LEM’ALAR – Otuzuncu Lem’a -2 (593-638)

593

Otuzuncu Lem’anın [parıltı] Beşinci Nüktesi [derin anlamlı söz]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْ يِ ى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 1

âyet-i azîmenin [büyük ve yüce âyet] ve

اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ لاَ تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ * 2

âyet-i azîmin birer nüktesi [derin anlamlı söz] ile, İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] veyahut İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru olan ism-i Hayyın bir cilvesi, Şevvâl-i Şerifte, [Miladî aylardan onuncusu; Ramazan’dan sonra gelen ay] Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa aklıma göründü. Vaktinde kaydedilmedi ve çabuk o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kuşu avlayamadık. Tebâud [uzaklaşma] ettikten sonra, hiç olmazsa bazı remizlerle [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] o hakikat-i ekberin ve nur-u âzamın [çok büyük nur, ışık] bazı şualarını muhtasaran [kısa] göstereceğiz.

BİRİNCİ REMİZ

İsm-i Hayy [Allah’ın gerçek hayat sahibi olduğunu bildiren ismi] ve ism-i Muhyînin [Allah’ın bütün canlılara hayat verdiğini bildiren ismi] bir cilve-i âzamından [büyük yansıma, görüntü] olan “Hayat nedir? Ve mahiyeti ve vazifesi nedir?” sualine karşı, fihristevâri cevap şudur ki:

Hayat,

· şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi,

· hem en büyük neticesi,

· hem en parlak nuru,

· hem en lâtif [berrak, şirin, hoş] mâyesi, [asıl, esas, maya]

594

· hem gayet süzülmüş bir hülâsası, [esas, öz]

· hem en mükemmel meyvesi,

· hem en yüksek kemâli,

· hem en güzel cemâli,

· hem en güzel ziyneti,

· hem sırr-ı vahdeti, [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı]

· hem rabıta-i ittihadı, [birlik bağı]

· hem kemâlâtının [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] menşei, [kaynak]

· hem san’at ve mahiyetçe [nitelikçe, özellikçe] en harika bir zîruhu, [ruh sahibi]

· hem en küçük bir mahlûku bir kâinat hükmüne getiren mu’cizekâr bir hakikati,

· hem güya kâinatın küçük bir zîhayatta [canlı] yerleşmesine vesile oluyor gibi, koca kâinatın bir nevi fihristesini o zîhayatta [canlı] göstermekle beraber, o zîhayatı [canlı] ekser mevcudatla [var edilenler, varlıklar] münasebettar [alâkalı, ilgili] ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en harika bir mu’cize-i kudrettir. [Allah’ın kudret mu’cizesi]

· Hem en büyük bir küll [bütün] kadar, hayat ile küçük bir cüz’ü büyülten ve bir ferdi dahi küllî gibi bir âlem hükmüne getiren ve rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] cihetinde kâinatı tecezzî [bölünme, parçalanma] ve iştiraki ve inkısamı [bölünme, kısımlara ayrılma] kabul etmez bir küll, [bütün] bir küllî hükmünde gösteren fevkalâde harika bir san’at-ı İlâhiyedir. [Allah’ın san’atı]

· Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] şehadet eden burhanların [delil] en parlağı, en kat’îsi ve en mükemmeli,

· hem masnuat-ı İlâhiye [Allah’ın san’atla yarattığı varlıklar] içinde en hafîsi ve en zâhiri, en kıymettarı ve en ucuzu, en nezihi [temiz] ve en parlak ve en mânidar bir nakş-ı san’at-ı Rabbâniyedir. [herşeyin Rabbi olan Allah’a ait san’atlı nakış]

· Hem sair mevcudatı [var edilenler, varlıklar] kendine hâdim [hizmetçi] ettiren, nâzenin, [ince, narin, duyarlı] nazdar, [nazlı] nazik bir cilve-i rahmet-i Rahmâniyedir. [sonsuz şefkat ve merhameti bütün varlık âlemini kuşatan Allah’ın rahmetinin yansıması]

595

· Hem şuûnât-ı İlâhiyenin [Cenâb-ı Allah’ın işleri ve icraatları] gayet câmi bir âyinesidir.

· Hem Rahmân, Rezzak, [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] Rahîm, Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] gibi çok Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] cilvelerini câmi ve rızık, hikmet, inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] rahmet gibi çok hakikatleri kendine tâbi eden ve görmek ve işitmek ve hissetmek gibi umum duyguların menşei, [kaynak] madeni bir acube-i hilkat-i Rabbâniyedir. [herşeyin Rabbi olan Allah’ın yarattığı varlıklardaki şaşkınlık veren özellikler]

· Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı âzamında [büyük tezgâh] öyle bir istihale [bir halden başka hale dönüşme] makinesidir ki, mütemadiyen, her tarafta tasfiye yapıyor, temizlendiriyor, terakki [ilerleme] veriyor, nurlandırıyor. Ve zerrat [atomlar] kafilelerine güya hayatın yuvası olan cesedi, o zerrelere vazife görmek, nurlanmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mektep, bir kışladır. Adeta Zât-ı Hayy ve Muhyî, [bütün canlılara hayat veren Allah] bu makine-i hayat [hayat makinesi, canlı olan vücut fabrikası] vasıtasıyla, bu karanlıklı ve fâni ve süflî [alçak] olan âlem-i dünya[dünya âlemi] lâtifleştiriyor, [berrak, şirin, hoş] ışıklandırıyor, bir nevi bekà veriyor, bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor.

· Hem hayatın iki yüzü, yani mülk, [birşeyin dış, görünen yüzü] melekût [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] vecihleri [yön] parlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ulvîdir. Onun için, perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i Rabbâniyeden [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın kudret eli] çıktığını âşikâre göstermek için, sair eşya gibi zâhirî esbabı, hayattaki tasarrufât-ı kudrete [Allah’ın kudretiyle dilediği gibi icraat ve faaliyetlerde bulunması] perde edilmemiş bir müstesna mahlûktur.

· Hem hayatın hakikati, altı erkân-ı imaniyeye [iman esasları] bakıp mânen ve remzen [ince işaret] ispat eder. Yani,

· hem Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücub-u vücudunu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve hayat-ı sermediyesini, [devamlı, sürekli hayat]

596

· hem dâr-ı âhireti [âhiret âlemi] ve hayat-ı bâkıyesini, [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı]

· hem vücud-u melâike, [meleklerin varlığı]

· hem sair erkân-ı imaniyeye [iman esasları] pek kuvvetli bakıp iktiza [bir şeyin gereği] eden bir hakikat-i nuraniyedir. [nurlu gerçek]

· Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en sâfi bir hülâsa[esas, öz] olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlâhî [Allah’ın maksadı, hedefi] ve hilkat-i âlemin [âlemin yaratılışı] en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı âzamdır. [en büyük sır]

İşte, hayatın bu mezkûr [adı geçen] yirmi dokuz ehemmiyetli ve kıymettar hassalarını ve ulvî ve umumî vazifelerini nazara al. Sonra bak, Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] isminin arkasında ism-i Hayyın azametini gör. Ve hayatın bu azametli hassaları ve meyveleri noktasından, ism-i Hayy nasıl bir İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] olduğunu bil.

Hem anla ki, bu hayat madem kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymettar meyvesidir; elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünkü ağacın neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet, bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye [sonsuz âhiret hayatı] olduğu gibi, bir meyvesi de, hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyîye [bütün canlılara hayat veren Allah] karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki, bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise, hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir.

Ve bundan anla ki, bu hayatın gayesini “rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârâne [hevesine düşkün bir şekilde] nimetlenmektir” [Allah’ın rızık olarak verdiklerinden faydalanmak] diyenler, gayet çirkin bir cehaletle, münkirâne, [inkâr edercesine] belki de kâfirâne, bu pek çok kıymettar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını [bağış] istihfaf [hafife alma] ve tahkir [aşağılama] edip dehşetli bir küfran-ı nimet [nimete karşı nankörlük] ederler.

İKİNCİ REMİZ

İsm-i Hayyın [Allah’ın gerçek hayat sahibi olduğunu bildiren ismi] bir cilve-i âzamı [büyük yansıma, görüntü] ve ism-i Muhyînin [Allah’ın bütün canlılara hayat verdiğini bildiren ismi] bir tecellî-i eltafı [çok lâtif, çok hoş olan bir güzelliğin yansıması] olan bu

597

hayatın Birinci Remizdeki [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] fihristesi, zikredilen bütün mertebeleri ve vasıfları ve vazifeleri beyan etmek, o vasıflar adedince risaleler yazmak lâzım geldiğinden, Risale-i Nur’un eczalarında o vasıfların, o mertebelerin, o vazifelerin bir kısmı izah edildiğinden, kısmen tafsilâtı [ayrıntılar] Risale-i Nur’a havale edip, burada birkaç tanesine muhtasaran [kısa] işaret edeceğiz.

İşte, hayatın yirmi dokuz hassalarından yirmi üçüncü hassasında şöyle denilmiştir ki: Hayatın iki yüzü de şeffaf, kirsiz olduğundan, esbab-ı zâhiriye [görünen sebepler] ondaki tasarrufât-ı kudret-i Rabbâniyeye [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın sonsuz kudretiyle varlıklar üzerinde dilediğini yapması] perde edilmemiştir.

Evet, bu hassanın sırrı şudur ki: Kâinatta gerçi herşeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır. Ve şer ve çirkinlik gayet cüz’îdir [ferdî, küçük] ve vâhid-i kıyasîdirler [ölçü birimi] ki, güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlerinin tekessürünü [çoğalma] ve taaddüdünü [birden fazla olma] göstermek cihetiyle, o şer ise hayır ve o kubh [çirkinlik] dahi hüsün [güzellik] olur. Fakat zîşuurların [akıl ve şuur sahibi] nazar-ı zâhirîsinde [dışa dönük bakış] görünen zâhirî çirkinlik ve fenalık ve belâ ve musibetten gelen küsmekler ve şekvâlar [şikayet] Zât-ı Hayy-ı Kayyûma [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] teveccüh [ilgi] etmemek için, hem aklın zâhirî nazarında habis, [çirkin, pis] pis görünen şeylerde, kudsî, [her türlü kusur ve noksandan uzak] münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] olan kudretin bizzat ve perdesiz onlarla mübaşereti [bir işe başlama, girişim, temas etme] kudretin izzetine [büyüklük, yücelik] münâfi [aykırı] gelmemek için, zâhirî esbablar o kudretin tasarrufâtına [faaliyetler, istediği şekilde yönlendirmeler] perde edilmişler. O esbab ise icad edemiyorlar; belki haksız olan şekvâlara [şikayet] ve itirazlara hedef olmak ve izzet [büyüklük, yücelik] ve kudsiyet ve münezzehiyet-i kudreti [kudret ve güç açısından eksiği, noksanı ve kusuru olmama hâli] muhafaza içindirler.

Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamının Mukaddimesinde [başlangıç] beyan edildiği gibi, Hazret-i Azrail (a.s.) kabz-ı ervah [ruhları teslim alma] vazifesi hususunda Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] münâcât [Allah’a yalvarış, dua] etmiş, demiş: “Senin kulların benden küsecekler.” Cevaben ona denilmiş: “Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musibetler perdesini bırakacağım. Vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekvâ [şikayet] oklarını o perdelere atacaklar.”

598

Bu münâcâtın [Allah’a yalvarış, dua] sırrına göre, ölümün ve vefatın ehl-i iman [Allah’a inanan] hakkında hakikî güzel yüzünü görmeyen ve ondaki rahmetin cilvesini bilmeyenlerin küsmeleri ve itirazları Zât-ı Hayy-ı Kayyûma [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] gitmemek için Hazret-i Azrail’in (a.s.) vazifesi de bir perde olduğu gibi, sair esbablar dahi zâhirî perdedirler. Evet, izzet, [büyüklük, yücelik] azamet ister ki, esbab perdedâr-ı dest-i kudret [Allah’ın kudret elinin önünde perde] ola aklın nazarında. Fakat vahdet [Allah’ın birliği] ve celâl ister ki, esbab [sebebler] ellerini çeksinler tesir-i hakikîden. [gerçek tesir]

Fakat hayatın hem zâhirî, hem bâtınî, hem mülk, [birşeyin dış, görünen yüzü] hem melekût [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] vecihleri [yön] kirsiz, noksansız, kusursuz olduğundan, şekvâları [şikayet] ve itirazları davet edecek maddeler onda bulunmadığı gibi, izzet [büyüklük, yücelik] ve kudsiyet-i kudrete [kudretin her türlü eksiklikten uzak olması] münâfi [aykırı] olacak pislik ve çirkinlik olmadığından, doğrudan doğruya, perdesiz olarak, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah]ihyâ [diriltme, hayat verme] edici, hayat verici, diriltici” isminin eline teslim edilmişlerdir. Nur da öyledir, vücut ve icad da öyledir. Onun içindir ki, icad ve halk, doğrudan doğruya, perdesiz, Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] kudretine bakar. Hattâ yağmur bir nevi hayat ve rahmet olduğundan, vakt-i nüzulü [inme vakti] bir muttarid [düzenli olarak devam eden] kanuna tâbi kılınmamış—tâ ki her vakt-i hâcette [ihtiyaç zamanı] eller dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] rahmet istemek için açılsın. Eğer yağmur, güneşin tulûu [doğma] gibi, bir kanuna tâbi olsaydı, o nimet-i hayatiye, [hayatı devam ettiren nimet] her vakt-i hâcette [ihtiyaç zamanı] rica [ümit] ile istenilmeyecekti.

ÜÇÜNCÜ REMİZ

Yirmi dokuzuncu hassasında denilmiştir ki: Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi, kâinatın sebeb-i hilkati [yaratılış sebebi] ve ille-i gayesi [birşeyin var olma gayesi] ve maksud neticesidir.

Evet, bu kâinatın Sâni-i Hayy-ı Kayyûmu, [her an diri olan ve herşeyi san’atlı bir şekilde yaratıp ayakta tutan Allah] bu kadar hadsiz envâ-ı nimetiyle [nimet çeşitleri] kendini zîhayatlara [canlı] bildirip sevdirdiğine mukabil, elbette zîhayatlardan [canlı] o nimetlere karşı teşekkür; ve sevdirmesine mukabil sevmelerini; ve kıymettar san’atlarına

599

mukabil medh ü senâ etmelerini; ve evâmir-i Rabbânîsine [herşeyin Rabbi olan Allah’ın emirleri] karşı itaat ve ubudiyetle [Allah’a kulluk] mukabele [karşılama; karşılık verme] etmelerini ister.

İşte bu sırr-ı rububiyete [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin, yaratıcılığının, idaresinin ve terbiyesinin sırrı] göre teşekkür ve ubudiyet, [Allah’a kulluk] bütün envâ-ı hayatın [hayat çeşitleri, yaşayış seviyeleri] ve dolayısıyla bütün kâinatın en ehemmiyetli gayesi olduğundandır ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] pek çok hararetle ve şiddetle ve halâvetle [tatlılık] şükür ve ibadete sevk ediyor. Ve “İbadet Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mahsus ve şükür Ona lâyık ve hamd Ona hastır” diye çok tekrarla beyan ediyor. Demek bu şükür ve ibadet doğrudan doğruya Mâlik-i Hakikîsine [her şeyin gerçek sahibi olan Allah] gitmek lâzım olduğunu ifade için, hayatı bütün şuûnâtıyla [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] perdesiz kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] tutmasına delâlet eden

وَهُوَ الَّذِى يُحْيِى وَيُمِيتُ وَلَهُ اخْتِلاَفُ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ * 1

وَهُوَ الَّذِى يُحْيِِى وَيُمِيتُ فَاِذَا قَضٰۤى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ * 2

فَيُحْيِى بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا * 3

gibi âyetler, pek sarih [açık] bir surette vasıtaları nefyedip, [gönderilme, sürgün] doğrudan doğruya hayatı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] dest-i kudretine [Allah’ın kudret eli] münhasıran veriyor.

Evet, minnettarlık ve teşekkürü davet eden ve muhabbet ve senâ hissini tahrik eden, hayattan sonra rızık ve şifa ve yağmur gibi vesile-i şükran [teşekkür aracı] şeyler dahi doğrudan doğruya Zât-ı Rezzâk-ı Şâfîye [bütün canlıların rızkını veren ve hastalıklara Şifâ veren Zât, Allah] ait olduğunu, esbab [sebebler] ve vesait [araçlar, vasıtalar] bir perde olduğunu,

هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ 4 * وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ * 5

600

وَهُوَ الَّذِى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا *1

gibi âyetlerle, rızık, şifa ve yağmur münhasıran Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] kudretine hastır. Perdesiz, Ondan geldiğini ifade için, kaide-i nahviyece [Arapça dilbilgisi kuralı olarak] alâmeti hasr ve tahsis olan هُوَ الَّذِي , هُوَ الرَّزَّاقُ 2 ifade etmiştir. İlâçlara hâsiyetleri [özellik] veren ve tesiri halk eden, ancak o Şâfî-i Hakikîdir. [gerçek şifa veren Allah]

DÖRDÜNCÜ REMİZ

Hayatın yirmi sekizinci hassasında beyan edilmiştir ki: Hayat, imanın altı erkânına [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] bakıp ispat ediyor, onların tahakkukuna [gerçekleşme] işaretler ediyor.

Evet, madem bu kâinatın en mühim neticesi ve meyvesi ve hikmet-i hilkati [yaratılış gayesi] hayattır; elbette o hakikat-i âliye, [yüce gerçek] bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] münhasır değildir. Belki, hayatın yirmi dokuz hassasıyla mahiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın [hayat ağacı] gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık bir meyvesi, hayat-ı ebediyedir [sonsuz âhiret hayatı] ve hayat-ı uhreviyedir, [âhiret hayatı] taşıyla ve ağacıyla, toprağıyla hayattar olan dâr-i saadetteki hayattır. Yoksa, bu hadsiz cihazat-ı mühimme [önemli cihazlar] ile teçhiz edilen hayat şeceresi, [ağaç] zîşuur [akıl ve şuur sahibi] hakkında, hususan insan hakkında meyvesiz, faydasız, hikmetsiz, hakikatsiz olmak lâzım gelecek. Ve sermayece ve cihazatça serçe kuşundan meselâ yirmi derece ziyade ve bu kâinatın ve zîhayatın [canlı] en mühim, yüksek ve ehemmiyetli mahlûku olan insan, serçe kuşundan, saadet-i hayat [hayatın mutluluğu] cihetinde yirmi derece aşağı düşüp en bedbaht, en zelîl bir biçare olacak. Hem en kıymettar bir nimet olan akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmekle kalb-i insanı [insan kalbi] mütemadiyen incitip bir lezzete

601

dokuz elemleri karıştırdığından, en musibetli bir belâ olur. Bu ise yüz derece bâtıldır. Demek bu hayat-ı dünyeviye, [dünya hayatı] âhirete iman rüknünü [esas, şart] kat’î ispat ediyor ve her baharda haşrin üç yüz binden ziyade nümunelerini gözümüze gösteriyor.

Acaba senin cisminde, senin bahçende ve senin vatanında senin hayatına lâzım ve münasip bütün levazımatı [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] ve cihazatı hikmet ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve rahmetle ihzar [hazırlama] eden ve vaktinde yetiştiren, hattâ senin midenin bekà ve yaşamak arzusuyla ettiği hususî ve cüz’î [ferdî, küçük] olan rızık duasını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadîr, [herşeyde istediği gibi tasarruf eden ve herşeye gücü yeten Allah] hiç mümkün müdür ki, seni bilmesin ve görmesin? Ve nev-i insanın [insan türü, insanlık] en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] lâzım esbabı ihzar [hazırlama] etmesin? Ve nev-i insanın [insan türü, insanlık] en büyük, en ehemmiyetli, en lâyık ve umumî olan bekà duasını, hayat-ı uhreviyenin [âhiret hayatı] inşasıyla ve Cennetin icadıyla kabul etmesin? Ve kâinatın en mühim mahlûku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev-i insanın [insan türü, insanlık] Arş ve ferşi [yer] çınlatan umumî ve gayet kuvvetli duasını işitmeyip, küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin, kemâl-i hikmetini [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ!

Hem hiç kabil [mümkün] midir ki, hayatın en cüz’îsinin [ferdî, küçük] pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin ve derman versin ve nazını çeksin ve kemâl-i itinâ [mükemmel seviyede özen gösterme] ve ihtimamla beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlûkatını ona hizmetkâr yapsın; ve sonra en büyük ve kıymettar ve bâki ve nazdar [nazlı] bir hayatın gök sadâsı gibi yüksek sesini işitmesin? Ve onun çok ehemmiyetli bekà duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın? Adeta bir neferin [asker] kemâl-i itinâ [mükemmel seviyede özen gösterme] ile teçhizat ve idaresini yapsın ve mutî [emre uyan] ve muhteşem orduya hiç bakmasın? Ve zerreyi görsün, güneşi görmesin? Sivrisineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ!

602

Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki, hadsiz rahmetli, [şefkatli] muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san’atını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm, [sonsuz güç ve kudret sahibi ve herşeyi hikmetle yapan Zât, Allah] en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâni‘ine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] fıtraten perestiş [aşırı derece sevme] eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedî [sonsuz bir ölüm] ile idam [hiçlik, yokluk] edip, kendinden o sevgili muhibbini [Allah’ı seven] ve habibini [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] ebedî bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini [rahmet sırrı] ve nur-u muhabbetini [muhabbet nuru, sevgi ışığı] inkâr etsin ve ettirsin? Yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemâl-i mutlak [sınırsız güzellik] ve umum mahlûkatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, [sınırsız rahmet] böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan [mutlak çirkinlik] ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, [sınırsız zulüm] bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve mukaddestir.

Netice: Madem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimal [bir şeyi kötüye kullanma] etmeyenler, dâr-ı bekàda [daimî ve kalıcı yer] ve Cennet-i bâkiyede [devamlı ve kalıcı olan Cennet] hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] mazhar [erişme, nail olma] olacaklardır. Âmennâ. [“iman ettik”]

Ve hem nasıl ki yeryüzünde bulunan parlak şeylerin güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkları ziyanın lem’alarıyla [parıltı] parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar yine hayalî güneşçiklere âyinelik etmeleri bilbedâhe [açık bir şekilde] gösteriyor ki, o lem’alar, [parıltılar] yüksek birtek güneşin cilve-i in’ikâsıdırlar [görüntünün yansıması] ve güneşin vücudunu muhtelif dillerle yad ediyorlar ve ışık parmaklarıyla ona işaret ediyorlar. Aynen öyle de, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] isminin cilve-i âzamıyla [büyük yansıma, görüntü] berrin yüzünde ve bahrin içinde zîhayatların [canlı] kudret-i İlâhiye [Allah’ın güç ve iktidarı] ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için “Yâ Hayy[ey gerçek hayat sahibi olan ve her canlıya hayat veren Allah] deyip perde-i gaybda [gayb perdesi] gizlenmeleri, bir hayat-ı sermediye [devamlı, sürekli hayat] sahibi olan Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] hayatına

603

ve vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadetler, işaretler ettikleri gibi; umum mevcudatın [var edilenler, varlıklar] tanziminde eseri görünen ilm-i İlâhîye [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] şehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti ispat eden bütün burhanlar [delil] ve tanzim ve idare-i kâinatta [evrenin idaresi] hükümfermâ [hüküm süren] olan irade ve meşieti [dilek, arzu] ispat eden bütün hüccetler [delil] ve kelâm-ı Rabbânî [herşeyin Rabbi olan Allah’ın kelâmı] ve vahy-i İlâhînin [Allah tarafından peygamberlere bildirilen emir ve yasaklar] medarı [kaynak, dayanak] olan risaletleri [elçilik, peygamberlik] ispat eden bütün alâmetler, mu’cizeler ve hâkezâ yedi sıfât-ı İlâhiyeye [Allah’ın sıfatları] şehadet eden bütün delâil, [deliller] bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] hayatına delâlet, şehadet, işaret ediyorlar. Çünkü, nasıl birşeyde görmek varsa hayatı da var; işitmek varsa hayatın alâmetidir; söylemek varsa hayatın vücuduna işaret eder; ihtiyar, irade varsa hayatı gösterir. Aynen öyle de, bu kâinatta âsârıyla [eserler/asırlar] vücutları muhakkak ve bedihî [açık, aşikâr] olan kudret-i mutlaka [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] ve irade-i şâmile [herşeyi kuşatan irade] ve ilm-i muhit [her şeyi kuşatan ilim] gibi sıfatlar, bütün delâilleriyle, [deliller] Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] hayatına ve vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadet ederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı âhireti [âhiret âlemi] zerrâtıyla [atomlar] beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine [devamlı, sürekli hayat] şehadet ederler.

Hem hayat, melâikeye [melekler] iman rüknüne [esas, şart] dahi bakar, remzen [ince işaret] ispat eder. Çünkü, madem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar [açığa çıkma, yayılma] eden ve kıymettarlığı için nüshaları teksir [çoğalma] edilen ve zemin misafirhanesini gelip geçen kafilelerle şenlendiren zîhayatlardır. [canlı] Ve madem küre-i arz [yer küre, dünya] bu kadar zîhayatın [canlı] envâıyla [tür] dolmuş ve mütemadiyen zîhayat [canlı] envâlarını tecdit [yenileme] ve teksir [çoğalma] etmek hikmetiyle, her vakit dolar boşanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle [çokluk] zîhayatlar [canlı] halk edilerek bir mahşer-i huveynat [küçük canlıların toplanma yeri] oluyor. Ve madem hayatın süzülmüş en sâfi hülâsa[esas, öz] olan şuur ve akıl ve en lâtif [berrak, şirin, hoş] ve sabit cevheri olan ruh, bu küre-i arzda [yer küre, dünya]

604

gayet kesretli [çokluk] bir surette halk olunuyorlar; adeta küre-i arz, [yer küre, dünya] hayat ve akıl ve şuur ve ervah [ruhlar] ile ihyâ [diriltme, hayat verme] olup öyle şenlendirilmiş. Elbette küre-i arzdan [yer küre, dünya] daha lâtif, [berrak, şirin, hoş] daha nuranî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan ecrâm-ı semâviye, [gök cisimleri] ölü, câmid, [cansız] hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir. Demek gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayattar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-i semâvâtı [göklerin yaratılış neticesi] gösterecek ve hitâbât-ı Sübhâniyeye [her türlü kusur ve noksanlıktan uzak olan Allah’ın kendine has hitap ve konuşmaları] mazhar [erişme, nail olma] olacak olan zîşuur, [akıl ve şuur sahibi] zîhayat [canlı] ve semâvâta münasip sekeneler, [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] herhalde sırr-ı hayatla [hayat sırrı] bulunuyorlar ki, onlar da melâikelerdir. [melekler]

Hem hayatın sırr-ı mahiyeti, [bir şeyin özündeki sır, gizem] peygamberlere iman rüknüne [esas, şart] bakıp remzen [ince işaret] ispat eder. Evet, madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-ı Kayyûm-u Ezelînin [varlığının ve diriliğinin başlangıcı olmayıp her canlıya hayat veren ve herşeyi ayakta tutan Allah] bir cilve-i âzamıdır, [büyük yansıma, görüntü] bir nakş-ı ekmelidir, [en mükemmel nakış] bir san’at-ı ecmelidir. [en güzel san’at] Madem hayat-ı sermediye, [devamlı, sürekli hayat] resullerin [Allah’ın elçisi] gönderilmesiyle ve kitapların indirilmesiyle kendini gösterir. (Evet, eğer kitaplar ve peygamberler olmazsa, o hayat-ı ezeliye [başlangıcı olmayan devamlı hayat] bilinmez. Nasıl ki bir adamın söylemesiyle diri ve hayattar olduğu anlaşılır; öyle de, bu kâinatın perdesi altında olan âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip [yasak] hitap eden bir Zâtın kelimâtını, [kelimeler] hitâbâtını gösterecek, peygamberler ve ellerinde nâzil olan kitaplardır.) Elbette kâinattaki hayat, kat’î bir surette Hayy-ı Ezelînin [başlangıcı olmaksızın devamlı hayat sahibi olan Allah] vücûb-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] kat’î şehadet ettiği gibi; o hayat-ı Ezeliyenin [başlangıcı olmayan devamlı hayat] şuââtı, [ışınlar, parıltılar] celevâtı, [cilveler, yansımalar] münâsebâtı olan “irsâl-i rusül[peygamberlerin gönderilmesi] ve “inzâl-i kütüb[kitapların indirilmesi] rükünlerine [esas, şart] bakar, remzen [ince işaret] ispat eder. Ve bilhassa risalet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) ve vahy-i Kur’ânî [vahiyle gelen Kur’ân] hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat’îdir denilebilir.

Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. [esas, öz] Ve şuur ve his dahi

605

hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. [esas, öz] Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. [esas, öz] Ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil [bağımsız] zâtıdır. Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye [Hz. Muhammed’in hayatı] (a.s.m.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan [evrenin ruhu] süzülmüş hülâsatü’l-hülâsadır [esas, öz] ve risalet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] dahi (a.s.m.) , kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. [esas, öz] Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye [Hz. Muhammed’in hayatı] (a.s.m.) , âsârının [eserler/asırlar] şehadetiyle, hayat-ı kâinatın [kâinatın hayatı] hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.), şuur-u kâinatın [evrenin şuuru, bilinci] şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur’ân [vahiyle gelen Kur’ân-ı Kerim] dahi, hayattar hakaikinin [doğru gerçekler] şehadetiyle, hayat-ı kâinatın [kâinatın hayatı] ruhudur ve şuur-u kâinatın [evrenin şuuru, bilinci] aklıdır.

Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divane olacak ve küre-i arz [yer küre, dünya] kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye [gezegen] çarpacak, bir kıyameti koparacak.

Hem hayat, iman-ı bilkader [kadere iman] rüknüne [esas, şart] bakıyor, remzen [ince işaret] ispat eder. Çünkü madem hayat âlem-i şehadetin [görünen alem] ziyasıdır ve istilâ ediyor; ve vücudun neticesi ve gayesidir; ve Hâlık-ı Kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] en câmi âyinesidir; ve faaliyet-i Rabbâniyenin [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın faaliyeti] en mükemmel enmuzeci [nümune, örnek] ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi programı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb, [gayb âlemi, görünmeyen âlem] yani mazi, [geçmiş] müstakbel, [gelecek] yani geçmiş ve gelecek mahlûkatın hayat-ı mâneviyeleri [maddî olmayan hayat] hükmünde olan intizam ve nizam ve mâlûmiyet ve meşhudiyet [şahit olunma hali] ve taayyün [belirleme] ve evâmir-i tekvîniyeyi [Allah’ın kâinata koyduğu yaratılışa ait emirler, kanunlar] imtisale [bağlanma, boyun eğme] müheyyâ [hazır] bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat [hayat sırrı] iktiza [bir şeyin gereği] ediyor.

Nasıl ki bir ağacın çekirdek-i aslîsi [asıl çekirdek, tohum] ve kökü ve müntehâsında [bir şeyin en uç noktası] ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi, aynen ağaç gibi, bir nevi hayata mazhardırlar, belki ağacın kavânin-i hayatiyesinden [hayat kanunları] daha ince kavânin-i hayatı [hayat kanunları] taşıyorlar. Hem nasıl ki

606

bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra gelecek baharlara bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı [hayat görüntüsü, yansıması] taşıyorlar ve kavânin-i hayatiyeye [hayat kanunları] tâbidirler. Aynen öyle de, şecere-i kâinatın [kainat ağacı] bütün dal ve budaklarıyla herbirinin bir mazisi ve müstakbeli [gelecek] var; geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil [meydana gelen] bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz’ünün ilm-i İlâhiyede [Allah’ın herşeyi kuşatan sınırsız ilmi] muhtelif tavırlarla müteaddit [bir çok] vücutları bir silsile-i vücud-u ilmî [ilim halinde olan varlıklar zinciri] teşkil eder. Ve vücud-u haricî [dış dünya, görünen varlık âlemi] gibi, o vücud-u ilmî [ilim halinde olan varlık] dahi, hayat-ı umumiyenin [kâinatın tümünün canlı olduğunu bildiren ve her tarafta geçerli olan hayat] mânevî bir cilvesine mazhardır ki, mukadderât-ı hayatiye, [hayat boyu başa gelmesi takdir edilmiş olaylar] o mânidar ve canlı elvâh-ı kaderiyeden [kader çizgilerini içeren levhalar] alınır.

Evet, âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] bir nev’i olan âlem-i ervah, [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] ayn-ı hayat [hayatın kendisi] ve madde-i hayat [hayat için lüzumlu olan madde] ve hayatın cevherleri ve zatları olan ervah [ruhlar] ile dolu olması, elbette mazi [geçmiş] ve müstakbel [gelecek] denilen âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] bir diğer nev’i de ve ikinci kısmı dahi, cilve-i hayata [hayat görüntüsü, yansıması] mazhariyetini ister ve istilzam [gerektirme] eder. Hem herbir şeyin vücud-u ilmîsindeki [ilim halinde olan varlık] intizam-ı ekmeli [çok mükemmel düzen] ve mânidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları, bir nevi hayat-ı mâneviyeye [maddî olmayan hayat] mazhariyetini gösterir. Evet, hayat-ı ezeliye [başlangıcı olmayan devamlı hayat] güneşinin ziyası olan bu cilve-i hayat, [hayat görüntüsü, yansıması] elbette yalnız bu âlem-i şehadete [görünen alem] ve bu zaman-ı hazıra [şimdiki zaman] ve bu vücud-u haricîye [dış dünya, görünen varlık âlemi] münhasır olamaz. Belki herbir âlem, kabiliyetine göre, o ziyanın cilvesine mazhardır. Ve kâinat, bütün âlemleriyle o cilve ile hayattar ve ziyadardır. [ışıklı] Yoksa, nazar-ı dalâletin [hak yoldan sapmış, inançsızlık bakışı] gördüğü gibi muvakkat [geçici] ve zâhirî bir hayat altında herbir âlem, büyük ve müthiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı.

İşte, kadere ve kazâya [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] iman rüknü [esas, şart] dahi, geniş bir vecihte [yön] sırr-ı hayatla [hayat sırrı] anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yani, nasıl ki âlem-i şehadet [görünen alem] ve mevcut hazır eşya,

607

intizamlarıyla ve neticeleriyle hayattarlıkları görünüyor; öyle de, âlem-i gaybdan [gayb âlemi, görünmeyen âlem] sayılan geçmiş ve gelecek mahlûkatın dahi mânen hayattar bir vücud-u mânevîleri [mânevî varlık] ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri [bir şeyin ilmen var olması, ilim dünyasında varlığının sabit olması] vardır ki, Levh-i Kazâ ve Kader [Allah tarafından olacak bütün olayların belirlendiği ve yazıldığı Kazâ ve Kader Levhası] vasıtasıyla o mânevî hayatın eseri, mukadderat [Allah tarafından belirlenmiş olaylar] namıyla görünür, tezahür eder.

BEŞİNCİ REMİZ

Hem hayatın on altıncı hassasında denilmiş ki: Hayat birşeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirir; cüz ise küll [bütün] gibi, cüz’îye [ferdî, küçük] dahi küllî gibi bir câmiiyet [kapsayıcılık] verir.

Evet, hayatın öyle bir câmiiyeti [kapsayıcılık] var; adeta umum kâinata tecellî eden ekser Esmâ-i Hüsnâ[Allah’ın en güzel isimleri] kendinde gösteren bir câmi âyine-i ehadiyettir. [Allah’ın birliğini yansıtan ayna] Bir cisme hayat girdiği vakit küçük bir âlem hükmüne getirir; adeta kâinat şeceresinin [ağaç] bir nevi fihristesini taşıyan bir nevi çekirdeği hükmüne geçiyor. Nasıl ki bir çekirdek, onun ağacını yapabilen bir kudretin eseri olabilir; öyle de, en küçük bir zîhayatı [canlı] halk eden, elbette umum kâinatın Hâlıkıdır. [her şeyi yaratan Allah]

İşte bu hayat, bu câmiiyetiyle [kapsayıcılık] en gizli bir sırr-ı ehadiyeti [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] kendinde gösterir. Yani, nasıl ki azametli güneş, ziyasıyla ve yedi rengiyle ve aksiyle, güneşe mukabil olan herbir katre [damla] suda ve herbir cam zerresinde bulunuyor. Öyle de, herbir zîhayatta, [canlı] kâinatı ihata [herşeyi kuşatma] eden esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfât-ı İlâhiyenin [Allah’ın sıfatları] cilveleri beraber onda tecellî ediyor. Bu nokta-i nazardan [bakış açısı] hayat, kâinatı, rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve icad cihetinde inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] ve tecezzî [bölünme, parçalanma] kabul etmez bir küll [bütün] hükmüne, belki iştiraki ve tecezzîsi [bölünme, parçalanma] imkân haricinde bulunan bir küllî hükmüne getirir.

Evet, seni yaratan, bütün nev-i insanı [insan türü, insanlık] yaratan Zât olduğunu, bilbedâhe [açık bir şekilde] senin

608

yüzündeki sikkesi [mühür] gösteriyor. Çünkü mahiyet-i insaniye [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] birdir, inkısamı [bölünme, kısımlara ayrılma] gayr-ı mümkündür. [imkansız] Hem hayat vasıtasıyla ecza-yı kâinat [kâinatın unsurları, kısımları] onun efradı [bireyler] hükmüne ve kâinat ise nev’i hükmüne geçer; sikke-i ehadiyeti [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] mecmuunda gösterdiği gibi, herbir cüzde dahi o sikke-i ehadiyeti [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] ve hâtem-i samediyeti [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olmasını gösteren damga] göstererek, şirk ve iştiraki her cihetle tard [kovma] eder.

Hem hayatta san’at-ı Rabbâniyenin [Allah’ın san’atı] öyle fevkalâde harika mucizeleri var ki, bütün kâinatı halk edemeyen bir zat, bir kudret, en küçük bir zîhayatı [canlı] halk edemez. Evet, bir nohut tanesinde bütün Kur’ân’ı yazar gibi, çamın gayet küçük bir tohumunda koca çam ağacının fihristesini ve mukadderâtını [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] yazan kalem, elbette semâvâtı yıldızlarla yazan kalem olabilir. Evet, bir arının küçük kafasında, kâinat bahçesindeki çiçekleri tanıyacak ve ekser envâıyla [tür] münasebettar [alâkalı, ilgili] olacak ve bal gibi bir hediye-i rahmeti [Allah’ın rahmet hediyesi] getirecek ve dünyaya geldiği günde şerâit-i hayatı [hayat için gerekli şartlar] bilecek derecede bir istidadı, [kabiliyet] bir kabiliyeti, bir cihazı derc [yerleştirme] eden Zât, elbette bütün kâinatın Hâlıkı olabilir.

Elhasıl, [kısaca, özetle] hayat nasıl ki kâinatın yüzünde parlak bir sikke-i tevhiddir; [Allah’ın birliğini gösteren işaret, damga] ve herbir zîruh [ruh sahibi] dahi hayat noktasında bir sikke-i ehadiyettir; [Allah’ın her bir varlık üzerinde birliğini gösteren mührü] ve hayatın herbir ferdinde bulunan nakş-ı san’at [san’at işlemesi] bir mühr-ü samediyettir; [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını, fakat her şeyin Kendisine muhtaç olduğunu gösteren mühür] ve zîhayatların [canlı] adedince bu kâinat mektubunu Zât-ı Hayy-ı Kayyûm [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] ve Vâhid-i Ehad [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] namına hayatlarıyla imza ediyorlar; ve o mektupta tevhid mühürleri ve ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] hâtemleri ve samediyet [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] sikkeleridirler. [mühür] Öyle de, hayat gibi, herbir zîhayat [canlı] dahi, bu kitab-ı kâinatta [kâinat kitabı] birer mühr-ü vahdâniyet [Allah’ın bir oluşu, ortağının bulunmayışını gösteren mühür] olduğu gibi, herbirinin yüzünde ve simasında birer hâtem-i ehadiyet [Allah’ın her bir varlıkta birliğini gösteren mührü] konulmuştur.

609

Hem nasıl ki hayat, cüz’iyâtı [ferdler, küçük şeyler] adedince ve zîhayat [canlı] efradı [bireyler] sayısınca Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet eden imzalar ve mühürlerdir. Öyle de, ihyâ [diriltme, hayat verme] ve diriltmek fiili dahi, efradı [bireyler] adedince tevhide imza basıyor. Meselâ, ihyânın [diriltme, hayat verme] bir ferdi olan ihyâ-yı arz, [yeryüzünün diriltilmesi] güneş gibi parlak bir şahid-i tevhiddir. [Allah’ın birliğinin şahit ve delili] Çünkü, baharda zeminin dirilmesinde ve ihyâsında üç yüz bin envâın [tür] ve her nev’in hadsiz efradı [bireyler] beraber, birbiri içinde, noksansız, kusursuz, mükemmel, muntazam ihyâ [diriltme, hayat verme] edilir ve dirilirler. Evet, böyle bir tek fiille hadsiz muntazam fiilleri yapan, elbette bütün mahlûkatın Hâlıkıdır [her şeyi yaratan Allah] ve bütün zîhayatları [canlı] ihyâ [diriltme, hayat verme] eden Hayy-ı Kayyûmdur [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] ve rububiyetinde [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] iştiraki mümkün olmayan bir Vâhid-i Ehaddir. [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah]

Şimdilik hayatın hassalarından bu kadar az ve muhtasar [kısa] yazıldı. Başka hassaların beyanı ve tafsilâtını [ayrıntılar] Risale-i Nur’a ve başka zamana havale ediyoruz.

ba

610

 Hâtime

İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] herkes için bir olmaz; belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ, İmam-ı Ali radıyallahu anhın hakkında Ferd, Hayy, [diri, canlı] Kayyûm, [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] Hakem, [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] Adl, [adalet] Kuddûs, [her türlü kusur ve çirkinlikten uzak olan ve her şeyi temiz yapan Allah] altı isimdir. Ve İmam-ı Âzamın İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] Hakem, [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] Adl, [adalet] iki isimdir. Ve Gavs-ı Âzamın İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] yâ Hayydır. [ey gerçek hayat sahibi olan ve her canlıya hayat veren Allah] Ve İmam-ı Rabbânînin İsm-i Âzamı [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] Kayyûm, [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] görmüşlerdir.

Bu Beşinci Nükte [derin anlamlı söz] ism-i Hayy hakkında olduğu münasebetiyle, hem teberrük, [bereket vesilesi] hem şahit, hem delil, hem kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir hüccet, [delil] hem kendimize bir dua, hem bu risaleye bir hüsn-ü hâtime [güzel son] olarak, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevşenü’l-Kebîr namındaki münâcât-ı âzamında, [en büyük dua] marifetullahta [Allah’ı bilme ve tanıma] gayet yüksek ve gayet câmi derece-i marifetini [Allah’ı tanıma ve bilme derecesi] göstererek böyle demiştir; biz de hayalen o zamana gidip, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın dediğine âmin diyerek, aynı münâcâtı [Allah’a yalvarış, dua] kendimiz de söylüyor gibi, sadâ-yı Muhammedî [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) dua için seslenmesi] Aleyhissalâtü Vesselâm ile deriz:

* يَا حَىُّ قَبْلَ كُلِّ حَىٍّ

* يَا حَىُّ بَعْدَ كُلِّ حَىٍّ

* يَا حَىُّ الَّذِى لاَ يُشْبِهُهُ شَىْءٌ

* يَا حَىُّ الَّذِي لَيْسَ كَمِثْلِهِ حَىٌّ

* يَا حَىُّ الَّذِى لاَ يُشَارِكُهُ حَىٌّ

* يَا حَىُّ الَّذِي لاَ يَحْتَاجُ اِلٰى حَىٍّ

* يَا حَىُّ الَّذِى يُمِيتُ كُلَّ حَىٍّ

* يَا حَىُّ الَّذِي يَرْزُقُ كُلَّ حَىٍّ

611

* يَا حَىُّ الَّذِى يُحْيِى الْمَوْتٰى

* يَا حَىُّ الَّذِى لاَ يَمُوتُ

سُبْحَانَكَ يَا لاَ اِلٰهَ اِلاَّۤ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ اٰمِينَ * 1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

ba

612

Otuzuncu Lem’anın [parıltı] Altıncı Nüktesi [derin anlamlı söz]

 İsm-i Kayyûma bakar.

İsm-i Hayyın [Allah’ın gerçek hayat sahibi olduğunu bildiren ismi] bir hülâsası, [esas, öz] Nur Çeşmesinin [Risale-i Nur Külliyatı’nda yer alan mevzulardan oluşan kitapçık] bir zeyli [ek] olmuş. Bu ism-i Kayyûm [Allah’ın herşeyi kendi varlığıyla ayakta tutan ve varlıklarını devam ettiren ismi] dahi, Otuzuncu Sözün zeyli [ek] olması münasip görüldü.

İTİZAR: Bu çok ehemmiyetli meseleler ve çok derin ve geniş ism-i Kayyûmun [Allah’ın herşeyi kendi varlığıyla ayakta tutan ve varlıklarını devam ettiren ismi] cilve-i âzamı, [büyük yansıma, görüntü] hem muntazaman değil, belki ayrı ayrı lem’alar [parıltılar] tarzında kalbe hutur [akla gelme, kalbe doğma] ettiğinden, hem gayet müşevveş [dağınık, karışık] ve acele ve tetkiksiz müsvedde halinde kaldığından, elbette tabirat [tabirler, ifadeler] ve ifadelerde çok noksanlar, intizamsızlıklar bulunacaktır. Meselelerin güzelliklerine benim kusurlarımı bağışlamalısınız.

İHTAR: İsm-i Âzama [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ait nükteler, [derin anlamlı söz] âzamî bir surette geniş, hem gayet derin olduğundan, hususan ism-i Kayyûma [Allah’ın herşeyi kendi varlığıyla ayakta tutan ve varlıklarını devam ettiren ismi] ait meseleler ve bilhassa Birinci Şuâı Haşiyemaddiyyunlara [dipnot] baktığı için, daha ziyade derin gittiğinden, elbette her adam her meseleyi her cihette anlamaz. Fakat herkes her meseleden bir derece hisse alabilir. “Birşey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz” kaidesiyle, “Bu mânevî bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum” diye vazgeçmek kâr-ı akıl [akıl kârı] değildir. İnsan ne kadar koparsa o kadar kârdır. İsm-i Âzama [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ait meselelerin ihata [herşeyi kuşatma] edilmeyecek derecede genişleri olduğu gibi, akıl görmeyecek derecede inceleri de vardır. Hususan ism-i Hayy ve Kayyûma [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] ve bilhassa hayatın iman erkânına [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] karşı remizlerine [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ve bilhassa kazâ [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] ve kader rüknüne [esas, şart] hayatın işaretine ve ism-i Kayyûmun [Allah’ın herşeyi kendi varlığıyla ayakta tutan ve varlıklarını devam ettiren ismi] Birinci Şuâına herkesin fikri yetişmez, fakat hissesiz dekalmaz. Belki herhalde imanını kuvvetlendirir. Saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] anahtarı

613

olan imanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok azîmdir. İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması, bir hazinedir. İmam-ı Rabbânî Ahmed-i [çokça medhedilen, övülen] Farukî diyor ki: “Bir küçük mesele-i imaniyenin [imana dair mesele] inkişafı, [açığa çıkma] benim nazarımda yüzler ezvak [mânevî zevkler] ve kerametlere [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] müreccahtır.” [tercih edilen]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ 1 * لَهُ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ * 2

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَۤائِنُهُ 3 * مَا مِنْ دَۤابَّةٍ اِلاَّ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا * 4

gibi, kayyûmiyet-i İlâhiyeye [Allah’ın her zaman ve her yerde var olması ve bütün varlıkların ancak Onunla var olabilmeleri] işaret eden âyetlerin bir nüktesi [derin anlamlı söz] ve İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] veyahut İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] iki ziyasından ikinci ziyası veyahut İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] altı nurundan altıncı nuru olan Kayyûm [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] isminin bir cilve-i âzamı, [büyük yansıma, görüntü] Zilkade [Hicrî ayların on birincisi] ayında aklıma göründü. Eskişehir Hapishanesindeki müsaadesizliğim [uygunsuz, izin vermeyen] cihetiyle, o nur-u âzamı [çok büyük nur, ışık] elbette tamamıyla beyan edemeyeceğim. Fakat Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) Kaside-i Ercûzesinde [Hz. Ali tarafından yazılan ve istikbalden haber veren kaside]Sekîne[içerisinde on dokuz harfli on dokuz âyet bulunan çok mühim, sükûnet ve emniyet veren bir dua] nam-ı âlîsiyle [yüce isim] beyan ettiği İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ve Celcelûtiyesinde yine pek muhteşem isimlerle İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] içinde bulunan o altı ismi en âzam, en ehemmiyetli tuttuğu için ve onların bahsi içinde kerametkârâne [keramet göstererek] bize teselli verdiği için, bu ism-i Kayyûma [Allah’ın herşeyi kendi varlığıyla ayakta tutan ve varlıklarını devam ettiren ismi] dahi, evvelki beş esmâ [Allah’ın isimleri] gibi, hiç olmazsa muhtasar [kısa] bir surette, Beş Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] ile o nûr-u âzama [çok büyük nur] işaret edeceğiz.

614

BİRİNCİ ŞUA [ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâli Kayyûmdur, [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] yani, bizatihî kaim [ayakta duran] dir, [varlığı başka bir sebebe bağlı olmayan, kendi zâtıyla var olan] daimdir, bâkidir. Bütün eşya Onunla kaimdir, [ayakta duran] devam eder ve vücutta kalır, bekà bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyûmiyet [varlıkların her zaman var olan Allah ile bağlantısı] kesilse, kâinat mahvolur.

Hem o Zât-ı Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] kayyûmiyetiyle [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] beraber, Kur’ân-ı Azîmüşşanda [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] ferman ettiği gibi, لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ 1 dür. Yani, ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’âlinde [fiiler, davranışlar] nazîri [benzer] yoktur, misli [benzer] olmaz, şebîhi [benzer] yoktur, şerîki olmaz. Evet, bütün kâinatı bütün şuûnâtıyla [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ve keyfiyâtıyla kabza-i rububiyetinde [rububiyet eli] tutup bir hane ve bir saray hükmünde, kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] tedbir ve idare ve terbiye eden bir Zât-ı Akdese, [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] misil [benzer] ve mesîl [benzer, eş] ve şerîk ve şebîh [benzer] olmaz, muhaldir.

Evet, bir Zât ki,

· Ona yıldızların icadı zerreler kadar kolay gele,

· ve en büyük şey, en küçük şey gibi kudretine musahhar [boyun eğdirilmiş] ola,

· ve hiçbir şey hiçbir şeye, hiçbir fiil hiçbir fiile mâni olmaya,

· ve hadsiz efrad, [bireyler] bir fert gibi nazarında hazır ola,

· ve bütün sesleri birden işite,

· ve umumun hadsiz hâcâtını birden yapabile,

· ve kâinatın mevcudatındaki [var edilenler, varlıklar] bütün intizamat [düzenler, dengeler] ve mizanların [ölçü] şehadetiyle, hiçbir şey, hiçbir hal daire-i meşiet ve iradesinden [Allah’ın istek ve iradesinin yansıdığı daire, alan] hariç olmaya,

· ve hiçbir mekânda olmadığı halde, herbir yerde ve herbir mekânda kudretiyle, ilmiyle hazır ola,

615

· ve herşey Ondan nihayet derecede uzak olduğu halde, O ise herşeye nihayet derecede yakın olabilen bir Zât-ı Hayy-ı Kayyûm-u Zülcelâlin [her an diri olup her canlıya hayat veren ve her şeyi ayakta tutan, büyüklük ve haşmet sahibi zât, Allah] elbette hiçbir cihetle misli, [benzer] nazîri, [benzer] şerîki, veziri, zıddı, niddi [denk, benzer] olmaz ve olması muhaldir. Yalnız, mesel ve temsil suretinde şuûnât-ı kudsiyesine [Allah’ın tertemiz ve noksansız olan işleri, mukaddes özellikler] bakılabilir. Risale-i Nur’daki bütün temsilât [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] ve teşbihat, [benzetmeler] bu mesel ve temsil nev’indendirler.

İşte böyle misilsiz [benzer] ve Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] ve maddeden mücerret [soyut] [maddeyle sınırlı olmayan, maddeten yüce] ve mekândan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] [bir yerle sınırlı olmayan] ve tecezzîsi [bölünme, parçalanma] ve inkısamı [bölünme, kısımlara ayrılma] her cihetle muhal [bâtıl, boş söz] ve tagayyür [başkalaşım, değişme] ve tebeddülü mümteni [imkansız] ve ihtiyaç ve aczi imkân haricinde olan bir Zât-ı Akdesin [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] kâinat safahâtında [zevk, keyif] ve tabakat-ı mevcudatında [varlık tabakaları, dereceleri] tecellî eden bir kısım cilvelerini, ayn-ı Zât-ı Akdes [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah’ın bizzat kendisi] tevehhüm [kuruntu] ederek bir kısım mahlûkatına ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] ahkâmını [hükümler] veren ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] insanların bir kısmı, o Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] bazı eserlerini tabiata isnad etmişler. Halbuki, Risale-i Nur’un müteaddit [bir çok] yerlerinde kat’î burhanlarla [delil] ispat edilmiş ki, tabiat bir san’at-ı İlâhiyedir, [Allah’ın san’atı] sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] olmaz. Bir kitab-ı Rabbânîdir, [Allah’ın bu âlemde hakimiyetini ve Rablığını bir kitap gibi anlatan eseri, kâinat] kâtip olmaz. Bir nakıştır, [işleme] nakkaş [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] olamaz. Bir defterdir, defterdar olmaz. Bir kanundur, kudret olmaz. Bir mistardır, [birşeyin kaynağından çıkmasına yarayan âlet] masdar [fiillerin asıl kökü] olmaz. Bir kabildir, münfail [fiilden etkilenen] olur, fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olmaz. Bir nizamdır, nâzım [düzenleyen] olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar] şâri’ [kanun koyucu] olamaz. Farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, en küçük bir zîhayat [canlı] mahlûk tabiata havale edilse, “Bunu yap” denilse, Risale-i Nur’un çok yerlerinde kat’î burhanlarla [delil] ispat edildiği gibi, o küçük zîhayatın [canlı] âzâları ve cihazatları adedince kalıplar, belki makineler bulundurmak gerektir, tâ ki tabiat o işi görebilsin.

616

Hem, maddiyyun denilen bir kısım ehl-i dalâlet, [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] zerrattaki [atomlar] tahavvülât-ı muntazama [düzgün ve muntazam değişiklikler, değişmeler, gelişmeler] içinde hallâkıyet-i İlâhiyenin [Allah’ın kendi zatına yaraşan yaratıcılığı] ve kudret-i Rabbâniyenin [her bir varlığı terbiye ve idare eden Allah’ın kudreti] bir cilve-i âzamını [büyük yansıma, görüntü] hissettiklerinden ve o cilvenin nereden geldiğini bilemediklerinden ve o kudret-i Samedâniyenin [herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın kudreti] cilvesinden gelen umumî kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm [kuruntu] ederek, zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlâhiyeyi [Allah’ın eserleri] isnad etmeye başlamışlar. Fesübhânallah! [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki, mekândan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] [bir yerle sınırlı olmayan] olmakla beraber, herbir yerde, herbir şeyin icadında herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle yaptığı fiilleri ve eserleri câmid, [cansız] kör, şuursuz, iradesiz, mizansız [ölçü] ve tesadüf fırtınaları içinde çalkanan zerrâta [atomlar] ve harekâtına vermek, ne kadar cahilâne [cahilce, bilgisizce] ve hurafetkârâne bir fikir olduğunu, zerre kadar aklı bulunanların bilmesi gerektir.

Evet, bu herifler vahdet-i mutlakadan [sınırsız birlik; Allah’ın mutlak anlamda bir ve tek oluşu] vazgeçtikleri için, hadsiz ve nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya [sınırsız çokluk] düşmüşler. Yani, birtek ilâhı kabul etmedikleri için, nihayetsiz ilâhları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yani, birtek Zât-ı Akdesin [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] hassası ve lâzım-ı zâtîsi [bir şeyin bizzat kendisinde olması gereken temel özellik] olan ezeliyeti ve hâlıkıyeti, [her şeyi yaratan Allah] bozulmuş akıllarına sığıştıramadıklarından, o hadsiz, nihayetsiz, câmid [cansız] zerrelerin ezeliyetlerini, belki ulûhiyetlerini [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] kabul etmeye, mesleklerince mecbur oluyorlar. İşte sen gel, eçheliyetin nihayetsiz derecesine bak!

Evet, zerrelerdeki cilve [görünme, yansıma] ise, zerreler taifesini Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] havliyle, [güç] kudretiyle, emriyle, muntazam ve muhteşem bir ordu hükmüne getirmiştir. Eğer bir saniye o Kumandan-ı Âzamın [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] emri ve kuvveti geri alınsa, o çok kesretli, [çokluk] câmid, [cansız] şuursuz taife, başıbozuklar hükmüne gelecekler, belki bütün bütün mahvolacaklar.

617

Hem insanların bir kısmı, güya daha ileri görüyor gibi, daha ziyade cahilâne [cahilce, bilgisizce] bir dalâletle, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] gayet lâtif, [berrak, şirin, hoş] nâzenin, [ince, narin, duyarlı] mutî, [emre uyan] musahhar [boyun eğdirilmiş] bir sahife-i icraatı [icraat ve faaliyet sayfası] ve emirlerinin bir vasıta-i nakliyâtı [nakletme vasıtası] ve zayıf bir perde-i tasarrufâtı [varlıklar üzerindeki işlemlerin önündeki perde] ve lâtif [berrak, şirin, hoş] bir midâd-ı (mürekkep) kitabeti [yazım] ve en nâzenin [ince, narin, duyarlı] bir hulle-i îcâdâtı [yaratma fiilinin üzerini saran elbise; îcat elbisesi] ve bir mâye-i masnuatı [san’atla yaratılan varlıkların özünü teşkil eden mayası] ve bir mezraa-i hububatı [tohumların ekildiği tarla] olan esir maddesini, cilve-i rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesinin yansıması] âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ettiği için, masdar [fiillerin asıl kökü] ve fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] tevehhüm [kuruntu] etmişler. Bu acip cehalet, hadsiz muhalleri istilzam [gerektirme] ediyor. Çünkü esir maddesi, maddiyyunları boğduran zerrat [atomlar] maddesinden daha lâtif [berrak, şirin, hoş] ve eski hükemanın [âlimler, filozoflar] saplandığı heyulâ [ince madde] fihristesinden daha kesif, [katı] ihtiyarsız, [irade dışı] şuursuz, câmid [cansız] bir maddedir. Bu hadsiz bir surette tecezzî [bölünme, parçalanma] ve inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] eden ve nâkillik ve infial hassasıyla ve vazifesiyle teçhiz edilen bu maddeye, belki o maddenin zerreden çok derece daha küçük olan zerrelerine, herşeyde herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar ve bir iktidar ile vücut bulan fiilleri, eserleri isnad etmek, esirin zerreleri adedince yanlıştır.

Evet, mevcudatta [var edilenler, varlıklar] görünen fiil-i icad öyle bir keyfiyettedir ki, herşeyde, hususan zîhayat [canlı] olsa, ekser eşyayı ve belki umum kâinatı görecek, bilecek ve kâinata karşı o zîhayatın [canlı] münasebetini tanıyacak, temin edecek bir iktidar ve ihtiyardan geldiğini gösteriyor ki, maddî ve ihatasız [herşeyi kuşatma] olan esbabın hiçbir cihetle fiili olmaz.

Evet, sırr-ı kayyûmiyetle, [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] en cüz’î [ferdî, küçük] bir fiil-i icadî, [var etme fiili] doğrudan doğruya bütün kâinat Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] fiili olduğuna delâlet eden bir sırr-ı âzamı [en büyük sır] taşıyor. Evet, meselâ bir arının icadına teveccüh [ilgi] eden bir fiil, iki cihetle Hâlık-ı Kâinata [bütün âlemleri yaratan Allah] hususiyetini gösteriyor:

618

Birincisi: O arının bütün emsalinin, bütün zeminde, aynı zamanda, aynı fiile mazhariyetleri gösteriyor ki, bu cüz’î [ferdî, küçük] ve hususî fiil ise, ihatalı, [herşeyi kuşatma] rû-yi zemini [yeryüzü] kaplamış bir fiilin bir ucudur. Öyleyse, o büyük fiilin fâili [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] ve o fiilin sahibi kim ise, o cüz’î [ferdî, küçük] fiil dahi onundur.

İkinci cihet: Bu hazır arının hilkatine [yaratılış] teveccüh [ilgi] eden fiilin fâili [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olmak için, o arının şerâit-i hayatiyesini [hayat için gerekli şartlar] ve cihazatını ve kâinatla münasebetini temin edecek ve bilecek kadar pek büyük bir iktidar ve ihtiyar lâzım geldiğinden, o cüz’î [ferdî, küçük] fiili yapan zâtın, ekser kâinata hükmü geçmekle ancak o fiili öyle mükemmel yapabilir.

Demek, en cüz’î [ferdî, küçük] fiil, iki cihetle Hâlık-ı Külli Şeye [herşeyin yaratıcısı olan Allah] has olduğunu gösterir.

En ziyade câ-yı dikkat [dikkat çekici] ve câ-yı hayret [hayret noktası] şudur ki: Vücudun en kuvvetli mertebesi olan vücubun; [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ve vücudun en sebat[kalıcı olma, sabit kalma] derecesi olan maddeden tecerrüdün; [sıyrılma] ve vücudun zevalden [geçip gitme] en uzak tavrı olan mekândan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] iyetin; [bir yerle sınırlı olmayan] ve vücudun en sağlam ve tagayyürden [başkalaşım, değişme] ve ademden en mukaddes sıfatı olan vahdetin [Allah’ın birliği] sahibi olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] en has hassası ve lâzım-ı zâtîsi [bir şeyin bizzat kendisinde olması gereken temel özellik] olan ezeliyeti ve sermediyeti, [daimîlik, süreklilik] vücudun en zayıf mertebesi ve en incecik derecesi ve en mütegayyir, [değişen] mütehavvil [değişken] tavrı ve en ziyade mekâna yayılmış olan hadsiz, kesretli [çokluk] bir maddî madde olan esir ve zerrat [atomlar] gibi şeylere vermek ve onlara ezeliyet isnad etmek ve onları ezelî tasavvur etmek ve kısmen âsâr-ı İlâhiyenin [Allah’ın eserleri] onlardan neş’et [doğma] ettiğini tevehhüm [kuruntu] etmek ne kadar hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] ve vâkıa muhalif ve akıldan uzak ve bâtıl bir fikir olduğu, Risale-i Nur’un müteaddit [bir çok] cüzlerinde kat’î burhanlarla [delil] gösterilmiştir.

İKİNCİ ŞUA [ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

İki meseledir.

BİRİNCİ MESELE: İsm-i Kayyûmun bir cilve-i âzamına [büyük yansıma, görüntü] işaret eden

619

لاَ تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ 1* مَا مِنْ دَۤابَّةٍ اِلاَّ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا * 2

لَهُ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ * 3

gibi âyetlerin işaret ettiği hakikat-i âzamın [en büyük hakikat] bir veçhi şudur ki:

Şu kâinattaki ecrâm-ı semâviyenin [gök cisimleri] kıyamları, devamları, bekàları, sırr-ı kayyûmiyetle [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] bağlıdır. Eğer o cilve-i kayyûmiyet [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının cilvesi] bir dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı küre-i arzdan [yer küre, dünya] bin defa büyük milyonlarla küreler, feza-yı gayr-ı mütenâhi [sınırsız boşluk, uzay] boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak, ademe dökülecekler. Nasıl ki, meselâ havada, tayyareler yerinde binler muhteşem kasırları [köşk, saray] kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] durdurup seyahat ettiren bir zâtın kayyûmiyet [Allah’ın bütün herşeyi ayakta tutması, varlığını devam ettirmesi] iktidarı, o havadaki sarayların sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve nizam ve devamlarıyla ölçülür. Öyle de, o Zât-ı Kayyûm-u Zülcelâlin [herşeyi kendi varlığıyla ayakta tutan ve varlıklarını devam ettiren, büyüklük ve haşmet sahibi Allah] madde-i esiriye [kâinatı kapladığına inanılan ince madde] içinde hadsiz ecrâm-ı semâviyeye [gök cisimleri] nihayet derecede intizam ve mizan [ölçü] içinde sırr-ı kayyûmiyetle [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] bir kıyam, bir bekà, bir devam vererek, bazısı küre-i arzdan [yer küre, dünya] bin ve bir kısmı bir milyon defa büyük milyonlarla azîm küreleri direksiz, istinatsız, boşlukta durdurmakla beraber, herbirini bir vazifeyle tavzif [görevlendirme] edip gayet muhteşem bir ordu şeklinde, emr-i كُنْ فَيَكُونُ 4 ‘dan gelen fermanlara kemâl-i inkıyadla [tam itaat] itaat ettirmesi, ism-i Kayyûmun [Allah’ın herşeyi kendi varlığıyla ayakta tutan ve varlıklarını devam ettiren ismi] âzamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi, herbir mevcudun zerreleri dahi, yıldızlar gibi, sırr-ı kayyûmiyetle [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] kaim [ayakta duran] ve o sır ile bekà ve devam ediyorlar.

620

Evet, bir zîhayatın [canlı] cesedindeki zerrelerin herbir âzâya mahsus bir heyetle küme küme toplanıp dağılmadıkları ve sel gibi akan unsurların fırtınaları içinde vaziyetlerini muhafaza edip dağılmamaları ve muntazaman durmaları, bilbedâhe, [açık bir şekilde] kendi kendilerinden olmayıp, belki sırr-ı kayyûmiyetle [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] olduğundan, herbir ceset muntazam bir tabur, herbir nevi muntazam bir ordu hükmünde olarak, bütün zîhayat [canlı] ve mürekkebâtın [yazı için kullanılan sıvı] zemin yüzünde ve yıldızların feza [uzay] âleminde durmaları ve gezmeleri gibi, bu zerreler dahi hadsiz dilleriyle sırr-ı kayyûmiyeti [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] ilân ederler.

İKİNCİ MESELE: Eşyanın sırr-ı kayyûmiyetle [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] münasebettar [alâkalı, ilgili] faydalarının ve hikmetlerinin bir kısmına işaret etmeyi bu makam iktiza [bir şeyin gereği] ediyor.

Evet, herşeyin hikmet-i vücudu [bir şeyin var olmasının hikmet ve amacı] ve gaye-i fıtratı [yaratılış amacı] ve faide-i hilkati [yaratılıştaki fayda, yarar] ve netice-i hayatı [hayatın neticesi, gayesi] üçer nevidir.

Birinci nevi: Kendine ve insana ve insanın maslahatlarına [amaç, yarar] bakar.

İkinci nevi: Daha mühimdir ki, herşey, umum zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mütalâa edebilecek ve Fâtır-ı Zülcelâlin [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] cilve-i esmâsını [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] bildirecek birer âyet, birer mektup, birer kitap, birer kaside [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] hükmünde olarak, mânâlarını hadsiz okuyucularına ifade etmesidir.

Üçüncü nevi ise, Sâni-i Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] aittir, Ona bakar. Herşeyin faydası ve neticesi kendine bakan bir ise, Sâni-i Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bakan yüzlerdir ki, Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kendi acaib-i san’atını [hayranlık uyandıran san’at] kendisi temâşâ eder, kendi cilve-i esmâsına [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] kendi masnuatında [san’at eseri] bakar. Bu âzamî üçüncü nevide hikmet-i hilkatini [yaratılış gayesi] ifade için, bir saniye kadar yaşamak kâfidir.

Hem herşeyin vücudunu iktiza [bir şeyin gereği] eden bir sırr-ı kayyûmiyet [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] var ki, Üçüncü Şuada izah edilecek.

Bir zaman, tılsım-ı kâinat [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] ve muammâ-yı hilkat [yaratılışta gizli olan sır] cilvesiyle mevcudatın [var edilenler, varlıklar] hikmetlerine ve faydalarına baktım, dedim: “Acaba bu eşya neden böyle kendini gösteriyorlar,

621

çabuk kaybolup gidiyorlar? Onların şahsına bakıyorum: Muntazam, hikmetli giyinmiş, giydirilmiş, süslendirilmiş, sergiye, temâşâgâha gönderilmiş. Halbuki bir iki günde, belki bir kısmı birkaç dakikada kaybolup faydasız, boşu boşuna gidiyorlar. Bu kısa zamanda bize görünmelerinden maksat nedir?” diye çok merak ediyordum. O zaman, mevcudatın, [var edilenler, varlıklar] hususan zîhayatın [canlı] dünya dershanesine gelmelerinin mühim bir hikmetini lûtf-u İlâhî [Allah’ın lütuf ve ikramı] ile buldum. O da şudur:

Herşey, hususan zîhayat, [canlı] gayet mânidar bir kelime, bir mektup, bir kaside-i Rabbânîdir, [herşeyin Rabbi olan Allah’ı öven şiir] bir ilânnâme-i İlâhîdir. [İlâhî hakikatleri aktaran duyuru yazısı] Umum zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] mütalâasına mazhar [erişme, nail olma] olduktan ve hadsiz mütalâacılara mânâsını ifade ettikten sonra, lâfzı ve hurufu [harfler] hükmündeki suret-i cismâniyesi [maddî görünüm] kaybolur.

Bir sene kadar bu hikmet bana kâfi [yeterli] geldi. Bir sene sonra, masnuatta [san’at eseri] ve bilhassa zîhayatlarda [canlı] bulunan çok harika ve pek ince san’atın mucizeleri inkişaf [açığa çıkma] etti. Anladım ki, bu çok ince ve çok harika olan dekaik-i san’at, [san’at incelikleri] yalnız zîşuurların [akıl ve şuur sahibi] nazarlarına ifade-i mânâ [bir mânânın ifade edilmesi] için değildir. Gerçi herbir mevcudu hadsiz zîşuurlar [akıl ve şuur sahibi] mütalâa edebilir. Fakat hem onların mütalâası mahduttur, [sınırlanmış] hem de herkes o zîhayatın [canlı] bütün dekaik-i san’atına [san’at incelikleri] nüfuz edemezler. Demek, zîhayatların [canlı] en mühim netice-i hilkati [yaratılış neticesi] ve en büyük gaye-i fıtratı, [yaratılış amacı] Zât-ı Kayyûm-u Ezelînin [herşeyi kendi varlığıyla ayakta tutan ve varlıklarını devam ettiren, kendi varlığının da başlangıcı olmayıp sürekli var olan Zât, Allah] kendi nazarına kendi acaib-i san’atını [hayranlık uyandıran san’at] ve verdiği rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] hediyelerini ve ihsanlarını [bağış] arz etmektir.

Bu gaye ise, çok zaman bana kanaat verdi. Ve ondan anladım ki, her mevcutta, hususan zîhayatlarda [canlı] hadsiz dekaik-i san’at [san’at incelikleri] bulunması, Zât-ı Kayyûm-u Ezelînin [herşeyi kendi varlığıyla ayakta tutan ve varlıklarını devam ettiren, kendi varlığının da başlangıcı olmayıp sürekli var olan Zât, Allah] nazarına arz etmek, yani, Zât-ı Kayyûm-u Ezelî [herşeyi kendi varlığıyla ayakta tutan ve varlıklarını devam ettiren, kendi varlığının da başlangıcı olmayıp sürekli var olan Zât, Allah] kendi san’atını kendisi temâşâ etmek olan hikmet-i hilkat, [yaratılış gayesi] o büyük masarife [masraflar, giderler] kâfi [yeterli] geliyordu.

Bir zaman sonra gördüm ki, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] şahıslarında ve suretlerindeki dekaik-i san’at [san’at incelikleri] devam etmiyor; gayet sür’atle tazeleniyor, tebeddül [başkalaşma, değişme] ediyor, nihayetsiz bir faaliyet ve bir hallâkıyet [yaratıcılık] içinde tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ediyorlar. Bu hallâkıyet [yaratıcılık] ve bu

622

faaliyetin hikmeti, elbette o faaliyet derecesinde büyük olmak lâzım geliyor, diye tefekküre başladım. Bu defa mezkûr [adı geçen] iki hikmet kâfi [yeterli] gelmemeye başladılar, noksan kaldılar. Gayet merakla ayrı bir hikmeti aramaya ve taharrîye [araştırma] başladım.

Bir zaman sonra, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] feyziyle, sırr-ı kayyûmiyet [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] noktasında azîm, hadsiz bir hikmet, bir gaye göründü. Ve onunla, “tılsım-ı kâinat[evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] ve “muammâ-yı hilkat[yaratılışta gizli olan sır] tabir edilen bir sırr-ı İlâhî [İlâhî sır] anlaşıldı. Yirmi Dördüncü Mektupta tafsilen beyan edildiğinden, burada yalnız icmâlen [özet] iki üç noktasını Üçüncü Şuada zikredeceğiz.

Evet, sırr-ı kayyûmiyetin [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] cilvesine bu noktadan bakınız ki, bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada, [uzay] رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا 1 sırrıyla durdurup, kıyam ve bekà verip, umumunu böyle sırr-ı kayyûmiyetin [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] tecellîsine mazhar [erişme, nail olma] eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad [dayanak noktası] olmazsa, hiçbir şey kendi başıyla durmaz; hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut [alçalış, düşüş] edecek.

Hem nasıl ki bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] vücutları ve kıyamları ve bekàları cihetinde Kayyûm-u Zülcelâle [herşeyi kendi varlığıyla ayakta tutan ve varlıklarını devam ettiren, büyüklük ve yücelik sahibi Allah] dayanıyorlar, kıyamları Onunladır. Öyle de, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] keyfiyat ve ahvâlinde [haller] binler silsilelerin—temsilde hata olmasın—telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde olan sırr-ı kayyûmiyette [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] وَاِلَيْهِ يُرْجَعُ اْلاَمْرُ كُلُّهُ 2 sırrıyla uçları bağlıdır. Eğer o nuranî nokta-i istinada [dayanak noktası] dayanmazlarsa, ehl-i akılca [akıl sahibi kimseler] muhal [bâtıl, boş söz] ve bâtıl olan binler devirler ve teselsüller [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] lâzım gelecek. Belki mevcudat [var edilenler, varlıklar] adedince bâtıl olan devirler ve teselsüller [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] lâzım gelir. Meselâ bu şey (hıfz veya nur veya vücut veya rızık gibi) bir cihette buna

623

dayanır, bu da ötekine, o da ona… Git gide, herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak.

İşte, bütün böyle silsilelerin müntehâları, [bir şeyin en uç noktası] elbette sırr-ı kayyûmiyettir. [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] Sırr-ı kayyûmiyet [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] anlaşıldıktan sonra, o mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] silsilelerde birbirine dayanmak rabıta[bağ] ve mânâsı kalmaz, kalkar; herşey doğrudan doğruya sırr-ı kayyûmiyete [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] bakar.

ÜÇÜNCÜ ŞUA [ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِى شَاْنٍ 1 * فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ * 2

يَخْلُقُ مَا يَشَۤاءُ 3 * بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ * 4

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا * 5

gibi âyetlerin işaret ettikleri hallâkıyet-i İlâhiye [Allah’ın kendi zatına yaraşan yaratıcılığı] ve faaliyet-i Rabbâniye [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın faaliyeti] içindeki sırr-ı Kayyûmiyetin [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] bir derece inkişafına [açığa çıkma] bir iki mukaddime [başlangıç] ile işaret edeceğiz.

BİRİNCİSİ: Şu kâinata baktığımız vakit görüyoruz ki, zaman seylinde [sel, akıntı] mütemadiyen çalkanan ve kafile kafile arkasından gelip geçen mahlûkatın bir kısmı bir saniyede gelir, derakap [hemen ardından] kaybolur. Bir taifesi bir dakikada gelir, geçer. Bir nev’i, bir saat âlem-i şehadete [görünen alem] uğrar, âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] girer. Bir kısmı bir günde, bir kısmı bir senede, bir kısmı bir asırda, bir kısmı da asırlarda bu âlem-i şehadete [görünen alem] gelip, konup, vazife görüp gidiyorlar.

Bu hayret verici seyahat ve seyeran-ı mevcudat, [varlıkların seyir ve hareket halinde olması] o sefer ve seyelân-ı mahlûkat [varlıkların su gibi akması] öyle bir intizam ve mizan [ölçü] ve hikmetle sevk ve idare edilir; ve onlara ve o kafilelere kumandanlık eden öyle basîrâne, [görerek] hakîmâne, [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] müdebbirâne [herşeyi idare ederek] kumandanlık ediyor ki, bütün akıllar farazâ ittihad [birleşme] edip birtek akıl olsa, o hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] idarenin künhüne [asıl, esas] yetişemez ve kusur bulup tenkit edemez.

624

İşte bu hallâkıyet-i Rabbâniyenin [herşeyin rabbi olan Allah’ın yaratıcılığı] içinde, o sevimli ve sevdiği masnuatın, [san’at eseri] hususan zîhayatların [canlı] hiçbirine göz açtırmayarak âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] gönderiyor. Hiçbirine nefes aldırmayarak dünyadaki hayattan terhis ediyor. Mütemadiyen bu misafirhane-i âlemi [dünya misafirhanesi] doldurup misafirlerin rızası olmayarak boşaltıyor. Kalem-i kazâ ve kader, [Allah’ın olacak hadiseleri olmadan önce bilip takdir etmesi ve bu bilinen ve takdir olunan hadiseleri zamanı gelince meydana getirmesi] küre-i arzı [yer küre, dünya] yazar bozar tahtası gibi yaparak, يُحْيِى وَيُمِيتُ 1 cilveleriyle mütemadiyen küre-i arzda [yer küre, dünya] yazılarını yazar ve o yazıları tazelendirir, tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eder.

İşte bu faaliyet-i Rabbâniyenin [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın faaliyeti] ve bu hallâkıyet-i İlâhiyenin [Allah’ın kendi zatına yaraşan yaratıcılığı] bir sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] ve esaslı bir muktazîsi [gerekçe] ve bir sebeb-i dâîsi, [birşeyin ortaya çıkmasındaki gerektirici sebep] üç mühim şubeye ayrılan hadsiz, nihayetsiz bir hikmettir.

O hikmetin birinci şubesi şudur ki: Faaliyetin her nev’i, cüz’î [ferdî, küçük] olsun küllî olsun, bir lezzet verir. Belki her faaliyette bir lezzet var. Belki faaliyet ayn-ı lezzettir. [lezzetin tâ kendisi] Belki faaliyet, ayn-ı lezzet [lezzetin tâ kendisi] olan vücudun tezahürüdür ve ayn-ı elem [acının tâ kendisi] olan ademden tebâud [uzaklaşma] ile silkinmesidir.

Evet, her kabiliyet sahibi, bir faaliyetle kabiliyetinin inkişafını [açığa çıkma] lezzetle takip eder. Herbir istidadın [kabiliyet] faaliyetle tezahür etmesi, bir lezzetten gelir ve bir lezzeti netice verir. Herbir kemal [fazilet, olgunluk] sahibi, faaliyetle kemâlâtının [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] tezahürünü lezzetle takip eder.

Madem herbir faaliyette böyle sevilir, istenilir bir kemal, [fazilet, olgunluk] bir lezzet vardır. Ve faaliyet dahi bir kemaldir. Ve madem zîhayat [canlı] âleminde daimî ve ezelî bir hayattan neş’et [doğma] eden hadsiz bir muhabbetin, nihayetsiz bir merhametin cilveleri görünüyor. Ve o cilveler gösteriyor ki, kendini böyle sevdiren ve seven ve şefkat edip lütuflarda bulunan Zâtın kudsiyetine [kutsal, kusursuz ve yüce] lâyık ve vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] münasip o hayat-ı sermediyenin [devamlı, sürekli hayat] mukteza[bir şeyin gereği] olarak, hadsiz derecede—tabirde hata olmasın—bir aşk-ı lâhûtî, [Cenâb-ı Hakkın Zâtına mahsus kutsal aşkı] bir muhabbet-i kudsiye, [kusur ve noksandan uzak olan sevgi] bir lezzet-i mukaddese [her türlü kusur ve noksandan yüce bir lezzet] gibi

625

şuûnât-ı kudsiye [Allah’ın tertemiz ve noksansız olan işleri, mukaddes özellikler] o hayat-ı akdeste [Cenâb-ı Hakkın Zâtına mahsus, her türlü noksanlıktan mukaddes hayatı] var ki, o şuûnât böyle hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz bir hallâkıyetle [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] kâinatı daima tazelendiriyor, çalkalandırıyor, değiştiriyor.

Sırr-ı kayyûmiyete [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] bakan hadsiz faaliyet-i İlâhiyedeki [Allah’ın varlık âleminde gerçekleştirdiği faaliyetler] hikmetin ikinci şubesi: Esmâ-i İlâhiyeye bakar. Malûmdur ki, herbir cemal sahibi, kendi cemâlini görmek ve göstermek ister. Herbir hüner sahibi, kendi hünerini teşhir ve ilân etmekle nazar-ı dikkati celb [çekme] etmek ister ve sever. Ve hüneri gizli kalmış bir güzel hakikat ve güzel bir mânâ, meydana çıkmak ve müşterileri bulmak ister ve sever.

Madem bu esaslı kaideler, herşeyde derecesine göre cereyan ediyor; elbette Cemîl-i Mutlak [sınırsız güzellik sahibi Allah] olan Zât-ı Kayyûm-u Zülcelâlin [herşeyi kendi varlığıyla ayakta tutan ve varlıklarını devam ettiren, büyüklük ve haşmet sahibi Allah] bin bir Esmâ-i Hüsnâsından [Allah’ın en güzel isimleri] herbir ismin, kâinatın şehadetiyle ve cilvelerinin delâletiyle ve nakışlarının [işleme] işaretiyle, herbirisinin herbir mertebesinde hakikî bir hüsün, [güzellik] hakikî bir kemal, [fazilet, olgunluk] hakikî bir cemal ve gayet güzel bir hakikat, belki herbir ismin herbir mertebesinde hadsiz envâ-ı hüsünle [güzellik çeşitleri] hadsiz hakaik-i cemîle [güzel hakikatler, gerçekler] vardır.

Madem bu esmânın kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] cemallerini irâe eden [gösteren] âyineleri ve güzel nakışlarını [işleme] gösteren levhaları ve güzel hakikatlerini ifade eden sayfaları bu mevcudattır [var edilenler, varlıklar] ve bu kâinattır. Elbette o daimî ve bâki esmâ, [Allah’ın isimleri] hadsiz cilvelerini ve nihayetsiz mânidar nakışlarını [işleme] ve kitaplarını, hem müsemmâları [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] olan Zât-ı Kayyûm-u Zülcelâlin [herşeyi kendi varlığıyla ayakta tutan ve varlıklarını devam ettiren, büyüklük ve haşmet sahibi Allah] nazar-ı müşahedesine, [göz önünde, göze görünecek şekilde] hem hadd [yetki] ü hesaba gelmeyen zîruh [ruh sahibi] ve zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mahlûkatın nazar-ı mütalâasına [dikkatlice bakıp anlamaya çalışmak] göstermek ve nihayetli, mahdut [sınırlanmış] birşeyden nihayetsiz levhaları ve birtek şahıstan pek çok şahısları ve bir hakikatten pek kesretli [çokluk] hakikatleri göstermek için, o aşk-ı mukaddes-i İlâhîye [Cenâb-ı Hakkın zâtına mahsus mukaddes sevgisi] istinaden ve o sırr-ı kayyûmiyete [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] binaen, kâinatı umumen ve mütemadiyen cilveleriyle tazelendiriyorlar, değiştiriyorlar.

626

DÖRDÜNCÜ ŞUA [ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

Kâinattaki hayretnümâ [hayret verici] faaliyet-i daimenin [sürekli çalışma] hikmetinin üçüncü şubesi şudur ki: Herbir merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten mesrur [mutlu] olur. Herbir şefkat sahibi, başkasını mesrur [mutlu] etmekten memnun olur. Herbir muhabbet sahibi, sevindirmeye lâyık mahlûkları [varlıklar] sevindirmekle sevinir. Herbir âlicenap [yüksek ahlâk sahibi] zat, başkasını mes’ut etmekle lezzet alır. Herbir âdil zat, ihkak-ı hak [hak sahibine hakkını verme] etmek ve müstehaklara ceza vermekte hukuk sahiplerini minnettar etmekle keyiflenir. Hüner sahibi herbir san’atkâr, [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] san’atını teşhir etmekle ve san’atının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder.

İşte bu mezkûr [adı geçen] düsturların [kâide, kural] herbiri birer kaide-i esasiyedir [temel kural] ki, kâinatta ve âlem-i insaniyette [insan âlemi] cereyan ediyorlar. Bu kaidelerin esmâ-i İlâhiyede [Allah’ın isimleri] cereyan ettiklerini gösteren üç misal, Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfında [bölüm, kısım] izah edilmiştir. Bir hülâsa[esas, öz] bu makamda yazılması münasip olduğundan, deriz:

Nasıl ki, mesela gayet merhametli, sehâvetli, [cömert] gayet kerîm, [cömert, ikram sahibi] âlicenap [yüksek ahlâk sahibi] bir zat, fıtratındaki âli seciyelerin [huy, karakter] muktezasıyla, [bir şeyin gereği] büyük bir seyahat gemisine, çok muhtaç ve fakir insanları bindirip, gayet mükemmel ziyafetlerle, ikramlarla o muhtaç fakirleri memnun ederek, denizlerde, arzın etrafında gezdirir. Ve kendisi de, onların üstünde, onları mesrurâne [mutlu] temâşâ ederek, o muhtaçların minnettarlıklarından lezzet alır ve onların telezzüzlerinden [lezzet alma] mesrur [mutlu] olur ve onların keyiflerinden sevinir, iftihar eder.

Madem böyle bir tevziat [dağıtım] memuru hükmünde olan bir insan, böyle cüz’î [ferdî, küçük] bir ziyafet vermekten bu derece memnun ve mesrur [mutlu] olursa, elbette bütün hayvanları ve insanları ve hadsiz melekleri ve cinleri ve ruhları, bir sefine-i Rahmânî [Allah’ın sonsuz şefkatinin sergilendiği gemi] olan küre-i arz [yer küre, dünya] gemisine bindirerek, rû-yi zemini, [yeryüzü] envâ-ı mat’umatla [çeşit çeşit yiyecekler] ve bütün duyguların ezvak [mânevî zevkler] ve erzâkıyla doldurulmuş bir sofra-i Rabbâniye [herşeyin Rabbi olan Allah’ın kulları için hazırladığı sofra] şeklinde onlara açmak ve o muhtaç ve müteşekkir [şükreden] ve minnettar ve mesrur [mutlu] mahlûkatını aktâr-ı kâinatta [kâinatın her tarafı]

627

seyahat ettirmekle ve bu dünyada bu kadar ikramlarla onları mesrur [mutlu] etmekle beraber, dâr-ı bekàda, [daimî ve kalıcı yer] Cennetlerinden herbirini ziyafet-i daime [sürekli ziyafet] için birer sofra yapan Zât-ı Hayy-ı Kayyûma [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] ait olarak, o mahlûkatın teşekkürlerinden ve minnettarlıklarından ve mesruriyetlerinden [mutlu] ve sevinçlerinden gelen ve tabirinde âciz olduğumuz ve mezun olmadığımız şuûnât-ı İlâhiyeyi [Cenâb-ı Allah’ın işleri ve icraatları]memnuniyet-i mukaddese,” [her türlü noksanlıktan uzak ilâhî memnunluk]iftihar-ı kudsî[her türlü eksik ve çirkinlikten yüce sevinç ve övünme] ve “lezzet-i mukaddese[her türlü kusur ve noksandan yüce bir lezzet] gibi isimlerle işaret edilen maânî-i rububiyettir [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesinin ifadeleri] ki, bu daimî faaliyeti ve mütemâdi [aralıksız, devamlı] hallâkıyeti [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] iktiza [bir şeyin gereği] eder.

Hem meselâ bir mahir san’atkâr, [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] plâksız bir fonoğraf [Gramofonun ilk şekli, ses cihazı] yapsa, o fonoğraf [Gramofonun ilk şekli, ses cihazı] istediği gibi konuşsa, işlese, san’atkârı ne kadar müftehir olur, mütelezziz [lezzet alan] olur, kendi kendine “Maşaallah” der.

Madem icadsız [bir şey ortaya koymayan] ve sûrî [görünüşte] bir küçük san’at, san’atkârının [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa, elbette bu mevcudatın [var edilenler, varlıklar] Sâni-i Hakîmi, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envâıyla [tür] sadâ veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir musiki-i İlâhiye ve bir fabrika-i acibe [hayret verici, şaşılacak fabrika] yapmakla beraber; kâinatın herbir nev’ini, herbir âlemini ayrı bir san’atla ve ayrı san’at mucizeleriyle göstererek zîhayatların [canlı] kafalarında bir fonoğraf, [Gramofonun ilk şekli, ses cihazı] bir fotoğraf, birer telgraf gibi çok makineleri, hattâ en küçük bir kafada dahi, yapmakla beraber; herbir insan kafasına, değil yalnız plâksız fonoğraf, [Gramofonun ilk şekli, ses cihazı] birer âyinesiz fotoğraf, bir telsiz telgraf, belki bunlardan yirmi defa daha harika, her insanın kafasında öyle bir makineyi yapmaktan ve istediği tarzda işleyip neticeleri vermekten gelen iftihar-ı kudsî [her türlü eksik ve çirkinlikten yüce sevinç ve övünme] ve memnuniyet-i mukaddese [her türlü noksanlıktan uzak ilâhî memnunluk] gibi mânâları ve rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] bu nev’inden olan ulvî şuûnâtı, [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] elbette ve herhalde bu faaliyet-i daimeyi [sürekli çalışma] istilzam [gerektirme] eder.

Hem meselâ, bir hükümdar-ı âdil, [adaletli hükümdar] ihkak-ı hak [hak sahibine hakkını verme] için mazlumların hakkını zalimlerden

628

almakla ve fakirleri kavîlerin [güçlü, kuvvetli] şerrinden muhafaza etmekle ve herkese müstehak olduğu hakkı vermekle lezzet alması, iftihar etmesi, memnun olması, hükümdarlığın ve adaletin bir kaide-i esasiyesi [temel kural] olduğundan, elbette Hâkim-i Hakîm, [herşeyi hikmetle yapan ve herşeye hükmeden] Adl-i Âdil [her zaman adaletle hükmeden adalet sahibi Allah] olan Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] bütün mahlûkatına, hususan zîhayatlara [canlı]hukuk-u hayat[hayat boyu sahip olunan haklar] tabir edilen şerâit-i hayatiyeyi [hayat için gerekli şartlar] vermekle; ve hayatlarını muhafaza için onlara cihazat ihsan [bağış] etmekle; ve zayıfları kavîlerin [güçlü, kuvvetli] şerrinden rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] himaye etmekle; ve umum zîhayatlarda, [canlı] bu dünyada ihkak-ı hak [hak sahibine hakkını verme] etmek nev’i tamamen ve haksızlara ceza vermek nev’i ise kısmen sırr-ı adaletin [adalet esprisi] icrasından olmakla; ve bilhassa Mahkeme-i Kübrâ-yı Haşirde [haşir meydanında kurulacak olan büyük mahkeme] adalet-i ekberin [en büyük adalet] tecellîsinden hâsıl olan ve tabirinde âciz olduğumuz şuûnât-ı Rabbâniye [bütün varlıkların Rabbi olan Allah’ın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecellîye sevk eden Zât’a ait nitelikler] ve maânî-i kudsiyedir [kutsal anlamlar] ki, kâinatta bu faaliyet-i daimeyi [sürekli çalışma] iktiza [bir şeyin gereği] ediyor.

İşte bu üç misal gibi, Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] umumunda, herbirisi bu faaliyet-i daimede [sürekli çalışma] böyle kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bazı şuûnât-ı İlâhiyeye [Cenâb-ı Allah’ın işleri ve icraatları] medar [kaynak, dayanak] olduklarından, hallâkıyet-i daimeyi [sürekli yaratıcılık] iktiza [bir şeyin gereği] ederler.

Hem madem her kabiliyet, herbir istidat, [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] inbisat [genişleme, yayılma] ve inkişaf [açığa çıkma] edip semere vermekle bir ferahlık, bir genişlik, bir lezzet verir. Hem madem her vazifedar, vazifesini yapmak ve bitirmekle, vazifesinden terhisinde büyük bir rahatlık, bir memnuniyet hisseder. Ve madem birtek tohumdan birçok meyveleri almak ve bir dirhemden yüz dirhem kâr kazanmak, sahiplerine çok sevinçli bir hâlettir, [durum] bir ticarettir. Elbette, bütün mahlûkattaki hadsiz istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] inkişaf [açığa çıkma] ettiren ve bütün mahlûkatını kıymettar vazifelerde istihdam [çalıştırma] ettikten sonra terakkivâri [gelişme ve ilerleme şeklinde] terhis ettiren, yani, unsurları madenler mertebesine, madenleri nebatlar [bitki] hayatına, nebatları [bitki]

629

rızık vasıtasıyla hayvanların derece-i hayatına [hayat derecesi] ve hayvanları, insanların şuurkârâne [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] olan yüksek hayatına çıkarıyor.

İşte, herbir zîhayatın [canlı] zâhirî bir vücudunun zevâliyle [batış, kayboluş] (Yirmi Dördüncü Mektupta izah edildiği gibi) ruhu, mahiyeti, hüviyeti, sureti ve misalî vücutları ve ilmî ve gaybî mevcudiyetleri ve cesed-i necmîsi [parlayan bir yıldız gibi akıp giden; nurâni ceset] ve gılaf-ı ruhu [ruhun kılıfı] gibi kendinden alınmış pek çok vücutlarını arkasında bırakıp ve yerinde vazife başına geçiren faaliyet-i daime [sürekli çalışma] ve hallâkıyet-i Rabbâniyeden [herşeyin rabbi olan Allah’ın yaratıcılığı] neş’et [doğma] eden maânî-i kudsiyenin [kutsal anlamlar] ve rububiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] ne kadar ehemmiyetli oldukları anlaşılır.

Mühim bir suale kat’î bir cevap: Ehl-i dalâletten [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] bir kısmı diyorlar ki: “Kâinatı bir faaliyet-i daime [sürekli çalışma] ile tağyir [değiştirme] ve tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eden zâtın, elbette kendisinin de mütegayyir [değişen] ve mütehavvil [değişken] olması lâzım gelir.”

Elcevap: Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Yerdeki âyinelerin tagayyürü, [başkalaşım, değişme] gökteki güneşin tagayyürünü [başkalaşım, değişme] değil, bilâkis, cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Hem ezelî, ebedî, sermedî, [daimi, sürekli] her cihetçe kemâl-i mutlakta [her yönüyle mükemmel olma] ve istiğnâ-yı mutlakta, [hiçbir şeye kesinlikle muhtaç olmama] maddeden mücerred, [bekar] mekândan, kayıttan, imkândan münezzeh, [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] müberrâ, [arınmış, temiz] muallâ [yüce] olan bir Zât-ı Akdesin [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] tagayyürü [başkalaşım, değişme] ve tebeddülü muhaldir. Kâinatın tagayyürü [başkalaşım, değişme] Onun tagayyürüne [başkalaşım, değişme] değil, belki adem-i tagayyürüne [asla değişmeme] ve gayr-ı mütehavvil [değişken olmayan] olduğuna delildir. Çünkü müteaddit [bir çok] şeyleri intizamla daimî tağyir [değiştirme] ve tahrik eden bir zat, mütegayyir [değişen] olmamak ve hareket etmemek lâzım gelir. Meselâ, sen çok iplerle bağlı çok gülleleri ve topları çevirdiğin ve daimî intizamla tahrik edip vaziyetler verdiğin vakit, senin, yerinde durup tegayyür [başkalaşım] ve hareket etmemekliğin gerektir. Yoksa o intizamı bozacaksın. Meşhurdur ki, intizamla tahrik eden hareket etmemek ve devamla tağyir [değiştirme] eden mütegayyir [değişen] olmamak gerektir—tâ ki o iş intizamla devam etsin.

630

Saniyen: [ikinci olarak] Tagayyür [başkalaşım, değişme] ve tebeddül, [başkalaşma, değişme] hudüsten [sonradan meydana gelme] ve tekemmül [mükemmelleşme] etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddîlikten ve imkândan ileri geliyor. Zât-ı Akdes [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] ise, hem kadîm, [eski] hem her cihetçe kemâl-i mutlakta, [her yönüyle mükemmel olma] hem istiğnâ-yı mutlakta, [hiçbir şeye kesinlikle muhtaç olmama] hem maddeden mücerred, [bekar] hem Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] olduğundan, elbette tegayyür [başkalaşım] ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir.

BEŞİNCİ ŞUA [ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

İki Meseledir.

BİRİNCİ MESELESİ: İsm-i Kayyûmun cilve-i âzamını [büyük yansıma, görüntü] görmek istersek, hayalimizi bütün kâinatı temâşâ edecek, biri en uzak şeyleri, diğeri en küçük zerreleri gösterecek iki dürbün yapıp, birinci dürbünle bakıyoruz, görüyoruz ki: İsm-i Kayyûmun cilvesiyle, küre-i arzdan [yer küre, dünya] bin defa büyük milyonlar küreler, yıldızlar, direksiz olarak, havadan daha lâtif [berrak, şirin, hoş] olan madde-i esiriye [kâinatı kapladığına inanılan ince madde] içinde kısmen durdurulmuş, kısmen vazife için seyahat ettiriliyor.

Sonra, o hayalin, hurdebinî [gözle görülmeyecek kadar küçük, mikroskobik] olan ikinci dürbünüyle, küçük zerrâtı [atomlar] görecek bir suretle bakıyoruz. O sırr-ı kayyûmiyetle, [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] zîhayat [canlı] mahlûkat-ı arziyenin [dünyadaki varlıklar] herbirinin zerrât-ı vücudiyeleri, [beden hücreleri] yıldızlar gibi muntazam bir vaziyet alıp hareket ediyorlar ve vazifeler görüyorlar. Hususan zîhayatın [canlı] kanındaki “küreyvât-ı hamrâ [alyuvarlar] ve beyzâ” tabir ettikleri, zerrelerden teşekkül [kendi kendine oluşma] eden küçücük kütleleri, seyyar yıldızlar gibi, Mevlevîvâri [Mevlânâ’nın dönerek zikreden müridleri gibi; Mevlevîler gibi dönerek] iki hareket-i muntazama [düzenli hareket] ile hareket ediyorlar görüyoruz.

Bir hülâsatü’l-hülâsa:Haşiye [esas, öz] İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] altı ismi, ziyadaki yedi renk gibi imtizaç [birbiriyle karışıp kaynaşma] ederek teşkil ettikleri ziya-yı kudsiyeye [kutsal ışık] bakmak için, bir hülâsanın [esas, öz] zikri münasiptir. Şöyle ki:

631

Bütün kâinatın mevcudatını [var edilenler, varlıklar] böyle durduran, bekà ve kıyam veren ism-i Kayyûmun [Allah’ın herşeyi kendi varlığıyla ayakta tutan ve varlıklarını devam ettiren ismi] bu cilve-i âzamının [büyük yansıma, görüntü] arkasından bak: İsm-i Hayyın [Allah’ın gerçek hayat sahibi olduğunu bildiren ismi] cilve-i âzamı, [büyük yansıma, görüntü] o bütün mevcudat-ı zîhayatı [canlı varlıklar] cilvesiyle şulelendirmiş, [gür ışık/alev] kâinatı nurlandırmış, bütün zîhayat [canlı] mevcudatı cilvesiyle yaldızlıyor.

Şimdi bak, ism-i Hayyın arkasında ism-i Ferdin [Allah’ın eşi benzerinin olmadığını, tek olduğunu ifade eden ismi] cilve-i âzamı, [büyük yansıma, görüntü] bütün kâinatı envâıyla, [tür] eczasıyla bir vahdet [Allah’ın birliği] içine alıyor, herşeyin alnına bir sikke-i vahdet [Allah’ın birliğini gösteren damga] koyuyor, herşeyin yüzüne bir hâtem-i ehadiyet [Allah’ın her bir varlıkta birliğini gösteren mührü] basıyor, nihayetsiz ve hadsiz dillerle cilvesini ilân ettiriyor.

Şimdi ism-i Ferdin [Allah’ın eşi benzerinin olmadığını, tek olduğunu ifade eden ismi] arkasından ism-i Hakemin [Allah’ın haklıyı haksızdan ayırdığını, her hakkı yerine getirdiğini ve hüküm sahibi olduğunu ifade eden ismi] cilve-i âzamına [büyük yansıma, görüntü] bak ki, yıldızlardan zerrelere kadar, hayalin iki dürbünüyle temâşâ ettiğimiz mevcudatın [var edilenler, varlıklar] herbirisini, cüz’î [ferdî, küçük] olsun, küllî olsun, en büyük daireden en küçük daireye kadar, herbirine lâyık ve münasip olarak, meyvedar bir nizam ve hikmetli bir intizam ve semeredar [meyve] bir insicam [uyum] içine almış, bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] süslendirmiş, yaldızlandırmış.

Sonra ism-i Hakemin [Allah’ın haklıyı haksızdan ayırdığını, her hakkı yerine getirdiğini ve hüküm sahibi olduğunu ifade eden ismi] cilve-i âzamı [büyük yansıma, görüntü] arkasından bak ki, ism-i Adlin [Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi] cilve-i âzamıyla, [büyük yansıma, görüntü] İkinci Nüktede [derin anlamlı söz] izah edildiği vecihle, [yön] bütün kâinatı, mevcudatıyla, [var edilenler, varlıklar] faaliyet-i daime [sürekli çalışma] içinde öyle hayret-engiz [hayret verici] mizanlarla, [ölçü] ölçülerle, tartılarla idare eder ki, ecrâm-ı semâviyeden [gök cisimleri] biri, bir saniyede muvazenesini [karşılaştırma/denge] kaybetse, yani ism-i Adlin [Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi] cilvesi altından çıksa, yıldızlar içinde bir hercümerce, bir kıyamet kopmasına sebebiyet verecek.

İşte, bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] daire-i âzamı, [en büyük daire] kehkeşandan, [samanyolu galaksisi] yani Samanyolu tabir edilen mıntıka-i kübrâdan [geniş ve büyük alan] tut, tâ kan içindeki küreyvât-ı hamrâ [alyuvarlar] ve beyzânın daire-i hareketlerine [hareket, faaliyet alanı] kadar herbir dairesini, herbir mevcudunu hassas bir mizan, [ölçü] bir ölçüyle biçilmiş bir şekil ve bir vaziyetle, baştan başa, yıldızlar ordusundan tâ zerreler

632

Ve ordusuna kadar bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] emr-i كُنْ فَيَكُونُ 1’dan gelen emirlere kemâl-i musahhariyetle [emirlere eksiksiz olarak boyun eğme] itaat ettiklerini gösteriyor.

Şimdi, ism-i Adlin [Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi] cilve-i âzamı [büyük yansıma, görüntü] arkasından, Birinci Nüktede [derin anlamlı söz] izah edildiği gibi, ism-i Kuddûsün [Allah’ın her türlü kusur ve çirkinlikten yüce olduğunu ve her işinde sınırsız bir temizlik görüldüğünü ifade eden ismi] cilve-i âzamına [büyük yansıma, görüntü] bak ki, kâinatın bütün mevcudatını [var edilenler, varlıklar] öyle temiz, pak, sâfi, güzel, süslü, berrak yapar gösterir ki, bütün kâinata ve bütün mevcudata [var edilenler, varlıklar] Cemîl-i Mutlakın [sınırsız güzellik sahibi Allah] hadsiz derecede cemâl-i zâtîsine [Allah’ın Zâtının güzelliği] lâyık ve nihayetsiz güzel olan Esmâ-i Hüsnâsına [Allah’ın en güzel isimleri] münasip olacak güzel âyineler şeklini vermiştir.

Elhasıl, [kısaca, özetle] İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] bu altı ismi ve altı nuru, kâinatı ve mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ayrı ayrı güzel renklerde, çeşit çeşit nakışlarda, [işleme] başka başka ziynetlerde bulunan yaldızlı perdeler içinde mevcudatı [var edilenler, varlıklar] sarmıştır.

BEŞİNCİ ŞUÂ’NIN İKİNCİ MESELESİ: Kâinata tecellî eden kayyûmiyetin [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] cilvesi, vâhidiyet [Allah’ın birliği] ve celâl noktasında olduğu gibi, kâinatın merkezi ve medarı [kaynak, dayanak] ve zîşuur [akıl ve şuur sahibi] meyvesi olan insanda dahi, kayyûmiyetin [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] cilvesi, ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] ve cemal noktasında tezahürü var. Yani, nasıl ki kâinat sırr-ı kayyûmiyetle [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] kaimdir; [ayakta duran] öyle de, ism-i Kayyûmun [Allah’ın herşeyi kendi varlığıyla ayakta tutan ve varlıklarını devam ettiren ismi] mazhar-ı ekmeli [en mükemmel şekilde bir özelliği üzerinde yansıtan] olan insan ile, bir cihette kâinat kıyam bulur. Yani, kâinatın ekser hikmetleri, maslahatları, [amaç, yarar] gayeleri insana baktığı için, güya insandaki cilve-i kayyûmiyet, [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının cilvesi] kâinata bir direktir.

Evet, Zât-ı Hayy-ı Kayyûm, [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] bu kâinatta insanı irade etmiş ve kâinatı onun için yaratmış denilebilir. Çünkü insan, câmiiyet-i tâmme [insanın İlâhî [Allah tarafından olan] ilimlerin tecellîlerini mükemmel bir şekilde mahiyetinde toplanması] ile bütün esmâ-i İlâhiyeyi [Allah’ın isimleri] anlar, zevk eder. Hususan rızıktaki zevk cihetiyle pek çok Esmâ-i Hüsnâ[Allah’ın en güzel isimleri] anlar. Halbuki melâikeler [melekler] onları o zevkle bilemezler.

633

İşte, insanın bu ehemmiyetli câmiiyetidir [kapsayıcılık] ki, Zât-ı Hayy-ı Kayyûm, [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] insana, bütün esmâsını ihsas [hissettirme] etmek ve bütün envâ-ı ihsânâtını [bağış ve nimetlerin çeşitleri] tattırmak için öyle iştah[şiddetli istek, arzu] bir mide vermiş ki, o midenin geniş sofrasını hadsiz envâ-ı mat’umatıyla [çeşit çeşit yiyecekler] kerîmâne [çok cömert bir şekilde] doldurmuş.

Hem bu maddî mide gibi hayatı da bir mide yapmış. O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş bir sofra-i nimet [nimet sofrası] açmış. O hayat ise, duyguları vasıtasıyla, o sofra-i nimetten [nimet sofrası] her çeşit istifadelerle, teşekkürâtın [teşekkürler] her nev’ini yapar.

Ve bu hayat midesinden sonra, bir insaniyet midesini vermiş ki, o mide, hayattan daha geniş bir dairede rızık ve nimet ister. Akıl ve fikir ve hayal, o midenin elleri hükmünde, semâvat ve zemin genişliğinde o sofra-i rahmetten [rahmet sofrası] istifade edip şükreder.

Ve insaniyet midesinden sonra, hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet [nimet sofrası] açmak için, İslâmiyet ve iman akidelerini, [inanç] çok rızık ister bir mânevî mide hükmüne getirip, onun rızık sofrasının dairesini mümkinat [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] dairesinin haricinde genişletip, esmâ-i İlâhiyeyi [Allah’ın isimleri] de içine alır kılmıştır ki, o mide ile ism-i Rahmânı [Allah’ın Rahmân ismi; kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Allah] ve ism-i Hakîmi [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] en büyük bir zevk-i rızkî [yiyip içme zevki] ile hisseder, “Elhamdü lillâhi alâ Rahmâniyyetihî ve alâ hakîmiyyetihî[hamd ve şükür sonsuz merhamet sahibi ve herşeyi hikmetle, bir gaye ve maksatla yaratan Allah’a aittir.] der. Ve hâkezâ, bu mânevî mide-i kübrâ [büyük ve geniş mide] ile hadsiz nimet-i İlâhiyeden [Allah’ın kullarına verdiği nimet] istifade edebilir. Ve bilhassa o midedeki muhabbet-i İlâhiye [Allah sevgisi] zevkinin daha başka bir dairesi var.

İşte, Zât-ı Hayy-ı Kayyûm, [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] insanı bütün kâinata bir merkez, bir medar [kaynak, dayanak] yaparak, kâinat kadar geniş bir sofra-i nimet [nimet sofrası] insana açtığının ve kâinatı insana musahhar [boyun eğdirilmiş] ettiğinden ve kâinatın insan ile mazhar [erişme, nail olma] olduğu sırr-ı kayyûmiyetle [Allah’ın her şeyi kendi varlığıyla ayakta tutmasının sırrı] bir cihette kaim [ayakta duran] olduğunun hikmeti ise, insanın mühim üç vazifesidir:

BİRİNCİSİ: Kâinatta münteşir [yaygın olan] bütün envâ-ı nimeti [nimet çeşitleri] insanla tanzim etmek.

634

insanın menfaati ipiyle tesbih taneleri gibi tanzim eder, nimetlerin iplerinin uçlarını insanın başına bağlar, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine insanı bir liste hükmüne getirir.

İKİNCİ VAZİFESİ: Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] hitâbâtına, insan, câmiiyeti [kapsayıcılık] haysiyetiyle en mükemmel muhatap olmak ve hayretkârâne [hayret ederek] san’atlarını takdir ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] etmekle en yüksek sesli bir dellâl [davetçi, ilan edici] olmak ve şuurdârâne [bilinçli bir şekilde] teşekkürâtın [teşekkürler] bütün envâıyla, [tür] bütün envâ-ı nimetine [nimet çeşitleri] ve çeşit çeşit hadsiz ihsânâtına şükür ve hamd ü senâ etmektir.

ÜÇÜNCÜ VAZİFESİ: Hayatı ile, üç cihetle Zât-ı Hayy-ı Kayyûma [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] ve şuûnâtına [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ve sıfât-ı muhitasına [herşeyi kuşatan sıfatlar] âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] etmektir.

Birinci vecih: [yön] İnsan, kendi acz-i mutlakıyla [sınırsız güçsüzlük] Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] kudret-i mutlakasını [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] ve derecâtını [dereceler] ve aczin dereceleriyle kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla [sınırsız fakirlik] rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve zaafıyla [zayıflık, güçsüzlük] Onun kuvvetini anlamaktır. Ve hâkezâ, noksan sıfatlarıyla Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] evsâf-ı kemâline [mükemmel sıfatlar] mikyasvâri [ölçü şeklinde] âyine [ayna] olmak… Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarını göstermeye mükemmel bir âyine [ayna] olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs [eksik] sıfatlarıyla kemâlât-ı İlâhiyeye [Allah’a ait mükemmellikler] âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eder.

İkinci vecih: [yön] İnsan, cüz’î [ferdî, küçük] iradesiyle ve azıcık ilmiyle ve küçücük kudretiyle ve zâhirî mâlikiyetiyle [sahiplik] ve hanesini bina etmesiyle, bu kâinat ustasının mâlikiyetini [sahiplik] ve san’atını ve iradesini ve kudretini ve ilmini, kâinatın büyüklüğü nisbetinde anlar, âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eder.

Üçüncü vecihteki [yön] âyinedarlığın iki yüzü var:

· Birisi: Esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] ayrı ayrı nakışlarını [işleme] kendinde göstermektir. Adeta insan, câmiiyetiyle [kapsayıcılık] kâinatın küçük bir fihristesi ve bir misal-i musağğarası [küçültülmüş nümune] hükmünde olup, umum esmânın nakışlarını [işleme] gösteriyor.

635

· İkinci yüzü: Şuûnât-ı İlâhiyeye [Cenâb-ı Allah’ın işleri ve icraatları] âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eder. Yani, kendi hayatıyla Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] hayatına işaret ettiği gibi, kendi hayatında inkişaf [açığa çıkma] eden sem’ [işitme] ve basar [görme] gibi duyguların vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] sem’ [işitme] ve basar [görme] gibi sıfatlarına âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eder, bildirir.

Hem insan, hayatında bulunan ve inkişaf [açığa çıkma] etmeyen ve his ve hassasiyet suretinde galeyan eden ve kesretli [çokluk] bir surette olan çok ince hayatî duygular, mânâlar ve hisler vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] şuûnât-ı kudsiyesine [Allah’ın tertemiz ve noksansız olan işleri, mukaddes özellikler] âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eder. Meselâ, o hassasiyet içinde, sevmek, iftihar etmek, memnun olmak, mesrur [mutlu] olmak, müferrah [ferah duyan, huzurlu] olmak gibi mânâlarla—Zât-ı Akdesin kudsiyetine [kutsal, kusursuz ve yüce] ve gınâ-yı mutlakına [sınırsız zenginlik] münasip ve lâyık olmak şartıyla—o neviden olan şuûnâtına [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eder.

Hem insan, nasıl ki hayat-ı câmiasıyla [çok kapsamlı olan hayat] Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] sıfât ve şuûnâtına [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] bir mikyas-ı marifettir [Allah’ı tanıma ölçüsü] ve cilve-i esmâsına [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] bir fihristedir ve şuurlu bir âyinedir ve hâkezâ çok cihetlerle Zât-ı Hayy-ı Kayyûma [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eder. Öyle de, insan şu kâinatın hakaiklerine [doğru gerçekler] bir vâhid-i kıyasîdir, [ölçü birimi] bir fihristedir, bir mikyastır [ölçü] ve bir mizandır. [ölçü] Meselâ, kâinatta Levh-i Mahfuzun [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] gayet kat’î bir delil-i vücudu [varlığı gösteren delil] ve bir nümunesi, insandaki kuvve-i hafızadır. [bellek, hafıza duyusu] Ve âlem-i misalin [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] vücuduna kat’î delil ve nümune, kuvve-i hayaliyedir.Haşiye [hayal gücü] [dipnot] Ve kâinattaki ruhanîlerin bir

636

delil-i vücudu [varlığı gösteren delil] ve nümunesi, insandaki kuvvelerdir ve lâtifelerdir. [berrak, şirin, hoş] Ve hâkezâ, insan, küçük bir mikyasta, [ölçü] kâinattaki hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] şuhud [görme] derecesinde gösterebilir.

İşte, insanın mezkûr [adı geçen] vazifeler gibi çok mühim hizmetleri var. Cemâl-i bâkîye [kalıcı ve devamlı güzellik] âyinedir. Kemâl-i sermediyeye [sürekli devam eden mükemmellik] dellâl-ı muzhirdir. [gizli güzellikleri ortaya çıkararak ilân eden] Ve rahmet-i ebediyeye [Allah’ın sonsuz şefkati] muhtac-ı müteşekkirdir. [kendisine verilen nimetlere şükreden, pek çok şeye muhtaç olan] Madem cemal, kemal, [fazilet, olgunluk] rahmet bâkidirler ve sermedîdirler; [daimi, sürekli] elbette o cemâl-i bâkînin [kalıcı ve devamlı güzellik] âyine-i müştâkı [istekli, iştiyak[arzu, istek] ayna] ve o kemâl-i sermedînin dellâl-ı âşıkı [ilân edici âşık, hem âşık olan, hem aşkını ilân eden] ve o rahmet-i ebediyenin [Allah’ın sonsuz şefkati] muhtac-ı müteşekkiri [kendisine verilen nimetlere şükreden, pek çok şeye muhtaç olan] olan insan, bâki kalmak için bir dâr-ı bekàya [daimî ve kalıcı yer] girecek ve o bâkilere refakat için ebede gidecek ve o ebedî cemal ve o sermedî [daimi, sürekli] kemal [fazilet, olgunluk] ve daimî rahmete, ebedü’l-âbâdda [sonsuzlar sonsuzu] refakat etmek gerektir, lâzımdır. Çünkü ebedî bir cemal, fâni bir müştâka [arzulu, aşırı istekli] ve zâil [geçici, yok olucu] bir dosta razı olmaz. Çünkü cemal, kendini sevdiği için, sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval [geçip gitme] ve fenâ ise, o muhabbeti adâvete [düşmanlık] kalb eder, çevirir. Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fıtratındaki cemâl-i sermediyeye karşı olan esaslı muhabbet yerine adâvet [düşmanlık] bulunacaktır. Onuncu Sözün haşiyesinde [dipnot] beyan edildiği gibi, bir zaman bir dünya güzeli, bir âşıkını huzurundan çıkarıyor. O adamdaki aşk, birden adâvete [düşmanlık] dönüyor ve diyor ki: “Tuh, ne kadar çirkindir!” diyerek, kendine teselli vermek için cemâlinden küsüyor, cemâlini inkâr ediyor.

Evet, insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylerin adâvetkârâne [düşmanlık] kusurlarını arar, adeta düşmanlık etmek ister. Madem bütün kâinatın şehadetiyle Mahbub-u Hakikî [gerçek sevgili, Allah] ve Cemîl-i Mutlak, [sınırsız güzellik sahibi Allah] bütün güzel Esmâ-i Hüsnâsıyla [Allah’ın en güzel isimleri] kendini insana sevdiriyor ve insanların kendini sevmelerini istiyor; elbette ve herhalde, kendisinin hem mahbubu, hem habibi [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] olan insana fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir adâveti [düşmanlık] verip derinden derine kendinden küstürmeyecek. Ve fıtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve perestiş [aşırı derece sevme] için yarattığı en müstesnâ mahlûku olan insanın fıtratına bütün bütün zıt olarak bir gizli adâveti, [düşmanlık]

637

insanın ruhuna vermeyecek. Çünkü insan, sevdiği ve kıymetini takdir ettiği bir cemâl-i mutlaktan [sınırsız güzellik] ebedî ayrılmaktan gelen derin yarasını, ancak ona adâvetle, [düşmanlık] ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir. İşte, kâfirlerin Allah’ın düşmanı olması bu noktadan ileri geliyor. Öyleyse, herhalde o cemâl-i ezelî, [başlangıcı ve sonu olmayan güzellik] kendisinin âyine-i müştâkı [istekli, iştiyak[arzu, istek] ayna] olan insan ile ebedü’l-âbâd [sonsuzlar sonsuzu] yolunda seyahatinde beraber bulunmak için, alâ külli hal, [her durumda] bir dâr-ı bekàda [daimî ve kalıcı yer] bir hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] insanı mazhar [erişme, nail olma] edecek.

Evet, madem insan fıtraten bir cemâl-i bâkîye [kalıcı ve devamlı güzellik] müştak [arzulu, aşırı istekli] ve muhib [Allah’ı seven] bir surette halk edilmiştir. Ve madem bâkî bir cemal, zâil [geçici, yok olucu] bir müştâka [arzulu, aşırı istekli] razı olamaz. Ve madem insan bilmediği veya yetişemediği veya tutamadığı bir maksuddan gelen hüzün ve elemden teselli bulmak için, o maksudun kusurunu bulmakla, belki gizli adâvet [düşmanlık] etmekle kendini teskin eder. Ve madem bu kâinat insan için halk edilmiş ve insan ise marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] ve muhabbet-i İlâhiye [Allah sevgisi] için yaratılmış. Ve madem bu kâinatın Hâlıkı, esmâsıyla sermedîdir. [daimi, sürekli] Ve madem esmâlarının cilveleri daim ve bâkî ve ebedî olacaktır. Elbette ve herhalde insan bir dâr-ı bekàya [daimî ve kalıcı yer] gidecek ve bir hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] mazhar [erişme, nail olma] olacaktır. Ve insanın kıymetini ve vazifelerini ve kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bildiren, rehber-i âzam [en büyük rehber] ve insan-ı ekmel [en mükemmel insan] olan Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] Aleyhissalâtü Vesselâm, insana dair beyan ettiğimiz bütün kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve vazifeleri en ekmel [daha mükemmel] bir surette kendinde ve dininde göstermesiyle gösteriyor ki: Nasıl kâinat insan için yaratılmış ve kâinattan maksud ve müntehap [seçilmiş] insandır. Öyle de, insandan dahi en büyük maksud ve en kıymettar müntehap [seçilmiş] ve en parlak âyine-i Ehad ve Samed [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] , [tek ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’a ayna olan] elbette Ahmed-i [çokça medhedilen, övülen] Muhammeddir.

عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ يَۤا اَللهُ يَا رَحْمٰنُ، يَا رَحِيمُ،

638

يَافَرْدٌ، يَا حَىٌّ ، يَا قَيُّومٌ، يَاحَكَمٌ، يَا عَدْلٌ، يَا قُدُّوسٌ * نَسْئَلُكَ بِحَقِّ فُرْقَانِكَ الْحَكِيمِ * وَبِحُرْمَةِ حَبِيبِكَ اْلاَكْرَمِ، وَبِحَقِّ اَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى * وَبِحُرْمَةِ اِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ، اَنْ تَحْفَظَنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَالشَّيْطَانِ وَمِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَاْلاِنْسَانِ؛ اٰمِينَ. * 1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2