LEM’ALAR – Yedinci Lem’a (60-75)

60

Yedinci Lem’a [parıltı]

 Sûre-i Feth’in âhirindeki âyetin yedi nevi ihbar-ı gaybîsine [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] dairdir

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

لَقَدْ صَدَقَ اللهُ رَسُولَهُ الرُّؤْيَا بِالْحَقِّ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ اِنْ شَۤاءَ اللهُ اٰمِنِينَ مُحَلِّقِينَ رُؤُسَكُمْ وَمُقَصِّرِينَ لاَتَخَافُونَ فَعَلِمَ مَا لَمْ تَعْلَمُوا فَجَعَلَ مِنْ دُونِ ذٰلِكَ فَتْحًا قَرِيبًا * هُوَ الَّذِۤي اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰي وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَكَفٰى بِاللهِ شَهِيدًا * مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ وَالَّذِينَ مَعَهُۤ اَشِدَّۤاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَۤاءُ بَيْنَهُمْ تَرٰيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللهِ وَرِضْوَانًا سِيمَاهُمْ فِى وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِ وَمَثلُهُمْ فِى اْلاِنْجِيلِ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْئَهُ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰي عَلٰى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللهُ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرةً وَاَجْرًا عَظِيمًا * 1

SÛRE-İ FETH’İN bu üç âyetinin çok vücuh-u i’câzı [mu’cize olma yönleri] vardır. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] on vücuh-u külliye-i i’câziyesinden [geniş kapsamlı mucizelik yönleri] ihbar-ı bilgayb [bilinmeyen ve görünmeyen alemden gelen haberler] veçhi, şu üç âyette, yedi sekiz vecihle [yön] görünüyor.

61

BİRİNCİSİ

لَقَدْ صَدَقَ اللهُ رَسُولَهُ الرُّؤْيَا 1 ilâ âhir. [sonuna kadar] Feth-i Mekke‘yi, [Mekke’nin fethi] vukuundan evvel kat’iyetle haber veriyor. İki sene sonra, haber verdiği tarzda vuku bulmuştur.2

İKİNCİSİ

فَجَعَلَ مِنْ دُونِ ذٰلِكَ فَتْحًا قَرِيبًا 3 ifade ediyor ki: Sulh-u Hudeybiye, çendan [gerçi] zâhirî İslâm aleyhinde görülmüş ve Kureyşîler bir derece galip görünmüş olduğu halde, mânen, Sulh-u Hudeybiye mânevî büyük bir fetih hükmünde olacak ve sair fütuhatın [fetihler, yayılmalar] da anahtarı olacak diye ihbar ediyor.

Filhakika, [gerçekte, doğrusu] Sulh-u Hudeybiye ile, çendan [gerçi] maddî kılıç kılıfına muvakkaten [geçici] konuldu. Fakat Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bârika-âsâ [şimşek gibi] elmas kılıcı çıktı; kalbleri, akılları fethetti. Musalâha [barış yapma] münasebetiyle birbiriyle ihtilât [birbirine karışma] ettiler. Mehâsin-i İslâmiyet, [İslâmiyetin güzellikleri] envâr-ı Kur’âniye, [Kur’ân’ın nurları] inat ve taassubât-ı kavmiye [kendi kavminin ve milletinin kurallarına sıkıca bağlılık] perdelerini yırtarak hükmünü icra ettiler. Meselâ, bir dâhiye-i harp [harp sanatında dehâ olan] olan Halid bin Velid ve bir dâhiye-i siyaset [siyaset konusunda dehâ olan] olan Amr ibnü’l-Âs gibi, mağlûbiyeti kabul etmeyen zatlar, Sulh-u Hudeybiye ile cilvesini gösteren seyf-i Kur’ânî [Kur’ânî kılıç] onları mağlûp edip,4 Medine-i Münevvereye kemâl-i inkıyad [tam itaat] ile İslâmiyete gerdendâde-i teslim [boyun eğerek teslim olma] olduktan sonra, Hazret-i Hâlid, bir seyfullah [Allah’ın (c.c.) kılıcı] şekline girdi ve fütuhat-ı İslâmiyenin [İslâm adına yapılan fetihler] bir kılıcı oldu.

MÜHİM BİR SUAL: Fahrü’l-Âlemîn ve Habib-i Rabbü’l-Âlemîn [Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın sevgilisi, Hz. Muhammed] [kâinatın övgüsüne sahip ve Alemlerin Rabbinin sevgilisi, Muhammed (a.s.m.)] Hazret-i Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sahabelerinin, müşrikîne karşı Uhud’un nihayetinde ve Huneyn’in bidâyetinde [başlangıç] mağlûbiyetinin hikmeti nedir?5

62

Elcevap: Müşrikler içinde, o zamanda saff-ı Sahabede [Hz. Muhammed’i görmüş ve onun sohbetinde bulunmuş olan mü’min kimselerin oluşturduğu ilk insanlar] bulunan ekâbir-i Sahabeye [Sahabenin önde gelenleri] istikbalde mukabil gelecek Hazret-i Hâlid gibi çok zatlar bulunduğundan, şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarında [bakış açısı] bütün bütün izzetlerini [büyüklük, yücelik] kırmamak için, hikmet-i İlâhiye, [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] hasenât-ı istikbaliyelerinin [geleceğe ait güzellikler] bir mükâfât-ı muaccelesi [peşin ödenen ödül] olarak mazide onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini [büyüklük, yücelik] kırmamış. Demek mazideki Sahabeler, müstakbeldeki [gelecek] Sahabelere karşı mağlûp olmuşlar—tâ, o müstakbel [gelecek] Sahabeler, berk-i süyuf [kılıç darbesi, parıltısı] korkusuyla değil, belki bârika-i hakikat [hakikat ışığı] şevkiyle İslâmiyete girsin ve o şehâmet-i fıtriyeleri [yaratılıştan gelen yiğitlik] çok zillet [alçaklık] çekmesin.

ÜÇÜNCÜSÜ

لاَ تَخَافُونَ 1 kaydıyla ihbar ediyor ki: “Sizler emniyet-i mutlaka [sınırsız güvenlik] içinde Kâbe’yi tavaf edeceksiniz.” Halbuki, Ceziretü’l-Arabdaki [yarımada] bedevî akvam, [kavimler] çoğu düşman olmakla beraber, Mekke etrafı ve Kureyş kabilesi kısm-ı âzamı [büyük bir kısmı] düşman iken, “Yakın bir zamanda, hiç havf [korku] hissedilmezken Kâbeyi tavaf edeceksiniz” ihbarıyla, Ceziretü’l-Arabı [yarımada] itaat altına ve bütün Kureyşi İslâmiyet içine ve emniyet-i tâmme [tam bir güven] vaz’ [koyma, yerleştirme] edilmesine delâlet ve ihbar eder. Aynen haber verdiği gibi vukua gelmiştir.2

DÖRDÜNCÜSÜ

هُوَ الَّذِۤى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ * 3

kemâl-i kat’iyetle [tam bir kesinlik] ihbar ediyor ki, “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın getirdiği din, umum dinlere galebe [üstün gelme] çalacak.” Halbuki, o zamanda yüzer milyon tebaası bulunan Nasârâ ve Yahudi ve Mecusî dinleri ve Roma, Çin ve İran hükûmeti gibi yüzer milyon tebaası bulunan cihangir devletlerin edyân-ı resmîleri [resmi dinler]

63

iken, kendi küçük kabilesine karşı tam galebe [üstün gelme] edemeyen bir vaziyette bulunan Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] Aleyhissalâtü Vesselâmın getirdiği din, umum dinlere galip ve umum devletlere muzaffer olacağını ihbar ediyor. Hem gayet vuzuh [açıklık] ve kat’iyetle ihbar ediyor. İstikbal, o haber-i gaybîyi, [bilinmeyen, gayb âlemiyle ilgili haber] Bahr-i Muhit-i Şarkîden [Hint Okyanusu] Bahr-i Muhit-i Garbîye [Atlas Okyanusu] kadar İslâm kılıcının uzamasıyla tasdik etmiştir.

BEŞİNCİSİ

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ وَالَّذِينَ مَعَهُۤ اَشِدَّۤاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَۤاءُ بَيْنَهُمْ تَرٰيهُمْ رُكّعًا سُجَّدًا * 1

ilâ âhir. [sonuna kadar] Şu âyetin başı, Sahabelerin enbiyadan [nebiler, peygamberler] sonra nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] içinde en mümtaz [seçkin] olduklarına sebep olan secâyâ-yı âliye [yüksek ve güzel huylar, yüksek karakter] ve mezâyâ-yı galiyeyi [çok kıymetli, yüksek meziyetler] haber vermekle, mânâ-yı sarihiyle, [açık mânâ] tabakat-ı Sahabenin [sahabilerin dereceleri] istikbalde muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] oldukları ayrı ayrı mümtaz [seçkin] has sıfatlarını ifade etmekle beraber, mânâ-yı işarîsiyle, [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] ehl-i tahkikçe [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] vefat-ı Nebevîden [Peygamberimizin vefatı] sonra makamına geçecek Hulefâ-i Râşidîne [dört büyük halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali] hilâfet tertibiyle işaret edip, herbirisinin en meşhur medar-ı imtiyazları [üstünlük, ayrıcalık sebebi] olan sıfât-ı hassa[şahsa ait özel sıfatlar] dahi haber veriyor.2 Şöyle ki:

وَالَّذِينَ مَعَهُ 3 maiyet-i mahsusa [özel beraberlik] ve sohbet-i hassa [özel sohbet ve yakınlık] ile ve en evvel vefat ederek yine maiyetine [yanına, beraberine] girmekle meşhur ve mümtaz [seçkin] olan Hazret-i Sıddık’ı gösterdiği gibi, اَشِدَّۤاءُ عَلَى الْكُفَّارِ 4 ile, istikbalde küre-i arzın [yer küre, dünya] devletlerini fütuhâtıyla [fetihler, yayılmalar] titretecek ve adaletiyle zalimlere sâika [insanı belli bir yöne sevk eden duyu] gibi şiddet gösterecek olan Hazret-i Ömer’i

64

gösterir. Ve رُحَمَۤاءُ بَيْنَهُمْ 1 ile, istikbalde en mühim bir fitnenin vukuu hazırlanırken, kemâl-i merhamet [merhametin mükemmelliği] ve şefkatinden, İslâmlar içinde kan dökülmemek için ruhunu feda edip teslim-i nefis [bir kişinin kendisini bir şeye teslim etmesi] ederek Kur’ân okurken mazlumen şehid olmasını tercih eden Hazret-i Osman’ı da haber verdiği gibi;

تَرٰيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللهِ وَرِضْوَانًا * 2

saltanat ve hilâfete kemâl-i liyakat [tam anlamıyla layık oluş] ve kahramanlıkla girdiği halde ve kemâl-i zühd [Allah korkusuyla tam olarak günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] ve ibadet ve fakr ve iktisadı [tutumluluk] ihtiyar eden ve rükû ve sücudda devamı ve kesreti [çokluk] herkesçe musaddak [doğrulanan] olan Hazret-i Ali’nin (r.a.) istikbaldeki vaziyetini ve o fitneler içindeki harpleriyle mes’ul olmadığını ve niyeti ve matlubu [istek] fazl-ı İlâhî [Allah’ın lütfu, ihsanı] [bağış] olduğunu haber veriyor.

ALTINCISI

ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِ 3 fıkrası, [bölüm] iki cihetle ihbar-ı gaybîdir. [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme]

BİRİNCİSİ: Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm gibi ümmî bir zâta nisbeten gayb hükmünde olan Tevrat’taki evsâf-ı Sahabeyi [Hz. Peygamberi (a.s.m.) görüp onun yolundan giden Müslümanların özellikleri] haber veriyor.

Evet, Tevrat’ta, On Dokuzuncu Mektupta beyan edildiği gibi, âhirzamanda gelecek Peygamberin Sahabeleri hakkında Tevrat’ta bu fıkra [bölüm] var: “Kudsîlerin [her türlü kusur ve noksandan uzak] bayrakları beraberlerindedir.”4 Yani, onun Sahabeleri ehl-i taat ve ibadet [Allah’ın emirlerini yerine getirenler ve ibadete düşkün olanlar] ve ehl-i salâhat [Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren sâlih [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu] kişiler] ve velâyettirler [velilik] ki, o vasıfları “kudsîler,” [her türlü kusur ve noksandan uzak] yani “mukaddes” tabiriyle ifade etmiştir. Tevrat’ın pek çok ayrı ayrı lisanlara tercüme edilmesi vasıtasıyla

65

o kadar tahrifat olduğu halde, şu Sûre-i Feth’in مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِ 1 hükmünü müteaddit [bir çok] âyâtıyla tasdik ediyor.

İKİNCİ CİHET ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] şudur ki: مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِ fıkrasıyla [bölüm] ihbar ediyor ki, “Sahabeler ve Tâbiînler, [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] ibadette öyle bir dereceye gelecekler ki, ruhlarındaki nuraniyet yüzlerinde parlayacak ve cephelerinde kesret-i sücuddan [bir çok kez secdeye gitme] hâsıl olan bir hâtem-i velâyet [velilik mührü] nev’inde, alınlarında sikkeler [mühür] görünecek.”

Evet, istikbal bunu vuzuhla [açıklık] ve kat’iyetle, parlak bir surette ispat etmiştir. Evet, o kadar acip fitneler ve dağdağa-i siyaset [siyasî kargaşa ve çalkantılar] içinde, gece ve gündüzde Zeynelabidin gibi bin rekât namaz kılan ve Tâus-u Yemenî gibi kırk sene yatsı abdestiyle sabah namazını edâ eden2 çok mühim pek çok zatlar مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرٰيةِ sırrını göstermişlerdir.

YEDİNCİSİ

وَمَثلُهُمْ فِى اْلاِنْجِيلِ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْئَهُ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰي عَلٰى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ * 3

fıkrası, [bölüm] iki cihetle ihbar-ı gaybîdir. [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme]

BİRİNCİSİ: Nebiyy-i Ümmîye [okuma-yazması olmayan peygamber] nisbeten gayb hükmünde olan İncil’in Sahabeler hakkındaki ihbarını ihbardır.

Evet, İncil’de, âhirzamanda gelecek Peygamberin (a.s.m.) vasfında مَعَهُ قَضِيبٌ مِنْ حَدِيدٍ وَاُمَّتُهُ كَذٰلِكَ 4 gibi âyetler var. Yani, Hazret-i İsâ (a.s.)

66

gibi kılıçsız değil, belki sahibüsseyf [kılıç sahibi, savaşçı] bir Peygamber gelecek, cihada memur olacak ve onun Sahabeleri dahi kılıçlı ve cihada memur olacaklardır. O kadîb-i hadid [demir çubuk, kılıç] sahibi, Reis-i Âlem [Âlemlerin Efendisi olan Fahr-i Âlem Hz. Muhammed (a.s.m.)] olacak. Çünkü, İncil’in bir yerinde der: “Ben gidiyorum, tâ Âlemin Reisi [Âlemlerin Efendisi olan Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] Hz. Muhammed (a.s.m.)] (a.s.m.) gelsin.”1 Yani, Âlemin Reisi [Âlemlerin Efendisi olan Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] Hz. Muhammed (a.s.m.)] geliyor.

Demek oluyor ki: İncil’in bu iki fıkrasından [bölüm] anlaşılıyor ki, Sahabeler çendan [gerçi] mebde‘de [başlangıç] az ve zayıf görünecekler; fakat çekirdekler gibi neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bularak yükselip, kalınlaşıp kuvvetleşerek, küffârın gayzlarını [kin, öfke] onlara yutkundurup boğduracak vakitte, kılıçlarıyla nev-i beşeri kendilerine musahhar [boyun eğdirilmiş] edip, reisleri olan Peygamberin (a.s.m.) ise âleme reis olduğunu ispat edecekler. Aynen şu Sûre-i Feth’in âyetinin meâlini ifade ediyor.

İKİNCİ VECİH: Şu fıkra [bölüm] ihbar ediyor ki, Sahabeler çendan [gerçi] azlığından ve zaafından [zayıflık, güçsüzlük] Sulh-u Hudeybiyeyi kabul etmişler; elbette, herhalde az bir zamandan sonra sür’aten öyle bir inkişaf [açığa çıkma] ve ihtişam ve kuvvet kesb [elde etme, kazanma] edecekler ki, rû-yi zemin [yeryüzü] tarlasında dest-i kudretle [Allah’ın kudret eli] ekilen, nev-i beşerin o zamanda gafletleri cihetiyle kısa, kuvvetsiz, nâkıs, [eksik] bereketsiz sümbüllerine nisbeten gayet yüksek ve kuvvetli ve meyvedar ve bereketli bir surette çoğalacaklar ve kuvvet bulacaklar ve haşmetli hükûmetleri gıptadan, hasetten ve kıskançlıktan gelen bir gayz [kin, öfke] içinde bırakacaklar. Evet, istikbal bu ihbar-ı gaybîyi [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] çok parlak bir surette göstermiştir.

Şu ihbarda hafî [gizli] bir ima daha var ki: Sahabeyi tavsifât-ı mühimme [önemli özelliklerle anlatım] ile senâ ederken, en büyük bir mükâfâtın vaadi makamca lâzım geldiği halde, مَغْفِرَةً 2 kelimesiyle işaret ediyor ki, istikbalde Sahabeler içinde fitneler vasıtasıyla mühim kusurlar olacak. Çünkü mağfiret [bağışlama] kusurun vukuuna delâlet eder. Ve o zamanda Sahabeler nazarında en mühim matlup [istek] ve en yüksek ihsan, [bağış] mağfiret [bağışlama] olacak. Ve en büyük mükâfat ise, af ile, mücâzât [ceza] etmemektir.

67

مَغْفِرَةً 1 kelimesi nasıl bu lâtif [berrak, şirin, hoş] imayı gösteriyor; öyle de, sûrenin başındaki

لِيَغْفِرَ لَكَ اللهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَاَخَّرَ * 2

cümlesiyle münasebettardır. [alâkalı, ilgili] Sûrenin başı—hakikî günahlardan mağfiret [bağışlama] değil; çünkü ismet var, günah yok—belki makam-ı nübüvvete [peygamberlik makamı] lâyık bir mânâ ile Peygambere müjde-i mağfiret [Allah’ın affetme müjdesi] ve âhirinde Sahabelere mağfiret ile müjde etmekle, o imaya bir letâfet [hoşluk, gözellik] daha katar.

İşte, âhir-i Feth‘in [Kur’ân-ı Kerimin 48. sûresi olan Fetih Sûresi’nin son bölümü] mezkûr [adı geçen] üç âyeti, on vücuh-u i’câzından [mu’cize olma yönleri] yalnız ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] veçhinin [yön] çok vücuhundan [vecihler, yönler] yalnız yedi veçhini [yön] bahsettik. Cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] ve kadere dair Yirmi Altıncı Sözün âhirinde, şu âhirki âyetin hurufatının [harfler] vaziyetindeki mühim bir lem’a-i i’câza [mu’cizelik parıltısı] işaret edilmiştir. Bu âhirki âyet, cümleleriyle Sahabeye baktığı gibi, kayıtlarıyla dahi yine Sahabenin ahvâline [haller] bakıyor. Ve elfâzıyla [kelimeler, sözler] Sahabenin evsâfını [özellikler] ifade ettikleri gibi,3 hurufâtıyla [harfler] ve o âyetteki hurufâtın [harfler] tekerrür-ü adediyle [sayı tekrarı] yine Ashâb-ı Bedir, Uhud, Huneyn, Suffe, Rıdvân gibi tabakat-ı meşhure-i Sahabede [meşhur sahabilerin kendi aralarındaki farklı dereceleri] bulunan zatlara işaret ettikleri gibi, ilm-i cifrin [harflerin sayı değerlerinden anlam çıkarmak üzerine kurulu ilim] bir nev’i ve bir anahtarı olan tevafuk cihetiyle ve ebced hesabıyla daha çok esrarı ifade ediyor.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 4

ba

68

 Sûre-i Feth’in âhirindeki âyetin mânâ-yı işarîsiyle [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] verdiği ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] münasebetiyle, gelecek âyette aynı haber, aynı mânâ-yı işarî [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] ile verdiği münasebetle, bir nebze ondan bahsedilecek.

Bir tetimme [ek]

وَلَهَدَيْنَاهُمْ صِرَاطًا مُسْتَقِيمًا * وَمَنْ يُطِعِ اللهَ وَالرَّسُولَ فَاُولٰۤئِكَ مَعَ الَّذِينَ اَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَۤاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ اُولٰۤئِكَ رَفِيقًا * 1

Bu âyetin beyanında binler nüktelerinden [derin anlamlı söz] iki nükteye [derin anlamlı söz] işaret edeceğiz.

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] mefâhimiyle, [mefhumlar, kavramlar] mânâ-yı sarihiyle [açık mânâ] ifade-i hakaik [hakikatlerin ifade edilmesi] ettiği gibi, üslûplarıyla, hey’âtıyla [kısımlar, parçalar] çok maânî-yi işariyeyi [işaret edilen mânâlar] dahi ifade ediyor. Herbir âyetin çok tabaka-i mânâları [mânâ derecesi] var. Kur’ân ilm-i muhitten [her şeyi kuşatan ilim] geldiği için, bütün mânâları murad olabilir. İnsanın cüz’î [ferdî, küçük] fikri ve şahsî iradesiyle olan kelâmlar gibi bir iki mânâya inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] etmez.

İşte bu sırra binaen, âyât-ı Kur’âniyenin ehl-i tefsir [Kur’ân’ı mânâ bakımından yorumlayanlar] tarafından hadsiz hakaiki [doğru gerçekler] beyan edilmiş. Müfessirînin [açıklayan, yorumlayan] beyan etmediği daha çok hakaiki [doğru gerçekler] var. Ve bilhassa hurufâtında [harfler] ve mânâ-yı sarihinden [açık mânâ] başka işârâtında [işaretler] çok ulûm-u mühimme [önemli ve değerli ilimler] vardır.

İKİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

İşte bu âyet-i kerime,

مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَۤاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ اُولٰۤئِكَ رَفِيقًا * 2

69

tabiriyle, sırat-ı müstakimin [dosdoğru yol] ehli ve hakikî niam-ı İlâhiyeye [Allah’ın nimetleri] mazhar [erişme, nail olma] nev-i beşerdeki taife-i enbiya [peygamberlerin oluşturduğu topluluk] ve kafile-i sıddıkîn [daima doğruluk üzere Allah’a ve peygambere çok sâdık olanların oluşturduğu topluluk] ve cemaat-i şüheda [şehitler topluluğu] ve esnaf-ı salihîn [salih kulların oluşturduğu sınıflar] ve envâ-ı tâbiînin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş olan Müslümanların oluşturduğu gruplar] bulunduklarını ifade etmekle beraber, âlem-i İslâmiyette [İslâm âlemi] o beş kısmın en mükemmelini dahi ayrıca sarahaten [açıklık] gösterdikten sonra, o beş kısmın imamları ve baştaki rüesalarını [reisler, başkanlar] sıfât-ı meşhureleriyle [meşhur özellikler] zikretmekle onlara delâlet edip ifade ettiği gibi, ihbar-ı gayb [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] nev’inde bir lem’a-i i’câz [mu’cizelik parıltısı] ile o taifelerin istikbaldeki reislerinin vaziyetlerini bir vecihle [yön] tayin ediyor.

Evet, مِنَ النَّبِيِّينَ 1 nasıl ki sarahatle [açıklık] Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma bakıyor; وَالصِّدِّيقِينَ 2 fıkrasıyla [bölüm] Ebu Bekri’s-Sıddık’a bakıyor. Hem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmdan sonra ikinci olduğuna ve en evvel yerine geçeceğine ve “Sıddık” ismi ümmetçe ona ünvan-ı mahsus [özel ifade, bir kişiye özel olarak kullanılan ünvan] ve sıddıkînlerin [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] başında görüneceğine işaret ettiği gibi, وَالشُّهَدَۤاءِ 3 kelimesiyle Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali rıdvanullahi aleyhim ecmaîni, [Allah onların hepsinden razı olsun] üçünü beraber ifade ediyor. Hem üçü Sıddıktan sonra nübüvvetin [peygamberlik] hilâfetine mazhar [erişme, nail olma] olacaklarını ve üçü de şehid olacaklarını, fazilet-i şehadetleri [şehitlik mertebesinin yüceliği] de sair fezâillerine [faziletler, üstün özellikler] ilâve edileceğini işaret ve gaybî bir surette ifade ediyor. وَالصَّالِحِينَ 4 kelimesiyle Ashâb-ı Suffe,

70

Bedir, Rıdvan gibi mümtaz [seçkin] zevâta işaret ederek, وَحَسُنَ اُولٰۤئِكَ رَفِيقًا 1 cümlesiyle, mânâ-yı sarihiyle [açık mânâ] onların ittibâına [tâbi olma, bağlanma] teşvik ve Tâbiînlerdeki [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] tebaiyeti [tabi olma, uyma] çok müşerref ve güzel göstermekle, mânâ-yı işarîsiyle [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] Hulefâ-i Erbaanın [dört büyük halife] beşincisi olarak ve اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلاَثُونَ سَنَةً 2 hadis-i şerifin hükmünü tasdik ettiren, müddet-i hilâfeti [halifelik süresi] azlığıyla beraber kıymetini azîm göstermek için o mânâ-yı işarîsiyle [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] Hazret-i Hasan radıyallahu anhı gösterir.

Elhasıl, [kısaca, özetle] Sûre-i Feth’in âhirki âyeti Hulefâ-i Erbaaya [dört büyük halife] baktığı gibi, bu âyet dahi, teyiden, ihbar-ı gayb [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] nev’inden onların istikbaldeki vaziyetlerine kısmen işaret suretiyle bakar. İşte, Kur’ân’ın envâ-ı i’câzından [mu’cizelik çeşitleri] olan ihbar-ı gayb [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] nev’inin lemeât-ı i’câziyesi [mu’cizelik parıltıları] âyât-ı Kur’âniyede [Kur’ân ayetleri] o kadar çoktur ki, hasra gelmez. [sayılamayan] Ehl-i zâhirin [sadece dış görünüşe göre hüküm verenler] kırk elli âyete hasretmeleri, nazar-ı zâhirî [dış görünüşü dikkate alan bakış açısı] iledir. Hakikatte ise binden geçer. Bazan bir âyette dört beş vecihle [yön] ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] bulunur.

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا * 3

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 4

ba

71

Bu tetimmeye [ek] ikinci bir izahHaşiye

Şu âhir-i Feth‘in [Kur’ân-ı Kerimin 48. sûresi olan Fetih Sûresi’nin son bölümü] işaret-i gaybiyesini [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] teyid eden, hem Fâtiha-i [başlangıç] Şerifedeki sırat-ı müstakim [dosdoğru yol] ehli ve صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 1 âyetindeki murad kimler olduğunu beyan eden, hem ebedü’l-âbâdın [sonsuzlar sonsuzu] pek uzun yolunda en nuranî, ünsiyetli, [cana yakın, dost] kesretli, [çokluk] cazibedar bir kafile-i rüfeka[arkadaşlar topluluğu] gösteren ve ehl-i iman [Allah’a inanan] ve ashâb-ı şuuru şiddetle o kafileye tebaiyet [tabi olma, uyma] noktasında iltihak [karışma, katılma] ve refakate mucizâne [mu’cizeli bir şekilde] sevk eden şu âyet,

فَاُولٰۤئِكَ مَعَ الَّذِينَ اَنْعَمَ اللهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَۤاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ اُولٰۤئِكَ رَفِيقًا * 2

yine âhir-i Feth‘in [Kur’ân-ı Kerimin 48. sûresi olan Fetih Sûresi’nin son bölümü] âhirki âyeti gibi, ilm-i belâgatte [belâgat ilmi]maârîzu’l-kelâm“3 [sözün katmanları arasından çıkan ince mânâlar] ve “müstetbeâtü’t-terâkib[bir sözdeki kelimelerin çağrıştırdıkları mânâlar] tabir edilen4 mânâ-yı maksuttan [kastedilen anlam] başka, işarî ve remzî mânâlarla Hulefâ-i erbaa [dört büyük halife] ve beşinci halife olan Hazret-i Hasan’a (r.a.) işaret ediyor, gaybî umurdan [emirler] birkaç cihette haber veriyor. Şöyle ki:

Nasıl ki şu âyet, mânâ-yı sarihi [açık mânâ] ile, nev-i beşerde niam-ı âliye-i İlâhiyeye [Cenâb-ı Hakkın yüce nimetleri] mazhar [erişme, nail olma] olan, ehl-i sırat-ı müstakim [dosdoğru yolda olanlar] olan kafile-i enbiya [Peygamberlerin oluşturduğu topluluk] ve taife-i sıddıkîn [daima doğruluk üzere, Allah’a ve peygambere çok sâdık olanların oluşturduğu topluluk] ve cemaat-i şüheda [şehitler topluluğu] ve envâ-ı salihîn [dinin emir ve yasaklarını eksiksiz olarak yerine getirenler] ve sınıf-ı tâbiîn, [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış olan Müslümanların topluluğu] muhsinîn [güzel işler yapanlar; Allah’ı görür gibi ibadet edenler] olduğunu ifade ettiği gibi; âlem-i İslâmda [İslâm âlemi]

72

dahi o taifelerin en ekmeli [daha mükemmel] ve en efdali bulunduğunu ve Ne-biyy-i Âhirzamanın sırr-ı veraset-i nübüvvetten [peygamber varisliğinin sırrı, hikmeti, hakikati] teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] eden taife-i verese-i enbiya [peygamberlerin mirasçıları olan alimler topluluğu] ve Sıddık-ı Ekberin [Hz. Peygambere bağlılıkta en ileride olan] maden-i sıddıkiyetinden [doğruluğun ve sadakatin kaynağı] teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] eden kafile-i sıddıkîn [daima doğruluk üzere Allah’a ve peygambere çok sâdık olanların oluşturduğu topluluk] ve hulefâ-i selâsenin [Hz. Ali’den önceki üç büyük halife; Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman] şehadet mertebesiyle merbut [bağlı] bulunan kafile-i şüheda, [şehitler topluluğu] وَالَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ 1 sırrıyla bağlanan cemaat-i salihîn [salih insanlar oluşturduğu topluluk] ve

قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللهُ * 2

sırrını imtisal [bağlanma, boyun eğme] eden ve Sahabelerin ve Hulefâ-i Râşidînin [dört büyük halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali] refakatinde giden esnaf-ı Tâbiîni [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan hadis dinlemiş, ders almış olanların oluşturduğu sınıflar] ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] nev’inden gösterdiği gibi, وَالصِّدِّيقِينَ 3 kelimesiyle, mânâ-yı işarî [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] cihetinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan sonra makamına geçecek ve halifesi olacak ve ümmetçe “Sıddık” ünvanıyla şöhret bulacak ve sıddıkîn [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] kafilesinin reisi olacak Hazret-i Ebu Bekri’s-Sıddık’ı ihbar ediyor.

  وَالشُّهَدَۤاءِ 4kelimesiyle, Hulefâ-i Râşidînden [dört büyük halife; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali] üçünün şehadetini haber veriyor. Ve Sıddıktan sonra üç şehid halife olacaklar. Çünkü شُّهَدَۤاءِ cem’dir; [bir araya gelme] cem’in [bir araya gelme] ekalli üçtür. Demek Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali (radıyallahu anhüm) Sıddıktan sonra riyaset-i İslâmiyete [İslâmî idarenin başı olma] geçecekler ve şehid olacaklar. Aynı haber-i gaybî [bilinmeyen, gayb âlemiyle ilgili haber] vuku bulmuştur.

Hem وَالصَّالِحِينَ 5 kaydıyla, Ehl-i Suffe gibi taat [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] ve ibadette Tevrat’ın senâsına

73

mazhar [erişme, nail olma] olmuş ehl-i salâhat [Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren sâlih [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu] kişiler] ve takvâ ve ibadet, istikbalde kesretle [çokluk] bulunacağını ihbar etmekle beraber, وَحَسُنَ اُولٰۤئِكَ رَفِيقًا 1 cümlesi, Sahabeye ilim ve amelde refakat ve tebaiyet [tabi olma, uyma] eden Tâbiînlerin [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] tebaiyetini [tabi olma, uyma] tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] etmekle, ebed yolunda o dört kafilenin refakatlerini hasen ve güzel göstermekle beraber; Hazret-i Hasan’ın (r.a.) birkaç ay gibi kısacık müddet-i hilâfeti [halifelik süresi] çendan [gerçi] az idi, fakat اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلاَثُونَ سَنَةً 2 hükmüyle ve ihbar-ı gaybiye-i Nebeviyenin [Hz. Peygamberin geleceğe dair haber vermesi] tasdikiyle ve اِبْنِى حَسَنٌ هٰذَا سَيِّدٌ سَيُصْلِحُ اللهُ بِهِ بَيْنَ فِئَتَيْنِ عَظِيمَتَيْنِ 3 hadisindeki mucizâne [mu’cizeli bir şekilde] ihbar-ı gaybî-yi [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] Nebevîyi [haber] tasdik eden ve iki büyük ordu, iki cemaat-i azîme-i İslâmiyenin [büyük İslâm topluluğu] musalâhasını [barış yapma] temin eden ve nizâı [anlaşmazlık, çekişme] ortalarından kaldıran Hazret-i Hasan’ın (r.a.) kısacık müddet-i hilâfetini [halifelik süresi] ehemmiyetli gösterip, Hulefâ-i Erbaaya [dört büyük halife] bir beşinci halife göstermek için, ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] nev’inden mânâ-yı işarîsiyle [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] ve وَحَسُنَ اُولٰۤئِكَ رَفِيقًا kelimesinde beşinci halifenin ismine, ilm-i belâgatte [belâgat ilmi]müstetbeâtü’t-terâkib[bir sözdeki kelimelerin çağrıştırdıkları mânâlar] tabir edilen bir sırla işaret ediyor.

İşte, mezkûr [adı geçen] işarî ihbarlar gibi daha çok sırlar var. Sadedimize [asıl konu, esas mânâ] gelmediği için şimdilik kapı açılmadı. Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] çok âyâtı var ki, herbir âyet çok vecihlerle [yön] ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] nev’indendir. Bu nevi ihbârât-ı gaybiye-i Kur’âniye [geçmiş ve gelecek zamana ait olan haberleri bildiren Kur’an] binlerdir.

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا * 4

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 5

74

 Hâtime

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tevafuk cihetinden tezahür eden i’câzî nüktelerinden [derin anlamlı söz] bir nüktesi [derin anlamlı söz] şudur ki:

Kur’ân-ı Hakîmde [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ism-i Allah, [Allah’ın ismi] Rahmân, Rahîm, Rab ve İsm-i Celâl [“Allah” ismi] yerindeki Hüve‘nin [“O”, Allah] mecmuu dört bin küsurdur. بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ Hesab-ı ebcedin [Arap alfabesindeki herbir harfe sayısal değer verilerek yapılan bir yorum şekli] ikinci nev’i ki, huruf-u hecâ [alfabe sırasına göre dizili harfler] tertibiyledir, o da dört bin küsur eder. Büyük adetlerde küçük kesirler [çok] tevafuku bozmadığından, küçük kesirlerden [çok] kat-ı nazar [bakmama, dikkate almama] edildi. Hem الۤمۤ tazammun [içerme, içine alma] ettiği vav-ı atıf [atıf vavı, kelimeyi veya cümleyi birbirine bağlayan Arapçadaki vav harfi] ile beraber, iki yüz seksen (280) küsur eder. Aynen Sûre-i el-Bakara’nın iki yüz seksen (280) küsur İsm-i Celâline [“Allah” ismi] ve hem iki yüz seksen (280) küsur âyâtın adedine tevafuk etmekle beraber, ebcedin hecâî [bir harfin isminin heceler olarak sayılması] tarzındaki ikinci hesabıyla, yine dört bin küsur eder. O da, yukarıda zikri geçmiş beş esmâ-i meşhurenin [Cenâb-ı Allah’ın meşhur isimleri, Allah, Rahmân, Rahîm, Rab ve Hüve [“O”, Allah] isimleri] adedine tevafuk etmekle beraber, بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ‘in kesirlerinden [çok] kat-ı nazar, [bakmama, dikkate almama] adedine tevafuk ediyor. Demek, bu sırr-ı tevafuka [uygun gelmenin sırrı] binaen, الۤمۤ hem müsemmâsını [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] tazammun [içerme, içine alma] eden bir isimdir, hem el-Bakara‘ya [inek, dişi sığır] isim, hem Kur’ân’a isim, hem ikisine muhtasar [kısa] bir fihriste, hem ikisinin enmuzeci [nümune, örnek] ve hülâsa[esas, öz] ve çekirdeği, hem بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ in mücmelidir. [kısa, kısaca] Ebcedin meşhur hesabıyla بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ism-i Rab [herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran anlamında Allah’ın ismi] adedine müsavi [eşit] olmakla beraber,

75

الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ deki müşedded [şeddelenmiş, Arapçada bir harfi iki kez okumayı sağlayan işaretin konulduğu harf] ر iki ر sayılsa, o vakit 990 (dokuz yüz doksan) olup, pek çok esrar-ı mühimmeye [önemli sırlar] medar [kaynak, dayanak] olup, on dokuz harfiyle on dokuz bin âlemin miftahıdır. [anahtar]

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanda [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] Lâfza-i Celâlin [“Allah” kelimesi] tevafukat-ı lâtifesindendir [güzel münasebet, denklik ve uygunluklar] ki, bütün Kur’ân’da sayfanın âhirki satırın yukarı kısmında seksen Lâfza-i Celâl [“Allah” kelimesi] birbirine tevafukla baktığı gibi, aşağıki kısımda da aynen seksen Lâfza-i Celâl [“Allah” kelimesi] birbirine tevafukla bakar. Tam o âhirki satırın ortasında yine elli beş Lâfza-i Celâl [“Allah” kelimesi] birbiri üstüne düşüp ittihad [birleşme] ederek, güya elli beş Lâfza-i Celâlden [“Allah” kelimesi] terekküp [birleşme] etmiş birtek Lâfza-i Celâldir. [“Allah” kelimesi] Âhirki satırın başında yalnız ve bazı üç harfli kısa bir kelime, fasıla ile yirmi beş tam tevafukla tam ortadaki elli beşin tam tevafukuna zammedilince, [ötre denilen, üstüne konulan harfi o, ö, u, ü okutan hareke] seksen tevafuk olup, o satırın nısf-ı evvelindeki [ilk yarı] seksen tevafuka ve nısf-ı âhirdeki [son yarı] yine seksen tevafuka tevafuk ediyor. Acaba böyle lâtif, [berrak, şirin, hoş] zarif, muntazam, mevzun, [ölçülü] i’câz[mu’cize oluş] bu tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] nüktesiz, [derin anlamlı söz] hikmetsiz olur mu? Hâşâ, olamaz. Belki, o tevafukatın [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] ucuyla mühim bir define açılabilir.

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا * 1

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

 Said Nursî

ba

Sekizinci Lem’a [parıltı]

Kerâmet-i Gavsiye Risalesidir. [Abdülkàdir-i Geylânî’nin kerametli kasidesi] Sikke-i Tasdik-i Gaybî Mecmuasında ve teksir [çoğalma] Lem’alar [parıltılar] Mecmuasında neşredilmiştir.