LEM’ALAR – Birinci Lem’a (26-30)

26

Risale-i Nur Külliyatından

LEM’ALAR

Bediüzzaman Said Nursî

27

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

فَنَادٰى فِى الظُّلُمَاتِ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ * 1

اِذْ نَادٰى رَبَّهُ اَنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ * 2

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 3

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 4* لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيمِ 5* يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى 6* لِلَّذِينَ اٰمَنُوا هُدًى وَشِفَۤاءٌ * 7

Otuz Birinci Mektubun birinci kısmı, her zaman, hususan mağrib [akşam] ve işâ [yatsı] ortasında otuz üçer defa okunması çok faziletli bulunan mezkûr [adı geçen] kelimât-ı mübarekenin [mübarek kelimeler] herbirinin çok envârından [nurlar] birer nurunu gösterecek altı Lem’adır. [parıltı]

Birinci Lem’a [parıltı]

HAZRET-İ YUNUS ibni Mettâ [Hz. Yunus’un (a.s.) babasının adı] Alâ Nebiyyinâ ve Aleyhissalâtü Vesselâmın münâcâtı, [Allah’a yalvarış, dua] en azîm bir münâcâttır [Allah’a yalvarış, dua] ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır.8 [duanın kabulüne vesile]

28

Hazret-i Yunus aleyhisselâmın kıssa-i meşhuresinin [meşhur kıssa] hülâsası: [esas, öz]

Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş.1 Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı [karışık, gürültülü] ve karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette, لاَ اِلٰهَ اِلاَّۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ 2 münâcâtı, [Allah’a yalvarış, dua] ona sür’aten vasıta-i necat [kurtuluş aracı] olmuştur.

Şu münâcâtın [Allah’a yalvarış, dua] sırr-ı azîmi [büyük sır] şudur ki:

O vaziyette esbab [sebebler] bilkülliye [bütünüyle] sukut [alçalış, düşüş] etti. Çünkü o halde ona necat [kurtuluş] verecek öyle bir Zat lâzım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semâya [gökyüzü] geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve hût [balık] ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar [boyun eğdirilmiş] eden bir Zat onu sahil-i selâmete [güvenli yer] çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsaydılar, yine beş para faydaları olmazdı.3 Demek esbabın tesiri yok. Müsebbibü’l-Esbabdan [sebep olan] başka bir melce [sığınak] olamadığını aynelyakin [gözle görerek kesin bilgi edinme] gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] nur-u tevhid [Allah’ın birliğini gösteren nur] içinde inkişaf [açığa çıkma] ettiği için, şu münâcât [Allah’a yalvarış, dua] birden bire geceyi, denizi ve hûtu [balık] musahhar [boyun eğdirilmiş] etmiştir. O nur-u tevhid [Allah’ın birliğini gösteren nur] ile hûtun [balık] karnını bir tahtelbahir [denizaltı] gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağvâri emvac [dalgalar] dehşeti içinde, denizi, o nur-u tevhid [Allah’ın birliğini gösteren nur] ile emniyetli bir sahrâ, bir meydan-ı cevelân [gezinti alanı] ve tenezzühgâhı [ferahlama, rahatlama] olarak o nur ile semâ yüzünü bulutlardan süpürüp, kameri [ay] bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdit ve tazyik eden o mahlûkat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete [güvenli yer] çıktı, şecere-i yaktîn4 [kabak ağacı] altında o lûtf-u Rabbânîyi [Allah’ın lûtfu] müşahede etti.

İşte, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, [bir şeyin mânâsını anlamadan bakmak] onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan [başı dönmüş] küre-i zeminimizdir. [yerküre] Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, [nefsin yasak arzu ve istekleri] hûtumuzdur; [balık]

29

hayat-ı ebediyemizi [sonsuz âhiret hayatı] sıkıp mahvına çalışıyor.1 Bu hut, [balık] onun hûtundan [balık] bin derece daha muzırdır. [zararlı] Çünkü onun hûtu [balık] yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz [balık] ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.

Madem hakikî vaziyetimiz budur. Biz de, Hazret-i Yunus aleyhisselâma iktidaen, [uyarak] umum esbabdan yüzümüzü çevirip, doğrudan doğruya, Müsebbibü’l-Esbab [bütün sebepleri ve sebeplerin neticesini yaratan Allah] olan Rabbimize iltica edip لاَ اِلٰهَ اِلاَّۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ 2 demeliyiz ve aynelyakin [gözle görerek kesin bilgi edinme] anlamalıyız ki, gaflet ve dalâletimiz [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve hevâ-yı nefsin [nefsin yasak arzu ve istekleri] zararlarını def edecek yalnız o Zat olabilir ki, istikbal taht-ı emrinde, [emri altında] dünya taht-ı hükmünde, [hükmü altında] nefsimiz taht-ı idaresindedir. [idaresi altında] Acaba Hâlık-ı Semâvat ve Arzdan [göklerin ve yerin yaratcısı olan Allah] başka hangi sebep var ki, en ince ve en gizli hâtırât-ı kalbimizi [kalbden geçen şeyler, kalbin hâtıraları] bilecek? Ve bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüz bin boğucu emvâcından [dalgalar] kurtaracak-hâşâ-Zât-ı Vâcibü’l-Vücuddan başka hiçbir şey, hiçbir cihette, Onun izin ve iradesi olmadan imdad edemez ve halâskâr [kurtarıcı] olamaz.3

Madem hakikat-i hal [bir şeyin gerçek durumu] böyledir. Nasıl ki Hazret-i Yunus aleyhisselâma o münâcâtın [Allah’a yalvarış, dua] neticesinde hûtu [balık] ona bir merkûb, [binek] bir tahtelbahir [denizaltı] ve denizi bir güzel sahrâ ve gece mehtap[ay ışığı, ay] bir lâtif [berrak, şirin, hoş] suret aldı. Biz dahi o münâcâtın [Allah’a yalvarış, dua] sırrıyla  لاَ اِلٰهَ اِلاَّۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ demeliyiz. لاَ اِلٰهَ الاَّۤ اَنْتَ 4 cümlesiyle istikbalimize, سُبْحَانَكَ 5 kelimesiyle dünyamıza, اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ 6 fıkrasıyla [bölüm] nefsimize nazar-ı merhametini [merhamet bakışı] celb [çekme] etmeliyiz.

30

1 Tâ ki, nur-u iman [iman aydınlığı] ile ve Kur’ân’ın mehtabıyla istikbalimiz tenevvür [aydınlanma, nurlanma] etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve tenezzühe [ferahlama, rahatlama] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etsin. Ve mütemadiyen mevt [ölüm] ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar emvâcı [dalgalar] üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tezgâhında yapılan bir sefine-i mâneviye [mânevî gemi] hükmüne geçen hakikat-i İslâmiyet [İslâm hakikatleri, gerçekleri] içine girip, selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete [güvenli yer] çıkarak hayatımızın vazifesi bitsin. O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün [ferahlama, rahatlama] manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret [ibret gözüyle bakış] ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın. Hem o sırr-ı Kur’ân‘la, [Kur’ân’ın sırrı] o terbiye-i Furkaniye [doğru ile yanlışı birbirinden ayıran Kur’ân’ın verdiği eğitim] ile, nefsimiz bize binmeyecek, merkûbumuz [binek] olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin [sonsuz âhiret hayatı] kazanmasına kuvvetli bir vasıtamız olsun.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti [kapsayıcılık] itibarıyla, sıtmadan müteellim [acı çeken] olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizâzâtından [titreşim, sarsıntı] ve kâinatın kıyamet hengâmında [ân, zaman] zelzele-i kübrâsından [büyük deprem, kıyamet] müteellim [acı çeken] oluyor. Ve nasıl ki hurdebinî [gözle görülmeyecek kadar küçük, mikroskobik] bir mikroptan korkar, ecrâm-ı ulviyeden [gök cisimleri] zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasıl ki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasıl ki küçük bahçesini sever; öyle de, hadsiz ebedî Cenneti dahi müştakane sever. Elbette, böyle bir insanın Mâbudu, [ibadet edilen] Rabbi, melcei, [sığınak] halâskârı, [kurtulma] maksudu öyle bir Zat olabilir ki, umum kâinat Onun kabza-i tasarrufunda, [tasarrufu altında] zerrat [atomlar] ve seyyârat [gezegenler] dahi taht-ı emrindedir.2 [emri altında] Elbette öyle bir insan daima Yunusvâri (a.s.) لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ 3 demeye muhtaçtır.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 4