KASTAMONU LAHİKASI – 100-111. Mektuplar (181-202)

181

– 99 –

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] kuvvetli arkadaşım,

Bu defa kahraman Tâhir’i umumunuz namına gördüm ve onda, bir Lütfi, bir Hafız Ali, bir Hüsrev ve bir Said (fakat genç Said) müşahede ettim. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] çok şükrettim. Bu defa onun kokusunu alıp, o daha gelmeden benim yanıma gelen komiser ve taharri [araştırma] adamları münasebetiyle, benden, talebeler tarafından sual edilen bir mesele, belki size de bir fâidesi var diye gönderildi.

– 100 –

Daimî hizmetinde bulunan Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] tarafından edilen bir suale cevaptır.

Sual: Bu kadar zaman hizmetinizde bulunuyoruz. Dünyaya, hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] ve siyasete dair bir alâkanızı, merakınızı görmedik. Daima iman ve âhiret dersinden başka bir meşgalenizi görmüyoruz. Öyle anlamışız ki, bu on sekiz senedir vaziyetiniz böyle imiş. Nedendir ki, Isparta’da hiç birşey yokken memleketi heyecana getirip sizi mahkemeye verdiler? Ve yüz arkadaşınızı, dört ay mahkeme tahkikatı [araştırma, inceleme] neticesinde dünyayla, siyasetle alâkaya dair hiçbir şey bulamadılar. Yalnız kendilerini ve mahkemelerini ebedî mahcup edecek bir bahane buldular ve yüzden, yalnız beş on adama beş altı ay ceza verdiler.

Hem burada altı seneden ziyade karakolun nezareti ve nazarı altında oturduğun odanın pencereleriyle daima senin her vaziyetin karakolca görüldüğü halde, bundan iki üç ay evvele kadar her vakit gizli, âşikâre seni tarassut, [baskı ve gözetim altında tutma] kaç defa taharri [araştırma] etmeleri, dostları senden kaçırmak için tahkikatlarla [araştırma, inceleme] sana en mühim ve karışık bir siyasetçi gibi bakmaları nedendir? Biz bundan hem müteessir, [etkileme, tesiri altında bırakma] hem mütehayyiriz. [hayrete düşen] Ancak iki üç aydır yanınıza serbest gelebiliyoruz. Evvel de korkarak, gizli gelebilirdik. Bu meseleyi bize izah et.

Elcevap: Ben de sizin gibi, belki sizden çok ziyade bu vaziyetten hem hayret, hem taaccüp ediyordum. Bu sualinizin izahlı cevabı, Yirmi Yedinci Lem’a [parıltı] olan mahkemeye karşı müdafaat lem’asıyla, [parıltı] On Altıncı Mektup risalesidir. Şimdilik kısaca bir iki esas beyan ediyorum.

182

Birincisi: Âsâyişi temin ve idare memurları, inzibat [âsayiş, düzen] polisleri ve komiserleri bize ve mesleğimize karşı değil tevehhümkârâne [kuruntu] taarruz ve evhama düşmek, belki himayetkârâne [koruyarak] teşvik ve teşci [cesaretlendirme] etmek, vazifelerinin muktezasıdır. [bir şeyin gereği] Çünkü, onların vazifelerinin temel taşı hürmet, merhamet, helâl-haramı bilmekle itaat düsturuyla [kâide, kural] hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] emniyet dairesinde cereyan edebilir.

Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] baktığı vakit, bu esasları temin ediyor. Neticesi de bilfiil görülmüş. Risale-i Nur’un en mühim merkezi Isparta ve Kastamonu olduğundan sair memlekete nispeten, zabıta memurları insafla dikkat etseler, Risale-i Nur’un onlara parlak yardımını görecekler.

Hem talebelerinde bu kadar kesret [çokluk] ve kuvvet ve hak ellerinde bulunduğu halde, âsâyişe hiçbir zararı dokunmadığını ve talebelerden bin adam, on adam kadar hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] zarar vermediklerini, kalbi bozuk olmayan görür. Bu meselenin sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] budur ki:

Âlem-i insaniyette [insan âlemi] ve İslâmiyette üç muazzam mesele olan, iman ve şeriat ve hayattır. İçlerinde en muazzamı iman hakikatleri olduğundan, bu hakaik-i imaniye-i [iman hakikatleri, esasları] Kur’âniye başka cereyanlara, başka kuvvetlere tâbi ve âlet edilmemek ve elmas gibi o Kur’ân’ın hakikatleri, dini dünyaya satan veya âlet eden adamların nazarında cam parçalarına indirmemek ve en kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve en büyük vazife olan imanı kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için, Risale-i Nur’un has ve sadık talebeleri, gayet şiddet ve nefretle siyasetten kaçıyorlar.

Hattâ sizin bu kardeşiniz—siz de bilirsiniz—bu on sekiz senedir, o kadar muhtaç olduğum halde siyasete, hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] temas etmemek için hükûmete karşı birtek müracaatım olmadığını ve bu sekiz dokuz aydır, küre-i arzın [yer küre, dünya] bu herc ü mercinden [karışıklık, dağınıklık] birtek defa ne sual ve ne de merak etmek ve ne de anlamak ve ne de medâr-ı sohbet etmediğimi, hattâ şimdi sulh olmuş mu, harp bitmiş mi, İngiliz ve Alman’dan başka kimler harp ediyor, bilmediğimi biliyorsunuz.

Hem herkesi geveze ve sersem eden ve üç seneden beri odamdan işitilen radyoyu, iki defadan başka ne dinlediğimi ve ne de sorduğumu, benimle beraber olan sizler biliyorsunuz. Bu derece bu vaziyetlere karşı alâkasız ve lâkayt [duyarsız] bir

183

adamın tâkip ettiği mesleğe taarruz eden ve evhama düşüp tarassutla [baskı ve gözetim altında tutma] sıkıntı veren, ne derece insaftan uzak düştüğünü en insafsız da tasdik eder.

İkinci esas: Ey kardeşlerim, sizler biliyorsunuz ki, bizim mesleğimizde benlik, enaniyet, şan ü şeref perdesi altında makam sahibi olmaktan, öldürücü zehir gibi ondan kaçıyoruz. Onu ihsas [hissettirme] eden hâlâttan [durumlar, haller] şiddetle ictinap [meyve toplamak] ediyoruz. Elbette, burada, altı yedi sene gözünüzle ve yirmi seneden beri tahkikatınızla [araştırma, inceleme] anlamışsınız ki, ben şahsıma karşı hürmet ve makam vermek istemiyorum. Sizleri o noktada şiddetle tekdir [azarlama] etmişim. “Benim haddimden fazla mevki vermeyiniz” diye sizden darılıyorum. Yalnız, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur hesabına, ben de onun bir şakirdi [talebe, öğrenci] olmak haysiyetiyle, ona tasdikkârâne teslimi ve irtibatı, şâkirâne [şükreder bir şekilde] kabul ediyorum. İşte bu derece enaniyetten ve benlikten, şan ü şeref namı altındaki riyakârlıktan kaçmayı düstur-u hareket [hareket etme kanunu, kuralı] ittihaz [edinme, kabullenme] eden adamlara karşı ehl-i hükûmetin, [yöneticiler, hükûmette olanlar] ehl-i idare [idareciler, yöneticiler] ve zabıtanın evhama düşmeleri ne kadar mânâsız ve lüzumsuz olduğunu divaneler de anlar.

Said Nursî

– 101 –

Aziz, sıddık, sebatkâr [sebat eden] kardeşlerim,

Musibetzedelerin mânevî galebesi [üstün gelme] beraati, değil yalnız sizleri ve bizleri, belki bu memleketteki bütün ehl-i imanı [Allah’a inanan] sevindirir bir mahiyettedir. Çünkü Risale-i Nur’un hürriyetine meydan açtı. Şimdiye kadar, müsadere tevehhümüyle [kuruntu] pek çok ihtiyata [dikkat, tedbir] mecbur olmuştuk. Bu on sekiz senede ve bilhassa buradaki altı senede, risaleleri gizlemek hususunda pek çok zahmet çektim ve daima endişe ederek azap çekiyorduk.

Cenâb-ı Hakka, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Risale-i Nur’un hurufatı adedince hamd ü senâ ve şükür olsun ki, bu defa mânevî galebesiyle [üstün gelme] o zâlimâne ve zulmetkârâne perdeyi parçaladı; az

184

bir zahmetle büyük bir ücret ve geniş bir fütuhata [fetihler, yayılmalar] zemin hazırladı. Ve bu iki ay tevakkuf [durağan olma] müddeti, aynen hapsimiz hâdisesi gibi, başka bir tarzda, daha geniş bir dairede Risale-i Nur’un intişarına [açığa çıkma, yayılma] vesile oldu. Sizleri ve bilhassa musibetzedeleri ve hususan Hafız Mehmed’i tebrik ediyoruz ve geçmiş olsun deriz.

Bir Tesettür Risalesiyle [24. Lem’a örtünmeyle ilgili olan kitapçık] yüz adamı yüz gün tevkif eden ve onun gibi yüzer risalelerle birtek adamı, bir gün tevkif edemeyen bir mahkemeye hükmedip galebe [üstün gelme] çalan, sizlerin harika sadakatiniz ve fevkalâde ihlâsınız ve sarsılmaz metanetiniz [gayret, kararlılık] ve kuvvetli tesanüdünüz [dayanışma] olduğunu bizde kat’iyet kesb [elde etme, kazanma] etti, şüphemiz kalmadı. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizden ebeden razı olsun. Âmin.

– 102 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Seksen küsur sene bir ömr-ü mânevîyi sizlere kazandıracak olan şuhur-u selâse-i [üç aylar] mübarekeyi ve bilhassa bu geceki leyle-i Regaibi [Regaib Gecesi; Receb ayının ilk Cuma gecesi] tebrik ediyoruz. Sizin beraatiniz ve mânen galebeniz [üstün gelme] zâlimleri şaşırttı. Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanâne taarruzdan vazgeçip, dostâne hulûl [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için memuriyet gibi bir meşgale buluyorlar, veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada, o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz, bir cihette daha zararlı görünüyor.

Saniyen: [ikinci olarak] Burada, Lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıfı, [bölüm, kısım] Otuzuncu Lem’a‘nın [parıltı] ism-i Adl [Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi] ve Hakem [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] Nükteleri, [derin anlamlı söz] Tabiat Lem’ası hâtimesine [son] kadar, Âyetü’l-Kübrâ‘nın, [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] “Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren herbir misafir…” diye başlayan Birinci Makamın başından

185

ilham, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] vahiy mertebeleri hariç kalıp, tâ On Sekizinci Mertebe olan kâinatın hudus hakikatı, tâ imkâna kadar, yeni hurufla, [harfler] bir ihtar-ı mânevîyle izin verdik. Daktilo (el makinası) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla [harfler] ehl-i inkâra on ikilik top güllesi gibi atabilirsiniz.

Ben, bu sene çok zaif ve ihtiyar ve âciz bir halde bulunduğumdan, genç kardeşlerimden mânevî muavenetlerini [yardım] bu mübarek şuhur-u selâsede [üç aylar] rica [ümit] ediyorum. Herbirisine birer birer selâm ve dâreynde selâmetlerine dua ediyoruz.

Said Nursî

– 103 –

Bu mektup gayet ehemmiyetlidir.

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bugünlerde, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih [Allah için yapılan iyi işler] esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab [kaçınma] etmek; ve amel-i salih, [Allah için yapılan iyi işler] emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, [zararları, kötülükleri defetme, kötülüğe engel olma] celb-i nef’a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] olup büyük bir rüçhaniyet [üstünlük] kesb [elde etme, kazanma] etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin [Allah için yapılan iyi işler] ihlâsla muvaffakiyeti [başarı] pek azdır.

Hem, az bir amel-i salih, [Allah için yapılan iyi işler] bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.

Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih [Allah için yapılan iyi işler] var. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takvâ, böyle zamanlarda,

186

binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, [kaçınma] az bir amelle, yüzer günah terkinde, yüzer vacip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mâl-i salihadır. [Allah için yapılan iyi işler]

Risale-i Nur şakirtlerinin, [öğrenci] bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat[hayat tarzı] içtiamiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takvayla ve niyet-i içtinabla yüzer amel-i sâlih işlenmiş hükmündedir. Malûmdur ki, bir adamın bir günde harap ettiği bir sarayı, yirmi adam, yirmi günde yapamaz ve bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak lâzım gelirken; şimdi, binler tahribatçıya mukabil, Risale-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve tesiratı pek harikadır. Eğer bu iki mütekabil [karşılıklı] kuvvetler bir seviyede olsaydı, onun tamirinde mu’cizevâri muvaffakiyet [başarı] ve fütuhat [fetihler, yayılmalar] görülecekti.

Ezcümle: Hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] idâre eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde, gayet elîm ve biçare ihtiyarlar, peder ve valideler hakkında dehşetli neticeler veriyor.

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür ki, Risale-i Nur, bu müthiş tahribata karşı girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneynin [Hz. Zülkarneyn (a.s.) tarafından yaptırılan set] tahribiyle Ye’cüc ve Me’cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi, şeriat-ı Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’tan getirdiği İslâm dini] (a.s.m.) olan sedd-i Kur’ânî’nin [Kur’ân seddi] tezelzülüyle ve Ye’cüc ve Me’cücden daha müthiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada [bozma] başlıyor.

Risale-i Nur’un şakirtleri, [öğrenci] böyle bir hâdisede mânevî mücahedeleri, [Allah yolunda cihad etme] inşaallah [Allah dilerse] zaman-ı Sahâbedeki gibi, az amelle, pek büyük sevap ve a’mâl-i sâlihaya medar [kaynak, dayanak] olur.

Aziz kardeşlerim, işte böyle bir zamanda, bu dehşetli hâdisâta karşı, ihlâs kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz, iştirâk-i a’mâl-i uhrevî düsturuyla [kâide, kural]

187

birbirimize kalemlerle, herbirinin a’mâl-i saliha [Allah için yapılan iyi işler] defterine hasenat yazdırdıkları gibi; lisanlarıyla, herbirinin takvâ kalesine ve siperine kuvvet ve imdat göndermektir. Ve bilhassa fırtınalı tehacüme [her taraftan hücum etme] hedef olan bu fakir ve âciz kardeşinize, bu mübarek şuhur-u selâsede [üç aylar] ve eyyâm-ı meşhurede yardıma koşmak, sizin gibi kahraman ve vefadar ve şefkatkârların şe’nidir. [belirleyici özellik] Bütün ruhumla bu imdad-ı manevîyi sizden rica [ümit] ediyorum. Ve ben dahi, iman ve sadakat şartıyla, Risale-i Nur talebelerini bütün dualarıma ve manevî kazançlarıma, yirmi dört saatte, iştirak-i a’mâl-i [sevap kazandıran işlerde ortaklık] uhreviye düsturuyla, [kâide, kural] bazan yüz defadan ziyade “Risale-i Nur talebeleri” ünvanıyla hissedar ediyorum.

Said Nursî

– 104 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Dün, Emin, bu havaliye gelen bir kolordu münasebetiyle, istemediğim ve Rusun harbe devamını bilmediğim halde, Rusya’nın Kafkasla ittisali [bağlanma; bağlantı, ilişki] kesilmesini söyledi. Ben, onun sözünü kesip susturduğum halde, kalbim ehemmiyetle bir alâka gösterdi.

Sonra, bugün namazda ve tesbihatında iken, mânevî tarzda denildi ki:

Küre-i arzda [yer küre, dünya] çarpışan, mücadele eden cereyanlardan herhalde birisi İslâmiyete ve Kur’ân’a ve Risale-i Nur’a ve mesleğimize taraftar olacak; bu noktadan ona karşı bakmak gerektir. Bakmamak için bir iki mektupda yazdığım sebepler çendan [gerçi] kalbe, akla kâfidir; fakat meraklı ve hevesli olan nefse kâfi gelmiyor diye kalbime geldi. Aynen tesbihatta ihtar edildi ki:

Ehemmiyetli sebebi ise: Bakmakta bir tarafa tarafgirlik hissi uyanır; tarafgir nazarı, taraftar olduğu taraf cereyanın kusurunu görmez, zulmüne rıza gösterir, belki alkışlar. Halbuki küfre [inançsızlık, inkâr] rıza, küfür olduğu gibi, zulme razı olmak dahi zulümdür.

188

Elbette zemin yüzünde bu dehşetli düelloda semavatı ağlatacak zulümler ve tahribat oluyor. Çok mâsum ve mazlumların hukukları kayboluyor, mahvoluyor. Mimsiz, gaddar medeniyetin zâlimâne düsturu [kâide, kural] olan, “Cemaat için fert feda edilir; milletin selâmeti için cüz’î [ferdî, küçük] hukuklara bakılmaz” diye, öyle dehşetli bir zulüm meydanı açmış ki, kurûn-u ûlâ vahşetlerinde de emsali vuku bulmamış. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] adalet-i hakikiyesi, [gerçek adalet] bir ferdin hakkını cemaate feda etmez; “Hak haktır; küçüğe, büyüğe, aza, çoğa bakılmaz” diye kanun-u semavî ve hakikî adalet noktasında Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] gibi hakikat-i Kur’âniyeyle [Kur’ân’ın hakikati] meşgul adamlar, zaruret olmadan, lüzumsuz, yalnız hevesli bir merak için, netice itibarıyla fâidesi bulunan ve netice daha gelmeden evvel lüzumsuz bakmak ve zâlimâne tahribatlarını alkışlamak suretiyle İslâmiyet ve Kur’ân lehine hizmet edeceği o cereyanın harekâtını fikren takip etmekle meşgul olmak münasip olmadığı için, nefis de, akıl ve kalbe tâbi olup merakını bırakmış diye anladım.

İkinci mesele: Risale-i Nur’un Isparta’da kat’i galebesi, [üstün gelme] zındıkları şaşırttı. Fakat bazı mütemerrid [inatçı] ve muannid [inatçı] ve ölen herifin ruh-u habîsi hükmünde bazı zındıklar, o mağlûbiyete karşı gelmek fikriyle, baştan aşağı kadar Kur’ân ve Peygamber (a.s.m.) aleyhinde, fakat perde altında, aynen münazara-i şeytaniye bahsinde, hizbü’ş-şeytanın Peygamber (a.s.m.) ve Kur’ân hakkında mesleklerince söyledikleri tâbirâtı [tabirler, ifadeler] başka bir tarzda o zındık herif istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmiş. Onun gibi Yahudi, mütemerrid [inatçı] ve dinsiz feylesoflarından ve Avrupanın zındıklarının eskiden beri Kur’ân ve Peygamber’in (a.s.m.) hâlâtından [durumlar, haller] medâr-ı tenkit buldukları noktaları, bu İslâm ismi altındaki zındık, kurnazcasına, safdil [saf kalbli, kolay aldanan] Müslümanlara ve Risale-i Nur’u görmeyenlere dinlettirmek ve göstermek için öyle bir tarzda gitmiş ve küfrünü [inançsızlık, inkâr] gizlemeye çalışmış ki, şeytanette, [şeytanlık] şeytandan ileri gitmiş; beni çok müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etti.

189

Kardeşimiz Sabri’nin mektubunda, muannid [inatçı] mülhidlerin, [dinsiz] Risale-i Nur’un cereyanına karşı kurdukları çürük ve vâhi [zayıf, önemsiz] hud’aları, [hile, aldatma] “örümcek ağı ve yuvası gibi kuvvetsiz; ve o şeytanet [şeytanlık] perdeleri, kıymetsiz ve mukavemetsizdir. [karşı konulmaz, direnilmez] Risale-i Nur’a karşı yırtılır ve yırtılacak” dediği gibi, bu zındık ve muannid [inatçı] ve mütemerrid [inatçı] ve ölen herifin ruh-u habîsi olan zındığın yazdığı ve zâhiren Müslümanlara Türkçülük lehinde, [tarafında] fakat hakikatte Kur’âniye ve Peygamber’in (a.s.m.) azamet ve haşmet-i mâneviyelerini kırmak ve hiçe indirmek ve âdileştirmek niyetiyle yazılan bu matbu eserde, Mu’cizat-ı Kur’ân ve Mu’cizat-ı Ahmediyeye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) karşı, örümcek ağı da olamaz, parçalanır. Fakat binler teessüf [eseflenme, üzülme] ki, Risale-i Nur’u görmeyenlere kat’î zarar verdiği gibi, Risale-i Nur’u görenler de merak edip, “Acaba ne var?” demekle, sâfi kalblerini bulandırır. Lâakal, [en az] vesvese ve evham verir.

Risale-i Nur’un kahraman şakirtleri [öğrenci] böyle şeylere karşı müteyakkız [uyanık ve dikkatli] davranmak ve faaliyetlerini ziyadeleştirmek lâzım geliyor. Fena şeyle zihnen meşgul olmak da fena olduğu için kısa kesiyorum. Sakın ona ehemmiyet vermekle halkları meraklandırıp baktırılmasın. Belki ehemmiyetsiz, dinsizcesine, yalnız esmâ-i mübareke [Allah’ın yüce, bereketli isimleri] ve âyât-ı mübarekenin bazı meâli içinden hariç kalmak itibarıyla, ehemmiyetsiz bir paçavradır bilinsin. Bu herifin ne derece haddinden tecavüz ettiğini bu temsilden anlayınız: Meselâ, çok uzak bir mecliste, mütehassıs ve müdakkik [dikkatli] âlimlerin okudukları ve tetkik ettikleri bir kitaba ve ders aldıkları bir zâta, pek uzak bir mesafede bakmak isteyen ve görmeyen bir ebleh, [ahmak] o âlimlerin aksine hüküm verip onları tenkit eden, divanece hezeyan [boş söz, saçmalama] eder.

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ehl-i imanı [Allah’a inanan] ve Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] böylelerin şerrinden muhafaza eylesin. Âmin.

Said Nursî

190

– 105 –

Aziz kardeşlerim,

Sizin fevkalâde sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve ihlâsınızın galebesi [üstün gelme] ve o musibeti def’inden sonra, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] cepheyi değiştirdi. Zındıkanın desiseleriyle, [hile, aldatma] bu havalide bizlere karşı perde altında maddî ve manevî tahşidatı [kuvvetlendirme, destekleme] başlamış; gayet dikkatle ve şeytancasına şakirtlerin [öğrenci] hakikî kuvvetleri olan tesanüdü [dayanışma] bozmaya çalışıyorlar. Sizlere risaleleri iade ettikleri halde, kurnazcasına dolaplar çevriliyor. Biz, sizin bir şubeniz hükmünde olduğumuz halde, bizi asıl ve merkez telâkki [anlama, kabul etme] ettiklerinden, daha ziyade desiseleri [hile, aldatma] bize karşı istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediyorlar. Hafız-ı Hakikî Cenâb-ı Haktır. [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] İnşaallah hiçbir zarar edemeyecekler. Fakat bu şuhur-u mübârekenin eyyam ve leyâli-i mübarekesinde hâlis dualarınızla bize yardım ediniz. Birşey yok; fakat mümkün oldukça ihtiyat[dikkat, tedbir] ve dikkatli olunuz. Hazret-i Ali radıyallahü anh ve Gavs-ı Geylânî kuddise sirruhu gibi kahramanların mânevî teminatı قُلْ وَلاَ تَخَفْ 1 ve وَلاَ تَخْشَ 2 hitapları, bize her vakit cesaret ve kuvve-i mânevî [mânevî kuvvet] veriyor.

Kâtip Osman’ın mektubunda, kahraman Rüştü’nün bahadır biraderi Burhan‘ın, [delil] risalelerin kurtulmasına çok hizmet ettiğini yazıyor. Zaten o cesur kardeşimizin eskiden de bu çeşit hizmetleri vardı. Hem ona, hem Risale-i Nur’un kurtulmasına çalışanlara ve medhali bulunanlara, hattâ mahkeme reisine ve insaflı âzâlarına hem dua, hem teşekkür ediyoruz. Münasip görülse, mahkeme reisine hususî teşekkürümüzü beyan edersiniz.

• • •

191

– 106 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَۤائِقِ هٰذِهِ الشُّهُورِ الثَّلاَثَةِ * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Sizin geçmiş leyle-i Mirac [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] ve gelecek leyle-i Beratınızı [Berat Gecesi] tebrik ediyoruz ve makbul dualarınızı rica [ümit] ediyoruz.

Saniyen: [ikinci olarak] Yirmi Beşinci Söz olan Mu’cizat-ı Kur’âniyenin nısf-ı âhiri, [son yarı] acelelik belâsıyla gayet mücmel [kısa, kısaca] kalmasına bedel, size evvelce yazdığım gibi, bazı lâhikaları onun âhirinde ilhak [ekleme] etmiştik. Şimdi en mühim bir parça, yirmi sene evvel tab [basma] edilen Lemeat‘ta [parıltılar] gördük. Onun da Mu’cizat-ı Kur’âniye zeyilleri [ilave, ek] içine derci [yerleştirme] pek münasip görüldü. Kahraman Tahirî’nin bana getirdiği bir nüsha Lemeat‘ı [parıltılar] çok kıymettar gördüm. Eğer bir nüsha daha o havalide varsa, siz de o parçayı nüshalarınızın âhirine yazarsınız. Zaten Lemeat, [parıltılar] kendisi de harikadır. Ramazan-ı Şerifte, yirmi gün zarfında, nesir bir surette, tekellüfsüz, [zahmetsiz] birden yazılmış. Sonra baktık, sehl-i mümteni [imkânsız birşeyi kolayca ifade etme] gibi bir nesr-i manzum ve bir nazm-ı mensur suretini almış. İçinde bu parça daha harikadır. Lemeat‘ta [parıltılar] o parçanın serlevhası: “İcazla beyan, i’câz-ı Kur’ân.” [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği]

Bir zaman rüyada gördüm ki: Ağrı Dağı altındayım. Birden dağ patladı, dağ gibi taşları âleme dağıttı, sarstı cihanı.

Bundan, tâ, “Tarz-ı nazar [bakış tarzı, şekli] ikidir. Biri zulmettar, diğeri ziyadar[ışıklı] serlevhasına kadar.

Eğer Lemeat [parıltılar] sizin elinize geçmemişse, o parçayı buradan size göndereceğiz.

192

Salisen: [üçüncü olarak] Hem lâtif, [berrak, şirin, hoş] hem güzel, zarif bir hâdiseyi söyleyeceğim. Bu memlekette Risale-i Nur’a, erkeklerden ziyade fedakârâne yapışan ihtiyar hanımlar ve ihtiyare [yaşlı kadın] hükmünde mâsume genç hanımlar, eski zaman sırmalı ve yaldızlı gelinlik cihazatının içinde kıymettar parçaları Risale-i Nur’un eczalarının ciltleri üstüne çekip, bütün risaleler altın yaldızıyla ciltlenmiş gibi bir tarza girdi. Risale-i Nur’un mânen güzelliğine ve Hüsrev ve Tahirî ve Alilerin ve Hasan Âtıf ve Âsım gibi kardeşlerimizin yaldızlı yazılarının cemaline, cildi üstünde de şirin bir güzellik daha ilâve ettiler. Hafız Ali’nin mektubunda yazdığı Ümmühan ve Şâhide değerinde, burada Risale-i Nur’a bütün kuvvetiyle çalışan çok hemşirelerimiz, var. Mesela: Âsiye, Sâniye, Ulviye, [yüce] Lütfiye, Aliye gibi Risale-i Nur’un şakirtleri, [öğrenci] oradaki hemşirelerine ve kardeşlerine selâm ve dua ediyorlar.

– 107 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَۤائِقِ شَهْرِ شَعْبَانَ وَرَمَضَانَ * 3

Aziz, sıddık, mübarek, metin [sağlam] kardeşlerim,

Sizin leyle-i Beratınızı [Berat Gecesi] ve gelen leyâli-i Ramazan-ı Mübarekenizi tebrik ederiz. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz binler şükür olsun ki, Risale-i Nur kendi kendine tevessü [genişleme, yayılma] ediyor. Her tarafta fütuhatı [fetihler, yayılmalar] var. Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] hileleri onu durdurmuyor; bilâkis çok dinsizler teslim-i silâh [silâhın teslim edilmesi, mücadeleden vazgeçme] ediyorlar. Hafız Ali’nin dediği gibi, korkuları pek ziyadedir. Şimdi, dinsizlik taassubuyla değil, korku cihetiyle ilişiyorlar. O korku, Risale-i Nur lehine dönecek inşaallah. [Allah dilerse]

193

Nur fabrikasının sahibi, bu defaki mektubundaki harika ve yüksek duası, onun fevkalâde ihlâs ve sadakatinin bir tereşşuhatı [belirti] nazarıyla baktığımızdan, bin derece haddimden ziyade hüsn-ü zannını [güzel düşünce] Risale-i Nur hesabına kabul edip, duasına âmin deriz. O Nur fabrikasının mektubu Hasan Âtıf’ın mektubuyla leyle-i Berat [Berat Gecesi] akşamında elimize geçti. O gecemize, bereketli ve mübarek bir tebrik nev’inde telâkki [anlama, kabul etme] eyledik…

– 108 –

Aziz kardeşlerim,

Bu mübarek Ramazan’da dahi, geçen Ramazan gibi, bu âciz ve zaif kadreşinize, mânevî ve uhrevî sa’y [çalışma] ve çalışmanızdan zekât miktarınca vermenizi ve onun hesabına bir miktar çalışmanızı ve ziyade hüsn-ü zannınızla [güzel düşünce] ona tahmil [yükleme] ettiğiniz ağır yüke o cihette yardımınızı pek çok rica [ümit] ederim.

Derd-i maişet [geçim derdi] sersemliğiyle, ekser halk âhiret işlerine ikinci derecede bakmalarından, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] istifade edip onları avlıyorlar. Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] kanaat ve iktisat düsturlarıyla [kâide, kural] bu manevî hastalığa da mukabele [karşılama; karşılık verme] ederler inşaallah. [Allah dilerse]

Umum kardeşlerimize ve hemşirelerimize birer birer selâm ve dua ederiz.

Said Nursî

194

– 109 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizin mübarek Ramazan-ı Şerifinizi tebrik ediyoruz. Cenab-ı Erhamürrâhimîn bu Ramazan-ı Mübarekenin hürmetine, Rahmeten lil-Âlemîn olan Resul-i Ekrem Aleyhassülâtü Vesselâmın ümmetine rahmetiyle imdat eylesin. Âmin. Âsâr-ı gadab-ı İlâhî olan âfât [afetler, musibetler] ve dalâletlerden [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] muhafaza eylesin. Âmin. Ve Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] neşr-i envâr-ı Kur’âniyede [Kur’ân’ın nurlarının yayılması] muvaffak eylesin. Âmin.

Hizbü’l-Âzam-ı Kur’ânînin gelmesini iştiyakla [arzu, istek] bekliyoruz.

Saniyen: [ikinci olarak] Hafız Ali’nin mektubunda, kahraman Süleyman Rüştü’nün gelmesini tebşir [müjdeleme] ediyoruz. Biz de ona, “Binler safalarla [zevk, keyif] geldin” deyip ve üç cihetle onu ve mâsumlarını tebrik ediyoruz. Ve Hasan Âtıf’ın, Demirci Mehmet namını verdiği bedevî kardeşimize yazdığı uzun mektubu buradaki kardeşlerimize ihlâs noktasında ehemmiyetli tesiri var. İhlâs Risalesinin [Risale-i Nur Külliyatında yer alan bir bölüm; Yirmi Birinci Lem’a] [parıltı] sırrını ve düsturlarını [kâide, kural] yerleştirmeye çalışması, bizi çok mesrur [mutlu] eyledi. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onun gibi hâlis kardeşleri çoğaltsın. Ve Âtıf’ın o mektubunda medrese-i Nuriyedeki [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] kahramanlardan kıymettar bir iki yüksek ihtiyarın Risale-i Nur’a parlak irtibatları bizi sürur [mutluluk] yaşıyla ağlattırdı.

195

Bu defa, evvelce size gönderilen gençler ikaznâmesinin bir tetimmesi [ek] olarak bu havalideki tehlikeli vaziyette bulunan gençlere bir ihtarname namında bir fıkra [bölüm] gönderiyoruz; tâ ki Risale-i Nur’un genç şakirtlerinin [öğrenci] gittikleri istikamet [doğru] ve iffet ve ittiba[tabi olma, uyma] sünnet-i seniye, gençlik noktasında ne kadar kıymettar bulunduğunu ve hakikî ve zevkli gençlik ise o tarzdaki bahtiyarların gençlikleri olduğunu bir kat daha ispat edip, hakikî genç Türkler kimler olduğunu göstersin.

Umum kardeşlerimize ve hemşirelerimize selâm ve dua ederiz. Ve mübarek dualarını bu mübarek Ramazan-ı Şerifte ve bire bin kazancı kazandıran eyyam ve leyâli-i mübarekede rica [ümit] ediyoruz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

– 110 –

(Bu defadan evvelce size gönderilen gençler ikaznamesinin bir tetimmesi) [ek]

Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih,bir ders, bir ihtarnâmedir

Birgün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak istediler Ben de, eskiden Risale-i Nur’dan medet isteyen gençlere dediğim gibi, onlara dedim ki:

Sizdeki gençlik kat’iyen [kesinlikle] gidecek. Eğer siz daire-i meşruada [dinin uygun gördüğü helâl daire] kalmazsanız, o gençlik zayi olup, başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette, kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye [İslâm terbiyesi] ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] sarf etseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.

Hayat ise, eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten

196

ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak, hazır zamanla [şimdiki zaman] beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve gaflete düşmüşse, hazır lezzetine, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler, o cüz’î [ferdî, küçük] lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.

Demek hayvandan yüz derece lezzet-i hayat [hayatın lezzeti] noktasında aşağı düşer. Belki ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı, bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında mâdumdur, [yok] ölmüştür; akıl alâkadarlığıyla ona zulümâtlar, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı [inanç] cihetiyle yine mâdumdur. [yok] Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, [ayrılık] mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyor. Eğer iman hayata hayat olsa, o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücut bulur; zaman-ı hazır [şimdiki zaman] gibi, ruh ve kalbine iman noktasında ulvî ve mânevî ezvâkı [zevkler, lezzetler] ve envâr-ı vücudiyeyi [varlık nurları; Rabbiyle olan bağdan ortaya çıkan varlık nurları, ışıkları] veriyor. Bu hakikatin, İhtiyar Risalesinde, Yedinci Ricada [ümit] izahı var; ona bakmalısınız.

İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini, zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. Hergün ve her yerde ve her vakit vefiyatların [vefatlar, ölümler] gösterdikleri dehşetli hakikat-i mevt ise, size—başka gençlere söylediğim gibi—bir temsil ile beyan ediyorum.

Meselâ, burada, gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş. Onun yanında bir piyango—fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren—dairesi var. Biz, buradaki on kişi, alâküllihal, [her durumda] ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar. Ve çağırma zamanı gizli olmasından, her dakika ya “Gel, idam [hiçlik, yokluk] ilâmını al, darağacına çık” veyahut “Gel, milyonlarla altını kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış. Gel, al” demelerini beklerken, birden kapıya iki adam geldi. Biri yarı çıplak, güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zahiren gayet tatlı, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor. Diğer biri de, aldatmaz ve

197

aldanmaz, ciddî bir adam, o kadının arkasından girdi. Dedi ki: “Size bir tılsım, bir ders getirdim. Bunu okursanız, o helvayı yemezseniz, siz o darağacından kurtulursunuz. Bu tılsımla o emsalsiz ikramiye biletini alırsınız. İşte, bakınız, bu darağacını da, zaten gözünüzle görüyorsunuz ki, bal yiyenler oraya gidiyor ve oraya girinceye kadar da o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar. Ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan [gerçi] görünmüyorlar ve zahiren onlar da o darağacına çıkıyorlar. Fakat onlar asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını, milyonlar, milyarlar şahitler var, haber veriyorlar. İşte, pencerelerden bakınız. En büyük memurlar ve bu işle alâkadar büyük zatlar yüksek sesle ilân ediyorlar, haber veriyorlar ki, o darağacına gidenleri aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] gözünüzle gördüğünüz gibi, bu ikramiye biletini tılsımcılar aldıklarını hiç şek [şüphe] ve şüphe getirmez, götürür gibi, gündüz gibi kat’î biliniz” dedi.

İşte, bu temsil gibi, zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] dairedeki gençliğin sefahetkârâne [yasak zevk ve eğlenceye düşkün olarak, beyinsizce] zevkleri, hazine-i ebediyenin [sonu olmayan hazine] ve saadet-i sermediyenin [sürekli devam eden mutluluk] bileti ve vesika[belge] olan imanı kaybettiği için, darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin musibetine, aynen zahiren göründüğü gibi düşer. Ve ecel gizli olduğu için, genç ihtiyar fark etmeyerek, her vakit ecel cellâdı başını kesmek için gelebilir.

Eğer o zehirli bal hükmünde olan hevesat-ı gayr-ı meşrua[dinin izin vermediği arzu ve istekler] terk edip, tılsım-ı Kur’ânî [Kur’ân’ın gayet tesirli, derin hakikatleri] olan iman ve ferâizi [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] elde etmekle o fevkalâde mukadderat-ı beşer [insanın kaderi; Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar] piyangosundan çıkan saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] hazinesi biletini alacağına, yüz yirmi dört bin enbiya1 [nebiler, peygamberler] aleyhimüsselâm ile beraber had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] ve ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] müttefikan [birleşerek] haber veriyorlar ve âsârını [eserler/asırlar] gösteriyorlar.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Gençlik gidecek. Sefahette [ahmaklık, beyinsizlik] gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat [israflar, savurganlıklar] ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere veya taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere veya mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı hâlinden, [hal dili] gençlik saikasıyla [sebebiyle]

198

israfat [israflar, savurganlıklar] ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, [inilti] eyvahlar cevabını işittiğiniz gibi, hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençlik saikasıyla [sebebiyle] gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini [eseflenme, üzülme] işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] ehl-i keşfü’l-kuburun [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] müşahedesiyle ve bütün ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] tasdikiyle ve şehadetleriyle, ekser azaplar, gençlik suiistimalâtının [kötü kullanımlar] neticesi olduğunu bileceksiniz.

Hem nev-i insanın [insan türü, insanlık] ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette, ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] ile esefler, [üzüntü, acı] hasretlerle “Eyvah, gençliğimizi bâd-ı heva, [boşu boşuna, faydasız] belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız” diyecekler. Çünkü beş on senelik gençliğin gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] azap ve zarar ve âhirette Cehennem ve sakar1 [cehennemin bir ismi] belâsını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde, اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ 2 sırrıyla, hiç acınmaya müstehak olamaz. Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bizi ve sizi bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin. Âmin.

– 111 –

Aziz, sıddık Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] kardeşlerim,

Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] zaif kısımlarına zarar veren, hatıra gelmeyen, ihtiyar bir zât tarafından bir itiraz münasebetiyle ve o gibi itirazların esasını kesecek bir hakikati beyan etmeye mecbur oldum. Evvelce birisine dediğim gibi bunu tekrar ediyorum.

Hem mucib-i taaccüp, hem medar-ı teessüftür ki, ehl-i hakikat, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ittifaktaki fevkalâde kuvveti zayi ettikleri ve ziya’ ile mağlûp oldukları halde, ehl-i nifak [iki yüzlü kimseler, münafıklar] ve dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] meşrebine [hareket tarzı, metod] zıt olduğu halde ittifaktaki ehemmiyetli kuvveti elde etmek

199

için ittifak ediyorlar. Yüzde on iken, doksan ehl-i hakikati [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] mağlûp ediyorlar. Ve en ziyade medar-ı taaccüp ve medâr-ı hayret [hayret veren] şudur ki:

En ziyade muavenet [yardım] ve teşvik beklediğimiz ve onlar da, o yardıma İslâmiyetçe ve meslekçe ve vazifeten mükellef oldukları bize yardımı yapmayıp, bilâkis, yanlış anlamasına binaen, Risale-i Nur’un hizmetine fütur [usanç] verecek mevki-i içtimaiyelerinin ehemmiyetine istinaden itiraz etmişler. Bir hakikate dair beyanata itiraz etmişler.

Ben bilmiyorum, hangi meseledir, hangi âyete dairdir. Olsa olsa, gayet mahrem kısmından olan Birinci Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] namında, İşârât-ı Kur’âniyeden bir meseleye dair olacaktır.

Bu âciz kardeşiniz, hem o eski dost zâta, hem ehl-i dikkate [dikkat sahibi insanlar] ve sizlere beyan ediyorum ki: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] feyziyle, Yeni Said, hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] dair o derece mantıkça ve hakikatçe burhanlar [delil] zikrediyor ki, değil Müslüman uleması, belki en muannid [inatçı] Avrupa feylesoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir.

Amma, Risale-i Nur’un kıymet ve ehemmiyetine işarî ve remzî bir tarzda, Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) ihbârâtı [haber vermeler] nev’inden, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] dahi bu zamanda bir mu’cize-i mânevîsi olan Risale-i Nur’a nazar-ı dikkati celb [çekme] etmesine mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasından rumuz [ince işaretler] ve imaları, i’câzının [mu’cize oluş] şe’nindendir [belirleyici özellik] ve o lisan-ı gaybın, [bilinmeyen ve görünmeyen âlemin dili] belâgat-ı mu’cizekârânesinin muktezasıdır. [bir şeyin gereği]

Evet, Eskişehir Hapishanesinde, dehşetli bir zamanda ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir tesellîye pek çok muhtaç olduğumuz hengâmda, [ân, zaman] mânevî bir ihtarla, “Risale-i Nur’un makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] dâir eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki

200

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ 1 sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur’ândır. Acaba, Risale-i Nur’u, Kur’ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?” denildi. O acip sual karşısında bulundum.

Ben de Kur’ân’dan istimdat [medet isteme] eyledim. Birden, otuz üç âyetin mânâ-yı sarîhinin [görünen mânâ, anlaşılan açık mânâ] teferruatı nev’indeki tabakattan, mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasında ve o mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne, [girme] medâr-ı imtiyazına [üstünlük, ayrıcalık sebebi] bir kuvvetli karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] bulunmasını, bir saat zarfında hissettim; ve bir kısmı, bir derece izah ve bir kısmını mücmelen [kısa, kısaca] gördüm. Kanaatimde hiçbir şek [şüphe] ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ben de, ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanını, Risale-i Nur’la muhafaza niyetiyle o kat’î kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede, biz demiyoruz ki, “âyetin mânâ-yı sarîhi [görünen mânâ, anlaşılan açık mânâ] budur;” tâ hocalar “Fihi nazarun” desin.

Hem dememişiz ki, “Mânâ-yı işârînin [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] külliyeti budur.” Belki diyoruz ki, mânâ-yı sarîhinin [görünen mânâ, anlaşılan açık mânâ] tahtında müteaddit [bir çok] tabakalar var; bir tabakası da, mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ve remzîdir. [ince işaret] Ve o mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] de, bir küllîdir; her asırda cüz’iyatları var. Risale-i Nur dahi bu asırda o mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasının külliyetinden bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medar-ı nazar [bakışları üzerinde toplayan] olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde [arasında] câri bir düstur-u cifrî [cifir ilmi kaidesi, kuralı] ve riyaziyle karineler, [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] belki hüccetler [delil] gösterilmişken, Kur’ân’ın âyetine veya sarahatine [açıklık] değil incitmek, belki i’câz [mu’cize oluş] ve belâğatine [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] itiraz edilmez. Ehl-i hakikatın, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] nihayetsiz işârât-ı Kur’âniyeden [Kur’ân’ın işaretleri] had ve hesaba gelmeyen istihracatlarını [çıkarma] inkâr edemeyen, bunu da inkâr etmemeli ve edemez.

201

Amma, benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab [garip görme] ve istib’ad [akıldan uzak görme] edip itiraz eden zât, eğer buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi çam ağacını halk eylemek azamet ve kudret-i İlâhiyeye [Allah’ın güç ve iktidarı] delil olduğunu düşünse, elbette bizim gibi acz-i mutlak [sınırsız güçsüzlük] ve fakr-ı mutlakta [sınırsız fakirlik] ve böyle ihtiyac-ı şedit zamanında böyle bir eserin zuhuru, “vüs’at-i rahmet-i İlâhiyeye [Allah’ın rahmetinin bolluğu, genişliği] delildir” demeye mecbur olur.

Ben, sizi ve muterizleri [itiraz eden] Risale-i Nur’un şeref ve haysiyetiyle temin ediyorum ki, bu işaretler ve evliyanın imalı haberleri, remizleri [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] beni daima şükre ve hamde ve kusurlarımdan istiğfara [af dileme] sevk etmiş. Hiçbir vakitte, hiçbir dakika, nefs-i emmareme [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] medar-ı fahr [övünç kaynağı] ve gurur olacak bir enaniyet ve benlik vermediğini, size bu yirmi sene hayatımın göz önünde tereşşuhatıyla [belirti] ispat ediyorum.

Evet, bu hakikatle berebar, insan kusurlardan, nisyandan, [unutkanlık] sehivden [hata, yanılgı] hâli [boş] değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış, risalelerde hatalar da olmuş. Fakat, Kur’ân’ın hurufât-ı kudsiyesinin yerine, beşerin tercümesini ikame perdesi altında, noksan huruflarla, yeni hat altında, tahrifkârâne, [tahrif ederek, bozarak] ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] tevilât-ı fâsideleri âyâtın sarâhatini [açıklık] incitmelerine bakmıyor gibi; biçare, mazlum bir adamın, kardeşlerinin imanını kuvvetleştirmek için, bir nükte-i i’câziyeyi [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair ince bir mânâ] beyan ettiği için, hizmet-i imaniyesine [iman hizmeti] fütur [usanç] verecek derecede itiraz, elbette değil öyle zâtlar, belki zerre miktarı insafı bulunan itiraz edemez.

Benim şahsım için mûcib-i hayrettir ki, o itiraz eden zât, benim silsile-i ilimde en mühim üstadım olan Şeyh Fehim‘in [anlama, kavrama] (k.s.) bir tilmizi [öğrenci] ve en ziyade merbut [bağlı] olduğum İmam-ı Rabbânî (r.a.)’ın bir talebesi olduğu halde, herkesten ziyade kusurlarıma, eski karışık hayatlarıma, taşkınlıklarıma bakmayarak bütün kuvvetiyle imdadıma koşmak lâzım iken, maatteessüf, [ne yazık ki] ondan tereşşuh [sızma/sızıntı] eden bir itiraz, bazı zaif arkadaşlarımıza fütur [usanç] ve ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] bir senet hükmüne geçtiğini çok

202

teessüfle [eseflenme, üzülme] işittik. O ihtiyar zâttan, çabuk bu su-i tefehhümü [kötü anlayış] izale [giderme] etmek için tamire çalışmasını, hem duasıyla, hem tesirli nasihatiyle yardımını bekleriz.

Bunu da ilâveten beyan ediyorum: Bu zamanda, gayet kuvvetli ve hakikatli milyonlar fedakârları bulunan meşrepler, [hareket tarzı, metod] meslekler bu dehşetli dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hücumuna karşı zâhiren mağlûbiyete düştükleri halde, benim gibi yarım ümmî ve kimsesiz, mütemadiyen tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] altında, karakol karşısında ve müthiş, müteaddit [bir çok] cihetlerle aleyhimde propagandalar ve herkesi benden tenfir [nefret ettirme] etmek vaziyetinde bulunan bir adam, elbette dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] karşı galibane mukavemet eden ve milyonlar efradı [bireyler] bulunan mesleklerden daha ileri, daha kuvvetli dayanan Risale-i Nur’a sahip değildir. O eser, onun hüneri olamaz ve onunla iftihar edemez. Belki, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesi, rahmet-i ilâhiye tarafından ihsan [bağış] edilmiştir. O adam, binler arkadaşıyla beraber o hediye-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hediyesi] el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur’un öyle parçaları var ki, bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yeminle temin ediyorum ki, Eski Said’in kuvve-i hafıza[bellek, hafıza duyusu] beraber olmak şartıyla, o on dakikalık işi, on saatte fikrimle yapamıyorum. O bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, [kabiliyet] zihnimle yapamıyorum. Ve o altı saatlik risale olan Otuzuncu Sözü, ne ben, ne de en müdakkik [dikkatli] dindar feylesoflar, altı günde o tahkikatı [araştırma, inceleme] yapamaz. Ve hâkezâ…

Demek, biz müflis [iflas etmiş] olduğumuz halde, gayet zengin bir mücevherat [kıymetli taşlar] dükkânının dellâlı [davetçi, ilan edici] ve birer hizmetçisi olmuşuz. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] fazl [cömertlik, fazladan nimet verme] ve keremiyle, [cömertlik] bu hizmette hâlisâne, muhlisâne [hâlis ve samimî bir şekilde] bizi ve umum Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] daim muvaffak eylesin. Âmin.

Said Nursî