İMAN VE KÜFÜR MUVAZENELERİ – 12. Söz, 13. Sözün İkinci Makamı (56-74)

56

On İkinci Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا * 1

İKİNCİ ESAS

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hikmeti, hayat-ı şahsiyeye [kişisel hayat] verdiği terbiye-i ahlâkiye [ahlâk terbiyesi] ve hikmet-i felsefenin [felsefe ilmi] verdiği dersin muvazenesi: [karşılaştırma/denge]

Felsefenin halis bir tilmizi, [öğrenci] bir Firavun’dur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. [alçak bir firavun] Her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şâkirt, [öğrenci, talebe] mütemerrid [inatçı] ve muanniddir. [inatçı] Fakat bir lezzet için nihayet zilleti [alçaklık] kabul eden miskin bir mütemerriddir. [inatçı] Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise [âdi, değersiz çıkar] için ayağını öpmekle zillet [alçaklık] gösterir denî [alçak] bir muanniddir. [inatçı] Hem o dinsiz şakirt, [öğrenci] cebbar [zorba] bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinat [dayanak noktası] bulmadığı için, zatında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur. [kendini beğenen zorba] Hem o şakirt, [öğrenci] menfaatperest hod-endiştir [kendini düşünen] ki, gaye-i himmeti, [gayret ve çaba harcanarak ulaşmak istenilen hedef, gaye] nefis ve batnın [iç] ve fercin [üreme organı, avret] hevesatını tatmin ve menfaat-i şahsiyesini [kişisel çıkar] bazı menfaat-i kavmiye [milletin çıkarı] içinde arayan dessas [hilebaz, aldatıcı] bir hodgâmdır. [bencil]

Amma hikmet-i Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın hikmeti] halis tilmizi [öğrenci] ise, bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata [varlıkların en büyükleri] da ibadete tenezzül etmez. Hem Cennet gibi âzam-ı menfaat [menfaatin en büyüğü] olan bir şeyi gaye-i ibadet [ibadetin gayesi] kabul etmez bir abd-i azizdir. [izzetli kul, Allah’tan başkasına müracaat etmeyen ve minnet duymayan kul] Hem hakiki tilmizi [öğrenci] mütevazıdır, selim, [sağlam, doğru] halimdir. Fakat Fâtırının [benzeri bulunmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah] gayrına, daire-i izni haricinde [izin verdiği daire dışında] ihtiyarıyla tezellüle [alçalma]

57

tenezzül etmez. Hem fakir ve zayıftır, fakr ve zaafını [zayıflık, güçsüzlük] bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerîmi [bol ihsan ve ikram sahibi olan, herşeyin sahibi olan Allah] ona iddihar [biriktirme, depolama] ettiği uhrevî servetle müstağnîdir [çok uzak ve arınmış] ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. [güçlü, kuvvetli] Hem yalnız livechillâh, [Allah için] rıza-i İlâhî [Allah rızası] için, fazilet için amel eder, çalışır.

İşte, iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin [öğrenci] muvazenesiyle [karşılaştırma/denge] anlaşılır.

ÜÇÜNCÜ ESAS

Hikmet-i felsefe [felsefe ilmi] ile hikmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hikmeti] hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye [insanların sosyal hayatı] verdiği terbiyeler:

Amma hikmet-i felsefe [felsefe ilmi] ise, hayat-ı içtimaiyede [sosyal hayat] nokta-i istinadı [dayanak noktası] “kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı [hayat kanunu]cidal[mücadele] tanır. Cemaatlerin rabıtasını [bağ]unsuriyet, [ırkçılık] menfi milliyeti” [ırkçılık] tutar. Semerâtı [meyve] ise, “hevesât-ı nefsâniyeyi [nefsin gelip geçici arzu ve istekleri] tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi [insanın ihtiyaçları] tezyiddir.” [artırma, çoğaltma]

Halbuki, kuvvetin şe’ni [belirleyici özellik] tecavüzdür. Menfaatin şe’ni, [belirleyici özellik] her arzuya kâfi [yeterli] gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin [mücadele prensibi] şe’ni [belirleyici özellik] çarpışmaktır. Unsuriyetin [ırkçılık] şe’ni, [belirleyici özellik] başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb [ortadan kaldırma] olmuştur.

Amma hikmet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın hikmeti] ise, nokta-i istinadı, [dayanak noktası] kuvvete bedel “hakkı” kabul eder. Gayede menfaate bedel “fazilet ve rıza-i İlâhîyi” [Allah rızası] kabul eder. Hayatta düstur-u cidal [mücadele prensibi] yerine “düstur-u teâvünü” [yardımlaşma kanunu] esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında [bağ] unsuriyet, [ırkçılık] milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî[din, sınıf ve vatan bağı] kabul eder. Gayâtı, [gayeler] hevesat-ı nefsâniyenin tecavüzâtına [tecavüzler] sed çekip ruhu maâliyâta [yüksek ve derin fikirler] teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini [yüksek duygular] tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye [insana ait mükemmel özellikler] sevk edip insan eder.

Hakkın şe’ni [belirleyici özellik] ittifaktır. Faziletin şe’ni [belirleyici özellik] tesanüddür. [dayanışma] Düstur-u teâvünün [yardımlaşma kanunu] şe’ni, [belirleyici özellik] birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni [belirleyici özellik] uhuvvettir, [kardeşlik] incizaptır. [bir şeyin çekiciliğine kapılma] Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, [belirleyici özellik] saadet-i dâreyndir. [dünya ve ahiret mutluluğu]

58

On Üçüncü Sözün İkinci Makamı

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklınıkaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir. [karşılıklı konuşma]

BİR KISIM GENÇLER tarafından, şimdiki aldatıcı ve cazibedar lehviyat [eğlenceler, oyunlar] ve hevesatın hücumları karşısında, “Âhiretimizi ne suretle kurtaracağız?” diye, Risale-i Nur’dan medet istediler. Ben de Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] namına onlara dedim ki:

Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda, üç yoldan başka yol yok.

Birinci yol: O kabir, ehl-i iman [Allah’a inanan] için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.1

İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gidenlere, bir haps-i ebedî [sonsuz bir hapis] ve bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i münferit, [tek başına hapis, hücre hapsi] yalnız başına bir hapis kapısıdır.2 Öyle gördüğü ve itikad [inanç] ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muamele görecek.

Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] için, bir idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek.

Bu iki şık bedihîdir; [açık, aşikâr] delil istemiyor, gözle görünür. Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç, ihtiyar farkı yoktur. Elbette, daima gözü önünde öyle büyük, dehşetli bir mesele karşısında biçare insan, o idam-ı ebedî, [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferitten [tek başına hapis, hücre hapsi] kurtulmak çaresini aramak

59

ve kabir kapısını bir âlem-i bâkîye, [devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi] bir saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve âlem-i nura [nur âlemi] açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hadisesi, o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir.

Bu kat’î hakikat, bu üç yol ile bulunduğunda ve bu üç yolun da mezkûr [adı geçen] üç hakikat ile olacağını ihbar eden yüz yirmi dört bin muhbir-i sadık,1 [doğru sözlü haber verici olan Peygamber Efendimiz (a.s.m.)] ellerinde nişane-i tasdik [doğrulayıcı nişan, alamet] olan mu’cizeler bulunan enbiyalar; [nebiler, peygamberler] ve o enbiyaların [nebiler, peygamberler] haber verdikleri aynı haberleri keşif ve zevk ve şuhud [görme] ile tasdik eden ve imza basan yüz yirmi dört milyon evliyanın aynı hakikate şehadetleri; ve hadd [yetki] ü hesaba gelmeyen muhakkiklerin, [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] kat’î delilleriyle, o enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyanın verdikleri aynı haberleri aklen, ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] derecesindeHaşiye ispat ettikleri ve yüzde doksan dokuz ihtimal-i kat’î [kesin ihtimal, olabilirlik] ile, “İdam ve zindan-ı ebedîden [sonsuz hapis] kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] çevirmek, yalnız iman ve itaat iledir” diye, ittifakan [birlik halinde, birleşerek] haber veriyorlar.

Acaba yüzde bir ihtimal-i helâket [yok olma ihtimali] bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için birtek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helâketten gelen elem-i mânevî [mânevî acı, vicdan azabı] onun yemek iştihasını [arzu, istek] kaçırdığı halde; böyle yüz binler sadık ve musaddak [doğrulanan] muhbirlerin, yüzde yüz ihtimalle, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve sefahet, [ahmaklık, beyinsizlik] göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-i münferidine [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] kat’î sebep olduğunu ve “İman, ubûdiyet, [Allah’a kulluk] yüzde yüz ihtimalle o darağacını kaldırıp, o haps-i münferidi [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] kapatıp, şu göz önündeki kabri bir hazine-i ebediyeye, [sonu olmayan hazine] bir saray-ı saadete [mutluluk sarayı] açılan bir kapıya çeviriyor” diye ihbar eden ve emarelerini ve âsarlarını [eserler/asırlar] gösterdikleri halde, bu acip ve garip ve dehşetli ve azametli mesele karşısında bulunan biçare insan ve bahusus [hususan, özellikle] Müslüman, eğer iman ve ubûdiyeti [Allah’a kulluk]

60

olmazsa, bütün dünya saltanatı ve lezzeti birtek insana verilse, acaba o göz önündeki her vakit oraya çağırılmasına nöbetini bekleyen bir insana verdiği o endişeden gelen elîm elemi kaldırabilir mi? Sizden soruyorum.

Madem ihtiyarlık, hastalık, musibet ve her tarafta vefiyatlar [vefatlar, ölümler] o dehşetli elemi deşiyorlar ve ihtar ediyorlar. Elbette o ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve sefahet, [ahmaklık, beyinsizlik] yüz bin lezzeti ve zevki alsa da, yine o mânevî bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar. Fakat pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten [geçici] hissettirmez.

Madem ehl-i iman [Allah’a inanan] ve taat, [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] göz önünde gördüğü kabri bir hazine-i ebediyeye, [sonu olmayan hazine] bir saadet-i lâyezâlîye [hiç bitmeyen mutluluk, tükenmez saadet] kendisi hakkında bir kapı olduğunu ve o ezelî mukadderat [Allah tarafından belirlenmiş olaylar] piyangosundan milyarlar altın ve elmasları kazandıracak bir bilet dahi iman vesikasıyla [belge] ona çıkmış; her vakit “Gel, biletini al” diye beklemesinden, derin, esaslı, hakikî lezzet ve zevk-i mânevî öyle bir lezzettir ki, eğer tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etse ve o çekirdek bir ağaç olsa, o adama hususî bir cennet hükmüne geçtiği halde, o zevk ve lezzet-i azîmeyi terk edip, gençlik saikasıyla, [sebebiyle] o hadsiz elemlerle âlûde [bulaşmış, karışmış] zehirli bir bala benzeyen sefihâne [yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce] ve heveskârâne, [hevesine düşkün bir şekilde] muvakkat [geçici] bir lezzet-i gayr-ı meşrua[dinen helâl olmayan, yasaklanmış lezzet] ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aşağı düşer. Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah’ı tanıyabilirler. Allah’ı bilmeseler de, kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] medar [kaynak, dayanak] olacak bazı güzel hasletler [huy, karakter] bulunabilir.

Fakat bir Müslüman, hem enbiyayı, [nebiler, peygamberler] hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir peygamberi tanımaz ve Allah’ı da tanımaz ve ruhunda kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] muhafaza edecek hiçbir esasatı [esaslar] bilemez. Çünkü, peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev-i beşere baktığı için ve mucizatça ve dince umuma faik [üstün] ve bütün nev-i beşere bütün hakaikte [doğru gerçekler] üstadlık edip on dört asırda parlak bir surette ispat eden ve nev-i beşerin

61

medar-ı iftiharı [övünç kaynağı] bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usul-ü dinini [din prensipleri] terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur.

İşte, ey hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] zevkine müptelâ [bağımlı] ve endişe-i istikbal [gelecek endişesi] ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan biçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşru dairedeki keyfe iktifa [yetinme] ediniz. O keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu, sabık [daha önceden geçen] beyanatta elbette anladınız. Eğer mazi, [geçmiş] yani geçmiş zamanın hadisatını sinema ile halihazırda gösterdikleri gibi, istikbaldeki ahval [durumlar] dahi, meselâ elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilseydi, ehl-i sefahet [yasak zevk, eğlencelere düşkün olan kimseler] şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrin [beddua] ve nefret edip ağlayacaktılar.

Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru [mutluluk] isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi [Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiği terbiye] (a.s.m.) kendine rehber etmek gerektir.

ba

Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih,bir ders, bir ihtardır

Birgün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu gençlere, ben de, eskiden Risale-i Nur’dan medet isteyen gençlere dediğim gibi, dedim ki:

Sizdeki gençlik kat’iyen [kesinlikle] gidecek. Eğer siz daire-i meşruada [dinin uygun gördüğü helâl daire] kalmazsanız, o gençlik zayi olup, başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette, kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye [İslâm terbiyesi] ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] sarf etseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.

Hayat ise, eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten

62

ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak, hazır zamanla [şimdiki zaman] beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve gaflete düşmüşse, hazır lezzetine, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler, o cüz’î [ferdî, küçük] lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.

Demek hayvandan yüz derece lezzet-i hayat [hayatın lezzeti] noktasında aşağı düşer. Belki ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı, bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında mâdumdur, [yok] ölmüştür; akıl alâkadarlığıyla ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı [inanç] cihetiyle yine mâdumdur. [yok] Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, [ayrılık] mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer iman hayata hayat olsa, o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücut bulur; zaman-ı hazır [şimdiki zaman] gibi, ruh ve kalbine iman noktasında ulvî ve mânevî ezvâkı [zevkler, lezzetler] ve envâr-ı vücudiyeyi [varlık nurları; Rabbiyle olan bağdan ortaya çıkan varlık nurları, ışıkları] veriyor. Bu hakikatin, İhtiyar Risalesinde, Yedinci Ricada [ümit] izahı var; ona bakmalısınız.

İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. Hergün ve her yerde ve her vakit vefiyatların [vefatlar, ölümler] gösterdikleri dehşetli hakikat-i mevt ise, size-başka gençlere söylediğim gibi-bir temsil ile beyan ediyorum.

Meselâ, burada, gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş. Onun yanında bir piyango-fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren-dairesi var. Biz, buradaki on kişi, alâküllihal, [her durumda] ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar. Ve çağırma zamanı gizli olmasından, her dakika ya “Gel, idam [hiçlik, yokluk] biletini al, darağacına çık” veyahut “Gel, milyonlar altın kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış. Gel, al” demelerini beklerken, birden kapıya iki adam geldi. Biri yarı çıplak, güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zahiren gayet tatlı, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor. Diğer biri de, aldatmaz ve aldanmaz, ciddî bir adam, o kadının arkasından girdi. Dedi ki: “Size bir tılsım, bir ders getirdim.  

63

Bunu okusanız, o helvayı yemezseniz, o darağacından kurtulursunuz. Bu tılsımla o emsalsiz ikramiye biletini alırsınız. İşte, bu darağacında, zaten gözünüzle görüyorsunuz ki, bal yiyenler oraya giriyorlar ve oraya girinceye kadar o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar. Ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan [gerçi] görünmüyorlar ve zahiren onlar da o darağacına çıktıkları görünüyor. Fakat onlar asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını, milyonlar şahitler var, haber veriyorlar. İşte, pencerelerden bakınız. En büyük memurlar ve bu işle alâkadar büyük zatlar yüksek sesle ilân ediyorlar ve haber veriyorlar ki, o darağacına gidenleri aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] gözünüzle gördüğünüz gibi, bu ikramiye biletini tılsımcılar aldıklarını hiç şek [şüphe] ve şüphesiz, gündüz gibi kat’î biliniz” dedi.

İşte, bu temsil gibi, zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] dairedeki gençliğin sefahetkârâne [yasak zevk ve eğlenceye düşkün olarak, beyinsizce] zevkleri, hazine-i ebediyenin [sonu olmayan hazine] ve saadet-i sermediyenin [sürekli devam eden mutluluk] bileti ve vesika[belge] olan imanı kaybettiği için, darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin musibetine, aynen zahiren göründüğü gibi düşer. Ve ecel gizli olduğu için, genç ihtiyar fark etmeyerek, her vakit ecel cellâdı başını kesmek için gelebilir.

Eğer o zehirli bal hükmünde olan hevesat-ı gayr-ı meşrua[dinin izin vermediği arzu ve istekler] terk edip, tılsım-ı Kur’ânî [Kur’ân’ın gayet tesirli, derin hakikatleri] olan iman ve ferâizi [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] elde etmekle ve fevkalâde mukadderat-ı beşer [insanın kaderi; Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar] piyangosundan çıkan saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] hazinesi biletini alacağına, yüz yirmi dört bin enbiya1 [nebiler, peygamberler] aleyhimüsselâm ile beraber had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] ve ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] müttefikan [birleşerek] haber veriyorlar ve âsârını [eserler/asırlar] gösteriyorlar.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Gençlik gidecek. Sefahette [ahmaklık, beyinsizlik] gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat [israflar, savurganlıklar] ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı hâlinden, [hal dili] gençlik saikasıyla [sebebiyle] israfat [israflar, savurganlıklar] ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, [inilti] eyvahlar işittiğiniz gibi,

64

hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla [sebebiyle] gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini [eseflenme, üzülme] işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] ehl-i keşfü’l-kuburun [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] müşahedâtıyla [gözlemler] ve bütün ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] tasdikiyle ve şehadetiyle, ekser azaplar, gençlik suiistimalâtının [kötü kullanımlar] neticesi olduğunu bileceksiniz.

Hem nev-i insanın [insan türü, insanlık] ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette, ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] ile esefler, [üzüntü, acı] hasretlerle “Eyvah, gençliğimizi bâd-ı heva, [boşu boşuna, faydasız] belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız” diyecekler. Çünkü beş on senelik gençliğin gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] azap ve zarar ve âhirette Cehennem ve sakar1 [cehennemin bir ismi] belâsını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde, اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ 2 sırrıyla, hiç acınmaya müstehak olamaz. Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bizi ve sizi bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin. Âmin.

ba

On Üçüncü Sözünİkinci Makamının haşiyesidir [dipnot]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 3

Risale-i Nur’daki hakikî teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin, Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.

Evet, gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker.

65

Ve bir saat sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] keyfiyle, bir namus meselesinde binler gün, hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.

Bunlara kıyasen, biçare gençlerin çok vartaları [tehlike] var ki, en tatlı hayatını en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar. Ve bilhassa şimalde [kuzey] koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünkü akıbeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun [namus sahibi] güzel kızlarını ve karılarını ibâha [bir şeyin haram olmaktan çıkarılarak serbest bırakılması; mübah kılma] eder. Belki hamamlarında erkek kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki, bütün beşer bu musibete karşı titriyor.

İşte bu asırda İslâm ve Türk gençleri kahramanâne davranıp, iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı, Risale-i Nur’un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılıçlarıyla mukabele [karşılama; karşılık verme] etmeleri elzemdir. Yoksa, o biçare genç, hem dünya istikbalini, hem mes’ut hayatını, hem âhiretteki saadetini ve hayat-ı bâkiyesini [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] azaplara, elemlere çevirip mahveder ve suiistimal ve sefahetle [ahmaklık, beyinsizlik] hastahanelere ve hissiyatın taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer. Eyvahlar, eseflerle [üzüntü, acı] ihtiyarlığında çok ağlayacak. Eğer terbiye-i Kur’âniye [Kur’ân’ın terbiyesi] ve Nurun hakikatleriyle kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes’ut bir Müslüman ve sair zîhayatlara, [canlı] hayvanlara bir nevi sultan olur.

Evet, bir genç, hapiste yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namazına sarf etse ve, ekser günahlardan hapis mâni olduğu gibi, o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tevbe edip sair zararlı, elemli günahlardan çekilse, hem hayatına, hem istikbaline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabasına büyük bir faidesi olması gibi, o on, on beş senelik fâni gençlikle ebedî parlak bir gençliği kazanacağını, başta Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] bütün kütüb [kitaplar] ve suhuf-u semaviye [Allah tarafından bazı peygamberlere gönderilen sahifeler] kat’î haber verip müjde ediyorlar.

Evet, o şirin, güzel gençlik nimetine istikametle, [doğru] taatle [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] şükretse, hem ziyadeleşir, hem bâkileşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belâlı olur, hem elemli, gamlı, kâbuslu olur, gider. Hem akrabasına, hem vatanına, hem milletine muzır [zararlı] bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.

66

Eğer mahpus zulmen mahkûm olmuşsa, farz namazını kılmak şartıyla, herbir saati bir gün ibadet olduğu gibi, o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet [yalnız başına ve çile içinde ibadet edilen yer] olup, eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevî salihlerden sayılabilirler.

Eğer fakir ve ihtiyar ve hasta ve iman hakikatlerine müştak [arzulu, aşırı istekli] ise, farzını yapmak ve tevbe etmek şartıyla, herbir saatleri yirmişer saat ibadet olup, hapis ona bir istirahathane ve merhametkârâne ona bakan dostlar için bir muhabbethane, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer. O hapiste durmakla, hariçteki müşevveş, [dağınık, karışık] her taraftaki günahların hücumuna maruz serbestiyetten daha ziyade hoşlanabilir. Hapisten tam terbiye alır. Çıktığı zaman, bir kàtil, bir müntakim [intikam alan] olarak değil, belki tevbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar. Hattâ Denizli hapsindeki zatların az zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk [güzel ahlâk] dersini alanlarını gören bazı alâkadar zatlar demişler ki: “Terbiye için on beş sene hapse atmaktansa, on beş hafta Risale-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onları ıslah eder.”

Madem ölüm ölmüyor. Ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir. Ve madem kabir kapanmıyor; kafile kafile arkasında gelenler oraya girip kayboluyorlar. Ve madem ölüm, ehl-i iman [Allah’a inanan] hakkında idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] terhis tezkeresine çevrildiği, hakikat-i Kur’âniye [Kur’ân gerçeği] ile gösterilmiş; ve ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] hakkında, gözle göründüğü gibi, bir idam-ı ebedîdir, [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] bütün mahbubâtından ve mevcudattan [var edilenler, varlıklar] bir firâk-ı lâyezâlîdir. [sonu olmayan ayrılık] Elbette ve elbette, hiç şüphe kalmaz ki, en bahtiyar odur ki, sabır içinde şükretmek ve hapis müddetinden tam istifade ederek Nurların dersini alarak istikamet [doğru] dairesinde imanına ve Kur’ân’a hizmete çalışmaktır.

Ey zevk ve lezzete müptelâ [bağımlı] insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle [delil] ve hadiselerle aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] bildim ki, hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır.

Ey hapis musibetine düşen biçareler! Madem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı. Çalışınız, âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] gülsün, tatlılaşsın.

67

Hapisten istifade ediniz. Nasıl bazan ağır şerâit [şartlar] altında, düşman karşısında bir saat nöbet bir sene ibadet hükmüne geçebilir.1 Öyle de, sizin bu ağır şerâit [şartlar] altında herbir saat ibadet zahmeti, çok saatler olup o zahmetleri rahmetlere çevirir.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 2* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hapis musibetine düşenlere ve onlara merhametkârâne, sadakatle, hariçten gelen erzaklarına nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselliyi Üç Noktada beyan edeceğim.

Birinci nokta: Hapiste geçen ömür günleri, herbir gün on gün kadar bir ibadet kazandırabilir. Ve fâni saatleri, meyveleri cihetiyle mânen bâki saatlere çevirebilir. Ve beş on sene ceza ile, milyonlar sene haps-i ebedîden [sonsuz bir hapis] kurtulmaya vesile olabilir.

İşte, ehl-i iman [Allah’a inanan] için bu pek büyük ve çok kıymettar kazanç şartı, farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tevbe etmek ve sabır içinde şükretmektir. Zaten hapis çok günahlara mânidir, meydan vermiyor.

İkinci nokta: Zevâl-i lezzet [lezzetin bitmesi] elem olduğu gibi, zevâl-i elem [acı ve kederin sona ermesi] dahi lezzettir. Evet, herkes geçmiş lezzetli, safa[zevk, keyif] günlerini düşünse, teessüf [eseflenme, üzülme] ve tahassür [hasret çekme, özlem duyma, üzülme] elem-i mânevîsini [mânevî acı, vicdan azabı] hissedip “Eyvah” der. Ve geçmiş musibetli, elemli günlerini tahattur [hatıra gelme] etse, zevâlinden [batış, kayboluş] bir mânevî lezzet hisseder ki, “Elhamdülillâh, şükür, o belâ sevabını bıraktı, gitti” der, ferahla teneffüs eder. Demek bir saat muvakkat [geçici] elem, ruhta bir mânevî lezzet bırakır ve lezzetli saat, bilâkis, elem bırakır.

Madem hakikat budur. Ve madem geçmiş musibet saatleri, elemleriyle beraber mâdum [yok] ve yok olmuş; ve gelecek belâ günleri, şimdi mâdum [yok] ve yoktur. Ve yoktan elem yok ve mâdumdan [yok] elem gelmez. Meselâ, birkaç gün sonra aç ve susuz olmak ihtimalinden, bugün o niyetle mütemadiyen ekmek yese ve su içse, ne derece divaneliktir. Aynen öyle de, geçmiş ve gelecek elemli saatleri—ki hiç

68

ve mâdum [yok] ve yok olmuşlar—şimdi düşünüp sabırsızlık göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp Allah’tan şekvâ [şikayet] etmek gibi “Of, of” etmek divaneliktir. Eğer sağa sola, yani geçmiş ve geleceklere sabır kuvvetini dağıtmazsa ve hazır saate ve güne karşı tutsa, tam kâfi [yeterli] gelir; sıkıntı ondan bire iner. Hattâ, şekvâ [şikayet] olmasın, ben bu üçüncü medrese-i Yusufiyede, [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] birkaç gün zarfında, hiç ömrümde görmediğim maddî ve mânevî sıkıntılı, hastalıklı musibetimde, hususan Nurun hizmetinden mahrumiyetimden gelen meyusiyet [ümitsizlik] ve kalbî ve ruhî sıkıntılar beni ezdiği sırada, inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] bu mezkûr [adı geçen] hakikati gösterdi. Ben de sıkıntılı hastalığımdan ve hapsimden razı oldum. “Çünkü benim gibi kabir kapısında bir biçareye, gafletle geçebilir bir saatini on adet ibadet saatleri yapmak büyük kârdır” diye şükreyledim.

Üçüncü nokta: Mahpuslara şefkatkârâne [şefkat dolu] hizmetle yardım etmek ve muhtaç oldukları rızıklarını ellerine vermek ve mânevî yaralarına tesellilerle merhem sürmekte az bir amel ile büyük bir kazanç var. Ve dışarıdan gelen yemeklerini onlara vermek, aynı o yemek kadar o gardiyan ve gardiyanla beraber dahilde ve hariçte çalışanların, bir sadaka hükmünde, defter-i hasenatına [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] yazılır. Hususan musibetzede, ihtiyar veya hasta veya fakir veya garip olsa, o sadaka-i mâneviyenin [belaları def edecek mânevî sadaka] sevabı çok ziyadeleşir.

İşte bu kıymetli kazancın şartı, farz namazını kılmaktır. Ta ki, o hizmeti lillâh için olsun. Hem bir şartı da, sadakat ve şefkat ve sevinçle ve minnet etmemek tarzda yardımlarına koşmaktır.

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ أَبَدًا دَائِمًا * 3

Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim,

Size hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikati beyan etmek, kalbime ihtar edildi. O da şudur:

Meselâ, birisi, birinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika

69

intikam lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çektirir. Ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var. O da, Kur’ân’ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat [amaç, yarar] ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza [bir şeyin gereği] ve teşvik ettikleri olan barışmak ve musalâha [barış yapma] etmektir.1

Evet, hakikat ve maslahat [amaç, yarar] sulhtur. Çünkü ecel birdir, değişmez.2 O maktul, herhalde ecel geldiğinden daha ziyade kalmayacaktı. O kàtil ise, o kaza-i İlâhiyeye [Allah’ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi] vasıta olmuş.

Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki, “üç günden fazla bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek”3 İslâmiyet emrediyor.

Eğer o katl bir adavetten [düşmanlık] ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuşsa, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa, o cüz’î [ferdî, küçük] musibet büyük olur, devam eder.

Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır, kaza ve kader-i İlâhîye [Allah’ın belirlediği kader programı] teslim olup düşmanını affeder. Ve bilhassa madem Risale-i Nur dersini dinlemişler; elbette mabeynlerinde [ara] bulunan bütün küsmekleri bırakmaya hem maslahat [amaç, yarar] ve istirahat-i şahsiye ve umumiye, [şahsın ve toplumun rahatı] hem Nur dairesindeki uhuvvet [kardeşlik] iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Nasıl ki Denizli hapsinde birbirine düşman bütün mahpuslar, Nurlar dersiyle birbirlerine kardeş oldular. Ve bizim beraatimize bir sebep olup, hattâ dinsizlere, serserilere de o mahpuslar hakkında “Maşaallah, bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] dedirttiler ve o mahpuslar tam teneffüs ettiler.

Ben burada gördüm ki, birtek adamın yüzünden yüz adam sıkıntı çekip beraber teneffüse çıkmıyorlar. Onlara zulüm olur. Mert ve vicdanlı bir mü’min, küçük ve cüz’î [ferdî, küçük] bir hata veya menfaatle yüzer zararı ehl-i imana [Allah’a inanan] vermez. Eğer hata etse, verse, çabuk tevbe etmek lâzımdır.

ba

70

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz yeni kardeşlerim ve eski mahpuslar,

Benim kat’î kanaatim gelmiş ki, buraya girmemizin inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] cihetinde bir ehemmiyetli sebebi sizsiniz. Yani, Nurlar tesellileriyle ve imanın hakikatleriyle sizi bu hapis musibetinin sıkıntılarından ve dünyevî çok zararlarından ve boşu boşuna gam ve hüzünle giden hayatınızı faidesizlikten, bâd-ı heva [boşu boşuna, faydasız] zayi olmasından ve dünyanızın ağlaması gibi âhiretinizi ağlamaktan kurtarıp tam bir teselli size vermektir.

Madem hakikat budur. Elbette siz dahi, Denizli mahpusları ve Nur talebeleri gibi, birbirinize kardeş olmanız lâzımdır. Görüyorsunuz ki, bir bıçak içinize girmemek ve birbirinize tecavüz etmemek için, dışarıdan gelen bütün eşyanız ve yemek ve ekmeğinizi ve çorbanızı karıştırıyorlar. Size sadakatle hizmet eden gardiyanlar çok zahmet çekiyorlar. Hem siz beraber teneffüse çıkmıyorsunuz. Güya canavar ve vahşî gibi birbirinize saldıracaksınız.

İşte, şimdi sizin gibi fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] kahramanlık damarını taşıyan yeni arkadaşlar, bu zamanda mânevî büyük bir kahramanlıkla heyete deyiniz ki: “Değil elimize bıçak, belki mavzer [orduda kullanılan bir cins tüfek] ve revolver de verilse, hem emir de verilse, biz bu biçare ve bizim gibi musibetzede arkadaşlarımıza dokunmayacağız. Eskiden yüz düşmanlık ve adavetimiz [düşmanlık] dahi olsa da, onları helâl edip hatırlarını kırmamaya çalışacağımıza, Kur’ân’ın ve imanın ve uhuvvet-i İslâmiyenin [İslâm kardeşliği] ve maslahatımızın [amaç, yarar] emriyle ve irşadıyla [doğru yol gösterme] karar verdik” diyerek bu hapsi bir mübarek dershaneye çeviriniz.

ba

 Leyle-i Kadîrde ihtar edilen bir mesele-i mühimme [önemli mesele]

On Üçüncü Sözün İkinci Makamının Zeyli [ek]

Leyle-i Kadîrde [Kadir Gecesi] kalbe gelen pek geniş ve uzun bir hakikate, pek kısaca bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] bu son Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ve eşedd-i istibdadıyla [baskının en şiddetlisi] ve merhametsiz tahribatıyla ve birtek düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle [ümitsiz] ve galiplerin dehşetli telâş

71

ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat [geçici] olması ve medeniyet fantaziyelerinin [aşırı süs ve lüks] aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki [insanın yaratılışı, tabiatı] yüksek istidadatın [kabiliyet] ve mahiyet-i insaniyesinin [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve gaflet ve dalâletin, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sert ve sağır olan tabiatın, Kur’ân’ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyaset-i rû-yi zeminin [dünya siyaseti] pek çirkin, pek gaddârâne [acımasızca] hakikî sureti görünmesiyle, elbette ve elbette, hiç şüphe yok ki: Şimalde, [kuzey] garpta, [batı] Amerika’da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşerin mâşuk-u mecazîsi [gerçek sevgiye layık olmadığı halde aşık olunan şeyler] olan hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] bütün kuvvetiyle arayacak.

Ve elbette, hiç şüphe yok ki: Bin üç yüz altmış senede, her asırda üç yüz elli milyon şakirdi [talebe, öğrenci] bulunan ve her hükmüne ve dâvâsına milyonlar ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] tasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hafızların kalbinde kudsiyet ile bulunup lisanlarıyla beşere ders veren ve hiçbir kitapta emsali bulunmayan bir tarzda beşer için hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] müjde veren ve bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki sarihan [açık] ve işareten on binler defa dâvâ edip haber veren ve sarsılmaz, kat’î delillerle, şüphe getirmez hadsiz hüccetleriyle [delil] hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] kat’iyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ders vermesi; elbette nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya mânevî bir kıyamet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’ân’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın din-i hak[hak din] arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi rû-yi zeminin [yeryüzü] geniş kıt’aları [dünyanın kara paçalarından her biri] ve büyük hükûmetleri Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanı [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında, kat’iyen [kesinlikle] Kur’ân’ın misli [benzer] yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mucize-i ekberin yerini tutamaz.

72

Saniyen: [ikinci olarak] Madem Risale-i Nur, bu mucize-i kübrânın [en büyük mucize] elinde bir elmas kılıç hükmünde hizmetini göstermiş ve muannid [inatçı] düşmanlarını teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hem hissiyatı tam tenvir [aydınlatma] edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’âniyenin [Kur’ân hazinesi] dellâllığını [davetçi, ilan edici] yapan ve ondan başka me’hazı [kaynak] ve mercii olmayan ve bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] bulunan Risale-i Nur o vazifeyi tam yapıyor. Ve aleyhindeki dehşetli propagandalara ve gayet muannid [inatçı] zındıklara tam galebe [üstün gelme] çalmış. Ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] en sert, kuvvetli kalesi olan tabiatı, Tabiat Risalesi [Yirmi Üçüncü Lem’a] ile parça parça etmiş. Ve gafletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında [çok büyük ve geniş daire] ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Mûsâ‘daki [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] Meyvenin Altıncı Meselesi ve Birinci, İkinci, Üçüncü, Sekizinci Hüccetleriyle [delil] gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi [Allah’ın birliğini gösteren nur] göstermiş.

ba

73

 Hâtime

 Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir. [ibret dersi]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَۤا اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ * 1

EY GAFLETE DALIP ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talip bedbaht nefsim! Bilir misin, neye benzersin? Devekuşuna! Avcıyı görür, uçamıyor; başını kuma sokuyor, ta avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarıda; avcı görür. Yalnız o, gözünü kum içinde kapamış, görmez.

Ey nefis! Şu temsile bak, gör, nasıl dünyaya hasr-ı nazar, [dikkati bir şey üzerinde toplama] aziz bir lezzeti elîm bir eleme kalb eder. Meselâ, şu karyede, [köy] yani Barla’da, iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul’a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. Yalnız birtek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul’a müştaktır. [arzulu, aşırı istekli] Orayı düşünür, ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse, “Oraya git”; sevinip gülerek gider. İkinci adam ise, yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar. Bir kısmı ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler zanneder. Şu biçare adam ise, bütün onlara bedel, yalnız bir misafire ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı firakı [ayrılık elemleri, acıları] kapamak ister.

Ey nefis! Başta Habibullah, [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] bütün ahbabın, kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup başını çevirme. Merdâne kabre bak, dinle, ne talep eder? Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak, ne ister. Sakın gafil olup ikinci adama benzeme.

Ey nefsim! Deme, “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş [aşırı derece sevme] eder, derd-i maişetle [geçim derdi] sarhoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, [ayrılık] bekàya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, [insanın acizliği] fakr-ı insanî [insanın fakirliği] değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor.

74

Hem deme, “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.

Hem kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada, [dünya misafirhanesi] nazar-ı hikmetle [fen ve felsefe açısından gören göz] baksan, hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? Zelzele gibi vakıalar olan şu hadisat-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller. Meselâ, zemine nebatat [bitkiler] ve hayvanat envâından [tür] giydirilen, birbiri üstünde, birbiri içinde gayet muntazam ve gayet münakkaş [nakışlanmış] gömlekler, baştan aşağıya kadar gayelerle, hikmetlerle müzeyyen, [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] mücehhez [cihazlanmış, donanmış] olduklarını gördüğün ve gayet âli [yüce] gayeler içinde kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiğin halde, nasıl oluyor ki, küre-i arzın, [yer küre, dünya] benî Âdemden, [Âdemoğlu, insan] bahusus [hususan, özellikle] ehl-i imandan [Allah’a inanan] beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin [gaflet davranışları] sıklet-i mâneviyesinden [mânevî ağırlık] omuz silkmeye benzeyen zelzele gibiHaşiye mevtâlûd [ölüm] hadisat-ı hayatiyesini, [hayata ait olaylar] bir mülhidin [dinsiz] neşrettiği gibi gayesiz, tesadüfî zannederek, bütün musibetzedelerin elîm zayiatını bedelsiz, hebâen [boş, faydasız] mensur gösterip müthiş bir ye’se [ümitsizlik] atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm ederler. Belki öyle hadiseler, bir Hakîm-i Rahîmin [her şeyi hikmetle yapan ve rahmeti herbir varlıkta tecelli eden Allah] emriyle, ehl-i imanın [Allah’a inanan] fâni malını sadaka hükmüne çevirip ibkà [bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme] etmektir ve küfran-ı nimetten [nimete karşı nankörlük] gelen günahlara kefarettir.

Nasıl ki bir gün gelecek, şu musahhar [boyun eğdirilmiş] zemin, yüzünün ziyneti olan âsâr-ı beşeriyeyi [insan eserleri] şirk-âlûd, [şirk karışmış] şükürsüz görüp çirkin bulur. Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] emriyle, büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah’ın emriyle ehl-i şirki [Allah’a ortak koşanlar] Cehenneme döker; ehl-i şükre “Haydi, Cennete buyurun” der.