İŞÂRÂTÜ’L-İ’CÂZ – Bakara Sûresi 1-4. Ayetlerin Tefsiri (54-91)

54

Bakara Sûresi

Sual: Îcâz [az sözle çok mânâ ifade etme] ile i’câz [mu’cize oluş] sıfatlarını hâvi [içeren, içine alan] Kur’ân-ı Azîmüşşanda, [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 1 ve فَبِأَىِّ اٰلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ 2 ve وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ 3 gibi pek çok âyetler tekerrür etmektedir. Halbuki bu tekrarlar, belâgate [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] münafidir, [aykırı] usanç veriyor.

Cevap: Ey arkadaş! Her parlayan şey, yakıcı ateş değildir. Evet, tekrar ve tekerrür bazan usanç veriyor, fakat umumî değildir. Her yere, her kelâma ve her kitaba şâmil [içine alan] değildir. Usanç verici addedilen pek çok zâhirî tekrarlar, belâgatçe [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] istihsan [beğenme, güzel bulma] ve takdir edilmektedir.

Evet, insanın yediği yemekler, biri gıda, diğeri tefekküh (meyve) olmak üzere iki kısımdır.

Birinci kısım, tekerrür ettikçe memnuniyet verir, kuvvet verir, kat kat teşekkürlere sebep olur.

İkinci kısmın tekerrüründe usanç, teceddüdünde [yenileme] lezzet vardır.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] kelâmlar da iki kısımdır.

Bir kısmı ruhlara kut, [gıda] fikirlere kuvvet verici hakikatlerdir ki, tekerrür ettikçe güneşin ziyası gibi, ruhlara, fikirlere hayat verir. Meyve kabilinden [gibisinden, türünden] iştiha[arzu, istek] açan kısımda tekerrür makbul değildir, istihsan [beğenme, güzel bulma] edilmez.

Buna binaen Kur’ân, hey’et-i mecmuasıyla [fertlerinin hepsi; harf, kelime, âyet ve sûre gibi parçaların oluşturduğu birlik] kalblere kut [gıda] ve kuvvet olup, tekrarı usanç değil, halâvet [tatlılık] ve lezzet verdiği gibi, Kur’ân’ın âyetlerinde de öyle bir kısım vardır ki, o kuvvetin ruhu hükmünde olup tekerrür ettikçe daha ziyade parlar, hak ve hakikat nurlarını saçar.

55

هُوَ الْمِسْكُ مَا كَرَّرْتَهُ يَتَضَوَّعُ * 1

Ezcümle: بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 2 gibi âyetlerde bulunan ukde-i hayatiye [hayat çekirdeği] ve nuranî esaslar, tekerrür ettikçe iştihaları [arzu, istek] açar; misk gibi, karıştırıldıkça kokar. Demek tekerrür zannedilen, hakikatte tekerrür değildir. Ancak وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا 3 kabilinden, [gibisinden, türünden] o ayrı ayrı hikmetleri, nükteleri, [derin anlamlı söz] gayeleri ifade eden tekrarlı kelâmlar, yalnız ibarece, lâfızca [ifade, kelime] birbirine benzedikleri için tekrar zannedilir. Hattâ kıssa-i Mûsâ, [Hz. Mûsâ’nın (a.s.) hikâyesi] çok meziyetleri ve hikmetleri müştemildir. Her makamda o makama münasip bir vecihle [yön] zikredilmesi, ayn-ı belâgattir. [belâgatın ta kendisi]

Evet, Kur’ân-ı Azîmüşşan, [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] o kıssa-i meşhureyi, [meşhur kıssa] gümüş iken, yed-i beyzâsına [beyaz, parlak el (Hz. Mûsâ’nın (a.s.) bir mu’cizesine telmih var; Hz. Mûsâ’nın eli mu’cize olarak nur saçardı)] alarak altın şekline ifrağıyla [bir şeyi kalıba dökme, boşaltma] öyle bir nakş-ı belâgate [belâgat nakşı] mazhar [erişme, nail olma] etmiştir ki, bütün ehl-i belâgat, onun belâgatine hayran olmuşlar, secdeye varmışlardır.

Ve keza, teyemmün, teberrük [bereket vesilesi] ve istiane [yardım dileme] gibi çok vecihleri [yön] hâvi; [içeren, içine alan] ve tevhid, tenzih, [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] senâ, celâl ve cemal ve ihsan [bağış] gibi çok makamları tazammun; [içerme, içine alma] ve tevhid ve nübüvvet, [peygamberlik] haşir ve adalet gibi makasıd-ı erbaaya [Kur’ân’ın dört asıl gayesi] işaret eden besmele, zikredilen yerlerin herbirisinde bu vecihlerden, [yön] bu makamlardan biri itibarıyla zikredilmiş ve edilmektedir. Maahâza, hangi sûrede tekerrür varsa, o sûrenin ruhuyla münasip olan bir vecih [yön] bizzat kasdedilmekle öteki vecihlerin [yön] istitradî [asıl konudan olmayan, tamamlayıcı unsur] ve tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] zikirleri, belâgate [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] münafi [aykırı] değildir.

ba

56

﴾ الۤم ۤ ﴿ Sûrelerin başlarında bulunan hurûf-u mukattaaya [bazı sûre başlarında bulunan ve birer İlâhî [Allah tarafından olan] şifre niteliğinde olan harfler (Yâ sin, Elif lâm mim, Ha mim vb.)] ait izahatı dört mebhasta [bahis, kısım] zikredeceğiz.

BİRİNCİ MEBHAS: [bahis, kısım] الۤمۤ ile, sûrelerin evvellerinde bulunan hurûf-u mukattaadan [bazı sûre başlarında bulunan ve birer İlâhî [Allah tarafından olan] şifre niteliğinde olan harfler (Yâ sin, Elif lâm mim, Ha mim vb.)] teneffüs eden i’câz [mu’cize oluş] hakkındadır. İ’câz, inci gibi incecik letaif-i [güzellikler, incelikler] belâgatın parıltılarının imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] ve içtimaından [bir araya gelme, toplanma] tecellî eden bir nurdur. Bu mebhasta, [bahis, kısım] bu nuru, birkaç letaif [güzellikler, incelikler] zımnında [iç] izah etmekle parlatacağız. Fakat herbir lâtife [güzel ve ince mânâ] ince ve ziyası az ise de, letaifin [güzellikler, incelikler] heyet-i mecmuasından [birşeyin geneli, bütün] hasıl olan tam bir ziya ile fecr-i sadık [gün doğmadan önceki sabah aydınlığı] çıkacaktır.

1. Hece harflerinin adedi—elif-i sâkine hariç kalmak şartıyla—yirmi sekiz harftir. Kur’ân-ı Azîmüşşan, [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] sûrelerin başında bu harflerin yarısını zikretmiş, yarısını da terk etmiştir.

2. Kur’ân’ın almış olduğu nısıf, terk ettiği nısıftan daha ziyade kesîrü’l-istimaldir. [çok, çeşitli]

3. Kur’ân, sûrelerin başında zikrettiği kısım içinde lisan üzerine daha suhuletli [kolay] olan elif, lâm’ı çok tekrar etmiştir.

4. Kur’ân, aldığı harfleri, hece harflerinin adedince sûrelere tevzi [(sahiplerine) dağıtma] etmiştir.1

5. Hece harflerinin mehmûse, [gizli okunan harfler] mechûre, [harf, hareke ile okunduğunda, nefesin hapsolunup sesin açığa çıktığı anda okunan harfler] şedîde, [harf sükun ile ve nefesin hepsi hapsolarak sâkin bir halde okunduğu zaman sesin aslâ akmaması] rahve, [harf cezimli söylenirken sesin akması hali] müsta’liye, münhafıza, mutbika, münfetiha gibi çiftli cinslerinin herbirisinden yine nısıf almıştır.

6. Çifti, yani eşi olmayan (evtar) kısmında sakilden [ağır] azı, hafiften çoğu almıştır: Kalkale, [harfi okurken, mahrecinden çıkarır çıkarmaz kesme ve böylece harfi iki defa okunmuş gibi çıkarma] zellâka gibi.

7. Kur’ân-ı Azîmüşşanın, [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] sûrelerin başındaki hurûf-u mukattaanın [bazı sûre başlarında bulunan ve birer İlâhî [Allah tarafından olan] şifre niteliğinde olan harfler (Yâ sin, Elif lâm mim, Ha mim vb.)] zikredilen minval [hareket tarzı, davranış, usul, yol] üzerine tansifleri hakkında ihtiyar ettiği tarîk, 504 ihtimalden intihap [seçmek] edilmiştir. Ve intihap [seçmek] edilen şu tarikten başka hiçbir ihtimalle mezkûr [adı geçen] tansif mümkün değildir. Çünkü, taksimler pek çok birbirine girmiş ve çok mütefavittir. [birbirinden farklı]

57

Bu gibi i’câz [mu’cize oluş] lem’alarından [parıltı] hisse alamayan, zevkine levm ve itab [azarlama] etsin!

İKİNCİ MEBHAS: [bahis, kısım] Bu mebhasta [bahis, kısım] da birkaç letaif [güzellikler, incelikler] vardır:

1. الۤمۤ ile emsalinde göze çarpan garabet, [gariplik, hayret vericilik] bu harflerin pek garip ve acip birşeyin mukaddemesi [evvel, önce] ve keşif kolları olduklarına işarettir.

2. Bu sûrelerin başlarındaki taktî-i huruf ile isimleri hecelemek, müsemmânın [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] me’hazine [kaynak] ve neden neş’et [doğma] ettiğine işarettir.

3. Bu harflerin takti’i, müsemmânın [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] vahid-i itibarî olup, terkib-i [birleşim, sentez] mezcî olmadığına işarettir.

4. Bu harflerin takti’ ile tâdadı, san’atın madde ve me’hazini [kaynak] muhataba göstermekle muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] talip olanlara karşı meydan okuyarak, “İşte, i’câz-ı san’atı, şu gördüğünüz harflerin nazım [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] ve nakışlarından [işleme] yaptım. Buyurunuz meydana!” diye, onların tahkirane [aşağılama] tebkitlerine (tekdirlerine) işarettir.

5. Mânâdan soyulmuş şu hece harflerinin zikri, muarızları [itiraz eden, karşı gelen] hüccetsiz [delil] bırakmaya işarettir.

Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] şu mânâsız harflerin lisan-ı hâliyle [hal dili] ilân ediyor ki: “Ben sizden beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] mânâları, hükümleri, hakikatleri ifade eden yüksek hutbeleri [balık] ve nutukları istemiyorum. Yalnız şu tâdâd [sayma] ettiğim harflerden bir nazîre [benzer] yapınız—velev iftira ve hikâyelerden ibaret bile olursa olsun!”

6. Harfleri tâdâd [sayma] ile hecelemek, yeni kıraate ve kitabete başlayan müptedilere mahsustur. Bundan anlaşılıyor ki, Kur’ân, ümmî bir kavme ve müptedi bir muhite muallimlik yapıyor.

7. ا ل د gibi harfleri, meselâ, elif, lâm, dal gibi isimleriyle tabir ve zikretmek,

58

ehl-i kıraat ve erbab-ı kitabetin ittihaz [edinme, kabullenme] ettikleri bir usuldür. Bundan anlaşılıyor ki, hem söyleyen, hem dinleyen ümmî olduklarına nazaran, bu tabirler, söyleyenden doğmuyor ve onun malı değildir; ancak, başka bir yerden ona geliyor.

Ey arkadaş! Bu letaifin [güzellikler, incelikler] ince iplerinden dokunan yüksek nakş-ı belâgati [belâgat nakşı] göremeyen adam, belâgat ehlinden değildir. Erbab-ı belâgate müracaat etsin.

ÜÇÜNCÜ MEBHAS: [bahis, kısım] الۤمۤ İ’câzın esaslarından, îcâzın [az sözle çok mânâ ifade etme] en yüksek ve en ince derecesine bir misaldir. Bunda da birkaç letaif [güzellikler, incelikler] vardır.

1. الۤمۤ üç harfiyle üç hükme işarettir. Şöyle ki: Elif, هٰذَا كَلاَمُ اللهِ اْلاَزَلِىُّ 1 hükmüne ve kaziyesine; [hüküm, önerme] lâm, نَزَلَ بِهِ جِبْرِيلُ 2 hükmüne ve kaziyesine; [hüküm, önerme] mim, عَلٰى مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ السَّلاَمُ 3 hükmüne ve kaziyesine [hüküm, önerme] remzen [ince işaret] ve imaen işarettir.

Evet, nasıl ki Kur’ân’ın hükümleriuzun bir sûrede, uzun bir sûrekısa bir sûrede, kısa bir sûre bir âyette, bir âyet bir cümlede, bir cümle bir kelimede, o kelime de sin, lâm, mim gibi hurûf-u mukattaada [bazı sûre başlarında bulunan ve birer İlâhî [Allah tarafından olan] şifre niteliğinde olan harfler (Yâ sin, Elif lâm mim, Ha mim vb.)] irtisam [resmedilme] eder, görünür. Kezalik, [böylece, bunun gibi] الۤمۤ ‘in herbir harfinde mezkûr [adı geçen] hükümlerden biri temessül [belirme, görünme] etmiş görünüyor.

2. Sûrelerin başlarındaki hurûf-u mukattaa, [bazı sûre başlarında bulunan ve birer İlâhî [Allah tarafından olan] şifre niteliğinde olan harfler (Yâ sin, Elif lâm mim, Ha mim vb.)] İlâhî [Allah tarafından olan] bir şifredir. Beşer fikri ona yetişemiyor. Anahtarı, ancak Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdadır.

3. Şifrevari şu hurûf-u mukattaanın [bazı sûre başlarında bulunan ve birer İlâhî [Allah tarafından olan] şifre niteliğinde olan harfler (Yâ sin, Elif lâm mim, Ha mim vb.)] zikri, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın fevkalâde bir zekâya malik olduğuna işarettir ki, Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, remizleri, [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] îmaları ve en gizli şeyleri sarih [açık] gibi telâkki [anlama, kabul etme] eder, anlar.

59

4. Şu harflerin taktîi, harf ve lâfızların [ifade, kelime] hâvi [içeren, içine alan] oldukları kıymet, yalnız ifade ettikleri mânâlara göre olmayıp, ilm-i esrarü’l-hurufta [harflerin sırlarını araştıran ilim] beyan edildiği gibi, adet ve sayılar misillu [benzer] harflerin arasında fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] münasebetlerin bulunduğuna işarettir.Haşiye [dipnot]

5. ا لۤمۤ taktîiyle, bütün harflerin esas mahreçleri [harflerin ağızdaki çıkış yeri] olan “halk, vasat, şefe[dudak] mahreçlerine [harflerin ağızdaki çıkış yeri] işarettir. Ve zihinlerin nazar-ı dikkatini şu mahreçlere [harflerin ağızdaki çıkış yeri] çeviriyor ki, zihinler, gerek bu üç mahreçte, [harflerin ağızdaki çıkış yeri] gerek bunlara bağlı küçük küçük mahreçlerde [harflerin ağızdaki çıkış yeri] lâfızların [ifade, kelime] ve harflerin nasıl vücuda geldiklerini hayret ve ibretle mütalâa etsinler.

Ey zihnini belâgatin [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] boyasıyla boyayan arkadaş! Bu letaifi [güzellikler, incelikler] sıkacak olursan, هٰذَا كَلاَمُ اللهِ 1 içinden çıkacaktır.

DÖRDÜNCÜ MEBHAS: [bahis, kısım] الۤمۤ emsaliyle beraber, terkip [birleşim, sentez] şeklinden takti’ suretinde zikirleri, bu şeklin müstakil [bağımsız] olup hiçbir imama tâbi olmadığına ve hiç kimseyi taklit etmiş olmadığına ve üslûpları acip, çeşitleri garip yeni saha-i vücuda [varlık sahası, alanı] gelen bir bedîa olduğuna işarettir. Bu mebhasta [bahis, kısım] da birkaç letâif [duygular] vardır.

1. Hatip ve beliğlerin âdetindendir ki, mesleklerinde daima bir misale tâbi oluyorlar ve bir örnek üzerine nakış [işleme] dokuyorlar ve işlenmiş bir yolda yürüyorlar. Halbuki, bu harflerden anlaşıldığına nazaran, Kur’ân hiçbir misale tâbi olmamıştır2 ve hiçbir nakş-ı belâgat [belâgat nakşı] örneği üzerine nakış [işleme] yapmamıştır ve işlenmemiş bir yolda yürümüştür.

2. Kur’ân, baştan aşağıya kadar, nâzil olduğu heyet üzerine bâkidir. Bu kadar Kur’ân’ı taklit etmeye müştak [arzulu, aşırı istekli] olan dostlar ve mütehâcim [hücum eden, saldıran] düşmanlara rağmen, şimdiye kadar Kur’ân’ın ne taklidi yapılmış ve ne de bir misali gösterilmiştir.

60

Evet, Kur’ân, milyonlarca Arabî kitaplarla mukayese edilirse, benzeri bulunamaz. O halde, Kur’ân, ya hepsinin altındadır; bu ise muhaldir. Öyle ise hepsinin fevkindedir; [üstünde] öyle ise Allah’ın kelâmıdır.

3. Beşerin san’atı olan birşey, bidayette çirkin ve gayr-ı muntazam olur, sonra yavaş yavaş intizama sokulur. Kur’ân ise, ilk zuhurunda gösterdiği halâveti, [tatlılık] güzelliği, gençliği şimdi de öylece muhafaza etmektedir.

Ey belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] letafetinin [güzellik, hoşluk] kokusunu koklayan arkadaş! Zihnini şu mebâhis-i [bahisler, konular] erbaaya gönder ki, bal arısı, اَشْهَدُ اَنَّ هٰذَا كَلاَمُ اللهِ 1 balını çıkarsın!

ba

﴾ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَرَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ * 2 ﴿

Arkadaş! Kelâmların hüsnünü [güzellik] artıran ve güzelliğini fazlaca parlatan belâgatın [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] esaslarından biri de şudur ki: Bir havuzu doldurmak için etrafından süzülen sular gibi, beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] kelâmlarda da zikredilen kelimelerin, kayıtların, heyetlerin tamamen o kelâmın takip ettiği esas maksada nâzır olmakla onun takviyesine hizmet etmeleri, belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] mezhebinde lâzımdır.

Birinci misal: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ 3 olan âyet-i kerime nazar-ı dikkate alınırsa görülür ki, bu kelâmdaki maksat ve esas, pek az bir azapla fazla korkutmaktır. Ve bu kelâmda olan mezkûr [adı geçen] kelimeler ve kayıtlar, tamamen o maksadı takviye için çalışıyorlar.

Ezcümle, şek [şüphe] ve ihtimali ifade eden اِنْ şartiye olup, azabın azlığına ve ehemmiyetsizliğine işarettir.

Ve keza نَفْحَةٌ 4 sîgasiyle ve tenviniyle [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] azabın ehemmiyetsizliğine îmadır.

61

Ve keza مَسَّ 1 kelimesi, azabın şedit [çok şiddetli] olmadığına işarettir.

Ve keza, teb’îzi [bütünü parçalamak, bölmek, kısımlara ayırmak; bütünden bir parça, bir kısım] ifade eden مِنْ ve şiddeti gösteren نَكَالْ 2 kelimesine bedel, hiffeti [hafiflik] îma eden عَذَابٌ 3 kelimesi ve رَبِّ 4 kelimesinden îma edilen şefkat, hepsi de azabın kıllet [azlık] ve ehemmiyetsizliğine işaret etmekleşu şiiri, lisan-ı hâlleriyle [hal dili] temessül [belirme, görünme] ediyorlar.

عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ * وَكُلٌّ اِلٰى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ

Yani, “İbarelerimiz ayrı ayrı ise de, hüsnün [güzellik] birdir. Hepsi de o hüsne [güzellik] işaret ediyorlar.”

İkinci misal: الۤمۤ * ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَرَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ 5 olan âyet-i kerimedir. Bu âyette maksad-ı esas, [temel maksad, hedef] Kur’ân’ın yüksekliğini göstermektir. Ve bu maksadı takviye eden الۤمۤ 6 ذٰلِكَ 7 اَلْكِتَابُ 8 لاَرَيْبَ فِيهِ 9 kayıtlarıdır. Evet, bu kayıtlar, istinad ettikleri pek ince ve gizli delillerine işaret etmekle beraber, o maksadın takviyesine koşuyorlar.

Ezcümle, الۤمۤ kasem [yemin] olduğu cihetle, Kur’ân’ın azametine ve altında müstetir, [gizli, örtülü] gizli o mezkûr [adı geçen] letaif [güzellikler, incelikler] cihetiyle de dâvânın ispatına işaret eder.

62

Ve keza, ذٰلِكَ zat ile sıfatı gösteren bir işaret olması itibarıyla hem Kur’ân’ın azametine, hem azameti ispat eden sıfât-ı kemâliyeye [Allah’ın bütün kusur ve eksiklerden uzak olduğunu ifade eden sıfatı; mükemmellik sıfatı] işaret eder.

Ve keza, ذٰلِكَ işaret-i hissiyeye [hislere, duygulara hitap eden işaret. Somut işaret] mahsus iken, işaret-i akliyede [akla hitap eden işaret. Soyut işaret] kullanılması, tâzim [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] ve ehemmiyeti ifade ettiği gibi, mâkul olan Kur’ân’ı, mahsus suretinde göstermesi, Kur’ân’ı, ezhan [zihinler] ve enzârın [bakışlar] nazar-ı dikkatine [dikkat içeren bakış] arz etmekle tesettürü icap [gerekli kılma] eden hile, za’fiyet ve sair çirkin şeylerden münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] olduğunu izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve itiraf ettirmektir.

Ve keza ذٰلِكَ ‘nin ل vasıtasıyla ifade ettiği bu’d, [uzaklık] Kur’ân’ın kemâline delâlet eden ulüvv-ü rütbesine [rütbenin, derecenin yüksekliği] işarettir.

Ve keza اَلْكِتَابْ 1 ‘daki اَلْ hasr-ı örfîyi [örfen bir şeye ait kılma; örfe göre “el” takısı bazı cins isimleri özel isim derecesine yükseltir. Meselâ, “el-Kitap” sözüyle Kur’ân’ın kastedilmesi gibi] ifade ettiğinden, Kur’ân’ın azametine ve başka kitapların mehasinini [güzellikler] cem [toplama, bir araya gelme] etmekle onların fevkinde [üstünde] olduğuna işarettir.

Ve keza كِتَابْ tabiri ehl-i kıraat ve kitabet [yazım] ten [okuma-yazma bilen kimseler] olmayan bir ümmînin mahsulü olmadığına işarettir.

Ve keza لاَرَيْبَ فِيهِ 2 zamirininher iki ihtimaline binaen Kur’ân’ın kemâlini ispat veya tekit [pekiştirme] eder.

Ve keza, istiğrâkı [türü kapsayacak şekilde umumi hâle getirme] ifade eden لاَ Kur’ân’ın her köşesinde rekz [dikmek, yerleştirmek, delil getirmek] ve her yerinde

63

zikredilen deliller, burhanlar, [delil] hücuma gelen şek [şüphe] ve şüpheleri def ile, Kur’ân’ın o gibi lekelerden münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] olduğunu ilân eder. Ve lisan-ı haliyle [beden dili] şu şiiri okutur:

وَكَمْ مِنْ عَائِبٍ قَوْلاً صَحِيحًا وَاٰفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّقِيمِ * 1

Yani, “Kur’ân’da ta’yip edilecek hiçbir nokta yoktur. Kur’ân gibi sahih kavilleri [söz, görüş] tayip etmek, ancak fehimlerin [anlama, kavrama] sekametinden [hastalık] ileri geliyor.”

Ve keza, zarfiyeti [bir kelimenin yer ve zaman bildirmesi hâli] ifade eden فِى tâbiri, Kur’ân’ın sathına [bir şeyin üstü, dış yüzü] ve zâhirine konan şek [şüphe] ve şüphe varsa, içerisindeki hakaik [doğru gerçekler] ile def edilebileceğine işarettir.

Arkadaş! Tahlil vasıtasıyla terkibin [birleşim, sentez] kıymetini ve küll [bütün] ile cüzler arasındaki farkı idrak edebildiysen, bu misallerdeki kuyud [kayıtlar, sınırlamalar] ve hey’âta [kısımlar, parçalar] dikkat et. Ve o kelimelerden nebean eden zülâl-i belâgati [belâgatin saf ve berrak suyu] ve kevser-i fesahati doyuncaya kadar iç, “Elhamdülillâh” de.

S – الۤمۤ * ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَرَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ 2 âyet-i kerimesinin cümleleri, atf ile birbiriyle bağlanmamış olması neye binaendir?

C – O cümleler arasındaki şiddet-i ittisal, [güçlü bağ, irtibat] bağlılık ve sarılmaktan bir ayrılık yoktur ki, birbiriyle bağlanmaya lüzum olsun. Zira, o cümlelerin herbirisi, arkadaşlarına hem babadır, hem oğul; yani, hem delildir, hem neticedir.

Evet, الۤمۤ lisan-ı haliyle [beden dili] hem muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] meydan okur, hem mu’ciz olduğunu ilân eder. ذٰلِكَ الْكِتَابُ 3 hem bütün kitaplara fâik [üstün] olduğunu tasrih [açık şekilde bildirme] eder, hem

64

müstesna ve mümtaz [seçkin] olduğunu izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder. لاَرَيْبَ فِيهِ 1 hem Kur’ân’ın şek [şüphe] ve şüphe yeri olmadığını tasrih [açık şekilde bildirme] eder, hem müstesna ve mümtaz [seçkin] olduğunu izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder. هُدًى لِلْمُتَّقِينَ 2 hem tarik-i müstakimi irâe etmekle [gösterme] muvazzaf olduğunu gösterir, hem mücessem [cisimleşmiş] bir nur-u hidayet [doğru ve hak yolu gösterme nuru] olduğunu ilân eder.

İşte bu cümlelerden herbirisi, ifade ettiği birinci mânâsıyla arkadaşlarına delil olduğu gibi, ikinci mânâsıyla da onlara neticedir.

Sonra bu âyetin şu cümleleri arasında i’câza [mu’cize oluş] menba, belâgate [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] medar [kaynak, dayanak] olan on iki münasebet, alâka ve bağlılık vardır. Bunlardan misal olarak üç taneyi zikir, ötekileri de sana havale ederim.

1. الۤمۤ bütün muarızları, [itiraz eden, karşı gelen] muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] dâvet eder. Öyle ise, en yüksek bir kitaptır. Öyleyse, bir yakîn sadefidir. [içinde inci bulunan kabuk] Zira kitabın kemâli, yakîn iledir. Öyle ise, nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] için mücessem [cisimleşmiş] bir hidayettir.

2. ذٰلِكَ الْكِتَابُ 3 Yani, emsaline tefevvuk [üstün gelme] etmiştir. Öyle ise, müstesnadır. Çünkü şek [şüphe] ve şüphe yeri değildir. Çünkü müttakîlere [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] doğru yolu gösterir. Öyle ise mu’cizedir.

3. هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Yani, tarik-i müstakime irşad [doğru yol gösterme] eder. Öyle ise yakîniyattandır. Öyle ise mümtazdır. [seçkin] Öyle ise mu’cizdir.

Ey arkadaş, şu هُدًى لِلْمُتَّقِينَ cümlesindeki nur-u belâgat ve hüsn-ü kelâm, dört noktadan tezahür etmiştir.

65

1. Bu cümlede “mübteda[(gr.) isim cümlesinde özne] mahzuftur. [düşmüş, kaldırılmış] Bu hazf, [anlatmama, açıklamama] cümleyi teşkil eden “mübteda[(gr.) isim cümlesinde özne] ile “haber” arasındaki ittihad [birleşme] öyle bir dereceye varmış ki, sanki “mübteda[(gr.) isim cümlesinde özne] hazf [anlatmama, açıklamama] olmayıp haberin içerisine girmiş. Haricen ikisi müttehid [aynı noktada birleşen] oldukları gibi, zihnen de müttehid [aynı noktada birleşen] olduklarına işarettir.

2. هَادِى 1 yerinde هُدًى 2 yani, ism-i fâil [gr. bir iş, oluş veya durumu yüklenen şahsı bildiren kelimedir, meselâ; kâtip] mevkiinde masdarın [fiillerin asıl kökü] kullanılması, tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] eden nur-u hidayetten [doğru ve hak yolu gösterme nuru] cevher-i Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın cevheri, özü] husule [meydana gelme] geldiğine işarettir.

3. هُدًى ‘deki tenvin-i tenkirden [gr. nekre tenvini; kelime sonlarına gelerek o kelimeye kapalılık ve belirsizlik mânâsı veren iki üstün (en), iki esre (in) ve iki ötre (ün) işareti] anlaşılıyor ki, hidayet-i Kur’ân [Kur’ân’ın doğru ve hak yolu göstermesi] öyle ince bir dereceye varmıştır ki, hakikatı idrak edilemez ve öyle geniş bir sahayı işgal etmiştir ki, ihata[herşeyi kuşatma] ilmen kabil [mümkün] değildir. Çünkü, “ma’rife“nin [gr. başına “el” takısı almış, mânâsı belirlenmiş isim] zıddı olan “nekre,” [gr. başına “el” takısı almamış, mânâsı kapalı, belirsiz isim] ya şiddet-i hafâdan [aşırı gizlilik, kapalılık] olur veya kesret-i zuhurdan [çok sayıda görünme, belirip ortaya çıkma] neş’et [doğma] eder. Buna binaendir ki, “Tenkir [belirsiz kılma] bazan tahkiri, [aşağılama] bazan tâzimi [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] ifade eder” denilmiştir.

4. Müteaddit [bir çok] kelimelere bedel ism-i fâil [gr. bir iş, oluş veya durumu yüklenen şahsı bildiren kelimedir, meselâ; kâtip] sigasıyla ihtiyar edilen مُتَّقِينَ 3 kelimesiyle yapılan îcaz, [az sözle çok mânâlar anlatma] hidayetin semeresine [meyve] ve tesirine işaret olduğu gibi, hidayetin vücuduna da bir delil-i innîdir. [olaylardan kanunlara, neticelerden sebeplere, eserden eserin sahibine (müsebbip) ulaştıran delil. Dumanın ateşe delil olup göstermesi gibi]

S – Gayet mahdut, [sınırlanmış] az birkaç noktadan beşerin takatinden hariç denilen i’câzın [mu’cize oluş] doğması ihtimali var mıdır?

C – Maddî ve mânevî her şeyde yardımın ve içtimaın [bir araya gelme, toplanma] büyük kuvvet ve tesiri vardır. Evet, in’ikâs [yansıma] sırrıyla, üç şeyin hüsnü [güzellik] içtima [bir araya gelme, toplanma] ederse, beş olur. Beş içtima [bir araya gelme, toplanma]

66

ederse on olur. On içtima [bir araya gelme, toplanma] ederse kırk olur. Çünkü herşeyde bir nevi in’ikâs [yansıma] ve bir nevi temessül [belirme, görünme] vardır. Nasıl ki, birbirine mukabil tutulan iki âyinede çok âyineler görünüyor; kezalik, [böylece, bunun gibi] iki üç nükte [derin anlamlı söz] veya iki üç hüsün [güzellik] içtima [bir araya gelme, toplanma] ettikleri zaman pek çok nükteler, [derin anlamlı söz] pek çok hüsünler [güzellik] tevellüt [doğma] eder. Bu sırra binaendir ki, her hüsün [güzellik] sahibinin ve herbir sahib-i kemâlin [fazilet ve iyilik sahibi] emsaliyle içtima [bir araya gelme, toplanma] etmeye fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir meyli vardır ki, içtimaları [bir araya gelme, toplanma] zamanında hüsünleri, [güzellik] kemalleri bir iken iki olur. Hattâ bir taş, taşlığıyla beraber, kubbeli [yarım küre şeklinde olan çatı] binalarda ustanın elinden çıkar çıkmaz başını eğer, arkadaşıyla birleşmeye meyleder ki, sukut [alçalış, düşüş] tehlikesinden kurtulsunlar. Maalesef, insanlar teavün [yardımlaşma] sırrını idrak edememişler. Hiç olmazsa taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar!

S – Belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] ve hidayetten maksat, hakikati vâzıh [açık] bir şekilde gösterip fikirleri ve zihinleri ihtilâflardan kurtarmak iken, müfessirlerin [açıklayan, yorumlayan] bu gibi âyetlerde yaptıkları ihtilâfat, [ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar] gösterdikleri ihtimaller, beyan ettikleri ayrı ayrı, birbirine uymayan vecihler [yön] altında hak ve hakikat ne suretle görülebilir?

C – Malûmdur ki, Kur’ân-ı Azimüşşan, [şanı yüce Kur’ân] yalnız bir asra değil, bütün asırlara nâzil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, bütün tabakat-ı beşere [insan grupları] şümulü [kapsam] vardır. Hem bir sınıf insanlara ait değil, bütün beşerin sınıflarına râcidir. [ait] Binaenaleyh, herkes, her tabaka, her zaman, fehmine, istidadına [kabiliyet] göre Kur’ân’ın hakaikinden [doğru gerçekler] hisse alabilir ve hissedardır. Halbuki nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] derece itibarıyla muhtelif ve zevk cihetiyle mütefavit; [birbirinden farklı] ve keza meyil, [arzu, istek] istihsan, [beğenme, güzel bulma] lezzet, tabiat itibariyle birbirine uymuyor. Meselâ bir taifenin istihsan [beğenme, güzel bulma] ettiği birşey, öteki taifenin zevkine muhaliftir. Bir kavmin meylettiği birşeyden öteki kavim [insan topluluğu] nefret ediyor. Bu sırra binaendir ki, Kur’ân-ı Kerim, günahların cezası veya hayırların mükâfatı hakkında zikrettiği âyetlerde tahsisat yapmamış, âmm [genel] bir şekilde bırakmıştır ki, herkes zevkine göre fehmetsin.

Hülâsa, [esas, öz] Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] âyetlerini, cümlelerini öyle bir şekilde

67

nazmetmiş [diziliş, tertip] ve vaz etmiştir ki, her cihetten ihtimal yolları bulunsun ki, muhtelif fehimler [anlama, kavrama] ve istidatlar, [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] zevklerine göre hisselerini alabilsinler. Binaenaleyh, ulûm-u Arabiyenin [Arap dili ve edebiyatına ait ilimler] kaidelerine muvafık ve belâgatın [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] prensiplerine uygun ve ilm-i usule [bir işin nasıl yapılacağını gösteren ilim, metodoloji] mutabık olmak şartıyla, müfessirlerin [açıklayan, yorumlayan] birbirine muhalif olan beyanatı ve ihtimalleri, zamanlara, tabakalara ve fehimlere [anlama, kavrama] göre murad ve câizdir diye hükmedilebilir. Bu nükteden [derin anlamlı söz] anlaşıldı ki, Kur’ân’ın i’câz [mu’cize oluş] vecihlerinden [yön] biri odur ki, nazmı öyle bir üslûptadır ki, bütün asırlara, tabakalara intibak edebilir.

ba

﴾ اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ﴿ 1 Bu cümlenin evvelki cümle ile nazmını [diziliş, tertip] icap [gerekli kılma] ettiren münasebet vecihleri [yön] ise:

Bu cümle mü’minleri medheder, evvelki cümle de Kur’ân’ı medheder. Şu her iki medih [övgü] arasında bir insibab (dökülmek) vardır ki, o onu ister, o onu ister. Çünkü ikinci medih, [övgü] birinci medhin neticesidir ve birinci medhe bir bürhan-ı innîdir [olaylardan kanunlara, neticelerden sebeplere, eserden eserin sahibine (müsebbip) ulaştıran delil. Dumanın ateşe delil olup göstermesi gibi] ve hidayetin semeresi [meyve] ve şahididir. Ve aynı zamanda hidayete bir yardımcı vazifesi görüyor. Çünkü mü’minleri medhetmekte imana gelmek için bir teşvik vardır. Teşvik ise bir nevi hidayettir. اَلَّذِينَ 2 ile مُتَّقِينَ 3 arasındaki münasebete gelince:

Bunların biri tahliye تَخْلِيَه diğeri tahliye تَحْلِيَه ‘dir.

Tahliye, تَخْلِيَه tathir [temiz tutma, temizleme] etmek ve temizlemektir.

Tahliye تَحْلِيَه ise, tezyin [süsleme] etmek ve süslendirmek mânâsınadır. Bunlar birbiriyle arkadaş olup, burada olduğu gibi, daima birbirini takip ediyorlar. Onun için kalb, takvâ ile seyyiattan [günahlar] temizlenir temizlenmez, hemen onun ardında imanla tezyin [süsleme] edilmiş ve süslendirilmiştir.

68

Kur’ân-ı Kerim, takvâyı üç mertebesiyle zikretmiştir:

Birincisi, şirki terk,

İkincisi, maâsiyi terk,

Üçüncüsü, mâsivâullahı [Allah’ın dışındaki herşey] terk etmektir.

Tahliye تَحْلِيَه ise, hasenat ile olur. Hasenat da, ya kalble olur veya kalıp ve bedenle olur veyahut mal ile olur.

A’mâl-i kalbînin şemsi, imandır.

A’mâl-i bedeniyenin [bedene ait faaliyetler, işler] fihristesi, namazdır.

A’mâl-i mâliyenin kutbu, zekâttır.

S – اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ 1 hal iktizasına [bir şeyin gereği] göre îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] ise de, aynı mânâyı ifade eden اَلْمُؤْمِنُونَ kelimesine nazaran itnabdır [sözü uzatma; yeni bir fayda için, maksadı alışılmamış bir tarzda uzun bir söz ile ifade etme] (uzundur). Evet, اَلْ harfi, اَلَّذِينَ 2 ile مُؤْمِنُونَ 3 kelimesi يُؤْمِنُونَ 4 fiiliyle tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edilmiştir. Bu itnabın, [sözü uzatma; yeni bir fayda için, maksadı alışılmamış bir tarzda uzun bir söz ile ifade etme] îcâza [az sözle çok mânâ ifade etme] tercih sebebi nedir?

C – اَلَّذِينَ esmâ-i müphemeden olduğundan, onu tayin ve temyiz eden yalnız sılasıdır. Demek bütün kıymet, sılasına aittir; başka sıfatlarında hiç kıymet yoktur. Bu ise, burada sılası olan imana büyük bir azamet vermekle insanları iman etmeye teşvik eder.

Amma مُؤْمِنُونَ kelimesine bedel fiil sigasıyla يُؤْمِنُونَ ‘nin tercihi, iman fiilini hayal nazarına gösterip keyfiyetin tasvir edilmesine, dahilî ve haricî delillerin

69

tecellîsiyle imanın istimrar [devam etme] ve devam ile teceddüt [yenileme] etmesine işarettir. Evet, delâilin [deliller] zuhuru nisbetinde iman ziyadeleşir, teceddüt [yenileme] eder. بِالْغَيْبِ 1 yani, nifaksız, [ayrılık, dağılma] ihlâs-ı kalble iman ediyorlar. Veya iman edilen şeyler gayb olmakla beraber iman ediyorlar. Veyahut gaibe veya âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] iman ediyorlar.

İman, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi [dinin, iman edilmesi ve yerine getirilmesi zorunlu olan esasları] tafsilen ve zaruriyatın gayrısını icmalen [kısaca, özet olarak] tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur.

S – Avâm-ı nâstan, [halk tabakası] hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir.

C – Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz. Evet, çok defa lisan, insanın tasavvuratından [düşünceler] incelerini tabirden âciz olduğu gibi, kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez. Hattâ belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] dâhilerinden Sekkâkî gibi bir zât, İmruu’l-Kays veya başka bir bedevînin ibraz ettiği belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] incelerini kavramamıştır. Maahâzâ, [bununla beraber] imanın var olup olmadığı sorguyla anlaşılır. Meselâ âmi [basit, sıradan] bir adama, bütün cihetleriyle, eczasiyle kudretinde ve tasarrufunda bulunan Sâniin, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] yarattığı bu âlemin bir cihette Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] olup olmadığı hakkında bir sorgu yapıldığı zaman, “Hiçbir cihette değildir! Olamaz!” dese kâfidir. Çünkü, nefiy [inkâr] cihetinin, yani Sâni‘siz [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] olamayacağının onun vicdanında sabit olduğuna delâlet eder.

İman, Sa’d-ı Taftazanî’nin tefsirine göre; “Cenâb-ı Hakkın, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] istediği kulunun kalbine, cüz-i ihtiyarının sarfından sonra ilka [bırakma, kalbe bırakılma] ettiği bir nurdur” denilmiştir. Öyleyse, iman, Şems-i Ezelîden [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] vicdan-ı beşere [insan vicdanı] ihsan [bağış] edilen bir nur ve bir şuadır ki,

70

vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede, bütün kâinatla bir ünsiyet, [alışkanlık, âşinalık / dostluk] bir emniyet peyda olur ve her şeyle kesb-i muarefe eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i mâneviye [mânevî güç] husule [meydana gelme] gelir ki, insan, o kuvvetle her musibete, her hadiseye karşı mukavemet edebilir. Ve öyle bir vüs’at [genişlik] ve genişlik verir ki, insan o vüs’atle [genişlik] geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir.

Ve keza, iman, Şems-i Ezelîden [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] ihsan [bağış] edilmiş bir nur olduğu gibi, saadet-i ebediyeden [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] de bir parıltıdır. Ve o parıltıyla, vicdanında bulunan bütün emel ve istidatlarının [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] tohumları bir şecere-i tûbâ [Cennetteki tûba ağacı] gibi neşvünemaya [büyüyüp gelişme] başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.

  ﴾ وَيُقِيمُونَ الصَّلٰوةَ ﴿ 1 Bu cümlenin evvelki cümleyle bağlılığı ve münasebeti gün gibi âşikârdır. Lâkin bedenî ibadet [bedene ait, bedenle yapılan ibadet—namaz gibi] ve taatlerden [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] namazın tahsisi, namazın bütün hasenata fihrist ve örnek olduğuna işarettir. Evet, nasıl ki Fâtiha [başlangıç] Kur’ân’a, insan kâinata fihristedir; namaz da hasenata fihristedir. Çünkü namaz; savm, [oruç] hac, zekât ve sair hakikatleri hâvi [içeren, içine alan] olduğu gibi, idrakli ve idraksiz mahlûkatın ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ibadetlerinin nümunelerine de şâmildir. [içine alan] Meselâ secdede, rükûda, kıyamda olan melâikenin [melekler] ibadetlerini, hem taş, ağaç ve hayvanların o ibadetlere benzeyen durumlarını andıran bir ibadettir.

S – يُقِيمُونَ 2 ‘nin fiil sîgasıyla zikrinde ne hikmet vardır?

C – Ruha hayat veren namazın o geniş hareketini ve âlem-i İslâma [İslâm âlemi] yayılmış olan o intibah-ı ruhanîyi [ruhî uyanış, gafletten sıyrılma] muhataba ihtar edip göstermektir. Ve o güzel vaziyeti ve o muntazam haleti [hal, durum] hayale götürüp tasvir etmekle sâmi‘lerin [dinleyen, işiten] namaza meylini ikaz edip artırmaktır.

71

Evet, dağınık bir vaziyette bulunan efradı [bireyler] büyük bir sevinçle içtimaa sevk ettiren malûm âletin sesi gibi, âlem sahrasında dağılmış insanları cemaate dâvet eden ezan-ı Muhammedînin (a.s.m.) o tatlı sesiyle, ibadete ve cemaate bir meyil, [arzu, istek] bir şevk husule [meydana gelme] gelir.

S – يُصَلُّونَ 1 kelimesine bedel, itnab[sözü uzatma; yeni bir fayda için, maksadı alışılmamış bir tarzda uzun bir söz ile ifade etme] يُقِيمُونَ الصَّلٰوةَ 2 ‘nin zikrinde ne hikmet vardır?

C – Namazda lâzım olan tâdil-i erkân, müdavemet, muhafazagibi “ikame”nin mânâlarını müraat [gözetme, riayet etme] etmeyeişarettir.

Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nispet ve ulvî bir münasebet ve nezih [temiz] bir hizmettir ki, her ruhu celb [çekme] ve cezb [çekme] etmek namazın şe’nindendir. [belirleyici özellik] Namazın erkânı, [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] Fütuhat-ı Mekkiye’nin şerh ettiği gibi, öyle esrarı hâvidir [içeren, içine alan] ki, her vicdanın muhabbetini celb [çekme] etmek, namazın şe’nindendir. [belirleyici özellik] Namaz, Hâlık-ı Zülcelâl [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] tarafından her yirmi dört saat zarfında tayin edilen vakitlerde mânevî huzuruna yapılan bir dâvettir. Bu dâvetin şe’nindendir [belirleyici özellik] ki, her kalb, kemâl-i şevk [tam bir istek ve arzu] ve iştiyakla [arzu, istek] icabet [cevap verme, kabul etme] etsin ve mi’racvâri [Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk] olan o yüksek münâcâta [Allah’a yalvarış, dua] mazhar [erişme, nail olma] olsun.

Namaz, kalblerde azamet-i İlâhiyeyi [Allah’ın azameti, büyüklüğü] tesbit ve idame ve akılları ona tevcih [yöneltme] ettirmekle adalet-i İlâhiyenin [Allah’ın adaleti] kanununa itaat ve nizam-ı Rabbânîye imtisal [bağlanma, boyun eğme] ettirmek için yegâne İlâhî [Allah tarafından olan] bir vesiledir. Zaten insan, medenî olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî [sosyal, toplumsal] hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlâhîye [Allah’ın kanunu] muhtaçtır. O vesileye müraat [gözetme, riayet etme] etmeyen veya tembellikle namazı terk eden veyahut kıymetini bilmeyen, ne kadar cahil, ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhare anlar, ama iş işten geçer.

72

﴾ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ ﴿ 1 Bu kelâmın mâkabliyle [önceki, öncesi] nazmını [diziliş, tertip] îcab ettiren münasebet ise:

Namaz عِمَادُ الدِّينِ 2 yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslâmın kantarası, yani köprüsüdür. Demek, birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlâhî [Allah tarafından olan] iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.

Zekât ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için birkaç şart vardır:

1. Sadakayı vermekte israf olmaması.

2. Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması.

3. Minnetle in’âmın [nimetlendirme] bozulmaması.

4. Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi.

5. Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle, ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi.

6. Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette [ahmaklık, beyinsizlik] değil, hâcât-ı zaruriyesinde [zarurî ihtiyaçlar] sarf etmesi lâzımdır.

Kur’ân-ı Kerim bu şartları, bu nükteleri [derin anlamlı söz] insanlara sadaka olarak ihsan [bağış] ve ihsas [hissettirme] etmek için يُزَكُّونَ 3 veya يَتَصَدَّقُونَ 4 veyahut يُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ 5 gibi îcaz[az sözle çok mânâlar anlatma] bir ifadeyi terk edip, وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ 6 gibi itnab[sözü uzatma; yeni bir fayda için, maksadı alışılmamış bir tarzda uzun bir söz ile ifade etme] bir cümleyi ihtiyar etmiştir.

1. Teb’îzi [bütünü parçalamak, bölmek, kısımlara ayırmak; bütünden bir parça, bir kısım] ifade eden مِنْ israfın reddine;

2. مِمَّا ‘nın takdimi, sadakanın kendi malından olduğuna;

73

3. رَزَقْنَا 1 minnetin olmamasına(çünkü veren Allah’tır, kul ise bir vasıtadır);

4. Rızkın نَا ‘ya olan isnadı, fakirlikten korkulmamasına;

5. Rızkın âmm [genel] ve mutlak olarak zikredilmesi, sadakanın ilim ve fikir gibi şeylere de şâmil [içine alan] olmasına;

6. نَفَقَ 2 maddesi, alanın sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] değil, hâcât-ı zaruriyesine [zarurî ihtiyaçlar] sarf etmesine işaretlerdir.

Bütün muavenet [yardım] ve yardım nevilerini hâvi [içeren, içine alan] olan zekât hakkında, sahih olarak Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan اَلزَّكَاةُ قَنْطَرَةُ اْلاِسْلاَمِ 3 hadis-i şerifi mervidir. Yani, Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde [sosyal yapı] intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] hayatı, muavenetten [yardım] doğar. İnsanların terakkiyatına [ilerleme] engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilâflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı, muavenettir. [yardım]

Evet, zekâtın vücubu [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ile ribanın [faiz] hurmetinde [haramlık, yasak olma] büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, [amaç, yarar] geniş bir rahmet vardır.

Evet, eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme [kâinat sayfası] bakacak olursan ve o sahifeyi lekelendiren beşerin mesâvisine, hatâlarına dikkat edersen, heyet-i içtimaiyede [sosyal yapı] görünen ihtilâller, fesatlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin [kötü ahlâk] iki kelimeden doğduğunu görürsün.

74

Birisi: “Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!”

İkincisi: “Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.”

Âlem-i insaniyeti [insan âlemi] zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekâttır.

Nev-i beşeri umumî felâketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevk edip terakkiyatı, [ilerleme] asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.

Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin [sosyal yapı] hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekât ve muavenettir. [yardım] Halbuki vücub-u zekât [zekâtın farz oluşu] ile hurmet-i ribaya müraat [gözetme, riayet etme] etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim [akraba ile bağlantı] kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, [hürmet etme, saygı gösterme] itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadâları, haset bağırtıları, kin ve nefret vâveylâları [çığlık, feryad] yükselir. Kezalik, [böylece, bunun gibi] yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, [bağış] taltif [güzellikle muamele etmek] yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, [baskı] şimşek gibi tahkirler [aşağılama] yağıyor.

Maalesef, tabaka-i havastaki [zenginler, seçkinler tabakası] meziyetler, tevazu [alçakgönüllülük] ve terahhuma [acıma, şefkat etme] sebep iken, tekebbür [büyüklenme] ve gurura bâis [sebep, neden] oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan [bağış] ve merhameti mucip [gerektirici] iken, esaret ve sefaleti intaç [netice verme] ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen âlem-i medeniyete [medenî dünya] bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur.

Hülâsa, [esas, öz] tabakalar arasında musalâhanın [barış yapma] temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkân-ı İslâmiyeden [İslâmın esasları] olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruatın heyet-i içtimaiyece [sosyal yapı] yüksek bir düstur [kâide, kural] ittihaz [edinme, kabullenme] edilmesiyle olur.

ba

75

﴾ وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَۤا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِاْلاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ 1 ﴿

Kur’ân-ı Kerim, bu âyet gibi çok âyetlerde terkiplerin, [birleşim, sentez] kelâmların muhtemel bulundukları ihtimallerden, vecihlerden [yön] bir ihtimalini veya bir vechini [cihet, yön, taraf] bir emare ile tayin etmemekle, nazm-ı kelâmı, mürsel ve mutlak bırakmıştır. Bu da i’câzı [mu’cize oluş] intaç [netice verme] eden îcâza [az sözle çok mânâ ifade etme] menşe olarak lâtif [berrak, şirin, hoş] bir sırdır. Şöyle ki:

Belâgat, [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] muktezâ-yı hale mutabakattan ibarettir. Kur’ân’ın muhatapları, muhtelif asırlarda mütefavit [birbirinden farklı] tabakalardır. Bu tabakalara mürâaten, [gözetme, yerine getirme] muhavere [karşılıklı konuşma] ve mükâlemeyi [karşılıklı konuşma] o asırlara teşmil etmek [yayma, genişletme] üzere, çok yerlerde tâmim [genelleştirme, yayma] için hazf [anlatmama, açıklamama] yapıyor, çok yerlerde nazm-ı kelâmı mutlak bırakıyor ki, ehl-i belâgat ve ulûm-u Arabiyece [Arap dili ve edebiyatına ait ilimler] güzel görünen vecihler, [yön] ihtimaller çoğalsın ki, her asırda her tabaka, fehimlerine [anlama, kavrama] göre hissesini alsın.

Bu âyeti mâkabliyle [önceki, öncesi] nazm [diziliş, tertip] ve rapteden [bağlama] münasebet:

Kur’ân-ı Kerim, evvelki âyetle tâmim [genelleştirme, yayma] yaptıktan sonra, bu âyetle tahsis yapmıştır. Evet, bu âyet, ehl-i kitaptan [Allah’ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler] iman edenleri tahsisle şereflerini ilân; ve imana gelmeyenleri imana teşvik ediyor. Abdullah ibn-i Selâm ele alınarak diğerlerinin Abdullah ibn-i Selâm gibi olmaları için yapılan teşvik gibi.

Ve keza, Kur’ân-ı Kerimin bütün ümmetlere ve risalet-i Muhammediyenin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] bütün milletlere şâmil [içine alan] olduklarını tasrih [açık şekilde bildirme] etmek üzere, her iki اَلَّذِينَ 2 ile مُتَّقِينَ 3 ‘nin her iki kısmına tansis [açıklama, bildirme, tayin etme] edilmiştir.

76

Ve keza, يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ 1 sadefinde [içinde inci bulunan kabuk] bulunan imanın rükünlerini [esas, şart] beyan etmek için, icmalden [kısaca, özet olarak] sonra tafsile geçmiştir. Çünkü bu âyet; kitaplara, kıyamete sarahaten; [açıklık] rusül ve melâikeye [melekler] zımnen [gizlice] delâlet eder.

Kur’ân-ı Azimüşşan [şanı yüce Kur’ân] burada وَالْمُؤْمِنُونَ بِالْقُرْاٰنِ 2 gibi îcaz[az sözle çok mânâlar anlatma] ifadeleri terk edip, وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ 3 ile itnabı [sözü uzatma; yeni bir fayda için, maksadı alışılmamış bir tarzda uzun bir söz ile ifade etme] ihtiyar etmiştir. Şu itnab, [sözü uzatma; yeni bir fayda için, maksadı alışılmamış bir tarzda uzun bir söz ile ifade etme] bu makamı yüksek nükte [derin anlamlı söz] ve letâifle [duygular] tezyin [süsleme] etmek için ihtiyar edilmiştir.

1. Esmâ-i mevsûle ve müphemeden [belirsiz] bulunan اَلَّذِينَ burada hükmün medârı [kaynak, dayanak] ve maksadın esası, iman sıfatı olduğuna ve mevsûfu [nitelendirilen, vasıflandırılan] ile sâir sıfatları iman sıfatına tâbi ve altında görünmez bir durumda olduklarına işarettir.

2. Yalnız bir zamanda sübutu [bir şeyin var olması] ifade eden مُؤْمِنُونَ 4 kelimesine bedel, fiil sigasıyla يُؤْمِنُونَ 5 tabiri, nüzul ve zuhur tekerrür ettikçe imanın teceddüt [yenileme] ettiğine işarettir.

3. İphamı ifade eden مَا iman-ı icmâlînin kâfi [yeterli] geldiğine ve imanın, hadîs gibi bâtınî ve Kur’ân gibi zâhirî vahiylere şâmil [içine alan] olduğuna işarettir.

77

4. اُنْزِلَ 1 maddesi itibarıyla, Kur’ân’a iman, Kur’ân’ın Allah’tan nüzulüne iman demek olduğunu gösteriyor. Kezalik, [böylece, bunun gibi] Allah’a iman, Allah’ın vücuduna iman; âhirete iman, âhiretin gelmesine iman demektir.

5. اُنْزِلَ mâziye delâlet eden heyeti itibarıyla, henüz nâzil olmayanın nüzulü, nâzil olanın nüzulü kadar muhakkak olduğuna işarettir. Maahaza, [bununla birlikte] يُؤْمِنُونَ 2 ‘deki istikbâl, اُنْزِلَ ‘nin mâziliğinden neş’et [doğma] eden noksanı telâfi eder. Yani henüz nâzil olmayan kısım اُنْزِلَ ‘nin şumulü [kapsam] dahilinde değilse de, يُؤْمِنُونَ ‘nin şumulü [kapsam] altındadır. Bu tenzil [indirme] meselesi, Kur’ân’ın çok yerlerinde vuku bulmuştur. Bazan mâzi, istikbale misafir gider; bazan de muzari; [gr. şimdiki, geniş ve gelecek zaman kipi] mâzinin memleketine gelir. Bunda, çok lâtif [berrak, şirin, hoş] bir belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] vardır. Şöyle ki:

Bir adam, kendisine göre henüz geçmemiş birşeyi mâziye delâlet eden bir sîga ile işittiği zaman, zihni heyecana gelir, ayılır. Anlar ki, muhatap yalnız o değildir. Belki, arkasında muhtelif mesafelerde pek çok ayrı ayrı taifeler, saflar bulunmakla, kendisine tevcih [yöneltme] edilen hitapları, nidaları, İlâhî [Allah tarafından olan] hitabeleri, arkasında bulunan bütün o taifeler işitir gibi zihnine gelir.

عَلَيْكَ 3 ‘ye bedel اِلَيْكَ 4 ‘nin zikri, Resul-i Ekremin (a.s.m.) teklif edilen risalet [elçilik, peygamberlik] vazifesini cüz-i ihtiyarîsiyle [insandaki az bir irade serbestliği] haml [yüklenme] ve kabul etmiş olduğuna ve bu hizmet Cibril tarafından görüldüğünden, Resul-i Ekremin (a.s.m.) daha yüksek olduğuna işarettir. Çünkü عَلٰى da ihtiyar olmadığı gibi, vasıta-i nüzulün [iniş, inme vasıtası] daha yüksek

78

olduğuna delâlet eder. اِلَيْكَ 1 ‘deki zamirin ism-i zâhire [açık isim] tercih sebebi, Kur’ân ve Kur’ân’a ait hususat hususunda Hazret-i Muhammed (a.s.m.) yalnız muhatap olup, kelâm, Allah’ın kelâmı olduğuna işarettir. Bu kelâmın îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] derecesi, şu zikredilen letâiften [duygular] anlaşıldı.

وَمَۤا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ 2 Bu gibi sıfatlarda bir teşvik vardır. Ve o teşvikten sâmileri [dinleyen, işiten] imtisâle [emre uyma, bağlanma] sevk eden emirler ve nehiyler [yasak] doğuyor.

Bu cümlenin mâkabliyle [önceki, öncesi] nazmına [diziliş, tertip] dair “dört letaif[güzellikler, incelikler] vardır.

1. Bu cümlenin mâkabline [önceki, öncesi] atfı, medlûlün [mânâ, anlam, işaret edilmiş olan] delile olan bir atfıdır. Şöyle ki:

“Ey insanlar! Kur’ân’a iman ettiğiniz gibi, kütüb-ü sâbıkaya da iman ediniz. Çünkü Kur’ân, onların sıdkına [doğruluk] delil ve şahittir.”

2. Yahut o atıf, delilin medlûle [mânâ, anlam, işaret edilmiş olan] olan atfıdır. Şöyle ki:

“Ey ehl-i kitap! [Allah’ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler] Geçmiş olan enbiya [nebiler, peygamberler] ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile Kur’ân’a da iman ediniz. Zira onlar, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) gelmesini tebşir [müjdeleme] ettikleri gibi, onların ve kitaplarının sıdkına [doğruluk] olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kur’ân’da ve Hazret-i Muhammed’de (a.s.m.) bulunmuştur. Öyleyse, Kur’ân Allah’ın kelâmı ve Hazret-i Muhammed (a.s.m.) de resulü [Allah’ın elçisi] olduğunu tarik-i evlâ ile kabul ediniz ve etmelisiniz.”

3. Zaman-ı Saadette [Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] Kur’ân’dan neş’et [doğma] eden İslâmiyet, sanki bir şeceredir. [ağaç] Kökü Zaman-ı Saadette [Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] sabit olmakla, damarları o zamanın âb-ı hayat [hayat suyu] menbalarından kuvvet ve hayat alarak her tarafa intişar [açığa çıkma, yayılma] ettikleri gibi, dal ve budakları da istikbal semâsına kadar uzanarak âlem-i beşere maddî ve mânevî semereleri [meyve] yetiştiriyor.

79

Evet, İslâmiyet, mâzi ile istikbali kanatları altına almış, gölgelendirerek, istirahat-i umumiyeyi [genel huzur, insanların dünya ve âhiret rahatı, mutlululuğu] temin ediyor.

4. Kur’ân-ı Kerim, o cümlede ehl-i kitabı imana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, [alışkanlık, âşinalık / dostluk] bir sühulet [kolaylık] gösteriyor. Şöyle ki:

“Ey ehl-i kitap! [Allah’ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler] İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur; size ağır gelmesin. Zira, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı [inanç] ikmal [tamamlama] ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye [dine ait esaslar, temeller] üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor. Zira Kur’ân, bütün kütüb-ü sâlifenin [Kur’ân’dan önce gelen Tevrat, Zebur ve İncil gibi geçmiş semavi kitaplar] güzelliklerini ve eski şeriatlerinin kavaid-i esasiyelerini [temel kurallar, prensipler] cem [toplama, bir araya gelme] etmiş olduğundan usulde muaddil [tadil eden, düzelten] ve mükemmildir. [ikmal eden, tamamlayan, mükemmelleştiren] Yani, tâdil ve tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın [içinde bulunulan yer ve zaman] tagayyür [başkalaşım, değişme] etmesi tesiriyle tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve tebeddüle maruz olan füruat [dallar, şubeler, kısımlar] kısmında müessistir. [tesis eden, kuran] Bunda aklî ve mantıkî olmayan bir cihet yoktur. Evet, mevasim-i erbaada [dört mevsim] giyecek, yiyecek ve sair ilâçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik, [böylece, bunun gibi] hikmet ve maslahatın [amaç, yarar] iktiza[bir şeyin gereği] üzerine, ömr-ü beşerin [insan ömrü] mertebelerine göre ahkâm-ı fer’iyede [temele ait olmayan hükümler; iman esaslarına ait olmayan hükümler] tebeddül [başkalaşma, değişme] vardır. Çünkü, fer’î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat [amaç, yarar] iken, diğer bir zamana göre mazarrat [zarar] olur. Veya bir ilâç, bir şahsa devâ iken, şahs-ı âhere [diğer şahıs, başkası] dâ’ [hastalık] olur. Bu sırdandır ki, Kur’ân, fer’î hükümlerden bir kısmını neshetmiştir. [değiştirme, hükmünü kaldırma; şer’i bir hükmün tatbikten kaldırılmış olduğunu bildirme] Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir.”

مِنْ قَبْلِكَ 1: Kur’ân’da hiçbir kelime bulunmuyor ki, mevkiiyle münasebettar [alâkalı, ilgili] olmasın veyahut mevkiinin başka bir kelimeye münasebeti daha çok olsun. Evet, Kur’ân’ın herhangi bir yerinde bulunan bir kelime, o mevkiin başında bir tâc-ı zerrin [altın tâc] gibi görünür. Ve aralarındaki münasebetlerden dolayı, aralarında geçimsizlik yeri yoktur. Ezcümle, مِنْ قَبْلِكَ kelimesine bak. Bu âyetin her tarafından

80

uçup bu kelimenin başına konan letâifi [duygular] gör. Zira bu âyet, nübüvvet [peygamberlik] hakkındadır. Nübüvvet [peygamberlik] meselesinde beş maksat vardır. Bu maksatlar, beş nükte [derin anlamlı söz] ve letâifden [duygular] in’ikâs [yansıma] etmiştir. Bu beş letâif, [duygular] مِنْ قَبْلِكَ 1 ‘nin sadefindedir. [içinde inci bulunan kabuk] Maksatlar ise:

1. Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, resuldür. [Allah’ın elçisi]

2. Ekmelü’r-Rusüldür. [daha mükemmel]

3. Hâtemü’l-Enbiyadır.

4. Risaleti, [elçilik, peygamberlik] âmmedir. [genel, umumi]

5. Şeriati, sâir şeriatlerin mehâsinini [güzellikler] cem [toplama, bir araya gelme] ile onların nâsihidir.

Birinci maksadın مِنْ قَبْلِكَ ‘den veçh-i in’ikâsı: [yansıma yönü, akseden tarafı] Meslekleri ve yolları bir olan bir cemaat, مِنْ قَبْلِكَ kelimesinden îmaen fehmolunur. Binaenaleyh, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) مِنْ قَبْلِكَ ‘deki zamire merci olması, o cemaatten mâdud [addedilen, sayılan] olmasını iktiza [bir şeyin gereği] eder. Ve onların meslekleri olan nübüvvetlerine [peygamberlik] ve kitaplarının sıdkına [doğruluk] olan bütün deliller, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın risaletine [elçilik, peygamberlik] ve Kur’ân’ın Allah’tan nâzil olduğuna bir hüccet-i katıa [kesin delil] olduğu gibi, onların mu’cizeleri de Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) dâvâsına bir mu’cize hükmüne geçer.

İkinci maksadın veçh-i in’ikâsı, [yansıma yönü, akseden tarafı] üç kaideden tezahür eder.

1. Sultanlar daima halkın, cemaatin, ordunun sonunda çıkarlar.

2. Nev-i beşerde tekemmül [mükemmelleşme] vardır. Bu tekemmül [mükemmelleşme] kanunu, ikinci mürebbînin [eğitici, terbiye edici] ve ikinci mükemmilin, [ikmal eden, tamamlayan, mükemmelleştiren] evvelki mürebbîlerden [eğitici, terbiye edici] daha ekmel [daha mükemmel] olmasını iktiza [bir şeyin gereği] eder.

81

3. Alelekser, [çoğunlukla] halefin mahareti, selefinden [önce gelen, önceki, yerine geçilen] daha ziyadedir.

İşte bu üç kaideden, Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) ekmel-i enbiya [peygamberlerin en mükemmeli] olduğu tezahür eder.

Üçüncü maksadın vech-i in’ikâsı: [aksetme, yansıma yönü] Meşhur bir kaidedir ki, bir vâhid [bir] çoğalsa, teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] eder, gittikçe gider, bir yerde durmaz. Fakat çoklar ve kesir [çok] olanlar ittihad [birleşme] etse, kuvvetlenir, istikrar [yerleşik ve sabit olma, kararlılık] peyda eder, yerinde kalır, daha değişmez. Demek, Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, hâtemü’l-enbiyadır. Mefhum-u muhalifiyle [bir sözün ters mânâsı, zıt anlam] işmam [hissetirme] eder ki, ondan sonra peygamber gelmez; hâtemiyetine [son olma] hâtem ve imza basar. [görme]

Dördüncü maksadın veçh-i in’ikâsı: [yansıma yönü, akseden tarafı] مِنْ قَبْلِكَ 1 kelimesinin ifade ettiği gibi, Hazret-i Muhammed (a.s.m.), onların halefidir ve onlar, tamamen o hazretin selefleridir. [önce gelen, önceki, yerine geçilen] Binaenaleyh, halefin, selefe [önce gelen, önceki, yerine geçilen] ait vazifeyi tamamıyla üzerine alarak onların yerine kaim [ayakta duran] olması, o hazretin bütün seleflerine [önce gelen, önceki, yerine geçilen] nâip [başkasının yerine geçip onun işini yürüten, yerine getiren] ve bütün ümmetlerine resul [Allah’ın elçisi] olduğunu iktiza [bir şeyin gereği] eder.

Evet, bu kaide, hükmüne uygun fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir kaidedir. Zira, Zaman-ı Saadetten [Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] evvel insan âleminin ihtiva ettiği ümmetler, milletler arasında maddeten ve mânen, istidaden [kabiliyet] ve terbiyeten pek muhtelif ve geniş mesafeler vardı. Bunun içindi ki, terbiye-i vâhide [tek bir terbiye] ve dâvet-i münferide [tek bir dâvet, çağrı] kâfi [yeterli] gelmiyordu. Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki âlem-i insaniyet [insanlık âlemi] Zaman-ı Saadetin [Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı] şems-i saadetiyle [mutluluk güneşi] uyandı ve müdavele-i efkâr [fikir alışverişi] ile, an’anelerinin terkiyle, tebdiliyle [başka bir şeyle değiştirme] ve kavimlerin [insan topluluğu] birbirine ihtilâtlarıyla [birbirine karışma] ittihada [birleşme] meyil [arzu, istek] gösterdi ve aralarında münakale [karşılıklı iletişim, etkileşim, alış-veriş] ve muhabere başladı; hattâ küre-i arz [yer küre, dünya] bir memleket, belki bir vilâyet, belki bir köy gibi oldu; bir dâvet ve bir nübüvvet [peygamberlik] umum insanlara kâfi [yeterli] görüldü.

82

Beşinci maksadın vech-i in’ikâsı: [aksetme, yansıma yönü] مِنْ قَبْلِكَ 1 ‘deki مِنْ iptidâ [başlangıç] mânâsını ifade eder. İptidâ ise, bir intihâya bakar. İntihâ, adem-i ihtiyaca delâlet eder. Öyleyse, o hazret, Hâtemü’l-Enbiyadır ve âlem-i insaniyetin [insan âlemi] başka bir resule [Allah’ın elçisi] ihtiyacı yoktur.

مِنْ قَبْلِكَ kelimesinin bu beş letâife [duygular] mâkes [yansıma yeri] ve mazhar [erişme, nail olma] olmasına nazar-ı belâgatçe [belağat ilmine göre bakış] delâlet eden emare şudur ki: Bu beş maksat, bir nehir gibi şu âyetlerin altında cereyan etmekle, âyetten âyete intikal neticesinde مِنْ قَبْلِكَ havuzunda içtima [bir araya gelme, toplanma] etmiştir.

Evet, kelimenin sathında [bir şeyin üstü, dış yüzü] görünen bir tereşşuh, [sızma/sızıntı] bir yaşlık, kelimenin altında havuzun bulunduğuna delâlet ve ima eder. Maahaza, [bununla birlikte] bu maksatların beyanına ayrı ayrı âyetler tahsis edilmiştir.

﴾ وَبِاْلاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ ﴿ 2 Bu âyet, haşir meselesine işarettir. Haşrin ispatı hakkında feyz-i Kur’ân‘dan [Kur’ân’ın verdiği ilham, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] bereket ve ilim bolluğu] fehmettiğim ve başka bir risalede3 tafsilâtıyla [ayrıntılar] zikrettiğim on burhanın [delil] hülâsasına [esas, öz] burada işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Kast ve iradeden doğan bir nizam-ı ekmel [çok mükemmel ve eksiksiz düzen] vardır. Hilkat [yaratılış] ve yaratılışta tam bir hikmet hükümfermâdır. [hüküm süren] Âlemde abes yok, fıtratta israf yok. Bu şahitleri tezkiye [hatadan arındırma, temize çıkarma] eden, istikrâ[ayrı ayrı hadiselerdeki ortak vasıfları tesbit edip genel bir sonuç çıkarmak; tümevarım, endüksiyon] tamdır ki, her fen, mevzuu bulunduğu nev’in nizamına bir şahid-i âdildir. [âdaletli şahit]

83

Ve keza, yevm [gün] ve sene vesaire gibi her nevide, nev’î bir kıyamet-i mükerrere [sürekli tekrar eden kıyamet, varlık âleminde görülen sürekli değişimler, ölen veya yok alan varlıkların yerine yenilerinin gelmesi] vardır.

Ve keza, beşerdeki istidat, [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] kıyamete bir remizdir. [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme]

Ve keza, beşerin gayr-ı mütenahi [sonsuz] meyil [arzu, istek] ve emelleri, kıyameti ister.

Ve keza, Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] rahmet hazinesinin mahall-i sarfı, ancak kıyamet ve haşirdir.

Ve keza, sıdk [doğruluk] ve emanetle maruf [bilinen] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, sarahaten [açıklık] ilân ediyor.

Ve keza, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا1

 وَمَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ2 âyetleriyle ve bu âyetlerin emsaliyle haşrin vukuunu kat’iyetle ispat ediyor.

İşte, tam 10’a baliğ olan şahitler, saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] anahtarı olup, o cennetin kapılarını açarlar.

Birinci burhan: [delil] Evet, kâinat saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] intaç [netice verme] etmese, akılları hayrette bırakan kâinatta görünen en bâriz, en mükemmel şu nizam, aldatıcı zayıf bir suretten ibaret kalır. Ve bütün mâneviyat ve alâkalar, rabıtalar [bağ] ve nispetler hep hebâ [boş, faydasız] olur. Öyleyse, o nizamın nizam olması, ancak ve ancak saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] intaç [netice verme] etmekle olur. Yani, o nizamdaki mâneviyat ve nükteler, [derin anlamlı söz] ancak âlem-i âhirette [âhiret âlemi] sümbüllenecektir. Yoksa, bütün mâneviyat söner, rabıtalar [bağ] kesilir, nispetler darma dağınık olur, nizam da berhava olur. Halbuki o nizamda bulunan kuvvet, bütün kuvvetiyle o nizamın berhava edilmeyeceğini ilân ediyor.

İkinci burhan: [delil] Herbir nevide, herbir fertte hikmetlere, maslahatlara [amaç, yarar]

84

riayet eden ve inayet-i ezeliyenin timsâli olan hikmet-i tâmme, [eksiksiz tam hikmet] saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] gelmesini tebşir [müjdeleme] ediyor. Çünkü, aksi halde, bedahetle [ap açık bir şekilde] ikrar ve tasdik ettiğimiz şu hikmetleri ve faideleri inkâr etmemiz lâzım gelir. Çünkü, o faidelerin, o hikmetlerin, o maslahatların [amaç, yarar] herbirisi zıddına inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ederler. Bu hal ise safsatadır.

Üçüncü burhan: [delil] İkinci burhanı [delil] tefsir eder. Fennin de şehadet ettiği gibi, Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] herşeyde en kısa yolu, en yakın ciheti, en güzel ve en hafif sureti ihtiyar etmiştir. Bu ihtiyar, kâinatta abesiyetin [anlamsızlık] bulunmadığına delâlet eder. Bu ise ciddiyete delâlet eder. Ciddiyet ise, saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] gelmesiyle olur; yoksa bu varlık adem [hiçlik, yokluk] sayılır ve herşey abesiyete [anlamsızlık] tehavvül eder. Halbuki abes ve israf gibi bâtıldan pâk ve münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] olduğunu şu سُبْحَانَكَ مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلاً 1 kelâmiyle i’lâm ve tâlim eden Zât-ı Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] sözüne nasıl muhalefet eder?

Dördüncü burhan: [delil] Üçüncü burhanı [delil] izah eder. Bütün fenlerin şehadetiyle, fıtratta israf yoktur. Eğer insan-ı ekber [büyük insan] denilen âlemdeki hikmetleri idrakten âciz isen, âlem-i asgar [en küçük âlem] denilen insandaki nüktelere, [derin anlamlı söz] hikmetlere dikkat et.

Evet, fenn-i menâfiü’l-a’zânın şerh ve beyan ettiği vecihle, [yön] insanın cisminde, herbirisi bir menfaat için takriben [yaklaştırma] iki yüz küsur kemik vardır. Ve herbirisi bir faide için altı bin damar vardır. Ve hüceyrata [hücrecikler] hizmet eden yirmi dört bin mesame ve pencere vardır. O hüceyratta [hücrecikler] câzibe, dâfia, [def eden, uzaklaştıran] mümsike, musavvire, [şekil veren duyu] müvellide [doğurgan] namıyla, herbirisi bir maslahat [amaç, yarar] için beş kuvvet çalışıyor.

Âlem-i asgar [en küçük âlem] böyle olsa, insan-ı ekber [büyük insan] ondan geri kalır mı? Ruha nisbeten ehemmiyetsiz olan ceset bu derece israftan uzak bulunsa, ne suretle

85

cevher-i ruhla [ruhun özü] âsârında, [eserler/asırlar] emellerinde, efkârında [fikirler] ve maneviyatında israf olur. Çünkü, saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] olmasa, bütün maneviyat kurur. O hakikatler, israf memleketine kaçarlar. Acaba dünya kadar kıymetli olan bir cevhere mâlik olmakla, [sahip olmak] hem daima onun zarfını ve gılâfını [kılıf, örtü] muhafaza ettikten sonra, o cevheri birden bire yere vurup kırmak ihtimali var mıdır? Hangi akıl kabul eder?

Hem bir şahsın bünyesindeki kuvvet, âzâsındaki sıhhat, istidadındaki [kabiliyet] kabiliyet, o şahsın yaşayışına ve tekemmülüne [mükemmelleşme] delil olduğu gibi, kâinatın ruhuna kadar nüfuz eden hakikat-i sâbite ve devam ile yaşayışını imâ eden intizamındaki kuvvet-i kâmile ve tekemmülüne [mükemmelleşme] giden nizamındaki kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] acaba haşr-i cismanî [bedenle birlikte diriliş] yoluyla saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] delil olmaz mı? Zira intizamını ihtilâlden ve bozulmaktan kurtaran, saadet-i ebediyedir. [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] Ve tekemmüle [mükemmelleşme] vasıta olur. Ve o kuvveti inkişaf [açığa çıkma] ettiren odur.

Beşinci burhan: [delil] Evet, her nevi mahlûkatta bir nevi kıyametin ve bir çeşit haşrin tekrarla vukua gelmekte olduğu, büyük kıyametin vukuuna ve geleceğine işarettir. Buna bir misal:

Evet, haftalık saate bak. O saatte saniyeleri, dakikaları, saatleri, günleri sayan ibrelerden ve millerden saniyeleri sayan ibre, dakikaları sayan ibrenin hareketini ihbar ediyor. Dakikaları sayan ibre, saatleri sayan ibrenin hareketini ilân ediyor. Saatleri sayan ibre de, günleri gösteren ibrenin hareketini husule [meydana gelme] getiriyor ve i’lâm ediyor. İşte, birincinin hareketinin tamam olması, ikincisinin de hareketinin tamam olacağına ve ikincinin tamam-ı hareket etmesi, üçüncünün de itmam-ı hareket edeceğine işarettir.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] kâinat denilen büyük bir saati vardır. Bu saatin milleri, feleklerin çeşit çeşit deveranından ibarettir. İşte bu deveranlar günleri, seneleri, ömr-ü beşeri, [insan ömrü] dünyanın beka müddetini gösteriyorlar. Binaenaleyh, her geceden sonra sabahın, her kıştan sonra baharın gelmesi gibi, haşrin sabahı, o büyük saatten doğacağına delil ve işarettir.

86

Sual: Kâinatta görünen şu nev’î kıyametlerde eşya ayniyle iade edilmiyor. Halbuki büyük kıyamette neden ecsam [cisimler] ayniyle iade edilir?

Elcevap: İnsanın bir ferdi, başka mahlûkatın bir nev’i gibidir. Zira insandaki o nur-u fikir, [fikir ve düşünceden kaynaklanan nur; fikir aydınlığı] emellerine, ruhuna öyle bir inkişaf, [açığa çıkma] öyle bir inbisat [genişleme, yayılma] vermiştir ki, bütün zamanları yutsa doymaz. Zira ondaki o yüksek fikir, insanın mahiyetini ulvî, kıymetini umumî, nazarını küllî, kemâlini gayr-ı mahsur, [sınırlanmamış] lezzet ve elemini daimî kılmıştır. Başka nevilerin fertleri ise böyle değildir. Onların mahiyetleri cüz’î, [ferdî, küçük] kıymetleri şahsî, nazarları mahdut, [sınırlanmış] kemâlleri mahsur, lezzet ve elemleri ânidir. Bundan anlaşılıyor ki, insanın bir ferdi, sair mahlûkatın bir nev’i hükmündedir. Binaenaleyh, o nevilerde görünen şu kıyametlerin ve haşir ve neşirlerin [âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve her şeyin ortaya çıkması] keyfiyetleri nasıl ise, efrad-ı insaniye [insan fertleri] de öyledir.

Altıncı burhan: [delil] Saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] işaret eden burhanlardan [delil] biri de, insandaki gayr-ı mütenahi [sonsuz] istidatlardır. [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi]

Evet, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafından mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] kılınan insanın cevher-i ruhunda [ruhun özü] ekilen ve rakamlara sığmayan istidatlar [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] var.

Bu istidatların [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] altında, hesaba gelmeyen kabiliyetler var.

Ve bunlardan neş’et [doğma] eden, hadde gelmeyen meyiller [arzu, istek] var.

Ve bunlardan husûle [meydana gelme] gelen gayr-ı mütenâhî efkâr [fikirler] ve tasavvurat [düşünceler] var.

İşte bunların herbirisi haşr-i cismanînin [bedenle birlikte diriliş] arkasındaki saadet-i ebediyeye, [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] şehadet parmaklarını uzatarak gösteriyorlar.

Yedinci burhan: [delil] Evet, Rahmân ve Rahîm olan Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] rahmeti, rahmetlerin en büyüğü olan saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] geleceğini tebşir [müjdeleme] ediyor. Zira rahmet, ancak saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ile rahmet olur. Ve nimet, ancak o saadetle nimet olur.

Evet, bütün nimetleri nıkmetlere [sıkıntı, azap] çeviren ebedî ayrılmaktan doğan ve umumî mâtemlerden yükselen o belâlardan kâinatı, bilhassa şuurlu olan mahlûkatı  

87

kurtaran şey, saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] gelmesidir. Çünkü bütün nimetlerin, rahatların, lezzetlerin ruhu olan saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] gelmezse, umum kâinatın şehadetiyle sabit olan ve güneş gibi parlayan rahmet ve şefkat-i İlâhiyenin [Allah’ın şefkati] bedahetine [açık, âşikar, belirgin] karşı mükâbere [büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme] ile inkâr lâzım gelir.

Ey Habib-i Şefik ve ey Şefik-i Habib! Ey Said-i Mecid ve ey Mecid-i Said! Rahmet-i İlâhiyenin en lâtifi, [berrak, şirin, hoş] en zarifi, en lezizi olan muhabbet ve şefkatine bakınız. O muhabbet ve şefkati, firak-ı ebedî [sonsuz ayrılık] ve hicran-ı lâyezalî ile karşıladığınız takdirde, vicdan, hayal ve ruh ne hale gireceklerdir? O muhabbet ve o şefkat en büyük, en tatlı bir nimet iken, en azîm bir musibete, bir belâya inkılâb [değişim, devrim] eder.

Acaba göz önünde bilbedahe [açıkça] görünen rahmet-i İlâhiye, [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] firak-ı ebedînin [sonsuz ayrılık] muhabbet ve şefkat aleyhine hücum etmesine müsaade eder mi? لاَ وَاللهِ Vallahi hayır!

Ancak o rahmetin şe’nindendir [belirleyici özellik] ki, firak-ı ebedîyi [sonsuz ayrılık] hicran-ı lâyezalîye, hicran-ı lâyezalîyi firak-ı ebedîye [sonsuz ayrılık] ve adem-i mutlakı [sınırsız tam bir yokluk] da her ikisine musallat eder ki, o firakların, [ayrılık] o hicranların [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] kökleri ortadan kalksın.

Sekizinci burhan: [delil] Bütün âlemce her hususta sıdkı ve doğruluğu malûm ve müsellem [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] olan Hazret-i Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm, parmağıyla kameri [ay] şak [ayrılma, bölünme] ettiği gibi, lisanıyla da saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kapılarını açmıştır. Ve bütün enbiya-yı izâmın bu hakikat üzerine icmaları, [kısaca, özet olarak] bir hüccet-i katıadır. [kesin delil]

Dokuzuncu burhan: [delil] On üç asırdan beri yedi vecihle1 [yön] i’câzı [mu’cize oluş] tasdik edilen Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] haşir hakkındaki beyanatı, saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] geleceğine kâfi [yeterli] bir delil değil midir? Başka bir delile ihtiyaç var mıdır?

88

Onuncu burhan: [delil] Bu burhan, [delil] binlerce burhanları [delil] müçtemidir. [toplamış] Bu burhanları, [delil] çok âyetler tazammun [içerme, içine alma] etmişlerdir.

Evet, Kur’ân-ı Kerim, çok âyetlerinden haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] nâzır pencereler açmıştır.

Ezcümle, وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا 1 âyetiyle, saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] yol açan bir kıyas-ı temsilîye [kıyaslama tarzında benzetme, analoji] işaret etmiştir.

Kezâlik, [böylece, bunun gibi] وَمَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ 2 âyet-i kerimesiyle, o saadeti gösteren bir kıyas-ı adlîye [adaletle ilgili kıyas] işaret etmiştir.

Birinci âyetle işaret edilen kıyas-ı temsilî: [kıyaslama tarzında benzetme, analoji] Evvelâ insanın vücuduna bak. Nasıl tavırdan tavıra, yani nutfeden [memelilerin yaratıldığı su] alakaya, [zigot; döllenmiş hücre] alakadan [zigot; döllenmiş hücre] mudgaya, [et parçası] mudgadan [et parçası] et ve kemiğe, et ve kemikten insan suretine bir kast, bir irade ve bir ihtiyar altında mahsus kanunlarla, muayyen nizamlarla, muntazam hareketlerle intikal ettiğini ve kalıptan kalıba girip çıktığını gör.

Sonra insanın bekàsına dikkat et. İnsan, bu vücut libasını [elbise] her sene değiştirir. Bu vücut değişmesi, bedendeki hüceyratın [hücrecikler] yıkılıp yapılmasıyla olur. Bu tamirat da, bütün âzânın erzak mahzeni [depo] hükmünde olan Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir kanun-u mahsusla [özel kanun] ihzar [hazırlama] ettiği o madde-i lâtifeden [cismanî olmayan, ruhla ilgili madde] alınan ecza [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] ile yapılır.

Sonra o madde-i lâtifenin [cismanî olmayan, ruhla ilgili madde] ahvaline [durumlar] bak. Nasıl âzânın ihtiyaçlarına göre muayyen bir kanunla taksim edilir ve bedenin her tarafına mahsus bir nizamla muntazaman dağıtılır.

Yine şâyân-ı dikkattir [dikkate değer] ki, o madde-i lâtife, [cismanî olmayan, ruhla ilgili madde] dört matbahta [mutfak] pişirildikten sonra ve dört inkılâptan [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] geçtikten sonra ve dört süzgeçten tasfiye edildikten sonra rızık olarak taksim edilir.

Hem yine şâyân-ı dikkattir [dikkate değer] ki, o madde-i lâtife, [cismanî olmayan, ruhla ilgili madde] yemeklerin ruhu ve hülâsasıdır. [esas, öz] O yemekler âlem-i anasırda [unsurlar âlemi; elementler, atomlar dünyası] dağınık menbalardan muntazam bir düstur [kâide, kural] ile, mahsus bir nizam ile cem’ [bir araya gelme] ve tahsil edilirler.

89

İşte bütün bu nizamlar, bu kanunlar, bu intizamlar, hep bir kast, bir irade, bir hikmetten çıkıyor. Evet, meselâ Habib‘in [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] gözünde yerleşen bir zerrenin, unsur-u havadan [hava maddesi] veya unsur-u türabdan o garip, acip tavırlarda, inkılâplarda [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] yaptığı muntazam hareketinden anlaşılır ki, o zerre, toprakta iken Habib‘in [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] gözüne tayin edilmiş ve bir memur gibi mahall-i memuriyetine muntazaman i’zam kılınmıştır (yükseltilmiştir).

Evet, fennî bir nazarla dikkat edilirse anlaşılır ki, o zerrenin hareketi, körü körüne, tesadüf eseri değildir. Çünkü o zerre, hangi mertebeye girerse, o mertebenin nizamına tâbi olur. Ve hangi bir tavra intikal etmişse, onun muayyen kanunuyla amel etmiştir. Ve hangi bir tabakaya misafir gitmişse, muntazam bir hareketle sevk edilmiştir.

Hülâsa, [esas, öz] neş’e-i ûlâya [insanın ilk yaratılışı] dikkat edenin, neş’e-i uhrâ [âhirette ikinci kez diriltilme] hakkında tereddüdü kalmaz. Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın emrettiği gibi, “Neş’e-i ûlâ[insanın ilk yaratılışı] gören adam, neş’e-i uhrâ[âhirette ikinci kez diriltilme] inkâr edebilir mi?” Çünkü ikinci teşekkül, [kendi kendine oluşma] yani ikinci yapılış, birinci teşekkülden [kendi kendine oluşma] daha kolaydır. Bunu yapan, onu daha kolay yapar.

Meselâ, bir fırka askerin ilk teşekkülünde, [kendi kendine oluşma] efradın [bireyler] birbiriyle ünsiyetleri, [alışkanlık, âşinalık / dostluk] muarefeleri [karşılıklı görüşme, tanışma] olmadığından ve talim ve terbiye görmemeleri yüzünden yontulmamış taşlar gibi olduklarından, o efrad, [bireyler] o fırkanın bünyesinde yerleştirilinceye kadar çok zahmetler vardır. Fakat ba’de’t-teşekkül terhis edilip de bir daha taht-ı silâha [silâh altı] dâvet edildiği zaman, pek kolay içtima [bir araya gelme, toplanma] eder ve fırkayı teşkil ederler. Bu teşekkül, [kendi kendine oluşma] evvelki teşekkülden [kendi kendine oluşma] daha kolay olur.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] birbiriyle ülfet peyda eden ve herbirisi yerini tanıyan ve bir derece yontulmuş taşlar gibi kesb-i letafet eden bedenin zerratı, [atomlar] ölümle dağıldıktan sonra, haşirde, Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] izniyle, İsrafil’in borusuyla o zerrat-ı asliye ve esasiye içtimaa dâvet edildikleri zaman, pek kolay içtima ederler ve beden-i insanîyi [insan bedeni] yine eskisi gibi teşkil ederler. Maahâzâ, [bununla beraber] kudret-i ezeliyeye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] nisbeten en büyük, en küçük gibidir; hiçbir şey o kudrete ağır gelemez.

90

Arkadaş! Zâhire nazaran, haşirde, ecza-yı asliye [asıl parçalar] ile ecza-yı zâide birlikte iade edilir. Evet, cünüp iken tırnakların, saçların kesilmesi mekruh ve bedenden ayrılan herbir cüz’ün bir yere gömülmesi sünnet1 olduğu, ona işarettir. Fakat tahkike [araştırma, inceleme] göre, nebatatın [bitki] tohumları gibi “acbü’z-zeneb[kuyruk sokumundan bulunan ve insanın tekrar yaratılışında çekirdek görevini görecek olan hücre; bir tür genetik şifre] tabir edilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insanî [insan bedeni] neşv ü nema ile teşekkül [kendi kendine oluşma] eder.2

İkinci âyetle işaret edilen delil-i adlî ise: Evet, görüyoruz ki, alelekser, [çoğunlukla] gaddar, fâcir [günahkâr] zâlimler lezzetler, nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki, mâsum, mütedeyyin, [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] fakir mazlumlar zahmetler, zilletler, [alçaklık] tahkirler, [aşağılama] tahakkümler [baskı] altında can veriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetten bir zulüm kokusu gelir. Halbuki kâinatın şehadetiyle, adalet ve hikmet-i İlâhiye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] zulümden pâk ve münezzehtirler. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] Öyleyse, adalet-i İlâhiyenin [Allah’ın adaleti] tam mânâsıyla tecellî etmesi için haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] ve mahkeme-i kübraya lüzum vardır ki, biri cezasını, diğeri mükâfatını görsün.

وَبِاْلاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ * 3

Bu cümledeki kelimelerin arasında bulunan nazm [diziliş, tertip] ve nizam:

1. Bu cümlenin mâkabliyle [önceki, öncesi] bağlanmasını ifade eden وَ bu rükn-ü imaniyenin [imanın şartı] burada sarahaten [açıklık] zikredilmesi için, âmm [genel] olarak zikredilen evvelki cümleden bu cümlenin tahsis lüzumuna binaen atıf yapılmıştır.

91

2. Takdimiyle hasrı ifade eden بِاْلاٰخِرَةِ 1 kelimesi, bazı ehl-i kitabın iman ettikleri âhiret, hakikî bir âhiret olmadığına târizdir. [dokundurma, iğneleme, taş atma; sözde bir yönü göstererek başka bir yönü kastetme sanatı] Çünkü, onların

لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ اِلاَّۤ اَيَّامًا مَعْدُودَةً 2 âyet-i kerimesinin hikâye ettiği gibi, “Cehennem ateşi, bizi daima yakacak değil ya! Ancak birkaç gün yakacaktır” gibi sözleriyle ve bir cihette lezaiz-i cismaniyeyi nefiy [inkâr] ve inkâr ettiklerinden anlaşıldığına göre, bildikleri âhiret, mecazî bir âhiret imiş.

3. Malûm ve mâhut [anılan, bilinen] olan şeye işaret için vaz edilen اَلْ edatı, bütün kütüb-ü semâviyenin [vahye dayanan kutsal kitaplar] lisanlarında deveran eden mâhut [anılan, bilinen] âhirete işarettir. Veyahut mezkûr [adı geçen] delâil-i fıtriye ile akılların gözleri önünde hazır olan ve âhiret ile anılan hakikate işarettir.

4. Mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] bulunan neş’enin sıfatına âhiret tabiri, zihinleri neş’e-i ûlâya [insanın ilk yaratılışı] çevirip, ondan neş’e-i uhrâya [âhirette ikinci kez diriltilme] bil’intikal, imkân yolunu göstermek için ihtiyar edilmiştir.

5. Yakîn ile beraber tasdiki birlikte ifade eden يُؤْمِنُونَ 3 kelimesine bedel يُوقِنُونَ 4 tabiri, haşir meselesi şek [şüphe] ve şüphelere bir mahşer ve bir mecma[toplanılan yer] olduğu için, tasdikten fazla îkan [delil ve ispat üzerine inanma] ve yakîn daha ehemmiyetli olduğuna işarettir. Veya ehl-i kitabın iddia ettikleri iman, yakînden hâli [boş] olduğundan, onların imanı, iman olmadığına işarettir.