İMAN VE KÜFÜR MUVAZENELERİ – Elhüccetü’z-Zehrâ’nın İkinci Makamı (226-231)

226

 Elhüccetü’z-Zehrâ’nın

İkinci Makamı

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Fâtiha‘nın [başlangıç] âhirinde, ehl-i hidayet [doğru ve hak yolda olanlar] ve istikamet [doğru] ve ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve tuğyânın muvazenesine [karşılaştırma/denge] işaret eden ve Risale-i Nur’un bütün muvazenelerinin [karşılaştırma/denge] menbaı [kaynak] olan âyetin bir hakikatını, Sûre-i Nur’dan

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ * 1

(ilâ âhir) âyeti ve arkasında

أَوْ كَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ لُجِّىٍّ يَغْشٰيهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ مَوْجٌ * 2

(ilâ âhir) âyetiyle beraber, pek acip bir tarzda o muvazeneyi [karşılaştırma/denge] mu’cizâne ifade ederler.

Birinci âyet-i nur, [“Allah, göklerin ve yerin nûrudur” ifadesiyle başlayan, Nur Sûresinin 35. âyeti] Birinci Şuâda ispat edilmiş ki, on işaretle Risale-i Nur’a bakıyor; mu’cizâne, Kur’ân’ın o tefsirinden gaybî haber veriyor. Ve Risale-i Nur’a Nur namı verilmesine en birinci sebep olmasından, Yirmi Dokuzuncu Mektubun bir kısmında bir seyahat-i hayaliye [hayalî yolculuk] temsilinde, bu acip âyetin nur kelimesinde, nun-u na’büdü [“Biz ibadet ederiz” ifadesindeki “biz” anlamına gelen nun harfi] mu’cizesi gibi bir mânevî mu’cizesinin beyanına binaen, Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesinde dünya seyyahı, Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] aramak, bulmak, tanımak için bütün kâinattan ve envâ-ı mevcudatından sorduğu ve otuz üç yolla ve kat’î

227

burhanlarla [delil] Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ve aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] bildiği gibi; o aynı seyyah, asırlarda ve arz ve semâvât tabakalarında aklıyla, kalbiyle, hayaliyle gezen yorulmaz, tok olmaz, bütün dünyayı bir şehir gibi görüp teftiş ederek, kâh [bazan] Kur’ân hikmetine, kâh [bazan] felsefe hikmetine aklını bindirip geniş hayal dürbünüyle en uzak tabakalara bakarak, hakikatleri vâkide olduğu gibi görmüş, bizlere Âyetü’l-Kübrâ‘da [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] kısmen haber vermiş.

İşte şimdi biz, o ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] ve bir temsil mânâsında olan seyahat-i hayaliyesiyle [hayalî yolculuk] girdiği pek çok âlemler ve tabakalardan, nümune için yalnız üç tabakasını, Fâtiha [başlangıç] âhirindeki muvazenenin [karşılaştırma/denge] yalnız kuvve-i akliye [akıl duygusu] cihetinde bir misalini, gayet muhtasar [kısa] beyan edeceğiz. Sair meşhudatını [görünen] ve muvazenelerini, [karşılaştırma/denge] Risale-i Nur’un muvazenelerine [karşılaştırma/denge] havale ederiz.

Birinci nümune şöyle: O, dünyaya sırf Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] tanımak, bulmak için gelen seyyah, aklına dedi: “Biz, herşeyden Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] sorduk; güzel, tam cevap aldık. Şimdi, ‘Güneşi güneşten sormak lâzım’ darb-ı meseli [atasözü] gibi biz dahi Hâlıkımızı, [her şeyi yaratan Allah] ilim ve irade ve kudret gibi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatlarının tecellîleriyle ve meşhud [görünen] eserleriyle ve isimlerinin cilveleriyle tanımak, bulmak için bir seyahat daha yapacağız” diye dünyaya girdi.

Ve ikinci bir cereyan olan ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] gibi birden küre-i arz [yer küre, dünya] sefinesine [gemi] bindi. Hikmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hikmeti] tâbi olmayan fen ve felsefe gözlüğünü taktı. Ve Kur’ân okumayan coğrafya fenninin programıyla baktı, gördü ki: Nihayetsiz bir boşlukta, bir senede yirmi bin senelik bir dairede, top güllesinden yetmiş defa sür’atli bir hareketle gezer. Yüz binler nevi biçare, âciz zîhayatları [canlı] içine almış. Eğer bir dakika yolunu şaşırsa veya bir serseri yıldıza çarpsa, parçalanarak hadsiz fezada [uzay] sukut [alçalış, düşüş] ile, bütün o biçare zîhayatları [canlı] ademe, hiçliğe boşaltacak, dökecek diye anladı. غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّۤالِّينَ 1 cereyanının dehşetli mânevî musibetini

228

اَوْكَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ لُجِّىٍّ 1 in boğucu karanlığını hissederek: “Eyvah! Ne yaptık? Bu dehşetli gemiye neden bindik? Bundan kurtulmak çaresi nedir?” diye o kör felsefenin gözlüğünü kırdı, اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 2 cereyanına girdi.

Birden, hikmet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın hikmeti] imdadına geldi, tam hakikatini gösteren bir dürbün aklına verdi, “Şimdi bak” dedi. Baktı, gördü ki: رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 3 ismi, هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ 4 burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] bir güneş gibi tulû [doğma] etti. Zemini gayet muntazam ve selâmetli bir gemi ve zîhayatları [canlı] rızıklarıyla beraber içinde doldurmuş, kâinat denizinde çok hikmetler ve menfaatler için seyahatla güneş etrafında gezdirip mevsimlerin mahsulâtını erzak isteyenlere getirir ve “Sevr[Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] ve “Hût[balık] namlarında iki meleği o sefineye [gemi] kaptan yapılmış, gayet güzel ve muhteşem memleket-i Rabbâniyede [Rab olan Allah’ın memleketi] Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] mahlûkat ve misafirlerini keyiflendirmek için gezdiriyor. Ve onunla, اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 5 hakikatini gösterir, Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] bu ismin cilvesiyle tanıttırır diye anladı. Bütün ruh u canıyla اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ 6 dedi, اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ taifesine girdi.

O seyyahın, âlemlerdeki seyahatinde gördüğü nümunelerden ikinci nümunesi: O seyyah, küre-i arz [yer küre, dünya] gemisinden çıkıp hayvanat ve insanlar âlemine girdi.

229

Dinden ruh almayan hikmet-i tabiiye [tabiat bilgisi] gözlüğü ile o âleme baktı, gördü ki: O hadsiz zîhayatların [canlı] hadsiz ihtiyaçları ve onları inciten ve hırpalayan hadsiz muzır [zararlı] düşmanları ve merhametsiz hâdiseleri varken, o ihtiyaçlara karşı sermayeleri binden, belki yüz binden ancak bir olabilir. Ve o muzır [zararlı] şeylere mukàbil iktidarları, milyondan ancak birdir. Bu çok dehşetli ve acınacak vaziyette, rikkat-i cinsiye [insanın kendi cinsinden olana acıması] ve şefkat-i neviye [kendi nevinden, türünden olana şefkat hissi] ve akıl alâkadarlığıyla onların haline o derece acıdı ve mahzun ve me’yus [ümitsiz] ve cehennem azabı gibi elemler alırken ve o perişan âleme girdiğine bin pişman olurken, birden hikmet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın hikmeti] imdadına yetişti, اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 1 dürbününü verdi. “Bak” dedi. Baktı, gördü ki:

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 2 tecellîsiyle Rahmân, Rahîm, Rezzâk, [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] Mün’im, [gerçek nimet verici olan Allah] Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Hafîz gibi çok esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] her biri, birer güneş gibi

مَا مِنْ دَۤابَّةٍ اِلاَّ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا * 3

وَكَأَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لاَتَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللهُ يَرْزُقُهَا وَإِيَّاكُمْ * 4

وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِۤى اٰدَمَ 5* اِنَّ اْلاَبْرَارَ لَفِى نَعِيمٍ * 6

gibi âyetlerin burçlarında tulû [doğma] ettiler. O insan ve hayvan dünyasını rahmetle, ihsanla [bağış] doldurup bir nevi muvakkat [geçici] cennete çevirdiler. Ve bu şâyân-ı temâşâ, [seyretmeye değer]

230

güzel, ibretli misafirhanenin Mihmandar-ı Kerîmini [ikramı bol ve çok cömert olan misafir sahibi, Allah] tam bildirdiklerini bildi, “Bin kere اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ 1 dedi.

Seyahatındaki yüzer müşahedatından [gözlem yapmalar] üçüncü nümunesi: Hâlıkını, [her şeyi yaratan Allah] isimlerinin ve sıfatlarının tecellî ve cilveleriyle tanımak isteyen o dünya seyyahı, akıl ve hayâline dedi ki: “Haydi, ruhlar ve melekler gibi biz dahi cesedimizi yerde bırakıp göklere çıkacağız. Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] semâvâttakilerden soracağız.”

Ruh hayale ve akıl fikre bindiler, semaya çıktılar. Kozmoğrafya [astronomi, gök bilimi] fennini kendilerine rehber ettiler. Dini dinlemeyen bir felsefe nazarıyla مَغْضُوبِ..ضَّالِّينَ 2 cereyanıyla baktılar. Gördü ki: Küre-i arzdan [yer küre, dünya] bin defa büyük, top güllesinden yüz defa çabuk hareket edenler içlerinde bulunan binler kütleler, ateş saçan yıldızlar; şuursuz, câmid, [cansız] serseri gibi birbiri içinde sür’atle gezerler. Bir dakika bir tesadüfle biri yolunu şaşırsa, o boş ve hudutsuz ve hadsiz, nihayetsiz âlemde bir şuursuz küreyle çarpmak suretinde kıyamet gibi bir hercümerce sebep olur.

O seyyah, hangi tarafa baktıysa, dehşet ve vahşet ve hayret ve korkmak aldı, göğe çıktığına bin pişman oldu. Akıl ve hayal, bütün bütün bozuldular. “Bizim vazifemiz güzel hakikatleri görmek ve göstermek iken, böyle cehennem gibi çirkin ve azaplı mânâları bilmek, müşahede etmek vazifesinden istifa ediyoruz ve istemiyoruz” derken, [anlama, algılama] birden اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 3 tecellisiyle خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 4 ve مَسَخِّرُ الشَّمْسِ وَالْقَمَرِ 5 ve رَبُّ الْعَالَمِينَ 6 gibi çok isimler, her biri birer güneş gibi.

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَۤاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ * 7

ve

231

اَفَلَمْ يَنْظُرُۤوا اِلَى السَّمَۤاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا * 1

ve

ثُمَّ اسْتَوٰۤى اِلَى السَّمَۤاءِ فَسَوّيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ * 2

gibi âyetlerin burçlarında tulû [doğma] ettiler. Bütün semâvâtı nurla, meleklerle doldurdular, bir büyük camiye ve mescide ve ordugâha çevirdiler. O seyyah اَلَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 3 cereyanına girdi. Dâllînden, [doğru yoldan sapmış inançsız kimseler] اَوْكَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ لُجِّىٍّ 4 den kurtuldu. Birden, cennet gibi muntazam, güzel, muhteşem bir memleket gördü. Her tarafta Hâlık-ı Zülcelâli bildiriyorlar bir vaziyeti müşahedesiyle, akıl ve hayalin kıymetleri ve vazifeleri bin derece terakki [ilerleme] etti.

İşte o seyyahın kâinattaki seyahatinin yüzer nümunesinden bu mezkûr [adı geçen] üç nümuneye kıyasen sâir müşahedatını [gözlem yapmalar] ve isimlerin cilveleriyle Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] marifetini [Allah’ı bilme ve tanıma] Risale-i Nur’a havale edip, bu pek kısa işarete iktifaen, [yetinme] bu pek uzun kıssayı kısa keserek Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] bildiren kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatlardan ve sıfât-ı seb’asından [yedi sıfat] yalnız ilim ve irade ve kudret gibi üç mühim sıfatların eserleriyle, tecellîleriyle ve tahakkuklarının [gerçekleşme] hüccetleriyle [delil] Kâinat Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] tanımaya, o dünya seyyahı gibi gayet kısa işaretlerle çalışacağız. Tafsilâtını [ayrıntılar] Risale-i Nur’a havale ederiz.