz, zeval, [geçip gitme] fakr, sefer gibi âyât-ı tekviniye, [yaratılışa ait âyetler, deliller] yüksek sadalarıyla, dinin lüzumuna ve şeairin iltizamına [kabul etme, taraftarlık] davet ediyorlar.

فَلاَ تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا 1* وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْاٰنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ * 2

âyetlerini kıraat ediyorlar. Ve beşerin başında dört-beş cihette, her biri birer melek-i ra’d [gök gürültüsü ile vazifeli melek] gibi naralarıyla beşeri ikaz edip Kur’ân’a davet ederlerken, sizin vesveseleriniz bunlara nisbeten sivrisinek sadâsı gibi kalır.”

Evet, hakikat-bîn [hakikatı gören] göz sahibi böyle mukabele [karşılama; karşılık verme] eder. Der ki: “Arkama bakıyorum, görüyorum ki, ecel arslanı arkamda duruyor. Daima beni tehdit ediyor. Eğer iman kulağıyla Kur’ân sadasını dinlesem, o arslan güzel bir ata, o firak [ayrılık] ise buraka [Cennete mahsus bir binek] dönerler. Beni rahmet-i Rahmân‘a [rahmeti sınırsız olan Allah’ın şefkat ve merhameti] vusule [kavuşma, erişme] ve Seyyid-i Kerîmimin [ikram ve cömertlik sahibi efendi, Allah] huzuruna îsâle [kavuşturma, ulaştırma] vasıta olurlar. Yoksa, yırtıcı birer canavar ve beni bütün sevdiklerimden ebedî firakla [ayrılık] tefrik edici birer esed hükmünde kalırlar.

Sonra önüme bakıyorum, görüyorum ki: Gece-gündüz dönmesinden, fena ve zevalin [geçip gitme] âlâtı [aletler] sallanıyor.

Hem o fusul ve usurun emvacından [dalgalar] firaklar [ayrılık] ve helâketten [mahvolma] zevaller [geçip gitme] temevvüc [dalgalanma] ediyor. Şu âletler, beni ve hem bütün sevdiklerimi mahvetmek için dikilmiş bir

36

darağacı görünüyor. Eğer sem-i îkan ile irşad-ı Kur’ânîyi dinlesem, o müthiş âletler, salıncak ve merakibe ve seyir ve tenezzühe [ferahlama, rahatlama] dönerler ki, dünya denizinde, zaman seylinde, [sel, akıntı] hayal ve akl-ı beşer [insan aklı] onlara biner. Cenâb-ı Kadîr-i Zülcelâlin tecelliyat-ı şuunat-ı san’atını müşahede ederler.

Evet, Kur’ân gösterir ki, şu mevcudat-ı seyyale, Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] esmâ-i hüsnâsının [Allah’ın en güzel isimleri] âyineleri ve kalem-i kudretinin [Allah’ın kudret kalemi] elvah[levhalar] mütehavvilesidir. [değişken] Bunların tahvilinden, [değişme, dönüşme] teceddüd-ü san’at-ı Rabbaniye ve cilve-i cemâl-i mücerred-i esmâ-i İlâhî müşahede edilir. Merâyânın [aynalar] tebeddülünde, cemâl-i esmâ [Allah’ın isimlerinin güzelliği] tazelenir.

Sonra sağ tarafıma bakıyorum, görüyorum ki: Nihayetsiz bir fakr ve hadsiz bir ihtiyaçtan dehşetli bir çıban duruyor. Zira, en âciz bir hayvandan daha âciz ve bütün hayvanattan daha fakir olduğum halde, dünya kadar ihtiyacatım var. İktidarım ise, bir serçe kuşunun faaliyetinden çok aşağıdır. Eğer Kur’ân-ı Kerîmin şifa-i kâfisine itimat ederek tedavi etsem, o elîm müz’iç [rahatsız eden] fakr, rahmetin ziyafetinden gelen leziz bir şevke ve semeratından [meyve] gelen lâtif [berrak, şirin, hoş] bir iştaha [şiddetli istek, arzu] döner. Şu acz ve fakrın lezzeti, istiğna [ihtiyaç duymama] ve kuvvetten gelen lezzetin fevkinde [üstünde] bir lezzet verir. Yoksa o fakr, gayet müz’iç [rahatsız eden] elemli zillet [alçaklık] ve tezellüle [alçalma] vasıta bir yara olarak kalır.

Sonra sol tarafıma bakıyorum, görüyorum ki: Nihayetsiz bir acz ve o hadsiz aczden neş’et [doğma] eden derin bir yaram var ki, o mutlak aczimle, kalb ve ruhumun ve aklımın cihetinden hadsiz darbeler bana vurulabilir. Şu elem ise, lezzet-i hayat[hayatın lezzeti] dünyeviyeyi cidden izale [giderme] eder. Eğer teslimiyetle Kur’ân-ı Kerîmin dersini dinlesem, o aczim, bir tezkereye döner. Beni, sırr-ı tevekkül ile, öyle bir Kadîr-i Mutlaka [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] istinada davet eder. Ve öyle bir nokta-i istinadı [dayanak noktası] buldurur ki, o noktada

37

bütün a’dâdan [düşmanlar] emn ü emânı temin eder. Evet, emr-i kün feyekûn‘e [Allah’ın birşeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emri] mâlik ve bütün eşya ona musahhar [boyun eğdirilmiş] ve hâdim [hizmetçi] olan bir Sultan-ı Cihana [dünyanın sultanı Allah] acz tezkeresiyle istinad eden adam, ne gibi şeyden perva [korku] eder? Yoksa müthiş aczimle, merhametsiz ve hadsiz düşmanlar içinde pek çok ıztırap çekmeye mecbur kalacağım.

Hem halime bakıyorum, görüyorum ki: Ben misafirim; uzun bir sefere sevk ediliyorum. Yolum kabir, berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] ve haşir üstünden geçip ebedü’l-âbâda [sonsuzlar sonsuzu] kadar gider. O karanlık yolda, zâd ile ziya ister. Hâlbuki, Kur’ân haricinde hiçbir akıl ve hikmet ve hiçbir ilim ve felsefe, o yolun zulümatını izale [giderme] edecek bir nur ve o uzun sefere zâd olacak bir rızk vermiyor. Ancak onu ışıklandıracak yalnız şems-i Kur’ân‘dan [Kur’ân güneşi] iktibas [alıntı] edilen ziyadır. Ve o sefere zâd olacak yalnız hazine-i Rahmân’dır. Ve delâlet-i Kur’ân ile ahzedilen gıdadır.

Ey gafil ve sarhoş! Eğer bu mecburî seferden beni halâs [kurtulma] edecek bir çare bulmuşsan, söyle. Fakat bulduğun çare kàtiüttariklik olmasın. Çünkü inkâr ve dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ancak kabrin ağzında zulümat-ı adem-âbâdda [yokluk karanlıkları] sukutu [alçalış, düşüş] kabul demek olduğundan, şu kàtiüttariklik çok defa uzun seferden daha müthiş ve daha korkunçtur. Madem çaresi yok, öyleyse sus! Ta Kur’ân-ı Hakim [her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dediğini desin…

Acaba, bu beş müthiş azap kapılarını Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] beş saadet kapısına tahvilinden [değişme, dönüşme] neş’et [doğma] eden lezzet ve saadet-i mâneviyeye mukabil gelecek, dünyada bir lezzet ve saadet var mıdır? Meselâ, firak-ı ebediye kapısının visal-i [kavuşma] hakikiye kapısına inkılâbı, [değişim, devrim] her lezzetin fevkindedir. [üstünde]

İşte kitab-ı âlemin [âlem kitabı, kâinat] bu âyât-ı hamsesinin her biri, her bir beşerin başında bu hakikatleri okuyor.

فَلاَ تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَلاَ يَغُرَّنَّكُمْ بِاللهِ الْغَرُورُ * 1

38

İşte bu beş hatibin yüksek ikazlarını dinleyen, nasıl sana tâbi olacaktır ve sözüne uyacaktır?

Evet, ey gururlu ve mağrur adam! Senin meşrebini [hareket tarzı, metod] ihtiyar edecek öyle bir sarhoş lâzım ki, ya şarâb-ı siyaset veya hırs-ı şöhret [makam ve mevki arzusu, tutkusu] veya rikkat-i cinsiye [insanın kendi cinsinden olana acıması] veya zındıka-i felsefe veya sefahet-i medeniyet veya gurur ve enaniyet veya derd-i maişet [geçim derdi] gibi müskirat-ı [sarhoş edici içki] mâneviyeyle zarar ve nef’ini [fayda] fark etmeyecek derecede sarhoş olsun. Hâlbuki, insanın başına inen müthiş darbeler ve beliyyat [belâlar, sıkıntılar] ve beşerin yüzünü tokatlayan şu ehvâl [korkular] ve musibât elbette şu sekri, beşerden kaçırıp, beşerin aklını başına toplattıracaktır.

Ey fasık ve sefih! [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] Demek ki, “Ben de firenk gibi olacağım.” Dikkat et, sen firenk gibi olamazsın. Zira, bir firenk, Peygamberimizi (a.s.m.) kabul etmezse de İsâ (a.s.) ve Mûsâ (a.s.) ve sair enbiyaları [nebiler, peygamberler] bir derece kabul edebilir. Ruhunda, maâliyâta [yüksek ve derin fikirler] medar [kaynak, dayanak] kendince bir esas kalabilir. Fakat, sen, Peygamber-i Âhirzamanın (a.s.m.) derslerini terk ettiğin dakikada, senin ruhunda nihayetsiz bir tahribat, bir boşluk, bir karanlık peyda olacaktır ki, hiçbir kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve ahvâl-i âliyeye ve mes’udiyete [mutluluk] yer kalmayacaktır—meğer insaniyetini söndüresin ve zaman-ı hâl [şimdiki hâl, içinde bulunduğumuz hâl] ile mukayyet [kayıt altında, bağlı] sırf bir hayvan olasın ve hayvan gibi bir muvakkat [geçici] muzahraf lezzeti göresin! Hâlbuki, insan, müstakbelin [gelecek] ehvâli [korkular] ve mâzinin ahzanı ile giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olmuştur. Bu ikisi, onu pek ciddî düşündürür. Başını mütemadiyen döverler. İnsanı bu havf [korku] ve hüzünden kurtarıcı tek bir medetkâr [yardım eden] var; o da Kur’ân-ı Azîmüşşandır. [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân]

Eğer bütün hayvanattan daha şakî, [eşkıya, haydut] daha zelil, [aşağılanan] daha ahmak kalmamak istersen, sükût et. İmanın kulağıyla, Kur’ân’ın beşaretini [müjde] ve şu ilânlarını dinle:

39

اَلاَ اِنَّ اَوْلِيَۤاءَ اللهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ * اَلَّذِينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ * لَهُمُ الْبُشْرٰي فِى الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِى اْلاٰخِرَةِ لاَ تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللهِ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ * 1

ba

Üçüncü dersin zeyli [ek]

Ey Said-i kàsır, âciz ve fakir! Bilmelisin ki, senin mahiyet-i nefsinde nihayetsiz bir kusur, nihayetsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr, nihayetsiz bir ihtiyaç, nihayetsiz âmâl derc [yerleştirme] edilmiş. Cenâb-ı Fâtır-ı Hakîm, nasıl ki açlık ve susuzluğu midene vermiş, ta ihsanatını [bağış] ve lezaiz-i nimetini tanıyasın. Onun gibi, seni kusur ve fakr ve ihtiyaçtan terkip [birleşim, sentez] etmiş, ta mirsad-ı kusurunla Fâtır-ı Zülcelâlin, [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] seradikat-ı cemâl ve kemâline; ve mikyas-ı fakrınla, derecat[dereceler] gına ve rahmetine; ve mizan-ı aczinle, meratib-i iktidar ve kibriyasına; [büyüklük] ve fihriste-i ihtiyacatın tenevvüü [çeşitlenme] ile envâ-ı niam ve ihsanatına [bağış] bakabilesin ve tanıyasın ve vazife-i hilkatini [yaratılışa ait vazife] eda edesin.

Bundan bil ki, gaye-i fıtratın, [yaratılış amacı] ubudiyettir. [Allah’a kulluk] Ve ubudiyet [Allah’a kulluk] odur ki, sen, Fâtır-ı Zülcelâlin [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] dergâh-ı rahmetinde [Allah’ın rahmet kapısı] Estağfirullah ve Subhanallah [sabah vakti, tan yeri] ile kusurunu ve Hasbünallah [Allah bize yeter] ve Elhamdü lillâh ile fakrını, ve Allahu ekberve لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ 2 ile ve istimdatla [medet isteme] aczini ilân etmek ve âyine-i ubudiyetinle cemâl-i rububiyetini [Allah’ın bütün mahlukâtı terbiye ediciliğinin güzelliği] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmektir.

40

Dördüncü ders

اِنَّ اْلاَبْرَارَ لَفِى نَعِيمٍ * وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِى جَحِيمٍ * 1

Ey Said-i gâfil! Herkes için şu hayat denilen sür’atli seferde, kabre iki yol vardır. O iki yol, uzun ve kısalıkta müsavidirler. [eşit] Lâkin birisinde zararsız olmakla beraber, bir menfaat-i azîme olduğu, mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] ehl-i şuhud [gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah’ın lütuf ve ihsanıyla [bağış] bilen ve gören kimseler] ve ihtisasın şehadet ve icmâlarıyla [özet] sabittir. O yolun on yolcusundan dokuzu o menfaat-i azîmeye nail olduğu, yine ehl-i şuhudun [gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah’ın lütuf ve ihsanıyla [bağış] bilen ve gören kimseler] tevatürüyle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] sabittir.

İkinci yol ise, ittifaken menfaatsiz olduğu halde, pek azîm bir zararı olduğu, ehl-i hibre ve şuhudun [görme] icmâıyla sabittir. Bu ikinci yolda, onda dokuz ihtimal-ı zarar vardır. Şu tehlikeli yolu ihtiyar edenler bedbaht ve eblehlerdir [ahmak] ki, zâhirî bir hafiflik için, silâh ve zâdı beraber kaldırmıyorlar. Vâkıa bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] ağırlıktan kurtuluyorlar; lâkin bilmiyorlar ki, kalbleri yüz batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] minneti kaldırıyor. Kantarlarla ehval ve mehavifi ruhlarına yüklüyorlar. Temsil mâkul şeyleri mahsus gösterdiği için, şu hakikati bir misâlle izah ve beyan edelim.

Meselâ, sen istiyorsun ki, şu şehirden İstanbul’a gideceksin veyahut ona gönderiliyorsun. Fakat yolunu sen ihtiyar edeceksin.

İşte, İstanbul’a giden yolun biri sağda, diğeri solda. Bu iki yol, uzun ve kısalıkta müsavidir. [eşit] Bu iki yolun birisinde menfaat ve zâhirî bir külfet var; diğerinde, zarar ve surî [görünüşte] bir hiffet [hafiflik] var. Sağ taraftaki yoldan gitsen, bilittifak, [ittifakla, fikir birliğiyle] zararsızdır.

41

Ehl-i ihtisasın [sahasında uzman olan kimseler] icmâıyla, bir menfaat-i azîmeyi kazanacaksın. Yalnız her düşmana mukabele [karşılama; karşılık verme] edecek, her gıdanın hülâsasını [esas, öz] câmi dört kıyyelik [okka, 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] bir çanta ve iki kıyyelik [okka, 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] bir silâh ki, mecmuu bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] ağırlığı kaldıracaksın. Lâkin ruh ve kalbin, minnet ve haşyet [korku, dehşet] sıkletlerinden kurtulacak. Herkese dilenci ve herşeyden çekinmekten kurtulacaksın.

Sol taraftaki yol ise, milyonlar ehl-i şuhudun [gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah’ın lütuf ve ihsanıyla [bağış] bilen ve gören kimseler] şehâdetiyle, azîm zararlı olduğunu ve muvafık ve muhalifin ittifakıyla, menfaatsiz olduğunu; ve bu yola gitsen, yalnız bir hiffet-i [hafiflik] zâhiri ve bir surî [görünüşte] serbestlik var. Ve o lâzım olan silâhı almayacaksın; ve o elzem olan zâd-ı lezizi terk edeceksin. Lâkin bu zâhiri hiffetin, [hafiflik] sana gayet ağıra mal olur ki, ruhunun omuzuna yükleyeceği iki kıyyelik [okka, 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] silâh bedeline, korkudan gelen kantarlarla ağırlığı taşıyorsun. Ve zahrına [sırt, dış yüz] yükleyeceğin dört kıyyelik [okka, 1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] zâda bedel, yüzer batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] minneti o kalbine yükletirsin.

Böyle yollarda, âdi bir muhbirin zayıf bir ihbarı nazar-ı itibara [dikkate alma] alınır. Hâlbuki, tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde, kâmil şâhit sadıklar ihbar ediyorlar ki, yümn-ü imanla [inanmanın getirdiği bereket ve uğur] yemin cihetinde gidenler, müddet-i seferlerinde emn ü emandadırlar. [emniyet ve korkusuzluk] Şehre yetiştiklerinde, on yolcudan dokuzuna, herhalde, bir nef-i azîm vardır.

Hem ihbar ediyorlar ki, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve batalet ve belâhet [aptallık] şu’muyla (uğursuzluğuyla) sol yolda gidenler, müddet-i seferlerinde, açlık ve korkudan azîm bir ıztırap çekiyorlar. Herşeyden titriyorlar. Çünkü, aczleri içinde zayıftırlar. Herşeye tezellül [alçalma] ederler. Çünkü, fakirlikleri içinde muhtaçtırlar. Şehre yetiştiklerinde, bir-iki tanesi müstesna, ya hapis veya katledilirler.

Şimdi, ednâ [basit, aşağı] bir aklı olan, ihtimal-i zarar bulunan yolu, zararsız yola, bir hiffet-i [hafiflik] zâhirî için tercih etmez. Nasıl oluyor ki, kendini mükemmel ve âkıl [akıllı] zannettiği halde, öyle bir yolu tercih eder ki, o yolda, yüzde doksan dokuz

42

âzam-ı zarar ihtimali vardır. Hem öyle bir yolu terk eder ki, yüzde doksan dokuz âzamü’n-nef’ ihtimali o yolda vardır. Acaba, niçin bunu terk, onu tercih ederler? Sırf tembellik için, yalnız sûreten cüz’î [ferdî, küçük] bir hiffet-i [hafiflik] zâhirî için. Hâlbuki, külliyetli [kapsamlı] bir sıkleti çekerler.

İşte, misâli anladın. Hakikati şudur ki:

Misafir, sensin. İstanbul, âlem-i âhiret [âhiret âlemi] ve berzahtır. [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] Sağ yol tarik-i Kur’ân‘dır [Kur’ân’ın çizdiği hak yol] ki, imandan sonra, salâta, [namaz] yani namaza emreder. Sol yol, tarik-i ehl-i fısk ve tuğyandır. [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] Ehl-i şuhud [gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah’ın lütuf ve ihsanıyla [bağış] bilen ve gören kimseler] dediğimiz ehl-i hibre, enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyadır. Çünkü, hakikî velî, zevk-i şuhudî sahibidir. Âmînin itikad [inanç] ettiği gaybî şeyleri bazan velî, aynı şeyi gözüyle veyahut kalble görüyor. Silâh ve zâd ise, iman-ı billâhtan [Allah’a iman] neş’et [doğma] eden tevekkül ve itimattır ki, bütün mehalik ve hâcâta karşı bir nokta-i istinad [dayanak noktası] ve bir nokta-i istimdattır. [yardım alınacak yer]

Evet, bir Kadîr-i Hafîz-i Alîme ve bir Ganiyy-i Kerîm-i [sonsuz cömertlik ve zenginlik sahibi olan Allah] Rahîme tevekkül etmekte öyle bir nokta-i istinad [dayanak noktası] ve bir nokta-i istimdat [yardım alınacak yer] bulunuyor ki, o noktalar, kelime-i tevhidin [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] zımnında [iç] münderiç, [içine konulmuş, yerleştirilmiş] o da namazda mündemiç, [içinde bulunan] o da ubudiyetin [Allah’a kulluk] içinde, o da teklifin zımnındadır. [iç]

Demek, ubudiyeti [Allah’a kulluk] iltizam [kabul etme, taraftarlık] eden derecesine göre tenezzül ve tezellülden [alçalma] kurtulur. Herşeye tezellül, [alçalma] herşeye dilenci olmaktan necat [kurtuluş] bulur. Çünkü, Lâ ilâhe illallâh kelime-i kudsiyesi [kutsal cümle] ifade eder ki, nef’ [fayda] ve zarar verici ancak Allah’tır. Ve hem zarar ve nef’ [fayda] de Onun izniyledir.

ba

43

Beşinci ders

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا اِلاَّ لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ اْلاَخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ * 1

Ey ihtiyarsız [irade dışı] sür’atle kabre, haşre, [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] ebede giden Said-i şakî! Bil ki:

Uzun ve kısalığı nisbetinde iki hayatın levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] tahsil etmek için, Mâlik-i Kerîm [bol ihsan ve ikram sahibi olan, herşeyin sahibi olan Allah] sana bir sermaye-i ömür [ömür sermayesi] verdiği halde, sen o sermayenin kısm-ı âzamını [büyük bir kısmı] hayat-ı bakiyeye nispeti bir bahrin bir katre [damla] seraba nispeti gibi olan şu hayat-ı faniye katresinde [damla] zayi ettin. Eğer aklın varsa, elde kalan kısmının yarısını veya üçte birini, veya lâakal [en az] onda birisini deniz gibi hayat-ı bakiyeye sarf et. Yoksa, “Eyvahlar olsun” diyeceğin bir zaman gelecek. Acaiptendir ki, senin gibi ahmaklara âkıl [akıllı] ve zîfünun deniliyor. Şu temsili dinle:

Meselâ, şu bir hizmetçi kuldan daha ahmak görünüyorsun ki, onun seyyid-i kerîmi, [ikram ve cömertlik sahibi efendi, Allah] ona yirmi dört altın veriyor. Onu Burdur’dan Antalya’ya, oradan da Şam’a ve Yemen’e gönderiyor. Ve emrediyor ki:

“O altınları, levazım-ı seferinde sarf et. Lâkin Antalya’ya kadar, cebren iki gün yayan gideceksin. Hem, bir nev’i ihtiyarın var. O altınları birşeyde sarf etsen de, etmesen de yine gideceğin yere yetişebilirsin. Lâkin Antalya’dan sonraki sair menzillere gitmekte, bir cihette ihtiyar senin elindedir. Eğer bir vesika [belge] veya bir bilet alabilir ve bir vapura veya bir trene veya bir tayyareye binebilirsen, bir

44

aylık mesafeyi bir günde kat edebilirsin. Yoksa, hem yayan, hem yalnız, hem mütehayyir, [hayrete düşen] hem matrud [kovulmuş] bir sûrette yoluna devam edeceksin.”

Hâlbuki, o ebleh, [ahmak] ahmak yolcu, yirmi üç altınını iki günlük mesafede sarf etti. Ona denildi ki:

“Şu bâki kalan bir altını, o uzun yolun için, bir zâd ve bir bilete ver. Ümit edilir ki, seyyidin sana merhamet eder, rahatla gidersin.”

O dedi ki:

“Yok, lezzet-i hâzıramı terk etmem. Bir ihtimal var ki, fayda vermez.”

Ona denildi:

“Acaba bu derece belâhet [aptallık] olur mu ki, senin aklın sana nasıl fetvâ veriyor? Yarı malını, bin adam iştirak eden bir piyango kumarına atarsın. Hâlbuki o kumarda, bin ihtimalden bir ihtimalle, belki bin lirayı kazanabilirsin.

“Hem nasıl oluyor ki, şu menfaatperest aklın sana fetvâ vermiyor ki, yirmi dört parça malından tek bir cüz’ünü verirsen, binde dokuz yüz doksan dokuz ihtimalle, tükenmez hazinelere zafer bulacağın, milyonlar ehl-i hibre ve ehl-i ihtisasın [sahasında uzman olan kimseler] şehâdâtıyla [şahitlikler ve tanıklıklar] kat’iyet kesb [elde etme, kazanma] etmiştir? Hâlbuki, böyle cesîm [büyük] menfaatler için, birtek âminin ihbarı dahi nazar-ı itibara [dikkate alma] alınır. Hâlbuki, muhbirler, nev-i beşerin şumus ve nücumu [yıldızlar] hükmünde mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] ehl-i şuhuddurlar [gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah’ın lütuf ve ihsanıyla [bağış] bilen ve gören kimseler] ki; o müsbitlerden [ispat edici] ikisi, binler ehl-i nefiy ve münkirlere [Allah’a inanmayan] tercih edilir. Çünkü, hilâl-i Ramazanın [Ramazan ayının başladığını gösteren hilâl; yeni ay] rüyetini [Allah’ın cemâlini görme] dâvâ eden iki şahit, binler nâfî [faydalı, yararlı] fikirlerin hükmünü ıskat eder. Şöyle ehl-i şuhudun [gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah’ın lütuf ve ihsanıyla [bağış] bilen ve gören kimseler] ihbârâtı, [haber vermeler] nasıl oluyor ki, sana tesir etmiyor? Cehalet ve gafletin ne kadar kalınlaşmış?”

Ey târiküssalât! [namaz kılmayı terk eden kimse] Misâli anladınsa, hakikati dinle:

O abd-i misafir sensin. Burdur, dünyadır; Antalya, kabir. Şam, berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] ve haşirdir. Yemen, mâbâ’de’l-haşirdir. Yirmi dört lira da, yirmi dört saattir. Sen, o

45

yirmi dört saatin yirmi üçünü, şu hayat-ı fâniyeye [geçici, ölümlü hayat] bilâtereddüt [tereddütsüz] ve bilâperva [pervasız, çekinmeden] sarf ediyorsun. Pek uzun seferin için elzem-i zâd olan beş vakit namazın edasına, bir saatin sarfında tehavün gösteriyorsun. Yani, ağır davranıyorsun. Hatta sarf ettiğin vakitte bir hisse de dünyaya çıkarıyorsun ki, namaz içinde dünyanı da düşünüyorsun.

Hallâk-ı Kerîmin bu kadar az birşeyle şu kadar büyük şeyleri sana verdiği halde sen yapmazsan, senin bu insafsızlığınla Cehennem sana lâyık olmaz mı ve sen ona müstehak olmaz mısın, ey gafil ve ey târiküssalât? [namaz kılmayı terk eden kimse]

عَجِّلُوا بِالصَّلاَةِ قَبْلَ الْفَوْتِ وَبِالتَّوْبَةِ قَبْلَ الْمَوْتِ * 1

ba

46

Altıncı ders

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

مَۤااَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَۤا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ * 1

Ey zaafıyla [zayıflık, güçsüzlük] beraber mağrur ve işlemediği şeyle müftehir bîçare Said! Senin fahir [övünme] ve gurura hiç hakkın yok. Çünkü, senin nefsinde, kusur ve şerden başka yoktur. Eğer hayır olsa, o hayır da, cüz-ü ihtiyarın [insandaki çok az seçim gücü, irade] gibi cüz’îdir. [ferdî, küçük] Lâkin, deme ki “Şerrim de cüz’îdir.” [ferdî, küçük] Hayır, sen, o cüz-ü ihtiyarınla [insandaki çok az seçim gücü, irade] bir şerr-i küllîyi işleyebilirsin. Çünkü, sen, işlediğin bir kusurla, senin maksuduna müteveccih [yönelen] olan sair esbabın semerat-ı [meyve] sa’ylerini hükümden iskat [düşürme] ederek bir hasaret-i külliyeye sebep ve bir hacalet-i dâimîye müstehak olursun. Hakikat böyle iken, şeytanın bir cihette şakirdi [talebe, öğrenci] olan nefsin, kaziyenin [hüküm, önerme] aksine olarak hayrı küllî, şerri cüz’î [ferdî, küçük] tasavvur eder; firavunlaşırsın. Bilir misin, misâlin neye benzer?

Mağrur ahmak bir adam, bir gemiyle ticaret eden bir cemaate şerik olur. O cemaatin her biri bir kısım sermaye verip, gemide bir vazifeyi deruhte [üstüne almak] eder. Herkes kendi vazifesini ifa eder. Yalnız o mağrur, hareket-i sefineye medar [kaynak, dayanak] olan vazifesini terk ederek, geminin garkına [boğma] sebebiyet verir. O cemaatin hepsi bin lira zarar ederler. Ona denildi:

“Hak olan odur ki, bütün hasareti sen çekeceksin. Çünkü, bizim sa’yimizi [çalışma] de heba ettin.”

O dedi:

“Yok kabul etmem. Belki bu hasaret taksim edilerek hissem miktarınca çekebilirim.”

47

Sonra, ikinci seferde, o dahi onlar gibi vazifesini ifa etti. Bin lira kâr ettiler. Dediler ki:

“Hasaret vazifeye bakar. Kâr, re’sülmâle bakar. Öyleyse, re’sülmâl nispetinde taksim edelim.”

O mağrur dedi ki:

“Yok, belki bütün kâr benimdir. Çünkü, çendan [gerçi] evvelce ‘Hasaret sana racidir’ [ait] demiştiniz. Ben kabul etmemiştim. Öyleyse, bütün kâr da bana olmalı.”

O vakit ona denildi:

“Ey cahil nâdan! [cahil] Birşeyin vücudu, bütün ecza [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] ve şeraitinin vücuduna tevakkuf [durağan olma] eder. Öyleyse vücudun semeresi, [meyve] bütün esbab-ı vücuda verilir. Kâr ise, vücudun semeresidir. [meyve] Hasaret ise, ademin semeresidir. [meyve] Hâlbuki, birşeyin ademi, bir cüz-ü vahidin ademiyle veya bir şartın fıkdanıyla [kaybetme] oluyor. Öyleyse, ademin semeresi, [meyve] in’idamın [yok oluş] sebebine verilecektir.”

Elhasıl: [kısaca, özetle] Yâ Said—aslahakellah—senin, fahre [gurur, övünme] ve gurura hakkın yoktur. Çünkü:

Evvelen: Şer, senden; hayır ise, gayrıdandır.

Saniyen: [ikinci olarak] Şerrin küllî, hayrın cüz’îdir. [ferdî, küçük]

Salisen: [üçüncü olarak] Sen, amel-i hayrın ücretini, amelden evvel almışsın. Belki bütün hasenatın, seni insan-ı müslim yapan Mün’imin [gerçek nimet verici olan Allah] in’âmına [nimetlendirme] karşı, öşr-ı mi’şâr-ı aşrına da, yani onda birin onda birinin onda birine de mukabil gelmez. Öyleyse, daha gururun nedendir? Fahrın [gurur, övünme] ne içindir? İşte bu sırdandır ki, Cennete girmek mahz-ı fazıldır. O dehşetli Cehennem, ceza-yı amel [amelin cezası] ve ayn-ı adildir. Çünkü, beşer bir şerr-i cüz’îyle, [az veya kısmî şer, kötülük] bir cinayet-i külliye-i daimeyi işleyebilir.

Rabian: [dördüncü olarak] Hayır, o vakit hayır olur ki Allah için ola… Eğer Allah için olsa, o vakit kat’î Onun izniyledir. Tevfik [başarı] Onundur. Minnet Onadır. Senin hakkın, şükürdür, fahir [övünme] değildir. Çünkü fahir, [övünme] irae, yani gösteriş ve riya iledir. Riya ise, hayrı

48

şer eder. Şerle iftihar edersen et! İşte bu hakikati bilmediğindendir ki, nefsinden mağrur, gayrıya da gururlu oldun.

Hem sen, bir cemaatin hasenatını tutuyorsun. O hasenatı, müteneffiz bir şahsa vermekle, tefer’una vasıta ve vesile oluyorsun. Belki, Allah’ın malını ve ef’alini, [fiiller, davranışlar] esbaba ve tağutlara [ibadet edilen bâtıl şey, put] taksim ediyorsun.

Hem, şu cehildendir [bilgisizlik] ki, nefsinle sana âidiyeti olan seyyiatı [günahlar] kadere vererek mes’uliyetten kaçıyorsun.

Hem, nass ile sabit olan Fâtırın [benzeri bulunmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah] sırf feyz-i fazlından olan hasenatı kendi nefsine veriyorsun—tâ işlemediğin şeylerle medholunasın. Şu edeb-i Kur’ân ile edeplen. Kur’ân-ı Kerim diyor ki:

مَ ا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَ ا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ * 1

Malına sahip ol; başkasının malını gasbetme.

Hem Kur’ân-ı Kerîm diyor ki:

مَنْ جَۤاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ اَمْثَالِهَا وَمَنْ جَۤاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلاَ يُجْزٰۤى اِلاَّ مِثْلَهَا * 2

Madem ki hasene on misline [benzer] çıkar. Seyyie, [günah] nefsinde, birde münhasır kalır. Sen de haseneden neş’et [doğma] eden muhabbeti, muhsinden, [bağış ve iyiliklerde bulunan] muhsinin [bağış ve iyiliklerde bulunan] müteallikatına [alakalı, ilgili] teşmil et. Uyûbundan iğmâz-ı ayn et. Seyyieden [günah] neş’et [doğma] eden adavet-i [düşmanlık] müsi’den, [kötülük eden] musi’in akaribine [akrabalar, yakınlar] veya sair güzel sıfatlarına tecavüz ettirme. Bu edeb-i illiye-i âdile-i Kur’âniyeyle edeplen. Kur’ân’ın edebiyle edeplenmeyen, zamanın sillesiyle [tokat] tedip [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] olunacağı muhakaktır.

ba

49

Yedinci ders

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَ اْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ * مَۤا اُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَۤا اُرِيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ * اِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ * 1

Ey Said-i gâfil! Nedendir ki vazifeni terkedip, Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] vazifesiyle fuzuli iştigal [meşgul olma, uğraşma] ediyorsun? Zalûm ve cehûl vasfına liyâkat kesb [elde etme, kazanma] ediyorsun ki, daire-i iktidarında [gücü kullanabilme dairesi] olan hafif ubudiyet [Allah’a kulluk] vazifesini terk ediyorsun. Hâlbuki, zayıf beline, tahammülsüz başına, takatsiz kalbine, Hâlık [her şeyi yaratan Allah] ve Rezzakına [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] mahsus vazife-i rububiyeti yükletiyorsun. Saadet ve istirahat istersen, vazifene sahip ol, Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] vazifesini Ona tefviz et. Yoksa sen, şakî [eşkıya, haydut] bir âsi, fuzulî [lüzumsuz] bir hâin olursun. Bilir misin, neye benzersin? Misâlin bir nefer [asker] asker gibidir ki, o nefer, [asker] iki vazife karşısındadır.

Biri: Vazife-i asliyedir [asıl görev] ki, o da tâlim ve cihaddır. Sultan ise, şu vazifede ona muavenet [yardım] eder, levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] ihzar [hazırlama] eder.

İkinci vazife: Sultana mahsus vazifedir ki, o neferin [asker] erzakını ve tayınatını, [erzak, yiyecek] libasını [elbise] ve silâhını, atını ve devasını vermektir. Lâkin, bazan neferi, şu vazife-i şâhânede istihdam [çalıştırma] eder ki, o hizmeti de devlet hesabına yapar. Şu sırdandır ki, taamı pişiren veya karavanayı yıkayan nefere [asker] denilse, “Arkadaş, ne yapıyorsun?” O nefer [asker] der: “Hükûmet ve devletin angaryasını çekiyorum.” Demiyor,

50

“Rızkım için çalışıyorum.” Zira bilir ki, o vazife-i asliyesi [esas vazifesi] değil; belki rızkı devlete aittir. Hatta hasta olsa, ağzına lokmayı koymaya kadar devlete aittir.

İşte şöyle bir nefer, [asker] rızkını tedarik niyetiyle ticaretle iştigal [meşgul olma, uğraşma] etse, cahil bir şakî [eşkıya, haydut] olur. Tezyif [alay etme, küçük düşürme] olunur, tedip [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] edilir. Tâlim ve cihadı terk ettiği için hain ve âsi olur. Tânif [şiddetle kınama] ve darb edilir.

Ey Said-i şakî! Misâli anladınsa dinle: Sen o nefersin. [asker] Salât [namaz] ve ibadatın, [ibadetler] tâlimattır. Terk-i kebairle, nefis ve şeytanla mücaheden [Allah yolunda cihad etme] harptir. Senin vazife-i fıtratın [yaratılış görevi] budur. Fakat, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] senin vazifende muvaffık ve muindir. [yardımcı]

Amma, rızkın ve hayatın idamesi, emval [mallar] ve evlâdın muhafazası, Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] aittir. Fakat bazan seni şu vazifede istihdam [çalıştırma] eder ki, hazain-i rahmetinin kapılarını kavl [söz] ve hâl ve fiil ve sualle dakk-ı bab etmek ile ubudiyet [Allah’a kulluk] sûretinde hizmet edersin.

Hem, nimetlerinin matbahlarına [mutfak] vasıl edecek yollarda sülûk [mânevî yol alma] etmekle seni istimal [çalıştırma, vazifelendirme] eder. Ta ki, ya istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] veya ihtiyaç veya fiil veya kal lisânıyla, sen, kaderle tâyin olunan tayınatını [erzak, yiyecek] ve levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] alasın. Bununla beraber, ne derece bir cehle düştüğünü anla ki, ihtiyarsız [irade dışı] ve iktidarsız olduğun tufuliyet zamanında en leziz rızkı sana ve hem rızkını tedarik edemeyen bütün zayıf hayvanlara erzaklarını ihsan [bağış] eden Rezzak-ı Hakikîyi itham [suçlama] ediyorsun ki, ol Rezzak her bir duayı işitir ve her bir hacatı bilir ve her birşeye kudreti erişir. Öyle bir ganidir ki, yeryüzünü, yaz zamanında, zîhayat [canlı] olan misafirlerine bir matbaha-i Rabbaniye

51

yapar ki, her bir bostan bir kazandır. Ve her bir müsmir [meyveli] meyveli ağaç, bir kaptır. Bütün onları, feyiz ve rahmetinden, et’ime-i [yiyecekler] lezize ile doldurur. İncecik sicim gibi iplerle indirip bizlere ikram ediyor.

Madem iş böyledir; vazife-i asliyeni [asıl görev] yaptıktan sonra, seni istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettiği vakit, Onun hesabıyla çalış, Onun namıyla başla. İzin verdiği dairede amel et. Eğer vazife-i asliyen [asıl görev] olan ubudiyetle [Allah’a kulluk] vazife-i ârıziye muaraza [karşı gelme, karşı koyma] etseler, sen vazifene bak. Ötekini, sahib-i hakikî olan Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tefviz et. Ve

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 1 نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصِيرُ * 2

de.

ba

52

Sekizinci ders

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادِي عَنِّى فَاِنِّى قَرِيبٌ اُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِ * 1

اُدْعُونِى اَسْتَجِبْ لَكُمْ 2* قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَۤاؤُكُمْ * 3

Şu âyetler, duanın, mühim bir esas-ı ubudiyet olduğunu gösteriyor.

Ey hakikat-i hâlden [bir durumun ardında gizlenen gerçek] gâfil müddei! [savcı] Dâvâ ediyorsun ki: “Dua ediliyor, cevap verilmiyor. Âyet ise, âmmdır.”

Evvelen: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Belki cevap vermek daimîdir. Fakat is’âf[yardım] hâcet, mücîbin [bütün dualara cevap veren Allah] hikmetine tâbidir. Meselâ, sen tabibi çağırıyorsun. Dersin ki: “Ey hekim!”

O da cevaben, “Lebbeyk[“buyurun, emredin efendim”] der.

Sonra dersin, “Bana şu taamı veyahut şu dermanı ver.”

Hekim bazan münasip gördüğü matlubu [istek] aynen verir; bazan istediğinden daha âlâsını verir; bazan da, senin hastalığına zarar olduğu için, cevap verdiği halde sana birşey vermez.

Dua, bir nev’i ibadet olduğu için, hâlis olmak gerektir, ta ki kabul olunsun. İbadetin semeratı [meyve] ise uhrevîdir. Dünyevî işler, o ibâdâtın [ibadetler] evkat-ı mahsusalarıdır. [özel vakitler]

53

Meselâ, yağmursuzluk, yağmur namazının vaktidir. Namaz, yağmur yağması için vaz edilmemiştir. Umur-u dünyeviye [dünyaya ait işler] niyet edilse, o ibadet olan dua halis olmadığı için kabule lâyık olmaz.

Evet, nasıl ki gurub, [batış] mağrib [akşam] namazının vaktidir. Ay ve güneşin tutulmaları da, salâtü’l-küsuf [namaz] ve’l-husuf denilen iki ibâdât-ı mahsusanın [hususî ibadetler] vaktidir. Yoksa gaye değil ki, namaz kılmakla, ta güneş ve kamer [ay] açılsınlar. Çünkü, güneş ve kamerin [ay] açılmaları zamanı muayyendir. Fâtır-ı Zülcelâl, [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] bu iki âyât-ı azîmin nikabı zamanında, yani perdelendikleri zamanda, ibâdını, ibadete davet eder.

Onun gibi, yağmursuzluk da, yağmur namazının vaktidir; yağmurun gelmesinin gayesi değil. Yağmursuzluk devam ettikçe, ol veçhile [yön] Allah’a ibadet devam eder. Yağmur geldiği vakit, vakti kaza olur.

Onun gibi, zâlimlerin tasallutu [hükmetme, musallat olma] ve beliyelerin nüzulü zamanları, bazı ed’ıye-i mahsusanın evkatıdır. [vakitler] Belki de o beliyeler, o duaları söylettirmek içindir. Yoksa o dualar, sırf o beliyelerin def’i için değildir. Belki, bir nev’i ubudiyet [Allah’a kulluk] olan o dualar, o beliyyelerin [belâ] devamı müddetince devam ederler. Eğer duaların berekâtıyla beliyeler def’ [ortadan kaldırma, savma] [oruç] ve ref’ [kaldırma] olunsalar, nurun alâ nur. [nur üstüne nur] Şayet ref’ [kaldırma] olunmazlarsa, denilemez ki, “Dua kabul olunmadı.” Belki, “Duanın vakti bitmedi” denilir.

ba

54

Dokuzuncu ders

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ * وَطُورِ سِينِينَ * وَهٰذَا الْبَلَدِ اْلاَمِينِ * لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِۤى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ * ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ * 1

Ey insan! Senin önünde iki yol var. Birisinden gitsen, kâinatın esfel-i sâfilînine [aşağıların aşağısı] gidersin. Diğer yoldan gidersen, âlâ-yı illiyyîn-i şerefe [şerefin zirvesi, en yüce mertebesi] çıkabilirsin. Şu hakikati dokuz mukaddeme [başlangıç] ile beyan ederiz.

BİRİNCİ MUKADDEME: [evvel, önce] İnsanın, en cüz’î [ferdî, küçük] bir küçük cüzden, ta en küllî bir küll-ü ekbere kadar alâkat ve hâcâtı intişar [açığa çıkma, yayılma] ettiğinden, o insana lâyık değil ki, herşeyin melekûtu [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] elinde, herşeyin hazâini yanında, hiçbir mekânda olmadığı ve hiçbirşey Onun yanında bulunmadığı halde her mekânda ve herşeyin yanında olan Zât-ı Zülcelâlden [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] başka şeylere ibadet etsin. Zira, nihayetsiz hâcât-ı insaniyeyi [insanın ihtiyaçları] ifaya muktedir, ancak nihayetsiz bir kudret ve nihayetsiz bir ilim sahibi olabilir. Öyle de, ubudiyete [Allah’a kulluk] şayan [layık, yaraşır] dahi yalnız Odur.

İKİNCİ MUKADDEME: [evvel, önce] İnsanda iki cihet var.

Birinci cihet: Vücut ve icad, hayır ve fiil cihetidir.

İkinci cihet: Naks [eksiklik, noksanlık] ve kusur cihetidir.

İnsan, birinci cihette karınca ve arıdan daha aşağı, ankebut [örümcek] ve sivrisinekten daha zayıftır. Fakat ikinci cihette adem [hiçlik, yokluk] ve tahrip, şer ve infial cihetinde,

55

semâvât ve arz [gökler ve yer] ve cibalden [dağlar] daha büyüktür. Meselâ, iyilik ettiği vakitte, yalnız vüs’ati [genişlik] nispetinde eli ulaşır; kuvveti yettiği miktarınca iyilik edebilir. Fakat fenalık ettiği vakitte, fenalığı tecavüz ve intişar [açığa çıkma, yayılma] eder.

İşte, küfür bir seyyiedir. [günah] Fakat, mecmu-u kâinatın tahkirini [aşağılama] tazammun [içerme, içine alma] eder. Çünkü, şu mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ve şu mektubât-ı Rabbâniyeyi [Allah’ın birer mektup gibi yazdığı ve san’atla yarattığı eserler, varlıklar] derecelerinden ve kıymetlerinden düşürüp, abesiyet [anlamsızlık] ve tesadüfün oyuncağı ve zeval [geçip gitme] ve firakla [ayrılık] sür’atle mütegayyir [değişen] mevadd-ı vâhiye derekesine [aşağı derece] ve hiçliğe sukut [alçalış, düşüş] ettirir. Ve insan denilen ve esma-i [Allah’ın isimleri] kudsiye-i İlâhiyenin cilvelerini ilân eden ve bir kaside-i mevzune-i manzume-i hikmet ve bir şecere-i bâkiyenin [devamlı ve kalıcı ağaç] cihazatını câmi olan mu’cize-i kudret [Allah’ın kudret mu’cizesi] bir çekirdeği; ve haml-i emanetle, âzam-ı mevcudata tefevvuk [üstün gelme] eden bir halife-i arzı, [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] en zelil [aşağılanan] bir hayvan-ı fani-i zâilden daha zelil [aşağılanan] ve daha zayıf, daha âciz, daha fakir ve seriü’z-zeval ve’t-tahavvül bir levha derekesine [aşağı derece] indirir.

Demek nefs-i emmare, [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir. Hayır ve vücutta iktidarı pek cüz’îdir. [ferdî, küçük] Fakat enaniyeti bırakıp hayrı, vücudu ve tevfiki [başarı] Allah’tan istese, şerden ve tahripten ve itimad-ı nefisten içtinap [çekinme, kaçınma] edip istiğfar [af dileme] ederek tam bir abd [köle] olsa, يُبَدِّلُ اللهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ 1 sırrınca, nihayetsiz kabiliyet-i şer, [kötülük kabiliyeti] nihayetsiz kabiliyet-i hayra [hayır kabiliyeti] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder; âlâ-yı illiyyîne [yücelerin en yücesi] çıkar.

56

ÜÇÜNCÜ MUKADDEME:İnsanda [evvel, önce] iki vecih [yön] var. İnsan, şu hayata nazır birinci veçhiyle [yön] öyle bir mahlûktur ki, ona, ihtiyardan bir şa’re (yani, saç gibi cüz’î), [ferdî, küçük] iktidardan bir zerre, hayattan bir şule, [gür ışık/alev] ömürden bir dakika, mevcudiyetten bir cüz-ü cüz’î verilmiş ki, tabakat-ı kâinatta serilmiş hadsiz envâdan, adetsiz efrattan [fertler] küçük, nazik, zayıf bir ferttir.

Fakat ubudiyete [Allah’a kulluk] nâzır ikinci veçhiyle, [yön] hususan acz ve fakr cihetinde pek büyük bir vüs’ati [genişlik] var. Çünkü, mahiyet-i mâneviye-i [mânevî nitelik, özellik] insanîde, nihayetsiz azîm bir acz, hadsiz cesîm [büyük] bir fakr münderiçtir [içine konulmuş, yerleştirilmiş] ki, bu cihetle, kudreti nihayetsiz bir Kadîrin, gınası nihayetsiz gani bir Zâtın hadsiz tecelliyatına câmi geniş bir âyine [ayna] olmuştur.

DÖRDÜNCÜ MUKADDEME: [evvel, önce] İnsan, hayat-ı hayvaniye-i [hayvan hayatı] maddiye-i [maddeyle bağlantılı] dünyeviye cihetinde öyle bir çekirdeğe benzer ki, kudretten mühim cihazlar, kaderden dakik [derin ve ince] programlar insana verilmiş. Ta ki insan, toprak altında dar âlemden çıkıp, geniş olan âlem-i fezada bir ağaç olmasını Hâlıkından [her şeyi yaratan Allah] o istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] lisânıyla istesin. Hâlbuki o insan, sû-i mizacından, o cihazatı ve o programları bazı mevadd-ı muzırra-i [zararlı maddeler] vâhiyenin celbine sarf edip, o dar yerde, cüz’î [ferdî, küçük] bir telezzüz [lezzet alma] içinde, kısa bir zamanda faydasız tefessüh [bozulma] ettirir. Mes’uliyet-i mâneviyeyi [mânevî sorumluluk] yüklenip gider. Fakat insan, hayat-ı mâneviye-i [maddî olmayan hayat] ubudiyet [Allah’a kulluk] cihetinde âmâlinin dalları ebede uzanmış bir şecere-i bâkiyenin [devamlı ve kalıcı ağaç] makinesi ve şu şecere-i kâinatın [kainat ağacı] bir münevver [aydın] meyvesidir.

BEŞİNCİ MUKADDEME: [evvel, önce] İnsanın fiil ve sa’y-i maddî [maddi çalışma] cihetiyle daire-i tasarruf [tasarruf ve faaliyet dairesi, alanı] ve malikiyeti, bir hayvan-ı zayıf ve âcizin daire-i tasarruf [tasarruf ve faaliyet dairesi, alanı] ve malikiyetinden daha dardır. Çünkü insan, elini uzatsa ona yetişir. Fakat insan, infial ve dua ve

57

sual cihetinde şu misafirhane-i dünyada, [dünya misafirhanesi] bir misafir-i azizdir. [aziz ve şerefli misafir] Hem öyle bir Kerîm‘e [cömert, ikram sahibi] misafirdir ki, o Kerîm, [cömert, ikram sahibi] bütün hazain-i rahmetini insana açmış ve bedayi-i san’atını ona musahhar [boyun eğdirilmiş] etmiş. Hem öyle bir daire-i azîmeyi [geniş ve büyük daire] onun tenezzühüne [ferahlama, rahatlama] müheyya [hazırlanmış] etmiş ki, nısf-ı kutru, [yarı çap] medd-i nazarı [gözünü uzaklara yöneltme, dikkatlice bakma] kadar kılmış. Yani, gözü gidinceye kadar geniştir. Belki hayalinin gittiği yere kadar kabiliyet vermiş, belki daha geniş kılmış.

ALTINCI MUKADDEME: [evvel, önce] İnsan, hayat-ı hayvaniye [hayvan hayatı] lezzetinde ve kemâlinde ve selâmetinde ve metanetinde, [gayret, kararlılık] serçe kuşundan üç derece aşağıdır. Zira, geçmiş zamanın hüzünleri, gelecek zamanın korkuları, insanın her bir lezzetinde bir elem izi bırakıyor. Hayvanda ise o yok. Lezzeti, elemsizdir. Fakat insan, sermaye cihetinde çok derece en âlâ kuştan daha âli, [yüce] daha zengindir. Zira, cihazat-ı mâneviyesi [mânevî donanım] pek çok. Ve akıl vasıtasıyla, hassalarında bir inkişaf, [açığa çıkma] bir tafsil, bir vüs’at [genişlik] var. Ve kesret-i hâcât [ihtiyaçların çokluğu] vasıtasıyla, hayvanda bulunmayan fevkalâde bir tenevvü-ü hissiyat ve camiiyet-i fıtrat [yaratılışın kapsamlılığı] içinde kesret-i makasıd ve vezaif [vazifeler, görevler] vasıtasıyla inbisat-ı âlât ve enva-i ibâdâta müstaid; [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] ve her bir tohuma câmi istidadatında, [kabiliyet] ekser-i meratib peyda olmuş.

İnsandaki şu tarz-ı zenginlik gösteriyor ki, insanın vazife-i asliyesi, [esas vazifesi] aczini ve fakrını ve kusurunu derk [anlama, algılama] ederek ubudiyetle [Allah’a kulluk] ilân etmek; ve hâcâtının celbi için dua etmek; ve mevcudatın [var edilenler, varlıklar] tesbihatını görüp müşahede ederek şehadet etmek; ve nimetleri görüp tefekkür içinde şükretmek; ve ibret içinde bakmaktır. En edna aklı olan anlar ki, şu cihazat, şu hayat-ı faniyenin idamesi için verilmemiştir.

58

Belki bir hayat-ı bâkiyenin [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] sermayesidir. Temsil, hakikati fehme takrip [yakınlaştırma] eder. Meselâ:

Bir zât, bir hâdimine on altın verdi. Ta mahsus güzel bir kumaştan kendine bir kat libas [elbise] satın alsın. O hâdim gitti, o kumaşın en âlâsından mükemmel bir libas [elbise] aldı. Sonra o zât, diğer bir hâdimine bin altın verdi. Bir kâğıt içinde bazı şeyler yazdı, cebine koydu, bir ticarete gönderdi. Her aklı başında olan bilir ki, o sermaye, bir kat libas [elbise] almak için değil… Zira evvelki hâdim, [hizmetçi] on altınla en âlâ kumaştan bir kat libas [elbise] almış. Bu bin altın bir kat libasa [elbise] sarf edilmez. Şayet bu hâdim, [hizmetçi] kâğıdı okumayıp, evvelki hâdime bakarak bütün parayı bir kat libasa [elbise] verse, hem o kumaşın en çürüğünden, hem evvelkinin daha ednâsından [basit, aşağı] alsa, elbette böyle yapan ahmak hâdim [hizmetçi] şiddetle tâzip [azap] ve hiddetle tedip [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] edilecektir.

Ey Said! Aklını başına topla. Sermaye-i ömrünü [ömür sermayesi] ve hayat-ı istidadını, hayvan gibi, belki hayvandan daha aşağı şu hayat-ı fâniye-i [geçici, ölümlü hayat] maddiyeye [maddeyle bağlantılı] sarf ve hasretme. Yoksa, en âlâ hayvandan yüz derece yüksek olduğun halde, en ednâ [basit, aşağı] hayvandan yüz derece aşağı düşersin.

YEDİNCİ MUKADDEME: [evvel, önce] İnsan, bir nazik, nazenin [ince, duyarlı] çocuğa benzer. Zaafında [zayıflık, güçsüzlük] büyük bir kuvvet, aczinde büyük bir kudret vardır. Eğer zaafını [zayıflık, güçsüzlük] anlayıp dua etse, aczını bilip istimdat [medet isteme] etse, metalibine [istenen şeyler, istekler, arzular] öyle muvaffak olur ve makasıdı ona öyle musahhar [boyun eğdirilmiş] olur ki, iktidar-ı zâtîsiyle, [kendi zâtının kudreti, kişisel güç] öşr-ı mi’şarına muvaffak olamaz. Nasıl ki, nazdar [nazlı] bir çocuğun ağlamasıyla matlubuna [istek] öyle muvaffak olur ve öyle kavîler [güçlü, kuvvetli] ona musahhar [boyun eğdirilmiş] olurlar ki, bin defa kendi kuvvetçiğiyle onlara yetişemez. Demek ki, saltanat-ı insaniyet, [insanlık saltanatı, egemenliği] celb [çekme] ve gasp etmekle ve galip olmakla değildir. Belki insana bu derece musahhariyetin [boyun eğdirilmiş] sebebi, şefkat ve rahmet ve hikmet-i Hâlıktır ki, eşyayı insana musahhar [boyun eğdirilmiş] etmiş. Bir gözsüz akrep ve bir ayaksız yılan gibi haşarata mağlûp olan insana, bir kurttan ipeği giydiren ve bir böcekten balı yediren, zaafının [zayıflık, güçsüzlük] semeresi [meyve] olan teshir-i Rabbânîdir. [herşeyin Rabbi olan Allah’ın herşeye boyun eğdirmesi] Yoksa netice-i iktidarı değildir.

59

Ey Said! Madem ki iş böyledir; gurur ve enaniyeti bırak. Dergâh-ı ulûhiyetinde, [Allah’ın yüce katı] acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ını, [acizlik ve zayıflık] fakr ve fâkatını [yokluk] istimdat [medet isteme] ve lisân-ı tazarru ve ubudiyetle [Allah’a kulluk] ve duayla ilân et. Ve de: حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1

SEKİZİNCİ MUKADDEME: [evvel, önce] Evet insan, çendan [gerçi] nefsinde ve sûretinde hiçtir ve hiç hükmündedir. Fakat vazife ve mertebe noktasında, şu kâinat-ı muhteşemenin seyircisi ve şu mevcudatın [var edilenler, varlıklar] lisân-ı nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin [âlem kitabı, kâinat] mütâlaacısı ve şu müsebbih [tesbih eden] ve âbid [Allah’a ibadet eden, kul] mahlûkatın nâzırı ve ustabaşısı hükmündedir.

Evet insan, şu dünyaya bir misafir olarak gönderilmiş. Ve insana mühim istidâdât ve o istidâdâta göre mühim vezâif [görevler] tevdi edilmiş. Hem insan, insan olmak için, kendine göre bir derece bu gayeye çalışmalıdır. Bu gayeler ise:

Evvelen: Şu kâinatta saltanat-ı rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] tasdikle, mehasin-i kemâlâtına nezaret etmektir.

Sâniyen: [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin [Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri] nukuş-u bedayikârânelerini birbirine gösterip dellâllık [davetçi, ilan edici] etmektir.

Sâlisen: [saniyenin altmışta biri] Künûz-u mahfiye [gizli hazineler] olan esmâ-i Rabbaniyenin cevherlerini mizan-ı idrakle tartmak ve kıymet vermektir.

Râbian: [sâlisenin altmışta biri] Kalem-i kudretin [Allah’ın kudret kalemi] mektubatını mütâlaa ile tefekkür etmektir.

Hâmisen: [râbianın altmışta biri] Fıtratın letâif [duygular] ve müzeyyenatını [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] temâşa etmekle, Fâtırın [benzeri bulunmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah] mârifetine [Allah’ı tanıma, bilme] ve rüyetinin [Allah’ın cemâlini görme] temaşasına iştiyak [arzu, istek] göstermektir.

60

Sadisen: [altıncı olarak] Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] san’atının mu’cizeleriyle kendini tanıttırmasına ve bildirmesine mukabil, iman ve mârifetle [Allah’ı tanıma, bilme] mukabele [karşılama; karşılık verme] etmektir.

Sabian: [yedincisi] Rahîm-i Kerîmin [herbir varlığa rahmet ve merhametiyle tecelli eden ve cömertlik sahibi Allah] semerat-ı [meyve] rahmetinin müzeyyenatıyla [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] kendini teveddüd [kendini sevdirme] sûretinde sevdirmesine mukabil, Ona hasr-ı muhabbet [sevgiyi bir şeye odaklama] ve taabbüd ile tahabbüb [karşılıklı sevgi gösterme] etmektir.

Saminen: Mün’im-i Hakikînin, [gerçek nimet verici olan Allah] maddî ve mânevî nimetlerin lezaiziyle [lezzetler] insanı perverde [beslenmiş, eğitilmiş] etmesine mukabil, fiil ve hâl [çözüm] ve kal ile, hatta elinden gelse bütün havassı [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve letâifiyle [duygular] O Mün’im-i Hakikîye [gerçek nimet verici olan Allah] şükür ve hamd etmektir.

Tasian: Celîl-i Mutlakın (celle celâlühü) ve Cemîl-i Mutlakın [sınırsız güzellik sahibi Allah] (azze cemâlühü) kâinatın mezahirinde [mazhar olan, üzerinde yansıtan vasıtalar] ve mevcudatın [var edilenler, varlıklar] âyinelerinde kibriya [büyüklük] ve kemâlini, celâl ve cemâlini izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmesine mukabil, tekbir ve tesbihle ve mahviyet [alçakgönüllülük] içinde ubudiyetle [Allah’a kulluk] ve hayret ve muhabbet içinde secdeyle mukâbele etmektir.

Aşiren: O Rahmân’ın rahmetinin derece-i vüs’atini ve servetinin derece-i kesretini ve ittikan [sağlam ve pürüzsüz san’at eseri] ve intizam içinde cûd-u mutlakını [sınırsız cömertlik] göstermesine mukâbil, tahmid [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] ve tâzim [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] içinde iftikar [Allah’a karşı fakirliğini hissetme ve gösterme] ile sual etmektir.

Hem, san’atının letâif [duygular] ve antikalarını sath-ı zeminde teşhir etmesine mukabil, takdir ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve istihsanla [beğenme, güzel bulma] mukabele [karşılama; karşılık verme] etmektir. Hem, şu kasr-ı kâinatta, [kâinat sarayı] taklit

61

edilmez sikkeleriyle [mühür] ve Ona mahsus hâtemleriyle ve Ona münhasır turralarıyla [mühür, nişan] ve Ona has fermânlarıyla bütün mevcudata [var edilenler, varlıklar] damga-i vahdet [birlik damgası] koymasına ve âyât-ı tevhidi nakşetmesine ve aktâr-ı âfâkta bayrak-ı vahdaniyetini ilân etmesine mukabil; tasdikle, iman ve tevhidle, iz’an [kesin şekilde inanma] ve şehadet ve ubudiyetle [Allah’a kulluk] mukabele [karşılama; karşılık verme] etmektir.

İşte, bunlar gibi vücuh-u ibâdât ve tefekküratla [tefekkürler, düşünmeler] insan hakikî insan olur. Ahsen-i takvimde [en güzel biçim, tam kıvam] olduğunu gösterir. Yümn-ü imanla [inanmanın getirdiği bereket ve uğur] emanete mâlik emin bir halife-i arz [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] olur.

DOKUZUNCU MUKADDEME: [evvel, önce] İnsan, cismaniye-i nebatiye ve maddiye-i [maddeyle bağlantılı] hayvaniye cihetinde sağîr bir cüz’î, [ferdî, küçük] hakîr bir cüz, fakir bir mahlûk, zayıf bir hayvandır ki, mevcudat-ı dehhaşe-i seyyale-i mütemevvicenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyor. Fakat muhabbetullahı [Allah sevgisi] tazammun [içerme, içine alma] eden imanın nuruyla münevver [aydın] olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül [mükemmelleşme] eden insaniyet cihetinde, ubudiyeti [Allah’a kulluk] içinde bir sultan; ve cüz’iyeti içinde bir küllî; hakareti içinde makamı pek büyük ve daire-i nezareti [gözetim dairesi] pek geniş bir nâzırdır ki, diyebilir: “Dünya, hânemdir; güneş, lâmbamdır; bu nebatat [bitkiler] ve hayvanat, hatta insanlar, şu hanemin levazımatı [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] ve müzeyyenatıdır.” [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] Eğer ubudiyetinde [Allah’a kulluk] tam bu kasra [köşk, saray] malik olsa, sultanlar ve güneşler, onun kasrının [köşk, saray] ecza [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] ve ahcârı hükmüne girerler.

İşte şu sırdandır ki, bazı böyle fakir bir kimse kendini, kendinden çok mertebe âlâ olandan âlâ görür. Nasıl ki, bir adam, elindeki bir âyineyi güneşle mütele’le’

62

olan, yani parlayan bir denize mukâbil tutsa, hem deniz, hem güneş, hem dağlar âyinesinin içine girer. Eğer, aşk veya istiğrakla [Allah aşkıyla kendinden geçme] bir nev’i sekri de varsa, avucundaki âyinesini, denizden daha büyük tevehhüm [kuruntu] eder. Hem her makamın bazı zılleri [gölge] bulunur. Zıllı, [gölge] asıl zannetse, şatahata [mânevî cezbe halinde iken, dinin zahirî hükümlerine aykırı oarak söylenen sözler] düşer.

Şu tahkikattan [araştırma, inceleme] anlaşıldı ki, insanın önünde iki yol var. O yoldan birinde nefsi ve şeytanı dinleyip gitse, esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] düşer. Diğerinde, hak ve Kur’ân’ı dinleyip gitse, âlâ-yı illiyyîne [yücelerin en yücesi] çıkar, kâinatın bir takvim-i [program] zîşanı olur.

ba

63

Onuncu ders

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِنَّ اَصْحَابَ الْجَنَّةِ الْيَوْمَ فِى شُغُلٍ فَاكِهُونَ * هُمْ وَاَزْوَاجُهُمْ فِى ظِلاَلٍ عَلَى اْلاَرَۤائِكِ مُتَّكِؤُنَ * لَهُمْ فِيهَا فَاكِهَةٌ وَلَهُمْ مَايَدَّعُونَ * سَلاَمٌ قَوْلاً مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ * وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ * اَلَمْ اَعْهَدْ اِلَيْكُمْ يَابَنِۤى اٰدَمَ اَنْ لاَ تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ * وَ اَنِ اعْبُدُونِىِ هٰذَا صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ * 1

Şu âyetin hazinesinden bir cevherine temsil ile bir işarettir.

Ey nefsini unutmuş, vazife-i hayatını [hayat görevi] anlamamış ve hilkat-i insanın [insanın yaratılışı] hikmetinden gaflet etmiş ve şu masnuat-ı müzeyyenede Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] tevdi ettiği ve şu kitab-ı kebirde [büyük kitap, kâinat] nakşettiği âyâtına cahil kalmış Said-i bîçare! Şu temsili güzel dinle. Bu âlemin halk ve binası ve insanı içine ithal etmesi, bunun misâli şuna benzer ki:

Bir zaman bir sultan varmış. Onun çok hazineleri varmış. O hazinelerde her çeşit cevahir [cevherler] bulunurmuş. Hem o sultanın gizli mühim kenzleri varmış. Hem sanayi-i garibede [benzersiz ve hayranlık verici san’atlar] mehareti, hem hesapsız fünun-u acîbeye mârifeti [Allah’ı tanıma, bilme] ve ihatası, [herşeyi kuşatma] hem nihayetsiz ulûm-u bediaya [güzel san’atlar, estetik bilimleri] ilim ve ıttılaı [anlamak, bilgi sahibi olmak] varmış. Her cemâl ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görüp göstermek istemesi sırrınca, o sultan dahi istedi ki,

64

bir meşher [sergi] açsın. Enzâr-ı nâsta [insanların bakışları] saltanatının haşmetini, servetinin şâşaasını, san’atının harikalarını, mârifetinin [Allah’ı tanıma, bilme] garibelerini izhar [açığa çıkarma, gösterme] edip göstersin. Ta kendi cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vecihle [yön] müşahede etsin: Biri, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla [inceliklere nüfuz eden bakış] baksın. Diğeri, başkaların nazarlarıyla baksın.

İşte, bu hikmete binaen, gayet cesîm [büyük] ve gayet geniş bir kasrı [köşk, saray] yapmaya başladı. O kasrı [köşk, saray] öyle şâhâne bir sûrette dairelere ve menzillere taksim etti. Ve o menzilleri hazinelerinin envâ-ı murassaatıyla tezyin [süsleme] etti. Ve san’atının en lâtif, [berrak, şirin, hoş] en güzel eserleriyle süslendirdi. Ve fünun-u hikmetinin [felsefeye dayalı bilimler] en dakikleriyle tanzim ve ulûmunun [ilimler] âsâr-ı mu’cizekârâneleriyle [olağanüstü eserler, mu’cize eserler] tersim ve tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] etti.

Sonra, her taam [gıda, yiyecek] ve nimetlerin bütün envâından [tür] en lezizlerini câmi sofralar kurdu. Herkese lâyık bir sofra tayin etti. Gayet sahavetkârâne ve san’atperverane bir sûrette, her bir lokma, yüz sanayi-i lâtifenin [güzel, ince san’atlar] eseriyle vücut bulmuş gibi musannâ [san’atla yapılmış] bir ziyafet-i âmme [genel ziyafet] ihzar [hazırlama] ettirip, aktar-ı memleketindeki raiyetini [halk] seyre, tenezzühe, [ferahlama, rahatlama] ziyafete davet etti.

Sonra, bir üstad-ı alîm tayin etti. Ta kasrın [köşk, saray] sâniini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kasrın [köşk, saray] müştemilâtıyla [içindekiler] nâsa tarif etsin. Ve kasrın [köşk, saray] nakışlarının [işleme] remizlerini [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ve san’atlarının işaretlerini ve murassaatının [süslenmiş] manzumelerini [düzenli] ve nukuşunun [işlemeler] mevzunelerini [ölçülü] ve ne olduklarını ve ne cihetlerle kasrın [köşk, saray] sahibinin kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve hünerlerine delâlet ettiklerini seyircilere tâlim etsin. Hem, âdâb-ı duhulü ve seyri ve sultana karşı marziyatı dairesinde teşrifatı [kabul töreni, protokol] tarif etsin.

İşte o üstad, her bir dairede bulunan aveneleri [yardımcı] içinde ve büyük dairede şakirtleri [öğrenci] içinde durmuş. Bütün seyircilere şöyle bir tebliğatta bulunuyor. Diyor ki:

65

“Ey ahali! Şu kasrın [köşk, saray] meliki, [hükümdar] bu şeylerin izharıyla, [açığa çıkarma, gösterme] kendini sizlere tanıttırmak istiyor. Siz de onu tanıyınız. Hem bu tezyinatıyla [süslemeler] kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi takdir ve istihsanla [beğenme, güzel bulma] kendinizi ona sevdiriniz. Hem şu ihsanatıyla size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi ona muhabbet ediniz. Hem bu in’amlar ve ikramlarla, size şefkat ve rahmetini gösteriyor. Siz dahi ona şükürle hürmet ediniz. Hem şu âsâr-ı kemâlâtıyla, [mükemmellik eserleri] cemâl-i mânevîsini size göstermek istiyor. Siz de rüyetine [Allah’ın cemâlini görme] iştiyakınızı [arzu, istek] gösteriniz. Hem bütün gördüğünüz masnuat [sanat eseri] ve müzeyyenat [süslemeler] üstünde birer sikke, [mühür] birer hatem, [mühür, damga] birer turra [mühür, nişan] koymakla, herşey ona has ve kendisinin tek olduğunu ve istiklâl ve infiradını [tek başına olma] size göstermek istiyor. Siz de onu, tek ve yekta [tek, eşsiz] ve misilsiz [benzer] tanıyınız ve kabul ediniz.” Daha bunlar gibi o sultana münasip ve o makama lâyık sözleri seyircilere söyledi.

Sonra, o kasra [köşk, saray] dâhil olanlar iki güruha ayrıldılar.

Bir güruh: Kendini tanımış aklı başında olanlardır. Kasr [köşk, saray] içindeki acaibe baktılar, dediler ki: “Bunda büyük bir iş var.” Ve o acaibin beyhude olmadığını anladılar. Merak ettiler. “Acaba nedir?” dediler. Birden o üstad-ı muallimin bahsettiğimiz nutkunu [konuşma] işittiler. Anladılar ki, bütün esrarın miftahı [anahtar] ondadır. Ona müteveccih [yönelen] oldular. Dediler: “Esselâmü aleyke yâ üstad! Şöyle bir kasrın, [köşk, saray] senin gibi bir muarrifi [tanıtıcı, tarif edici] lâzım ki, seyyidimiz, sana ne bildirmişse, bize de bildir.” O da, onun evvelce bahsettiğimiz nutkunu [konuşma] onlara dedi. Onlar da dinlediler. Kabul edip istifade ettiler. Melikin [hükümdar] marziyyatı [hoşa giden, razı olunan şeyler; Allah’ın razı olacağı şeyler] dairesinde amel ettiler.

Onların şu edepli muameleleri melikin [hükümdar] hoşuna gitti. Melik [hükümdar] de, has ve yüksek ve tavsif [bir sıfatla niteleme] edilmez diğer bir kasra [köşk, saray] onları davet etti. Öyle bir cevad-ı melike lâyık ve öyle mutî [emre uyan] ve edepli misafirlere has ve öyle âli [yüce] bir kasra [köşk, saray] lâyık bir tarzda onlara ikramlar etti.

İkinci güruh ise: Kasra [köşk, saray] girdikleri vakit, nefislerine mağlûp oldukları için, et’ime-i [yiyecekler] lezizeden başka birşeye iltifat etmediler. Mehasinden [güzellikler] gözlerini kapadılar. İrşadat ve ikazattan [uyarılar] kulaklarını tıkadılar. Uykuya daldılar. Bazı şeyler için

66

ihzar [hazırlama] edilmiş olan ve içilmeyen iksirlerden içtiler. Sarhoş olup öyle bağırdılar ki, seyirci misafirleri bütün tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] ettiler. Sahib-i kasrın askerleri de onları tutup, öyle edepsizlere lâyık olan hapislere attılar.

Ey Said! Biliyorsun ki, o melik, [hükümdar] bu kasrı, [köşk, saray] şu mezkûr [adı geçen] maksatlar için bina etmiştir. Şu makasıdın husûlü [meydana gelme] ise, iki şeye mütevakkıftır. [bağlı]

Biri: Şu gördüğümüz üstadın vücududur. Çünkü o üstad olmazsa, maksat beyhude olur.

İkincisi: İnsanların onun sözlerini kabul edip dinlemesidir.

Demek vücud-u üstad, [öğretmenin varlığı] vücud-u kasrın [köşkün, sarayın varlığı] dâisi, [gerektiren sebep] istimâ[dinleme] nas, kasrın [köşk, saray] bekàsının sebebidir. Öyleyse, denilebilir ki: “Eğer şu üstad olmasaydı, melik, [hükümdar] şu kasrı [köşk, saray] bina etmezdi. Hem o üstad-ı mübelliğin talimatını raiyet [halk] dinlemediği vakit, o kasır [köşk, saray] tahrip ve tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edilir.”

Ey Said-i gâfil! Eğer şu temsilin sırrını anladınsa, bak, hakikatin yüzünü de gör. O kasır, [köşk, saray] şu âlemdir ki, sakfı, [çatı, tavan] mütebessim misbahlarla [lamba] tenvir [aydınlatma] edilmiş semâ yüzüdür. Zemini, gûna-gûn [tarz, çeşit] çiçeklerle tezyin [süsleme] edilmiş zemin yüzüdür. O melik [hükümdar] ise, ezel ve ebed Sultanı [başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan] olan öyle bir Zât-ı Mukaddestir [her türlü noksanlık ve çirkinlikten yüce olan Zât, Allah] ki, yedi kat semâvât ve arz [gökler ve yer] ve onlarda olan herşey elsine-i mahsusalarıyla [özel lisanlar] Onu takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve tesbih ediyorlar.

Hem o melik, [hükümdar] öyle bir Meliktir [hükümdar] ki, semâvât ve arzı [gökler ve yer] altı günde halk ederek, arş-ı rububiyetinde [Allah’ın büyüklüğünün, hüküm ve egemenliğinin tecelli ettiği yer] kâim gece ve gündüzü birbirinin arkasında döndürür. Şems ve kamer [ay] ve nücum [yıldızlar] emrine musahhar, [boyun eğdirilmiş] zîhaşmet [haşmetli, görkemli, heybetli] ve zîkudret [kudretli, güçlü, kuvvetli] bir Zâttır. O kasrın [köşk, saray] menazili ise, şu on sekiz bin âlemdir ki, her biri kendine lâyık bir tarz ile tezyin [süsleme] ve tanzim edilmiş. Kasırda [köşk, saray] gördüğün sanayi-i garibe [benzersiz ve hayranlık verici san’atlar] ise, şu âlemdeki kudretin

67

mu’cizeleridir. Orada gördüğün et’ime [yiyecekler] ise, rahmetinin semerat [meyveler] harikalarına işarettir. Oradaki tandır ve mutfak ise, burada, arz ve sath-ı arzdır. [yeryüzü] Orada gördüğün künûz-u mahfiye [gizli hazineler] cevherleri ise, burada, esmâ-i kudsiyeye [Allah’ın kutsal isimleri] ve cilvelerine misâldir. Oradaki nukuş [işlemeler] ve o nukuşun [işlemeler] rumuzları [ince işaretler] ise, burada, manzume ve mevzune [ölçülü] olan masnuatın, [san’at eseri] Nakkaşlarının [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] esmâsına delâletlerine misâldir.

Amma üstad ve muallim ve aveneleri [yardımcı] ve tilmizleri [öğrenci] ise, Seyyidimiz Muhammedüni’l-Mustafa ve sair enbiyalar [nebiler, peygamberler] aleyhi ve aleyhim efdalu’s-salevâti ve’s-salâm ve evliya (radıyallahü anhüm) hazaratına misâldirler. Kasırdaki [köşk, saray] melikin [hükümdar] hizmetkârları ise, melâike [melek] aleyhimüsselâma işarettir. Seyir ve ziyafete davet edilen misafirler ise, cin ve insan ve insanlara hizmetkâr olan hayvanlara işarettir. O iki fırka ise: Birisi, ehl-i iman [Allah’a inanan] ve kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] âyâtlarının müfessir-i âlişanı olan Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tilmizleridir. [öğrenci] Diğer fırka ise, ehl-i küfür [inançsızlar] ve tuğyan, [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] nefis ve şeytana tâbi ve yalnız hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] tanıyan ve hayvan gibi, belki daha aşağı, صُمٌّ بُكْمٌ 1 (sağır-dilsiz) olan mağdub ve dâllîn [doğru yoldan sapmış inançsız kimseler] güruhudur.

Birinci kâfile olan süedâ [seyyidler, efendiler] ve ebrar, [iyi insanlar] zülcenaheyn olan üstadı dinlediler. O üstad, hem abddir; ubudiyet [Allah’a kulluk] noktasında, Cevşenü’l-Kebîr ve emsaliyle Rabbini tavsif [bir sıfatla niteleme]

68

ve tarif eder. Hem resuldür; [Allah’ın elçisi] risalet [elçilik, peygamberlik] noktasında, Rabbinin ahkâmını [hükümler] Kur’ân vasıtasıyla tebliğ eder.

Şu fırka, resulü [Allah’ın elçisi] dinleyip Kur’ân’a kulak vermekle kendilerini, çok makamat-ı âliye [yüce makamlar] içinde, çok vezaif-i lâtifeyle mütelebbis gördüler.

Evvelen: Saltanat-ı rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] mehasinini [güzellikler] temaşager makamında tekbir ve tesbih vazifesini eda ettiler.

Saniyen: [ikinci olarak] Esmâ-i kudsiye [Allah’ın kutsal isimleri] cilvelerinin bedâyiine [harika özellikler] dellâllık [davetçi, ilan edici] makamında, takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve tahmid [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] vazifesini ifa ettiler.

Salisen: [üçüncü olarak] Rahmetin hazinelerindeki müddeharâtı [depolanmış, saklanmış] zâhir ve batın hassalarıyla tartıp fehmetmek [anlamak] makamında, şükür ve sena vazifesini edaya başladılar.

Rabian: [dördüncü olarak] Esmâ-i mütecelliye-i İlâhiyenin definelerindeki cevherleri, cihazat-ı mâneviyelerinin [mânevî donanım] mizanlarıyla [ölçü] tartıp bilmek makamında, tenzih [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] ve takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve medih [övgü] vazifesine başladılar.

Hamisen: [beşinci olarak] Mistar-ı kader [kader şablonu] üstünde kalem-i kudretle [Allah’ın kudret kalemi] yazılan mektubat-ı Rabbaniyeyi mütalâa makamında, tefekkür ve istihsan [beğenme, güzel bulma] vazifesine başladılar.

Sadisen: [altıncı olarak] Fıtrat ve san’atındaki lâtif [berrak, şirin, hoş] incelikleri ve güzellikleri temaşa ile tenzih [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] makamında, Fâtır-ı Zülcelâllerine [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] ve Sâni-i Zülcemâllerine [sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] muhabbet ve iştiyak [arzu, istek] vazifesine girdiler.

69

Sonra, Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] san’atının mu’cizeleriyle kendini tanıttırmasına karşı, hayret içinde, mârifetle [Allah’ı tanıma, bilme] mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiler. Dediler ki: سُبْحَانَكَ 1 “Ey Sübhanımız! Seni, hakk-ı mârifetinle nasıl tanıyabiliriz? Senin tarif edicilerin, bütün masnuatındaki [san’at eseri] mu’cizelerindir.”

Sonra, rahmetinin meyvelerinin müzeyyenleriyle [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] kendini sevdirmesine karşı, aşk ve muhabbetle mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiler.

Sonra, nimetinin lezizleriyle terehhum ve taattufunu [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] göstermesine karşı, şükür ve hamd ile dediler ki: سُبْحَانَكَ “Ey Sübhanımız! Senin hakk-ı şükrünü nasıl eda ederiz?” diyerek, bütün kâinattaki bütün ihsanatın [bağış] fasih [güzel, açık ve düzgün] lisân-ı hâlleriyle ettikleri şükür ve senalarını, hem çarşı-yı âlemde [dünya çarşısı] dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilânatıyla yaptıkları hamd ve medihlerini, [övgü] hem rahmet ve nimetin semerat-ı [meyve] manzume ve mevzunelerinin [ölçülü] cûd [cömertlik] ve keremine [cömertlik] şehadetleriyle ettikleri şükürlerini kendi namlarına enzar-ı mahlûkat önünde eda ederler.

Sonra, şu kâinatın mezahirinde [mazhar olan, üzerinde yansıtan vasıtalar] ve şu mevcudât-ı seyyalenin âyinelerinde cemâl ve celâl ve kemâl-i kibriyâsının izharına [açığa çıkarma, gösterme] karşı, mahviyet [alçakgönüllülük] içinde muhabbet ve hayretle secde edip mukâbele ettiler.

Sonra servetinin kesretini [çokluk] ve rahmetinin vüs’atini [genişlik] irae etmesine [gösterme] karşı, fakr ve hâcetlerini [ihtiyaç] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve sual etmekle mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiler.

Hem, san’atının lâtifelerini [berrak, şirin, hoş] ve hârikalarını ve antikalarını sergilerle meşhergâh-ı enamda teşhir etmesine karşı, takdir ve istihsan [beğenme, güzel bulma] ve müşahede ve şehadet ve işhad [şahid gösterme] ile mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiler.

70

Hem, kâinatın aktarında [kuturlar, çaplar; her taraf] rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] saltanatını ilân etmesine karşı tevhid, tasdik, itaat ve inkiyad ile mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiler.

Hem, izhar-ı rububiyetine karşı, zaafları [zayıflık, güçsüzlük] içinde aczlerini, hâcetleri [ihtiyaç] içinde fakrlarını ilân olan ubudiyetle [Allah’a kulluk] mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiler. Daha bunlar gibi çeşit çeşit çok vezaifle [vazifeler, görevler] şu dâr-ı dünyada [dünya yurdu] vazife-i hayatlarını [hayat görevi] eda edip ahsen-i takvim [en güzel biçim, tam kıvam] sûretini aldılar. Ve bütün mahlûkat üstünde öyle bir mertebeye çıktılar ki, yümn-ü iman [inanmanın getirdiği bereket ve uğur] ve emanetle mücehhez [cihazlanmış, donanmış] emin birer halife-i arz [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] oldular.

Şu meydan-ı tecrübe [deneme alanı] ve şu destgâh-ı imtihandan [sınav tezgahı] sonra Rabb-ı Kerîm, onları saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve dârüsselâma [esenlik yurdu, Cennet] dâvet ederek onlara öyle bir sûrette ikramlar etti ki, hiç gözler görmemiş ve kulaklar işitmemiş ve kalb-i beşere [insan kalbi] hiç hutur [akla gelme, kalbe doğma] etmemiş gayet parlak ikramlarla onları rahmetine mazhar [erişme, nail olma] etti.

Evet, ebedî ve sermedî [daimi, sürekli] bir cemâlin seyirci müştakı [arzulu, aşırı istekli] ve âyinedar [ayna olan, yansıtan] âşıkı, elbette bâki kalıp ebede gidecektir. İşte hizbü’l-Kur’ân‘ın [Kur’ân taraftarları] âkıbeti öyledir, inşaallahu [Allah dilerse] tealâ.

Amma, füccar [günahkârlar] ve eşrar [şerli ve kötü kimseler] olan güruh ise, şu kasr-ı âleme [âlem sarayı] girdikleri vakit, bütün delail-i vahdaniyete karşı küfür ve bütün nimetlere karşı küfran [iyilik bilmeme, nankörlük] ile mukabele [karşılama; karşılık verme] edip, bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] kıymetsizlikle kâfirane bir itham [suçlama] ile tahkir [aşağılama] ettiler. Bütün esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] tecelliyatına karşı red ile mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiklerinden, mütenâhi [sınırlı] bir

71

vakitte gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] bir cinayet işlediler; gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] bir ikaba [ağır ceza] müstehak oldular.

Ey miskin Said! Ayâ, zannediyor musun ki, senin vazife-i hayatın [hayat görevi] yalnız terbiye-i medeniyeyle [çağdaş eğitim] güzelce muhafaza-i nefsine veya—ayıp olmasın—batnın hizmetlerine mi münhasırdır? Veyahut zannediyor musun ki, makine-i hayatında [hayat makinesi, canlı olan vücut fabrikası] derc [yerleştirme] olunan şu letâif [duygular] ve mâneviyatın ve şu âzâ ve âlâtın [aletler] ve şu cevarih [organlar] ve cihâzâtın ve şu havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve hissiyatın gaye-i yegânesi, [tek gaye] şu hayat-ı faniyede nefs-i rezile [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere sevk eden alçak ve âdi duygu] ve deniyenin hevesat-ı süfliyesinin tatmini için istimaline [çalıştırma, vazifelendirme] mi münhasırdır? Hâşâ ve kellâ! Belki senin vücudunda bunların hikmet-i derci ve fıtratında gaye-i ithali iki esastır.

Biri: Cenâb-ı Mün’im-i Hakikî [gerçek nimet verici olan Allah] (amme nevâluhu) bütün nimetlerinin çeşit çeşit envâı[tür] sana ihsas [hissettirme] etmekten ve ettirmekten ibarettir. Sen de hissedip şükür ve ibadetini etmelisin.

İkincisi: Âleme tecellî eden esmâ-i kudsiyesinin [Allah’ın kutsal isimleri] bütün aksâm-ı tecelliyâtını birer birer sana o cihazatla tanıttırmaktır. Sen de zevkle tanıyıp iman getirmelisin ki, bu iki esas üzerinde senin kemâlât-ı insaniyen [insana ait mükemmel özellikler] neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulsun.

Evet, senin hayatın ve hayatındaki cihazatın gayelerinin icmâli [özet] dokuz emirdir.

Birincisi: Vücudunda derc [yerleştirme] olan mizanlarla [ölçü] rahmetin hazinelerindeki müddaharâtı tartmaktır.

İkincisi: Fıtratındaki cihazatın anahtarlarıyla, esmâ-i kudsiyenin [Allah’ın kutsal isimleri] gizli definelerini açmaktır.

Üçüncüsü: Kardeşlerin olan diğer mevcudatın [var edilenler, varlıklar] enzarında, [bakışlar, dikkatler] esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] garip cilvelerinin nümunelerini hayatınla teşhir ve izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmektir.

72

Dördüncüsü: Hâl [çözüm] ve kàlin ile, dergâh-ı rububiyetinde [yarattığı bütün varlıkları terbiye edip egemenliği altında bulunduran Allah’ın yüce katı] ubudiyeti [Allah’a kulluk] ilân etmektir.

Beşincisi: Bir padişahtan çeşit çeşit nişanlar almış ve o nişanlarını takıp, padişahının nazarında görünmek gibi; sen de, esmâsının cilvelerinin verdikleri murassaatla [süslenmiş] süslenmiş olduğunu bilerek, Şâhid-i Ezelînin [Ezelden beri bütün zamanları ve herşeyi gören ve herşeye şahid olan Allah] nazar-ı şuhud [bakıp şahit olma] ve işhadına [şahid gösterme] görünmektir.

Altıncısı: Zevilhayatların [canlılar] tezahürat-ı hayatları olan tahiyyatlarıyla [selamlar ve dualar] ve tesbihatları olan rumuzât-ı hayatlarıyla, Vâhibü’l-Hayata [hayatı veren Allah] arz-ı ubudiyetlerini fehmedip müşahede ederek görüp göstermektir.

Yedincisi: Hayatına verilen ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hallerinden cüz’î [ferdî, küçük] nümuneleri mikyas [ölçü] ederek, Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] sıfât-ı mutlakasını [sınırsız sıfatlar, vasıflar, nitelikler] ve şuûn-u mukaddesesini [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] fehmetmektir. [anlamak] Meselâ, nasıl ben, cüz’î [ferdî, küçük] ilim ve irade ve iktidarımla bu evi böyle muntazam yaptımsa, bu kasr-ı âlemin [âlem sarayı] bânisi de, kasr-ı âlemin [âlem sarayı] büyüklüğü nispetinde kadîr ve alîm ve hakîmdir.

Sekizincisi: Şu mevcudatın [var edilenler, varlıklar] her birinin kendine mahsus bir lisânla söylediği tevhid ve rububiyet-i Sanie dair kelimatını [ifadeler, sözler] fehmetmektir. [anlamak]

Dokuzuncusu: Acz ve fakr derecelerinin emsaliyle, kudret-i Sâniin [herşeyi san’atla yaratan güç ve kudret sahibi Allah] ve gınâ-yı İlâhiyenin [Allah’ın sınırsız zenginliği] derecat[dereceler] tecelliyatını anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nispetinde ve ihtiyacatın envâı [tür] miktarınca lezzet-i taamın envâ-ı derecâtı anlaşılıyor.

73

Öyle de, gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] acz ve fakrınla, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] kudret ve gınâsının [zenginlik] derecatını [dereceler] fehmetmektir. [anlamak]

Hem senin gaye-i hayatın [hayatın gayesi] bunlar olduğu gibi, mâhiyet-i hayatın da şunlardır:

1. Âsâr-ı esmâ-i İlâhiyenin garaibinin [tuhaf, hayret verici şeyler] fihristesi.

2. Şuun ve sıfât-ı İlâhiyenin [Allah’ın sıfatları] fehmine bir mikyas. [ölçü]

3. Âfâkî [dış dünyaya ait] âlemlere bir mizan. [ölçü]

4. Âlem-i kebîrin bir enmuzeci. [nümune, örnek]

5. Kâinatın bir haritası.

6. Şu kitab-ı kebîrin [büyük bir kitabı andıran kâinat] bir fezlekesi. [hülasa, öz]

7. Defain ve künûz-u mahfiyeyi [gizli hazineler] açacak anahtarların mahzenidir. [depo] İşte mahiyet-i hayatın [hayatın mahiyeti, esası, içyüzü] budur.

Hayatın sûreti ise şudur: Hayatın, bir kelime-i mektube [yazılmış kelime] ve hem mesmuadır. Esmâü’l-Hüsnâya delâlet eder.

Hakikat-i hayatın da budur: Tecellî-i ehadiyete [Allah’ın birliğinin her bir yaratıkta görünmesi] âyinelik etmektir. Hayatın saadet ve kemâli ise, hayatın âyinesine temessül [belirme, görünme] edene karşı, şuurla muhabbet ve şevkle ibadet etmektir.

Ey Said-i bîçare! Hayat, böyle gâyâta müteveccih [yönelen] olduğu halde, ne akıl ve ne insafla hayatını hiç ender hiç [hiç içinde hiç] hükmünde olan huzuzat-ı nefsaniyeye sarf ediyorsun? Sair zevilhayat, [canlılar] hatta nebâtat [bitkiler] dahi, bahsettiğimiz gayelerin bazısında sana şeriktirler. Evet, nar, elma ve dut gibi musannâ [san’atla yapılmış] meyveler birer kelime-i kudrettirler. [kudret kelimesi] Esmâ-i İlâhiyeyi [Allah’ın isimleri] ilân edip okutturuyorlar. Onların hayatlarının gayeleri bu gibi emirlerdir. Yoksa, bu meyvelerin sûretlerinin gayeleri olan yenilmek, gaye-i hayatları [hayatın gayesi] değildir. Ancak, gaye-i mevtleri olabilir. Yani ölümlerinin bir

74

gayesidir. Fakat sair zevilhayat, [canlılar] bütün gayelerde sana müsavi [eşit] olamaz. Çünkü, câmi âyine [ayna] sendedir. Sen dahi, senden çok aşağı olanlardan daha aşağı olma. Mü’minin kıymetini ilân eden şu hadis-i kudsî sana kâfidir.

لاَيَسَعُنِۤى اَرْضِى وَلاَ سَمَۤائِى وَلٰكِنْ يَسَعُنِى قَلْبُ عَبْدِىَ الْمُؤْمِنِ * 1

Ve hem yine bu beyte nazar et.

مَنْ نَكُنْجَمْ دَرْ سَمٰوَاتُ زَمِينْ * اَزْ عَجَبْ كُنْجَمْ بِقَلْبِ مُؤْمِنِينَ * 2

ba

75

On birinci ders

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰى * وَالنَّهَارِ اِذَا تَجَلّٰى * وَمَا خَلَقَ الذَّكَرَ وَاْلاُنْثٰى * اِنَّ سَعْيَكُمْ لَشَتّٰى * فَأَمَّا مَنْ اَعْطٰى وَاتَّقٰى * وَصَدَّقَ بِالْحُسْنٰى * فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرٰي * وَاَمَّا مَنْ بَخِلَ وَاسْتَغْنٰى * وَكَذَّبَ بِالْحُسْنٰى * فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْعُسْرٰي * 1

Ey Avrupa! Sen, sağ elinle, sakîm ve mudill (yani dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sevk eden) bir felsefeyi, sol elinle sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ve muzır [zararlı] bir medeniyeti tutup, “Beşerin saadeti bu iki şeyledir” deyip dâvâ edersin ve beşeri bunlara dâvet edersin. Senin bu iki elin kırılsın. Senin bu iki hediyen, senin başını yesin!

Ey nâşir-i [neşreden, yayan, yayınlayan] küfr-ü küfran! Ayâ, hiç câiz olur mu ki, bir adamın akıl ve kalbi ve vicdan ve ruhu müthiş bir derecede musibet içinde olduğu hâlde, cismen zâhirî bir derece refah ve ziynet içinde bulunmasıyla o adama mesut denilsin ve saadetine hükmedilsin? Görüyoruz ki, bir adam, inkisar-ı hayale [hayal kırıklığı] uğrasa veya bir emel-i vehmîden meyus [ümitsiz] olsa veya bir emr-i cüz’îden ümidi kesilse, nasıl dünya ona darlaşır. Onun tatlı şeyleri, ona nasıl acı gelir… Acaba, bütün âlâmın [elemler, acılar] menşei [kaynak] ve bütün âmâlin hâdimi ﴾ هَادِمٌ 2 ﴿ olan senin bu şeametin ve bu dalâletinle [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hasta olup yeis [ümitsizlik] ve yetimlikle mânevî bir cehenneme düşen bir kalb ve bir ruh sahibi, nasıl bir cennet-i kâzibe-i zâile içinde mesut olabilir?

76

Ey beşeri ifsad [bozma] eden müfsid [bozguncu] Avrupa! Beşerin başına getirdiğin binler belâlardan birtekini söylüyorum, dinle! Ve onu izah eden bu temsile bak:

Ey felsefe-i Avrupa [Avrupa felsefesi] tilmizi! [öğrenci] Seninle ikimiz, şimdi, tenezzüh [ferahlama, rahatlama] için bir seyahate çıkıyoruz. İşte, önümüzde iki yol var. Gel, bak:

Biz, şu gafil medenîlerin gittikleri yola gidiyoruz. İşte, şurada burada her yerde, hattâ gözümüzün yetiştiği yerlerde, belki bütün seyahatimiz müddetince böyle göreceğiz ki, her adım başında bir âciz adam duruyor. Bir kısım kavî [güçlü, kuvvetli] ve galip insanlar o bîçareye hücum edip, öyle bir sûrette mal ve hayvanatını gasp ediyorlar ve hanesini tahrip ediyorlar ve bazan onu öyle bıçaklayıp cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] ediyorlar ki, hâline semâ ağlıyor. İşte, her nereye baksan bu hâl taammüm [yayılma, genelleşme] etmiş. Her yerde, zâlimlerin velvelelerinden ve mazlumların vaveylâlarından [feryat, figan] başka birşey işitilmiyor. Bütün yol boyunca bir matemhane-i umumî [genel yas evi] şeklini alan bu hâl [çözüm] devam ediyor. Madem ki insanız; insan, insaniyeti cihetiyle başkasının elemiyle müteellim [acı çeken] olur. Bu hadsiz âlâm-ı beşere nasıl tahammül ederiz? Vicdan nasıl bu hâle dayanabilir? Yalnız şu azab-ı vicdaniyeden bizi kurtaracak iki çaremiz var.

Birisi: Gayet sarhoş olmalıyız.

Diğeri: İnsaniyetten tecerrüd [sıyrılma] edip vahşi, hodendiş [yalnız kendini düşünen] bir kalbi taşımalıyız ki, selâmetimiz için bu iki çare bize bütün halkın helâketini [mahvolma] unuttursun ve bizi müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etmesin. Hem, bir parça ahmak da olmalıyız ki, bütün halka şâmil [içine alan] bir belâdan kendimizi hariç zannetmeliyiz!

Ey Avrupa! Senin, bir gözü kör dehanla ruh-u beşere [insan ruhu] hediye ettiğin şu cehennemî hâleti [durum] sen de anladın. Sen, şu müthiş derde bir derman aradın. Bu derde şifa ve ilâç olan hüdâ-i Kur’ân’dan gözünü yumdun. Muvakkaten [geçici] elemi hissetmemek için câzibedar lehviyatı, [eğlenceler, oyunlar] parlak ve okşayıcı hevesatı ilâç olarak buldun. Ve bunlarla beşerin hissini iptal ettin. Senin bulduğun bu derman, senin başını yesin ve yiyecek!

77

Ey hayal arkadaşım! Elbette anladın, şu yol, hayat yoludur ki, ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] o yolda giderler. Bütün zîhayat [canlı] onların nazarında o bîçare adama benzer. Mevt [ölüm] ve musibetler, o zâlimlere benzer. Daha başka noktaları sen tatbik edebilirsin.

Ey yoldaş ve ey tilmiz-i Avrupa! Gel, diğer yoldan, Kur’ân’ın talebelerinin arkalarından gidiyoruz. İşte bak:

Her menzilde, her yerde, her adım başında, bütün yol boyunca birer asker, her kulübecik önünde vazife başında nöbet bekliyor. İşte, bak, kanun zâbitleri [subay] geliyorlar. Herkese terhis tezkereleri veriyorlar. İşte, her yerde bir sürurdur [mutluluk] kopuyor. O memurlar, terhis olunan neferlerden [asker] silâhlarını, varsa atlarını ve mîrî [devlete ait] libaslarını [elbise] alıyorlar. Neferlerden, [asker] ameliyata muhtaç olanlar varsa, ameliyat-ı cerrahiye [cerrahî ameliyat] yapıyorlar. Sonra, terhis tezkeresini veriyorlar. Bu neferler, [asker] çendan [gerçi] ülfet ettikleri eşyalarından ayrılmak için zahiren bir hüzün gösteriyorlar; fakat bâtınen mesrur [mutlu] oluyorlar. Zira, o vazifenin külfet ve mes’uliyetinden kurtuluyorlar. Hem ettikleri hizmetlerine mukabil mükâfatlarını almak için vatan-ı aslîlerine [asıl vatan] dönüyorlar. Hem sultanlarına kavuşuyorlar. İşte, bak: O memurlar, bazan acemi [Arap milletinden olmayan başka milletler] ve kaba bir nefere [asker] rastgeliyorlar. Nefere, [asker] “Silâhını, atını teslim et. Sana izin vereceğiz” diyorlar. Nefer [asker] onlara diyor: “Ey efendiler! Sizi tanımıyorum. Ben devletin askeriyim, padişahın hizmetindeyim. Sonra huzuruna çıkacağım, yanına döneceğim. Eğer onun izin ve rızasıyla gelmişseniz, baş ve göz üstüne. Yok, cesaretimi tecrübe için emretmiş de rızası yoksa, yanlış geldiniz. Bendeki emanetini muhafaza ve sultanımın haysiyetini himaye yolunda bütün kuvvetimle sizinle müdafaa edeceğim.”

İşte, bu yolda, baştan başa hâl [çözüm] bu minval [hareket tarzı, davranış, usul, yol] üzere gidiyor. Her taraftan sürur [mutluluk] ve şenlik sadası geliyor. Bir taraftan sürur [mutluluk] içinde tahşidat-ı [kuvvetlendirme, destekleme] askeriye tekbir ve tehlil [“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” mânâsındaki “lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme] ile başlamış. Evet, hayvanat cinsindeki bütün tevellüdat, [doğma] tahşidata [kuvvetlendirme, destekleme] benzer. Diğer taraftan yine sürurla [mutluluk] terhisat-ı askeriye [askerlikten terhis etmeler] bir velvele-i tekbir ve teşekkür içinde başlamış. Evet, zîhayat [canlı] cinsindeki bütün vefiyat [vefatlar, ölümler] bu terhisata benzer.

78

İşte Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] beşere böyle bir hediye getirmiştir. Eğer beşer bu hediyeyi kabul edip güzelce istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etse, hayat-ı dünyevîde [dünya hayatı] cennet-i mâneviyeyi [manevî cennet] andıran bu ikinci yoldan gidecektir. Ne geçmişten hüzün eder ve ne de gelecekten havf [korku] ve perva [korku] eder.

Ey Avrupa! Evvelki cehennemî yol, senin açtığın yol olduğu, senin desatirinle sabittir. Çünkü, senin nazarında hayatın düsturu, [kâide, kural] “Her zîhayat [canlı] kendi nefsine maliktir ve kendi zâtı için çalışır, lezzeti için say’eder; bir hakk-ı hayatı [yaşama hakkı] vardır. Hayatının gayesi kendisine aittir” dersin. Ve “Netice-i himmeti, hıfz-ı bekà ve temin-i hayata münhasırdır. Ve kuvvetine güvenmelidir. Zira, medâr-ı hayat [hayat dayanağı] olan, düstur-u cidaldir. [mücadele prensibi] Belki hayat cidaldir” diye hükmediyorsun. Daha bunlar gibi çok esasat-ı bâtıla ile beşeri evvelki yola sevk ettin. Acaba, medar-ı hayat [hayatın kaynağı] olan düstur-u teavün [yardımlaşma kanunu] ezharun [çiçekler] mine’ş-şems (güneşten daha zahir) olduğu hâlde, nasıl kör oldun, görmüyorsun? Evet, şems ve kamerden [ay] tut, ta nebatatın, [bitki] hayvanatın imdadına; ve hayvanatın, insanların imdadına; ve mevadd-ı gıdaiyenin, semeratın [meyve] imdadına; hatta taamın zerratı, [atomlar] hüceyrat[hücrecikler] bedenin tegaddîsi için kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] koşmaları, bir Rabb-i Kerîmin [sonsuz ikram ve ihsan sahibi, herşeyi idare ve terbiye edip egemenliği altında bulunduran Allah] emriyle bir vazife-i muavenet ve teavün [yardımlaşma] ve uhuvvet [kardeşlik] olduğunu ve kavînin [güçlü, kuvvetli] zaife musahhariyeti [boyun eğdirilmiş] olduğunu, kör olmayan görür.

Amma, düstur-u cidal [mücadele prensibi] ise, bir kısım hayvanat-ı zâlimenin sû-i istimallerinden [bir şeyi kötüye kullanma] neş’et [doğma] eden bir düstur-u cüz’î gayr-ı fıtrîdir. [yaratılışa uygun olmayan] Mesela, âkilüllâhm [etçil, etle beslenen] canavarların vazifeleri, sıhhiye neferleri [asker] gibi hayvanatın cenazelerini toplamak, ber [kara] ve bahrin yüzünü temizlemektir. Onların, sağ olan hayvanları yemeleri, sû-i istimaldir, [bir şeyi kötüye kullanma] gayr-ı meşrûdur; cezasını çekeceklerdir.

79

Bu düsturun [kâide, kural] çürüklüğünü gördün. Şimdi, “Her zîhayat [canlı] nefsine maliktir” diye olan düsturun [kâide, kural] mahiyetini gör:

Zîhayat [canlı] içinde en eşref [en şerefli] ve ihtiyarca en geniş olan insandır. Hâlbuki, insanın, ef’âl-i ihtiyariyesi [iradeyle yapılan davranışlar, fiiller] içinde en hafifi ve en zâhiri, söz söylemesi ve yemek ve içmesi ve düşünmesidir. Hâlbuki, insanın bunlarda dest-i ihtiyarının [irade ve dileme eli] müdahalesi ne kadar az olduğu, azıcık düşünmekle anlaşılır. Hâlbuki, mahlûkatın en eşrefi [en şerefli] olan insanın eli, tasarruf-u hakikîden [gerçek anlamda dilediği gibi kullanma ve yönetme] bu derece bağlı olsa, başka hayvanat ve cemadat, [cansız varlıklar] sırf birer memlûktan [köle, kul] ve Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] hesabıyla dönen ve çalışan birer mahlûk-u musahhardan başka birşey değillerdir.

Sair esasatın, [esaslar] bu iki esasın gibi esassızdırlar. Seni bu hatâya düşüren, senin yek-çeşm [tek gözlü] dehândır. Çünkü sen Rabbini unuttun. Hikmet-i san’at-ı Rabbaniyeye “kör tabiat” namını taktın. Âsâr-ı rahmeti, [rahmet eserleri] o mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] tabiata istinad ederek, esbaba isnat ettin, küfrana [inançsızlık, inkâr] başladın. Allah’ın malını bazı şeytan tağutlara [ibadet edilen bâtıl şey, put] taksim ettin, küfre [inançsızlık, inkâr] girdin. İşte bu dalâletindendir [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ki, senin nazarında her bir insan, belki her bir hayvan, nihayetsiz hâcâtının tahsili için, hesapsız düşmanlarına karşı tek başıyla mücadele ve musaraa etmeye muztardır. [çaresiz] Fakat neyle, hangi silâhla?

Evet, zerre gibi bir iktidar, saç gibi bir ihtiyar, zevale [geçip gitme] mâruz lem’a [parıltı] gibi bir şuur, intifaya [yok olma, sönme] mâruz şule [gür ışık/alev] gibi bir hayat, kısalıkta, dakika gibi bir ömürle musaraa etmek lâzım gelir. Hâlbuki, bütün elinde olanı sarf etsen, hadsiz metalibinden [istenen şeyler, istekler, arzular] birisini de tahsile kâfi [yeterli] değil. Bir musibete düşsen, kör, sağır esbabdan istimdat [medet isteme] edersin. İşte karanlıklı dehân, beşerin edyân-ı semâvî nuruyla gündüz rengini [rengârenk, süslü, parlak]

80

almış ömrünü geceye tebdil [başka bir şeyle değiştirme] etti. Yalnız o muzlim [karanlık] geceyi, yalancı ve müstehzî [alay eden] bazı ışıklarla tenvir [aydınlatma] etmişsin.

İşte her bir zîhayat, [canlı] evvelki yolda gördüğümüz bîçare adama benzer ki, sahipsiz ve âciz oldukları halde, hadsiz merhametsiz zâlimlerin hücumuna mâruzdur. Bütün dünya bir matemhane-i umumî, [genel yas evi] yani zikirhane olan dünyayı, bir matemhane şeklinde gösterdin. Tesbihat olan asvâtı, elîm firak [ayrılık] ve zeval [geçip gitme] vaveylâları [feryat, figan] tarzında işittiriyorsun.

Şimdi, senin felsefen tilmizleriyle [öğrenci] Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tilmizlerinin [öğrenci] muvazenelerine [karşılaştırma/denge] bak:

Senin hâlis tilmizin, [öğrenci] bir Firavun’dur. Fakat, menfaati için en hasis birşeye de ibadet eder bir Firavun-u zelildir. [alçak bir firavun] Her nâfi [faydalı] şeyi kendine rab tanır.

Kur’ân’ın hâlis tilmizi [öğrenci] ise abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata [varlıkların en büyükleri] da ibadete tenezzül etmez. Ve âzam-ı menfaat [menfaatin en büyüğü] olan Cenneti, gaye-i ibadet [ibadetin gayesi] kabul etmez bir abd-i azizdir. [izzetli kul, Allah’tan başkasına müracaat etmeyen ve minnet duymayan kul]

Hem senin tilmizin, [öğrenci] mütemerrid [inatçı] ve muanniddir. [inatçı] Fakat, bir lezzet için nihayet zilleti [alçaklık] kabul eden ve bir menfaat-i hasise [âdi, değersiz çıkar] için şeytan gibi şahısların ayağını öpmekle zillet [alçaklık] gösteren bir miskin-i zelildir.

Kur’ân’ın tilmizi [öğrenci] ise, mütevazi, [alçakgönüllü] heyyin, yani âsân [kolay] ve leyyin, yani yumuşaktır. Fakat, Fâtırının [benzeri bulunmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah] gayrına, daire-i izni haricinde [izin verdiği daire dışında] tezellüle [alçalma] tenezzül etmez.

Hem senin tilmizin, [öğrenci] cebbar [zorba] ve mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad [dayanak noktası] bulmadığı için, zâtında gayet aczle âciz bir cebbar[zorba] hodfuruştur.

Kur’ân’ın tilmizi [öğrenci] ise fakir ve zayıftır; fakr ve zaafını [zayıflık, güçsüzlük] bilir. Fakat onun

81

Malik-i Kerîmi ona iddihar [biriktirme, depolama] ettiği servetle müstağnidir. [çok üstün ve ötede bulunan] Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. [güçlü, kuvvetli]

Hem senin tilmizin [öğrenci] menfaatperest ve hodendişliktir [yalnız kendini düşünen] ki, o tilmizin [öğrenci] gaye-i himmeti, [gayret ve çaba harcanarak ulaşmak istenilen hedef, gaye] nefis ve batnın [iç] hevesatını tatmindir. Ve menfaat-i şahsiyesini—bazan—kavminin [kişisel çıkar] menfaati içinde kavminin menfaati namıyla; ve menfaat-i nefsini, [kişisel çıkar] menfaat-i millet namıyla arar. Ya rikkat-i cinsiye [insanın kendi cinsinden olana acıması] eleminden kurtulmak ister; veya hırsını veya gururunu veya hubb-u cahını [makam sevgisi] o milliyetperverlik [kendi milletine düşkün olma] cihetinde teskin eder. Elhasıl, [kısaca, özetle] nefsinden başka hakikî hiç birşeye muhabbet etmez. Herşeyi kendi nefsine feda eder.

Kur’ân’ın tilmizi [öğrenci] ise, yalnız liveçhillah ve rıza-yı İlâhî [Allah rızası] için ve fazilet için o derece nefsinin menfaatinden tecerrüd [sıyrılma] eder ki, Cennet-i ebediyeyi [sonsuz Cennet hayatı] dahi hakikî maksat ve gaye-i ibadet [ibadetin gayesi] yapmaz. Nerede kaldı ki, bu dünya-yı zailenin fâni olan menafii onu, hakikî maksat ve gayesinden çevirsin.

İşte, o iki halis tilmizin [öğrenci] himmetlerinin [ciddi gayret] birbirinden ne derece mütefavit [birbirinden farklı] ve mugayir [aykırı, zıt] olduğu bununla anlaşılır.

Evet, Kur’ân’ın tilmizi, [öğrenci] en büyük şeyleri, arş ve şems gibi mevcutları birer memur, birer mahlûk, musahhar [boyun eğdirilmiş] birer âciz tanır. Ruhunda, bütün ehl-i semâvât [gök ehli, melekler ve ruhanîler] ve arz salihlerine karşı öyle bir alâka-i şedide-i uhuvvetkârane hisseder ki, ehl-i beytine dua ettiği gibi, an samimi’l-kalb onlara da dua edip, saadetleriyle mes’ut olduğunu gösterir.

Bu iki tilmizin [öğrenci] mürüvvetlerinin derece-i farkına bak ki:

82

Senin tilmizin, [öğrenci] nefsi için kardeşinden kaçar. Kur’ân’ın tilmizi [öğrenci] ise, bütün ibadı, belki bütün mahlûkatı kendine kardeş görür.

Kur’ân-ı Kerimin, tilmizlerine [öğrenci] verdiği ulviyet ve kıymet bununla anlaşılır ki:

Bu küçük insan, küçük bir mikroba mağlûp ve ednâ [basit, aşağı] bir kerb ile yere düştüğü ve o kadar zayıf olduğu halde; Kur’ân-ı Kerimin feyiz ve irşadıyla [doğru yol gösterme] o derece yükseklenir ve o derece letâifi [duygular] inbisat [genişleme, yayılma] eder ki, dünya mevcudatını [var edilenler, varlıklar] ve zerrat-ı kâinatı tesbih tanesi edip, Mâbudunu [ibadet edilen] o adetle zikreder. Hatta bir kısımları bunları da az görüp, Mâbud-u Zülcelâlin liyakatini göstermek için gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] adetle, gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] tesbihle Mâbud-u Zülcemâli zikrediyorlar. Dünya zerratının [atomlar] virdlerine [devamlı yapılan zikir] kâfi [yeterli] bir tesbih olmadığını ve nakıs [eksik, kusurlu] olduğunu gören ve Cenneti zikirlerine gaye tanımayan ulüvv-ü himmet [çok gayretli olmak, yüksek himmet sahibi olmak] sahibi o tilmizler, [öğrenci] kendi nefislerini en ednâ [basit, aşağı] bir mahlûk-u İlâhîden [Allah tarafından yaratılmış] efdal görmediklerini gösteren bir hâlle, nihayet derecede tevazu [alçakgönüllülük] ve mahviyet [alçakgönüllülük] gösteriyorlar. O şecere-i tuba-i Kur’âniyenin had ve hesaba gelmez münevver [aydın] meyvelerinden Kutb-u Geylânî, Rufâî, Şâzelî [kural dışı] gibi zâkirleri [zikreden] dinle. Nasıl, tesbih tanelerine bedel zerrat-ı kâinatın silsilelerini ellerinde tutmuşlar, öylece Mabudun zikrini çekiyorlar!

Ey Avrupanın ruh-u habisi! Felâket-i mâneviye-i beşeriyenin sebebi olan desatirinden bazılarını sabıkan [bundan önce] zikrettik. Şimdi, beşerin saadet-i mâneviyesine menşe olan desatir-i Kur’âniyenin yalnız bir-ikisine işaret edeceğiz:

Evet, hüdâ-yı Kur’ânî [Kur’ân’ın gösterdiği hak ve hidayet yolu] böyle insana hitaben der: Ey insan! Senin elinde olan hayatın ve vücudun ve nefsin ve malın emanettir. Onlar, herşeye kadîr ve herşeye alîm bir Mâlik-i Kerîmin [bol ihsan ve ikram sahibi olan, herşeyin sahibi olan Allah] mülküdür. O Mâlik-i Kerîm [bol ihsan ve ikram sahibi olan, herşeyin sahibi olan Allah] ve Rahîm,  

83

kemâl-i kereminden, [lütuf ve cömertliğin mükemmelliği, kusursuz ikram edicilik] sende emanet olan kendi mülkünü senden satın almak istiyor. Ta senin için muhafaza etsin. Senin elinde beyhude zâyi olmasın. Sonunda, sana büyük fayda versin. Sen bir memursun, asker gibi muvazzafsın. Öyleyse, onun namıyla çalış, onun hesabıyla sa’y [çalışma] et. Muhtaç olduğun bütün şeyleri sana bahşeden ve rızkını veren, muktedir olmadığın şeylerden seni hıfzeden Odur. Senin gaye-i hayatın, [hayatın gayesi] Mâbudun [ibadet edilen] tecelliyatına ve esmâ [Allah’ın isimleri] ve şuûnâtına [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] mazhariyettir. Sana bir musibet geldiği vakit de ki: اِنَّا لِلّٰهِ “Ben, Onun hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer Rabbimin izin ve rızasıyla gelmişsen, merhaba, safa [zevk, keyif] geldin.

وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ 1 Biz Ona gideriz ve onun rüyetine [Allah’ın cemâlini görme] müştakız. [arzulu, aşırı istekli] Günün birinde elbette bizi hayatın vazife ve tekâlifinden [Allah tarafından yüklenen görevler ve sorumluluklar] âzâd edecektir. Ne var, o azatlık bugün olsun. Hem, ey musibet, senin elinde olsun. Yok, eğer Rabbimin irade ve emriyle beni tecrübe ve imtihan için gelmişsen, fakat Rabbimin beni azat etmeye izin ve rızası yoksa, kuvvetim yettikçe ben, emaneti emin olmayana teslim etmeyeceğim. Haydi git, ey zâlim musibet!”

Ey hayalî arkadaşım! Hakikat-i hal, [bir şeyin gerçek durumu] iki tarafta bu minval [hareket tarzı, davranış, usul, yol] üzeredir. Lâkin, hidayet ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] derecat[dereceler] insan mütefavittir. [birbirinden farklı] Meratib-i gaflette insanlar muhteliftir. Şu zamanın gafleti o derecede kalınlaşmış ve öyle uyutucu bir tarzda iptal-i his [hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirme] etmiş ki, medenîler, evvelki yolun elîm elemini hissetmiyorlar. Lâkin, hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdü [artma] ile ve mevt-âlûd [ölümcül, ölümle karışık] inkılâbatın [değişim, devrim] ikazatıyla [uyarılar] şu perde-i gaflet [gaflet perdesi] parçalanacaktır.

84

Binlerle veyl [yazık] o Müslüman evlâtlarına ki, ecnebîlerin tağutlarına [ibadet edilen bâtıl şey, put] ve felsefelerine aldanıp, Kur’ân-ı Kerimin dersini unutur.

Ey gençler ve ey İslâm evlâtları! Avrupa’nın size karşı olan merhametsiz zulüm ve adavetine [düşmanlık] ve batıl efkârına [fikirler] ne akılla muhabbet edip onları taklit ediyorsunuz ve onlara ittibaen [tabi olma, uyma] sefahetlerine [ahmaklık, beyinsizlik] iştirak ve saflarına iltihakla [karışma, katılma] mukabele [karşılama; karşılık verme] ediyorsunuz? Onları taklit ve onlara ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ile beraber dâvâ-yı hamiyet yalandır. Milleti istihfaf [hafife alma] ve milliyetle istihzadır! [alay etme]

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bizi de, sizi de tarik-i müstakimden ayırmayıp hidayette kılsın. Âmin.

ba

85

On ikinci ders

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً بِاِذْنِ اللهِ * 1

Ey birader! Küffar ve ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] kesret-i adediyle beraber bazı hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] inkârlarında ittifakları seni sarsmasın. Çünkü kıymet, kesrette [çokluk] değildir. Zira insan, insan olmadığı vakit, şeytan bir hayvan olur. Ecnebîler gibi ihtirasat-ı hayvaniyede terakki [ilerleme] ettikçe hayvaniyeti şiddetlenir, daha ziyade hayvan olur. Hayvanatın kemiyetçe [sayıca] kesreti; [çokluk] ve insanın, hayvanata nisbeten kılleti [azlık] malûm… Hâlbuki hayvanat, insan için halk olunmuştur.

Küffarın tarifi ise: Küffar, hayvanat-ı İlâhîden bir nev’i habistirler [çirkin, pis] ki; imaret-i dünyaya [dünyanın imar edilmesi, üzerinde yapıların kurulması] ve hem mü’minlere derecat[dereceler] niam-ı İlâhiyeyi [Allah’ın nimetleri] anlamaya bir vâhid-i kıyasî [ölçü birimi] olmak için halk edilmişler ve imhal [süre verilme] edilmişlerdir. Şu küffar denilen bu nev’i hayvanatın, hakkı inkâr edip nefyetmekte [gönderilme, sürgün] ittifakları kuvvetsizdir.

Evet, küfür, çendan [gerçi] ispat sûretinde de olsa, nefiydir, [inkâr] inkârdır, cehildir, [bilgisizlik] ademdir. Binler ehl-i nefiy ve inkârın iki ehl-i ispata karşı sözleri bâtıldır, sukut [alçalış, düşüş] eder.

Meselâ, bütün bir şehrin ahalisi, Ramazan ayına bakıyorlar. Binler insan, “yok” diye nefiy [inkâr] ve inkâr etseler, iki adam da ispat edip şehadet etse, bütün inkâr edenlerin sözleri hiçe iner. Acaba, kâr-ı akıl [akıl kârı] mıdır ki, sen desen: “Bu kadar binlerle

86

insanların tevatürlerini [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] kabul ederim, o iki adamın şehadetlerini reddederim”?

Aynen bunun gibi, biri çıksa dese, “Koca Avrupa’nın bu kadar hükema[âlimler, filozoflar] şu hakikat-i imaniyeyi [iman gerçeği] inkâr ediyorlar. Bizim iki hocamızın sözü nasıl tercih ediliyor?”

Ey bîçare nâdân! Mesele hiç öyle değil. Bu söze hiç hakkın yok. Belki bu mesele, hiç ehil olmadıkları meselelerde nâ-ehil birkaç fuzulînin [lüzumsuz] hadsiz ehl-i ihtisasa [sahasında uzman olan kimseler] karşı söz söylemesidir.

Bir iki hoca dediğin, milyarlar beşerin güneşleri hükmünde olan Şeyh Geylânî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, Şâh-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbanî gibi ehl-i ihtisasın [sahasında uzman olan kimseler] icmâlarıdır [özet] ki, o hakikati görmüşler, gösteriyorlar. Koca Avrupa hükema[âlimler, filozoflar] dediğin, maddeperest, akılları gözlerine sukut [alçalış, düşüş] etmiş, mâneviyattan uzaklaşmış, şems-i hakikatten [hakikat güneşi] ve hilâl-i haktan âmileşmiş, hakkı görmedikleri için hakkı nefyeden, [gönderilme, sürgün] haddinden tecavüz etmiş san’atkârlardır. [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah]

قَدْ يُنْكِرُ الْعَيْنُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ * وَيُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَ الْمَۤاءِ مِنْ سَقَمٍ * 1

Yani, bazı gözü hasta olan kimse, güneşin ziyasını; ve vücudu hasta olan kimse de, suyun tadını inkâr ediyorlar.

ba

87

On üçüncü ders

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا * 1

Ey serab-ı gururu, şarab-ı tahur zanneden Said-i hodfuruş! Hikmet, hayr-ı kesir [büyük, çok hayır] olduğunu işittin. Fakat yanlış yola gitmiştin. Şu kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] hikmetini, maanisinde aramadın. Gittin, nukuşunda [işlemeler] taharri [araştırma] ettin. Hikmet-i kudsiye-i [mukaddes, kusursuz ve eksiksiz hikmet] Kur’âniyeyle hikmet-i felsefe-i [felsefe ilmi] insanın farklarını görmek istersen, şu temsile güzel bak:

Bir zaman dindar, san’atkâr [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir hâkim, Kur’ân’ı acip bir tarzda yazmış. Bazı hurufatını [harfler] elmas ve zümrütle, bir kısmını altun ve gümüşle, bir kısmını daha kıymettar cevherlerle yazıp öyle müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] ve münakkaş [nakışlanmış] etmişti ki, o Kur’ân’ı, kıraatini bilen ve bilmeyen herkes temaşa edip istihsan [beğenme, güzel bulma] ederdi. Fakat o Kur’ân’ın mânâsındaki ziynet ve güzellik, zâhirî ziynetinden milyon mertebe daha âli, [yüce] daha gàlî, belki nispet kabul etmez derecededir.

O hâkim, şu musannâ [san’atla yapılmış] ve murassâ [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] Kur’ân-ı Hakîmi, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bir ecnebî feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Ve emretti ki, “Her biriniz buna dair birer eser yazınız.”

Her biri, o Kur’ân’a dâir birer kitap telif [kaleme alma] etti. Fakat feylesofun kitabı, yalnız hurufun [harfler] nakışlarından [işleme] ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden [özellik] ve târifatından bahseder. Mânâsına hiç ilişmez. Zira o ecnebî

88

adam, Arapça okumasını hiç bilmez. Hatta o müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] Kur’ân’ın kitap olduğunu bilmiyor. Ve ona, münakkaş [nakışlanmış] bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin o ecnebî feylesof, [felsefe ile uğraşan, felsefeci] her ne kadar Arapça bilmiyor, fakat iyi bir mühendistir, güzel bir musavvirdir, [her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler veren Allah] mâhir bir kimyagerdir, sarraf [anlayan, değer veren] bir cevhercidir.

Amma Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit, “O Kitab-ı Mübîndir, [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] Kur’ân-ı Hakîmdir” [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] anladı. Tezyinat-ı zahîrisine ehemmiyet vermedi. Hurufunun [harfler] nakışlarıyla [işleme] iştigal [meşgul olma, uğraşma] etmedi. Belki öyle birşeyle meşgul oldu ki, ötekinin meselelerinden milyon mertebe daha âli [yüce] ve daha gàlî, daha lâtif, [berrak, şirin, hoş] daha şerif, daha nâfi, [faydalı] daha câmi. Çünkü o Müslüman âlim, o Kur’ân’ın perde-i nukuşu altında olan hakaik-i kudsiyesinden [mukaddes hakikatler, gerçekler] ve envar [nurlar] ve esrarından bahsederek bir güzel tefsir yazdı.

Sonra, ikisi de eserlerini hâkime takdim ettiler. Hâkim, evvel feylesofun eserine baktı. Gördü ki, o hodpesent, tabiatperest adam çok çalışmış; fakat hiç hikmetini ve mânâsını anlamamış. Belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edepsizlik etmiş. Mânâsız nukuş [işlemeler] zannederek, kıymetsizlikle tahkir [aşağılama] etmiş. Hâkim dahi eserini başına vurdu. O feylesofu huzurundan çıkardı.

Sonra öteki âlimin eserine baktı. Gördü ki, gayet güzel nâfi [faydalı] bir tefsirdir ve hakîmane ve mürşidâne bir teliftir. [kaleme alma] “Âferin!” dedi. “İşte âlim ve hakîm buna derler. Öteki, haddinden tecavüz etmiş bir san’atkârdır.” [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah]

Eğer temsilî fehmettinse, bak, hakikati gör.

Amma o müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] Kur’ân ise, şu musannâ [san’atla yapılmış] kâinattır. O Hâkim ise, Hakîm-i Ezelîdir. [her işini hikmetle yapan ve varlığının başlangıcı olmayıp zamanla kayıtlı olmayan Allah] O iki adam ise, birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefedir [felsefe ilmi] ve hükemasıdır. [âlimler, filozoflar] Diğeri, Kur’ân ve tilmizleridir. [öğrenci] Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] şu Kur’ân-ı azîm-i kâinatın [büyük bir Kur’ân gibi derin mânâlar ifade eden kâinat] bir müfessiridir, [açıklayan, yorumlayan] bir tercümanıdır.

89

Evet, Furkan-ı Hakîmdir [doğru ile yanlışı birbirinden ayıran hikmetli Kur’ân] ki, şu sahaif-i kâinatta kalem-i kudretle [Allah’ın kudret kalemi] yazılan âyât-ı tekviniyeyi [yaratılışa ait âyetler, deliller] beşere ders verir. Mevcudata, [var edilenler, varlıklar] mânâ-yı harfiyle bakar. “Ne güzel yapılmış, ne güzel delâlet ediyor” der. Kâinatın hakikî güzelliğini gösterir.

İlm-i hikmet dedikleri felsefe ise, sahaif-i kâinatın hurufunun [harfler] tezyinat [süslemeler] ve münasebatına [bağlantılar, ilişkiler] dalmış, sersemleşmiş. Hurufata, [harfler] mânâ-yı harfiyle bakmak lâzım gelirken, mânâ-yı ismiyle bakmış. “Ne güzel yapılmış” diyecek yerde, “Ne güzeldir” deyip çirkinleştirmiş. Kâinatı tahkir [aşağılama] edip, kendisine müştekî etmiştir.

وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ فَهُوَ حَسْبُهُ * 1

Ey Said! Saadet istersen, tevekkül et. Fakat tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, müsebbebatı [netice, eser, sebebin sonucu] ve netaicini Hâlıktan [her şeyi yaratan Allah] istemektir.

Esbaba teşebbüs, bir nevi dua-yı fiilîdir. [fiilî dua, gerekli şartları ve sebepleri yerine getirerek yapılan dua] Vesait [araçlar, vasıtalar] ise, perde-i dest-i kudrettir.

Evet, tevekkül etsen, dünyada istirahatin, âhirette istifaden kat’îdir. Mütevekkil ile, sözü anlamayan gayr-ı mütevekkilin misâlleri şu hikâyeye benzer ki:

İki adam, bellerine ve başlarına ağır yükler yükletip bir sefineye [gemi] bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bıraktı, üstünde oturdu, nezaret etti. Diğeri, hem ahmak, hem mağrur, yükünü yere bırakmadı.

Ona denildi: “Şu ağır yükünü gemiye bırak, rahat et.”

O dedi: “Yok, ben kuvvetliyim. Yükümü, hem belimde, hem başımda muhafaza ederim.”

Ona denildi: “Bizi ve seni kaldıran şu gemi daha kuvvetlidir; daha güzel muhafaza eder. Hem gittikçe kuvvetten düşen belin ve akılsız başın, şu gittikçe ağırlaşan yüklere takat getiremeyecek. Hem dahi, gemi kaptanı seni böyle görse, ya ‘Divanedir’ der, seni tard [kovma] eder; ya ‘Haindir’ der, ‘Gemimizi itham [suçlama] ediyor

90

ve bizimle istihza [alay etme] ediyor, hapsediniz’ der, seni hapsettirir. Hem herkese de maskara olursun. Çünkü, zaafiyetini [zayıflık, güçsüzlük] gösteren tekebbürünle, [büyüklenme] aczini gösteren gururunla, riyayı gösteren tasannuunla [yapmacık] kendine mudhike yaparsın. Herkes sana gülecek.”

O bîçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. “Oh! Allah senden razı olsun. Zahmetten ve hapisten ve maskaralıktan kurtuldum” dedi.

ba

91

On dördüncü ders

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَللهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ وَكِيلٌ * لَهُ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ * 1

فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ * 2

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَۤائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ * 3

مَا مِنْ دَۤابَّةٍ اِلاَّ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا اِنَّ رَبِّى عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ * 4

Tevhid-i hakikinin hâlis güneşinden on dört lem’adır, [parıltı] yani, on dört lâmbadır.

BİRİNCİ LEM’A [parıltı]

Ey gafil esbabperest [sebeplere tapan] insan! Esbab bir perdedir. Çünkü izzet [büyüklük, yücelik] ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedaniyedir. Çünkü tevhid ve celâl öyle ister. Sultan-ı Ezelînin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] memurları, saltanat-ı rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] icraatçıları değildirler, belki dellâlları [davetçi, ilan edici] ve nâzırlarıdırlar. Çünkü, memurlar ve vesaitler, [araçlar, vasıtalar] izzet-i kudretini [kudretin izzet ve şerefi] ve haşmet-i rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] izhar [açığa çıkarma, gösterme] içindirler. Yoksa, sultan-ı insanî gibi acz ve ihtiyacı

92

için, memurlarını saltanatına şerik etmiş değildir. Esbab, [sebebler] haksız şekvâlar [şikayet] Âdil-i Mutlaka [sınırsız adâlet sahibi Allah] tevcih [yöneltme] edilmemek için vaz edilmiştir.

Evet, izzet [büyüklük, yücelik] ve azamet ister ki, esbab, [sebebler] perdedar-ı dest-i kudret olsun aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab-ı dâmenkeş, ellerini çeksin tesir-i hakikîden. [gerçek tesir]

İKİNCİ LEM’A [parıltı]

Evet, Sâni-i Zülcelâlin, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] her masnu [san’at eseri] üstünde bir Hâlık-ı Külli Şeye [herşeyin yaratıcısı olan Allah] has bir sikkesi; [mühür] her mahlûku üstünde bir Sâni-i Külli Şeye [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] mahsus bir hatemi; [mühür, damga] ve kalem-i kudretinin [Allah’ın kudret kalemi] menşuru üstünde taklit kabul etmez mükemmel bir turra-i garrâ[parlak mühür] vardır. Meselâ, hesapsız sikkelerinden [mühür] hayat üstünde koyduğu sikkeye [mühür] bak ki: Birşeyden herşeyi yapar, hem herşeyden birşey yapar.

Evet, bir içilen sudan, hesapsız âzâ ve cihazat-ı hayvaniyeyi yapar. Hem ekl [yeme] edilen bütün muhtelif et’imeden, [yiyecekler] hayvanî olsun, nebatî [bitkisel] olsun, bir cism-i has ve belki bir cild-i mahsus, belki bir cihaz-ı basit yapar. Evet, sen de aklın varsa anlarsın ki, birşeyden herşeyi yapmak ve herşeyden birşey yapmak, herşeyin Sâniine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] has ve Hâlık-ı Külli Şeye [herşeyin yaratıcısı olan Allah] mahsus bir sikkedir. [mühür]

ÜÇÜNCÜ LEM’A [parıltı]

Hem meselâ, zîhayat [canlı] üstünde koyduğu hâteme bak. O zîhayat, [canlı] âdetâ kâinatın bir misâl-i musağğarı ve şecere-i âlemin bir semeresi [meyve] ve şu âlemin bir çekirdeği gibi, envâ-ı âlemin [âlemdeki çeşitler, türler] ekserî nümunelerini câmi. Güya o zîhayat, [canlı] gayet hassas mizanlarla, [ölçü] mecmuu kâinattan süzülmüş bir katredir. [damla] Demek, şu zîhayatı [canlı] halk etmek için, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] tutmak lâzım gelir.

93

İşte, aklın varsa anlarsın ki, birşeyi, meselâ balarısını ekser eşyaya bir nev’i fihriste yapmak; birşeyde, meselâ insanda, şu kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] hemen bütün mesailini [meseleler] yazmak; birşeyde, meselâ küçücük incir çekirdeğinde koca incir ağacının programını ve kalb-i beşerde [insan kalbi] şu âlem-i kebirin [büyük âlem, evren] bir nev’i programını ve kuvve-i hâfızada [hafıza duyusu, bellek] hâdisât-ı kevniyenin [kâinatta meydana gelen hâdiseler] mufassal [ayrıntılı] fihristesini derc [yerleştirme] etmek, elbette Hâlık-ı Küll-i Şeye [herşeyin yaratıcısı olan Allah] has ve bu kâinatın Rabbine mahsus bir hatemdir. [mühür, damga]

DÖRDÜNCÜ LEM’A [parıltı]

İhyâ üstünde koyduğu turrasına [mühür, nişan] bak: Meselâ, güneş, her bir şeffaf üstünde, seyyarattan [gezegenler] tut, ta katarata, [damlalar] ta zerrat-ı zücaciyeye ve tereşşuhatına [belirti] kadar her biri üstünde cilve-i misâliyesini gösteren turra[mühür, nişan] olduğu gibi; Şems-i Sermedin [devamlı ve sürekli güneş] ve tecellî-i ehadiyetin [Allah’ın birliğinin her bir yaratıkta görünmesi] ihyâ [diriltme, hayat verme] cihetinde her bir zîhayat [canlı] üstünde öyle bir turra[mühür, nişan] vardır ki, faraza bütün esbab [sebebler] toplansa, yine o turranın [mühür, nişan] taklidini yapamaz.

Nasıl ki katrelerde [damla] görünen güneşin timsalleri [görüntü] güneşin tecellîsine verilmediği vakit, her bir katrede [damla] ve ziyaya mâruz her bir cam parçasında ve her bir zerre-i şeffafede, tabiî ve hakikî bir güneşin vücudunu bil’asâle [bizzat] kabul etmek lâzım gelir. Bu hal ise, belâhetin [aptallık] nihayetsiz derekesidir. [aşağı derece] Öyle de, Şems-i Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] şuaları olan ve esmâsının nokta-i mihrakiyesi [odak noktası] hükmünde olan her bir zîhayat [canlı] üstündeki tecellî-i ehadiyeti, [Allah’ın birliğinin her bir yaratıkta görünmesi] Ehad ve Samed [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] olan Zât-ı Akdese [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] verilmediği vakit, her bir zîhayatta, [canlı] hatta sinekte ve çiçekte, nihayetsiz bir kudret-i fâtıra, [yaratıcı kudret] bir ilm-i muhit, [her şeyi kuşatan ilim] bir irade-i mutlaka, [sınırsız irade] hem Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] mahsus sair sıfatları o zîhayatın [canlı] içinde

94

kabul etmek; ve âdetâ o zîhayatın [canlı] her bir zerresine bir ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] vermek gibi dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] en eblehcesini [ahmak] kabul etmek lâzımdır. Zira zerrelere, hususan tohum zerreleri olsa, öyle bir vaziyet verilmiş ki, o zerreler, cüz olduğu zîhayata, [canlı] belki o zîhayatın [canlı] nev’ine, belki muhtaç olduğu bütün mevcudata [var edilenler, varlıklar] karşı öyle bir mevki alıyorlar ki, eğer o zerrelerin nispeti Kadîr-i Mutlaktan [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] kesilse, o vakit, o zerrelerin her birine, herşeyi görür bir göz, herşeyi muhit bir şuur vermek lâzım gelir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Nasıl ki katrelerde [damla] olan güneşçikler, güneşin cilvesine verilmezse, nihayetsiz güneşleri kabul etmek lâzım geliyor. Öyle de, herşeyi Kadîr-i Mutlaka [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] vermezsek, gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] ilâheleri kabul etmek lâzım gelir.

BEŞİNCİ LEM’A [parıltı]

Evet, nasıl ki, bir kitap olsa, hususan o kitap yazma olsa, o kitabı yazmak için bir kalem kâfidir. Eğer o kitap, basma veya matbu olsa, hurufatı adedince kalemler, yani demir harfler lâzım ki, tab [basma] edilebilsin. Şayet o kitabın bazı harflerinde ince hatla kitabın ekseri yazılmışsa, bütün o demir harflerin küçücükleri, o tek harfe lâzım; ta o kitap tab [basma] edilebilsin.

Aynen öyle de, şu kitab-ı kâinatı, [kâinat kitabı] kalem-i kudretin, [Allah’ın kudret kalemi] Zât-ı Ehadin [herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah] mektubu desen, vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde suhulet [kolaylık] ve mâkuliyet [akla uygunluk] yoluna gidersin. Eğer tabiata isnad etsen, imtinâ ve muhal [bâtıl, boş söz] derecesinde bir suubet [zorluk] ve hiçbir vehmin kabul etmeyeceği bir hurafat yoluna gidersin. Çünkü, tabiat için her bir cüz toprakta ve suda ve havada, milyarlarla madenî matbaalar, fabrikalar bulunması lâzım ki, hesapsız ezhar [çiçekler] ve esmârın teşekkülâtına [kendi kendine oluşma] mazhar [erişme, nail olma] olabilsin. Zira, her bir cüz toprak, ekser nebatata [bitki] menşe olabilir. Hususan meyveli olsalar, çiçekli olsalar, teşekkülâtları [kendi kendine oluşma] o kadar muntazam, o kadar mevzun, [ölçülü] o kadar mümtaz, [seçkin] o kadar ayrıdır ki; her birisi için yalnız ona mahsus birer ayrı fabrika veya ayrı birer matbaa lâzımdır. Demek tabiatın her birşeyde, her birşeyin makinelerini bulundurmaya mecburdur. İşte şu hurafeden, hurafeciler dahi utanıyorlar.

95

ALTINCI LEM’A [parıltı]

Elhasıl: [kısaca, özetle] Nasıl bir kitabın her bir harfi, kendi nefsini ve kendi vücudunu bir harf kadar gösterir ve bir vecihle [yön] kendi nefsine ve vücuduna delâlet eder. Lâkin kâtibini on kelimeyle tarif eder ve birkaç vecihle [yön] gösterir. Öyle de, şu kitab-ı kebîr-i âlemin her bir harfi, kendi vücuduna cirmi [büyük cisim] kadar delâlet eder ve gösterir. Fakat Nakkaş-ı Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları bir nakış halinde yaratan Allah] esmâsını bir kaside [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] kadar tarif eder, gösterir. Demek hem kendini, hem bütün kâinatı inkâr eden bir ahmak, yine Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] inkârına gitmemelidir.

YEDİNCİ LEM’A [parıltı]

Nasıl ki, her bir mahlûk-u cüz’î üstünde ehadiyetin [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] sikkesi [mühür] olduğu gibi; her bir nev’i üstünde, her bir küll [bütün] üstünde, ta mecmuu âlem üstünde sikke-i ehadiyet [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] ve hâtem-i vahidiyet [Allah’ın birlik mührü] ve turra-i vahdet [birlik mührü] gayet parlak bir sûrette vaz edilmiştir. İşte bak, sath-ı arzın [yeryüzü] sahifesinde, bahar mevsiminde, Nakkaş-ı Ezelî, [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları bir nakış halinde yaratan Allah] en ekal [azınlık] üç yüz bin nebatat [bitkiler] ve hayvanat envâı[tür] haşir ve neşreder. Nihayetsiz ihtilât [birbirine karışma] ve karışıklık içinde, nihayet derecede imtiyaz ve intizamla bunları iade edip haşrediyor. [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] Çendan [gerçi] bir kısmını aynen iade etmiyor. Fakat ayniyet [aynılık, aynı oluş] derecesinde bir müşabehet [benzeme] ve bir misliyetle [benzer] iade ediyor.

Demek haşr-i bahar, tevhide sikke [mühür] olduğu gibi, haşr-i kıyamete dahi tamamen misâl olabilir. Demek baharda, ihyâ-yı arz [yeryüzünün diriltilmesi] içinde üç yüz bin haşrin nümunelerini kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] icad edip, sahife-i arzda karışık bir halde üç yüz bin muhtelif envâı [tür] hiç hatâsız ve hiç sehivsiz [hatasız] ve hiç karıştırmadan, gayet mevzun [ölçülü] ve  

96

muntazam ve manzum [düzenli] olarak yazmak, nihayetsiz kudret ve ilim ve iradeye mâlik bir Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] sikke-i mahsusa[özel mühür] olduğunu her zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] derk [anlama, algılama] etmesi lâzım gelir. Kur’ân-ı Kerim fermân ediyor ki:

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 1

Evet, ihyâ-yı arz [yeryüzünün diriltilmesi] içinde üç yüz bin haşrin nümunelerini birkaç gün zarfında yapan kudret-i fâtıraya, [yaratıcı kudret] insanın haşri, elbette gayet hafif gelir. Sübhan Dağını bir işaretle kaldıran bir zâta, “Bu kaleyi nasıl kaldıracak?” demek, belâhettir. [aptallık]

SEKİZİNCİ LEM’A [parıltı]

Evet, yeryüzündeki gayet basîrâne [görerek] ve hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] şu tasarruf-u azîm içinde gayet âşikâre bir hâtem-i vâhidiyet görünüyor ki, vüs’at-i mutlaka [sınırsız genişlik] içindeki, sür’at-i mutlaka [sınırsız hız] içindeki, sehavet-i [cömertlik] mutlaka içindeki intizam-ı mutlak [sınırsız düzenlilik] ve hüsn-ü san’at [güzel san’at] ve mükemmeliyet-i hilkat, [yaratılıştaki mükemmellik] her bir fert için öyle bir hâtemdir ki, bu hâtem, ancak gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] bir ilim ve bir kudret sahibine mahsustur.

Evet görüyoruz ki, bütün yeryüzünde, bir vüs’at-ı mutlaka içinde bir sür’at-i mutlaka, [sınırsız hız] hem o sür’at ve vüs’at-i mutlaka [sınırsız genişlik] içinde bir suhulet-i mutlaka, [sınırsız kolaylık] hem o suhulet ve sür’at ve vüs’at-i mutlakayla [sınırsız genişlik] beraber bir cûd [cömertlik] ve sehavet-i [cömertlik] mutlaka içinde, nev’ilerde olduğu gibi, her bir fertte görülen gayet mükemmel bir intizam-ı mutlak [sınırsız düzenlilik] ve gayet mümtaz [seçkin] bir hüsn-ü san’at [güzel san’at] ve gayet mükemmeliyet-i hilkat, [yaratılıştaki mükemmellik] hem bir anda ve her yerde ve bir tarzda, her fertte müşahede edilen bir

97

san’at-ı harika, elbette ve elbette öyle bir Zâtın hâtemidir ki, o Zât-ı Akdes, [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] hiçbir yerde olmadığı halde her yerde hazırdır. Ve hiçbir şey Ondan gizlenemediği gibi, hiçbir şey Ona ağır gelemez. Zerreler ve yıldızlar, Onun kudretine nisbeten müsavidirler. [eşit]

DOKUZUNCU LEM’A [parıltı]

Evet, nasıl ki sahife-i arz üstünde Ehad [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] ve Samedin [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] hâtemlerini görebiliyorsun. Bak, kitab-ı kâinat [kâinat kitabı] üstünde de, büyüklüğü nispetinde bir vuzuh [açıklık] ile hâtem-i vahdet [Allah’ın birlik mührü] okunuyor. Çünkü, şu mevcudat, [var edilenler, varlıklar] bir fabrikanın ve bir kasrın [köşk, saray] ve bir muntazam şehrin eczaları gibi birbirine karşı muavenet [yardım] ellerini uzatmış, birbirinin sual-i hâcetlerine “lebbeyk[“buyurun, emredin efendim”] derler. El ele verip, bir intizamla çalışırlar. Baş başa verip, zevilhayata [canlılar] hizmet ederler. Omuz omuza verip, bir gayeye müteveccihen, [yönelen] bir Müdebbire [idare eden, çekip çeviren] itaat ederler.

Evet, şems ve kamerden, [ay] gece ve gündüzden, kış ve yazdan tut, ta nebatat [bitkiler] hayvanların imdadına, hayvanlar insanların imdadına, zerrat-ı gıdaiye semeratın [meyve] imdadına, mevadd-ı taamiye, hüceyrat[hücrecikler] bedenin imdadına koşup gelmelerine kadar câri olan düstur-u teavünle [yardımlaşma kanunu] bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] Kerîm [cömert, ikram sahibi] bir Mürebbinin [terbiye edici] emriyle hareket ettiklerini gösteriyorlar.

İşte, şu kâinat içinde câri olan bu tesanüd, [dayanışma] bu teavün, [yardımlaşma] bu tecavüb, [birbirine cevap verme] bu teânuk, [birbirine sarılma] bu musahhariyet, [boyun eğmişlik] bu intizam, bir tek Müdebbirin [idare eden, çekip çeviren] terbiyesiyle idare ve bir tek Mürebbînin [eğitici, terbiye edici] tedbiriyle sevk edildiğine kat’iyen [kesinlikle] şehadet eden bu meşhudumuz [görünen] hikmet-i âmme [genel gaye ve fayda; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması] içindeki inayet-i tâmme ve o inayet içindeki rahmet-i vasia ve o

98

rahmet içindeki rızk-ı âmm ve her müterezzika lâyık bir tarzda rızık vermek, öyle parlak bir hâtem-i tevhiddir ki, bütün bütün kör olmayan görür.

ONUNCU LEM’A [parıltı]

Evet, nasıl ki bir tarlada ekilen bir nev’i tohum, o tarlanın, tohum sahibinin taht-ı tasarrufunda [tasarrufu altında] olduğunu; ve o tohum da, tarla mutasarrıfının [dilediği gibi idare eden] taht-ı tasarrufunda [tasarrufu altında] olduğunu gösterir. Öyle de, şu anasır [unsurlar, elementler] denilen mezraa-i masnuatın, [san’at eseri varlıkların tarlası] vâhidiyet [Allah’ın birliği] ve besatet [basitlik, sadelik] ile beraber külliyet ve ihataları; [herşeyi kuşatma] ve şu mahlûkat denilen semerat-ı [meyve] rahmet ve mu’cizat-ı kudret [Allah’ın kudret mu’cizeleri] ve kelimat-ı hikmetin, mümaselet [benzerlik] ve müşabehetleriyle [benzeme] beraber çok yerlerde intişarları, [açığa çıkma, yayılma] ve her tarafta bulunup tavattun [vatan edinme, yerleşme] etmeleri, bir Sâni-i Mu’ciznümânın [mu’cize gösteren ve herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] taht-ı tasarrufunda [tasarrufu altında] olduklarını gösterir. Güya her bir çiçek her bir semere, her bir hayvan, o Sâniin [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] birer sikkesidir, [mühür] birer hâtemidir, birer turrasıdır. [mühür, nişan] Her nerede bulunurlarsa bulunsunlar, lisân-ı hâlle derler ki: “Biz kimin sikkesiyiz, [mühür] bu yerler dahi onundur.”

En ednâ [basit, aşağı] bir mahlûka rububiyet, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] bütün anasırı [unsurlar, elementler] kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] tutan Zâta mahsustur. En basit bir unsuru tedbir ve tedvir [çekip çevirme] etmek, bütün hayvanat ve nebatatı [bitki] ve masnua[san’at eseri] kabza-i rububiyetinde [rububiyet eli] terbiye edene has olduğunu, kör olmayan görür.

Her bir fert misliyet [benzer] lisânıyla der: “Kim bütün nev’ime malik ise, bana malik olabilir. Yoksa olamaz.”

Her nev’i, intişarları [açığa çıkma, yayılma] lisânıyla der: “Kim bütün sath-ı arza [yeryüzü] malik ise, bize malik olabilir, yoksa olamaz.”

99

Arz, tesanüd [dayanışma] lisânıyla der: “Kim bütün kâinata malik ise, bana öyle malik olabilir; yoksa olamaz.”

ON BİRİNCİ LEM’A [parıltı]

Cüz’de, cüz’îde, [ferdî, küçük] küllde, küllîde, bütün âlemde, hayatta zîhayatta, [canlı] ihyâda [diriltme, hayat verme] olan sikkelerden, [mühür] hâtemlerden bazılarına işaret ettik. Şimdi, nev’ilerdeki hesapsız sikkelerden [mühür] bir sikkeye [mühür] işaret edeceğiz.

Evet, nasıl meyvedar bir ağacın hesapsız semereleri [meyve] bir terbiyeyle ve bir kanun-u vahdetle [birlik kanunu] bir merkezden idare edildiklerinden, o ağacın terbiye ve idaresindeki külfet ve meşakkat ve masraf o kadar suhulet [kolaylık] peyda eder ki, şirket ve kesretle [çokluk] terbiye edilen tek bir meyveye müsavi [eşit] olurlar. Demek, şirket-i kesret ve taaddüd-ü merkez, [merkezin çokluğu] her meyve için kemiyetçe, [sayıca] yani adetçe bütün ağaç kadar külfet, masraf ve cihazat ister. Fark, yalnız keyfiyetçedir. Nasıl ki, birtek nefere [asker] lâzım olan teçhizat-ı askeriyeyi [askeri donanım] yapmak için orduya lâzım bütün fabrikalar kadar fabrikalar lâzımdır. Demek, iş vahdetten [Allah’ın birliği] kesrete [çokluk] geçse, kemiyet [çokluk] cihetiyle, efrad [bireyler] adedince külfet ziyadeleşir. İşte, her nev’ide bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görülen suhulet-i fevkalâde, [olağanüstü kolaylık] vahdetten [Allah’ın birliği] ve tevhidden gelen bir yüsr [kolaylık] ve suhuletin eseridir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Bir cinsin bütün envâının [tür] ve bir nev’in bütün efradının [bireyler] âzâ-yı esasîde [temel organlar] muvafakat ve müşabehetleri [benzeme] nasıl ispat eder ki, tek bir Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] masnularıdırlar. Çünkü vahdet-i kalem [kalem birliği] ve ittihad-ı sikke [mühür birliği] öyle ister. Öyle de, bu meşhud [görünen] suhulet-i mutlaka [sınırsız kolaylık] ve külfetsizlik, vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde icap [gerekli kılma] eder ki, bir Sâni-i Vâhidin [bir ve tek olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] eserleri

100

olsun. Yoksa, imtinâ derecesine çıkan bir suubet, [zorluk] o cinsi ve o nev’i in’idama, [yok oluş] ademe götürecekti.

Velhasıl, bütün eşya Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] isnad edilse, birtek şey kadar suhulet [kolaylık] peyda eder. Eğer esbaba isnad edilse, her birşey, bütün eşya kadar suubet [zorluk] peyda eder. Kâinatta fevkalâde ucuzluk ve mebzuliyet, [bolluk] sikke-i vahdeti [Allah’ın birliğini gösteren damga] güneş gibi gösterir.

ON İKİNCİ LEM’A [parıltı]

Cemâlli olan hayat nasıl bir burhan-ı ehadiyettir, [Allah’ın herbir varlıkta görünen birlik delili] celâlli [görkemli, haşmetli, yüce] olan memat [ölüm] dahi bir burhan-ı vâhidiyettir. [Allah’ın bütün varlıkları kaplayan birlik delili]

Evet, nasıl ki güneşe karşı parlayan büyük bir nehr-i cârinin kataratı [damlalar] ve yeryüzünün müteceddid [yenilenen, tazelenen] şeffafatı güneşin misâlî ışığını göstermekle güneşe şehadet ediyorlar. Esbab-ı zahirîleriyle [görünürdeki sebepler] birlikte zevale [geçip gitme] gitmeleriyle ve gurub [batış] ve uful ve fena ve mevtleriyle [ölüm] beraber, arkalarında gelenlerin üstünde yine cilvelerinin devamı, tecellî-i ziyanın istimrarına [devam etme] kat’iyen [kesinlikle] şehadet ederler ki, o misâlî güneşcikler bir bâkî, âlî, dâimî müstemirrü’t-tecellî, [devamlı, kararlı] tek bir güneşin cilveleridir. Zuhurlarıyla güneşin vücudunu, guruplarıyla [batış] güneşin beka ve devamını gösteriyorlar.

Öyle de, şu mevcudat-ı seyyâle, [akıp giden varlıklar] vücutlarıyla, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadet ettikleri gibi; zevalleriyle [geçip gitme] ezeliyetine, sermediyetine [daimîlik, süreklilik] ve ehadiyetine şehadet ederler. Zira, gece ve gündüzün, kış ve yazın, asırlar ve devirlerin değişmesiyle gurub [batış] ve uful ile teceddüd [yenileme] eden masnuat-ı cemile ve

101

mevcudat-ı lâtife [çok hoş ve güzel varlıklar] âlî, [yüce] sermedî, [daimi, sürekli] daimü’t-tecellî bir cemâl-i mücerredin vücudunu ve bekásını ve vahdetini [Allah’ın birliği] gösteriyorlar. Hem, müsebbabatıyla beraber zeval [geçip gitme] bulan esbab-ı süfliyenin hiçliğini gösteriyorlar. Belki bütün san’atlar, bütün esmâsı kudsiyye ve cemile olan Cemîl-i Mutlak [sınırsız güzellik sahibi Allah] Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] müteceddid [yenilenen, tazelenen] san’atları, mütehavvil [değişken] nakışları, [işleme] müteharrik [hareket eden] aynaları, müteakip sikkeleri, [mühür] mütebeddil [değişken] hâtemleri olduklarını gösteriyorlar.

ON ÜÇÜNCÜ LEM’A [parıltı]

Evet, herşey, zerrattan [atomlar] ta seyyarata, [gezegenler] ta şumusa kadar, acz-i zâtîsiyle, Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadet ettiği gibi; o acz-i mutlakla [sınırsız güçsüzlük] beraber nizam-ı umumîde [genel düzen] hayret verici vezaifi [vazifeler, görevler] deruhte [üstüne almak] etmeleri, o Vacibü’l-Vücudun [varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah] vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet eder.

Hem bununla beraber, kâinatın bütün eczaları, her bir cüz elli beş lisânla Zât-ı Ehad [herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah] ve Samede [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] şehadet eder. Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] fehmettiğim o elsineleri icmalen [kısaca, özet olarak] Katre [damla] namında bir Risale-i Arabîde beyan etmişim. İstersen ona müracaat et.

Hem o Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ve vahdeti [Allah’ın birliği] gibi, bütün evsaf-ı kemâliyesine [mükemmel sıfatlar, özellikler] ve cemâliye ve celâliyesine şu mevcudat [var edilenler, varlıklar] şehadet ettikleri gibi; kusursuz, noksaniyetsiz kemâl-i zâtîsini [Cenâb-ı Hakkın Zâtına ait mükemmellik, kusursuzluk] de ispat ederler. Çünkü, eserde kemâl, fiilin kemâline;  

102

fiilin kemâli, ismin kemâline; ismin kemâli, sıfatın kemâline; sıfatın kemâli, şe’nin [belirleyici özellik] kemâline; şe’nin [belirleyici özellik] kemâli, zâtın kemâline, hadsen, zarureten, bedahaten delâlet eder.

Meselâ, nasıl ki kusursuz bir kasrın [köşk, saray] mükemmel nukuş [işlemeler] ve tezyinatı, [süslemeler] arkalarındaki ef’âlin [fiiler, davranışlar] mükemmeliyetini gösterir. O ef’âlin [fiiler, davranışlar] mükemmeliyeti, fâilin [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] esmâsının mükemmeliyetini gösterir. Esmânın mükemmeliyeti, sıfâtın mükemmeliyetini gösterir. Sıfâtın mükemmeliyeti, müsemmânın [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] şuûn-u zâtiyesinin [zâtî nitelikler, özellikler] mükemmeliyetini gösterir. Şuûnun mükemmeliyeti, o nakkaşın [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] zâtının mükemmeliyetini gösterir.

Aynen öyle de, şu kusursuz, fütursuz [usanmadan] âsâr-ı meşhudedeki kemâl, [eksiksiz ve mükemmel olma] bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] Müessirin kemâl-i ef’âline [fiillerdeki mükemmellik] delâlet eder. Kemâl-i ef’âl [fiillerdeki mükemmellik] ise, bilbedahe [açıkça] fâilin [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] kemâl-i esmâsına; [isimlerin mükemmelliği] kemâl-i esmâ [isimlerin mükemmelliği] ise, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] müsemmânın, [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] kemâl-i sıfâtına; kemâl-i sıfât ise, bilyakîn [kesinlikle] Mevsufun [bir sıfatla nitelenen] kemâl-i şuûnuna; [zâtî niteliklerin mükemmelliği; yaratıcılık ve rızık vericilik gibi Cenâb-ı Hakkın Zâtında bulunan kutsal özelliklerin mükemmelliği] kemâl-i şuûn [zâtî niteliklerin mükemmelliği; yaratıcılık ve rızık vericilik gibi Cenâb-ı Hakkın Zâtında bulunan kutsal özelliklerin mükemmelliği] ise, bihakkılyakîn [yaşamış gibi bir kesinlikte] Zîşuûnun [icraat sahibi] kemâl-i zâtına [Cenâb-ı Hakkın Zâtına ait mükemmellik, kusursuzluk] delâlet eder. Âmenna ve saddaknâ.

ON DÖRDÜNCÜ LEM’A [parıltı]

“On Dört Reşha“yı [sızıntı] tazammun [içerme, içine alma] eder.

BİRİNCİ REŞHA [sızıntı]

Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif [tanıtıcı, tarif edici] var: Birisi kitab-ı kâinattır [kâinat kitabı] ki, bir nebze şehadetini işittin. Birisi şu kitab-ı kebîrin [büyük bir kitabı andıran kâinat] âyet-i kübrâ[en büyük delil] olan Hâtemü’l-Enbiyâ [peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur’ân-ı Azîmüşşandır. [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] Şimdi, biz şu ikinci burhan-ı nâtıkı [konuşan delil] aleyhissalâtü vesselâmı tanımalıyız ve dinlemeliyiz.

103

Evet, bak! Sath-ı arz [yeryüzü] bir mescid, Mekke bir mihrap, [imamın cemaate namaz kıldırdığı yer] Medine bir minber; [câmide hutbe okunan yer] Peygamberimiz (a.s.m.), bütün ehl-i imana [Allah’a inanan] imam, bütün insana hatip, bütün enbiyaya [nebiler, peygamberler] reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyadan mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir halka-i zikrin [zikir halkası] serzâkiri; [zikredenlerin başı] bütün enbiya [nebiler, peygamberler] hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar [tap taze] semereleri [meyve] bir şecere-i nuraniyedir [nurlu ağaç] ki, her bir dâvâsını, mu’cizatlarına istinat eden bütün enbiya [nebiler, peygamberler] ve kerametlerine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.

Zira, o burhan-ı nâtık [konuşan delil] aleyhissalâtü vesselâm Lâ ilâhe illâllah der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, mazi [geçmiş] ve müstakbel [gelecek] taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, [zikreden] aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile, mânen Sadakte [“doğru söyledin”] ve bilhakkı natakte [hakkı konuştun] derler.

Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir iddiâya parmak karıştırsın?

İKİNCİ REŞHA [sızıntı]

Evet, şu nuranî burhan-ı tevhid, [Cenab-ı Allah’ın birlik delili] nasıl ki iki cenâhın [kanat] icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve tevatürüyle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] teyid ediliyor. Öyle de, Tevrat, İncil gibi kütüb-ü semâvinin işârâtı [işaretler] ve irhâsâtın [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğinden evvel meydana gelen ve peygamber olacağına işaret eden harika haller, belirtiler] rumuzâtı [ince işaretler] ve hâtiflerin [gelecekten haber veren cinnî] beşârâtı [müjdeler] ve kâhinlerin şehâdâtı [şahitlikler ve tanıklıklar] ve şakk-ı kamer [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] gibi binler mu’cizâtının delâlâtı [delil olmalar, işaretler] ve şeriatının hakkaniyeti ile teyid ve tasdik edildiği gibi, zâtındaki gayet kemâlde ahlâk-ı hamîdesi [övgüye değer huylar] ve vazifesindeki secâyâ-yı âliyesi [yüksek ve güzel huylar, yüksek karakter] ve kemâl-i emniyeti [güvenilirliğin mükemmelliği] ve kuvvet-i imanı [iman gücü] ve gayet itminanı [inanma, kalben tatmin olma] ve nihayet vüsukunu [doğruluk, güvenilirlik] gösteren fevkalâde takvâsı ve fevkalâde ubudiyeti [Allah’a kulluk] ve fevkalâde ciddiyeti ve fevkalâde metaneti, [gayret, kararlılık] şu burhan-ı natıkın, dâvâsında sadık olduğunu âşikâre gösteriyorlar.

104

ÜÇÜNCÜ REŞHA [sızıntı]

Eğer istersen, gel, Asr-ı Saadete, [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] Ceziretü’l-Araba [yarımada] gidelim. Hayalen olsun, o Zâtı vazife başında görüp ziyaret edelim.

İşte, bak: Hüsn-ü sîret [ahlâk güzelliği] ve cemâl-i sûretle mümtaz [seçkin] bir zâtı görüyoruz ki, elinde mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] bir kitap tutmuş, lisânında hakaik-âşinâ [gerçekleri bilen] bir hitap ile bütün benî Âdeme, [Âdemoğlu, insan] belki cin ve ins ve meleğe, belki bütün mevcudata [var edilenler, varlıklar] karşı bir hutbe-i ezeliyeyi [Allah’ın bütün varlıklara yönelik konuşması] tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i âlemin [âlemin yaratılış sırrı] muammâ-i acibânesini [hayret verici, bilinmeyen iş] hall [çözme, problem çözme, karışık bir meselenin içinden çıkma] ve şerh edip, sırr-ı hikmet-i kâinatın tılsım-ı muğlâkını [anlaşılması zor olan sır] fetih ve keşfediyor. Bütün mevcudattan [var edilenler, varlıklar] sorulan ve bütün ukûlü [akıllar] hayret içinde meşgul eden şu üç müşkül [zorluk] ve müthiş sual-i azime ki, “Necisin? [pis] Ne yerden geliyorsun? Ve ne yere gidiyorsun?” suallerine mukni [ikna edici] ve makbul cevab-ı savab [doğru cevap] veriyor.

DÖRDÜNCÜ REŞHA [sızıntı]

O burhan-ı nâtık, [konuşan delil] öyle bir ziya-yı hakikat [hakikat ışığı] neşreder ki, âdetâ kâinatın şeklini değiştiriyor. İşte onu dinlemediğin vakit bak: Kâinat, bir matemhane-i umumî [genel yas evi] hükmünde; mevcudatı [var edilenler, varlıklar] birbirine ecnebî, belki düşman; câmidâtı dehşetli cenazeler; bütün zevilhayatı [canlılar] zeval [geçip gitme] ve firakın [ayrılık] sillesiyle [tokat] ağlayıcı yetimler hükmünde görürsün.

Şimdi o zâtın neşrettiği nur ile bak, o matemhane-i umumî, [genel yas evi] şevk ve cezbe içinde bir zikirhaneye inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etti. O ecnebî, düşman mevcudat, [var edilenler, varlıklar] birer dost, birer kardeş şekline girdi. O câmidât-ı meyyite-i sâmite, [suskun, ölü ve cansız varlıklar] birer mûnis [cana yakın] memur, birer musahhar [boyun eğdirilmiş] hizmetkâr vaziyetini aldı. O ağlayıcı, şekvâ [şikayet] edici, kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir [zikreden] veya vazife paydosundan şâkir [Allah’a şükreden] sûretini giydi. Ve kâinattaki harekât ve tenevvüât [çeşitlenme] ve tagayyürât, [başkalaşmalar] mânâsızlıktan ve abesiyet [anlamsızlık] ve tesadüf

105

oyuncaklığından çıkıp, birer mektubat-ı Rabbaniye, birer sahife-i âyât-ı tekviniye, birer merâyâ-yı esma-i İlâhiye ve âlem dahi, bir kitab-ı hikmet-i samedaniye mertebesine çıktılar.

İnsanı, bütün hayvanatın madununa düşüren, insanın hadsiz zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczi, fakr ve ihtiyacı, hem insanı bütün hayvanlardan daha bedbaht hâle getiren, vasıta-i nakl-i hüzün ve elem-i havf ve gam olan insanın aklı o nur ile nurlandığı vakit; insan, bütün hayvanat, bütün mahlûkat üstünde, o nurlanmış acz ve fakr ve akıl ile, niyaz ile, nâzenin [ince, narin, duyarlı] bir sultan; ve fizar ile, nazdar [nazlı] bir halife-i zemin [yeryüzü halifesi] olur. Demek, o muarrif [tanıtıcı, tarif edici] burhan-ı natık olmazsa, kâinat da, insan da, hatta herşey de hiçe iner. Elbette böyle bir bedi’ [güzel, eşsiz] kâinatta, böyle bir muarrif [tanıtıcı, tarif edici] zât elzemdir. Yoksa kâinat ve eflâk [felekler, âlemler] olmamalıdır.

BEŞİNCİ REŞHA [sızıntı]

İşte o zât, bir saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] muhbiri, müjdecisi; bir rahmet-i bînihayenin [sonsuz rahmet] kâşifi, ilâncısı; ve saltanat-ı rubûbiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] mehasininin [güzellikler] dellâlı, [davetçi, ilan edici] seyircisi; ve künûz-u hafiyye-i esma-i İlâhiyenin keşşafı, [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] göstericisi olduğundan; böyle baksan, Onu; bir burhan-ı hak, [hakdelili] bir sırac-ı hakikat, bir şems-i hidayet, [hak ve doğru yol güneşi] bir vesile-i saadet [mutluluk vesilesi] görürsün. Şöyle baksan, onu; bir misâl-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, [rahmet örneği] bir şeref-i insaniyet, [insanlığın şerefi] en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat [yaratılış ağacının meyvesi] görürsün. İşte bak, nasıl berk-i hâtıf [göz kamaştıran şimşek] gibi Onun nuru şark ve garbı [batı] tuttu. Nısf-ı arz [yeryüzünün yarısı] ve hums-u beşer, [insanlığın beşte biri] Onun getirdiği hediye-i hidayeti [hak ve doğru yol hediyesi] kabul edip, hırz-ı can [bağrına basıp canı gibi korumak] etti. Bizim nefis ve şeytanımıza

106

ne oluyor ki, böyle bir zâtın bütün dâvâlarını, hem dâvâlarının esası olan Lâ ilâhe illâllah kelime-i kudsiyesini [kutsal cümle] bütün meratibiyle [mertebeler] kabul etmesin?

ALTINCI REŞHA [sızıntı]

İşte bak, şu cezire-i vasiada, vahşi ve âdetlerine müteassıb, inatçı muhtelif akvamın, [kavimler] ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyanelerini büsbütün def’aten [âni, birden bire] kal’ ve refetti. [esirgeme, koruma, acıma] Ve onları, bütün ahlâk-ı hasene [güzel ahlâk] ile techiz edip, bütün âleme muallim ve medenî ümmetlere üstad eyledi. Bak, hem zâhirî bir tasallut [hükmetme, musallat olma] ile değil; belki akıllarını, ruhlarını, kalblerini, nefislerini feth ve teshir [boyun eğdirme] ederek; hem kendisi mahbub-u kulûb, [kalplerin sevgilisi] hem muallim-i ukûl, hem mürebbi-i nüfus, [nefislerin terbiyecisi] hem sultan-ı ervâh oldu.

YEDİNCİ REŞHA [sızıntı]

Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimden, [insan topluluğu] büyük bir hâkim, büyük bir himmetle [ciddi gayret] ancak daimî kaldırabilir. Hâlbuki bak bu zât (a.s.m.) çok büyük âdetleri, hem inatçı, müteassıb büyük kavimlerden, [insan topluluğu] küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle [ciddi gayret] az bir zamanda ref’ [kaldırma] edip; yerlerine, öyle bir secaya-yı âliyeyi dem [an, vakit] ve damarlarına karışmış olarak vaz’ [koyma, yerleştirme] ve tesbit eyliyor. Bunlar gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor. İşte şu asr-ı saadeti [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] görmeyenlere, Ceziretü’l-Arabı [yarımada] gözlerine sokuyoruz. Yüz filozofu alsınlar oraya getirsinler, yüz sene çalışsınlar, O zâtın (a.s.m.) o zamana nisbeten bir senede yaptığı icraat-ı âliyenin yüzde birisini acaba yapabilirler mi?

SEKİZİNCİ REŞHA [sızıntı]

Hem bilirsin ki; küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münazaralı [tartışmalı] bir dâvâda, hicapsız, [utanmadan] pervâsız, [korkusuz] küçük fakat hacâlet-âver [utanç verici] bir yalanı, düşmanları yanında hilesini hissettirmeyecek derecede teessür [üzülme, etkilenme] ve telâş göstermeden söyleyemez.

Şimdi bak bu zâta (a.s.m.); pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar olarak, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük bir emniyete muhtaç olduğu bir

107

hâlde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husumet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük bir dâvâda, büyük bir serbestiyetle, bilâpervâ, [korkmadan] bilâtereddüt, [tereddütsüz] bilâhicap, [utanmaksızın] telâşsız, samimî bir safvetle, [arılık, berraklık] büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedit [çok şiddetli] ve ulvî bir sûrette söylediği sözlerinde hiç hilâf [aykırı ve zıt olan] bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ!

اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى 1 Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn [doğru görüşlü] aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnîdir. [çok uzak ve arınmış] Hakikatbînin [doğru görüşlü] gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın?

DOKUZUNCU REŞHA [sızıntı]

İşte, bak, ne kadar merak-âver, [merak verici] ne kadar cazibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakaiki [doğru gerçekler] gösteren mesâili [meseleler] ispat eder. Bilirsin ki, en ziyade insanı tahrik eden meraktır. Hatta, eğer sana denilse, “Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamer‘den, [ay] Müşteri’den biri gelecek; Kamer‘de, [ay] Müşteri’de ne var, ne yok, sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbalini ve senin başına ne geleceğini gösterecek.” Elbette bilâ-tereddüt [tereddütsüz] vereceksin. Bak şu zâta ki (a.s.m.), her haber verdiği şeyleri, ehl-i şuhud [gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah’ın lütuf ve ihsanıyla [bağış] bilen ve gören kimseler] ve ehl-i ihtisas [sahasında uzman olan kimseler] olan bütün enbiya [nebiler, peygamberler] (a.s.) ve evliya imza edip, icma [bir mesele hakkında İslâm âlimlerinin görüş birliğine varması] ve tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] ile tasdik ediyorlar.

Hem o zât (a.s.m.), öyle bir sultanın haberlerini doğru olarak söylüyor ki, o sultanın memleketinde Kamer, [ay] bir sinek gibi, bir pervane [korku] etrafında döner. Arz olan o pervane [korku] ise, bir lâmba etrafında pervaz eder. Güneş olan o lâmba ise, o Sultanın binler menzillerinden bir misafirhanesinde, yüz binler misbahları [lamba] içinde bir lâmbasıdır.

Hem öyle bir acaip bir âlemden hakikî olarak bahseder, öyle bir inkılâptan [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] haber verir ki, binler küre-i arz [yer küre, dünya] bomba olsa, patlasalar, o kadar acip olmaz. Bak, onun lisânından اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ 2 * اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ 3 * اَلْقَارِعَةُ 4 gibi sûreleri işit.

108

Hem öyle bir istikbalden doğru olarak haber verir ki, şu dünyevî istikbal, ona nisbeten bir katre [damla] serap hükmündedir.

Hem öyle bir saadetten pek ciddi olarak haber verir ki, bütün saadet-i dünyeviye [dünya hayatındaki mutluluk] ona nisbeten bir berk-i zâilin [bir an parlayıp yok olan şimşek] bir şems-i sermede [devamlı ve sürekli güneş] nisbeti gibidir.

ONUNCU REŞHA [sızıntı]

Evet, böyle acip ve muammâ-âlûd [anlaşılması zor ve karışık] şu kâinatın perde-i zahiriyesi [görünürdeki perde] altında, elbette ve elbette böyle acaip bizi bekliyor. Böyle acaibi haber verecek, böyle harika, fevkalâde mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] bir zât (a.s.m.) lâzımdır.

Bu zâtın (a.s.m.) gidişatından görünüyor ki, o görüyor, sonra gördüğünü söylüyor.

Hem bizi ve bu dünyamızı halkeden ve bizi nimetleriyle perverde [beslenmiş, eğitilmiş] eden şu semâvât ve arzın [gökler ve yer] İlâhı bizden ne istiyor, marziyâtı [Allah’ın razı olduğu davranışlar] nedir? Pek sağlam olarak bize ders veriyor.

Hem, daha bunlar gibi pek çok merak-âver, [merak verici] lüzumlu hakaiki [doğru gerçekler] ders veren bu zâta (a.s.m.) karşı herşeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken, ekser insanlara ne olmuş ki, sağır olup kör olmuşlar, belki divane olmuşlar ki bu hakkı görmüyorlar ve hakikati işitmiyorlar, anlamıyorlar?

ON BİRİNCİ REŞHA [sızıntı]

İşte, şu zât (a.s.m.) vahdâniyetin, [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] hakkaniyet derecesinde hak bir burhan-ı nâtıkı [konuşan delil] ve bir delil-i sâdıkı olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] dahi bir burhan-ı katıı, [sağlam delil] bir delil-i sâtııdır. [parlak delil] Evet, nasıl ki o zât (a.s.m.) hidayetiyle saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] sebeb-i husulü [meydana gelme sebebi] ve vesile-i vusulüdür; [kavuşma vesilesi] öyle de, duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu [varlık sebebi] ve vesile-i icadıdır. [var ediliş vesilesi]

İşte, bak: O Zât (a.s.m.), öyle bir salât-ı kübrâda [büyük namaz] dua ediyor ki, güya bu cezire, [yarımada] belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder.

Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmâda [büyük cemaat] niyaz ediyor ki, güya benî Âdemin, [Âdemoğlu, insan]

109

Âdem’den asrımıza ve kıyamete kadar bütün nuranî, kâmil insanlar, ona ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ediyorlar, iktidâ [tabi olma, uyma] ediyorlar. Duasına “âmin” diyorlar.

Bak, hem öyle bir hâcet-i âmme [genel ihtiyaç] için dua ediyor ki, değil ehl-i arz, [yer ehli, dünyalılar] belki ehl-i semâvât, [gök ehli, melekler ve ruhanîler] belki bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] niyazına, “Evet, yâ Rabbenâ, [ey Rabbimiz] ver, biz de istiyoruz” diyorlar.

Hem öyle fakirâne, [muhtaç bir şekilde] öyle hazinâne, [hüzünlü bir şekilde] öyle mahbubâne, öyle müştakâne, [arzulu, aşırı istekli] öyle tazarrukârâne [yalvarıp yakararak] dua ediyor ki, bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor.

Bak, hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için dua ediyor ki, insanı ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] sukuttan, [alçalış, düşüş] kıymetsizlikten, faydasızlıktan kurtarıp, âlâ-yı illiyyîne, [yücelerin en yücesi] kıymete, bekaya, ulvî vazifeye çıkarıyor.

Bak, hem öyle yüksek bir fizâr-ı istimdatkârâne [yardım isteyerek inleyip ağlamak] ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne [rahmet dilercesine dua] ile istiyor, yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata, [var edilenler, varlıklar] semâvât ve Arşa işittirip, onları vecde [coşku] getirip, duasına “Âmin, Allahümme âmin[ey Allahım, kabul eyle] dedirtiyor.

Bak, hem öyle Semî, [her şeyi işiten Allah] Kerîm [cömert, ikram sahibi] bir Kadîr’den, hem öyle Basîr, [gören] Rahîm bir Alîm’den hâcetini [ihtiyaç] istiyor ki, bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] en hafî [gizli] bir zîhayatın [canlı] en hafî [gizli] bir hâcetini, [ihtiyaç] en hafî [gizli] bir niyazını işitir, görür, kabul eder, merhamet eder. Çünkü istediğini, velev lisân-ı hâl ile bile olsa verir. Hem öyle bir sûret-i hakîmâne, basîrâne, [görerek] rahîmânede [şefkatle, merhametli bir şekilde] verir ki, bu terbiye ve tedbir öyle Semî [her şeyi işiten Allah] ve Basîr’e ve öyle Kerîm [cömert, ikram sahibi] ve Rahîm’e has olduğundan şüphe bırakmaz.

ON İKİNCİ REŞHA [sızıntı]

Acaba bütün benî Âdemi [Âdemoğlu, insan] arkasına alıp, arz üstünde durup, Arş-ı Âzama [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] müteveccihen [yönelen] el kaldırıp dua eden şu şeref-i nev-i insan [insanlığın şerefi] ve ferîd-i kevn-ü zaman ve fahr-i kâinat [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.)] (a.s.m.) ne istiyor?

110

Bak, saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] istiyor. Beka istiyor. Lika [Allah’a kavuşma] istiyor. Cennet istiyor. Bu merâyâ-yı mevcudatta [Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna olan varlıklar] cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye [Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri] ile beraber istiyor. Hatta, eğer rahmet, inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] hikmet, adalet gibi hesapsız o matlubun [istek] esbab-ı mucibesi [bir şeyi gerektirici sebepler] olmasaydı, şu zâtın (a.s.m.) tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına sebebiyet verecekti.

Nasıl ki onun risaleti [elçilik, peygamberlik] şu dâr-ı imtihanın [imtihan yeri] açılmasına sebebiyet verdi. Acaba ehl-i akıl [akıl sahibi kimseler] ve ehl-i tahkike [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ 1 dedirten şu meşhud [görünen] intizam-ı fâik, [üstün düzenlilik] şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san’at [güzel san’at] ve misilsiz [benzer] cemâl-i Rububiyet, [Allah’ın bütün mahlukâtı terbiye ediciliğinin güzelliği] hiç böyle bir çirkinliği ve böyle bir merhametsizliği ve böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki, en cüz’î [ferdî, küçük] bir mahlûkundan, en ehemmiyetsiz arzuları ve sesleri ehemmiyetle işitip ifa etsin; en ehemmiyetli mahlûkundan, en ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, [asla] yüz bin defa hâşâ! Böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.

ON ÜÇÜNCÜ REŞHA [sızıntı]

Gel arkadaş şimdilik kâfi, [yeterli] geri gidelim. Yoksa, yüz sene şu zamanda, şu cezirede [yarımada] kalsak, o zâtın garaib-i icraatının, [icraatın gariplikleri] acaib vezâifinin, [görevler] yüzde birisini tamamen ihata [herşeyi kuşatma] edemeyiz ve temâşâsından doyamayız. Şimdi, gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bak. Nasıl o asırlar, o şems-i hidayetten [hak ve doğru yol güneşi] aldıkları feyizle çiçek açmışlar; Ebu Hanife, Şâfiî, Ebu Yezid-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Şeyh-i Geylânî, Muhyiddin-i Arabî, İmam-ı Gazâlî, Ebu’l-Hasan-ı Şâzelî, Şâh-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbânî gibi milyonlar münevver [aydın] meyveleri veriyor.

111

Meşhudâtımızın [görünen] tafsilâtını [ayrıntılar] başka vakte tâlik [sonraya bırakma] edip, o zâta bir salâvat [namazlar, dualar] getirmeliyiz.

عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ، سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ * عَلٰى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرَاةُ وَاْلاِنْجِيلُ وَالزَّبُورُ وَبَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَهَوَاتِفُ الْجِنِّ وَاَوْلِيَۤاءُ اْلاِنْسِ وَكَوَاهِنُ الْبَشَرِ وَانْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ.. * سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَسَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ * عَلٰى مَنْ جَۤاءَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ * وَنَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَۤائِهِ الْمَطَرُ * وَاَظَلَّتْهُ الْغَمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ * وَشَبَعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِاٰتٌ مِنَ الْبَشَرِ * وَنَبَعَ الْمَۤاءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ * وَاَنْطَقَ اللهُ لَهُ الضَّبَّ وَالظَّبْىَ وَالْجِذْعَ وَالذِّرَاعَ وَالْجَمَلَ وَالْجَبَلَ وَالْحَجَرَ وَالْمَدَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَمَا زَاغَ الْبَصَرُ.. * سَيِّدِنَا وَشَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَسَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمَنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَۤاءِ عِنْدَ قِرَۤاءَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ قَارِئٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلٰى اٰخِرِ الزَّمَانِ وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا يَا اِلٰهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا. اٰمِينَ * 1

112

ON DÖRDÜNCÜ REŞHA [sızıntı]

Şuâât-ı Mârifeti’n-Nebî namındaki Türkçe bir risalede delâil-i nübüvvet-i [peygamberlik delilleri] Ahmediyeyi (a.s.m.) beyan etmişim. Hem onda Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] vücuh-u i’câzını [mu’cize olma yönleri] icmâlen [özet] zikretmişim. Yine Lemeât [Lem’alar isimli eser] namında Türkçe bir risalede Kur’ân’ın kırk vecihle [yön] mu’cize olduğunu beyan edip, kırk vücuh-u i’câzına [mu’cize olma yönleri] işaret etmişim. O kırk vecihten [yön] yalnız nazmındaki [diziliş, tertip] belâgati, [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] namında bir tefsir-i Arabîde, yüz yirmi sayfa içinde yazmışım. Eğer ihtiyacın varsa şu üç kitaba müracaat edebilirsin.

Birinci burhan-ı tevhidin [Cenab-ı Allah’ın birlik delili] müfessiri, [açıklayan, yorumlayan] ikinci burhan-ı natıkın musaddıkı [tasdik edici, doğrulayıcı] olan üçüncü burhanımız, Kur’ân-ı Hakîmdir. [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân]

Geçmiş derslerden anlarsın ki, Rabbimizden gelen ve Rabbimizi bize tarif eden Kur’ân,

· şu kitab-ı kebir-i kâinatın [büyük kâinat kitabı] tercüme-i ezeliyesi, [ezelî tercüme]

· şu sahâif-i arz ve semâda müstetir [gizli, örtülü] künûz-u esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimlerinin hazineleri] keşşafı, [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan]

· şu sutûr-u hâdisâtın [Cenab-ı Hak tarafından kâinat kitabında satırlar gibi yazılan olaylar zinciri] altında muzmer [gizli, saklı] hakaikın [doğru gerçekler] miftâhı,

· şu âlem-i şehadet [görünen alem] perdesi arkasındaki âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] cihetinden gelen iltifâtât-ı Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliyenin hazinesi,

· şu avâlim-i mâneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi, [geometri]

· âlem-i uhreviyenin haritası,

· Zât ve sıfât ve esma [Allah’ın isimleri] ve şuûn-u İlâhiyenin [Allah’ın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] kavl-i şârihi, [açıklayıcı söz; kesin delil] tefsir-i vâzıhı, [açık tefsir] burhan-ı kàtıı, tercüman-ı sâtıı, [parlak, güçlü tercüman]

113

· şu âlem-i insaniyetin [insan âlemi] mürebbîsi, [eğitici, terbiye edici] hikmet-i hakikîsi, mürşidi, hâdîsi,

· İnsana; hem bir kitab-ı hikmet, [hikmet kitabı]

· hem bir kitab-ı şeriat, [din ve hukuk kitabı]

· hem bir kitab-ı dua [dua kitabı] ve ubudiyet, [Allah’a kulluk]

· hem bir kitab-ı emir ve davet, [emir ve davet kitabı]

· hem bir kitab-ı zikir, [zikir kitabı]

· hem bir kitab-ı fikir [fikir kitabı] gibi,

· insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine [mânevî ihtiyaçlar] karşı birer kitap,

· hem bütün muhtelif ehl-i mesâlik ve meşârib [mânevî usül, tarz ve yol sahipleri] olan evliya ve sıddıkînin, [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve muhakkikînin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] her birinin meşreplerine [hareket tarzı, metod] lâyık birer risale ibraz eden bir kütüphane-i mukaddestir.

Tekraratındaki [tekrarlar] lem’a-i i’câza [mu’cizelik parıltısı] bak ki: Kur’ân kitab-ı zikir, [zikir kitabı] kitab-ı dua, [dua kitabı] kitab-ı dâvet olduğundan, içinde tekrar müstahsendir, [güzel görülen, beğenilen] belki elzemdir, belki eblâğdır. Zira, zikrin şe’ni, [belirleyici özellik] tekrar ile tenvirdir. [aydınlatma] Duanın şe’ni, [belirleyici özellik] terdad [tekrar] ile takrirdir. [yerleştirme] Emir ve davetin şe’ni, [belirleyici özellik] tekrar ile tekittir. [pekiştirme]

Hem herkes her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir olamaz veya muvaffak olmaz, fakat bir sûreye galiben [çoğunlukla] muktedir olur. Onun için, mühim makasıd-ı Kur’âniye [Kur’ân-ı Kerimin maksatları, hedefleri, gayeleri] ekser uzun sûrelerde derc [yerleştirme] edilerek, her bir sûre birer küçük Kur’ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için, kıssa-i Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın (a.s.) hikâyesi] (a.s.) gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş.

Hem cismânî ihtiyacat gibi, mânevî hâcât dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes ona muhtaç olur: cisme hava, ruha Hû gibi. Bazısına her saat, Bismillâh gibi ve hâkezâ… Demek, tekrar-ı âyât, tekerrür-ü ihtiyaçtan [ihtiyacın tekrarlanması] ileri gelmiş. O  

114

ihtiyaca işaret etmek, hem ihtiyacı uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı [arzu, istek] ve iştahı [şiddetli istek, arzu] tahrik etmek için, Kur’ân’da bazı kıssalar tekerrür ediyor.

Hem Kur’ân müessistir, [tesis eden, kuran] bir din-i mübînin [hak ve hakikatı açıklayan din, İslâm] esasatıdır [esaslar] ve şu âlem-i İslâmiyetin [İslâm âlemi] temelleridir ve içtimaât-ı [bir araya gelme, toplanma] beşeriyeyi değiştirip muhtelif tabakatın mükerrer suallerine cevaptır. Müessise, [tesis eden, kuran] tesbit için tekrar lâzımdır. Tekit [pekiştirme] için terdad [tekrar] lâzımdır. Teyit için takrir, [yerleştirme] tahkik, [araştırma, inceleme] tekrir [tekrarlama] lâzımdır.

Hem öyle mesâil-i azîmeden [büyük meseleler] ve hakaik-i dakikadan bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerleştirmek için, çok defa muhtelif sûretlerde tekrar lâzımdır.

Bununla beraber, sûreten tekrardır. Fakat, mânen her bir âyette, her bir kıssada çok maâni, [mânâlar] çok fevaid, [faydalar] çok vücuh, [vecihler, yönler] çok tabakat vardır. Her bir makamda ayrı ayrı mânâ ve fayda ve maksat için zikrediliyor.

Kur’ân’ın, mesâil-i kevniyenin [yaratılışla ilgili meseleler] bazısında ipham [gizleme] ve icmâli [özet] ise, irşadî [doğru yolu göstermekle ilgili] bir lem’a-i i’cazdır. [mu’cizelik parıltısı]

Eğer desen: “Acaba neden Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mevcudattan, [var edilenler, varlıklar] felsefenin bahsettiği gibi bahsetmiyor? Bazı mesâili [meseleler] mücmel, [kısa, kısaca] müphem [belirsiz] bırakıyor; bazısını, nazar-ı umumîyi [genelin bakışı] okşayacak, hiss-i âmmeyi [genelin duygusu] rencide etmeyecek, fikr-i avamı tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] edip yormayacak bir sûret-i basitâne ve zahirânede söylüyor.”

Cevaben deriz ki: Felsefe hakikatin yolunu şaşırmış. Geçmiş derslerden anladın ki, Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] şu kâinattan bahseder, ta Zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi [Allah’ın isimleri] bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] maânîsini [mânâlar] anlatıp, ta Hâlıkı tanıttırsın. Demek Kur’ân, mevcudata [var edilenler, varlıklar] kendileri için değil, Mûcidleri [icad eden, yoktan var eden, Allah] için bakıyor. Hem umuma hitap ediyor. İlm-i hikmet ise mevcudata [var edilenler, varlıklar] mevcudat [var edilenler, varlıklar] için bakıyor. Hem, havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve ehl-i fenne [bilim adamları] hitap ediyor. Öyleyse, madem ki Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mevcudatı [var edilenler, varlıklar] delil yapıyor, burhan [delil] yapıyor; delil zahir olmak ve nazar-ı umumîde [genelin bakışı] çabuk anlaşılmak

115

gerektir. Hem madem ki Kur’ân-ı Mürşid [doğru yolu gösterici Kur’ân] bütün tabakat-ı beşere [insan grupları] hitap ediyor. Kesretli [çokluk] tabaka ise tabaka-i avamdır. [halk tabakası] İrşad ister ki, lüzumsuz şeyleri ipham [gizleme] ile icmal [kısaca, özet olarak] etsin; dakik [derin ve ince] şeyleri temsil ile takrib [yaklaştırma] etsin. Mağlatalara düşürmemek için, nazar-ı zahirîlerinde [dışa dönük bakış] bedihî [açık, aşikâr] olan şeyleri lüzumsuz, belki zararlı bir sûrette tağyir [değiştirme] etmesin.

Meselâ güneşe der, “Döner bir siracdır, [kandil, lamba] bir lâmbadır.” Zira, güneşten, güneş için ve mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nev’i intizamın zembereği ve merkezi ve intizam ve nizam ise Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] âyine-i marifeti [Allah’ı tanıma ve bilme aynası] olduğundan bahsediyor.

Evet, وَالشَّمْسُ تَجْرِى 1 der. Yani, “Güneş döner.” Bu “döner” tabiriyle, kış ve yazın, gece ve gündüzün deverânındaki muntazam tasarrufât-ı kudreti [Allah’ın kudretiyle dilediği gibi icraat ve faaliyetlerde bulunması] ihtar ile azamet-i Sânii [her şeyi san’atlı olarak yaratan Allah’ın büyüklüğü] ifham [(he ile) anlatma] eder. Bu “dönmek” hakikati ne olursa olsun, maksud olan, mensuc, meşhud [görünen] intizama tesir etmez.

Hem وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا 2 der. Şu tabir ile, bu âlemin bir kasır [köşk, saray] sûretinde olduğunu, içinde olan eşyanın, insana ve zîhayata [canlı] ihzar [hazırlama] edilmiş müzeyyenat [süslemeler] ve mat’ûmat [yiyecekler] ve levazımat [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] ve güneş dahi musahhar [boyun eğdirilmiş] bir mumdar [ışık veren] olduğunu ihtar ile rahmet ve ihsan-ı Hâlıkı [Yaratıcının ihsanı, bağışı] ifham [(he ile) anlatma] eder.

Şimdi bak, şu sersem, geveze felsefe ne der? Diyor ki: “Güneş bir kütle-i azîme-i mâyia-i nâriyedir. [sıvı haldeki büyük ateş kütlesi] Ondan fırlamış olan seyyârâtı [gezegenler] etrafında döndürür, cesâmeti [büyüklük] bu kadardır, mahiyeti böyledir, şöyledir” der. Ruha, muvahhiş [korkutucu, ürkütücü] bir dehşetten ve bir hayretten başka, bir kemâl-i ilmî [ilmî mükemmellik] vermiyor. Güneşin en mühim olan

116

vazifesinden, en büyük, en güzel, en tatlı bir hakikat-i ilmiyeyi ruha veren bahs-i Kur’ân [Kur’ân’ın bahsi] gibi bahsetmiyor.

Buna kıyasen, bâtınen kof, [boş] zâhiren mutantan [tantanalı, gösterişli] felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anla. Onun şaşaa-i surisine [görünüşteki parlaklık ve gösteriş] aldanıp Kur’ân’ın gayet âli [yüce] ve fehme gayet karib [yakın] olan beyan-ı mu’ciznümâsına karşı hürmetsizlik etme.

ba

117

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

فَلاَ تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَلاَ يَغُرَّنَّكُمْ بِاللهِ الْغَرُورُ * 1

Haşiye [dipnot] Ey birader! Düşman hariçte olsa, insan, silâhsız o düşmanla geçinebilir. Fakat düşman kal’á içine girse ve gizlense, o vakit o düşmana karşı silâhlanmak, zırh giymek ve gayet dikkat etmek, hem pek ciddi sebat [kalıcı olma, sabit kalma] etmek lâzımdır. Ta ki hayat-ı ebedîsini [sonsuz hayat] hafî [gizli] darbelerden kurtarabilsin.

Ey kardeş! Zırh ve silâh, namaz ve takvadır. Kur’ân’ın zincirini muhkem [değiştirilemez] tut. Onun sözüne kulak ver. Başkaları seni aldatmasın. Şu zamanın gafil sarhoşları içinde seni, terk-i şeaire ve medeniyet-i dünyaya davet edenlere de ki: “Hey sersem gafiller! Benim halim sizi dinlemeye müsait değil. Zira benim arkamda, ta kulağımın dibine kadar yakınlaşan ecel arslanı beni tehdit ediyor. Ve önümde bir darağacı dikilmiş ki, gece-gündüzün dönmesinden, zeval [geçip gitme] ve firak [ayrılık] ağacı tesmiye [isimlendirme] edilen bu firak-ı elîm, benimle bütün sevdiklerimi asıp mahvetmektedir. Ve sağ tarafımda, ciğerlerime kadar işleyen bir acz yarası var. Nihayetsiz zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczimle, nihayetsiz düşman ve mehalikin hücumuna maruzum. Sol tarafımda, kalbimin içine kadar girmiş bir fakr yarası var. Nihayetsiz fakr ve iflâsa ve nihayetsiz hâcât ve âmâle müptelâyım. [bağımlı] En zelil [aşağılanan] hayvandan daha âciz, daha zayıf iken, dünya kadar metalibe [istenen şeyler, istekler, arzular] ve makasıda muhtacım. Bunlarla beraber, öyle bir yolcuyum ki, önümde ebedü’l-âbâda [sonsuzlar sonsuzu] giden uzun bir yol var. Bu uzun yolda birinci menzilim dünya, ikinci menzilim kabirdir. Bu yolda zâd ister, ziya ister. İşte, mukaddes Kur’ân, bana bu dehşetleri izale [giderme] ediyor. Helakete, âlâma [elemler, acılar] açılan bu beş kapıyı, saadete, rahmete açılacak beş kapıya tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edecek iki tılsım-ı imanîyi ve iki ilâc-ı İslâmîyi ve bir nur-u Kur’ânîyi [Kur’ân nuru] Kur’ân bize vermiştir.

O tılsım-ı imanînin biri, o müthiş ecel arslanını, musahhar [boyun eğdirilmiş] bir ata döndürür ve

118

üzerine bizi bindirir. Ve bizi, zindan-ı dünyadan [âhirete göre bir zindanı andıran dünya] kurtarır, huzur-u Rahmana götürür, cennet-i bakiyeye koydurur.

İkinci olan tılsım-ı imanî ile o darağacını, yani zeval [geçip gitme] ve firakın [ayrılık] ellerini tutup, tazelenen güzel manzaralar üstünde yapılmış bir salıncak hükmüne getirir. Yani, nehr-i zaman ve bahr-i dünyada tazelenen elvah[levhalar] san’at-ı Rabbaniyeyi seyretmek için, bir merkeb-i seyr ve tenezzüh [ferahlama, rahatlama] olur.

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bir ilâcıyla o acz yarası, tevekkül gülüne ve teslim çiçeğine döner. Bütün ağırlıklarımı, beni kaldıran tevekkül sefinesine [gemi] koyup, aczin iz’âcatından beni kurtarıyor. Emr-i kün-feyekûn’e mâlik olan bir sultan-ı cihana, [dünyanın sultanı Allah] acz tezkeresiyle istinad eden bir insana, ne gibi birşey ağır olabilir?

Kur’ân-ı Kerimin ikinci ilâcı, fakr yarasını, vesile-i rızık ve rahmet-i bînihayeye [sonsuz rahmet] ve iştiha-i lezzet-i nimet-i bîgayeye tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ve tashih eder.

Evet, nihayetsiz semerat-ı [meyve] rahmete aç olan ruh ve letâif-i beşer, o nihayetsiz semerat-ı [meyve] rahmete fakr ve ihtiyacını hissettikçe, lezzet-i saadeti tezayüd [artma] eder. Böyle fakire, fakir nâmı ağır gelebilir, fakat اَلْفَقْرُ فَخْرِى 1 bu sırra işaret eder.

Hem, Kur’ân-ı Kerimin verdiği zâd ve takva ile ve nûr-u hidayetle, [doğru yola eriştiren hidayet nuru] zulümat-ı berzah ve ehval-i haşir âsân [kolay] olur. Ve o vesika-i [belge] Kur’âniye ile insan, bin senelik bir yolu bir günde kat eder.

Ey gafil! Eğer ölümü öldürebilirsen, zevali [geçip gitme] dahi dünyadan izale [giderme] edebilirsen ve acz ve fakrı beşerden kaldırabilirsen ve katiüttariklik yapmak için zihayatın, [canlı] hususan insanın ebede giden yolunu seddedecek bir çare bulmuşsan, dinden istiğna [ihtiyaç duymama] ve dinin şeairini terk etmeye insanları davet edebilirsin.

119

Yoksa ey sersem! Sus! Kur’ân-ı Azimüşşanın [şanı yüce Kur’ân] dediğini dinle.

Evet, bu beş emir, beş âyât-ı uzmâdır. Ra’d [gök gürültüsü] gibi müthiş sadalarıyla

فَل تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَلاَ يَغُرَّنَّكُمْ بِاللهِ الْغَرُورُ 1 âyetini okuyorlar. Veاَ

وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْاٰنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ 2 âyetinin hakikatine hükmediyorlar.

İşte bu sadalara karşı vesvese-i medeniyet olan senin medeniyetçi sözlerin, sivrisineğin vızıltısı kadar da olmuyor. Öyleyse ihtiyarıyla, Kur’ân’ın tılsım ve ilâçlarını terk edip seninle dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yoluna gidecek, ancak senin gibi bir sarhoş lâzım ki, ya heves-i nefsî veya hırs-ı şöhret [makam ve mevki arzusu, tutkusu] veya zındıka-i felsefe veya sefahet-i medeniyet veya derd-i maişet [geçim derdi] veya kin ve intikam veya gurur gibi bir müskiratla [sarhoş edici içki] o derece sarhoş olmalı ki, herşeye kendini muktedir ve mâlik bilsin ve herşey benimdir desin ve kendini lâyemut [ölümsüz] tahayyül [hayal etme] etsin.

Hem sen “Ben de Frenk gibi olacağım” diyemezsin ve Frenk gibi olamazsın. Çünkü bir Frenk, Muhammed (a.s.m.) Hazretlerini kabul etmezse de İsâ ve Mûsâ aleyhisselâmı veya sâir enbiyaların [nebiler, peygamberler] birini bir derece her nasılsa kabul eder. Sen ise, Nebiy-yi Âhirzaman aleyhissalâtü vesselâm hazretlerinin zincirinden çıktığın ve derslerini terk ettiğin dakikada, senin ruhunda nihayetsiz bir tahribat, bir boşluk, bir karanlık peyda olacak. Ve senin ruhunda hiçbir kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve ahlâk-ı âliyeye [yüksek ahlâk] yer kalmayacak. Meğer insaniyetini söndürüp, zaman-ı hâl [şimdiki hâl, içinde bulunduğumuz hâl] ile mukayyed [kayıtlı] sırf bir hayvan olabilesin.

Hâlbuki insan, müstakbelin [gelecek] korkusuna, mâzinin hüznüne giriftardır. [tutulmuş, yakalanmış] Bu ikisi insanı pek ciddi düşündürür. İnsanın başını mütemadiyen döver. İnsanı, bu havf [korku] ve hüzünden kurtaracak ancak bir tek medetkâr [yardım eden] var, o da Kur’ân-ı Azimüşşandır [şanı yüce Kur’ân] ki, ilân eder.

اَلاَ اِنَّ اَوْلِيَۤاءَ اللهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ 3 der, beşaret [müjde] verir.

120

Bu kısım, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] sahife-i zulmâniyesini tasvir eden levhadır.

Beni dünyaya çağırma, …. Ona geldim fenâ gördüm.

Demâ [her zaman] gaflet hicab [örtü, perde] oldu; ….Ve nur-u Hak [Cenab-ı Hakkın nuru] nihan [gizli, saklı] gördüm.

Bütün eşya u mevcudat, [var edilenler, varlıklar] …. Birer fâni muzır [zararlı] gördüm.

Vücut desen, onu giydim, …. Ah, ademdi, çok belâ gördüm.

Hayat desen onu tattım,…. Azap-ender azap [azap içinde azap] gördüm.

Akıl ayn-ı ikab [azabın tâ kendisi] oldu,…. Bekàyı bir belâ gördüm.

Ömür ayn-ı hevâ oldu, …. Kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ayn-ı heba [zararın tâ kendisi] gördüm.

Amel ayn-ı riya [gösterişin tâ kendisi] oldu, …. Emel ayn-ı elem [acının tâ kendisi] gördüm.

Visal [kavuşma] nefs-i zevâl [sona ermenin kendisi] oldu, …. Devâyı ayn-ı dâ [hastalığın tâ kendisi] gördüm.

Bu envar [nurlar] zulümat oldu, …. Bu ahbabı yetim gördüm.

Bu savtlar [ses] nây-ı mevt [ölüm haberi] oldu, … Bu ahyâyı mevat [ölmüş] gördüm.

Ulûm [ilimler] evhâma kalb oldu, …. Hikemde [hikmetler] bin sekam [hastalık] gördüm.

Lezzet ayn-ı elem [acının tâ kendisi] oldu, …. Vücutta bin adem [hiçlik, yokluk] gördüm.

Habib [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] desen onu buldum, …. Ah, firakta [ayrılık] çok elem gördüm.

ba

121

Bu sahife, ehl-i hidayetin [doğru ve hak yolda olanlar] sahife-i nuraniyesini tasvir eden levhadır.

Demâ [her zaman] gaflet zevâl [batış, kayboluş] buldu, …. Ve nur-u Hak [Cenab-ı Hakkın nuru] ayan [aşikâr, belli] gördüm.

Vücut, burhan-ı Zât [Cenab-ı Allah’ın varlığının delili] oldu, …. Hayat, mir’ât-ı Haktır, [Hakkın aynası] gör.

Akıl, miftah-ı kenz [hazinenin anahtarı] oldu, …. Fenâ, bâb-ı bekàdır, [sonsuzluk kapısı] gör.

Kemâlin lem’ası söndü, …. Fakat şems-i cemâl [güzelliğin güneşi] var, gör.

Zevâl [batış, kayboluş] ayn-ı visal [kavuşmanın tâ kendisi] oldu, …. Elem, ayn-ı lezzettir, [lezzetin tâ kendisi] gör.

Ömür nefs-i amel [amelin kendisi] oldu, …. Ebed ayn-ı ömürdür, [hayatın tâ kendisi] gör.

Zalâm [karanlıklar] zarf-ı ziya [ışığın kılıfı] oldu, …. Bu mevtte, [ölüm] hak hayat var, gör.

Bütün eşya enîs [cana yakın, dost] oldu, …. Bütün asvat [sesler] zikirdir, gör.

Bütün zerrat-ı mevcudat, [varlıkların zerreleri] …. Birer zâkir, [zikreden] müsebbih [tesbih eden] gör.

Fakrı kenz-i gınâ [zenginliğin hazinesi] buldum, …. Aczde tam kuvvet var, gör.

Eğer Allah’ı buldunsa …. Bütün eşya senindir, gör.

Eğer Mâlik-i Mülke [bütün mülkün gerçek sahibi olan Allah] memlûk [köle, kul] isen …. Onun mülkü senindir, gör.

Eğer hodbin [bencil] ve kendi nefsine mâliksen …. Bilâ-addin [sayısız] belâdır, gör,

Bilâ-haddin [sınırsız] azaptır, tad, …. Bilâ gayet ağırdır, gör.

ba

122

Zâilim, zâil olanı istemem!

Fâniyim, fâni olanı istemem!

Âfilim, âfil olanı istemem!

Âcizim, âciz olanı istemem!

Ruhumu Rahmân’a teslim eyledim; gayr istemem!

İsterim, fakat bir yâr-ı bâki [ebedî dost, sonsuz sevgili] isterim!

Zerreyim, fakat bir şems-i sermed [devamlı ve sürekli güneş] isterim

Hiç ender hiçim, [hiç içinde hiç] fakat bu mevcudatı [var edilenler, varlıklar] birden isterim!

ba

123

 Maraz-ı Vesveseye

 Müptelâ Olanlara Derstir

Ey maraz-ı vesvese [şüphe ve kuruntu hastalığı] ile müptelâ! [bağımlı] Bilir misin vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Sen ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner. Demek büyük nazarla baksan büyür, küçük görsen küçülür. Korksan, ağırlaşır, hasta eder. Korkmasan, hafif olur, hafî [gizli] kalır. Mahiyetini bilmesen devam eder, bilsen gider. Öyleyse, bu marazın devasından “Beş Vechini” [cihet, yön, taraf] beyan edeceğim. Belki, sana da şifa olur. Zira cehil [bilgisizlik] onu dâvet eder. İlim onu tardeder. [kovma]

Birinci vecih: [yön] Şeytan, şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse, o şüpheden, şetme [çirkin söz, kötü düşünce] döner. Hayale karşı, şetme [çirkin söz, kötü düşünce] benzer bazı hâtıraları ve bazı münafi-i [aykırı] edeb çirkin halleri tasvir eder. Kalbe “eyvah!” dedirtir, ye’se [ümitsizlik] düşürttürür. Vesveseli adam zanneder ki, kalbi Rabbisine karşı sû-i edepte [edepsizlik] bulunuyor. Müthiş bir helecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister.

Ey bîçare, telâş etme! Çünkü o, şetm [çirkin söz, kötü düşünce] değil, belki tahayyüldür. [hayal etme] Tahayyül-ü küfür, [küfrü hayal etme] küfür olmadığı gibi, tahayyül-ü şetm [çirkin ve kötü şeyleri hayal etme] dahi şetm değildir. Zira şetm, hükümdür. Tahayyül, hüküm değildir. Hem onunla beraber, o sözler, senin kalbin sözleri değil. Çünkü kalbin o sözlerden müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] ve müteessiftir. [eseflenmiş, üzgün] Belki o sözler, kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden gelen sözlerdir. Bunun zararı, yalnız tevehhüm-ü zararla [zarar zannetmek] mütezarrır olmaktır. Çünkü tahayyülü, [hayal etme] hakikat tevehhüm [kuruntu] eder. Şeytanın işini kalbine mâl eder. Zarar diye anlar, zarara düşer. Şeytanın dahi istediği odur.

İkinci vecih: [yön] Budur ki; mânâlar, kalbden çıktıkları vakit, çıplak olarak çıkarlar ve çıplak olarak hayale girerler. Sûretleri, hayalde giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebep tahtında bir nev’i sûretleri dokur. Ehemmiyet verdiği şeylerin sûretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mânâ geçse, ona giydirir. Ya takar, ya bulaştırır,

124

ya perde eder. Eğer mânâlar münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve temiz iseler, sûretler mülevves [kirli, pis] ve rezil ise, giymek yoktur; fakat temas vardır. Vesveseli adam, teması telebbüsle [giyinme] iltibas [karıştırma] eder: “Eyvah” der. “Kalbim ne kadar bozulmuş. Bu hisset-i nefis beni matrud [kovulmuş] eder.”

Bu yaranın merhemi ise, ey bîçare! Bak, nasıl ki namazın edeb-i nezihanesinin vesilesi olan zâhirî taharete, [temizlik] batnın [iç] bâtınındaki necaset [pislik] tesir etmez. Öyle de, maâni-i mukaddesenin suver-i mülevveseye mücavereti [komşuluk] zarar etmez. Meselâ, sen, âyât-ı İlâhiyeyi tefekkür ediyorsun. Birden bir maraz [hastalık] veya bir iştah [şiddetli istek, arzu] veya bevl gibi müheyyiç [heyecan verici] bir hal şiddetle senin hissine dokunur. Elbette hayalin, deva-yı illet ve kaza-yı hacet levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] görecek ve onlara münasip süfli sûretleri nescedecek. [dokuma] O süfli sûretlerin ortalarından geçecek olan maâni-i mukaddeseye ne televvüsü [kirlenme] var, ne zararı var, ne hatarı [tehlike] var ve ne de beis var. Yalnız hatâ, hasr-ı nazardır. [dikkati bir şey üzerinde toplama] Zann-ı zarardır. [zararlı sanma]

Üçüncü vecih: [yön] Eşya mabeynlerinde [ara] bazı münâsebât-ı hafiyye bulunur. Hiç ümit etmediğin şeyler içinde münasebet ipleri bulunur. Ya bizzat bulunur, veya senin hayalin o ipleri yapmış, onları birbiriyle bağlamış olur. Bu sırrın münasebatındandır [bağlantılar, ilişkiler] ki; bazan bir mukaddes şeyi görmek, bir mülevves [kirli, pis] şeyi hatıra getirir.

Fenn-i beyanda [beyan ilmi; mecâz, teşbih, kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] gibi ifade ve anlatım üslûplarını ele alan belâgat ilminin bir dalı] beyan olunduğu gibi: “Hariçte uzaklık sebebi olan zıddiyet, hayalde sebeb-i kurbiyettir.” [yakınlık sebebi] Yani iki zıddın sûretlerinin cem’ine [bir araya gelme] vasıta, bir münasebet-i hayaliyedir. [hayalî münasebet, bağlantı] Bu münasebetle olan tahattura, [hatıra gelme] tedai-i efkâr tâbir edilir. Meselâ, sen namazda, münâcâtta, [Allah’a yalvarış, dua] Kâbe karşısında, huzur-u Rab’de iken, şu tedai-i efkâr seni tutup en uzak mâlâyaniyat-ı rezileye sevk eder. Sen, intibaha [uyanış] geldiğin anda dön. “Aman ne kusur ettim” deyip tetkikle meşgul olup durma!

125

Ta zayıf münasebet, senin dikkatinle kuvvet peyda etmesin. Zira sen, teessür [üzülme, etkilenme] gösterdikçe ve ehemmiyet verdikçe o tahattur, [hatıra gelme] bir melekeye [alışkanlık] döner; bir maraz-ı hayalî [hayalî hastalık] olur. Korkma, maraz-ı kalbî [kalbî hastalık] değildir. Şu nev’i tahattur [hatıra gelme] ise, galiben [çoğunlukla] ihtiyarsızdır. [irade dışı] Hassas asabilerde daha galiptir.

Şu yaranın merhemi ise, nasıl ki şeytan ile melek-i ilhamın [ilham meleği] kalb taraflarında mücaveretleri [komşuluk] ve füccar [günahkârlar] ile ebrarın [iyi insanlar] karabetleri [akrabalık, yakınlık] ve bir meskende durmaları zarar vermez. Öyle de, tedai-i efkâr saikasıyla [sebebiyle] istemediğin sevimsiz pis hayalâtın nezih [temiz] efkârlarının içine girmesi zarar vermez. Meğer kasten ola veya zarar zanniyle onunla meşgul olasın.

Dördüncü vecih: [yön] Amelin en iyi sûretini taharriden [araştırma] neş’et [doğma] eden bir vesvesedir ki, takva zanniyle teşeddüd ettikçe hal ona şiddetlenir. Hatta öyle bir dereceye varır ki, o amelin daha evlâsını ararken harama girer. Bazan bir sünnetin araması, bir vacibi terk ettirir. Bu gibi, vesvese, ehl-i itizale lâyıktır. Çünkü onlar derler ki: “Eşyanın zâtında hüsnü [güzellik] var. Sonradan, o hüsne [güzellik] binaen emredilmiş. Eğer kubhu [çirkinlik] varsa, sonradan o kubha [çirkinlik] binaen nehyedilmiş.” [yasak]

Demek, eşyada hüsün [güzellik] ve kubh [çirkinlik] zâtîdir. Emir ve nehy-i İlâhî [Allah tarafından konulan yasak] ona tâbidir. Bu mezhebe göre insana, her işlediği amelde bir vesvese gelebilir. “Acaba amelim, nefsü’l-emirdeki [işin hakikati, aslı] güzel sûretle yapılmış mıdır?” diyebilir.

Amma, mezheb-i hak [doğru mezhep] olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat derler ki: “Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] birşeye emreder, sonra hüsün [güzellik] olur; nehyeder, [yasak] sonra kabih [çirkin] olur.” Demek emir ile güzellik, nehiy [yasak] ile çirkinlik tahakkuk [gerçekleşme] eder. Demek hüsün [güzellik] ve kubuh, [çirkinlik] mükellefin ıttılaına [anlamak, bilgi sahibi olmak] bakar. Meselâ sen, namaz kıldın veya abdest aldın. Hâlbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebep nefsü’l-emirde [işin hakikati, aslı] varmış. Lâkin sen, ona hiç

126

muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir. Hakikatta senden kabul edilir. Çünkü mazursun.

Öyleyse, zahiren şeriata muvafık işlediğin ameline “Acaba sahih olmuş mu?” deyip vesvese etme. Fakat, “Kabul olmuş mu?” de, gururlanma, ucbe [kendini beğenme, gurur] girme. Madem ki, dinde harec [zorluk] yoktur; madem ki dört mezheb haktır; öyleyse, istiğfara [af dileme] müncer olan [sonuçlanan] derk-i [anlama, algılama] kusur, gurura incirar eden rü’yet-i [görme] hüsn-ü amele müreccahtır. [tercih edilen] Yani, böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense; kusurunu görse, istiğfar [af dileme] etse daha evlâdır. Sen vesveseyi at. Şeytana de ki, “Şu hâl, [çözüm] harecdir. [zorluk] Yüsr-ü dine münafidir. [aykırı] Hakikat-i hâle [bir durumun ardında gizlenen gerçek] muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olmak güçtür. En ekal [azınlık] bu amelim, bir mezheb-i hakka [doğru mezhep] muvafıktır. Ben, lâyık-ı vechiyle eda-yı ibadette aczimi itiraf ederek istiğfar [af dileme] ile, tazarru [dua, yakarış] ile, merhamet-i İlâhiye [Allah’ın bütün varlıklara yönelik şefkati] dehalet [sığınma] ediyorum. Aczim, kusurumun af olunmasını, ve kàsır [eksik, noksan] amelimin kabul olunması için bir vesilem olur” de.

Beşinci vecih: [yön] Şüphe sûretinde gelen vesvesedir. Bîçare vesveseli, bazı tahayyülî [hayal etme] halâtı, taakkulî [akıl erdirme] halat ile iltibas [karıştırma] eder. Hayale gelen şüpheyi, akla gelen bir şüphe tevehhüm [kuruntu] edip, itikadına [inanç] halel [eksik, kusur] gelmiş zanneder. Bazan, tevehhüm [kuruntu] ettiği şüpheyi, şek [şüphe] zanneder. Bazan, tasavvur ettiği şüpheyi, bir tasdik-i aklî [aklen doğrulama] zanneder. Bazan, bir emr-i küfrîde, [inkârla ilgili husus] tefekkürü, hilâf-ı iman [imana zıt] zanneder. “Eyvah! Kalbim bozulmuş” der.

Hâlbuki; tahayyül, [hayal etme] tevehhüm, [kuruntu] tasavvur, tefekkür; tasdik-i aklîden, [aklen doğrulama] iz’an[kesin şekilde inanma] kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Tahayyül, [hayal etme] tevehhüm, [kuruntu] tasavvur, tefekkür, şüphe ve tereddüt değildirler. Lâkin tekerrür edip istikrar [yerleşik ve sabit olma, kararlılık] peyda etseler, bazan bir nev’i şüphe-i hakiki onlarda tevellüd [doğma] eder.

127

Şu nev’i vesvesenin en mühimmi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zâtî [bir şeyin özünde mümkün olması] ile imkân-ı zihnîyi [bir şeyin mümkün olabileceğini zihinde düşünmek] iltibas [karıştırma] eder. Yani, birşey zâtında mümkünse, onu zihnen, ilmen mümkün ve meşkûk [şüpheli] olduğunu tevehhüm [kuruntu] eder. Hâlbuki, imkân-ı zâti yakîn-i ilmîye [kesin ve sağlam bilgi] ve zaruret-i zihnîye münafi [aykırı] değildir. Meselâ, bu dakikada, zâtında, Karadeniz’in yere batması mümkündür, muhtemeldir. Hâlbuki, yakînen, yerinde olduğunu hükmediyoruz. O ihtimal ve o imkân-ı zâtî [bir şeyin özünde mümkün olması] bize bir şek [şüphe] vermez.

Meselâ, güneş mümkündür ki, bugün gurub [batış] etmesin, veya yarın tulû [doğma] etmesin. Hâlbuki bu imkân ve bu ihtimal, ilm-i yakinimize zarar vermez. Demek, bazı hakaik-i imaniyede, [iman hakikatleri, esasları] yani hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] gurubu [batış] ve hayat-ı uhreviyenin [âhiret hayatı] tulûu [doğma] gibi imkân-ı zâtî [bir şeyin özünde mümkün olması] cihetinde gelen evham, yakîn-i imanîye [gözle görür derecesinde kesin iman] zarar vermez. Bütün bunlarla beraber asıl vesvese, teyakkuza [uyanıklık] sebeptir. Taharriye [araştırma] dâidir, ciddiyete vesiledir. Lâkaytlığı [duyarsız] atar, tehavünü defeder. O şart ile ki; ifrata varmasın, galebe [üstün gelme] çalmasın.

ba

128

(On üçüncü lem’anın [parıltı] on ikinci işaretinden)

DÖRDÜNCÜ SUAL: Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] kazandıkları muvaffakiyet [başarı] ve gösterdikleri kuvvet ve ehl-i hidayete [doğru ve hak yolda olanlar] galebeleri [üstün gelme] gösteriyor ki, onlar bir kuvvete ve bir hakikate istinad ediyorlar. Demek ya ehl-i hidayette [doğru ve hak yolda olanlar] zaaf [zayıflık, güçsüzlük] var veya onlarda bir hakikat var.

Elcevap: Hâşâ! Ne onlarda hakikat var, ne ehl-i hakta zaaf [zayıflık, güçsüzlük] vardır. Fakat, maatteessüf, [ne yazık ki] kàsırünnazar, [dar görüşlü] muhakemesiz [akıl yürütemeyen, düşüncesiz] bir kısım avam [halk] tereddüde düşüp vesvese ediyorlar, akidelerine [inanç] halel [eksik, kusur] geliyor. Çünkü diyorlar: “Eğer ehl-i hakta tam hak ve hakikat olsaydı, bu derece mağlûbiyet ve zillet [alçaklık] olmamak lâzımdı. Çünkü hakikat kuvvetlidir. اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلٰى عَلَيْهِ 1 olan kaide-i esasiye [temel kural] ile, kuvvet haktadır. Eğer ehl-i hakka mukabil galibâne gelen ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] hakikî bir kuvveti ve bir nokta-i istinadı [dayanak noktası] olmasaydı, onlarda bu derece galibiyet ve muvaffakiyet [başarı] olmamak lâzım gelecekti.”

Elcevap: Ehl-i hakkın mağlûbiyeti kuvvetsizlikten, hakikatsizlikten gelmediği, sabık [daha önceden geçen] işaretlerle kat’î ispat edildiği gibi, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] galebesi [üstün gelme] de kuvvetlerinden ve iktidarlarından ve nokta-i istinad [dayanak noktası] bulduklarından gelmediği, yine o işaretlerde kat’î ispat edildiğinden, bu sualin cevabı, sabık [daha önceden geçen] işaretlerin heyet-i mecmuasıdır. [birşeyin geneli, bütün] Yalnız burada desiselerinde, [hile, aldatma] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ettikleri bir kısım silâhlarına işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Ben kendim mükerreren [defalarca] müşahede etmişim ki, bu zamanda yüzde on ehl-i fesat, [bozgunculuk çıkaranlar] yüzde doksan ehl-i salâhatı [namuslu, doğru ve adaletli kimseler] mağlûp ediyor. Hayretle merak ettim. Tetkik ederek kat’iyen [kesinlikle] anladım ki, o galebe [üstün gelme] kuvvetten ve kudretten gelmiyor, belki fesattan ve alçaklıktan ve tahripten ve ehl-i hakkın ihtilâfından istifade etmelerinden ve içlerine ihtilâf atmaktan ve zaif damarları tutmaktan ve aşılamaktan ve

129

hissiyat-ı nefsaniyelerini [kötülükleri emreden nefsin yönlendirdiği duygular] ve ağrâz-ı şahsiyelerini [şahsî kinler, garazlar] tahrik etmekten ve insanın mahiyetinde muzır [zararlı] madenler hükmünde bulunan fena istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] işlettirmekten ve şan ve şeref namıyla, riyâkârâne nefsin firavuniyetini okşamaktan ve vicdansızca tahribatlarından herkesin korkmasından ileri geliyor. Ve o misillu [benzer] şeytanî desiseler [hile, aldatma] vasıtasıyla muvakkaten [geçici] ehl-i hakka galebe [üstün gelme] ederler. Fakat وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ 1 sırrıyla, اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلٰى عَلَيْهِ 2 düsturuyla, [kâide, kural] onların o muvakkat [geçici] galebeleri, [üstün gelme] menfaat cihetinde onlar için ehemmiyetsiz olmakla beraber, Cehennemi kendilerine ve Cenneti ehl-i hakka kazandırmalarına sebeptir.

İşte, dalâlette, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] iktidarsızların muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizlerin şöhret kazanmaları içindir ki, hodfuruş, [kendi kendini beğenen, meziyetlerini satmaya çalışan] şöhretperest, riyâkâr insanların ve az birşeyle iktidarlarını göstermek ve ihâfe [korkutma] ve ızrar [zarar verme] cihetinde bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalif vaziyete girerler. Ta görünsünler ve nazar-ı dikkat [dikkat içeren bakış] onlara celb [çekme] olunsun. Ve iktidar ve kudretle olmayan, belki terk ve atâletle [hareketsizlik] sebebiyet verdiği tahribat onlara isnad edilip onlara bahsedilsin. Nasıl ki böyle şöhret divanelerinden birisi namazgâhı telvis etmiş, ta herkes ondan bahsetsin. Hattâ telvis edenden [kirleten] lânetle de bahsedilmiş de, şöhretperestlik damarı kendisine bu lânetli şöhreti hoş göstermiş diye darbımesel [atasözü] olmuş.

ba

130

(On üçüncü lem’anın [parıltı] on üçüncü işaretinin üçüncü noktasından)

Şeytanın bu desisesine [hile, aldatma] benzer diğer bir desise [hile, aldatma] ile, insanın selâmet-i fikrini ifsad [bozma] ediyor, hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] karşı sıhhat-ı muhakemesini [sağlıklı değerlendirme, hüküm verme] bozuyor ve istikamet-i fikrini ihlâl ediyor. Şöyle ki:

Bir hakikat-i imaniyeye [iman gerçeği] dair yüzer delâil-i ispatiyenin [ispat delilleri] hükmünü, nefyine [gönderilme, sürgün] delâlet eden bir emâre ile kırmak ister. Hâlbuki, kaide-i mukarreredir [kesin olarak kabul edilen kural] ki, “Bir ispat edici, çok nefyedicilere [gönderilme, sürgün] tereccuh [üstün gelme] ediyor.” Bir dâvâya müsbit [ispat edici] bir şahidin hükmü, yüzler nâfîlere [faydalı, yararlı] râcih oluyor. Bu hakikate bu temsil ile bak. Şöyle ki:

Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Birtek kapının açılmasıyla o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapalı olsa, o saraya girilemeyeceği söylenemez.

İşte, hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] o saraydır. Her bir delil, bir anahtardır; ispat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden [iman hakikatleri] vazgeçilmez ve inkâr edilmez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış bir kapıyı gösterir; ispat edici bütün delilleri nazardan iskat [düşürme] ediyor. “İşte bu saraya girilmez. Belki bu saray değildir, içinde birşey yoktur” der, kandırır.

İşte, ey şeytanın desiselerine [hile, aldatma] müptelâ [bağımlı] olan bîçare insan! Hayat-ı diniyenin, [dine ait hayat] hayat-ı şahsiyenin [kişisel hayat] ve hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] selâmetini dilersen ve sıhhat-i fikir [sağlıklı düşünce] ve istikamet-i nazar [doğru görüş] ve selâmet-i kalb [kalp huzuru, rahatlığı] istersen, muhkemât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’daki sarsılmaz hükümler] mizanlarıyla [ölçü] ve Sünnet-i Seniyyenin terazileriyle a’mâl [ameller, işler] ve hâtırâtını tart! Ve Kur’ân’ı ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap! Ve اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ 1 de, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] iltica et!

ba

131

BİR NUR TALEBESİNİN ÜSTAD HAZRETLERİNİN DÂR-I BEKÂYA İRTİHALLERİNDEN EVVELRİSALE-İ NUR VE ÜSTAD HAKKINDAKİBİR TAKRİZİDİR.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

Çok şefkatli, pek kerîm, [cömert, ikram sahibi] hayatımdan çok aziz Üstadım Efendim Hazretleri!

Mübtedi ve pek acemî [Arap milletinden olmayan başka milletler] bir çocuğun, üstadından aldığı dersi tekrarı misillû, [benzer] cehl-i mürekkeb [bilmediği halde kendini bilmiş sayma] içerisinde pûyan olan şu âciz talebenize Risale-i Nur’un feyz-i nâmütenahîsinden süzülen iksir-i hayât, ruh ve kalbimi, akıl ve idrak ve şuurumu, hissiyât-ı sefihenin istilâsından vikaye [koruma] ederek, en mübarek bir mürşid-i âzam gibi himmet-i nâmütenahîsiyle, en mühim bir kuvve-i dâfia [itme gücü (fizik)] olarak, vücud mülkünden nefs-i emmâre [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] ve hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] şerlerini def ve tardederek, [kovma] aşılmaz ve yıkılmaz bir sedd-i Kur’ânî [Kur’ân seddi] ve bir sedd-i imanı te’sis ediyor.

Risale-i Nur, nebâtatın [bitkiler] hatta cemâdatın [cansız varlıklar] dahi lisân-ı hâlleriyle olan tesbihatını, kâinatın medâr-ı mefhareti olan lisân-ı Âdemle beyan ederek Hâlık-ı Kâinata [bütün âlemleri yaratan Allah] takdim etmesinden Risale-i Nur bütün mahlukât ve bütün zîruh [ruh sahibi] ile de yakînen alâkadar ve münâsebettardır.

132

Bu kadar ihatalı, [herşeyi kuşatma] câmi, mânidar bir hayat-ı nâmütenahînin feyyaz nurlarıyla kâinatlar ışıklanırken, zulümatlar dağılırken, asırlar yıkanırken, gözleri felsefe bataklığının çamurlarıyla kapalı, kalbleri mühürlü, beşer çehreli mütemerridlerin, [inatçı] كَاْلاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ 1 sırrının mazharı o zavallı dâllîn [doğru yoldan sapmış inançsız kimseler] güruhunun hakaik-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] karşı kör, sağır, gâfil olarak Hâlık-ı Kâinata [bütün âlemleri yaratan Allah] isyanları, hiç şüphesiz, kâinatı emsalsiz bir gadapla gadaplandırıyor; تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ 2 sırrıyla Cehennemi çileden çıkarıyor; mevcudata, [var edilenler, varlıklar] lisân-ı hâliyle: “Yaşasın azâb-ı Cehennem!” [Cehennem azabı] dedirtiyor.

Risale-i Nur bütün mizanlarıyla [ölçü] ve riyâzî kat’iyyetiyle, her türlü hakaiki [doğru gerçekler] tam ispat etmesiyle; maddî ilim ve firavunane düşüncelerin neticesi ruhları zifiri karanlıkta olan bu zümrelerin mes’uliyetleri, geçen asırlardaki mütemerrid [inatçı] küfre [inançsızlık, inkâr] nisbetle daha katmerli [kat kat] bir sûrette eşed [daha şiddetli] bir azaba inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] edeceği sarahatle [açıklık] tezahür ediyor. Zira bu dehşetli asrın zındıkları, itiraz veya inkâr ettikleri hakâikin [gerçekler, hakikatler] riyâzî kat’iyyetini, iki kerre iki dört eder derecesinde bir kat’iyyetle, Risale-i Nur’da bizzat müşahede ettiklerinden ve onlar daha dünyada iken teslime mecbur olduklarından, sırf bir küfr-ü inadî [gerçekleri görmek istememe, inattan kaynaklanan küfür] ile küfrü iltizam [kabul etme, taraftarlık] etmelerinden, iblise tâbî bu bedbaht iblis hizmetçilerinin azabını, küfürleri gibi, eşedd-i azaba lâyık kılmaktadır.

Risale-i Nur tebşiratıyla, [müjdeleme] ihbar-ı gaybîleriyle, [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] geçmiş asırların sâkinlerinin [içecek servisi yapan, sunan kişi] nazarlarını gıpta ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ile asrımıza baktırmaktadır. Verâset-i Nebevî [Peygamberliğe varis olma] yoluyla pek ulviyeti [yüce] haiz ve ümmetin en mübecceli olan ve birinci safını teşkil eden  

133

Ashab-ı Kiramın, [yüksek şeref sahibi Sahabeler; Peygamberimizi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan gidenler] hususiyle Hazret-i Ali’nin (r.a.) kerâmet-i Aleviyeleri [Hz. Ali’nin (r.a.) kerameti] ve daha sonra muhakkikînin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] ve asfiyanın [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] serfirazı [benzerlerinden üstün olan] Hazret-i Gavs’ın (k.s.) kerâmet-i Gavsiyeleriyle ve Necmeddîn-i [kısım, durak; yıldız] Kübrâ ve Muhyiddin-i Arabî (k.s.) gibi kümmelînin kendilerinden sonraki asırlara ait işaretlerinin emsalsiz sarahatlarıyla, [açıklık] ziyanın güneşi ve hararetin ateşi göstermesi gibi, Risale-i Nur’dan en kat’î ve en sarih [açık] ve en ziyadar [ışıklı] bir sûrette tebşiratlarıyla [müjdeleme] ve ihbârât-ı gaybîyeleriyle beyanları; ihsânât-ı İlâhiye‘nin [Allah’ın ihsanları, bağışları] emsalsiz hamd ve senaya lâyık bir ikramıdır.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * 1

Risale-i Nur malûm Sözleriyle ve bütün eczalarıyla cadde-i kübrâ-yı Kur’âniyeyi [Kur’an’ın temel prensiplerinden hareketle açılan en büyük cadde] göstermesi itibariyle, kemâlin hadd-i kusvasına îsale vesile olduğu gibi; mâyesi [asıl, esas, maya] harc-ı Kur’ânî ile müzeyyen, [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] müsenna, muazzam, muhteşem olan Risale-i Nur’a lâkaytlık [duyarsızlık, ilgisizlik] etmek, temerrüd [inat etme] ve inkârda bulunmak, insanı âlâ-yı illiyyînin [yücelerin en yücesi] mukabili olan esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] düşürür.

Üstadım Efendim Hazretleri! Kásır fehmim, nakıs [eksik, kusurlu] ifadem, çok mahdut [sınırlanmış] ihatamla; [herşeyi kuşatma] iman ve irfan [bilgi, anlayış] ağacının en son ve en nefis meyvesi Risale-i Nur’un teşrihi [şerh etme, açıklama, ortaya çıkarma] ve izahını ben yapamıyorum. Zaten onu tam hakikatıyla sekene-i arzın [dünyalılar] hiçbiri ve hiçbir unsuru, mükemmel yapamaz. O semâvî ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] mecmuasının tarifi ve teşrihi [şerh etme, açıklama, ortaya çıkarma] ve izahı; kendisinin kendisine has, mümtaz [seçkin] ve serapa sehl-i mümteni [imkânsız birşeyi kolayca ifade etme]

134

olan selasetli, [sözün akıcılığı, ifadedeki ahenk, kolaylık ve akıcılık] haşmetli, ziyadar, [ışıklı] münakkaş, [nakışlanmış] müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] olan ifade ve beyanlarında nümayan ve orada ziyabahş ve nur-efşandır.

Ey Risale-i Nur, ey mu’cize-i Kur’ân! [Kur’ân mu’cizesi]

Müftehir seninle ins ü cin, zemin ü zaman,

Işıklandı kalpler, [sahte para] doldu nurunla cihan,

Binler selâm sana ey mu’cize-i Kur’ân! [Kur’ân mu’cizesi]

Ey Risale-i Nur, ey dertlilere derman!

Yangın gönüllere âb-ı kevser [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] sen oldun,

Âşık bîçarelere vird-i seher sen oldun,

Gönüllere takılı inci cevher sen oldun,

Müftehir seninle ins ü cin, zemin ü zaman,

Binler selâm sana ey mu’cize-i Kur’ân! [Kur’ân mu’cizesi]

Yanık gönüllere sanki zemzem pınarı,

Cennet-misâl ortası, bağ-ı Firdevs kenarı,

Ruşen âlem, nurunla ey hidâyet serdarı! [kumandan]

Müftehir seninle ins ü cin, zemin ü zaman,

Binler selâm sana ey mu’cize-i Kur’ân! [Kur’ân mu’cizesi]

ba

135

Çok müşfik, çok kerîm [cömert, ikram sahibi] Üstadım Efendim,

Huzur-u Hazretinizde, mânen rahle-i tedrisinizde, irfanınıza [bilgi, anlayış] müştak, [arzulu, aşırı istekli] feyzinizle serab şu fakir, şu âciz talebenizin, Nur’un derslerinden aldığı intibah [uyanış] ile, hakaik-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] i’cazkâr [mu’cizeli] ve nâmütenahî ulvî hakikatlarından ve mübarek feyzinizin tereşşuhatı [belirti] olarak şöyle bir hakikat kalbime geldi:

Kur’ân-ı Azîmüşşân‘dan [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] dersimi okurken Sûre-i Lokman’daki

وَمَنْ يُسْلِمْ وَجْهَهُ اِلَى اللهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ * 1

âyetini kıraat ederken—gayr-ı ihtiyarî—kalbim, ruhum, aklım bu kudsi kelâmın pek derin, pek ulvî mânasına saplandı. Başta asr-ı pâk-i Muhammedî (a.s.m.) olduğu hâlde bütün asırlarla konuşan bu âyet-i kerime, asrımıza da elbette bakmaktadır. Hususiyle bu âyet-i celilenin [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet] asrımızdaki tam mâsadaki [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olacak bir mânevî zâta şifreli mükâlemesi [karşılıklı konuşma] ve hitabı var diyerek şiddetli bir ihtarın sâikıyla [sevk eden, sürükleyen] baktım. O kudsi cümle-i Kur’âniye [Kur’ân’ın cümlesi, âyeti] فَقَدِ اسْتَمْسَكَ 2 nazm-ı celiline kadar, Risale-i Nur müellifinin [telif eden, kitap yazan] doğduğu tarihe veya Risale-i Nur’un mukaddematını [evvel, önce] tahsiline başladığı tarihe, makam-ı cifrîsiyle parmak basmaktadır.

وَمَنْ يُسْلِمْ وَجْهَهُ اِلَى اللهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ

(1292) ediyor. ى harfi iki defa sayılırsa, (1302) ediyor. Dört و 24, dört م 160, iki ن 100, bir ى 10, dört س 240, dört ل 120, bir ج 3, dört ﻫ 20, üç ا 3, bir ح 8,

136

bir ف 80, bir ق 100, bir د 4, bir ك 20, bir ت 400. Yekûn [bütün, toplam] 1292 ederek müellifin [telif eden, kitap yazan] doğum tarihini göstermektedir.

ى iki defa sayıldığı takdirde (1302) tarihi eder ki; bu tarih, Risale-i Nur müellifinin [telif eden, kitap yazan] tahsile, yani Nur’un basamaklarına başladığı zamanı gösteriyor. İleride Kur’ân’a yapılacak taarruzlarda Nur şakirtleri [öğrenci] Kur’ân’ın emsalsiz elmas kılıcı Risale-i Nur ile yapılacak mücahedede, [Allah yolunda cihad etme] müellifin [telif eden, kitap yazan] küfrü [inançsızlık, inkâr] te’dip [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] için lüzumlu Kur’ânî cephane ve teçhizatı taallüm [öğrenme] ve iddihar [biriktirme, depolama] ile meşgul bulundukları tarihe parmak basıyor. بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى 1 nazm-ı celili pek latîf [güzel, hoş] bir tevafuk eseri olarak makam-ı cifrîsi (1347) ederek, tam tamına Risale-i Nur müellifinin [telif eden, kitap yazan] beyne’l-avam ve beyne’l-İslâm en çok kullanılan ism-i mübareki olan “Üstad Bediüzzaman” ismine parmak bastığından وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ 2 nazm-ı celili ile, herşeyi câmi olan Kur’ân-ı Azîmü’l-Beyan, elbette ve elbette gerek işarî mânâsıyla ve gerek hesab-ı cifrîsiyle, [cifir hesabı] Risale-i Nur müellifinin [telif eden, kitap yazan] doğum tarihine veya tahsile başladığı tarihe ve isimlerine işaret etmektedir. Risale-i Nur cüzlerinde, Sûre-i Bakara’daki لاَ اِكْرَاهَ فِى الدِّينِ 3 ilâ âhir [sonuna kadar] âyet-i kerimesinin hakikatli, hikmetli, muhteşem tefsiri; işarî mânâ ve hesab-ı cifrîsiyle [cifir hesabı] beyan edildiğinden, o hakîkatlı ve haşmetli tefsirin Risale-i Nur’a ve mübarek müellifine [telif eden, kitap yazan] latîf [güzel, hoş] işaretleri arasında بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى nazm-ı celil-i Sübhanîsi, cifirce (1347) rakamını göstererek, “Üstad Bediüzzaman” ismine cifren tevafuku gösteriyor ki, bu âyetin Sûre-i Lokman’daki âyetle münâsebeti ve iki yerde bu hakikatın tekrarı, Risale-i Nur’a çok kuvvetli bir işaret ve imâ teşkil etmektedir.

137

Risale-i Nur kendi şakirtleriyle [öğrenci] kopmaz bir zincir, bir hablü’l-metin [sağlam ip, çok kuvvetli ip (İslâm, Kur’ân)] vasfına tam lâyık olarak, bu dehşetli asrın savletli [saldırı] bid’alarına [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] karşı emsalsiz bir kahramanlıkla göğüs gererek pişva-yı âlem-i İslâm olmuş ve Kur’ân-ı Azîmin dellâlı [davetçi, ilan edici] sıfatıyla aktâr-ı İslâmiyenin her yerinde, hatta küre-i zeminde [yerküre] meş’ale-i imanı, Kur’ân’ın ezelî ve ebedî ışığıyla parlatmış olması, elhak bu vasfa tam lâyık olduğunu nice burhanlarla [delil] te’yid etmiş bulunuyor.

Bu kudsi âyetlerin tafsilât[ayrıntılar] tefsiri Risale-i Nur Külliyatında beyan edilmiş bulunduğundan, bu yüksek hakaikı [doğru gerçekler] ona havale ederek dersime hâtime [son] veriyorum.

Çok mübarek üstadım efendim! Haddimin milyon kere fevkinde [üstünde] olan bir mes’elede küçüklüğüme, nihayetsiz aczime, sonsuz fakrime ve cehlime bakmayarak, cür’etli hareketimden dolayı bendenizi affediniz. Yalnız şurasını tekraren arzedeyim ki: Rahle-i tedrisinizde ahz-ı mevki ettim; huzur-u irfanınıza baş koydum.

Ey tabib-i hazıkım, ey mübarek Üstadım! Beni affediniz. Derece-i kemâldeki [mükemmellik derecesi] şefkatinizden ve ikramınızdan ancak af dilerim. En büyük edep ve hürmetlerimle mübarek ellerinizden öper, mübarek dualarınızı istirham eylerim efendim hazretleri…

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Pek kusurlu, duanıza muhtaç talebeniz

 Mehmed

ba

138

(Evvelce bir bayram tebriki olarak arz edilen şu nazmın [diziliş, tertip] mevzu ile alâkasından dolayı buraya derci [yerleştirme] münâsip olur kanaatıyla tekrar takdim edilmiştir.)

Burc-u enversin efendim, kâl’a-i İslâma sen.

Nail olmuşsun bugün Kur’ân ile ikrama sen.

Sensin ol dellâl-ı Kur’ân, yoluna canlar feda,

İltifât-ı Şâh-ı Merdan ile sensin mukteda.

Vasfını resmetmeye yok takatim, gelmez dile.

Sen müeyyedsin [teyid edilmiş, sağlamlaştırılmış] efendim, ol kerâmât[Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] Gavs ile.

Sensin ol Nur naşiri, [yayınlayan] feyzin demâdem [her zaman] aşikâr.

Oldu mülhidler [dinsiz] tahassüngâhı, [sığınma yeri] seninle tar ü mar.

Kıl keremler [cömertlik] bendene kim, çar [eskiden Rus İmparatorlarına verilen ünvan] u nâçâr söyledim.

Sen müceddid-i kâriban hâtemisin seyyidim.

Lütfunu bekler gedâyım, [fakir] affedip hüddamını,

Aldı feyzinden bu Mehmed, dâima ilhamını. [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ]

Fırka-i nâciyeyiz biz, râh-ı tevhid cephemiz.

Pişva-yı âlem-i İslâm sensin şüphesiz.

Günlerin olsun mübarek, hatırın bulsun safa, [zevk, keyif]

İsm-i pâk-i hakkı içün Ahmed-i [çokça medhedilen, övülen] Muhammed Mustafa. (a.s.m.)

ba

139

 Ankara Üniversitesinde okunan bir konferanstır

Risale-i Nur’un dersiyle ve aziz ve kıymetli Üstadım Bediüzzaman’ın himmetiyle [ciddi gayret] yazılabilen bu konferans, Risale-i Nur hakkında tatlı ve zevkli bir sohbettir. Risale-i Nur’un kıymet ve ehemmiyetini ifade etmek değildir, buna cesaretim yoktur. Zira ben Risale-i Nur’un en mübtedi, en âciz bir talebesiyim. Milletler içinde şöhret kazanmış bir şaheserin değerini anlatmaya kültürüm kifayetsizdir. [yeterli olma] Bu büyük şeref Risale-i Nur’un münevver, [aydın] idrâkli ve takdirkâr [takdir eden, beğeniyi ifade eden] okuyucularına mahsustur.

Ben, Risale-i Nur’a kavuşuncaya kadar matbuatımızda [basın, medya] ve kitaplarımızda Kur’ân-ı Kerimin kıymetini anlatan tek bir yazı okumamıştım. Sonradan anladım ki, Kur’ân-ı Kerimi yarım asırdan fazladır, bizde yetişen ediplerden ziyade, ecnebi büyükleri takdir ediyorlarmış. Amerika’da Beyaz Saray’da bütün dünyanın ve kâinatın güneşi olan Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] yeşil ipekliler arasında lâyık olduğu yüksek mevkie konuyormuş. Mucitler, feylesoflar, psikologlar, sosyologlar, pedagoglar Kur’ân-ı Kerimi esas tutarak yazılmış olan eserleri okuyorlar; o şahsiyetler bu mukaddes kitaptan aldıkları malûmat ile eserler yazarak dünya çapında şöhret kazanıyorlar. İnsanlığa, milletlerine hizmet ediyorlarmış. İsveç, Norveç ve Finlandiya’da en büyük ilim adamlarından müteşekkil [meydana gelen] bir heyet meydana getirmişler, gençlerin kurtuluşunu sağlayacak halâskâr [kurtarıcı] bir kitabı senelerce aramışlar, nihayet gençliği en yüksek ahlâk ile ahlâklandırmak ve dünyada açık fikirli, müstakim [doğru ve düzgün] ilim adamı yapmak için Kur’ân-ı Kerimi okutmanın yegâne çare olduğu neticesine varmışlar.

İslâmiyeti ve Kur’ân’ı takdir eden yabancılar çoktur, daha birçok misâller vermek mümkündür.

İşte Müslüman olmayan kimseler, İslâm kitabının kıymetini takdir edip istifade ederlerse, uyanık Müslüman Türk gençliği acaba daha fazla durabilir mi? Kat’a [kesinlikle] ve aslâ duramaz ve uyuyamaz.

140

Ma’bûd-u Zîşanımız olan Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] gençliğimizin en ulvî ve en kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ihtiyaçlarına tam cevap verecek bir ilm-i hakikat [hakikat ilmi] hazinesini yirminci asırda da meydana getirmiştir. İşte bu zengin define-i ilmiye, [ilim hazinesi] Kur’ân-ı Kerimin hakikî ve parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’dur. Bu eserler, Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tereşşuh [sızma/sızıntı] etmiş ve onun esasları dairesinde yazılmıştır. Eseri telif [kaleme alma] eden Bediüzzaman’dır. Bütün hakikî ilim adamları müttefikan [birleşerek] Risale-i Nur’un bu muhteşem müellifinin [telif eden, kitap yazan] “Bediüzzaman” denmeye lâyık bir şahsiyet olduğunu tasdik etmişlerdir. Risale-i Nur eserlerinin millet ve gençliği dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve sapkınlık girdaplarından kurtaracak bir tefsir-i Kur’ân [Kur’ân tefsiri] olduğunu takdir ve tahsinlerle [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] tasdik etmişlerdir. Böyle olduğu hâlde bu kadar büyük bir şâheserin müellifini [telif eden, kitap yazan] bugün herkes tam tanımıyor denilebilir.

Evet arkadaşlar, içimizde on beş-yirmi senedir komünistler ve din düşmanı cereyanlar çoklukla çalışıyorlarmış. Böyle dâhilerimizi tanıtmak şöyle dursun, türlü türlü isnadlarla kötülemişler, buna muvaffak olmak için de bütün imkânlardan istifade etmeye çalışmışlar, hakiki ve mücahid ilim adamlarımızı millete fena göstermek için bütün gayretlerini sarf etmişler. Bu feci hâlin böyle olduğunu, demokrasinin memleketimizde şu yıllarda gelişmeye başlaması sayesinde anlamış bulunuyoruz. Meğer aldanmışız ve aldatılmışız. Şimdiye kadar din adamlarımız hakkında bize yapılan uydurma telkinatları [telkinler] ve yalan yanlış propagandaları bu hakikatlara vâkıf [bir şeye hâkim olacak derecede bilgi sahibi olan] olduktan sonra kafamızdan çıkarabildik. Menfî intibalarımızı sildik, hakiki münevverlerin [aydın] istifade ettikleri kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kitabımız Kur’ân’a sarıldık ve Kur’ân-ı Hakimin [her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu asırda yüksek bir tefsiri olan Risale-i Nur’dan Kur’ân ve iman hakikatleriyle münevver [aydın] olmaya başladık.

Evet, Abdülkadir-i Geylânî, İmam-ı Gazâlî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî gibi İslâmiyetin birer güneşi olan dâhî büyüklerimizin eserlerini ve hakiki kıymetlerini bugünkü gençlik nasıl bilemiyorsa, Bediüzzaman Said Nursî gibi misilsiz [benzer]

141

bir müfessir-i Kur’ân‘ı [Kur’ân’ı mânâ yönüyle tefsir eden, açıklayıp yorumlayan kimse] da tam tanıyamamıştır. Esasen gizli ve aşikâr din düşmanlarının birtakım kasd-ı mahsuslarıyla tanınmasına meydan verilmemiştir. Fakat böyle büyük bir müfessirin [açıklayan, yorumlayan] ve bir İslâm dâhîsinin bu asırda da mevcut olduğunu şahsî gayretleriyle öğrenenler Bediüzzaman’ın tarihî ve cihanşumül değerini derhal idrâk etmekte ve eserlerinden faydalanmak için can atmaktadırlar.

Evet, arkadaşlar! Kat’î ve kâmil bir kanaatla diyebiliriz ki: Bu asırdaki insanları saadete kavuşturacak, onları aklen ve kalben ikna edecek eser ancak Risale-i Nur’dur. Bu hüküm Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] okuyan münevverlerin [aydın] kat’î bir hükmüdür. Hem bu kanaatın isabetini Risale-i Nur’daki ilmî kudret ve orijinallik açıkça göstermektedir.

Arkadaşlar!

Nasıl Kur’ân-ı Kerime sarılanların dünya ve âhiretleri mâmur olursa, onun parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’u okuyup amel edenler de hakikî saadete erişeceklerdir. Bu imanî eserleri okuyan gençlerin imanı kuvvetlenecek, istikballeri parlayacak, ilim ve irfan [bilgi, anlayış] sahibi olacaklardır. Hem vatana, hem millete, hem anne ve babalarına faydalı, yüksek ahlâka sahip gençler olarak temayüz edeceklerdir. Allah’ın halis bir kulu, Peygamberin hakiki bir ümmeti hâline gelmek bahtiyarlığına nâil olacaklardır.

Risale-i Nur hakkında bilgi soran arkadaşlarımıza gelince; bu hususta bir fikir edinebilmek için hiçbir yerden izahat almaya lüzum yoktur. Siz bu feyyaz eserleri okuyun, bizzat kendi cehd ve şahsî gayretinizle onu anlamaya ve tanımaya çalışın. O ilim ve irfan [bilgi, anlayış] hazinesine bizzat giriniz, işte ancak o zaman arzu ettiğiniz malûmatı hakkıyla elde etmiş olacaksınız.

Evet, Risale-i Nur’u okudukça, Kur’ân nuru içinize dolacak, o Kur’ânî hakikatler aklınızı ve kalbinizi tenvir [aydınlatma] edecek ve imanınızı inkişaf [açığa çıkma] ettirip kuvvetlendirecektir. Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] okudukça İlâhî [Allah tarafından olan] bir feyiz, ruh ve mâneviyat âleminizi kaplayacaktır. Hayatta, sizlere büyük bir huzur ve saadetin refahı içinde yaşaya

142

bilmenin kapıları açılacaktır. Dünyanın bir âhiret mezraası [tarla] olduğunu ve bu fâni dünyaya, ebedî bir hayatın kazanılması için geldiğinizi bu eserlerden öğrenecek ve bu iman cihetinden dünyanın cennetten daha zevkli olduğunu hissedeceksiniz. İşte böyle sonsuz ve mânevî bir şevk ve aşkla dünyayı, şu geçici hayat için değil, ebedî bir hayatı ve bâkî bir saadeti kazanmak için seveceksiniz.

Hem namaz kılmanın ve ibadetin büyük ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir zevk olduğunu bir kat daha anlayacaksınız. Namazda Rabb-i Rahîmimizin, [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] Allah’ımızın huzurunda durmaktan o kadar derin ve ilâhî bir zevk duymaya başlayacaksınız ki; namazsız geçen günleriniz ıztırap ve sıkıntılarla dolacak; en sevinçli, en mesut anlarınızı Allah’a ibadet ve taatta [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] bulacaksınız.

Arkadaşlar,

Risale-i Nur, yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu fikir karanlıklarından ve müthiş dalalet [hak yoldan sapkınlık, inançsızlık] yollarından kurtarmak için müellifin [telif eden, kitap yazan] kendi ihtiyariyle değil, bir ihsan-ı İlâhî [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] olarak yazılmış olan ilhamî [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] bir eserdir. İşte insan üzerindeki tesiri pek büyük olan böyle bir eseri devamlı olarak teenni ile ve lûgatların [kelime, sözcük] mânâlarını öğrenerek, dikkatle okuyabilseniz, geceli gündüzlü çalışan birçok Nur talebeleri gibi siz de büyük bir huzur ve saadete kavuşursunuz. Hem gayet cevval [sürekli haraket halinde olan] ve faal bir hâle gelirsiniz. O kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] eserleri günlerce okuyabilmenin ilâhî hazzı ile çırpınırsınız. Bu gibi kıymeti ölçüye sığmayan eserlerle meşgul olabilmek için beş dakikayı bile boşa geçirmezsiniz. Ve hem daima cebinizde, çantanızda Nurları taşımak, okumak, daima okumak için zamanlarınızı büyük bir kıymetle kıymetlendireceksiniz. Nurları okumak sevgisiyle, Nurları okumak heyecanıyla, Nurları okumak ihtiyacıyla yanacaksınız.

Evet arkadaşlar, Risale-i Nur öyle câzibedar bir eserdir ki; Risale-i Nur’la Kur’ân’a ve imana hizmet etmenin kudsiyet ve büyüklüğünü anladıkça, dünyada iken sizleri Cennete dâvet etseler, böyle mukaddes bir vazifeyi, böyle ulvî bir saadeti şimdi bırakıp gitmek istemeyeceksiniz. İman cihetiyle ve imanı kurtarmak dâvâsına hizmet etmek gayesiyle dünyanın bir mânevî cennet hükmünde olduğunu hissedeceksiniz.

Risale-i Nur’a çalışanlar, iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda öyle bir feragat ve fedakârlığa sahip olmuşlar ki, onlarda menfaat-i şahsiye [kişisel çıkar] denilen âdi ve bayağı

143

maksatlar yer bulamamış ve tutunamamıştır. Zira Nur talebelerinde en birinci maksat ve en büyük gaye rıza-i İlâhîdir. [Allah rızası] Allah’a hadsiz şükürler olsun Risale-i Nur’a çalışmanın, mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Azîmüşşana [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] hizmet olduğunu öğrenen uyanık ve kıymettar ve fedakâr arkadaşlarımız milyonları geçmiştir. Aklı yerinde olanlar için pek âşikâr olarak görünen bu hakikati hiçbir ferd inkâr edememektedir. Allah için bir çalışma olan Risale-i Nur faaliyetlerinde, İlâhî [Allah tarafından olan] bir aşk ve şevkle, kalbî ve ruhî bir sevgiyle gece uykularını dahi feda edenler olmaktadır.

Bakınız! Risale-i Nur’a hizmet eden Nur’un öyle hakiki talebeleri var ki, onlardan birisine denilse, “Risale-i Nur yerine şu kitapları istinsah [kopyasını çıkarma] et de Amerikalı milyarder Ford’un servetini sana verelim” Risale-i Nur’un satırlarından kaleminin ucunu bile kaldırmadan o bahtiyar talebe şöyle cevap verecektir:

“Dünyayı servetiyle ve saltanatıyla verseniz kabul etmem. Çünkü, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bize Risale-i Nur’un mütalâası ve hizmetiyle tükenmez, bâkî bir hazine verecektir. Acaba sizin o dünyevî servetiniz beni mes’ut edecek midir? Bu şüphelidir, fakat Rabbimizin ihsan [bağış] edeceği bâkî servet ile hakiki bir saadete kavuşacağımızda şek [şüphe] ve şüphe yoktur.”

Kıymetli kardeşlerim,

Risale-i Nur’un yüksek değerini anlamakta veya onu işitip tanımakta biraz gecikmiş olan gençler içleri sızlaya sızlaya şöyle demektedirler: “Şu geç uyanan kıymettar gençliğimi fâni, geçici şeylerle zayi etmeyeceğim. Ancak ve ancak Kur’ân’a ve imana hizmet uğrunda, sevgili Allah’ım ve sevgili Peygamberimin emirlerine itaat yolundaki hizmetlere vakfedeceğim. Ancak böylelikle, bu muvakkat [geçici] gençliğimde bâkî bir gençliği elde etmiş olacağım.

Risale-i Nur’a bu kadar bağlanıldığını görünce dünyadan alâkamızın kesildiği zannına varılmasın. Bilâkis, bu cihet şu hatt-ı hareketimizle [rota; hareket yönü, istikamet] [doğru] tebarüz eder: Mücerred [bekar] isek işlerimizi, talebe isek derslerimizi, memur isek vazifemizi, tüccar isek ticaretimizi yapıyoruz. Dünyevî meşgalemiz ne kadar fazla bulunursa bulunsun, ders ve imtihanlarımız ne derece sıkı olursa olsun Risale-i Nur’a çalışmaya ve hizmete yine vakit buluyoruz ve bulabiliriz; zaman ayırıyoruz ve ayırabiliriz. Zira nasıl ki, hergün ekmek, su ve havaya ihtiyaç var. Aynen öyle de

144

bunlardan daha fazla olarak hergün Kur’ân ve iman hakikatlarından mânevî gıdalarımızı almaya muhtacız.

Evet, Risale-i Nur’la olan iştigalimiz, [meşgul olma, uğraşma] iş ve derslerimizdeki muvaffakiyeti [başarı] kat kat arttırarak bize kuvvet ve heves veriyor. Bizde dünyaya din için çalışmak fikrini uyandırıyor. Bize vaktin kıymetini idrâk ettiriyor, takvim [program] yapraklarının geri dönmeyeceğini kalb ve aklımıza tesirli bir sûrette ihtar ederek, ömür sermayesi olan zamanımızı kıymetlendirmek şevk ve azmini veriyor. Çalışma saatlerinde şurada burada boşu boşuna veya lüzumlu zannına kapıldığımız ve fakat bizce faydasız şeylerle vakitlerimizi öldürmekten bizi kurtarıyor. Hatta istirahat zamanlarında dahi iman hakikatlarına çalışma sevgisini husule [meydana gelme] getirerek rahmet-i İlâhînin [Allah’ın rahmeti, şefkat ve merhameti] hareket içine dercettiği [yerleştirme] faaliyet zevkini tattırıyor, böylece fâni bir ömürde bâkî bir hayatı kazanmanın yolunda yürütüyor.

Kıymetli kardeşlerim,

Risale-i Nur’un yüksek değerini tam beyan etmek mümkün değildir. Onun kıymeti, onu daimî ve sadakatla okuyanların ruhunu o kadar sarıyor, o kadar kendine râm ve meftûn ediyor ki, tahkikî iman mertebelerinde terakki [ilerleme] eden o fedakârlardan birinin başına bütün din düşmanları toplanıp Risale-i Nur’dan vazgeçirmeye çalışsalar yine muvaffak olamazlar ve olamadılar.

Ben ki, Risale-i Nur’u telifle [kaleme alma] vazifelendirilen ve istihdam [çalıştırma] edilen Üstadın hizmetçisi olmayı en büyük bir nimet bilirim. Hizmetçisinin hizmetçiliğini yapmayı bir şeref addederim. Bu kalbî ve samimî bağlılığı çok görenler olabilir, fakat hiç de fazla bulmamalıdır. Meselâ, kıymetli bir eser okuruz, müellifine [telif eden, kitap yazan] karşı içimizde az çok bir takdir hissi belirir. Moliere’in, Hugo’nun, Goethe’nin eserlerine bir hayranlık duyarız. Acaba İslâm dininin rehberi olan Kur’ân-ı Hakimi [her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tefsir eden bir İslâm dâhisinin şahsına karşı bağlılığın derecesi nasıl olmalıdır? O meşhurlardan birinin eseri kâğıda yazılırsa, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kur’ân tefsiri olan Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] altun sayfalara nakşetmek lâzımdır. Dine muarız [itiraz eden, karşı gelen] olmayan müstakim [doğru ve düzgün] bir filozofun eserini tetkik için saatlerce çalışılırsa, iki cihanın saadetini ders veren Bediüzzaman’ın eserlerini okumak için uykularımızı terk etmek gerektir. Evet, dünyevî bir kitaba beş lira ödersek, Risale-i Nur gibi dünya  

145

ve âhirette insanı mes’ud kılan ve en yüksek bir mevki ve şerefe nâil olan bir tefsir-i Kur’ân‘a [Kur’ân tefsiri] yüz lira veririz ve veriyoruz. İcap ederse onun neşri uğrunda servetimizi de feda etmek İslâm cengâverlerinin torunları olan biz gençlere lâzım ve elzemdir arkadaşlar!

Öyleyse geliniz kardeşlerim,

Nurların dersinde diz dize, hizmetinde el ele, cihad-ı diniyede omuz omuza verelim, Nurlardan Nur almaya, imanî derslerinden ders almaya şiddetle muhtaç olduğumuz Nur Risalelerine [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] beraberce çalışalım, görüşelim, konuşalım. Allah yolunda, din yolunda koşalım. Dinsizlere karşı mücadele bayrağını açarak cihad-ı diniye meydanlarında, hizmet-i imaniye [iman hizmeti] muhitlerinde tatlı canlarımızı feda edelim.

Kıymetli kardeşlerim,

Risale-i Nur’da çok üstün meziyet ve hususiyetler vardır. O mümtaz [seçkin] ve müstesna hâsiyetler [özellik] şimdiye kadar telif [kaleme alma] edilmiş olan hiçbir eserde görülmüyor. Ömrünü okumakla geçiren hakiki ilim adamlarından Risale-i Nur’u okuyanlar bu hakikatı izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorlar. Ve o kadirşinas [kıymet bilir] ve üstün şahsiyetler bu zamanda yaşayan insanların, ilmi ne kadar zengin olursa olsun Risale-i Nur’u okumaya muhtaç oldukları kanaatına varıyorlar. Enaniyet ve ilmî kıskançlık gibi hastalıklara müptela olmaktan korkan faziletli âlim ve münevverler [aydın] Risale-i Nur’a derhal sarılıyorlar. Bazıları altmış-yetmiş yaşlarında olduğu halde yine Nur Risalelerine [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] talebe olmak şeref ve nimetini kazanmaya çalışıyorlar.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri diyor ki: “Risale-i Nur başka kitaplar gibi yalnız ilim vermiyor, onun mânevî dersi de vardır.” İşte bu mânevî dersin tesiridir ki, Risale-i Nur’u okuyanların ruh ve kalbleri, vicdan ve lâtifeleri [berrak, şirin, hoş] o feyyaz dersten hisselerini ve gıdalarını alıyorlar. Bu mânevî dersin nüfuzu değil midir ki, Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] okuyanların mânevî âlemleri İlâhî [Allah tarafından olan] Nurlarla yıkanıyor. Ve İlâhî [Allah tarafından olan] bir câzibe ve ilâhî bir tesirle iman hakikatlarına müsahhar ve meftun [aşık] ve meclûp bir hale gelerek Allah ve Resulullah yolunda yükseliyorlar. İlm-i iman âşıkları Risale-i Nur okuyor. Dinî malûmat meraklıları Risale-i Nur okuyor. Hakikat arayıcıları Risale-i Nur okuyor. Mücadeleci mücahid fıtratlar Risale-i Nur okuyor. Hamâset, [cesurluk, kahramanlık] bahadırlık ve kahramanlığın şâhikasına [zirve] erişmek isteyen  

146

kabiliyetler, Risale-i Nur okuyor. Milliyetçiler, Risale-i Nur okuyor. Fen ve san’at erbabı, Risale-i Nur okuyor. Müsbet [isbat edilmiş, sabit] ilim hayranları, Risale-i Nur okuyor. Ehl-i tasavvuf, [tasavvuf ehli; Allah’a ulaşmak için tasavvuf yolunu seçenler] Risale-i Nur okuyor. Edebiyat meraklıları, Risale-i Nur okuyor. Demek her bir tabaka-i insaniye, [insan tabakası] Risale-i Nur’a, ruhunda büyük bir ihtiyaç duymakta ve ondan istifade etmektedirler.

Arkadaşlar,

Risale-i Nur’u okuyanların ikna kabiliyeti artar, akıl ve mantığı işler ve kuvvet bulur. Herhangi bir mevzuu, seviyesi nisbetinde muknî [ikna edici] bir sûrette ifade edebilmek meziyetine sahip olur. Zira o Nurcu baştanbaşa aklî, mantıkî ve muknî [ikna edici] bir şâheserin şâhâne dersleriyle tenevvür [aydınlanma, nurlanma] ve tefeyyüz [feyizlenme] etmektedir.

Hakiki medeniyetin ve yüksek içtimaiyatın, [bir araya gelme, toplanma] insanlık kanunlarının menbaı [kaynak] ve esası Kur’ân’dır. Kur’ân umum nev-i beşere hitap eden bir hatîb-i umumîdir. Kur’ân-ı Hakimin [her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakiki ve berrak ve parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’da aradığınız imanî ve İslâmî, aklî ve fikrî, kalbî ve ruhî birçok ihtiyaçlarınızın tatmin edildiğini göreceksiniz. Kafanızdaki bir kısım istifhamların [soru sorma] tam ikna edici bir tarzda cevaplandırıldığını büyük bir hayranlık ve şükran hisleri içinde müşahede edecek ve Risale-i Nur’un kendinize hitap eden İlâhî [Allah tarafından olan] hakikatlar mecmuası olduğuna kani [inanmış, tatmin olmuş] olarak sonsuz bir huzur içinde mes’ûdâne [mutlu bir şekilde] bir hayat yaşamaya başlayacaksınız. O Nurları defalarca ve hatta bir ömür boyunca okumak zevk ve sevgisinden kendinizi kurtaramayacaksınız.

Risale-i Nur mevzuunu büyük bir alâka ile takip eden uyanık arkadaşlarım,

Kur’ân-ı Kerimin mânâsı bilinmese de, okunduğu ve dinlendiği zaman ruhlarda nasıl ki mânevî ve derunî [içyüz] bir tesir husule [meydana gelme] gelir. Zira kelâm, Allah kelâmıdır. Bu Kelâmullahtaki [Allah kelâmı] ve İslâmiyetteki mânânın kudsiyetidir [kutsal, kusursuz ve yüce] ki, Türkler İslâmiyetle cihangir oldular, kıtalar, beldeler fethettiler. Bin seneden beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapmaktadırlar. Aynen öyle de, Kur’ân’ın bu asırda yüksek bir tefsiri olan Risale-i Nur’daki bazı bahisleri başlangıçta tamamen anlayamazsanız da onun mânevî tesiri ve mânevî feyzi, ruh ve kalbinize nüfuz eder; mânâ âleminizi

147

istilâ eder, kat’iyen [kesinlikle] istifadesiz kalmazsınız ve kalmıyoruz. Hem insan yalnız akıldan ibaret değildir; kalb, ruh, sır ve vicdan gibi mânevî lâtife [güzel ve ince mânâ] ve cihazata da mâliktir. Aklınız, her bir mesele-i imaniyeyi [imana dair mesele] birinci okuyuşta hakkıyla kavrayamasa da kalb ve ruh ondan hissesini alır. Risale-i Nur’un bu mânevî tesiridir ki, Risale-i Nur’un ilk telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] zamanında sekiz-on Nur talebesi varken, şimdi milyonlar olmuştur. Dünya fikir cereyanları içinde en kuvvetli bir iman cereyanı olarak Anadolu’yu istilâ etmiş; Avrupa, Amerika, Asya kıtalarına kadar varlığını ve kuvvetini kabul ettirmiş, din düşmanlarını dehşete düşürerek mağlubiyete dûçar [yakalanmış, düşmüş] etmiş, iman ve İslâmiyete hayat ve hareket vermiş, nesl-i cedidi ihtizaza getirmiş ve kahraman ve cengâver fıtratları inkişaf [açığa çıkma] ettirerek cihad-ı İslâmiye meydanlarında herşeyini iman uğrunda feda ettirecek derecede koşturmuştur ve koşturmaktadır. Nihayet dünyanın ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] fevkalâde takdir ve hayranlığına mazhar [erişme, nail olma] olmuş ve olmaktadır.

Bunun için, devamlı okumaya hergün devam ediniz. Kendini tekrar tekrar, zevkle ve şevkle okutan bu şâheser külliyatını okudukça anlayışınız ziyadeleşecektir; anlamanın tek çaresi; Nurlarla başbaşa kalıp zihnî cehd sarf ederek tekrar tekrar okumak sevgisiyle pâyidar olmaktır.

Muhterem arkadaşlarım,

Risale-i Nur’un üslûbu emsalsiz ve hiçbir üslûpla kabil-i kıyas [kıyası mümkün] olmayan câzip bir üslûptur. Bediüzzaman Said Nursî bir müfessir-i Kur’ân [Kur’ân’ı mânâ yönüyle tefsir eden, açıklayıp yorumlayan kimse] olmakla beraber asrımızın en büyük edibi [edebiyatçı] ve kuvvetli bir beliğidir. Fakat lâfzın [ifade, kelime] gösteriş ve tantanasına değer veren ediplerden değildir. Bilâkis en fazla mânâya ehemmiyet ve kıymet verip lâfzın [ifade, kelime] hatırı için mânâdan fedakârlık yapmayan, elbise için vücuddan kesmeyen bir müelliftir. [telif eden, kitap yazan] O, zâtına has ve gayet müessir ve gayet cazibedar bir üslûb-u beyana [açıklama tarzı] sahiptir. Bunun için Nur Risalelerinde, [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] Kur’ân ve iman hakikatları en berrak ve en mükemmel, en câzip ve en müessir bir tarzda izah ve ispat edilmiştir.

148

Risale-i Nur câmi hakikatlar ve veciz sözler hazinesidir. Bir cümlede bir sahifelik, bir sahifede on sahifelik, bir risalede bir kitaplık mânâ ifade eden ve câmiülkelim hususiyetine mâlik olan bir şâheserdir. Bunun içindir ki, dersleri çok tesirlidir ve gayet nâfizdir. [faydalı] Mütehassıs zâtlarca malûmdur ki, imanî meselelerde fazla tafsilât, [ayrıntılar] dersin tesir ve tefhimini [anlatma] zorlaştırabilir. O derslerin kanaat verici ve tatminkâr olmasında çok defa faydalı bir netice elde edilemez. Bu hakikate binaen, bilhassa imanî hakikatların mücmel [kısa, kısaca] olarak ders verilmesi daha tesirli ve daha verimli ve daha anlayışlı olur ve olmaktadır. Bu düstura [kâide, kural] istinaden Risale-i Nur tafsilâta [ayrıntılar] ve teferruata dalmamıştır. Zihni teferruatla dağıtmamak metodunu esas tutmuştur.

İman ilmine müştak [arzulu, aşırı istekli] arkadaşlarım,

Bediüzzaman Said Nursî, İhlâs Risalesinin [Risale-i Nur Külliyatında yer alan bir bölüm; Yirmi Birinci Lem’a] [parıltı] sonunda bizlere çok büyük bir müjde veriyor. O kadar harika bir kolaylığı beşere takdim edebilmek asrımıza kadar hiçbir müellifte [telif eden, kitap yazan] görülmemiştir kanaatındayız.

Diyor ki: “Bu Risaleleri anlayarak ve kabul ederek bir sene okuyan, bu zamanın hakikatlı bir âlimi olabilir.”

Evet, fen bütün hızıyla ilerlemektedir. Mâneviyatta yükselmek de, bununla muvazidir. [denk, eşit] Maddî alanda bir saatlik yolun bir saniyeye indirildiği bir devri yaşıyoruz. Mâneviyat sahası ise daha sür’atli ve daha vüs’atlidir. [genişlik] Eski zamanda yarım asırda elde edilebilen ilm-i hakikat, [hakikat ilmi] şimdi kısa bir zamanda kazanılabiliyor. Belki de daha az bir müddette aynı semere ve netice hâsıl oluyor. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmet ve keremiyle [cömertlik] bu asır Müslümanlarına ve insanlarına lûtuf buyurduğu bu kadar selâmetli ve kolay elde edilebilecek İslâmî bir maarifin, [bilgiler] imani bir neticenin mevcudiyetini işiten ve aklı başında olan her insan, hususan her Müslüman, bu zengin servete mâlik olmak [sahip olmak] için Nur Risalelerine [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] büyük bir sadakat ve sevgi ile çalışmaktan nasıl geri kalabilir?

Gayretli arkadaşlarım,

O kadar değerli, o kadar kıymettar bir eser külliyatını bir an evvel okumak ve onlardan hergün imanî ve İslâmî gıdalarınızı almak için bütün himmet [ciddi gayret] ve varlığınızla

149

çalışacağınızdan eminim, böyle olmanızı temenni ediyorum. Zira gençlik gidiyor, ömür geçiyor, zamanlar geri gelmiyor.

Evet, biz ne muallimlerimizden bir medet ve ne de peder ve validelerimizden bir teşvik beklemiyoruz ve beklemeyiz. Biz ancak Allah’ın inayetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] kendi kendimizi yetiştirmek zaruret ve sebatındayız. [kalıcı olma, sabit kalma] İnşaallah devam ve sadakatla çalışarak mutlaka yükseleceğiz. Ta iman ve İslâmiyet meratibinin [mertebeler] zirvesine ulaşacağız. Kalbimizi Nur-u Kur’ân‘la, [Kur’ân nuru] kafamızı ilm-i imanla aydınlatacağız. Kalb ve aklımızı çalıştıracağız. Allah’ın has ve hâlis, fakat mücahid bir kulu, Resulullahın [Allah’ın elçisi] ihlâslı, fedakâr ve cengâver bir ümmeti olmak yolunda Nur Risaleleriyle [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] yürüyeceğiz ve ilerleyeceğiz.

Risale-i Nur’dan eskimez yazı öğrenmeye gelince; Kur’ân yazısıyla olan Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] yazmaktaki kazancımız çok büyüktür. Eskimez yazıyı kısa bir zamanda öğreniyoruz, hem yazarken malûmat elde ediyoruz. Hem Risale-i Nur eczalarını çoğaltmakla imana ve Kur’ân’a hizmet edildiği için pek büyük mânevî kazançlar elde ediyoruz. Hem yazılarak edinilen bilgi hâfızaya daha esaslı yerleşiyor. Bunun için şimdiye kadar binlerce genç Risale-i Nur’u yazarak Kur’ân yazısını öğrenmiş ve öğrenmektedir.

Kıymetli kardeşlerim,

Risale-i Nur’un birçok meziyet ve hususiyetlerinden bir kaçını daha sizlere nakledeceğim: Risale-i Nur’daki hârikulâde ilmî kuvvet, taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] imanı tahkikî imana çeviriyor; insanı salâbetli [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] ve kuvvetli bir Müslüman, ilmiyle amel eden bir mü’min-i kâmil olmaya doğru götürüyor. Menhus, pis zevklerden nefret ettirip vazgeçiriyor. En ulvî ve en temiz, ebedî ve sermedî [daimi, sürekli] zevk ve hazlar verecek hareketlere sevk ediyor. İnsana hayatı sevdiriyor. Bedbinlikten [karamsarlık] kurtarıp imanlı bir nikbinlik veriyor. Uyuşuk ve tembelleri cevval [sürekli haraket halinde olan] yapıyor; ruhî bir cevelân [akma, dolaşma] insanın iç âleminde hüküm-ferma oluyor. Orta halli değil, en ileri ve en yüksek bir insan olmak hevesini uyandırıyor. Gurur ve kibir gibi kötü ahlâkları kaldırıyor. İnsanı, tevazu, [alçakgönüllülük] mahviyet [alçakgönüllülük] ve vakar [ağırbaşlılık] gibi faziletlerle değerlendiriyor. Hasım tarafları barıştırıyor. Fenalığa, fenalıkla değil, iyilikle mukabele [karşılama; karşılık verme] etmek dersini

150

veriyor. Siz gibi temiz ve terbiyeli gençleri fena bir muhitin fena görenekleriyle ahlâksız hale düşmek felâketinden muhafaza ediyor.

İşte bunun içindir ki, Risale-i Nur’u sadakat ve devamla okuyan hakikî bir Nur talebesi, ahlâken düşük insanlar arasında kalsa da ahlâkını bozmadan onlardan uzaklaşıp kendini kurtarıyor. Hem ahlâk ve terbiyesini yükseltmek için nefis mücadelesine girişiyor. Risale-i Nur’dan aldığı malûmat ve imanî kuvvetle muvaffak oluyor. Hem kendini o bozuk cemiyete ve kimselere kaptırmıyor; bilakis Risale-i Nur’u neşrederek imanî esasların zayıflaması neticesi olarak bozulan o cemiyeti ikna ve ıslah etmek cehdine sahip oluyor. İçtimaî yüksek esaslarla mücehhez [cihazlanmış, donanmış] bir ıslahatçı gibi gaye ve prensibinde terakkiler [ilerleme] kaydediyor. Dâvâsını yürütmekte ve yerleştirmekte âdetâ zaferden zafere koşmaya başlıyor.

Evet arkadaşlar!

Bugün, içtimaî [sosyal, toplumsal] dert ve yaralarımızı halledip tedavi edecek en esaslı ve en tesirli faktör ve nizamı hâvi [içeren, içine alan] olan bir hakikat kaynağı vardır. O da, Risale-i Nur’dur. Bunun içindir ki, hakikatı idrâk edebilen hakikî münevverler [aydın] ve uyanık mektepliler büyük bir çoğunlukla Risale-i Nur’a sarılmaktadırlar.

Evet, düşüncemiz daima terakki [ilerleme] etmekte olacaktır. Bu muvakkat [geçici] dünyanın, ebedî saadeti kazanmak için bir ticarethane olduğunu Risale-i Nur bize ders veriyor. Biz de, bütün hakikî ilimlerin madeni, esası, nuru ve ruhu olan iman ilmini tahsil ve iktisab etmek için ve mukaddes dâvâmızda muvaffak ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mücadelemizde muzaffer olmak için aza kanaat etmeyeceğiz. Daima yükselmek, daima ilerlemek, daima terakki [ilerleme] etmek için Nur Risalelerine [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] çalışacağız ve çalıştıracağız.

1947 Konya Nur talebeleri namına
Zübeyir Gündüzalp

ba

151

Hasta, mübarek üstadımız, bütün kardeşlerimizin hem Leyle-i Kadirlerini, [Kadir Gecesi] hem bayramlarını tebrik ediyorlar.

Çok hasta üstadımızın hizmetinde bulunan

 Bayram, Ceylân, Zübeyir, Tahirî, Sıddık Süleyman

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 2

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] Leyle-i Kadir [Kadir Gecesi] telâkki [anlama, kabul etme] edilen bu Ramazan-ı Şerifin yirmi yedinci gecesinde bir nev’i tesemmümle [zehirlenme] şiddetli bir mide hastalığı içinde sinirlerimi ve vicdan ve kalbimi istilâ eder gibi bir diğer dehşetli hastalık hissettim. Bu maddî ve mânevî iki dehşetli hastalık içerisinde şefkat hissiyle bütün zîhayatların [canlı] elemleri hâtıra geldi. Şahsî hastalığımdan daha ziyade elîm bir hâlet-i ruhiyeyi [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] hissettim. Bununla beraber seksen küsur seneye varan ömrümün sonunda seksen sene mânevî bir ibadeti kazandıran en son Leyle-i Kadre [Kadir gecesi] lâyık çalışamayacağım diye, sabık [daha önceden geçen] iki dehşetli hastalıktan daha şiddetli, hazîn bir meyusiyet [ümitsizlik] içinde âsâba gelen ve nefs-i emmarenin [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] vazifesini gören bir elîm his beni ezdiği aynı zamanda, Âyet-i Hasbiyenin [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] bir sırrı imdadıma yetişti. Bu üç hastalığı izale [giderme] edip, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, hilâf-ı me’mul bir tarzda dayandım. Bu üç hastalığıma da böyle üç merhem sürüldü. Maddî hastalığın—Hastalar Risalesinde isbat edildiği gibi—bir saat hastalık, sâbir [sabreden] ve mütevekkil insanlara, hiç

152

olmazsa on saat ibadet ve Leyle-i Kadirde [Kadir Gecesi] ise daha ziyade ibadet hükmüne geçtiği gibi, benim de bu Leyle-i Kadirdeki [Kadir Gecesi] hastalığım, iktidarsızlığımla yapamadığım Leyle-i Kadirdeki [Kadir Gecesi] hizmetin yerine geçmesiyle, tam şifa verici bir merhem oldu. Ve bütün zîhayatın [canlı] hastalık ve elemlerinden şefkat sırrıyla bana gelen teellüm [elem çekme] marazını birden rahîmiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın her bir varlığa sonsuz şefkat göstermesi] tecellîsi ile, yani, mahlûkları [varlıklar] yaratanın şefkat ve rahîmiyeti [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] ve rahmeti tam kâfi [yeterli] olmasından, onların elemlerini onlar için bir nev’i lezzete veya mükâfata çevirdiğinden, o rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] daha ileri şefkati sürmek mânâsız ve haksız olduğundan, şefkatten gelen elemi, bir mânevî sürura [mutluluk] ve lezzete çevirdi. Yalnız merhem değil, belki şifa da verdi.

Ve en son ömrümde en ziyade kıymettar mânevî bir hazineyi kaybetmekteki mânevî eleme karşı, Nur’un has şakirtlerinin [öğrenci] her birisi şirket-i mâneviye [mânevî şirket, ortaklık] sırrıyla umum namına dahi dua ile ve amel-i sâlihle çalıştıklarından, hem el-Hüccetü’z-Zehra‘da, [güzel ve parlak delil; On Beşinci Şuâ] hem Nur Anahtarı’nda izah edilen; teşehhüdde [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] ve Fatihada [açılış kısmı, baş, baş kısım] bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] ve zîhayat [canlı] cemaatinin dualarına ve tevhiddeki dâvâlarına iştirak sûretiyle, hususan toprak, hava, su ve nur unsurları birer dil olmasıyla, topraktan çıkan bütün hayat hediyeleri ve sudan mübârekât [bereketli şeyler, mübarekler] ve tebrikât ve havadan şükür ve ibadetin temessülleri [belirme, görünme] ve nur unsurundan maddî-mânevî tayyibatlar, [iyi ve güzel işler, hareketler, ibadetler] güzellikler tarzında, teşehhüdde [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] ve Fatihada, [açılış kısmı, baş, baş kısım] kâinattaki bütün nimetlerden gelen şükürler ve hamdler ve bütün mahlûkatın, hususan zîhayatların [canlı] küllî ibadetleri ve bütün istiâneleri [yardım dileme] ve doğru yolda giden bütün ehl-i hakikate [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] yolundan gidenlere, mânevî refakat etmekle onların dualarına ve dâvâlarına tasdik sûretinde âminlerle iştirak ederek, âmin demekle hissedar olmanın küllî sırrı o gece imdadıma geldi. Gayet hasta, zaif, meyus [ümitsiz] bir halde, cüz’î [ferdî, küçük] bir hizmet edememekteki mânevî elîm hastalığıma öyle bir tiryâk oldu ki, ben hakikaten en sağlam hallerimde ve en genç zamanlarımda, en zevkli ve lezzetli evradımda [okunması âdet olan dualar] bulamadığım bir mânevî süruru [mutluluk] hissettim. Ve hadsiz şükür edip, o dehşetli hastalığıma

153

razı oldum. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ شَهْرِ رَمَضَانَ فِى كُلِّ زَمَانٍ 1 dedim.Haşiye [dipnot]

اَلْ بَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Kardeşiniz

Said Nursî

ba

154

 Ecnebî Feylesofların Kur’ân’ı Tasdiklerine Dair Şehadetleri

 (Bu feylesofların Kur’ân hakkındaki senalarının bir hülâsa[esas, öz] küçük Tarihçe-i Hayat‘ta [hayat hikayesi] ve Nur Çeşmesi [Risale-i Nur Külliyatı’nda yer alan mevzulardan oluşan kitapçık] Mecmuasında yazılmıştır.)

Prens Bismarck’ın Beyanatı

Sana muasır bir vücut olamadığımdan müteessirim,ey [etkileme, tesiri altında bırakma] Muhammed (a.s.m.)

Muhtelif devirlerde, beşeriyeti idare etmek için taraf-ı Lâhutîden geldiği iddia olunan bütün münzel semâvî kitapları tam ve etrafıyla tetkik ettimse de, tahrif olundukları için, hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar değil bir cemiyet, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır. Lâkin Muhammedîlerin (a.s.m.) Kur’ân’ı, bu kayıttan âzâdedir. Ben, Kur’ân’ı her cihetten tetkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Muhammedîlerin (a.s.m.) düşmanları, bu kitap Muhammed’in (a.s.m.) zâde-i tab’ı olduğunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel, hatta en mütekâmil bir dimağdan [akıl, beyin] böyle harikanın zuhurunu iddia etmek, hakikatlere göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak mânâsını ifade eder ki, bu da ilim ve hikmetle kabil-i telif [birleştirilmeye uygun, bağdaşabilir] değildir. Ben şunu iddia ediyorum ki, Muhammed (a.s.m.) mümtaz [seçkin] bir kuvvettir. Destgâh-ı kudretin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır.

Sana muasır bir vücut olamadığımdan dolayı müteessirim, [etkileme, tesiri altında bırakma] ey Muhammed (a.s.m.)! Muallimi ve nâşiri [neşreden, yayan, yayınlayan] olduğun bu kitap, senin değildir; o Lâhutîdir. Bu kitabın Lahutî olduğunu inkâr etmek, mevzu ilimlerin butlanını [bâtıl oluş] ileri sürmek kadar

155

gülünçtür. Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz [seçkin] bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, huzur-u mehabetinde kemâl-i hürmetle [tam bir saygı] eğilirim.

 Prens Bismarck

ba

En temiz ve en doğru din, Müslümanlıktır

Meşhur muharrir, [yazar, gazete yazarı] müsteşrik, edebiyat-ı Arabiye mütehassısı ve Kur’ân-ı Kerimin mütercimi Doktor Maurice şöyle diyor:

Bizans Hıristiyanlarını, içine düştükleri bâtıl itikatlar [inanç] girîvesinden, ancak Arabistan’ın Hira Dağında yükselen ses kurtarabilmiştir. İlâhî [Allah tarafından olan] kelimeyi en ulvî makama yükselten ses, bu ses idi. Fakat Rumlar bu sesi dinleyememişlerdi. Bu ses, insanlara en temiz ve en doğru dini tâlim ediyordu. O yüksek din ki, onun hakkında, Gundö Firey Hesin gibi muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] bir fâzıl, [faziletli, değerli] şu sözleri pek haklı olarak söylüyor: “Bu dinde mukaddes sular, şâyân-ı teberrük eşya, esnâm [vakit, zaman] ve azizler, yahut a’mâl-i sâlihadan mücerred [bekar] imanı müfit tanıyan akideler, [inanç] yahut sekerat[can çekişme/ölüm anı] mevt esnasında nedametin [pişmanlık] bir fayda vereceğini ifade eden sözler, yahut başkaları tarafından vuku bulacak dua ve niyazların günahkârları kurtaracağına dair ifadeleri yoktur. Çünkü bu gibi akideler, [inanç] onları kabul edenleri alçaltmıştır.”

ba

156

Zamanlar geçtikçe, Kur’ân’ın ulvî sırları inkişaf [açığa çıkma] ediyor

 Doktor Maurice, Le Parler Française Roman unvanlı gazetede, Kur’ân’ın Fransızca mütercimlerinden Selman [barış] Runah’ın tenkidatına verdiği cevapta diyor ki:

Kur’ân nedir? Her tenkidin fevkinde [üstünde] bir fesahat [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] ve belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] mucizesidir. Kur’ân’ın, 350 milyon Müslümanın göğsünü haklı bir gururla kabartan meziyeti, onun, her mânâyı hüsn-ü ifade [güzel ifade] etmesi itibarıyla, münzel kitapların en mükemmeli ve ezelî olmasıdır. Hayır, daha ileri gidebiliriz:

Kur’ân, kudret-i ezeliyenin, [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] inayetle [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] insana bahşettiği kütüb-ü semâviyenin [vahye dayanan kutsal kitaplar] en güzelidir. Beşeriyetin refahı nokta-i nazarından [bakış açısı] Kur’ân’ın beyanatı, Yunan felsefesinin ifâdâtından [ifâdeler] pek ziyade ulvîdir. Kur’ân, arz ve semânın Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] hamd ve şükranla doludur. Kur’ân’ın her kelimesi, herşeyi yaratan ve herşeyi hâiz olduğu kabiliyete göre sevk ve irşad [doğru yol gösterme] eden Zât-ı Kibriyanın azametinde mündemiçtir. [içinde bulunan]

Edebiyatla alâkadar olanlar için, Kur’ân, bir kitab-ı edebdir. Lisân mütehassısları için Kur’ân, bir elfaz [lafızlar, sözler] hazinesidir. Şâirler için Kur’ân, bir âhenk menbaıdır. [kaynak] Bundan başka bu kitap, ahkâm [hükümler] ve fıkıh namına bir muhit-i maariftir.

Davud’un (a.s.) zamanından, Jan Talmus’un devrine kadar gönderilen kitapların hiçbiri, Kur’ân-ı Kerimin âyetleriyle muvaffakiyetli [başarı] bir şekilde rekabet edememiştir.

Bundan dolayıdır ki, Müslümanların yüksek sınıfları, hayatın hakikatini kavramak nokta-i nazarından [bakış açısı] ne kadar tenevvür [aydınlanma, nurlanma] ederlerse, o derece Kur’ân ile alâkadar oluyorlar ve ona o kadar tazim ve hürmet gösteriyorlar.

157

Müslümanların Kur’ân’a hürmetleri daima tezayüd [artma] etmektedir. İslâm muharrirleri, [yazar, gazete yazarı] Kur’ân âyetlerini iktibasla [alıntı] yazılarını süslerler ve o yazılar o âyetlerden mülhem [ilham olunmuş] olurlar. Müslümanlar, tahsil ve terbiye itibarıyla yükseldikçe, fikirlerini o nisbette Kur’ân’a istinad ettiriyorlar. Müslümanlar, kitaplarına âşıktırlar ve onu, kalblerinin bütün samimiyetiyle mukaddes tanırlar. Hâlbuki, kütüb-ü İlâhiyeye nâil olan diğer milletler, ne kitaplarına ehemmiyet verirler ve ne de onlara hürmet gösterirler.

Müslümanların Kur’ân’a hürmetlerinin sebebi, bu kitap pâyidar oldukça, başka bir dinî rehbere arz-ı ihtiyaç etmeyeceklerini anlamalarıdır. Filhakika, [gerçekte, doğrusu] Kur’ân’ın fesahat, [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] ve nezahet itibarıyla mümtaziyeti, [seçkin] Müslümanları başka belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] aramaktan vareste kılmaktadır. Edebî dehâların ve yüksek şâirlerin Kur’ân huzurunda eğildikleri bir vâkıadır. Kur’ân’ın hergün daha fazla tecellî etmekte olan güzellikleri, hergün daha fazla anlaşılan, fakat bitmeyen esrarı, şiir ve nesirde üstad olan Müslümanları, üslûbunun nezahet ve ulviyeti [yüce] huzurunda diz çökmeye mecbur etmektedir. Müslümanlar, Kur’ân’ı ta rûz-u haşre kadar pâyidar kalacak kıymet biçilmez bir hazine addeylerler ve onunla pek haklı olarak iftihar ederler. Müslümanlar, Kur’ân’ı, en fasih [güzel, açık ve düzgün] sözlerle, en rakik [ince, nazik] mânâlarla coşan bir nehre benzetirler.

Şayet Monsieur Renaud İslâm âlemiyle temas etmek fırsatını elde edecek olursa, münevver [aydın] ve terbiyeli Müslümanların, Kur’ân’a karşı en yüksek hürmeti perverde [beslenmiş, eğitilmiş] ettiklerini ve onun evamir-i ahlâkiyesine fevkalâde riayetkâr olduklarını ve bunun haricine çıkmamaya gayret ettiklerini görürdü.

Yeni nesiller ve asrî [yüzyıl/modern] mekteplerin mezunları da, Kur’ân’a ve Müslümanlığa karşı müstehziyane bir cümlenin sarfına tahammül etmemektedirler. Çünkü Kur’ân, iki sıfatla bu ehliyeti hâizdir.

Bunların birincisi: Bugün ellerde tedavül eden Kur’ân’ın Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.)

158

vahyolunan kitabın aynı olmasıdır. Hâlbuki, İncil ile Tevrat hakkında birçok şüpheler ileri sürülmektedir.

İkincisi: Müslümanlar, Kur’ân’ı, Arapçanın en kuvvetli muhafızı ve esasat-ı diniyenin [dine ait esaslar, temeller] amelî bir mahiyet almasının en kuvvetli menbaı [kaynak] telâkki [anlama, kabul etme] ederler.

Binaenaleyh, Monsieur Renaud eserini tashih edecek olursa, bu tercümesiyle, insanları tenvir [aydınlatma] hususunda insanlığa büyük bir muavenette [yardım] bulunur ve bâtıl itikadların [inanç] hudutlarını tarümar etmeye hâdim [hizmetçi] olur.

 Doktor Maurice

ba

[Nur Çeşmesi’nde ve Risale-i Nur’da yazılan bu nev’i filozoflardan kırk altıncısıdır.]

Zat-ı Kibriya hakkındaki âyetlerin ulviyeti [yüce] veKur’ân’ın kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] nezaheti

Mister John Davenport, “Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ve Kur’ân-ı Kerim” unvanlı eserinde Kur’ân-ı Kerimden bahsederken şu sözleri söylüyor:

Kur’ân’ın sayısız hususiyetleri içinde bilhassa ikisi fevkalâde mühimdir.

1. Zât-ı Kibriyayı ifade eden âyâtın âhengindeki ulviyettir. [yüce] Kur’ân-ı Kerim, beşerî zaaflardan [zayıflık, güçsüzlük] herhangi birisini Zât-ı Kibriyaya isnaddan münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak]

2. Kur’ân, başından sonuna kadar, gayr-ı beliğ, gayr-ı ahlâkî, yahut terbiyeye muhalif fikirlerden, cümlelerden ve hikâyelerden tamamen münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak]

Hâlbuki bütün bu nakîsalar, Hıristiyanların ellerindeki muharref [aslı tahrif edilmiş, bozulmuş] Kitab-ı Mukaddeste [her türlü kusur ve noksandan yüce kitap] mebzuliyetle [çok bulunan, bol] vardır.

John Davenport

ba

159

Kur’ân, serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur

 Carlyle şöyle diyor:

Kur’ân’ı bir kere dikkatle okursanız, onun hususiyetlerini izhara [açığa çıkarma, gösterme] başladığını görürsünüz. Kur’ân’ın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur’ân’ın başlıca hususiyetlerinden biri, onun asliyetidir. [asıl oluş]

Benim fikir ve kanaatime göre, Kur’ân, serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattır.

 Carlyle

ba

Müslümanlık, tecessüd [ceset şekline girme, cesetleşme] ve teslis [üçleme; Hıristiyanların Allah’ın baba, oğul ve mukaddes ruh olmak üzere üç varlıktan mürekkep olduğuna inanmaları] akîdesini [inanç] reddeder

 İngiltere’nin en meşhur ve en büyük müverrihlerinden Edward Gibbon Roma İmparatorluğunun İnhitat ve Sukutu [alçalış, düşüş] adlı eserinde şöyle diyor:

Ganj Nehri ile, Bahr-i Muhît-i Atlasî (Atlas Okyanusu) arasındaki memleketler, Kur’ân’ı, bir kanun-u esasî [anayasa] ve teşriî [şeriata dair] hayatın ruhu olarak tanımışlardır. Kur’ân’ın nazarında, satvetli [güç, ezici kuvvet] bir hükümdarla, zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Kur’ân, bu gibi esaslar üzerinde öyle bir teşrî vücuda getirmiştir ki, dünyada bir nazîri [benzer] yoktur.

Müslümanlığın esasatı, [esaslar] teslisiyet [üçleme; Hıristiyanların Allah’ın baba, oğul ve mukaddes ruh olmak üzere üç varlıktan mürekkep olduğuna inanmaları] ve Allah’ın tecessüdiyetini [ceset şekline girme, cesetleşme] ve vahdet-i vücut [farklı şeylerin tek bir varlıkta bir araya gelmesi] akidesini [inanç] reddetmektedir. Bu mutasavvifâne akideler [inanç] üç kuvvetli ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] mevcudiyetini ve Mesih’in, Allah’ın oğlu—hâşâ!—olduğunu öğretmektedir. Fakat bu akideler, [inanç] ancak mutaassıp Hıristiyanları tatmin edebilir. Hâlbuki Kur’ân, bu gibi karışıklıklardan, iphamlardan [gizleme] âzâdedir.

Kur’ân, Allah’ın birliğine en kuvvetli delildir. Feylesofane bir dimağa [akıl, beyin] mâlik olan bir muvahhid, [Allah’ın birliğine inanan] İslâmiyetin nokta-i nazarını [bakış açısı] kabul etmekte hiç tereddüt etmez. Müslümanlık, belki bugünkü inkişaf-ı fikrimizin seviyesinden daha yüksek bir dindir.

 Edward Gibbon

160

 Hâlıkın hukukuyla mahlûkatın hukukunu en mükemmel sûrette ancak Müslümanlık tarif etmiştir

Kur’ân’ın telkin ve Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) tebliğ ettiği esâsâttan [esaslar] mükemmel bir ahlâk mecellesi vücut bulur. Esasat-ı Kur’âniyenin muhtelif memleketlerde insanlığa ettiği iyiliği ve ettikten sonra da Allah’a takarrub etmek isteyen insanları Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] raptettiğini [bağlama] inkâr etmek mümkün değildir.

Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] hukuku ile mahlûkun hukuku, ancak Müslümanlık tarafından mükemmel bir sûrette tarif olunmuştur. Bunu yalnız Müslümanlar değil, Hıristiyanlar da, Mûseviler de itiraf ediyorlar.

 Marmaduke Pickthall

ba

Kur’ân ile kavanin-i tabiiye arasında tam bir âhenk vardır

Yeni keşfiyatın [keşifler] veyahut ilim ve irfanın [bilgi, anlayış] yardımıyla hallolunan, yahut halline uğraşılan mesail [meseleler] arasında bir mesele yoktur ki İslâmiyetin esasâtıyla taarruz etsin. Bizim, Hıristiyanlığı, kavanin-i tabiiye ile telif [kaleme alma] için sarf ettiğimiz mesaiye mukabil, Kur’ân-ı Kerim ve Kur’ân’ın tâlimiyle kavanin-i tabiiye arasında tam bir âhenk görülmektedir. Kur’ân, her hürmete şâyân olan eserdir.

Levazaune>

ba

Kur’ân, bütün iyilik ve fazilet esaslarını muhtevîdir; insanı, her türlü dalâletlerden [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] korur

Kur’ân, insanlara hukukullahı [Allah’ın hakkı] tanıtmış, mahlûkatın Hâlıktan [her şeyi yaratan Allah] ne bekleyeceğini, mahlûkatın Hâlıkla [her şeyi yaratan Allah] münâsebâtını en sarih [açık] şekilde öğretmiştir. Kur’ân, ahlâk ve felsefenin bütün esasatını [esaslar] câmidir. Fazilet ve rezilet, hayır ve şer, eşyanın  

161

mahiyet-i hakikiyesi, [gerçek mahiyet, nitelik] hülâsa [esas, öz] her mevzu Kur’ân’da ifade olunmuştur. Hikmet ve felsefenin esası olan adalet ve müsavatı [eşitlik] öğreten ve başkalarına iyilik etmeyi, faziletkâr olmayı talim eden esaslar, bunların hepsi Kur’ân’da vardır. Kur’ân, insanı iktisat ve itidale [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] sevk eder, dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] korur, ahlâkî zaafların [zayıflık, güçsüzlük] karanlığından çıkarır, teâli-i [yücelme] ahlâk nuruna ulaştırır, insanın kusurlarını, hatalarını i’tilâ ve kemâle kalb eyler.

 Müsteşrik Sedio

ba

Kur’ân, öyle bir Peygamber sesidir ki, onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi, saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar.

Kur’ân şiir midir? Değildir. Fakat onun şiir olup olmadığını tefrik etmek müşkildir. [zor] Kur’ân, şiirden daha yüksek birşeydir. Maamafih, Kur’ân ne tarihtir, ne tercüme-i haldir, ne de İsâ’nın (a.s.) dağda irad [sunma, söyleme] ettiği mev’ize gibi bir mecmua-i eş’ardır. Hatta Kur’ân, ne Buda’nın telkinatı [telkinler] gibi bir mâba’d e’t-tabiiye, yahut mantık kitabı, ne de Eflâtun’un herkese irad [sunma, söyleme] ettiği nasihatler gibidir.

Bu, bir Peygamberin sesidir. Öyle bir ses ki, Onu, bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi, saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar. Bu sesin tebliğ ettiği din, evvelâ nâşirlerini [neşreden, yayan, yayınlayan] bulmuş, sonra teceddütperver [yenileme] ve îmar edici bir kuvvet şeklinde tecellî etmiştir. Bu sâyededir ki, Yunanistan ile Asya’nın birleşen ışığı, Avrupa’nın zulümat-âbad olan karanlıklarını yarmış ve bu hadise, Hıristiyanlığın en karanlık devirlerini yaşadığı zaman vuku bulmuştur.

 Dr. Johnson

ba

162

Kur’ân’ın cihanşümul [dünya çapında, evrensel] hakikati: Kur’ân, Allah’ın birliğine inanmak hakikat-i kübrâsını [en büyük gerçek] ilân eder

İngilizce-Arapça, Arapça-İngilizce lügatlerin [kelime, bir dilin söz varlığı; lisan; konuşulan dil] muharriri [yazar, gazete yazarı] Doktor City Youngest Kur’ân hakkında şu sözleri söylüyor:

Kur’ân, insanların yed-i istifadesine geçen eserlerin en büyüklerinden biridir. Kur’ân’da, büyük bir insanın hayal ve seciyesi, [huy, karakter] en vâzıh [açık] şekilde görülmektedir.

Carlyle “Kur’ân’ın ulviyeti, [yüce] onun cihan-şümul hakikatindedir” dediği zaman, şüphesiz, doğru söylemişti.

Muhammed’in (a.s.m.) doğruluğu, faaliyeti, hakikatı taharride [araştırma] samimiyeti, sarsılmayan azmi, imanı, kendisini dinlemek istemeyenlere ezelî hakikati dinletmek yolundaki sebatı, [kalıcı olma, sabit kalma] bana kalırsa, onun, o cesur ve azimkâr Peygamberin hâtem-i risalet olduğunun en kat’î ve en emîn delilleridir.

Kur’ân, akaid [iman esasları] ve ahlâkın, insanlara hidayet ve hayatta muvaffakiyet [başarı] temin eden esasatın [esaslar] mükemmel mecellesidir. Bütün bu esasatın [esaslar] üssü’l-esası, [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] âlemin bütün mukadderatını [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] yed-i kudretinde [Allah’ın kudret eli] tutan Zât-ı Kibriyaya imandır.

Allah’ın birliğine iman etmek hakikat-i kübrâsını [en büyük gerçek] ilân ediyorken, Kur’ân, lisân-ı belâgatin en yükseğine ve nezahetin şâhikasına [zirve] varır. Kur’ân, Allah’ın iradesine itaati, Allah’a isyanın neticelerini izah ederken, insanların muhayyilesini elektrikleyen en seyyal [akıcı] lisânı kullanır. Resul-i Kibriyaya tesellî vermek ve onu teşvik etmek, yahut halkı sair Peygamberlerin ahvâliyle, [haller] milletlerinin âkıbetiyle korkutmak icap [gerekli kılma] ettiği zaman, Kur’ân’ın lisânı, en kat’î ciddiyeti almaktadır.

Mâdem ki Kur’ân’ın birbirine düşman kabileleri, yekdiğeriyle [bir diğer şey] mücadele eden unsurları derli toplu bir millet haline getirdiğini, onları eski fikirlerinden daha ileri bir seviyeye yükselttiğini görüyoruz; o halde, belâgat-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın belâgati, eşsiz edebî güzelliği] mükemmeliyetine hükmetmeliyiz. Çünkü, Kur’ân’ın bu belâgati, vahşi kabileleri medenî bir millet haline getirmiş, dünyanın eski tarihine yeni bir kuvvet ilâve etmiştir. Zaman ve mekân [içinde bulunulan yer ve zaman] itibarıyla birbirinden çok uzak oldukları gibi, fikrî  

163

inkişaf [açığa çıkma] itibarıyla da birbirinden çok farklı insanlara hârikulâde bir hassasiyet ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] eden ve muhalefeti hayrete ve istihsana [beğenme, güzel bulma] kalb eden Kur’ân, en şâyan-ı hayret eser tanınmaya lâyıktır. Kur’ân, beşerin mukadderatıyla [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] meşgul âlimler için tetebbua şayan [layık, yaraşır] en faydalı mevzu sayılır.

Doktor City Youngest

ba

Kur’ân’ın lisânı, nezahet ve belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] itibarıyla nazirsizdir. [benzer] Kur’ân, bizatihî muhteşem bir mucizedir.

Kur’ân’ın mutaassıp münekkidi ve mütercimi Corselle diyor ki:

Kur’ân Arapçanın en mükemmel ve pek mevsuk [güvenilir, delilli, vesikalı] [belge] bir eseridir. Müslümanların itikadı [inanç] veçhile [yön] bir insan kalemi, bu i’câzkâr eseri vücuda getiremez. Kur’ân, bizatihî daimî bir mucizedir; hem öyle bir mucize ki, ölüleri diriltmekten daha yüksektir. Bu mukaddes kitabın ta kendisi, menşeinin [kaynak] semâvî olduğunu ispata kâfidir. Muhammed (a.s.m.), bu mucizeye istinaden, bir peygamber olarak tanınmasını istemiştir. Arabistan’ın çıplak ve kısır çöllerini aydınlatan, şair ve hatiplere meydan okuyan Kur’ân, bir âyetine bir nazire [benzer] istemiş; hiçbir kimse bu tahaddîye karşı gelememişti. Burada yalnız bir misâl irad [sunma, söyleme] ederek, bütün büyük adamların Kur’ân’ın belâgatine [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] baş eğdiklerini göstermek isterim.

Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) zamanında, Arabistan şâirlerinin şehriyarı, şair Lebid [İslâm öncesi cahiliye devrinde şiirleriyle meşhur bir şair] idi. Lebid, [İslâm öncesi cahiliye devrinde şiirleriyle meşhur bir şair] muallâkattan [yüce] birinin nâzımıdır. [düzenleyen] O zaman putperest olan Lebid, [İslâm öncesi cahiliye devrinde şiirleriyle meşhur bir şair] Kur’ân’ın belâgati [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] karşısında lâl kalmış, bu belâgati [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] en güzel sözlerle ifade etmişti. Kur’ân’ın belâgati [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] karşısında hayran kalan Lebid, [İslâm öncesi cahiliye devrinde şiirleriyle meşhur bir şair] Müslümanlığı kabul etmiş, Kur’ân’ın ancak bir Peygamber lisânından duyulacağını söylemiştir.

Kur’ân’ın lisânı, beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] ve hârikulâde seyyaldir. [akıcı] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şan ve  

164

celâletini, azamet sıfatlarını ifade eden âyetlerin ekserîsi, müstesna bir güzelliği hâizdir. Kur’ân’ı bîtarafane [tarafsızca] tercümeye gayret ettimse de, kàrilerim, Kur’ân’ın metnini sadakatkârâne bir ifadeye muvaffak olamadığımı göreceklerdir. Bu kusuruma rağmen, kàriler tercümemde bahis mevzuu ettiğim muhteşem âyetlerin birçoklarını okuyacaklardır.

Corselle

ba

Kur’ân, beşeriyete ilâhî bir lütuftur. Kur’ân, muzaffer cumhuriyetler meydana getirmiştir.

Kur’ân âyetlerini nüzul tarihine göre tercüme ve tertip eden İngiltere’nin en mutaassıp papazlarından Rodwell, şu hakikatleri itiraf ediyor:

Kur’ân, Arabistan’ın basit bedevîlerini öyle bir istihaleye [bir halden başka hale dönüşme] uğratmıştır ki, bunların âdetâ meşhur olduklarını zannedersiniz. Hıristiyanların telâkkisine [anlama, kabul etme] göre Kur’ân’ın nâzil olmuş bir kitap olduğunu söyleyecek olsak bile, Kur’ân putperestliği imha; Allah’ın vahdaniyet [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] akîdesini [inanç] tesis; cinlere, perilere, taşlara ibadeti ilga; çocukları diri diri gömmek gibi vahşi âdetleri izale; [giderme] bütün hurafeleri istîsal; taaddüd-ü zevcatı [birden fazla kadınla evlilik] tahdit ile, bütün Araplar için İlâhî [Allah tarafından olan] lütuf ve nimet olmuştur.

Kur’ân bütün kâinatı yaratan, gizli ve âşikâr herşeyi bilen Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] sıfatıyla Zât-ı Kibriyayı takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve tebcil [yüceltme, saygı gösterme] ettiğinden, her sitayişe [övme, medih] şayandır. [layık, yaraşır] Kur’ân’ın ifadesi veciz ve mücmel [kısa, kısaca] olmakla beraber, en derin hakikati, en kuvvetli ve mülhem [ilham olunmuş] hikmeti takrir [yerleştirme] eden elfaz [lafızlar, sözler] ile söylemiştir. Kur’ân, devamlı memleketler değilse de, muzaffer cumhuriyetler vücuda getirmeye hâdim [hizmetçi] olacak esasları muhtevî olduğunu ispat etmiştir. Kur’ân’ın esaslarıyladır ki, fakr ve sefaletleri ancak

165

cehaletleriyle kabil-i kıyas [kıyası mümkün] olan, susuz ve çıplak bir yarımadanın sekenesi, [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] yeni bir dinin hararetli ve samimî sâlikleri [bir yolu ve yöntemi takip eden] olmuşlar, devletler kurmuşlar, şehirler inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] etmişlerdir. Filhakika [gerçekte, doğrusu] Müslümanların heybetidir ki, Füsdat, Bağdat, Kurtuba, Delhi, bütün Hıristiyan Avrupa’yı titreten bir azamet ve haşmet ihraz [kazanma, elde etme] etmişlerdir.

 Rodwell

ba

Müslümanlık, dünyanın kıvamı olan bir dindir; cihan medeniyetinin istinad ettiği temelleri muhtevîdir

 Fransa’nın en maruf [bilinen] müsteşriklerinden Gaston Care, 1913 senesinde Le Figaro Gazetesinde, yeryüzünden Müslümanlık kalkacak olursa, müsalemetin [barış ve huzur içinde olma] muhafazasına imkân olup olmadığı hakkında makaleler silsilesi yazmış ve o zaman bu makaleler Şark gazeteleri tarafından tercüme olunmuştu. Fransız müsteşriki diyor ki:

Yüz milyonlarca insanın dini olan Müslümanlık, bütün sâliklerine [bir yolu ve yöntemi takip eden] nazaran, dünyanın kıvamı olan bir dindir. Bu aklî dinin menbaı [kaynak] ve düsturu [kâide, kural] olan Kur’ân, cihan medeniyetinin istinad ettiği temelleri muhtevîdir. O kadar ki, bu medeniyetin, İslâmiyet tarafından neşrolunan esasların imtizacından [bileşim, karışım] vücut bulduğunu söyleyebiliriz.

Filhakika, [gerçekte, doğrusu] bu âlî [yüce] din, Avrupa’ya, dünyanın imarkârâne inkişafı [açığa çıkma] için lâzım olan en esaslı kaynakları temin etmiştir. İslâmiyetin bu fâikiyetini [üstün] teslim ederek, ona medyun [borçlu] olduğumuz şükranı tanımıyorsak da, hakikatın bu merkezde olduğunda şek [şüphe] ve şüphe yoktur.

Fransız muharriri, [yazar, gazete yazarı] daha sonra, Kur’ân’ın umumî müsalemeti [barış ve huzur içinde olma] muhafaza hususundaki hizmetini bahis mevzuu ederek diyor ki:

İslâmiyet, yeryüzünden kalkacak ve bu sûretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hayır buna imkân yoktur!

Gaston Care

ba

166

Kur’ân bütün dinî kitaplara fâiktir [üstün]

Alman âlimlerinden ve müsteşriklerinden Jochahim du Rulpp Kur’ân’ın sıhhate verdiği ehemmiyetten bahsederken şu sözleri söylüyor:

İslâmiyetin, şimdiye kadar Avrupa muharrirlerinden [yazar, gazete yazarı] hiçbirinin nazar-ı dikkatini celb [çekme] etmeyen bir safhasını bahis mevzuu etmek istiyorum. İslâmiyetin bu safhası, onun sıhhati muhafaza için vuku bulan emirleridir. Evvelâ şunu itiraf etmek lâzımdır: Kur’ân, bu nokta-i nazardan [bakış açısı] bütün dinî kitaplara fâiktir. [üstün] Kur’ân’ın tarif ettiği basit, fakat mükemmel sıhhî kaideleri nazar-ı dikkate alırsak, bu mukaddes kitap sayesinde, bütün dünyanın bazı kısımlarıyla, haşarat mahşeri olan Asya’nın müthiş bir tehlike olmaktan kurtulduğunu görürüz. Müslümanlık nezafeti, [temizlik] temizliği, nezaheti bütün sâliklerine [bir yolu ve yöntemi takip eden] farz etmekle, birçok tahripkâr mikropları imha etmiştir.

Jochahim

ba

Kur’ân âyetleri İslâmiyetin muhteşem bünyesinde altın bir kordon gibi işlenmiştir

Sembires Encyclopedia namıyla intişar [açığa çıkma, yayılma] eden İngilizce muhitü’l-maarifte, Müslümanlıktan şu sûretle bahsolunmaktadır:

İslâm Peygamberinin seciyesini [huy, karakter] aydınlatan Kur’ân âyetleri, son derece mükemmel ve son derece müessirdir. Bu kısım âyetler, Müslümanlığın ahlâkî kaidelerini ifade eder. Fakat bu kaideler, bir iki sûreye münhasır değildir. Bu âyetler, İslâmiyetin muhteşem bünyanında, altından bir kordon gibi işlenmiştir. İnsafsızlık, yalancılık, hırs, israf, fuhuş, hıyanet, gıybet, bunların hepsi Kur’ân tarafından en şiddetli sûrette takbih [çirkinlikle niteleme, çirkin bulma] olunmuş ve bunlar reziletin ta kendisi tanınmıştır.

Diğer taraftan, hüsn-ü niyet [güzel niyet] sahibi olmak, başkalarına iyilik etmek, iffet, haya, müsamaha, sabır ve tahammül, iktisat, doğruluk, istikamet, [doğru] sulhperverlik,  

167

hakperestlik, [hakka taraftarlık] herşeyden fazla Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] itimad ve tevekkül, Allah’a itaat, Müslümanlık nazarında hakikî iman esasları ve hakikî bir mü’minin başlıca sıfatları olarak gösterilmiştir.

ba

 Resul-i Ekrem idrak ve şuur timsâlidir

Profesör Edward Monte, “Hıristiyanlığın İntişarı ve Hasmı Olan Müslümanlar” unvanlı eserinin 17 ve 18’inci sayfalarında diyor ki:

Rasyonalizm, yani “akliye” kelimesinin müfadını ve tarihî ehemmiyetini tevsi edebilirsek, Müslümanlığın aklî bir din olduğunu söyleyebiliriz. Akıl ve mantık mısdâkıyla akaid-i diniyeyi muhakeme eden mektep, rasyonalizm kelimesinin, İslâmiyete tamamıyla mutabık olduğunu teslim etmekte tereddüt etmez.

Resul-i Ekrem şuur ve idrak timsâli olduğu, dimağının [akıl, beyin] iman ışıkları ve kâmil bir yakîn ile pür-nur olduğu muhakkaktır. Resul-i Ekrem, muasırlarını aynı heyecanla alevlemiş, bu sıfatlarla teçhiz etmiştir. Hazret-i Muhammed (a.s.m.), başarmak istediği ıslahatı, İlâhî [Allah tarafından olan] bir vahiy olarak takdim etmiştir. Bu, İlâhî [Allah tarafından olan] bir vahiydir. Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) dini ise, akıl kaidelerinin ilhamlarına [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] tamamıyla muvafıktır.

Ehl-i İslâma [Müslümanlar] göre İslâmiyetin esas akaidi, [iman esasları] şu sûretle hülâsa [esas, öz] olunabilir:

Allah birdir; Muhammed (a.s.m.) Onun Peygamberidir. Filhakika, [gerçekte, doğrusu] İslâmiyetin esaslarını sükûnetle ve derin bir teemmülle [düşünme, inceden inceye araştırma] tetkik ettiğimiz zaman, bunların, Allah’ın birliğine ve Muhammed’in (a.s.m.) risaletine, [elçilik, peygamberlik] sonra haşir ve neşre ve itikada [inanç] müntehi olduklarını görürüz. Bizzat dinin esasları tanınan bu iki akide, [inanç]

168

bütün dindar insanlarca akıl ve mantığa müstenid [dayanan] telâkki [anlama, kabul etme] olunmakta ve bunlar Kur’ân’ın akidelerinin [inanç] hülâsa[esas, öz] bulunmaktadır.

Kur’ân’ın ifadesindeki sadelik ve berraklık, Müslümanlığın intişar [açığa çıkma, yayılma] ve i’tilâsını bilâ-tevakkuf temâdi ettiren sâik [sevk eden, sürükleyen] kuvvet olmuştur. Resul[Allah’ın elçisi] İslâm tarafından tebliğ olunan mukaddes talimatın cihanşümul [dünya çapında, evrensel] terakkisine [ilerleme] rağmen, Müslümanların ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] kaynağı ve en kuvvetli ilticagâhı Kur’ân olmuştur. En takdiskâr [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve kanaat-bahş bir lisânla, başka bir kitab-ı münzelin tefevvuk [üstün gelme] edemeyeceği bir ifade ile takrir [yerleştirme] eden kitap, Kur’ân’dır. Bu kadar mükemmel ve esrarengiz, her insanın tetkikine bu kadar açık olan bir din, muhakkak, insanları kendisine meclûb eden i’câzkâr kudreti hâizdir. Müslümanlığın bu kudreti hâiz olduğunda şüphe yoktur.

Edward Monte

ba

Daha bu çeşit meşhur çok feylezoflar var. Kur’ân’ı tam tasdik ve takdir etmişler.

Said Nursî