KASTAMONU LAHİKASI – 80-99. Mektuplar (147-180)

147

– 80 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bütün ruh u canımla bayramınızı tebrik ederim. Ve bu bayramımı çok mübarekleştiren mübarek mâsumların ve muhterem ümmî ihtiyarların ve üstadlarının bu defa gönderdikleri kıymettar risaleleri beş cilt olarak güzelce ciltlettirdik, tanzim ettik. İnşaallah onlardan çok istifade edilecek. O mübarek mâsumların ve muhterem ümmîlerin mâsumane ve hâlisane yazdıkları risaleler, Risale-i Nur’un kerametine, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] yazıları da bir keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ilâve ettiğini ve en güzel yazılardan ziyade tesirli olduğunu hissediyoruz.

Hattâ Feyzi’nin güzelce ciltlettiği çocukların tevafuklu mecmuasını getirdiği vakit kuluncum ziyade ağrıyordu. Dedim: “Aman kardeşim, benim kuluncumu tut, pek ağrıyor.” Birden o mecmuayı açtık; baktım, birden öyle bir şifa oldu ki, kuluncumu unuttuk. Sonra tahattur [hatıra gelme] ettik, hayret ettik.

Hem o risaleleri yazanların isimlerini, hem yaşlarını, o beş mecmuanın başlarında medâr-ı ibret [ibret kaynağı] ve onlara dua ettirmek için derc [yerleştirme] edeceğiz. Onları ve hususan üstadlarını ve peder ve validelerini benim tarafımdan birer birer, hem bu hizmetlerini hem bayramlarını tebrik ediniz.

Hem Isparta hakkında benim büyük ümidimi fiilen ispat ettikleri için, bana büyük bir tesellî verdikleri için, ölünceye kadar minnettarlığımı onlara ve Mübarekler Heyetine ve medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] ve Nur ve Gül fabrikası sahiplerine tebliğ ediniz.

Namaz tesbihatının sırrına göre, nasıl ki namazdan sonra tesbih ve zikir ve tehlille [“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” mânâsındaki “lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme] bir hatme-i muazzama-i Muhammediye (a.s.m.) ve zikir ve tesbih eden ve rû-yi zemin [yeryüzü] kadar geniş bir halka-i tahmidat-ı Ahmediye (a.s.m.) dairesine tasavvuran ve niyeten girmek medâr-ı füyuzat olduğu gibi, ben ve biz de, Risale-i Nur’un geniş daire-i dersinde [ders dairesi] ve halka-i envarında ders alan ve dua eden ve

148

çalışan binler mâsum lisanların ve mübarek ihtiyarların dualarına ve a’mâl-i salihalarına [Allah için yapılan iyi işler] hissedar olmak ve dualarına âmin demek hükmünde olarak, onlarla tayy-ı mekân ederek, hayalen omuz omuza, diz dize bulunmak hayaliyle ve niyetiyle ve tasavvuruyla kendimizi fevkalhad bahtiyar biliyoruz. Hususan âhir ömrümde böyle kıymettar, mâsum mânevî evlatları ve yüzer küçük Abdurrahman’ları bulmak, benim için dünyada bir cennet hayatı hükmüne geçiyor.

Geçen Ramazan-ı Şerifte, hastalığım münasebetiyle, herbir kardeşim benim hesabıma birer saat çalışmalarının pek büyük neticesini aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] ve hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] gördüğümden, böyle duaları reddedilmez mâsumların ve mübarek ihtiyarların ve bahtiyar üstadlarının, benim hesabıma ara sıra lisanen ve kalben duaları ve çalışmaları, kalemleriyle yardımları, benim Risale-i Nur’a hizmetimin uhrevî bir netice-i bâkiyesini dünyada dahi bana gösterdi. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1

– 81 –

Çok ehemmiyetlidir.

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bugünlerde, gayet sadık ve dikkatli bir kardeşimizin ihtiyatsızlığından [dikkat, tedbir] küçük bir tokat yemesi münasebetiyle, hem bu dört ay müddetçe, binler adam kadar alâkadar olduğum halde ahval-i âlemden, [dünyanın halleri, vaziyetleri, şartları] siyaset ve harpten kat’iyen [kesinlikle] bir haber almayıp ve istemeyip ve merak etmez bir tarzda bulunmamdan, Feyzi ve Emin gibi has kardeşlerimin hayretleri ve istifsarları sebebiyle bir hakikatten, çok defa beyan ettiğim gibi yine bir parça ondan bahsetmek lüzum oldu. Şöyle ki:

Hakaik-i imaniye, [iman hakikatleri] herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksat olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medâr-ı merak ve maksud-u bizzat [asıl gaye] olmak

149

lâzım iken, şimdiki hâl-i âlem [dünyanın şimdiki hâl ve vaziyeti] hayat-ı dünyeviyeyi, [dünya hayatı] hususan hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] ve bilhassa hayat-ı siyasiyeyi [siyaset hayatı] ve bilhassa medeniyetin sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve dalâletine [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ceza olarak gelen gadab-ı ilâhinin bir cilvesi olan Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] tarafgirâne, damarları ve âsabları tehyîç edip bâtın-ı kalbe [kalbin içi] kadar, hattâ hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] elmasları derecesine o zararlı, fâni arzuları yerleştirecek derecesinde bu meş’um [kötü] asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki, Risale-i Nur dairesi haricinde bulunan ulemalar, belki de velîler o siyasî ve içtimaî [sosyal, toplumsal] hayatın rabıtaları [bağ] sebebiyle, hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] hükmünü ikinci, üçüncü derecede bırakıp, o cerayanların hükmüne tâbi olarak, hemfikri olan münafıkları sever. Kendine muhalif olan ehl-i hakikati, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] belki ehl-i velâyeti [velâyet makamında olanlar, velî kullar] tenkit ve adâvet [düşmanlık] eder, hattâ hissiyat-ı diniyeyi o cereyanlara tâbi yaparlar.

İşte bu asrın bu acip tehlikesine karşı, Risale-i Nur’un hizmet ve meşgalesi, şimdiki siyaseti ve cerayanlarını o derece nazarımdan ıskat etmiş ki, bu Harb-i Umumîyi [Birinci Dünya Savaşı] bu dört ayda merak etmedim, sormadım.

Hem Risale-i Nur’un has talebeleri, bâki elmaslar hükmünde olan hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] vazifesi içinde iken zâlimlerin satranç oyunlarına bakmakla vazife-i kudsiyelerine [kutsal vazife] fütur [usanç] vermemek ve fikirlerini onlarla bulaştırmamak gerektir.

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bize, nur ve nuranî vazifeyi vermiş, onlara da zulümlü zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna [ihtiyaç duymama] edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına vazifemizin zararına bakmaya tenezzül etmek hatâdır. Bize ve merakımıza, dairemiz içindeki ezvak[mânevî zevkler] mâneviye ve envar-ı imaniye kâfi [yeterli] ve vâfidir. [yeterli]

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve bayramlarını tebrik ederiz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

150

– 82 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ قَطَرَاتِ الثَّلْجِ * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Tekrar bayramlarınızı bu havalideki kardeşlerimizle beraber tebrik ediyoruz. Sizin beş altı mektubunuza mukabil beş altı mektup yazmak hakkınızdır; fakat benim ümmîliğim için kusura bakmazsınız. Bir kısa mektupla iktifa [yetinme] ediyorum.

Evvelâ: Hüsrev’in mektubu, Risale-i Nur’a hizmet edemediği için teessüfüne [eseflenme, üzülme] mukabil, ona yazınız ki, Hüsrev’in câzibedar yazıları ve nüshaları onun yerinde pek parlak bir surette hizmet ediyorlar ve Hûlusi’nin Yirmi Yedinci Mektuba giren mektupları dahi onun bedeline çalışıyorlar, vazifesini kısmen görüyorlar. Ve merhume validesine mahsus dua edilecek.

Ve Aydınlı Hasan Atıf’ın, Hafız Ali’nin mektubunun haşiyesinde [dipnot] yazdığı misli [benzer] görülmemiş şu dua, “Yâ Rab, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] güldür Said’i, tâ gülmesinden güller açılsın” diye pek garip fıkrası, [bölüm] Risale-i Nur’a onun sadakat ve ihlâsının acip bir kerametidir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ki, otuz günde bir defa gülmeyen o biçare Said, bir günde otuz defa güldüğünün yazılması ve size o mektubun gönderilmesi zamanına tam tamına tevafuk ediyor.

Marangoz Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] cidden beni sürurla [mutluluk] ağlattıran ve çok meraklarımı izale [giderme] eden Risale-i Nur’un mübarek şakirtlerinin [öğrenci] kerametkârâne, [keramet göstererek] bir gecede oraya gelen mektupları lâzım gelen yerlere göndermek için yazmaları, beni fevkalâde mesrur [mutlu] ve müteşekkir [şükreden] eden mektubu, bir kitap kadar ve on mektup yerinde kabul ettik.

151

Merhum ve kıymettar ve çok vefakâr ve fedakâr ve sekiz sene bana hizmet eden bir kardeşimiz Marangoz Mustafa Çavuş yerine, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetiyle, kahraman Marangoz Ahmed‘i [çokça medhedilen, övülen] verdi.

Nur ve Gül fabrikalarının sahibi Hafız Ali’nin mektupları, çok ince ve çok yüksek hissiyatını ve kerametkârâne [keramet göstererek] ihlâsının derecelerini gösterdiğinden, pek uzun bir mukabele [karşılama; karşılık verme] ister. Fakat şimdilik bu kadar deriz: O, umumun hesabına bizlerin bayramını tebrik ettiğine, biz de onu tevkil [vekalet verme] edip, umumumuz namına herbir kardeşimize tebriki tekrar ediyoruz.

Mübarekler, Tâhir ile beraber, Tahirî’nin bize o kıymettar kalemiyle Cennet taamları gibi çok tatlı ve huri libası [elbise] gibi çok güzel yazıları, burada herkesi lezzetle mütalâaya sevk ediyor. Ve onun mâsume iki mübarek kızlarının yazdıkları nüshalar, burada kadınlar, kızlar âleminde geziyor, görenleri Risale-i Nur’a cezb [çekme] ediyor. Çok çalışkan ve fedakâr Tahirî’nin kesretli [çokluk] hediyeleri, bizleri çok borç altında bıraktı.

Risale-i Nur’un postacısı mübarek Abdullah ne halde olduğunu soracaktım. Hafız Ali’nin mektubunda, sormadan cevabımı aldım. Allah, ikisinden razı olsun. O mektubun âhirinde, mazi [geçmiş] ve müstakbel [gelecek] ve semavat ehlini [yüce âlemlerde yaşayanlar; melekler, ruhaniler vb.] dahi mesrur [mutlu] eden mâsumların ve mübarek ümmî ihtiyarların hediye-i mâsumâneleri beyanındaki fıkra[bölüm] gayet güzel düşmüş.

Hafız Ali’nin mektubunda Tahirî’nin yazdığı ve göndereceği sözleri daha alamadık. Nur iskelesinin nâzır-ı bînazîri Sabri, basiret-i basîrin hususî mektubunda yazdığı mübarek bir hemşiremin Cevşenü’l-Kebîri ezber etmesi, eskiden beri o hemşire, Risale-i Nur talebeleri içinde bulunduğuna istihkakını [hak edilen pay] gösteriyor. Onun namıyla beraber duada namı zikredilen ve Hazret-i Mevlânâ Hâlid’in cübbesini tam muhafaza edip bize yetiştiren Âsiye Hanımın birden lisanına gelen bir fıkra [bölüm] size gönderilecek.

152

O Kozca Hatibi, Risale-i Nur’la tam alâkadarsa, Sabri benim bedelime ona selâm etsin. Bize gelen mâsum ve ümmîlerin ve üstadlarının risalelerini yedi cilt olarak güzelce tasnif ettik. Mâsumların tevafuklu güzel parçaları bir cilt ve ihtiyarların güzel parçaları için de kahraman Şükrü’nün, Mu’cizat-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] güzel nüshası içinde olarak ikinci cilt, yedi cildin herbirinin başında, üçüncü sahifede gelen fıkra, [bölüm] medâr-ı ibret [ibret kaynağı] olarak yazılmıştır. Umuma selâm.

Risale-i Nur’un küçük ve mâsum şakirtlerinin [öğrenci] elli altmış talebesinin ve kırk elli ümmî mübarek ihtiyarların ve kıymettar üstadlarının yazdıkları tevafuklu ve şirin nüshaları bize göndermişler. O parçaları yedi cilt içinde cem [toplama, bir araya gelme] ettik.

Bu mübarek ümmî ihtiyarların kırk sene sonra Risale-i Nur hatırı için her işe tercihan yazıya başlamaları ve mâsum çocukların, Risale-i Nur’dan ders aldıkları ve yazdıkları risalelerin bir kısmıdır. Onların bu zamanda bu ciddî çalışmaları gösteriyor ki, Risale-i Nur’da öyle mânevî zevk ve cazibader bir nur var ki, mekteplerde çocukları okumaya şevkle sevk etmek için icat ettikleri her nevi eğlence ve teşviklere galebe [üstün gelme] edecek bir lezzet, bir sürur, [mutluluk] bir şevk Risale-i Nur veriyor ki, çocuklar ve ümmî ihtiyarlar böyle hareket ediyorlar.

Hem bu hal gösteriyor ki, Risale-i Nur kökleşiyor. İnşaallah, onu hiçbir şey koparamayacak, ensal-i âtiyede de devam edip gidecek.

Aynen bu mâsum küçük şakirtler [öğrenci] gibi, Risale-i Nur’un cazibedar dairesine giren bu ümmî ihtiyarların, kısmen çobanların ve yörük ve efelerin bu zamanda, bu acip şerait içinde herşeye tercihan Risale-i Nur’a bu surette çalışmaları gösteriyor ki, bu zamanda Risale-i Nur’a ekmekten ziyade ihtiyaç var ki, çiftçiler, çobanlar, yörük efeler,Haşiye hâcât-ı zaruriyeden [zarurî ihtiyaçlar] ziyade bir hâcât-ı zaruriyeyi, [zarurî ihtiyaçlar] Risale-i Nur’un hakaikini [doğru gerçekler] görüyorlar.

• • •

153

– 83 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu tarafta yol kapandı, posta gelmiyordu. Sizlerden gelecek bir mektup veya bir risaleyi bekliyordum. Şimdi, ruhuma bir ihtarla, daha beklemeyerek, burada hüsn-ü tesirini [güzel etki] gösteren üç parçayı gönderiyorum. Mâsumların ve ümmî mübareklerin ve ihtiyarların ve kahraman Tahirî’nin nüshaları daimî bir tarzda fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapıyorlar. Yalnız cüz’î [ferdî, küçük] bir kaç parçayı tashih ederken zahmet çektim. Fakat o zahmet, bana tatlı geliyordu. Hem aynı rahmet oldu. Beni de o mâsum ve mübareklerin kafilesine dahil ederek, benim hattıma benzedikleri için, kendim o parçaları yazmışım gibi tam sahip oldum. Eğer ben yazsaydım, aynen onlar gibi olurdu.

– 84 –

 Kastamonu’daki kardeşlerimize hitaben yazılan bir hakikattır. Belki size de fâidesi olur diye gönderdim.

Risale-i Nur, kendi sadık ve sebatkâr [sebat eden] şakirtlerine [öğrenci] kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirtlerden [öğrenci] tam ve hâlis bir sadakat ve dâimî ve sarsılmaz bir sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ister. Evet, Risale-i Nur on beş senede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi [araştırma ve incelemeye dayanan iman] on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığını, yirmi senede, yirmi bin zât tecrübeleriyle şehadet ederler.

Hem, iştirak-i a’mâl-i [sevap kazandıran işlerde ortaklık] uhreviye düsturuyla, [kâide, kural] herbir şakirdine, [talebe, öğrenci] herbir günde binler hâlis lisanlarla edilen makbul duaları ve binler ehl-i salâhatin [namuslu, doğru ve adaletli kimseler] işledikleri a’mâl-i salihanın [Allah için yapılan iyi işler] misil [benzer] sevaplarını kazandırıp, herbir hakikî sadık ve sebatkâr [sebat eden] şakirdini [talebe, öğrenci] amelce binler adam hükmüne getirdiğini… kerametkârâne [keramet göstererek] ve takdirkârâne [övgüyle] İmam-ı Ali radıyallahü anhın üç ihbarı ve keramet-i gaybiye-i [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] Gavs-ı Âzamdaki (k.s.)  

154

tahsinkârâne [iyilik ve güzelliğini överek] ve teşvikkârâne [teşvik ederek, bir şeye yönlendirerek] beşareti [müjde] ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] kuvvetli işaretiyle o hâlis şakirtler, [öğrenci] ehl-i saadet [âhirette sonsuz Cennet mutluluğuna ulaşanlar] ve ashab-ı Cennet [Cennet ehli insanlar] olacaklarına müjdesi pek kat’î ispat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle bir fiyat ister.

Madem hakikat budur, Risale-i Nur dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve ehl-i tarikat [bir tarikata bağlı olanlar] ve sofî meşrep [hareket tarzı, metod] zâtlar onun cereyanına girmek ve ilim ve tarikattan gelen eski sermayeleriyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şakirtlerini [öğrenci] teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniyetini, tam bir havuzu kazanmak için o dairedeki âb-ı hayat [hayat suyu] havuzuna atıp eritmek gerektir ve elzemdir. Yoksa, Risale-i Nur’a karşı rakîbâne [görüp gözeten, koruyan, yarattıklarından bir an bile gafil olmayan Allah] başka bir çığır açmakla hem o zarar eder, hem bu müstakim [doğru ve düzgün] ve metin [sağlam] cadde-i Kur’âniyeye bilmeyerek zarar verir, zındıkaya bir nevi yardım olur.

Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya [ayrılık, bölünme] atmasın. Karşınızda ittihad [birleşme] etmiş dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] fırkalarına karşı perişan etmesin اَلْحُبُّ فِى اللهِ، وَالْبُغْضُ فِى اللهِ 1 düstur-u Rahmânî yerine (el-iyazü billâh) اَلْحُبُّ فِى السِّيَاسَةِ، وَالْبُغْضُ لِلسِّيَاسَةِ 2 düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adâvet [düşmanlık] ve elhannâs gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rıza gösterip cinayetine mânen şerik eylemesin.

Evet, bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad [bozma] eder ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalb [kalp huzuru, rahatlığı] ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı.

Evet, şimdi küre-i arzda [yer küre, dünya] herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedardır, azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve

155

ehl-i gaflet, [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] rahmet-i umumiye-i İlâhiyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhâniyeden habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsiye, [insanın kendi cinsinden olana acıması] alâkadarlık cihetiyle, kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim [acı çeken] olup azap çekiyor. Çünkü, lüzumsuz ve mâlâyâni [anlamsız, faydasız] bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfâkî [dış dünyaya ait] ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hâdisâtına merakla dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler ve bilerek kendi zararına fiilen rıza göstermek cihetinde, “Zarara razı olana şefkat edilmez” mânâsındaki اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُلَهُ kaide-i esasiyesiyle [temel kural] şefkat hakkını ve merhamet liyakatını kendilerinden selb [ortadan kaldırma] etmişler. Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlarına belâ getirirler.

Ben tahmin ediyorum ki, bütün küre-i arzın [yer küre, dünya] bu yangınında ve fırtınalarında selâmet-i kalbini [kalp huzuru, rahatlığı] ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran yalnız hakikî ehl-i iman [Allah’a inanan] ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur’un dairesine sadakatle girenlerdir.

Çünkü bunlar, Risale-i Nur’dan aldıkları iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlâhiyenin izini, özünü, yüzünü görüp herşeyde kemâl-i hikmetini, [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] cemâl-i adaletini müşahede ettiklerinden, kemâl-i teslimiyet [tam bir teslimiyet] ve rızayla, rububiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlâhiyeden [Allah’ın bütün varlıklara yönelik şefkati] daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler.

İşte buna binaen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, [âhiret hayatı] belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, hadsiz tecrübeleriyle, Risale-i Nur’un imanî ve Kur’ânî derslerinde bulabilirler ve buluyorlar.

156

Bugünlerde iki hatıradan iki ihtar:

Birincisi: Bu şehirde Risale-i Nur’a intisap [bağlanma] eden ihtiyar hanımlar sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ettiklerini ve başkalar gibi sarsılmadıklarını düşündüm. Birden bu hadis-i şerif ihtar edildi. عَلَيْكُمْ بِدِينِ الْعَجَۤائِزِ 1 yâni, “Âhirzamanda, kadınların samimî dinlerine ve kuvvetli itikadlarına [inanç] tâbi olunuz.”

Evet, ihtiyare [yaşlı kadın] kadınlar fıtraten zaife ve hassase ve şefkatli olmalarından, herkesten ziyade dindeki tesellî ve nura muhtaç olduğu gibi, herkesten ziyade fıtratlarında fedakârâne şefkat cihetiyle, dinde bulduğu nihayetsiz şefkatperverâne bir nur-u tesellî ve iltifat-ı merhamet-i Rahmân ve nokta-i istinat [dayanak noktası] ve nokta-i istimdada [medet noktası; yardım alınan nokta] ihtiyacı var. Tam sebat [kalıcı olma, sabit kalma] etmek, fıtratlarının muktezasıdır. [bir şeyin gereği] Onun için, bu zamanda o hâcâtı tam yerine getiren Risale-i Nur, herşeyden ziyade onların ruhlarına hoş geliyor ve kalblerine yapışıyor.

İkincisi: Bugünlerde benim yanıma müteaddit [bir çok] ayrı ayrı zâtlar geldiler. Ben onları âhiret için zannettim. Halbuki ya ticaret veya işlerinde bir kesat [ticârî durgunluk] ve muvaffakiyetsizlik [başarısızlık] olduğundan, bize ve Risale-i Nur’a, muvaffakiyet için ve zarardan kurtulmak niyetiyle müracaat edip, dua ve istişare [fikir alışverişi] istediklerini anladım.

“Ben, bunlara ne edeyim ve ne diyeyim?” diye tahattur [hatıra gelme] ettim. Birden ihtar edildi: “Ne sen divane ol ve ne de onları divanelikte bırakıp divanece konuşma. Çünkü yılanlar zehirine karşı tiryak [derman, ilaç] tedarikiyle ve onları kaçırmasıyla meşgul ve vazifedar birtek adam, yılanlar içinde duran ve sineklerin ısırmasına mâruz olan ve sinekleri kaçırmak için çok yardımcıları bulunan diğer bir adama, yılanların ısırmasını bırakıp, ona, sinekler ısırmamasına yardım için koşan divanedir ve onu çağıran dahi divanedir. O sohbet dahi divanece bir konuşmaktır.”

Evet, hadsiz hayat-ı uhreviyeye [âhiret hayatı] nispeten muvakkat [geçici] ve fâni kısacık hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] zararları, sineklerin ısırması gibidir. Hayat-ı ebediyenin [sonsuz âhiret hayatı] zararları, ona nispeten yılanların ısırmasıdır.

• • •

157

– 85 –

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Çok muhterem Üstadımız Efendimiz,

Bin üç yüz yirmi bir tarihinde, Mu’cizat-ı Ahmediyeyi [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (aleyhissalâtü vesselâm) ve Keramet-i Gavsiye risalelerini âlem-i menamda görmüştüm. Bunun hikmetini şimdiye kadar anlayamamıştım. Gördüğüm rüya aynen şöyle idi:

Tarih-i mezkûrda, Ceziretü’l-Arabın [yarımada] Necid kıt’asının [dünyanın kara paçalarından her biri] Bilâd-ı Kasîm’de, bir gece rüyamda, üç güneşin tulû [doğma] etmiş olduğunu gördüm. Yanımda tanıyamadığım bir zâta sordum: “Bu üç güneş nasıl olur?” dedim.

Yanımdaki zât: “Bu güneşin birisi Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın güneşi, diğeri Gavs-ı Geylânî’nin; üçüncüsü de, diğer bir güneştir.”

Üçüncü güneşin Risale-i Nur olduğunu şimdi bildim.

اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ واْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِۤىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَۤاءُ * 1

âyet-i Kur’âniye, [Kur’an âyeti] o rüya hakikatine işaret etmiş. Bu nuranî rüya, mezkûr [adı geçen] âyet-i Nurun [“Allah, göklerin ve yerin nûrudur” ifadesiyle başlayan, Nur Sûresinin 35. âyeti] on işaretle, on parmakla gösterdiği hakikati aynen gösteriyor, otuz sekiz sene evvel haber veriyor.

Evet, üç nur-u âzam [çok büyük nur, ışık] olan güneşlerin—Allahu a’lem—tâbiri şu olmak gerektir.

Güneşlerin birincisi: Bu asırda Risale-i Nur’dur ve en parlak bir nuru da Mu’cizat-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] aleyhissalâtü vesselâm namındaki risale-i harikadır. [harika kitap]

158

İkincisi: Hazret-i İsâ’nın din-i hakikîsinden [hak din] çıkan nur-u semavî güneşidir.

Üçüncüsü: Tarikatlar ruhunda ve tasavvuf menbaından [kaynak] çıkacak bir güneştir ki, şimdi Şeyh-i Geylânî timsaliyle [görüntü] o mânâ gösterilmiş. Risale-i Nur’a işaret eden otuz üç âyet-i Kur’âniyenin [Kur’an âyeti] en birinci âyeti olan Âyetü’n-Nûr on vecihle [yön] Risale-i Nur’a işaret ettiği Birinci Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] risalesinde gözümle gördüm, isteyen görebilir.

Sizi nefsinden ziyade seven âciz şakirdiniz [talebe, öğrenci]

Binbaşı Muhyiddin

– 86 –

Aziz, sıddık, metin, [sağlam] sebatkâr [sebat eden] kardeşlerimize,

Biz, bu havalideki Risale-i Nur talebeleri namına sizlere pek çok selâmla beraber arz-ı şükran ediyoruz. Ve sizlere ebeden minnettarız ki, muktedir ve parlak kalemlerinizle bizleri hem uyandırdınız, hem yardım ettiniz. Bu vilâyeti, nuranî kalemlerinizle inşaallah [Allah dilerse] Isparta’ya benzettireceksiniz. Ve bilhassa çok ehemmiyetli kardeşimiz kahraman Tahirî’nin parlak ve muvaffakkıyetli ve tevafuklu kalemi, kerametkârâne [keramet göstererek] fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapıyor. Ve onun iki mâsumeleri ve mâsumların ve ümmî ihtiyarların rengârenk çeşit çeşit meziyetlerini gösteren yazıları bizleri teshir [boyun eğdirme] ediyor, herkesi şevkle okumaya sevk ediyor. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizlerden ebeden razı olsun ve sizi muvaffak etsin. Âmin.

Çok mühim ve mübarek kardeşimiz Hafız Mustafa’nın bize verdikleri ehemmiyetli hâdise-i taarruziye haberi bizi hayrete düşürdü. Ve Üstadımızın o zamanda endişelerinin ve heyecanının hikmetini anladık. Bir hiss-i kablelvukuyla [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] mütemadiyen bizlere der idi: “Dikkat ediniz, sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ediniz! Münafıklar, taarruz

159

plânı çeviriyorlar” diye bizi ihtiyata [dikkat, tedbir] sevk ediyor, “Hem bir halt edemezler” diyordu.

Evet, Ispartalı kardeşlerimizin bize haber verdikleri gibi, bu ehemmiyetli hâdise-i taarruziyeye teşebbüs vukuu zamanında muhaberemiz kesildiği halde, mütemadiyen, her vakit Üstadımız, aynı taarruza mâruz bulunuyoruz gibi bizi, yani Emin ve Feyzi’yi ikaz ediyor, “Dikkat ediniz, dört cihetle bize taarruz var. Demir gibi sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ediniz. Bir halt edemezler.” Biz de bakıyorduk ki, bizde birşey yok, hissetmiyorduk.

Hem, o gaybî hâdiseyi bertaraf etmek için, tam mutabık bir mektup bize yazdırıp size göndermiştik.

Risale-i Nur talebelerinden

 Nazif, Selâhaddin, Tevfik, [başarı] Hilmi, Emin, Feyzi

– 87 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] kahraman arkadaşlarım,

Bundan evvel üç mektup, emaneti aldıktan sonra göndermiştim. Bu defaki Hafız Ali’nin mektubunda onlardan bahsetmemiş, merak ettim. Nur Fabrikası sahibi Hafız Ali’nin hastalığı beni müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etti, bizi duaya sevk etti. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kuvvet ve şifa ihsan [bağış] eylesin. Âmin.

Hafız Ali’nin mektubuyla Risale-i Nur’un ehemmiyetli rükünlerinden [esas, şart] olan Halil İbrahim’in sisteminde Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi’nin mektupları, şahsıma ait haddimden yüz derece fazla hüsn-ü zanları [güzel düşünce] bir tarafta kalsa—ondan kat’-ı nazar—o havalide Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsine [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] karşı Halil İbrahim’le, Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi’nin sarsılmaz, gayet kuvvetli irtibatlarını gösterdiğinden, bizi cidden mesrur [mutlu] eyledi.

160

Evet, onların o şiddetli alâkadarlıkları, o havalide Risale-i Nur’u yerleştiriyor, idame ettiriyor. O ikisinin mektupları, suret-i zahiriyede [dış görünüş] benim şahsıma atf-ı ehemmiyet etmeleri gerçi muvafık değil, mübalâğadır; fakat o yanlış suretin altındaki hakikat, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] samimî tesanütlerinden [dayanışma] süzülen bir şahs-ı mâneviye, [mânevî kişilik] Risale-i Nur’un Kur’ân’dan gelen hakikatine karşı tam mutabık ve hak olarak sarf edilecek. O mektuplardaki tabirat, [tabirler, ifadeler] benim gibi, bir cüz’î [ferdî, küçük] bir ferde karşı sarf edilmiş. Benim haddimden bin derece fazla olmakla beraber, o şahs-ı manevî namına ve Risale-i Nur’un hakikati hesabına ve o ehemmiyetli ve çok muhtaç memlekette fevkalâde bir alâka ve faaliyete alâmet olmak cihetiyle kabul ettim.

Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Feyzi’nin de inşaallah [Allah dilerse] Kastamonu Feyzi’si gibi, bütün kuvvetiyle Risale-i Nur’a çalışacak bir azim ve karar suretinde mektubunu telâkki [anlama, kabul etme] ediyoruz. Fakat, mahviyeti [alçakgönüllülük] ve tevazuu [alçakgönüllülük] pek fazla ve istedikleri de pek fazla ve mektubundaki duaları da güzel olduğundan, daimî duamızda buranın Feyzi’siyle omuz omuza girdi.

Halil İbrahim’in mektubu, belki her mektubu hem onun, hem İnce Mehmed’in namına kabul ediyorum. İkisine, Hüsrev’le Rüşdü gibi bir ruh, iki ceset nazarıyla bakıyorum. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onları muvaffak etsin ve emsalini oralarda çoğaltsın. Ve o mektupta, Risale-i Nur’un talebelerinden Hafız Mehmed Emin ve Mustafa Çavuş ile beraber Siirtli Ahmed [çokça medhedilen, övülen] ve Salâhaddin ve İzzeddin gibi zâtlar da Risale-i Nur’la alâkadar olduklarını bildiriyor. Biz de onlara birer birer hem selâm, hem onları da Risale-i Nur talebeleri içinde duada teşrik edeceğiz.

Hafız Ali’nin mektubunda, eline geçen mektubumuzu güzelce takdir ve hülâsa [esas, öz] etmiş. Risale-i Nur, saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] dükkânı ve bâki elmasları sattığından, “Fâni, kırık cam parçaları ondan istenilmemeli” tâbiri çok güzel düşmüş.

Hem Isparta, hem Manisa’daki bütün kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ediyoruz ve dualarını istiyoruz. Hapishanede, Risale-i Nur’un son kâtibi kahraman Şefik acaba sağ mıdır? Nerededir? Merak ediyorum. Halil İbrahim’den sorunuz.

161

– 88 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Şuhur-u muharremeden sonra, hususan bahara yakın, hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] gafleti bir derece fütur [usanç] vermekle beraber, bazı sarsıntılar ve hastalıklar ve askerliğe gitmek cihetinde Risale-i Nur’un hizmetine bir derece zaaf [zayıflık, güçsüzlük] gelmiş diye endişe ediyordum. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür ki, mektuplarınız ve Âtıf Hasan’ın gelmesiyle o endişe zâil [geçici, yok olucu] oldu. O mektubunuzda, çok ehemmiyetli bir hâdise-i Nuriyeden bahis var ki, Hizbü’l-Ekberü’l-Kur’ân’ı tab [basma] etmek teşebbüsüdür.

Evet, o Hizbü’l-Ekber’deki âyât, bütün Risale-i Nuriyenin ruhu, esası, mâdeni, üstadı ve güneşidir. Onun tab’ından [baskı basma] sonra, mümkünse, Risale-i Nur’un Hizbü’l-Ekberi namında Arabiyyü’l-ibare [Arapça ibare, metin] [sağlam] ve iki Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] ve münâcatın [dua, yakarış] hülâsa[esas, öz] olan risaleyi dahi tab [basma] etmek lâzımdır. Fakat elinizdeki nüsha, benim nüsham gibi mükemmel değil. Biz burada yazıp, isterseniz size gönderelim. İsterseniz, İstanbul’da matbaada olan vekilinize gönderelim, adresini bildiriniz.

Kardeşimiz Hasan Âtıf, hakikaten Risale-i Nur’un hizmetine pek çok lâyık ve müstaittir. Müstesna hattıyla beraber ihlâsı, irtibatı, alâkadarlığı, ciddiyeti, sadakati dahi mükemmeldir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onun emsalini çoğaltsın. Bu kardeşimizi yirmi mektup yerinde, size canlı bir mektup olarak gönderdik.

Hafız Ali’nin buradaki kardeşlerine çok yüksek, çok tesirli yazdığı mektuba karşı başta Feyzi, Emin olarak umum namına Feyzi diyor ki: “Biz bu memleket talebeleri, Isparta kahramanlarının küçük kardeşleri, belki onların talebeleriyiz. Dersi, hizmeti ve ciddiyeti onlardan alıyoruz. Herbirisi, bizim için birer üstaddır. Onların ellerinden öper, arz-ı hürmet [hürmet etme, saygı sunma] ederiz. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o kahramanlardan ebeden razı olsun, âmin” diyorlar.

162

Risale-i Nur’un iskele nâzırı Sabri’nin birinci talebesi ve Risale-i Nur’un ehemmiyetli küçük bir talebesinin küçücük mektubundaki güzel yazı bizi mesrur [mutlu] etti. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onu ve onun gibi Risale-i Nur’a çalışan mâsumlara tevfik [başarı] ve selâmet [huzur] ve saadet ihsan [bağış] eylesin. Âmin.

Hafız Mustafa’nın bizce pek çok ehemmiyetli olan mektubu, çoktan beri beklediğim bir hakikati gösterdi ki, Risale-i Nur dairesindeki şakirtler, [öğrenci] istişare [fikir alışverişi] suretinde, tab [basma] etmek gibi çok ehemmiyetli işleri görmeye başlamalarıdır.

– 89 –

Aziz, sıddık, sadık, hâlis ve muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] kardeşlerim,

Dört beş kardeşlerime ait birer kısacık konuşacağım.

Birincisi: Medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] mürşidi, müessisi [tesis eden, kuran] ve müdebbiri [idare eden, çekip çeviren] Hacı Hafız kardeşimizin bu defa üçüncü olarak bir teberrükünü [bereket vesilesi] gördük. Tâ Barla’da iken tatlı lokmaların kerametli, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] acip bereketi ve Isparta’da İktisat Risalesini tatlılaştıran iki buçuk okka [1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] balın harika bir hâdiseye sebebiyet vermesi,Haşiye bu üçüncü defa da, bin mübarek ve mâsum hatırlarını ve iltifatlarını temsil eden ve parçalanmayan bir hediyeyi göndermiş. Altmış senelik bir kaide-i hayatiyemi o bin hatırın hatırı için o kaidemin hatırını kırdım.

İkincisi: Âtıf Hasan’ın hakikaten fevkalâde yazdığı tevafuklu Mu’cizat-ı Kur’âniyeyi o gittikten sonra temâşâ ettim. Elimden gelseydi, herbir yaprağına mukabil bir lira verecektim. İnşaallah o nüshayla binler adam istifade edip, onun hayat-ı bakiyesine bir çeşme hükmünde varidat [gelirler] verecek. Hüsrev’in ve kahraman Tahirî’nin bir üçüncüsü oluyor.

163

Üçüncüsü: Risale-i Nur’un eski ve ehemmiyetli ve çalışkan bir şakirdi [talebe, öğrenci] olan Kâtip Osman’ın sadık ve hikmetli rüyası ve mutabık tâbiri onları müferrah [ferah duyan, huzurlu] ettiği gibi, bizleri de mesrur [mutlu] eyledi. Ve o mektubuyla merak ettiğim şeyleri ve Hüsrev ve Rüşdü, Hafız Ali, Zühdü [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] Bedevî, Nuri ve Nur fabrikası sahibi, Tâhir’ler, Mübarekler Heyeti, medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] ve ümmî ihtiyarlar ve mâsum çocuklar, umumlarının selâmlarını yazıyor. Biz de onlara birer birer selâm ediyoruz, muvaffakiyetlerine [başarı] ve selâmetlerine dua ediyoruz.

Bu havalide dahi, belki çok yerlerde, sizin faaliyetinizden şevke gelip Risale-i Nur ziyade tevessü [genişleme, yayılma] ettiğinden, ehl-i dünya[dünyada yaşayanlar] düşündürüyor, nazar-ı dikkati celb [çekme] ettiriyor. Bazı ufak tefek ilişmek de ondan ileri geliyor. İhtiyat her vakit olduğu gibi yine lâzımdır. Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahü anh iki defa سِرًّا تَنَوَّرَتْ 1 demesi, Risale-i Nur perde altında tenevvür [aydınlanma, nurlanma] ve tenvir [aydınlatma] eder diye işaret ediyor. Mümkün olduğu kadar geçici rüzgârlara ehemmiyet vermeyiniz, bakmayınız. Zaten mabeyninizde [ara] samimî tesanüt [dayanışma] ve meşveret-i şer’iye, sizi öyle şeylerden muhafaza eder. İçinizdeki şahs-ı mânevinin [mânevî kişilik] fikrini, o meşveretle bildirir.

Kardeşiniz ve sizinle dünyada, berzahta, [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] âhirette müteşekkirâne [teşekkür ederek] iftihar eden ve edecek hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] arkadaşınız.

Said Nursî

164

– 90 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu yeni hâdise-i taarruziyeden müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmayınız. Çünkü mükerrer tecrübelerle Risale-i Nur inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] altındadır. Hiçbir taife, şimdiye kadar böyle ehemmiyetli hizmette bizler kadar az meşakkatle kurtulan olmamış.

Hem geçen Ramazan’daki hastalığım ve Eskişehir’deki musibetimiz gibi çok vâkıalarla, zâhirî sıkıntılı, meşakkatli hâlât [durumlar, haller] altında Risale-i Nur’un fâidesine olarak inkişâfâtı [açığa çıkma] ve daha tesirli fütuhâtı [fetihler, yayılmalar] görülmüş. İnşaallah, bu sıkıntılı hâdise dahi, münafıkların aks-i maksuduyla, Risale-i Nur’un fütuhatını [fetihler, yayılmalar] başka bir mecrâda [akım yeri] teshile [kolaylaştırma] vesile olur.

Beşinci Şua, [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] yirmi beş sene evvel mesâili [meseleler] yazılan, yalnız bir iki sahife tatbikat ilâve edilip Şuâlar’a giren Beşinci Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] ellerine geçmesi ehemmiyetlidir. Fakat bunda da bir hikmet var. Belki onlara, kendi mesleklerini bildirmek ve Cehenneme gidenin mahiyetini bilmek için fevkalâde iktidar haricinde bir kazâ-i [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] İlâhidir, diye Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hikmetine ve inâyetine [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve hıfzına itimad edip merak etmeyiniz.

Hem siz, hem onlar bilsinler ki, sadaka belâyı def ettiği gibi, Risale-i Nur Anadolu’dan, hususan Isparta, Kastamonu’dan âfât-ı semaviye ve arziyenin def ve ref’ine [kaldırma] vesiledir. Evet, Sabri’nin يَۤا اَرْضُ ابْلَعِى…وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ 1 âyetinden istihraç [çıkarma] ettiği mânâ, haktır ve mutabıktır.

Evet, Risale-i Nur, sefine-i Nuh gibi Anadolu’yu Cebel-i Cûdî hükmüne getirip, küre-i arzın [yer küre, dünya] yangınından ve tufanından kurtulmasına bir sebeptir. Çünkü,

165

zaaf-ı imandan gelen tuğyan, [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] ekseri musibet-i âmmeyi [büyük ve genel musibet] celb [çekme] ettiği gibi, imanı fevkalâde kuvvetlendiren Risale-i Nur, o musibet-i âmmeyi [büyük ve genel musibet] dairesinin haricine bırakmaya rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] tarafından vesile oldu.

Bu ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] bu Anadolu halkı Risale-i Nur’a girmeseler de ilişmesinler. Eğer ilişseler, yakında bekleyen yangınlar, tufanlar, zelzeleler ve tâunların [salgın ve ölümcül hastalık] istilâsına uğrayacaklarını düşünsünler, akıllarını başlarına alsınlar. Madem biz onların dünyalarına karışmıyoruz, onların da lüzumsuz bir halde bu derece âhiretimize karışmalarında onlara felâket getirmek ihtimali kavîdir. [güçlü, kuvvetli]

İşte bu sekiz aydır, hususan ve heyecan veren bu hâdisenizle beraber; şimdi yanımdaki Feyzi ile Emin ve bütün bana temas eden dostlar şahittirler ki, bu sekiz ay zarfında bir tek defa ne Harb-i Umumîyi, [Birinci Dünya Savaşı] ne siyaseti sormamışım. Ve odamdan işitilen radyoyu da üç senedir dinlemedim. Halbuki benim, binler adam kadar dünyaya bakmak münasebet var. Demek bize ilişen, doğrudan doğruya imana tecavüz eder. Onları Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] havale ediyoruz.

Hem ehl-i siyasete [siyaset adamları, politikacılar] hiç münasebetimiz olmadığı halde, kat’î bilsinler ki, bu memlekette, bu asırda, milleti anarşilikten, tereddî ve tedennî-i mutlakadan kurtaracak yegâne çaresi, Risale-i Nur’un esasatıdır. [esaslar] Bu hâdisede sıkıntı çeken mâsumlar ve üstadları bilsinler ki, ağır şerait altında bir saat nöbet, bir sene ibadet ve hakikî tefekkür-ü imaniye ile bir saati, bir sene tâat [itaat, emir ve söz dinleme, emre uyma] hükmüne geçtiği gibi, inşaallah [Allah dilerse] onların sıkıntıları da öyle sevaba medar [kaynak, dayanak] olur. Onlar da, merak ve teessürle [üzülme, etkilenme] değil, ferah ve sürurla [mutluluk] karşılamalı. Fakat Hazret-i Ali’nin (r.a.) iki defa سِرًّا بَيَانَةً، سِرًّا تَنَوَّرَتْ 1 demesine binaen, biz her vakit tam ihtiyat [dikkat, tedbir] ve tam sakınmak vaziyetini muhafaza etmekle mükellefiz.

Risale-i Nur’un mensupları, şuur ve ihtiyarları haricinde birbiriyle münasebettar, [alâkalı, ilgili] birbirinin hâdiseleriyle alâkadar olduğuna bir delil de bugünlerde oldu. Şöyle ki:

166

Oradaki hâdisenin vukuundan bugüne kadar, buradaki muhtelif tabakalardaki talebelerin vaziyetleri ehemmiyetli bir hâdise yüzünden değişmiş gibi çekinmek ve münafıkların nazarını kendilerine ve bizlere celb [çekme] etmemek için bir tevakkuf [durağan olma] devresi geçti. Ben de hayret ediyordum.

Hem, Nazif [temiz, pak] gibi bir kaç zâtın rüyalarının tâbirleri, sizin hâdiseniz olduğunu anladık.

Umum kardeşlerimize birer birer ve bilhassa musibetzedelere selâm ve dua ediyoruz. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onları çabuk kurtarıp vazifelerinin başına göndersin. Âmin.

– 91 –

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 2 *

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ كَلِمَاتِ الْقُرْاٰنِ وَحُرُوفَاتِهَا3 *

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] kuvvetli, faal, sebatkâr [sebat eden] arkadaşlarım,

Bugünlerde benimle altı adam, başta Marangoz Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] âhirinde ben, mânevî ihtara binaen birer meseleye medar [kaynak, dayanak] olmuşuz.

Birincisi: Faal, cidden çalışkan, Risale-i Nur ve medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] talebelerinden Marangoz Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] mektubunda, Eşref [en şerefli] namında on yaşında bir mâsum çocuğun köyünü, malını terk edip, iki gün mesafeden gelip, hiç yazı yazmadığı halde, on gün zarfında Risale-i Nur’u yazmaya muvaffak olması, Risale-i Nur’un bir kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğu gibi, medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] de harika bir çiçeğidir deniliyor.

Evet, biz de deriz ki: Maddî bir kışta, güzel çiçeklerin açılmasıyla bir harika kudret olduğu gibi, bu asrın mânevî ve dehşetli kışında, Sava karyesinin, [köy] yani

167

Sava şeceresi [ağaç] bin güzel çiçekler ve cennet meyveleri açması ve Isparta memleket bahçesi, binler gül-ü Muhammedî [Muhammed gülü denilen kırmızı renkli bir gül çeşidi] (a.s.m.) çiçekleri açması,Haşiye elbette harika bir mu’cize-i rahmet [Allah’ın rahmet mu’cizesi] ve bu memlekete harika bir keramet-i inâyet-i Rabbaniye ve Risale-i Nur talebelerine hârikulâde bir ikram-ı İlâhidir diye itikad [inanç] edip, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür ederiz.

Marangoz Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] mektubunda Dârıviran köyünün eski zamanın çalışkan talebelerini andıran fedakâr talebeler, bizi ve eski zaman talebelerini tahassürle [hasret çekme, özlem duyma, üzülme] yâd eden medreseden yetişme Risale-i Nur talebelerine derin bir sürur [mutluluk] verdi. Medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] hanımlar talebeleri, evrad[okunması âdet olan dualar] Kur’âniyeyle dualarıyla, evradlarıyla [okunması âdet olan dualar] çalışkan kalemlere mânevî yardımları çok güzeldir. Bu havalideki hanımlara da tam bir ders olur. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onlardan ve o medresenin umum talebelerinden ve üstadlarından ebeden razı olsun.

Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] rüyası çok mübarek ve güzeldir. Hazret-i İsâ’nın (a.s.) kuvvetli sadasını işitmek, İsevîlerden kuvvetli bir imdat hizbü’l-Kur’ân‘a [Kur’ân taraftarları] iltihak [karışma, katılma] etmeye işaret olabilir.

İkinci adam ve meselesi: Risale-i Nur talebelerinden bir genç hafız, pek çok adamların dedikleri gibi dedi: “Bende unutkanlık hastalığı tezayüt ediyor, ne yapayım?”

Ben de dedim: “Mümkün oldukça nâmahreme [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] nazar etme. Çünkü rivayet var: İmam-ı Şâfiî’nin (r.a.) dediği gibi, haram nazar, nisyan [unutkanlık] verir.”

Evet, ehl-i İslâmda, [Müslümanlar] nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevesat-ı nefsaniye heyecana gelip, vücudunda su-i istimalâtla [kötüye kullanma] israfa girer. Haftada birkaç defa gusle mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hafızasına [bellek, hafıza duyusu] zaaf [zayıflık, güçsüzlük] gelir.

168

Evet, bu asırda açık saçıklık yüzünden, hususan bu memalik-i harrede o su-i nazardan su-i istimalât, [bir nimeti kötüye kullanma işlemleri] umumî bir unutkanlık hastalığını netice vermeye başlıyor. Herkes, cüz’î, [ferdî, küçük] küllî o şekvâdadır. [şikayet] İşte, bu umumî hastalığın tezayüdüyle, [artma] hadis-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki: “Âhir zamanda, hafızların göğsünden Kur’ân nez’ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.”1

Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur’ân’a bu sû-i nazarla bazılarda set çekilecek; o hadisin tevilini gösterecek. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 2

Üçüncü adam ve meselesi: Bizlerle pek çok alâkadar bir zât, çok defa dehşetli şekvâ [şikayet] ediyor ki: “Ben adam olamıyorum, gittikçe fenalaşıyorum, mânevî hizmetlerimin neticelerini göremiyorum” diye medet istiyor.

Ona yazıyoruz ki: “Bu dünya darü’l-hizmettir; ücret almak yeri değildir. A’mâl-i sâlihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] âhirettedir. O bâki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, âhireti dünyaya tâbi etmek demektir. O amel-i salihin [Allah için yapılan iyi işler] ihlâsı kırılır, nuru gider. Evet, o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse, teşvik için verildiğini düşünüp şükreder.”

Evet, bu asırda, bir iki mektupta beyan edildiği gibi, o derece hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] damarına dokunmuş ve yaralamış ve heyecana getirmiş ki, mübarek ve ihtiyar ve hoca ve ehl-i salâhat [Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren sâlih [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu] kişiler] olan bir zât dahi, dünyada bir nevi hayat-ı uhreviye [âhiret hayatı] ezvâkını [zevkler, lezzetler] istiyor; birinci derecede, dünyada zevk-i hayat onda hükmediyor.

Dördüncüsü: Bizimle alâkadar bir zât, pek çokların şekvâ [şikayet] ettikleri gibi, eskiden şiddetli bir tarikatta okuduğu evradındaki [okunması âdet olan dualar] zevk ve şevkini kaybettiğini ve sıkıntı ve uyku galebe [üstün gelme] ettiğini müteessifâne [eseflenerek, üzülerek] şekva etti.

Ona dedik: Maddî hava bozulduğu vakit nasıl ki sıkıntı veriyor; asabî sinelerde inkıbaz [tutulma, tutukluk] hali başlıyor. Öyle de, bazan mânevî hava bozuluyor. Hususan

169

mâneviyattan yabanîleşmiş [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] bu asırda ve bilhassa hevesat ve müştehiyat-ı nefsaniyeyi taammüm [yayılma, genelleşme] etmiş memleketlerde ve hususan şuhur-u muharreme ve şuhur-u mübarekede mânevî havayı tasfiye eden âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] intibah [uyanış] ve teveccüh-ü umumîsi, o mübarek şuhurun gitmesiyle tevakkuf [durağan olma] etmesinden fırsat bulup, havayı bozan dalâletlerin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tesirleri zamanında ve bilhassa kış tazyikatı [baskılar] altında, bir derece hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] ve hevesat-ı nefsaniyenin tasallutlarının [hükmetme, musallat olma] noksaniyetinden, ehl-i İslâm [Müslümanlar] ve ehl-i imanda, [Allah’a inanan] hayat-ı uhrevîyeye çalışmak iştiyakı, [arzu, istek] baharın gelmesiyle hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] ve hevesat-ı nefsaniyenin inkişafıyla [açığa çıkma] o iştiyak-ı uhreviyeyi gizlemesi ânında elbette böyle kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] evradlarla [okunması âdet olan dualar] zevk, şevk yerinde, esnemek ve fütur [usanç] gelir.

Fakat, madem خَيْرُ اْلاُمُورِ اَحْمَزُهَا 1 sırrıyla, meşakkatli, külfetli, zevksiz, sıkıntılı a’mâl-i sâliha ve umur-u hayriye [hayırlı işler] daha kıymetli, daha sevaplıdır. O sıkıntıda, o meşakkatteki ziyade sevabı ve makbuliyeti [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] düşünüp, sabır içinde mesrurâne [mutlu] şükretmek gerektir.

Beşincisi: Risale-i Nur’un bir talebesi, Risale-i Nur’a çalışamadığının bir sebebi, derd-i maişetin [geçim derdi] ziyadeleşmesi olduğunu söyledi.

Biz de ona dedik: Risale-i Nur’a çalışmadığın için derd-i maişet [geçim derdi] sana şiddetlendi. Çünkü bu havalide her talebe itiraf ediyor ve ben de ediyorum ki, Risale-i Nur’a çalıştıkça, yaşamakta kolaylık ve kalbde ferahlık ve maişette [geçim] suhulet [kolaylık] görüyoruz.

Altıncısı: Bu biçare Said’dir. Herkesin arzu ettiği ve istediği ve ferahla kabul ettiği, şahsına karşı hürmet ve muhabbet ve sohbet, fakat Risale-i Nur’a taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden noktalar haricinde bana ağır geliyor, beni sıkıyor, müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] ediyor.

170

Tahmin ediyorum ki, Risale-i Nur’un yüksek hâysiyetleri ve şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] pek büyük meziyetleri, şahsım gibi meslek-i aczde fazla ileri giden bir âciz ve biçarenin zaif omuzuna o dağ gibi mânâlar yüklense altında ezilir, sıkılır diye anladım. Bu âhirki iki meselede pek kısa kesmeye kâğıt mecbur etti. Nur, Gül ve Lütfü’nün kahraman vârisleri [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] mübarekler yüksek heyeti ve medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] ve mâsumlar ve ümmî ihtiyarların her birisine binler selâm ediyoruz.

Duanıza muhtaç, size müştak [arzulu, aşırı istekli] kardeşiniz

Said Nursî

– 92 –

Aziz, sıddık, sarsılmaz, yılmaz, sebatkâr, [sebat eden] fedakâr kardeşlerim,

Böyle şiddetli taarruzlara karşı sizi teşcie [cesaretlendirme] lüzum görmüyorum. Sizin kuvvetli metanetiniz [gayret, kararlılık] ve Risale-i Nur’a gelen her hâdise-i elîmenin altında bir inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve rahmet bulunduğuna itikadınız, [inanç] teşciinize [cesaretlendirme] kâfidir, biliyoruz. Yalnız bir noktayı merak ediyorum. Elde edilen bütün Risale-i Nur, yalnız bir takım mıdır, ve kimin imiş, anlamak istiyorum. Her kim ise merak etmesin. Daha ehemmiyetli makamlarda onun hesabına fütuhat [fetihler, yayılmalar] yaparlar, sevap kazandırır. Ona, bir takım Risale-i Nur tedarik edilebilir. Hem tevkif altında kimse var mı? Hem ona havale edilen hoca kimdir?

Saniyen: [ikinci olarak] Sabri ile Hafız Ali’nin reyi [fikir, düşünce] ile teshil-i [kolaylaştırma] muhabere için verdiği kararla bazan, Atabey yoluyla muhabereyi onlar gibi biz de kabul ettik. Lütfi’nin bir vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] Abdullah Çavuş namıyla, adresiyle gönderilecek.

Salisen: [üçüncü olarak] Sabri’nin mektubunda, tevafuklu yazdığı Mu’cizat-ı Kur’âniye ve Risale-i Nur hakkındaki istihracı [çıkarma] bizi fevkalâde mesrur [mutlu] eyledi. Hasan Âtıf’ın bize yazdığı şâşaalı ve câzibedar Mu’cizat-ı Kur’ân’ı esas yapıp, sair risalelerde,

171

i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] nüktelerine [derin anlamlı söz] dair mebahisi ona zeyiller [ilave, ek] şeklinde ilhak [ekleme] ettik; güzel bir surete geldi. Ezcümle: Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] Kur’ân’a dair On Yedinci Mertebesi, Yirminci Söz ve Sûre-i Fethin âhirki âyetin mu’cize olduğuna dair Yedinci Lem’a [parıltı] ve Fihristenin Rumuzat-ı [ince işaretler] Semaniyeye dâir mühim parçaları ve Kenzü’l-Arş’ın iki nüktesi [derin anlamlı söz] gibi parçalar o zeyillere [ilave, ek] girmiş. Aynen, Mu’cizat-ı Ahmediyenin [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] zeyilleri [ilave, ek] gibi parlamış. Nurlar santralı Sabri, o yazdığı güzel Mu’cizat-ı Kur’âniye’yi inşaallah [Allah dilerse] onlarla tam güzelleştirir.

Rabian: [dördüncü olarak] Merhum Lütfi’nin hakikî ve pek ciddî bir vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan Abdullah Çavuş’un mektubu, onun derece-i sadakat [bağlılık derecesi] ve ihlâsını ve irtibatını gösterdi. Her vakit İslâmköylü Abdullah ile o Abdullah Çavuş’u duada beraber yâd ediyordum. Elhak, o makama lâyık olduğunu gösteriyor. İstediği Fihristenin musahhah son kısmı inşaallah [Allah dilerse] ona gönderilecek. Fakat zannettiği gibi çok tashihat edilmemiş. Çünkü, taksîmü’l-a’mâl suretiyle, o mübarek kardeşlerimin yazılarını mübarek yadigâr gördüm ve değiştirmeye kıyamadım.

Hâmisen: [râbianın altmışta biri] Bugünlerde, o hâdisede, Risale-i Nur’un bir derece tevakkufuna [durağan olma] ve dünyaya bakmaya ve yirmi senedir konuşmadığım adamlarla konuşmaya ve hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] noktasında memnu [yasaklanmış] olduğumuz siyasete temas etmeye mecbur olacağım diye endişeden gelen şiddetli bir teessürden, [üzülme, etkilenme] zahiren görülmez, mânen tehlikeli bir hastalık bana taarruz etti. Müstemir [devamlı, kararlı] âdetimi bitamam yerine getiremediğimden, yine Ramazan hastalığı gibi, ben kardeşlerimden, yine mânevî muavenetlerini [yardım] çok rica [ümit] ediyorum. Fakat merak etmeyiniz, yatakta değilim. Yalnız fazla yazılan nüshaları tashih edemiyorum.

Sâdisen: [hâmisenin altmışta biri] Risale-i Nur bir cephede tevakkuf [durağan olma] etse de, başka cephelerde fütuhatı [fetihler, yayılmalar] o tevakkufun [durağan olma] yerini tutar. Hattâ bu hâdise münasebetiyle burada bir derece ihtiyata [dikkat, tedbir]

172

binaen tevakkufa [durağan olma] niyet edip terviç [revaç ve kıymet verme, değerini artırma] ettiğimiz halde, bilâkis Isparta tevakkufuna [durağan olma] karşı, buralarda inkişafatla [açığa çıkma] tezahür etti. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1

En ziyade bize nezaretle, bizimle ve siyasetle alâkadar mühim bir memur yanıma geldi. Ona dedim ki:

Bu on sekiz senedir sizlere müracaat etmedim ve hiçbir gazete okumadım; bu sekiz aydır, bir defa cihanda ne oluyor, diye sormadım; üç senedir burada işitilen radyoyu dinlemedim—tâ ki kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetimize mânevî zarar gelmesin. Bunun sebebi şudur ki:

İman hizmeti, iman hakaiki, [doğru gerçekler] bu kâinatta herşeyin fevkindedir, [üstünde] hiçbir şeye tâbi ve âlet olamaz. Fakat, bu zamanda, ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve dinini dünyaya satan ve bâki elmasları şişeye tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eden gafil insanlar nazarında o hizmet-i imaniyeyi [iman hizmeti] hariçteki kuvvetli cereyanlara tâbi veya âlet telâkki [anlama, kabul etme] etmek ve yüksek kıymetlerini umumun nazarında tenzil [indirme] etmek endişesiyle, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmeti, bize kat’î bir surette siyaseti yasak etmiş.

Sizler, ey ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] ve hükûmet, evham edip bizlerle uğraşmayınız. Bilâkis teshilât [kolaylık] göstermeniz lâzım. Çünkü hizmetimiz, emniyet ve hürmet ve merhameti tesisle hem âsâyişi, hem inzibatı, [âsayiş, düzen] hem hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] anarşilikten kurtarmaya çalışıp, sizin hakikî vazifenizin temel taşlarını tesbit ediyor, takviye ve teyid ediyor.

Sâbian: [sâdisenin altmışta biri] Hafız Ali’nin mektubunda bazılara hitaben yazdığımız bir mektupla ve hadise-i hazıra dair, hafif geçeceğine ait son mektup, bugünden bir hafta evvel postaya verilmiş. Hafız Ali, yoldaki o iki mektubu okumuş gibi mektubunu yazması, sadakatının bir lem’a-i kerameti olduğu gibi, aynı günde—hiç vukubulmamış

173

—yanıma ehemmiyetli büyük bir memur-u siyasî gelmesini, Nazif‘in [temiz, pak] arkadaşlarından Köroğlu Ahmed [çokça medhedilen, övülen] rüyada aynen görüp, o memurdan üç saat evvel rüyayı bize hikâye edip tâbir istedi; tâbiri, tevilsiz çıktı.

Umum kardeşlerimize birer birer, hususan musibetzedelere selâm ve dua ederiz.

– 93 –

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ve imaniyede sebatkâr, [sebat eden] sarsılmaz, yılmaz arkadaşlarım ve bu misafirhane-i dünyada [dünya misafirhanesi] şefkatkâr ve fedakâr ve vefâdar yoldaşlarım,

Bu defa Nur fabrikasının sahibiyle ve tam bir muavini ve tam bir Hüsrev olan kahraman Tâhir’in beşaretli [müjde] mektupları ve medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] kahramanlarından Marangoz Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] ikinci rüyası ve üçüncü rüyanın âhirinde, malûm musibetin akabinde sarsılmayan faal Hafız Mehmed’in, çocuklara hatim duasını yapması ve Risale-i Nur’u okutması, üstümüzden dağ gibi mânevî ağırlıkları kaldırdılar. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizleri ve onları âfât-ı mâneviye ve maddiyeden [maddeyle bağlantılı] muhafaza etsin. Âmin.

Marangoz Ahmed‘in [çokça medhedilen, övülen] ikinci rüyası, Peygamber aleyhissalâtü vesselâm ile alâkadarlık ve sürurlu [mutluluk] olduğu cihetinden rüya-yı sadıka [doğru olan rüya] olduğuna, o medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] civarlarındaki kardeşlerin ve hemşirelerin maddî hizmetleri canlı ve ruhlu bir suret alıp, Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın sünnet-i seniyesinin ihyasına [diriltme] medar [kaynak, dayanak] olacağına işaret verdiği münasebetiyle, mektubunuzu almadan, iki gün evvel gördüğüm bir rüyayı beyan ediyorum. Şöyle ki:

Gördüm: Şimdiki reis veya şimdiki reisler, tanıdığım ehemmiyetli bir iki hocaya, hilâfet rütbesini ve meselelerini tatbik etmeye ve hilâfet, o hocalara veya

174

reislere hangisine verileceğini rüyada anladım. Ve o netice-i kararları bana göstermek için, bana karşı geldiklerini gördüm. Sonra uyandım. Sabahleyin kardeşlerime söyledim. Dedim: Allahu a’lem, Isparta havalesinde, Risale-i Nur’un maddî mağlûbiyeti içinde mânevî bir galibiyeti olmuş ki, büyük makamat-ı resmiyede en mühim mesâil-i İslâmiye [İslâmî meseleler] medâr-ı bahis [söz konusu] olacak. Biz Isparta’da, o musibetin ne derece ileri gittiğini bilemediğimizden ve çoktan beri de ne hal-i âlemden [dünyanın içinde bulunduğu hâl, durum] ve ne de resmî halden anlamayıp dinlemediğimiz halde, bu rüyanın, rüya-yı sadıka [doğru olan rüya] olduğuna bir emare olan, beni bir gün baktırdı. O emare şudur ki:

Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir talebesi Ankara’dan gelip, ben sormadan dedi: “Reis, Kur’ân’a yeni bir tefsir yazmayı emretmiş; o da yazıyormuş.”

Hem söylemiş ki: Dahiliye Vekili, [İçişleri Bakanı] yirmi senelik bir âdete muhalif olarak, “Dinsiz bir millet yaşayamaz” diye din lehinde [tarafında] beyanatta bulunduğunu ve Maarif [bilgiler] Nazırı da, âdâb-ı İslâmiye lehinde, [tarafında] eski prensiplerine muhalif olarak beyanatta bulunduğu gibi, ehemmiyetli bir değişikliği ihsas [hissettirme] ettiğinden, kulağımı kapadığım sekiz aydan sonra, bu rüya hatırı için, bu haberleri aldım. Bunun sebebini anlamak cidden arzu ettim. Birden ihtar edildi ki:

Ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] memurîn-i siyasiyeyi aldatıp, Risale-i Nur aleyhinde genişçe, buradan oraya kadar bir daire içinde taarruz edip, derece-i kuvveti anlamak istediler. Gördüler ki, sökülmeyecek, mağlûp edilmeyecek bir kuvvette gördüklerinden, ehemmiyetli, büyük makamat-ı resmiyede, mahiyetini medâr-ı bahis [söz konusu] ve dikkat ettiklerinden, bilmecburiye, [mecburen, zorunlu olarak] bir nevi musalâhaya [barış yapma] yol hazırlamak ve şimdiye kadar hakikat ve hikmete muhalif olarak, iyilikleri ölen reise ve fenalıkları millete, orduya vermek yerinde, o hatâ-yı azîmeye bedel, bütün fenalıkları ölene verip, kendilerini bir derece o dehşetli hatîattan [hatâlar, yanlışlar] kurtarmak çaresini aramaya, bir zemin teşkil etmeye çalışmış ki, hem rüya, hem bu haberler haber veriyor. Birinci, ikinci Hulûsi’lerin müşterek mektupları, bu iki rükn-ü mühimmenin gayretleri, sadakatleri çelikten daha metin [sağlam] olduğu her hâdiseyle gösteriliyor.

Said Nursî

175

– 94 –

Aziz, sıddık, sebatkâr [sebat eden] kardeşlerim ve hakikî vârislerim, [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah]

Bugünlerde, Risale-i Nur’a suikast edenlerin ve sizlere sıkıntı verenlerin haklarında, bana verdiği bir hiddet neticesinde bedduaya teşebbüs ettim. Birden Isparta’ya kıyamadım. Kaç defadır niyet ettim, Isparta’daki iyilerin yüzünden suikastçılar kurtuldular. Kıyamadım, beddua yerine “Yâ Rab, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] madem Isparta, Risale-i Nur’un bir Medresetü’z-Zehrasıdır, sen oradaki fena memurları dahi ıslah eyle ve hüsn-ü âkıbet ver” diye dua eyledim ve ediyorum.

Saniyen: [ikinci olarak] Bugünlerde Salâhaddin’in İstanbul’dan getirdiği Habbe, [dane, tohum] Katre, [damla] Şemme, [Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer alan bir bölüm] Hubab gibi Arabî risalelere baktım, gördüm ki: Yeni Said’in doğrudan doğruya harekât-ı kalbiyesinde müşahede ettiği hakikatler, Risale-i Nur’un çekirdekleri hükmündedir. Zaten bunlar hem Şule [gür ışık/alev] ve Zühre, [çiçek] Risale-i Nur’un Arabî parçalarıdır. Onlar, doğrudan doğruya benim nefsimin dersi olduğu için Arabî ve kısa ibarelerle ifade edilmiş; başka adamlar nazara alınmamış.

O zaman, başta Şeyhülislâm ve Dârü’l-Hikmet [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] âzâları ve İstanbul’un büyük âlimleri, tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve takdirle karşıladılar. Bunlar Yeni Said’in eserleri olduğundan, Risale-i Nur’un eczalarıdırlar. Eski Said’in ise, Arabî risalelerinden yalnız İşârâtü’l-İcâz, Risale-i Nur’da en mühim bir mevki almış.

Hem her iki Said’in iştirakiyle, birtek Ramazan’da iki hilâl ortasında telif [kaleme alma] edilen ve kendi kendine ihtiyarım haricinde bir derece manzum [düzenli] şeklini alan ve İşârâtü’l-İcâz kıt’asında [dünyanın kara paçalarından her biri] ve elli, altmış sahife bulunan Türkçe olarak Lemeât [Lem’alar isimli eser] namındaki risale dahi Risale-i Nur’a girebilir. Maatteessüf [ne yazık ki] bir nüsha elde edemedim. Herkesin hoşuna gittiği için, matbu nüshaları kalmamış.

176

Hem Eski Said’in ilm-i mantık [mantık ilmi] noktasında bir şaheser hükmünde bulunan gayr-ı matbu Ta’likat’tan süzülen i’câz[mu’cize oluş] bir îcâz-ı harikada müdakkik [dikkatli] ulemaları hayret ve tahsinle [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] dikkate sevk eden matbu Kızıl İcaz namındaki risale-i mantıkiye Risale-i Nur’la bağlanmasına ve şakirtlerinin, [öğrenci] âlimler kısmının nazarına göstermek lâyık gördüm; fakat çok derindir. Bugünlerde, Feyzi’ye bir parça ders verdim. Belki bir zaman Feyzi kendisi, başkasının da anlaması için dersini Türkçe kaleme alacak.

– 95 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bugünlerde, Risale-i Nur talebeleri hesabına gayet ehemmiyetli, endişeli bir sual-i manevî kalbime ihtar edildi. Sonra anladım ki, ekser Risale-i Nur talebelerinin lisan-ı halleri [beden dili] bu suali soruyor ve soracaklar. Birden bir cevap hatıra geldi. Feyzi’ye söyledim. Dedi: “Hiç olmazsa icmalen [kısaca, özet olarak] kaydedilsin.”

Endişeli sual: Bu âhirzaman fitnesinde açlık, ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] biçare aç ehl-i imanı, [Allah’a inanan] derd-i maişet [geçim derdi] içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup ya ikinci, üçüncü derecede bırakmaya çalışacak diye, rivayetlerden anlaşılıyor. Acaba, herşeyde hattâ kaht azâbında ehl-i iman [Allah’a inanan] ve mâsumlar için bir veçh-i rahmetve kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] cihetinde adalet olduğu, bunda ne tarzda olur? Ve ehl-i iman, [Allah’a inanan] hususan Risale-i Nur talebeleri bu musibete karşı iman ve âhiret hesabına ne cihetle istifade edip nasıl davranacaklar ve mukavemet edecekler?

Elcevap: Şu musibetin en ehemmiyetli sebebi, küfran-ı nimet [nimete karşı nankörlük] ve şükürsüzlük ve nimet-i ilâhiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir isyan

177

olduğundan, Âdil-i Hakîm, nimetinin, hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakikî lezzetini ve çok ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalâde derecesini göstermekle, hakikî şükre sevk etmek hikmetiyle, Ramazan gibi riyazet-i diniyeye riayet etmeyen şükürsüz insanlara bu musibeti verip, aynı hikmet için adalet etmiş.

Ehl-i iman, [Allah’a inanan] ehl-i hakikat, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] hususan Risale-i Nur talebelerinin vazifesi, bu musibetli açlığı, Ramazan riyazet-i diniyesinin tarzındaki açlık, gibi vesile-i iltica ve nedamet [pişmanlık] ve teslimat yapmaya çalışmaktır. Ve zaruret bahanesiyle dilenciliğe ve hırsızlığa ve anarşiliğe yol açmasına meydan vermemektir. Ve aç fakirlere acımayan bir kısım zengin ve bazı ehl-i maaş dahi Risale-i Nur’u dinleyip, bu mecburî açlık, hissiyle açlara merhamete gelip, zekâtla yardımlarına koşmaktır. Ve nefsini güzel yemeklerle şımartan, serkeş [başkaldıran] eden ve hevesat-ı rezile ve tuğyanlara [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] sevk edip sarhoş eden gençler dahi, Risale-i Nur’un irşadıyla, [doğru yol gösterme] bu hâdiseden merdane istifade ederek, fuhşiyat ve günahlardan ellerini bir derece çektiği ve nefislerinin zevklerini ve pisliklere karşı galeyanlarını kırdığı vesilesiyle taate [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] ve hayrata girip, o hâdiseyi kendi aleyhlerinden çıkarıp lehlerinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmektir.

Ve ehl-i ibadet ve salâhat [dindarlıkta çok ileri olma hali] dahi, ekser insanların aç kaldığı bu zamanda ve çok karışmış ve haram ve helâl fark edilmeyecek bir tarzda gelmiş ve şüpheli mal hükmünde ve mânen müşterek olan erzak-ı umumiyeden helâl olmak için miktar-ı zaruret derecesine kanaat ediyorum diye bu mecburî belâya bir riyazet-i şer’iye nazarıyla bakmaktır. Kader-i İlâhîye [Allah’ın belirlediği kader programı] karşı şekvayla değil, rızayla karşılamaktır.

Umum kardeşlerime, hususan musibetzedelere çok selâm ve selâmetlerine dua ediyorum.

178

Sabri kardeşim, seni tevkil [vekalet verme] edip selâm gönderenlere, ben de seni tevkil [vekalet verme] ediyorum. Onlara birer birer selâm ediyorum. Senin bu defaki mektubun gerçi geç geldi, fakat birkaç noktada beni çok memnun etti. Sabri’nin, elmas ve çelik gibi metanetini [gayret, kararlılık] ve isabet-i fikrini gösterdi. Madem Hafız Ali ile siz Atabey yoluyla muhabere etmeyi münasip görmüşsünüz; Atabey’de Abdullah Çavuş’un veya münasip gördüğünüz birisinin adresini bildiriniz. Abdullah Çavuş’un, sizin namınıza istediği Onuncu Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] namındaki Fihristenin ikinci cildini yazdırdık ve Hizbü’l-Ekber-i Nuriye’yi Feyzi yazdı. Yakında inşaallah [Allah dilerse] göndereceğiz.

Said Nursî

– 96 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu defa Sabri ve Hafız Ali’nin mektupları, Risale-i Nur’un fevkalâde bir kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve harika kuvvetini gösteriyor. Medrese-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] çalışkan ve gayyûr talebeleri birkaç gün zarfında, Hafız Mehmed’in zâyi olan kitaplarına mukabil umumunun yazılmasını ve ona verilmesini taahhüt edinmelerine, bu havalideki şakirtleri [öğrenci] fevkalâde mesrur [mutlu] eyledi. Hafız Ali’nin tahkikatına [araştırma, inceleme] gelenlerin, “Mağazalarda kâğıt kalmadı. Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] kâğıdı bitirdiler” diye demeleri ve Mehmed Zühdü’nün [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] kitapları kendine iade edilmeleri, Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] müftehirane teşci [cesaretlendirme] ve teşvik eden bir hâdisedir.

Sabri mektubunda, “İki üç senedir Risale-i Nur, telif [kaleme alma] cihetinde tevakkuf [durağan olma] devresini geçiriyor” diye hikmetini soruyor. Bunun cevabı uzundur. Hem telif, [kaleme alma] ihtiyarımız dairesinde değil. Hem, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] teliften [kaleme alma] hisseleri kalmak için, bazı ehemmiyetli esbab [sebebler] ve ârızalar mâni oldu.

Burada başta Âsiye olarak Ulviye, [yüce] Lütfiye gibi çok çalışkan hanım şakirtler, [öğrenci] medrese-i Nuriyedeki [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] hemşirelerine ve selâm gönderen Sabri’nin refikasına, [arkadaş, yoldaş, yardımcı] hem kardeşlerine arz-ı hürmet [hürmet etme, saygı sunma] ve selâm ve dua ederler.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ederiz.

179

– 97 –

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Kahraman Tahirî’nin ve Kâtip Osman’ın mektupları hakikaten benim için bir ilâç hükmüne geçti. Yarım maddî, yarım manevî endişe hastalığına bir tiryak [derman, ilaç] hükmüne geçti. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onlardan ve sizlerden ebeden razı olsun. Evet, azim ve sebâtınız ve ihlâs ve ciddiyetiniz, ehl-i dünya[dünyada yaşayanlar] mağlûp etmiş ve ediyor. Yoksa, birtek Tesettür Risalesiyle [24. Lem’a örtünmeyle ilgili olan kitapçık] yüz yirmi adamı tevkif edenleri, yüz otuz risaleyle birtek adamı tevkif edemediklerinin sebebi, ihlâsınız ve metanetinizdir, [gayret, kararlılık] hükmediyor.

Tahirî’nin, Hizbü’l-Ekber ve Virdü’l-Âzamın [devamlı yapılan zikir] tab [basma] için İstanbul’a gitmesini bütün ruhumuzla onu tebrik ve muvaffakiyetine [başarı] dua ediyoruz. İstanbul’da, Şefik’ten başka Risale-i Nur’la ciddî alâkadarlar çoktur; fakat adreslerini bilmiyorum. Yalnız, Barlalı Hacı Bekir ve İnebolulu, icra dairesinde bulunan Hafız Emin ve Gönenli Mehmed Efendiyi de Şefik vasıtasıyla bulabilir. İstanbul dostları münasebetiyle, meşhur bir vâiz [nasihat veren] benimle görüşmek için gelmiş, görüşemeden gitmiş. Bir zâta yazılan bir mektubun sureti size gönderiliyor; belki oradaki bazı adamlar, bu adam gibi o hitaba muhtaçtırlar.

İstanbul’a uğrayan Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] senin gayret ve ciddiyetini ve tesirli vaazını bize haber verdiler. Senin gibi metin [sağlam] ve hâlis bir zâtı, Risale-i Nur dairesinde görmek arzu ediyorlar. Ben de onlar gibi cidden seni Risale-i Nur dairesinde görmek istiyorum.

Bilirsin ki, iki elif ayrı ayrı olsa iki kıymeti var; bir çizgi üstünde omuz omuza verse, on bir kıymet aldığı gibi; senin tesirli nasihatinle ihzar [hazırlama] ettiğin hizmet-i imaniye [iman hizmeti] tek başıyla kalsa, şimdiki tehacümat-ı [her taraftan hücum etme] müttehideye karşı dayanması çok müşkil. [zor] Eğer Risale-i Nur’un hizmetine iltihak [karışma, katılma] etse, o iki elif gibi, on bir, belki yüz on bir kıymetinde ve kuvvetinde olacak ve karşıdaki ittifak etmiş dalâletlere [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] karşı dayanacak.

180

Bu zaman, ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir havuza sahip olmak için, bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa, o buz parçası erir, zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez.

Hem mûcib-i taaccüp, hem medâr-ı teessüftür ki, ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve hakikat ittifaktaki fevkalâde kuvveti ihtilâfla zayi ettikleri halde, ehl-i nifak [iki yüzlü kimseler, münafıklar] ve ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] meşreplerine [hareket tarzı, metod] zıt olduğu halde ittifaktaki ehemmiyetli kuvveti elde etmek için ittifak ediyorlar. Yüzde on iken, doksan ehl-i hakikatı [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] mağlûp ediyorlar.

– 98 –

Aziz, kardeşlerim,

Bu dakikada Hüsrev, Rüştü, Re’fet, Isparta’nın Hafız Ali’si askerlikten ne vakit geleceklerini merak ediyorum. Hususan Hüsrev’in kalemi, ne vakit Risale-i Nur’un fatihâne intişarına [açığa çıkma, yayılma] kavuşacak diye bilmek istiyorum. Onlara da selâmımı tebliğ ediniz.

Şimdi, bundan on dakika evvel, cesurca, fakat kalemsiz [okur yazar olmayan] iki adam, Risale-i Nur dairesine biri birisini getirdi. Onlara dedim ki: “Bu dairenin verdiği büyük neticelere mukabil, sarsılmaz bir sadakat ve kırılmaz bir metanet [gayret, kararlılık] ister. Isparta kahramanlarının gösterdikleri harikalar ve cihan-pesendâne [dünyaya meydan okurcasına] hidemât-ı Nuriyenin esası, harika sadakatleri ve fevkalâde metanetleridir. [gayret, kararlılık] Bu metanetin [gayret, kararlılık] birinci sebebi, kuvvet-i imaniye [iman gücü] ve ihlâs hasletidir. [huy, karakter] İkinci sebebi, cesaret-i fıtriyedir.”

Onlara dedim: “Sizler cesaretle ve efelikle tanınmışsınız ve dünyaya ait ehemmiyetsiz şeyler için fedakârlık gösterirsiniz. Elbette Risale-i Nur’un kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetinde ve cihana değer uhrevî neticelerine mukabil, merdâne ve fedakârâne cesaret ve metanet [gayret, kararlılık] gösterip sadakatinizi muhafaza edersiniz” dedim. Onlar da tam kabul ettiler.