LEM’ALAR – Dokuzuncu Lem’a (76-89)

76

Dokuzuncu Lem’a [parıltı]

Bu lem’a[parıltı] herkes okumasın. Vahdetü’l-vücudun [Allah’ın birliği] ince kusurlarını herkes göremez ve muhtaç değil.

بِاسْمِهِ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 3

Aziz, sıddık, muhlis, [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] halis kardeşim,

Kardeşimiz Abdülmecid’e ayrı mektup yazmadığımın sebebi, size yazdığım mektupları kâfi [yeterli] gördüğümdendir ki, Abdülmecid, benim için Hulûsi’den sonra kıymettar bir kardeşim, bir talebemdir. Her sabah akşam Hulûsî ile beraber, bazen daha evvel duâmda ismiyle hazır oluyor. Size yazdığım mektuplardan, evvel Sabri, sonra Hakkı Efendi istifade ediyorlar. Onlara da ayrı mektup yazmıyorum. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] seni onlara mübarek büyük bir kardeş yapmış. Sen benim yerime Abdülmecid ile muhabere et, merak etmesin, Hulûsî’den sonra onu düşünüyorum.

BİRİNCİ SUÂLİNİZ: Cedlerinizden birisinin imzası “es-Seyyid Muhammed”e dair mahrem sualiniz var.

Kardeşim buna ilmî ve tahkikî ve keşfî cevap vermek elimde değil. Fakat ben arkadaşlarıma derdim ki: “Hulûsî ne şimdiki Türklere ve ne de Kürtlere benzemiyor. Bunda başka bir hâsiyet [özellik] görüyorum.” Arkadaşlarım da beni tasdik ediyorlar. دَادِ حَقْ رَا قَابِليَّتْ شَرْطْ نِييسْت 4 sırrıyla “Hulûsî’de büyük bir asâlet

77

tezahürü bir dâd-ı Hakdır” [Allah vergisi] derdik. Hem kat’iyyen bil ki; Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın iki âli [yüce] var. Biri: Nesebî [aynı nesepten [soy, şecere] [ağaç] ve soydan olma] âldir. Biri de Şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ve nûrânisinin risalet [elçilik, peygamberlik] noktasındaki âli [yüce] var. Bu ikinci âlde kat’iyyen sen dahil olmakla beraber, birinci âlde dahi delilsiz bir kanâatim var ki ceddinin imzası sebepsiz değildir.

ba

Aziz kardeşim,

SENİN İKİNCİ SUALİNİN HÜLÂSASI: [esas, öz] Muhyiddin-i Arabî demiş: “Rûhun mahlûkıyeti, [yaratılmış olma] inkişâfından [açığa çıkma] ibarettir.” O sual ile, benim gibi zayıf bir bîçâreyi, Muhyiddin-i Arabî gibi müthiş bir hârika-i hakikat, [hakikat hârikası, varlıkların ardındaki gerçeğe ulaşmada hârika olan] bir dâhiye-i ilm-i esrâra karşı mübârezeye [mücadele, karşı karşıya gelme] mecbur ediyorsun. Fakat madem nusûs-u Kur’ân‘a [Kur’ân’ın açık hükümleri] istinâden bahse girişeceğim; ben sinek dahi olsam o kartaldan daha yüksek uçabilirim.

Kardeşim, bil ki: Hazret-i Muhyiddin aldatmaz, fakat aldanır. Hâdîdir, fakat her kitabında mühdî [doğru ve hak yola ulaştıran kişi] olamıyor. Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir. Yirmi Dokuzuncu Sözde, [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] ruh bahsinde, medâr-ı sualiniz [soru sebebi] olan o hakikat izah edilmiştir.

Evet, ruh, mâhiyeti itibarıyla bir kanun-u emrîdir. [Allah’ın bir şeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emrini ifade eden kanun] Fakat vücud-u hâricî [dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık] giydirilmiş bir nâmus-u zîhayattır [canlı kanun] ve vücud-u hâricî [dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık] sahibi bir kanundur. Hazret-i Muhyiddin, yalnız mâhiyeti noktasında düşünmüştür. Vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] meşrebince, [hareket tarzı, metod] eşyanın vücudunu hayal görüyor. O zât, hârika keşfiyâtıyla [keşifler] ve müşâhedâtıyla [görülen, seyredilen] ve mühim bir meşreb [hareket tarzı, metod] sahibi ve müstakil [bağımsız] bir meslek ihtiyar ettiğinden, bilmecburiye, [mecburen, zorunlu olarak] zayıf te’vilâtla, tekellüflü [zahmetli] bir surette, bazı âyâtı meşrebine, [hareket tarzı, metod] meşhûdâtına [yapılan gözlemler] tatbik ediyor, âyâtın sarâhatini [açıklık] incitiyor. Sâir risalelerde cadde-i müstakîme-i Kur’âniye [Kur’ân’ın çizdiği, doğru yol]  

78

ve minhâc-ı kavîm-i Ehl-i Sünnet [doğru esaslar üzerine kurulmuş olan Ehl-i Sünnet yolu] beyan edilmiştir. O zât-ı kudsînin [kutsal derecelere ulaşan kişi] kendine mahsus bir makamı var; hem makbûlîndendir. [kabul görmüş olanlar] Fakat mîzansız [denge, ölçü] keşfiyâtında [keşifler] hudutları çiğnemiş ve cumhûr-u muhakkıkîne [hakikati araştırıp bulan kişilerden oluşan seçkin topluluk] çok meselelerde muhâlefet etmiş.

İşte, bu sır içindir ki, o kadar yüksek ve hârika bir kutup, [esas, önder, direk, eksen] bir ferîd-i devrân [bütün dönemlerin en seçkin kişisi] olduğu halde, kendine mahsus tarikatı gayet kısacık, Sadreddin-i [göğüs, sîne] Konevîye münhasır kalıyor gibidir ve âsârından [eserler/asırlar] istikametkârâne [doğru bir şekilde] istifade nâdir oluyor. Hattâ çok muhakkıkîn-i asfiyâ, [Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ve hakikatleri delilleriyle bilen ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar] o kıymettar âsârını [eserler/asırlar] mütalâa etmeye revaç [değer, kıymet] göstermiyorlar; hattâ bazıları men ediyorlar.

Hazret-i Muhyiddin’in meşrebiyle [hareket tarzı, metod] ehl-i tahkikin [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] meşrebinin [hareket tarzı, metod] mâbeynindeki [ara] esaslı fark ve onların me’hazlarını [kaynak] göstermek, çok uzun tetkikata ve çok yüksek ve geniş nazarlara muhtaçtır. Evet, fark o kadar dakîk [çok ince] ve derin ve me’haz [kaynak] o kadar yüksek ve geniştir ki, Hazret-i Muhyiddin hatâsından muâheze edilmemiş, makbul olarak kalmış. Yoksa, eğer ilmen, fikren ve keşfen o fark o me’haz [kaynak] görünseydi, onun için gayet büyük bir sukut [alçalış, düşüş] ve ağır bir hatâ olurdu. Madem fark o kadar derindir; bir temsil ile o farkı ve o me’hazları, [kaynak] Hazret-i Muhyiddin’in o meselede yanlışını göstermeye muhtasaran [kısa] çalışacağız. Şöyle ki:

Meselâ, bir âyinede güneş görünüyor. Şu âyine, güneşin hem zarfı, hem mevsûfudur. [nitelendirilen, vasıflandırılan] Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette âyineyi ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o âyine, fotoğraf âyinesi [aynası] ise, güneşin misâlini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Şu halde, âyinede görünen güneş, fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, hem âyineyi süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir. Âyine [ayna] içinde görünen güneşin vücudu ise, hâriçteki görünen güneşin ayn-ı vücudu [bir varlığın aynısı] değilse de, ona irtibâtı ve ona işâret ettiği için, onun ayn-ı vücudu [bir varlığın aynısı] zannedilmiş.

79

İşte bu temsile binâen, “Âyinede hakikî güneşten başka birşey yoktur” denilmek ve âyineyi zarf ve içindeki güneşin vücud-u hâricîsi [dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık] murad olmak cihetiyle denilebilir. Fakat âyinenin sıfatı hükmüne geçmiş münbasit [yayılan] aksi ve fotoğraf kâğıdına intikal eden resim cihetiyle güneştir denilse, hatâdır; “Güneşten başka içinde birşey yoktur” demek yanlıştır. Çünkü, âyinenin parlak yüzündeki akis ve arkasında teşekkül [kendi kendine oluşma] eden resim var. Bunların da ayrı ayrı birer vücudu var. Çendan [gerçi] o vücudlar güneşin cilvesindendir; fakat güneş değiller. İnsanın zihni, hayâli, bu âyine [ayna] misâline benzer. Şöyle ki:

İnsanın âyine-i fikrindeki mâlûmâtın dahi iki veçhi var: Bir vecihle [yön] ilimdir, bir vecihle [yön] mâlûmdur. Eğer zihni o mâlûma zarf saysak, o vakit o mâlûm mevcud, [gerçek varlık sahibi olan Allah] zihnî bir mâlûm olur; vücudu ayrı birşeydir. Eğer zihni o şeyin husûlüyle [meydana gelme] mevsuf [bir sıfatla nitelenen] saysak, zihne sıfat olur; o şey o vakit ilim olur, bir vücud-u hâricîsi [dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık] vardır. O mâlûmun vücud ve cevheri dahi olsa, bununki arazî [birşeyin aslından olmayan, sonradan ortaya çıkan ilinti] bir vücud-u hârîcisi olur.

İşte bu iki temsile göre, kâinat bir âyinedir. Her mevcudâtın [varlıklar] mâhiyeti dahi birer âyinedir. Kudret-i Ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] ile îcâd-ı İlâhîye [Allah’ın var etmesi, yaratması] mâruzdurlar. Herbir mevcud, [gerçek varlık sahibi olan Allah] bir cihetle Şems-i Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] bir isminin bir nevi âyinesi [aynası] olup bir nakşını gösterir. Hazret-i Muhyiddin meşrebinde [hareket tarzı, metod] olanlar, yalnız âyinelik ve zarfiyet [bir kelimenin yer ve zaman bildirmesi hâli] cihetinde ve âyinedeki vücud-u misâli, nefiy [inkâr] noktasında ve akis, ayn-ı mün’akis [aynaya vurup oradan ziyası, resmi, şekli gelen veya görünen şeyin kendisi] olmak üzere keşfedip, başka mertebeyi düşünmeyerek, “Lâ mevcûde illâ Hû[Allah’tan başka hiçbir varlık yoktur] diyerek, yanlış etmişler. “Hakàiku’l-eşyâi sâbitetün[eşyanın ve varlıkların hakikatı, aslı sabittir] kaide-i esâsiyeyi [temel kural] inkâr etmek derecesine düşmüşler.

Amma ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ise, verâset-i Nübüvvet [Peygamber varisliği] sırrıyla ve Kur’ân’ın kat’î ifâdâtıyla [ifâdeler] görmüşler ki, âyine-i mevcudatta [bir ayna şeklinde olan varlıklar] kudret ve irâde-i İlâhiye [Allah’ın dilediğini yapabilme gücü, İlâhi irade] ile vücud bulan nakışlar [işleme] Onun eserleridir. “Heme ezostHaşiye [herşey Ondandır] [dipnot] 1 tur; “Heme ostHaşiye [herşey Odur] [dipnot] 2 değil.

80

Eşyanın bir vücudu vardır ve o vücud bir derece sâbittir. Çendan [gerçi] o vücud, Vücud-u Vâcibe [varlığı zorunlu olan Cenâb-ı Hakkın varlığı] nisbeten vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] ve hayâlî hükmünde zayıftır; fakat Kadîr-i Ezelînin [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] îcad ve irâde ve kudretiyle vardır.

Nasıl ki, temsilde, âyine [ayna] içindeki güneşin hakikî vücud-u hâricîsinden [dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık] başka bir vücud-u misâlîsi [yansımaya dayalı varlık] var. Ve âyineyi ziynetli boyalayan münbasit [yayılan] aksinin dahi arazî [birşeyin aslından olmayan, sonradan ortaya çıkan ilinti] ve ayrı bir vücud-u hâricîsi [dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık] var. Ve âyinenin arkasındaki fotoğrafın resim kâğıdına intikâş eden suret-i şemsiyenin [güneşin görünümü] dahi ayrı ve arazî [birşeyin aslından olmayan, sonradan ortaya çıkan ilinti] bir vücud-u hâricîsi [dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık] vardır, hem bir derece sâbit bir vücuddur. Öyle de, kâinat âyinesinde ve mâhiyât-ı eşya [varlıkların temel özellikleri] âyinelerinde esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin [Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri] irade ve ihtiyar ve kudret ile hâsıl olan cilveleriyle tezâhür eden nukûş-u masnûâtın, [sanatlı olarak yaratılan varlıklardaki nakışlar] Vücud-u Vâcibden [varlığı zorunlu olan Cenâb-ı Hakkın varlığı] ayrı, hâdis bir vücudu var. Hem o vücuda Kudret-i Ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] ile sebat [kalıcı olma, sabit kalma] verilmiş. Fakat eğer irtibat kesilse, bütün eşya birden fenâya gider. Bekâ-i vücud [varlık özelliğinin sürekli olması] için her an, herşey, Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] ibkàsına [bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme] muhtaçtır. Çendan [gerçi]hakâiku’l-eşyâi sâbitetündür [varlıkların hakikatleri sabittir, hiç değişmez] ; [inci, inci tanesi] fakat Onun ispat ve tesbitiyle sâbittir.

İşte, Hazret-i Muhyiddin, “Ruh mahlûk değil; âlem-i emirden [Cenâb-ı Hakkın emirlerinin âlemi; İlâhî [Allah tarafından olan] kanunlar âlemi] ve sıfat-ı irâdeden [Cenâb-ı Hakkın irade sıfatı, niteliği] gelmiş bir hakikattir” demesi, çok nusûsun [hükmü açık olan Kur’ân ve hadis metinleri] zâhirine muhâlif olduğu gibi; mezkûr [adı geçen] tahkikata [araştırma, inceleme] binâen iltibâs [karıştırma] etmiş, aldanmış, zayıf vücudları görmemiş.

Esmâ-i İlâhiyeden [Allah’ın isimleri] Hallâk, [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] Rezzak [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] gibi isimlerin mazharları vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] ve hayâlî şeyler olamaz. Madem o esmâ hakikatlidirler. Elbette mazharlarının da hakikat-i hâriciyeleri [dışa yansıyan maddî gerçeklik] vardır.

ba

81

ÜÇÜNCÜ SUALİNİZ:

İlm-i cifre anahtar olacak bir ders istiyorsunuz.

Elcevap: Biz kendi arzu ve tedbirimizle bu hizmette bulunmuyoruz. İhtiyârımızın fevkinde, [üstünde] bize, daha hayırlı bir ihtiyar işimize hâkimdir. İlm-i cifir, meraklı ve zevkli bir meşgale olduğundan, vazife-i hakikiyeden alıkoyup meşgul ediyor. Hattâ, kaç defadır esrâr-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’ın sırları] karşı o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu; kemâl-i iştiyak [tam bir istek ve arzu] ve zevk ile müteveccih [yönelen] olduğum vakit kapanıyordu. Bunda iki hikmet buldum:

Birisi, لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 1 yasağına karşı hilâf-ı edepte [edebe aykırı] bulunmak ihtimâli var.

İkincisi, hakâik-ı esâsiye-i imâniye ve Kur’âniyenin berâhîn-i kat’iye ile ümmete ders vermek hizmeti ise, ilm-i cifir gibi ulûm-u hafiyenin [gizli ilimler] yüz derece daha fevkinde [üstünde] bir meziyet ve kıymeti vardır. O vazife-i kudsiyede [kutsal vazife] kat’î hüccetler [delil] ve muhkem [değiştirilemez] deliller sûiistimâle meydan vermiyorlar. Fakat cifir gibi, muhkem [değiştirilemez] kaidelere merbut [bağlı] olmayan ulûm-u hafiyede [gizli ilimler] sûiistimâl girip şarlatanların istifade etmeleri ihtimâlidir. Zaten hakikatlerin hizmetine ne vakit ihtiyaç görülse, ihtiyâca göre bir nebze ihsân edilir.

İşte, ilm-i cifrin [harflerin sayı değerlerinden anlam çıkarmak üzerine kurulu ilim] anahtarları içinde en kolayı ve belki en sâfisi ve belki en güzeli, ism-i Bedi’den gelen ve Kur’ân’da Lâfza-i Celâlde [“Allah” kelimesi] cilvesini gösteren ve bizim neşrettiğimiz âsârı [eserler/asırlar] ziynetlendiren [süslendiren] tevâfukun envâlarıdır. Kerâmet-i Gavsiyenin birkaç yerinde bir nebze gösterilmiş.

Ezcümle, tevâfuk birkaç cihette birşeyi gösterse, delâlet derecesinde bir işarettir. Bazan birtek tevâfuk, bazı karâinle delâlet hükmüne geçer. Her ne ise, şimdilik bu kadar yeter. Ciddî ihtiyaç olsa size bildirilecektir.

ba

82

DÖRDÜNCÜ SUALİNİZ:

Yani sizin değil, İmam Ömer Efendinin suali ki, bedbaht bir doktor, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın pederi varmış diye,Haşiye dîvânecesine bir te’vil ile bir âyetten kendine güya şâhit gösteriyor…

O bîçare adam bir zaman huruf-u mukattáa ile bir hat icadına çalışıyordu. Hem pek çok hararetli çalışıyordu. O vakit anladım ki, o adam zındıkların tavrından hissetmiş ki, hurufat-ı İslâmiyenin kaldırılmasına teşebbüs edecekler. O adam gûya o sele karşı hizmet edeceğim diye çok beyhude çalışmış. Şimdi bu meselede ve hem ikinci meselesinde yine zındıkların esasât-ı İslâmiyeye karşı müthiş hücumunu hissetmiş ki böyle mânâsız te’vilat ile bir musalâha [barış yapma] yolunu açmak istediğini zannediyorum.

اِنَّ مَثَلَ عِيسٰى عِنْدَ اللهِ كَمَثَلِ اٰدَمَ 1 gibi nusûs-u kat’iye ile Hazret-i İsâ aleyhisselâm pedersiz olduğu kat’iyyeti varken, tenâsüldeki bir kanunun muhâlefetini gayr-ı mümkün [imkansız] telâkki [anlama, kabul etme] etmekle, vâhî [boş, anlamsız] te’vilât ile bu metin [sağlam] ve esaslı hakikati değiştirmeye teşebbüs edenlerin sözüne ehemmiyet verilmez ve ehemmiyete değmez. Çünkü hiçbir kanun yoktur ki, şüzuzları [kural dışı kalmak] ve nâdirleri bulunmasın ve hâricine çıkmış fertleri bulunmasın. Ve hiçbir kaide-i külliye [genel kural] yoktur ki, hârika fertler ile tahsis edilmesin.

83

Zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] beri bir kanundan hiçbir fert şüzûz [kural dışı kalmak] etmemek ve hâricine çıkmamak olamaz. Evvelâ, bu kanun-u tenâsül, [üreme kanunu] mebde’ [başlangıç] itibârıyla, [özellik] iki yüz bin envâ-ı hayvânâtın [hayvan türleri] mebde‘leriyle [başlangıç] hark [herhangi bir kanunun delinmesi, yırtılması, kanunu devre dışı bırakarak yaratma] edilmiş ve nihâyet verilmiş. Yani, en evvelki pederleri âdetâ Âdem’leri hükmünde, iki yüz bin o evvelki pederler, kanun-u tenâsülü [üreme kanunu] hark [herhangi bir kanunun delinmesi, yırtılması, kanunu devre dışı bırakarak yaratma] etmişler. Peder ve valideden gelmemişler ve o kanun hâricinde vücud verilmiş.

Hem her baharda gözümüzle gördüğümüz, yüz bin envâın [tür] kısm-ı âzamı, [büyük bir kısmı] hadsiz efradları, [bireyler] kanun-u tenâsül [üreme kanunu] hâricinde—yaprakların yüzünde, taaffün [bozulma, çürüme, kokuşma] etmiş maddelerde—o kanun hâricinde îcâd edilir. Acaba mebdeinde [başlangıç] ve hattâ her senede bu kadar şâzlarla [kural dışı] yırtılmış, zedelenmiş bir kanunu, bin dokuz yüz senede bir ferdin şüzûzunu [kural dışı kalmak] akla sığıştıramayan ve nusûs-u Kur’âniyeye [Kur’ân’ın açık hükümleri] karşı bir te’vîle yapışan bir akıl, kaç derece akılsızlık ettiğini kıyâs et.

O bedbahtların kanun-u tabiî [tabiat kanunu] tâbir ettiği şeyler, emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ve irâde-i Rabbâniyenin [Allah’ın varlıkları istediği şekilde terbiye, tedbir ve idare etmesi] küllî bir cilvesi olan âdetullah [Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] kanunlarıdır ki, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o âdâtını bazı hikmet için değiştirir. Herşeyde ve her kanunda irâde ve ihtiyârının hükmettiğini gösterir. Hârikulâde bazı fertlerde hark-ı âdât [adetleri, kanunları delme, onları devre dışı bırakarak var etme] eder.

اِنَّ مَثَلَ عِيسٰى عِنْدَ اللهِ كَمَثَلِ اٰدَمَ 1 fermânıyla bu hakikati gösterir.

Ömer Efendinin o doktora dâir ikinci suali:

O doktor, o meselede o kadar eblehâne [ahmak] hareket ediyor ki, sözlerini dinlemek yahut ehemmiyet verip cevap vermekten çok aşağıdır. Bu bîçâre, küfür ve îmân ortasını bulmak istiyor. Onun ehemmiyetsiz bahsine karşı değil, belki yalnız Ömer Efendinin istifsârına [yorum isteme] göre derim:

Me’mûrât [yapılması emredilen şeyler] ve menhiyât-ı şer’iyede [İslamiyetin yapılmasını yasakladığı şeyler] illet, [asıl sebep] emr-i İlâhîdir [Allah’ın emri] ve nehy-i İlâhîdir. [Allah tarafından konulan yasak]

84

Maslahatlar [amaç, yarar] ve hikmetler ise, müreccihtirler; [tercih eden] emir ve nehyin [yasak] taallûklarına ism-i Hakîm [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] noktasında sebep olabilir.

Meselâ, sefer eden, namazını kasreder. [köşk, saray] Bu namazın kasrına [köşk, saray] bir illet [asıl sebep] ve bir hikmet var. İllet, seferdir; hikmet, meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat olmasa da, namaz kasredilir. [köşk, saray] Sefer olmasa, hânesinde yüz meşakkat görse, yine namaz kasredilmez. [köşk, saray] Çünkü meşakkat filcümle [bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması] bazan seferde bulunması, kasr-ı namaza [namazın kısaltılması] hikmet olmasına kâfidir ve seferi illet [asıl sebep] yapmasına da yine kâfidir.

İşte, bu kaide-i şer’iyeye [Şer’i kural, İslâmiyetin ortaya koyduğu kural] binâen, ahkâm-ı şer’iye [dinî hükümler] hikmetlere göre tegayyür [başkalaşım] etmiyor, hakikî illetlere [asıl sebep] bakar. Meselâ, o doktorun bahsettiği gibi, hınzırın [domuz] etinden bildiği zarardan, hastalıktan başka, “Hınzır [domuz] eti yiyen bir cihette hınzırlaşır”Haşiye [domuz] [dipnot] kaidesiyle ve o hayvan, sâir hayvânât-ı ehliye [evcil hayvanlar] gibi zararsız yapılmıyor. Etinden gelen menfaatten ziyade, çok zarar îrâs etmekle [netice verme] beraber, etindeki kuvvetli yağ, kuvvetli soğuk memleketi olan firengistandan [Avrupa] başka tıbben muzır [zararlı] olduğu gibi, mânen ve hakikaten çok zararlı olduğu tahakkuk [gerçekleşme] etmiş.

İşte bu gibi hikmetler, onun haram olmasına ve nehy-i İlâhî [Allah tarafından konulan yasak] taallûkuna da bir hikmet olmuştur. Hikmet her fertte ve her vakitte bulunmak lâzım değildir. O hikmetin tebeddülü ile illet [asıl sebep] değişmez. İllet değişmezse hüküm değişmez. İşte bu kaideye göre, o bîçâre adamın ne kadar şeriatın rûhundan uzak konuştuğu anlaşılsın. Şeriat nâmına onun sözüne ehemmiyet verilmez. Hâlikın [helâk olan, yokluğa giden] çok akılsız feylesoflar suretinde hayvanları vardır!

ba

85

 Muhyiddin-i Arabî hakkındaki sualin cevabına zeyldir. [ek]

Sual: Muhyiddin-i Arabî, vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] meselesini en yüksek bir mertebe telâkki [anlama, kabul etme] ettiği gibi, ehl-i aşk [aşk ehli, Allah aşıkları] bir kısım evliyâ-i azîme [büyük veliler] dahi ona ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmişler. Bu meslek en yüksek mertebe olmadığını, hem hakikî olmadığını, belki bir derecede ehl-i sekir ve istiğrâkın [türü kapsayacak şekilde umumi hâle getirme] ve ashâb-ı şevk ve aşkın meşrebi [hareket tarzı, metod] olduğunu söylüyorsun. Öyle ise, muhtasaran [kısa] sırr-ı verâset-i Nübüvvetle [Peygamberlik varisliğinin sırrı] ve Kur’ân’ın sarâhatiyle [açıklık] gösterilen Tevhîdin yüksek mertebesi hangisidir? Göster.

Elcevap: Benim gibi hiç ender hiç, [hiç içinde hiç] âciz bir bîçârenin kısa fikriyle bu yüksek mertebeleri muhâkeme etmek, yüz derece haddimin fevkindedir. [üstünde] Yalnız, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] feyzinden gelen gayet muhtasar [kısa] bir iki nükteyi [derin anlamlı söz] söyleyeceğim; belki bu meselede faydası olacak.

BİRİNCİ NÜKTE: [derin anlamlı söz] Vahdetü’l-vücudun [Allah’ın birliği] meşrebine [hareket tarzı, metod] ve saplanmasına çok esbab [sebebler] var. Onlardan bir ikisi kısaca beyan edilecek.

Birinci sebep: Mertebe-i Rubûbiyetin hallâkıyetini [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] âzamî derecede zihinlerine sığıştıramadıklarından ve sırr-ı Ehadiyet [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] ile herşeyi bizzat kabza-i Rubûbiyetinde tuttuğunu ve herşey kudret ve ihtiyar ve irâdesiyle vücud bulduğunu kalblerine tam yerleştiremediklerinden, “Herşey Odur” veyahut “yoktur” veya “hayaldir” veya “tezâhüriyetidir” veya “cilveleridir” demeye kendilerini mecbur bilmişler.

İkinci sebep: Firâkı [ayrılık] hiç istemeyen ve firâktan [ayrılık] şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve bu’diyetten [uzaklık] Cehennem gibi korkan ve zevâlden [batış, kayboluş] gayet derece nefret eden ve visâli, [kavuşma] rûhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti [yakın] Cennet gibi hadsiz bir iştiyakla [arzu, istek] arzulayan aşk sıfatı, herşeydeki akrebiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın kula olan yakınlığı] bir cilvesine yapışmakla,

86

firak [ayrılık] ve bu’diyeti [uzaklık] hiçe sayıp, likâ ve visâli [kavuşma] dâimî zannederek “Lâ mevcude illâ Hû[Ondan başka hiçbir varlık yok] diye, aşkın sekriyle ve o şevk-i bekà ve likà ve visâlin [kavuşma] muktezâsıyla, [gereklilik] gayet zevkli bir meşreb-i hâli vahdetü’l-vücudda [Allah’ın birliği] bulunduğunu tasavvur ederek, müthiş firaklardan [ayrılık] kurtulmak için, o vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] meselesini melce[sığınak] ittihâz etmişler.

Demek birinci sebebin menşei, [kaynak] aklın gayet geniş ve gayet yüksek olan bazı hakàik-ı îmâniyeye [iman hakikatleri] yetişmediğinden ve ihâta [kavrayış] edemediğinden ve aklın îmân noktasında tamamıyla inkişâf [açığa çıkma] etmediğindendir. İkinci sebebin menşei, [kaynak] kalbin aşk noktasında fevkalâde inkişâfından [açığa çıkma] ve hârikulâde inbisâtından ve genişliğinden ileri gelmiştir.

Amma sarâhat-i [açıklık] Kur’âniye ile verâset-i Nübüvvetin [Peygamber varisliği] evliyâ-i azîmesi [büyük veliler] ve ehl-i sahv [uyanık iken hakikatleri görerek onlara ulaşan Allah dostları] olan asfiyânın gördükleri mertebe-i uzmâ-yı Tevhid ise, hem çok yüksektir, hem rubûbiyet [Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] ve hallâkıyet-i İlâhiyenin [Allah’ın kendi zatına yaraşan yaratıcılığı] mertebe-i uzmâsını, [en büyük mertebe] hem bütün esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] hakikî olduklarını ifade ediyor. Ve esâsâtı [esaslar] muhâfaza edip, ahkâm-ı Rubûbiyetin muvâzenesini bozmuyor. Çünkü derler ki:

Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ehadiyet-i zâtiyesiyle ve mekândan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] iyetiyle [bir yerle sınırlı olmayan] beraber, herşey bütün şuûnâtıyla, [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] doğrudan doğruya ilmiyle ihâta [kavrayış] ve teşhis edilmiş ve irâdesiyle tercih ve tahsis edilmiş ve kudretiyle ispat ve îcâd edilmiştir. Bütün kâinatı birtek mevcud [gerçek varlık sahibi olan Allah] gibi îcâd ve tedbir ediyor. Bir çiçeği kolaylıkla halk ettiği gibi, koca baharı dahi o suhûletle [kolaylık] halk eder. Birşey birşeye mâni olmaz. Teveccühünde [ilgi] tecezzî [bölünme, parçalanma] yoktur. Aynı anda, her yerde, kudret ve ilmiyle tasarruf

87

noktasında bulunuyor. Tasarrufunda tevzi [(sahiplerine) dağıtma] ve inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] yoktur. On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfının [bölüm, kısım] İkinci Maksadında bu sır tamamıyla izah ve ispat edilmiştir.

Lâ müşâhhate fi’t-temsîl[temsilde tartışma olmaz] kaidesiyle temsildeki kusura bakılmadığından, gayet kusurlu bir temsil söyleyeceğim—tâ iki meşrebin [hareket tarzı, metod] bir derece farkı anlaşılsın.

Meselâ, hârika ve emsalsiz, gayet büyük ve gayet ziynetli, şark ve garba bir anda uçacak ve şimalden [kuzey] cenuba [güney] ulaşan kanatlarını kapayıp açacak, yüz binler nakışlarla [işleme] tezyin [süsleme] edilmiş ve kanadının herbir tüyünde gayet dâhiyâne san’atlar derc [yerleştirme] edilmiş bir tavus kuşu farz ediyoruz. Şimdi seyirci iki adam var. Akıl ve kalb kanatlarıyla bu kuşun yüksek mertebelerine ve hârika ziynetlerine uçmak istiyorlar.

Birisi, bu tavus kuşunun vaziyetine ve heykeline ve hârikulâde herbir tüyündeki kudret nakışlarına [işleme] bakar ve gayet aşk ve şevk ile sever. Dakik [derin ve ince] tefekkürü kısmen bırakır ve aşka yapışır. Fakat görür ki, hergün o sevimli nakışlar [işleme] tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve tebeddül [başkalaşma, değişme] eder. Sevdiği ve perestiş [aşırı derece sevme] ettiği o mahbublar kaybolur, zeval [geçip gitme] buluyor. O adam kendine tesellî vermek ve aklına sığıştıramadığı vahdet-i hakikî [Allah’ın gerçek anlamda tek oluşu] ile rubûbiyet-i mutlaka [Allah’ın herşeyi kuşatan sınırsız ve sonsuz rablığı] ve ehadiyet-i zâtî [zâtına ait birlik] ile hallâkıyet-i külliyeye [herşeyi kuşatan yaratıcılık] mâlik bir nakkâşın [herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] bir nakş-ı san’atıdır [san’at işlemesi] demek lâzım gelirken, o itikad [inanç] yerine, “Bu tavus kuşundaki ruh o kadar âlîdir [yüce] ki, onun sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] onun içindedir veya o olmuş. Hem o ruh, vücuduyla müttehid, [aynı noktada birleşen] vücudu ise sûret-i zâhiriye [dış görünüş] ile mümteziç [birleşik, karışık] olduğundan, o rûhun kemâli ve o vücudun yüksekliği, bu cilveleri böyle gösterir, her dakika başka bir nakşı ve ayrı bir hüsnü [güzellik] izhâr eder. Hakikî ihtiyar ile bir îcad değil, belki bir cilvedir, bir tezâhürdür” der.

Diğer adam der ki: “Bu mîzanlı [ölçülü] ve nizamlı, gayet san’atkârâne [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] nakışlar, [işleme] kat’î

88

bir surette, bir irâde ve ihtiyar ve kasd ve meşîeti [dileme, irade, istek] iktizâ eder. İrâdesiz bir cilve, [görünme, yansıma] ihtiyarsız [irade dışı] bir tezâhür olamaz. Evet, tavusun mâhiyeti güzel ve yüksektir; fakat onun mâhiyeti fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olamaz. Belki münfaildir; [fiilden etkilenen] fâili [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] ile hiçbir cihette ittihâd edemez. Rûhu güzel ve âlîdir, [yüce] fakat mûcid [icad eden, yoktan var eden, Allah] ve mutasarrıf [dilediği gibi idare eden] değil, belki ancak mazhar [erişme, nail olma] ve medardır. [kaynak, dayanak] Çünkü herbir tüyünde, bilbedâhe, [açık bir şekilde] nihâyetsiz bir hikmetle bir san’at ve nihâyetsiz bir kudretle bir nakş-ı ziynet görünüyor. Bu ise irâdesiz, ihtiyarsız [irade dışı] olamaz. Bu kemâl-i kudret [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] içinde kemâl-i hikmeti [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] ve kemâl-i ihtiyar içinde kemâl-i rubûbiyeti [Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının mükemmelliği] ve merhameti gösteren san’atlar, cilve [görünme, yansıma] milve işi değil. Bu yaldızlı defteri yazan kâtip onun içinde olamaz, onunla ittihâd edemez. Belki, yalnız o defter, o kâtibin yazı kaleminin ucuyla temâsı var. Öyle ise, o kâinat denilen misâlî tavusun hârikulâde ziynetleri, o tavus Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] yaldızlı bir mektubudur.”

İşte şimdi o kâinat tavusuna bak, o mektubu oku, Kâtibine “Mâşâallah, Tebârekâllah, Sübhânallah” de. Mektubu kâtip zanneden veya kâtibi mektup içinde tahayyül [hayal etme] eden veya mektubu hayal tevehhüm [kuruntu] eden, elbette aşk perdesinde aklını saklamış, hakikatin hakikî suretini görmemiş.

Vahdetü’l-vücudun [Allah’ın birliği] meşrebine [hareket tarzı, metod] sebebiyet veren aşkın envaından en mühim ciheti, aşk-ı dünyadır. Mecâzî olan aşk-ı dünya, aşk-ı hakikîye [hakikat aşkı; doğruluğa karşı hissedilen aşk] inkılâb [değişim, devrim] ettiği zaman, vahdetü’l-vücuda [Allah’ın birliği] inkılâb [değişim, devrim] eder. Nasıl ki insandan şahsî bir mahbûbu muhabbet-i mecâzî ile seven, sonra zevâl [batış, kayboluş] ve fenâsını kalbine yerleştiremeyen bir âşık, mahbûbuna aşk-ı hakikî [gerçek aşk] ile bir bekà kazandırmak için “Mâbud [ibadet edilen] ve Mahbûb-u Hakikînin [sevilen ve gerçek anlamda sevilmeye lâyık olan Allah] bir âyine-i cemâlidir” [güzelliğin aynası] diye kendini tesellî eder, bir hakikate yapışır. Öyle de, koca dünyayı ve kâinatı hey’et-i mecmuasıyla [fertlerinin hepsi; harf, kelime, âyet ve sûre gibi parçaların oluşturduğu birlik] mahbub [sevimli/sevgili] ittihâz

89

eden, sonra o muhabbet-i acîbe [şaşkına döndüren sevgi] dâimî zevâl [batış, kayboluş] ve firak [ayrılık] kamçılarıyla muhabbet-i hakikîye [gerçek sevgi] inkılâb [değişim, devrim] ettiği vakit, o çok büyük mahbubunu zevâl [batış, kayboluş] ve firaktan [ayrılık] kurtarmak için vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] meşrebine [hareket tarzı, metod] ilticâ eder. Eğer gayet yüksek ve kuvvetli îmân sahibi ise, Muhyiddin-i Arab’ın emsâli gibi zâtlara zevkli, nûrânî, makbul bir mertebe olur. Yoksa, vartalara, [tehlike] maddiyâta girmek, esbapta [sebepler] boğulmak ihtimâli var. Vahdetü’ş-şuhud [Allah’tan başka bir şeyin görülmemesi ve Allah’tan başka her şeyin unutkanlık perdesiyle örtülmesi] ise, o zararsızdır, ehl-i sahvın [uyanık iken hakikatleri görerek onlara ulaşan Allah dostları] da yüksek bir meşrebidir. [hareket tarzı, metod]

اَللّٰهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ * 1

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2