İŞÂRÂTÜ’L-İ’CÂZ – Bakara Sûresi 25. Ayetin Tefsiri (266-285)

266

﴾ وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلانْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَۤا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ * 1 ﴿

Yani, “İman eden ve iyi işler işleyen mü’minlere beşaret [müjde] ver ki, altında nehirler akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden bir meyve yedikleri zaman, ‘Bu, bundan evvel yediğimiz meyvedir’ derler. Biribirine benzer bir surette rızıkları getirilip verilir. Ve o Cennetlerde, onlar için temiz kadınlar vardır. Ve onlar, o Cennetlerde de daimî bir şekilde kalacaklardır.”

Arkadaş! Bu âyetin, evvelâ mâkabliyle [önceki, öncesi] olan irtibatından bahsedeceğiz. Şöyle ki:

Bu âyetin geçen âyetlerle mütefavit [birbirinden farklı] çok irtibatları vardır. Yani, mezkûr [adı geçen] cümlelere doğru bu âyetten uzanıp giden muhtelif hatlar vardır. Bakınız, Kur’ân-ı Kerimin bu âyetle işaret ettiği netice, imanla amel-i sâlihin semeresi, [meyve] sûrenin başında mü’minlere yaptığı medh ü senâya bakıyor.

Ve yine sûrenin başında, kâfir ve münafıklara yaptığı zem [ayıplama] ve tahkirlerden [aşağılama] sonra tuttukları yolun onları ebedî bir şekavete sevk edeceğini beyan etmiştir. Bu âyetle, tasrih [açık şekilde bildirme] ettiği saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] nurunu göstererek, onların bu büyük nimetleri kaybettiklerinden çektikleri hasretleri tezyid [artırma, çoğaltma] ve arttırmıştır.

Ve yine يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا 2 ile emrettiği, bir kısım dünya lezzetlerinin terkine bâis [sebep, neden] olan ibadetten neş’et [doğma] eden zahmet ve meşakkatlere karşı, bu âyetle Cennetin kapısını açarak, Cennetin lezaizini [lezzetler] göstermekle mü’minlerin kalblerini tatmin ve temin etmiştir.

Ve yine, teklifin esası ve imanın birinci rüknü [esas, şart] olan tevhidi, evvelce ispat etmiştir. Bu âyette dahi tevhidin semeresini [meyve] ve rahmetin ünvanını Cennet ve saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ile göstermiştir.

267

Ve yine, yukarıda nübüvvet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) اِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ 1 ilâ âhir, [sonuna kadar] âyetiyle işaret edilen i’câz [mu’cize oluş] ile ispat edilmiştir. Burada da, tebşir [müjdeleme] ve inzar [sakındırma, uyarma] gibi nübüvvet [peygamberlik] vazifelerine lisan-ı Kur’ân [Kur’ân dili] ile işaret edilmiştir.

Ve yine, yukarıda i’âd ve inzar, [sakındırma, uyarma] yani tahvif [korkutmak, sakındırmak] ve tehditler yapılmıştır. Burada da vaadler, rağbetler, beşaretler [müjde] yapılmıştır. Bunların arasındaki münasebet, tezâdî bir münasebettir.

Ve yine, nefsin, vicdanın ve aklın hükümlerine itaatlerini devam ettiren tergib [istek uyandırma, şevklendirme] ve terhib, [dehşete düşürme, korkutma] yani ümit ve korku hisleri lâzımdır. Bu hislerin vücut bulup devam etmeleri ancak, tergib [istek uyandırma, şevklendirme] ve terhib, [dehşete düşürme, korkutma] yani ümitlendirmek ve korkutmakla olur. Tergib [istek uyandırma, şevklendirme] ve terhibin [dehşete düşürme, korkutma] devamı, ancak vicdanda mevcut tahrik edici bir emrin vücuduyla olur. İşte bu âyetle, tergib [istek uyandırma, şevklendirme] hissi uyandırılmıştır. Evvelki âyetlerle de, terhib [dehşete düşürme, korkutma] hissi tahrik edilmiştir. Bu itibarla, aralarında tezâdî bir münasebet vardır.

Ve yine, geçen âyetlerde âhiretin bir şıkkına, yani Cehenneme işaret yapılmıştır. Bu âyette, ikinci şıkkı olan Cennetten haber verilmiştir. Bu itibarla, âhiretin her iki şıkkı da zikredilmiş bulunuyor.

Arkadaş! Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten [yaratılış ağacı] ebede doğru uzanıp giden iki daldan tezahür eden iki semeredir. [meyve] Ve kâinatın teselsülen [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] gelmekte olan silsilelerinin iki neticesidir. Ve ebede doğru akıp giden kâinat seylinin [sel, akıntı] iki mahzeni [depo] ve iki havuzudur.

Evet, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] gayr-ı mütenahi [sonsuz] hikmetler için bu âlemi, imtihana sahne yaptı. Yine sonsuz hikmetler için tagayyürata, [başkalaşım, değişme] tahavvülâta, [başka bir hâle geçme, dönüşme] inkılâplara [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] mahal olmasını irade etti. Ve yine, sonsuz gayeler için hayır ile şerri, nef’ [fayda] ile zararı, hüsün [güzellik] ile kubhu, [çirkinlik] hülâsa [esas, öz] iyilikle kötülüğü karışık bir şekilde Cennet ve Cehenneme tohum olmak üzere kâinatın şu mezraasına [tarla] serpti.

Evet, madem ki bu âlem, nev-i beşerin imtihan meydanıdır ve müsabaka yeridir.

268

İyilikle kötülüğün birbirinden tefrik edilemeyecek derecede muhtelit [karışık, karışmış, karma] ve karışık olmaları lâzımdır ki, insanların dereceleri tezahür etsin. İmtihan ve tecrübe zamanları bittikten sonra, kötü insanlar;

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ 1 “Ey mücrimler, bir tarafa çekiliniz!” diye olan tüy ürpertici, sâika-vâri, [sevk eden, sürükleyen] şiddetli emr-i İlâhîye [Allah’ın emri] mâruz kalacakları gibi, iyi insanlar da

فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ 2 “Daimî kalmak üzere Cennete giriniz” diye olan Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mün’imane, [gerçek nimet verici olan Allah] şefîkane, [şefaat eden] lütufkârâne [lütfederek, ihsanda bulunarak] emirlerine mazhar [erişme, nail olma] olacaklardır.

İnsanlar bu iki kısma ayrıldıktan sonra, kâinat da tasfiye ameliyatına uğrayacak; kötülüğü, şerri, zararı tevlid [doğurma] eden maddelerin bir tarafa çekilmesiyle Cehennemin; iyiliği, hayrı, nef’i [fayda] doğuran maddelerin de diğer tarafa çekilmesiyle Cennetin teçhizatları ikmal [tamamlama] edilecektir.

ba

269

 Mukaddeme

Bu âyet, mâkabliyle [önceki, öncesi] beraber kıyamete, haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] işaret eder. Binaenaleyh, bu meselede nazara alınacak dört nokta vardır.

Birincisi: Âlemin imkân-ı harabiyetiyle ölümüdür.

İkincisi: Harabiyetin vukua gelmesidir.

Üçüncüsü: Tamir ve ihyasıdır. [diriltme]

Dördüncüsü: Tamirinin imkânı ve vukuudur.

Evvelâ: Harabiyet-i âlem imkân dairesinde olup olmadığından bahsedeceğiz.

Evet, âlemde tekâmül [ilerleme, mükemmelleşme] kanunu vardır. Bu kanuna tâbi olan, neşvünema [büyüyüp gelişme] kanununa dahildir. Bu kanuna dahil olanın bir ömr-ü tabiîsi [tabiî ömür] vardır. Ömr-ü tabiîsi [tabiî ömür] olanın, ecel-i fıtrîsi vardır; ecelin pençesinden kurtulamaz.

Evet, kâinatın ihtiva ettiği envâın [tür] ve bu envâın [tür] ihata [herşeyi kuşatma] ettiği efradın [bireyler] kısm-ı ekserîsi [büyük kısım] bu kanunlara tâbidirler. Binaenaleyh, âlem-i sağîr denilen insan, ölümden ve harabiyetten kurtulamadığı gibi, insan-ı kebir denilen âlemin de ölümden necatı [kurtuluş] yoktur. Ve keza, kâinatın bir ağacı ölümden, dağılmaktan halâs [kurtulma] olmadığı gibi, şecere-i hilkatten [yaratılış ağacı] olan kâinat silsilesinin de harabiyetten kurtuluşu yoktur. Evet, eğer kâinat ömr-ü fıtrîsinden evvel haricî bir tahribata veya Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] tarafından bir hedm ve kıyamete maruz kalmasa bile, fennî bir hesapla, kâinatın öyle bir günü gelecektir ki, اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ 1 ve اِذَا السَّمَۤاءُ انْشَقَّتْ 2 gibi âyetlere mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olacaktır ve insan-ı kebir denilen koca kâinat, şu boşluğu sekeratının [can çekişme/ölüm anı] bağırtılarıyla dolduracaktır.

İkinci nokta: Harabiyet-i âlemin vukua geleceğidir. Evet, bütün semavî dinler, âlemin harap olacağında müttefiktirler. Hem herbir fıtrat-ı selîme, [bozulmamış yaratılış, karakter] âlemin

270

öleceğine şehadet eder. Ve kâinatta gözle görünen şu kadar nev’î, ferdî, yevmî, [günlük] şehrî, senevî [yıllık] tagayyürat, [başkalaşmalar] tahavvülât, [başkalaşmalar] inkılâpların [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] yalnız işaretleriyle değil, sarahatleriyle, [açıklık] kıyametin geleceği sabittir. Eğer bu icmal [kısaca, özet olarak] ile kanaat hasıl edemediysen, bir parça izahat verelim.

Arkadaş! Kâinat dediğimiz şu apartman-ı İlâhî öyle ulvî, yüksek, derin, ince nizamlara tâbi ve öyle acip, garip rabıtalara [bağ] bağlıdır ki, eğer bir duvarı veya bir taşı “Yerinden çık!” emrine hedef olsa, derhal âlem, ölüm hastalığına düşer, sekerata [can çekişme/ölüm anı] başlar; yıldızlar arasında müsademeler, [çarpışma] ecram [büyük cisimler] arasında muharebeler vukua gelir. Şu gayr-ı mütenahi [sonsuz] boşluk, pek şiddetli sayhalar, [ses, sesleniş] pek dehşetli sâikalar, [sevk eden, sürükleyen] pek korkunç sesler, sadâlar, gürültüler ve gümbürtülerle dolar.

Evet, insan-ı kebirin ölümü, küçük bir ölüm değildir. Sekerata [can çekişme/ölüm anı] başladığı zaman, milyarlarca kürelerin çarpışmasından husule [meydana gelme] gelen fırtınanın, ne tasavvuru ve ne tarifi ve ne de görülmesi imkân dairesinde değildir.

İşte bu şiddetli ölümle hilkat [yaratılış] bayılır, kâinat yayılır, hilkatin [yaratılış] yağı ayranı biribirinden ayrılır; Cehennem, maddesiyle, aşîretiyle bir tarafa çekilir; Cennet de letafetiyle, [güzellik, hoşluk] lezaiziyle [lezzetler] ve bütün güzel unsurlarıyla tecellî ve incilâ eder.

S – Kâinat, ilk yaratılışında ebede elverişli olarak sabit bir şekilde yaratılsaydı; böyle tagayyüratlı, [başkalaşım, değişme] inkılâplı, [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] mâil-i inhidam bir sûrette yaratılıp, bilâhare tahripten sonra ebediyete kàbil, [gibi] metin [sağlam] bir şekilde yapılmasından daha iyi ve daha kısa olmaz mıydı?

C – Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hikmet-i ezeliye [Allah’ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik olarak yaratma sıfatı] ile inâyet-i ezeliyenin [Ezelî olan Allah’ın kâinata koyduğu bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzen, istikrar] [yerleşik ve sabit olma, kararlılık] iktizasınca, [bir şeyin gereği] insanların kabiliyetlerinin tezahürünü ve istidatlarının [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] neşvünemasını [büyüyüp gelişme] irade etmekle, nev-i beşeri imtihan ve tecrübeye tâbi tuttu, zararları menfaatlere kattı,

271

şerleri hayırların içine attı, güzellikleri çirkinliklerle cem [toplama, bir araya gelme] etti. Hepsini birbirine karıştırarak kâinatın hamuruyla beraber yaratılış teknesinde yoğurduktan sonra, kâinatı tagayyür, [başkalaşım, değişme] tebeddül, [başkalaşma, değişme] tekâmül [ilerleme, mükemmelleşme] kanunlarına tâbi tuttu.

Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki imtihan perdesi kapanır ve tecrübe zamanı nihayet bulur ve kâinat tarlasının vakt-i hasadı hulûl [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] eder. Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] inâyetiyle, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] birbiriyle karışık yoğurduğu zıtları tasfiye eder, içlerinden tagayyürü [başkalaşım, değişme] doğuran esbabı ayırır ve ihtilâf maddelerini tefrik eder. Sonra Cehennem, ebede elverişli olarak metin [sağlam] ve kavî [güçlü, kuvvetli] bir cisimle teşekkül [kendi kendine oluşma] ederek, وَامْتَازُوا 1 hitabına hedef olur. Cennet ise, esasatıyla [esaslar] beraber ebedî ve muhkem [değiştirilemez] bir şekilde tecellî eder ve müncelî olur.

Evet, gerek Cehennemi, gerek Cenneti teşkil eden ecza [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] ve maddeler arasında münasebet vardır, zıddiyet yoktur. Münasebet, intizamın şartıdır; nizam da, devama sebeptir. Ve keza, bu iki menzilin halkı da ebedî oldukları için, vücutlarını teşkil eden ecza, [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] tagayyüre [başkalaşım, değişme] maruz değildir. Çünkü, dünyadaki cisimlerinin terkip [birleşim, sentez] ve tahlilleri arasında muvazene [karşılaştırma/denge] yoktur. Yani cisim bünyelerine girenlerin, çıkanların arasında nisbet yoktur. Onun için inhilâle [bozulma, dağılma] yüz tutarlar. Fakat âhiretteki cisimlerin yapılışı öyle değildir. Eczaları arasında tam mânâsıyla muvazene [karşılaştırma/denge] vardır ki, inhilâle [bozulma, dağılma] mahal kalmaz.

Üçüncü ve dördüncü noktalar: Yani dünyanın ikinci tamiriyle haşrin vukuudur.

Evet, tevhid ve nübüvvetin [peygamberlik] ispatları, yalnız delil-i naklî ile sahih değildir. Çünkü devir lâzım gelir.

Evet, Kur’ân ve Hadîsten ibaret olan naklî delillerin sıhhati, nübüvvetin [peygamberlik] sıhhat

272

ve sıdkına [doğruluk] bağlıdır. Eğer nübüvvet [peygamberlik] de delil-i naklî ile ispat edilirse, muhal [bâtıl, boş söz] lâzım gelir. Bunun için, Kur’ân-ı Kerim, tevhid ile nübüvveti delâil-i akliye [aklî deliller] ile ispat etmiştir. Amma haşir meselesinin hem aklî, hem naklî delillerle ispatı sahihtir.

Delil-i aklî [akıl yolu ile bulunan delil] ile ispatı, وَبِاْلاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ 1 âyet-i kerimesinin bahsinde beyan edilmiştir. Hülâsası: [esas, öz] Vücutlarında şek [şüphe] ve şüphe olmayan nizam, rahmet ve nimet, ancak ve ancak haşrin gelmesiyle ve ikinci bir hayatın tahakkuku [gerçekleşme] ile nizam, rahmet, nimet olabilirler. Eğer haşir gelmezse ve ikinci bir hayat tahakkuk [gerçekleşme] etmezse, bunları esmâü’l-ezdaddan addetmek lâzım gelir.

Delil-i naklî ise: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] ile bütün enbiya, [nebiler, peygamberler] haşrin geleceğine ittifak etmişlerdir.

Aklî ve naklî deliller ise: Fahreddinü’r-Râzî’nin [gurur, övünme] tefsirinde, bu kabil [mümkün] delilleri bildiren âyetler beyan edilmiştir. Hülâsa, [esas, öz] bilhassa hayvanat ve nebatatta [bitki] dâima vukua gelen haşirlere dikkat edip teemmül [düşünme, inceden inceye araştırma] eden adam, elde edeceği müteferrik [ayrı ayrı] emarelerle haşrin vukuuna, hads [çabuk kavrayış, güçlü sezgi] ile, yani bir sür’at-i intikal [çabuk anlama ve kavrama] ile hükmedecektir.

Şimdi bu âyetin cümlelerini biribirine bağlayan münasebetlere gelelim.

Evet, bu âyetin cevherlerini nazmeden [diziliş, tertip] ve cümlelerinin silsilesine medar-ı bahis [söz konusu] olan nokta, “saadet”tir. Şöyle ki:

Saadet-i ebediye, [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] iki kısımdır.

Birinci ve en birinci kısmı: Allah’ın rızasına, lütfuna, tecellîsine, kurbiyetine [yakın] mazhar [erişme, nail olma] olmaktır.

273

İkinci kısmı ise, saadet-i cismaniyedir. Bunun esasları mesken, ekl, [yeme] nikâh [evlenmek] olmak üzere üçtür. Ve bu üç esasın derecelerine göre, saadet-i cismaniye tebeddül [başkalaşma, değişme] eder. Ve bu kısım saadeti ikmal [tamamlama] ve itmam [tamamlama] eden, hulûd ve devamdır. Çünkü saadet devam etmezse, zıddına inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder.

Birinci kısım saadetin aksamı, tafsilden müstağnîdir [çok uzak ve arınmış] veya gayr-ı kabildir. [imkânsız]

İkinci kısım saadetin aksamı ise: Evet, meskenin en lâtifi, [berrak, şirin, hoş] en cazibedar şekli, etraf-ı erbaası türlü türlü gül ve çiçeklerle müzeyyen, [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bağ ve bahçelerle muhat, altında sular, nehirler akan kasır [köşk, saray] ve köşklerdir. Evet, camid [cansız] kalbleri aşk ve şevkle ihya [diriltme] eden, sönmüş olan ruhları şen ve şad eden, şairlere sermaye olarak şairâne teşbihleri, temsilleri, üslûpları ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] eden, sular ile hazravat ve nebatattır. [bitki]

Saadetin ikinci esası olan ekl [yeme] ise: Me’kûlât (yiyecek) kuvvet verdiği cihetle, en iyisi, en lezizi, me’lûf [alışılmış] olan kısımdır. Yani, insana garip, vahşî olmayan şeylerdir. Çünkü ülfetle, o nimetin derece-i kıymeti [kıymet derecesi] bilinir. Lezzet verdiği cihetle de lezzetin en büyük lezzeti, teceddüd [yenileme] ve tebeddülündedir. Ve keza, ekl [yeme] lezzetini ikmal [tamamlama] eden esbabdan biri de, o rızkın, kendi amelinin ücreti olduğunu bilmektir. İkinci bir sebep de, o rızkın menbaının [kaynak] daima göz önünde hazır bulunmasıdır ki, kalbi mutmain [şüphesiz, tam kanaatle inanma] olsun, rızık için telâş etmesin.

Saadetin esaslarından nikâh [evlenmek] ise: Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcut bulunmasıdır ki, her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele [değiş tokuş] etsinler ve lezaizde [lezzetler] birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine [bir diğer şey] muavin ve yardımcı olsunlar.

Evet, bir işte mütehayyir [hayrete düşen] kalan veya birşeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun, ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın. Kalblerin en lâtifi, [berrak, şirin, hoş] en şefiki, “kısm-ı sâni[ikinci kısım] ile tâbir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhî imtizacı [bileşim, karışım] (geçimi) ikmal [tamamlama] eden, kalbî ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve ülfeti itmam [tamamlama]

274

eden, sûrî [görünüşte] ve zahiri olan arkadaşlığı samimileştiren, kadının iffetiyle, ahlâk-ı seyyieden [kötü ahlâk] temiz ve pâk bulunması ve çirkin ârızalardan hâli [boş] olmasıdır.

S – Yiyecek, içecek, şahsî vücudu ibka etmek içindir. Çünkü vücuddan eriyip ayrılan şeylerin yerini doldurup tamir etmek yemek ve gıda ile olur. Nikâh [evlenmek] da, nev’in bekası içindir. Halbuki âhirette eşhas [kişiler] ebedî olduğundan, vücutlarında eriyip ayrılan birşey yoktur ki gıdaya ihtiyaç olsun. Ve âhirette tenasül [üreme] yoktur ki nikâha [evlenmek] lüzum olsun.1

C – Yemek, içmek ve nikâhın [evlenmek] faideleri, yalnız bekaya ve tenasüle [üreme] münhasır değildir. Evet, şu elemli, kederli âlemde onlarda pek büyük lezzet ve faideler olsun da, lezzetler yeri olan âlem-i saadette niçin daha nezih [temiz] lezzet ve faideleri olmasın?

S – Bu âlemde lezzet, elemin def’inden hasıl olur. Halbuki âhirette elem yoktur?

C – Elemin def’i, lezzetin sebeplerinden biridir. Yoksa lezzet, ona münhasır değildir.

Ve keza, âlem-i ebedînin [sonsuz âhiret âlemi] bu âleme benzetilmesi, kıyas-ı maalfârıktır. [birbirine benzemeyen şeyler arasında yapılan geçersiz kıyas] Yani, aralarında çok farklar bulunduğundan, birbirine benzemez. Cennet ile Horhor bahçesininHaşiye arasında ne nisbet varsa, Cennetin lezzetleriyle dünyanın lezzetleri arasında da aynı o nisbet vardır. Cennetin, Horhor bahçesinden dereceleri ne kadar çok yüksek ise, uhrevî lezzetler de dünya lezzetlerine göre öyledir. Her iki âlem arasında bu büyük tefavüte, İbn-i Abbas, لَيْسَ فِى الْجَنَّةِ اِلاَّۤ اَسْمَۤائُهَا cümlesiyle işaret etmiştir. Yani: “Cennette, dünya meyvelerinin yalnız isimleri vardır.”2 Yani isimleri birdir, fakat lezzetleri ayrıdır.

Cennette lezzetin devamı meselesi ise: Evet, lezzetin hakikî lezzet olması, zeval [geçip gitme] görmeyip devam etmesindendir. Zira elemin zevali [geçip gitme] lezzet olduğu gibi, lezzetin zevali [geçip gitme] de elemdir, hattâ zevalinin [geçip gitme] tasavvuru bile elemdir. Evet bütün mecazî âşıkların enînleri, bağırıp çağırmaları, bu kısım elemdendir ve bütün

275

dîvanlarıyla yaptıkları ağlamalar, vaveylâlar, [feryat, figan] hep mahbupların [sevgili] firak [ayrılık] ve zevallerinin [geçip gitme] tasavvurundan neş’et [doğma] eden elemdendir.

Evet, pek çok muvakkat [geçici] lezzetler var ki, zevalleri [geçip gitme] dâimî elemleri intaç [netice verme] ettiği gibi; çok elemlerin zevali [geçip gitme] de, leziz lezzetlere bâis [sebep, neden] olur. Lezzet ve nimet ise, devam etmek şartıyla lezzet ve nimet sayılabilir.

Hülâsa: [esas, öz] İnsan, ebed için yaratılmıştır. Onun hakikî lezzetleri, ancak marifetullah, [Allah’ı bilme ve tanıma] muhabbetullah, [Allah sevgisi] ilim gibi umur-u ebediyededir.

Bu âyetin cümleleri arasındaki rabıtaları [bağ] gördük. Şimdi, cümlelerinin işgal ettikleri yerler ile münasebetlerine bakacağız.

Evet, ﴾ وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ 1 ﴿ Bu cümlenin, bu mevki ile münasebeti:

Evet, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ibadeti teklif etti ve nübüvveti ispat etti ve Peygamberimizi (a.s.m.) tebliğ-i umura memur yaptı. Ve dünyevî bazı lezzetlere cevaz vermeyen ve meşakkatleri tazammun [içerme, içine alma] eden ibadete mü’minlerin imtisallerini [bağlanma, boyun eğme] temin etmek için, mü’minlere vaad buyrulan tebşirleri [müjdeleme] tebliğ etmeyi Resul-i Ekreme (a.s.m.) emretti. Çünkü o Hazret (a.s.m.) inzar [sakındırma, uyarma] ve tahvife [korkutmak, sakındırmak] (korkutma) memur olduğu gibi, Allah’ın rızasını, lütfunu, kurbiyetini [yakın] ve saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] gibi tebşiratını [müjdeleme] da tebliğe memurdur.

﴾ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى 2 ﴿ İnsanın ihtiyâcât-ı zaruriyesi içinde en evvel lâzım olan, mekân ve meskendir.

Mekânın en güzeli, nebatat [bitkiler] ve eşcara [ağaçlar] müştemil [içine alan, kapsayan] olan yerlerdir. Ve en lâtifi, [berrak, şirin, hoş] nebatları [bitki] arasında suların mecra[akıntı yatağı, kanal] olan bahçelerdir. Ve en kâmil kısmı, ağaçlarının

276

arasından akan nehirlerinin çoklukla bulunmasıdır. Kur’ân-ı Kerim, bu kısma ﴾ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلانْهَارُ 1 ﴿ cümlesiyle işaret etmiştir.

Meskenden sonra insanın en fazla muhtaç olduğu, cismanî lezzetlerden yiyecek, içecektir. Bu kısma da جَنَّةٌ 2 , نَهْرٌ kelimeleriyle işaret edilmiştir.

Sonra rızkın en ekmeli, [daha mükemmel] me’lûf [alışılmış] olan kısımdır ki, derece-i kıymeti [kıymet derecesi] bilinsin. Meyvelerin lezzeti, teceddüd [yenileme] ve tebeddülündedir; lezzetin en sâfisi, hazır ve yakın olanıdır; ve en lezizi, amelinin ücreti olduğunu bilmektir. Kur’ân-ı Kerim, bu kısma da

﴾ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ * 3 ﴿

cümlesiyle işaret etmiştir.

مِنْ قَبْلُ Yani, “Bundan önce yediğimiz meyvelerdir veya dünyada yediğimiz meyvelerdir.” Çünkü Cennetin meyveleri, birbirine benzediği gibi, dünya meyvelerine de zahiren benzerler.

وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا Yani, “Rızıkları birbirine müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] olarak getirilir.” Hadîste de vârid [söylenen] olduğuna göre, Cennetin meyveleri suretçe [şekilce] birdir, ama tatları, taamları bir değildir. Bu cümlede meçhul sigasıyla zikredilen اُتُوا 4 kelimesinden anlaşıldığı gibi, rızkın insana götürülmesi, büyük bir şeref ve keramete [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] delâlet ettiğinden, büyük bir lezzeti intac [netice verme] ediyor.

﴾ وَلَهُمْ فِيهَۤا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ 5 ﴿ Mesken ve me’kelden [yeme içme, beslenme] sonra insanın en ziyade muhtaç olduğu, eşidir. Bu ihtiyacının Cennette temin edilmiş olduğuna, bu cümle ile işaret edilmiştir. Evet insan, bir refikaya [arkadaş, yoldaş, yardımcı] veya bir refîke muhtaçtır ki,

277

tarafeyn, aralarında, hayatlarına lâzım olan şeyleri muavenet [yardım] suretiyle yapabilsinler. Ve rahmetten neş’et [doğma] eden muhabbet iktizasıyla, [bir şeyin gereği] yekdiğerinin [bir diğer şey] zahmetlerini tahfif [hafifletme] etsinler. Ve gamlı, kederli zamanlarını, ferah ve sürura [mutluluk] tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edebilsinler. Zaten dünyada insanların tam ünsiyeti, [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ancak refikasıyla [arkadaş, yoldaş, yardımcı] olur.

﴾ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ 1 ﴿ İnsan bir nimete veya bir lezzete mazhar [erişme, nail olma] olduğu zaman, en evvel fikrini bozan, vesvese veren, o nimetin veya o lezzetin devam edip etmeyeceği düşüncesidir. Bu vesveseli düşünceye mahal kalmamak üzere, Kur’ân-ı Kerim, bu cümle ile onların ezvacıyla, lezaiziyle [lezzetler] beraber Cennette aleddevam [devamlı, sürekli] kalacaklarını tebşir [müjdeleme] etmekle, o kederli düşünceden kurtarmıştır.

Bu âyetteki cümlelerin sadeflerinde [içinde inci bulunan kabuk] bulunan cevherleri göstereceğiz.

﴾ وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ 2 ﴿ cümlesinin başında bulunan وَ harf-i atıftır. Atfın her iki tarafı arasında münasebet lâzımdır. Halbuki burada tebşir [müjdeleme] ile mâkabli [önceki, öncesi] arasında münasebet görünmüyor. Ancak mâkablinde [önceki, öncesi] inzar [sakındırma, uyarma] vardır. Öyleyse bu tebşir, [müjdeleme] o mâkablinden [önceki, öncesi] tereşşuh [sızma/sızıntı] eden inzara [sakındırma, uyarma] atıftır.

بَشِّرْ Beşaret [müjde] tâbiri, Cennetin, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] fazl-ı kereminden bir hediye-i İlâhîye olup, amelin ücreti mukabilinde vâcip bir hak olmadığına işarettir. Çünkü hak ve ücretin verilmesi, beşaretle [müjde] tâbir edilemez. Buna binaen, yapılan ibadet, Cennet için olmamalıdır.

Tebşirin [müjdeleme] siga-i emir kıyafetiyle zikri, tebliğin takdirine işarettir. Çünkü Resul-i Ekrem (a.s.m.) tebliğe memurdur, tebşire [müjdeleme] mükellef değildir. Takdir-i kelâm, “Müjdeleyerek tebliğ et” demektir.

278

S – اَلَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا 1 Bu sıla ve mevsule tâbiri, ism-i fâil [gr. bir iş, oluş veya durumu yüklenen şahsı bildiren kelimedir, meselâ; kâtip] sigası olan اَلْمُؤْمِنِينَ 2 ‘den daha uzun olduğu halde neye işarettir?

C – Sûrenin başında tafsilen zikredilen اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ 3 ilâahir, olan sıla ve mevsule işarettir ki, orada yapılan tafsil, burada yapılan icmâle [özet] beyan olsun.

S – Sûrenin başında اَلَّذِينَ ‘nin sıla denilen dahil olduğu cümle, muzâri sigasıyla zikredildiği halde, burada mâzi sigasıyla zikredilmiştir. Esbabı nedir?

C – Orada makam, iman ve amele teşvik ve medih [övgü] makamıdır. Buna münasip, muzâri sigasıdır. Burada makam, mükâfat ve ücreti vermek makamıdır. Buna da münasip, mâzi sigasıdır. Çünkü ücret, hizmetten sonra verilir.

وَعَمِلُوا 4 Bu وَ harf-i atıftır. Atfın tarafeyni arasında münasebet lâzım olduğu gibi, mugayeret de lâzımdır. Burada aralarında bulunan mugayeret, mezheb-i İ’tizâlin hilâfına, amelin imana dahil olmadığına ve amelsiz imanın da kâfi [yeterli] gelmediğine delâlet ettiği gibi; عَمَلْ 5 tâbiri de, tebşir [müjdeleme] edilenin ücret gibi olduğuna işarettir.

اَلصَّالِحَاتِ 6 Bu kelime, birşey ile takyid [kayıt altına alma, sınırlandırma] ve tahsis edilmeyerek, mutlak ve

279

müphem [belirsiz] bırakılmıştır. Mısır Müftüsü Şeyh Muhammed Abduh’un telâkkisine [anlama, kabul etme] göre: “İyi şeyler mânâsında olan صَالِحَاتِ 1 kelimesi, beynennâs meşhur ve malûm olduğundan, mutlak bırakılmıştır.”

Ben de diyorum ki: sûrenin başına itimaden burada müphem [belirsiz] bırakılmıştır. Çünkü, sûre başında zikredilen وَيُقِيمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ 2 âyeti buradaki صَالِحَاتِ ‘yi beyandır.

﴾ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلانْهَارُ 3 ﴿ Bu âyetten maksat, mükâfattan neş’et [doğma] eden neş’eli lezzet ve sürurdur. [mutluluk] Bu maksadın takviyesine işaret eden kayıtlar:

1. اَنَّ ‘nin tekidi. [kuvvetlendirme]

2. ل ‘nin ihtisası.

3. لَهُمْ ‘ün takdimi.

4. Cennet’in cem’iyle [bir araya gelme] tenkiri. [belirsiz kılma]

5. Cereyan’ın zikri.

6. تَحْتَ 4 ile beraber مِنْ ‘in zikri.

7. Nehir tâbiriyle tarifidir.

Bu kayıtların, o maksadın tahakkukuna [gerçekleşme] çalıştıklarına bir parça izahat vereceğiz. Şöyle ki:

280

Pek büyük birşey tebşir [müjdeleme] edildiği zaman, akıl tereddüt eder, inanamaz, inandırmak için tekide [kuvvetlendirme] ihtiyaç olur. Ve keza, neş’e ve sürur [mutluluk] makamları, evhamdan hâli [boş] olmalıdır. Çünkü ednâ [basit, aşağı] bir vehimle, sürur [mutluluk] zâil [geçici, yok olucu] olur. Buna binaen, burada o büyük tebşirat, [müjdeleme] اَنَّ ile tekit [pekiştirme] edilmiştir ki, hem akıl inansın, hem o süruru [mutluluk] izale [giderme] edecek hiçbir evham kalmasın. Ve keza, bu tebşiratın [müjdeleme] yalnız bir vaadden ibaret olmayıp, bir hakikat olduğuna işarettir.

İhtisası ifade eden لَهُمْ ‘deki ل tebşir [müjdeleme] edilen şeyin onlara mahsus ve onların mülkü ve onların fazlı, istihkakları [hak edilen pay] olduğuna delâlet eder ki, lezzetleri tamam, sürurları [mutluluk] müzdad olsun. Ve illâ, bir padişah, bir fakiri misafir ederse, madem o misafirlik ve o sohbet ebedî değildir, kıymeti yoktur.

لَهُمْ ‘ün takdimi hasrı ifade ettiğinden, beynennâs, Cennetin onlara tahsis kılındığına ve dolayısıyla ehl-i nârın da perişan hallerini onların gözleri önüne götürmeye sebep olduğuna delâlet eder. Ve bu itibarla Cennetin lezzeti artar ve kıymeti tezahür eder.

Cennet’in cem’i, Cennetlerin taaddüdüne [birden fazla olma] ve amellere göre Cennetin mertebelerine işarettir.

Ve keza, Cennetin her bir cüz’ü, Cennet gibi bir Cennet olduğuna ve herbir mü’mine düşen kısım, büyüklüğüne nazaran tam bir Cennet gibi göründüğüne işarettir.

Cennetin tenkîri ise, güzelliğinin kabil-i târif ve tavsif [bir sıfatla niteleme] 1 olmadığına veya sâmilerin [dinleyen, işiten] iştiha [arzu, istek] ve istihsanlarının [beğenme, güzel bulma] fevkalâdeliğine işarettir.

281

تَجْرِى 1 Bahçelerin en güzeli, içinde suyu bulunanlardır. Bunların da en güzeli, içlerinden suları akanlardır. Bunların da en iyisi, akıntısı devamlı olanlardır. İşte cereyanın siga-i muzâri kıyafetinde zikredilmesi, o cereyanları tasvir etmekle, devamlı olduğuna işarettir.

مِنْ تَحْتِهَا 2 Hadravat (yeşillik) ve nebatat [bitkiler] içinde cereyan eden suların en iyisi, nebaan suretiyle bahçenin içinden çıkmakla yüksek köşklerin altından kendine mahsus terennümatıyla [dile getirme] geçen, eşcar [ağaçlar] ve nebatata [bitki] dağılan sulardır. مِنْ تَحْتِهَا kelimesi, bu kısım sulara işarettir.

اَلْاَنْهَارُ 3 Suların çokluğu, bahçelere daha ziyade menfaat, revnak [parlaklık, güzellik, tazelik, letafet, süs] ve güzellik verir.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] küçük küçük arklardan tecemmu [bir araya gelip toplanma] eden nehirler, daha güzel manzaraları teşkil eder. Bilhassa suları berrak, zülâl, [saf, berrak su] tatlı, soğuk olursa, fevkalâde bir kıymet, bir lezzet veriyor. İşte اَلْاَنْهَارُ kelimesi, cem’iyle, [bir araya gelme] târifiyle, maddesiyle bu çeşit sulara işaret eder.

﴾ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ * 4 ﴿

Bu büyük cümle, çok küçük küçük cümleleri tazammun [içerme, içine alma] etmiştir. Evet, bu cümle, mâkabliyle [önceki, öncesi] bağlı değildir; müste’nifedir, vazifesi mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] bir suali cevaplandırmaktır. Mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] sual ise, sekiz sualin memzuç [karışmış, karışık] ve mâcunudur. Şöyle ki:

282

Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki iman edenler ve amel-i salih [Allah için yapılan iyi işler] işleyenler, Cennet gibi yüksek bir meskenle tebşir [müjdeleme] edildiler, birdenbire sâmiin [dinleyen, işiten] zihnine geldi:

“Acaba o meskende rızık olacak birşey var mıdır?

Varsa, o rızık nereden hasıl olur ve nereden gelir?

O rızıklar o Cennetten hasıl olduğu takdirde, nesinden neş’et [doğma] ediyor?

Semeratından [meyve] meydana gelirlerse, dünya semeratına [meyve] benzerler mi?

Benzediği takdirde, birbirine de benzerler mi?

Birbirine müşabih [benzer] olurlarsa, tatları bir midir, yoksa ayrı ayrı mıdır?

Tatları muhtelif olduğu takdirde, koparıldıkları zaman yerleri boş mu kalır, yoksa derhal dolar mı?

Tebeddül [başkalaşma, değişme] ettikleri takdirde, devamlı mıdırlar? Devamlı iseler, onları yiyenler sevinirler mi? Sevindikleri zaman ne derler?

Arkadaş! Bu sualleri avucuna koy. Ben de bu cümleleri açar, içlerine bakarım. Sen de dikkat et, bakalım mutabık olacak mıdır?

كُلَّمَا kelimesi, devam ve tahkike [araştırma, inceleme] delâlet eder.

رُزِقُوا 1 sîga-i mâzisiyle, vukuunun tahakkukuna [gerçekleşme] delâlet ettiği gibi, maddesiyle de dünyadaki rızıklarını ihtar eder. Ve bina-i meçhul sigasıyla zikri, o rızkda meşakkatin bulunmamasına ve onların (ağalar ve beyler gibi) rızıkları ayaklarına geldiğine delâlet eder.

مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ 2 denilmektense مِنْ ثَمَرَاتِهَا 3 denilmiş olsaydı, daha muhtasar [kısa] ve daha güzel olurdu. Fakat mezkûr [adı geçen] suallerden iki suale cevap olduğundan, مِنْهَا ayrı, مِنْ ثَمَرَةٍ 4 ayrı söylemek icap [gerekli kılma] etmiştir.

283

مِنْ ثَمَرَةٍ 1 ‘deki tenkir, [belirsiz kılma] tâmimi [genelleştirme, yayma] ifade ettiği cihetle, Cennetin bütün semereleri [meyve] rızık olmaya şâyân olduğuna işarettir.

رِزْقًا 2 kelimesinin tenkiri [belirsiz kılma] ise, açlığı gidermek için yediğiniz, gördüğünüz rızık olmadığına işarettir.

قَالُوا tefâul bâbının [kapı] mânâsı olan şirketi andırıyor. Yani, “O rızkın acip keyfiyetinden ettikleri taaccüp ve istiğrabı [garip görme] birbirine söylemeye başladılar.”

هٰذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ 3 Bu cümlede mübhem bırakılıp beyan edilmeyen rızık kelimesinin dört mânâya ihtimali vardır.

Birincisi: Rızıktan maksat, amel-i sâlihtir. Yani, “Bu dâr-ı dünyada [dünya yurdu] rızık olarak bize nasip kılınan, amel-i salih, [Allah için yapılan iyi işler] yani, şimdi yediğimiz rızıklar dünyada yaptığımız amel-i salihin [Allah için yapılan iyi işler] neticesidir.” Yani amel ile ceza arasında o kadar ittisal [bağlanma; bağlantı, ilişki] (bağlılık) vardır ki, sanki dünyadaki amel, âhirette tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] edip sevap kesilmiştir. Onların sevinçleri, bu noktadan hasıl olmuştur.

İkincisi: Rızıktan maksat, dünyanın taam [gıda, yiyecek] ve yemekleridir. Yani, “Dünyada rızık olarak bize verilen taamlar, bunlardır. Amma zevkleri, tatları arasında dağlar kadar fark vardır.” İşte onların istiğrapları [şaşırma, hayret etme] bu noktadandır.

Üçüncüsü: Bu semereler, [meyve] biraz evvel yediğimiz semereler [meyve] gibidir, ama suretleri bir, mânâları, tatları ayrıdır. Demek sureten, [görünüş itibarıyla] şeklen bir olduklarından ülfet lezzetini veriyor, tatlarının ayrı olmasıyla de teceddüd [yenileme] lezzeti hâsıl oluyor. İşte sevinçleri bu noktadandır.

Dördüncüsü: Hemen şimdi yediğimiz meyveler, bu dallardaki meyvelerdir. Demek bir meyve koparıldığı zaman, yeri boş kalmıyor, derhal yerine bir meyve peyda oluyor. İşte bundandır ki, Cennetin meyvelerinde noksaniyet olmuyor.

﴾ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا 4 ﴿ Bu cümle, itiraziyedir. Yani, yeni bir hükmü ifade

284

etmek için zikrine lüzum olmadığı halde, هٰذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ 1 cümlesindeki hükmü tasdik ve illetini [asıl sebep] beyan etmek üzere, evvelki cümleye bir zeyil [ilave, ek] ve bir fezleke [hülasa, öz] olarak zikredilmiştir.

Bina-i meçhul sigasıyla اُتُوا 2 nün zikredilmesi, ehl-i Cennetin işleri, hademeleri tarafından görülmekte olduğuna işarettir.

مُتَشَابِهًا 3 Yani zahiren ve şeklen bir olduğundan, ülfet lezzetini veriyor; bâtınen ve taâmen de ayrı olduğu cihetle, teceddüd [yenileme] lezzetini veriyor. Bu itibarla مُتَشَابِهًا kelimesi, her iki lezzeti ima ediyor.

﴾ وَلَهُمْ فِيهَۤا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ 4 ﴿ Bu cümle اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى …الخ 5 cümlesine atıftır. Atfın tarafeyni arasında lâzım olan münasebetin iktizasınca, [bir şeyin gereği] takdir-i kelâm şöyle olsa gerektir: “Onlar, kendi cisimleri için bir meskene muhtaç oldukları gibi, kadınları için de bir meskene muhtaçtırlar.”

لَهُمْ kelimesi ihtisası ifade ettiği cihetle, o ezvacın, onların mülkü ve onlara mahsus olduklarına delâlet ettiği gibi, dünya kadınlarından başka حُورٌ عِينٌ 6 ile tâbir edilen bir kısım kadınlar da onlar için yaratılmış olduğunu îmaen gösteriyor.

فِيهَا Cennet, o kadınlara zarf ve mesken olduğundan anlaşılır ki, o kadınlar, o

285

yüksek Cennete lâyıktırlar ve aynı zamanda Cennet derecelerinin yüksekliği nisbetinde onların hüsünleri [güzellik] de yükseliyor.

Ve keza, Cennetin de onlarla müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] olduğuna gizli bir ima vardır.

مُطَهَّرَةٌ 1 tef’îl bâbından [kapı] ism-i mef’ul [gr. bir iş, oluş ve hareketin kendisine yapıldığı veya tesir ettiği şeyi gösteren kelimedir, meselâ] olduğundan, her halde tathir [temiz tutma, temizleme] edici bir fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] vardır. O fail de, ancak yed-i kudrettir. [Allah’ın kudret eli] Binaenaleyh, yed-i kudretin [Allah’ın kudret eli] tathir [temiz tutma, temizleme] ve tenzih [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] ettiği kadınların tavsifleri [bir sıfatla niteleme] kabil [mümkün] değildir.

Ve keza, مُطَهَّرَةٌ kelimesi müteaddî olduğuna nazaran, o kadınların taharetleri [temizlik] kendilerinden olmayıp, başkasından onlara sirayet [bulaşma] etmiş olduğu anlaşılır. Binaenaleyh, dünya kadınları da Cennete girdikten sonra, bir tetahhur ve tasfiye ve tasaykul ameliyatıyla, güzellikte hurilerin derecelerine çıkacaklarına delâlet eder.

﴾ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ ﴿ Yani, “Onlar da, ezvacları da, Cennet de, Cennetin lezaizi [lezzetler] de hep ebedîdirler.”