LEM’ALAR – Yirmi Altıncı Lem’a -2 (389-417)

389

ON ÜÇÜNCÜ RİCAHaşiye

Bu Ricada, [ümit] sergüzeşt-i hayatımın [hayat serüveni] mühim bir levhasından bahsedeceğimden, herhalde bir derece uzun olacak; usanmamanızı ve gücenmemenizi arzu ediyorum.

Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] Rusun esaretinden kurtulduktan sonra, İstanbul’da, iki üç sene Dârü’l-Hikmette, [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] hizmet-i diniye [din hizmeti] beni orada durdurdu. Sonra, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] irşadıyla [doğru yol gösterme] ve Gavs-ı Âzamın himmetiyle [ciddi gayret] ve ihtiyarlığın intibahıyla, [uyanış] İstanbul’daki hayat-ı medeniyeden usanç ve şâşaalı hayat-ı içtimaiyeden [sosyal hayat] bir nefret geldi. Dâüssıla tabir edilen iştiyak-ı vatan hissi beni vatanıma sevk etti. Madem öleceğim, vatanımda öleyim diye Van’a gittim.

Herşeyden evvel, Van’da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki, sair Van haneleri gibi onu da Rus istilâsında Ermeniler yakmışlardı. Van’ın meşhur kalesi ki, dağ gibi yekpare taştan ibarettir, benim medresem onun tam altında ve ona tam bitişiktir. Benim terk ettiğim yedi sekiz sene evvel, o medresemdeki hakikaten dost, kardeş, enîs [cana yakın, dost] talebelerimin hayalleri gözümün önüne geldi. O fedakâr arkadaşlarımın bir kısmı hakikî şehid, diğer bir kısmı da o musibet yüzünden mânevî şehid olarak vefat etmişlerdi.

Ben ağlamaktan kendimi tutamadım. Ve kalenin, [sözle] tâ medresenin üstündeki, iki minare yüksekliğinde, medreseye nâzır tepesine çıktım, oturdum. Yedi sekiz sene evvelki zamana hayalen gittim. Benim hayalim kuvvetli olduğu için, beni o zamanda hayli gezdirdi. Etrafta kimse yoktu ki, beni o hayalden çevirsin ve o zamandan çeksin. Çünkü yalnızdım. Yedi sekiz sene zarfında, gözümü açtıkça, bir asır zaman geçmiş kadar bir tahavvülât [başkalaşmalar] görüyordum.

Baktım ki, benim medresemin etrafındaki şehir içi, kale dibi mevkii, bütün baştan aşağıya kadar yandırılmış, tahrip edilmiş. Evvelki gördüğümden şimdiki gördüğüme, güya iki yüz sene sonra dünyaya gelip öyle hazîn nazarla baktım. O hanelerdeki adamların çoğuyla dost ve ahbap idim. Kısm-ı âzamı, [büyük bir kısmı] Allah rahmet

390

etsin, muhaceret ile vefat etmişler, gurbette perişan olmuşlardı. Hem Ermeni mahallesinden başka, Van’ın bütün Müslümanlarının haneleri tahrip edilmiş gördüm. Benim kalbim en derinden sızladı. O kadar rikkatime [acıma] dokundu ki, binler gözüm olsaydı beraber ağlayacaktı. Ben gurbetten vatanıma döndüm, gurbetten kurtuldum zannediyordum. Vâ esefâ, [esefler olsun, çok yazık] gurbetin en dehşetlisini vatanımda gördüm. On İkinci Ricada [ümit] bahsi geçen Abdurrahman gibi ruhumla pek alâkadar yüzer talebelerimi, dostlarımı kabirde ve o ahbapların yerlerini harabezar gördüm.

Eskiden beri hatırımda olan bir zâtın bir fıkra[bölüm] vardı; tam mânâsını göremiyordum. O hazîn levha karşısında tam mânâsını gördüm. Fıkra [bölüm] budur:

لَوْلاَ مُفَارَقَةُ اْلاَحْبَابِ مَا وَجَدَتْ لَهَا الْمُنَايَا اِلٰۤى اَرْوَاحِنَا سُبُلاً

Yani, “Eğer dostlardan mufarakat [ayrılık] olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki, gelsin, alsın.” Demek, en ziyade insanı öldüren, ahbaptan mufarakattir. [ayrılık] Evet, hiçbir şey beni o vaziyet kadar yandırmamış, ağlatmamış. Eğer Kur’ân’dan, imandan medet gelmeseydi, o gam, o keder, o hüzün, ruhumu uçuracak gibi tesirat yapacaktı.

Eskiden beri şairler şiirlerinde, ahbaplarıyla görüştükleri menzillerin mürur-u zamanla [zaman aşımı, zamanın geçmesi] harabegâhlarına ağlamışlar. Bunun en firkatli [ayrılık] levhasını da ben gözümle gördüm. İki yüz sene sonra, gayet sevdiği dostların mahall-i ikametine [kalınacak yer] uğrayan bir adamın hüznüyle, hem ruhum, hem kalbim, gözüme yardım edip ağladılar. O vakit, gözümün önünde harabezâra dönmüş yerlerin, gayet mamur ve şenlikli ve neş’eli ve sürurlu [mutluluk] bir surette bulunduğu zaman, yirmi seneye yakın, en tatlı bir hayatta, tedris [öğrenim, eğitim] ile, kıymettar talebelerimle geçirdiğim hayatımın o şirin safahâtı, [zevk, keyif] birer birer, sinema levhaları gibi canlanıp görünerek, sonra vefat edip gider tarzında hayali gözümün önünde epey zaman devam etti.

O vakit, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] haline çok taaccüp ettim: Nasıl kendilerini aldatıyorlar? Çünkü o vaziyet dünyanın tam fâni olduğunu ve insanlar da içinde misafir bulunduğunu bilbedâhe [açık bir şekilde] gösterdi. Ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] mütemadiyen “Dünya gaddardır, mekkârdır, fenadır; aldanmayınız” demeleri ne kadar doğru olduğunu gözümle gördüm. Hem insan nasıl cismiyle, hanesiyle alâkadardır; öyle de, kasabasıyla, memleketiyle, belki dünyasıyla alâkadar olduğunu kendim de gördüm.

391

Çünkü, ben vücudum itibarıyla ihtiyarlık rikkatinden [acıma] iki gözümle ağlarken, medresemin yalnız ihtiyarlığı değil, belki vefatından dolayı on gözle ağlamak istiyordum. Ve o şirin vatanımın yarı ölmesiyle, yüz gözle ağlamaya ihtiyacım vardı.

Rivayet-i hadiste [Peygamberimizden rivayet edilen söz, emir veya davranışlar] vardır ki, her sabah bir melâike [melek] çağırıyor:

لِدُوا لِلْمَوْتِ وَابْنُوا لِلْخَرَابِ 1 Yani, “Ölmek için tevellüd [doğma] edip dünyaya gelirsiniz; harap olmak için binalar yapıyorsunuz” diyor. İşte bu hakikati kulağımla değil, gözümle işitiyordum.

Evet, o vaziyetim o vakit beni nasıl ağlattırmış; on senedir hayalim o vaziyete uğradıkça yine ağlıyor. Evet, binler sene yaşamış o ihtiyar kalenin [sözle] başındaki menzillerin harap olması ve onun altındaki şehrin sekiz sene zarfında sekiz yüz sene kadar ihtiyarlanması ve kale altındaki gayet hayattar ve mecma-i ahbap [dostların toplandığı yer] olan medresemin vefatı, umum Osmanlı Devletinde bütün medreselerin vefatını gösteren cenazesinin mânevî azametine işareten, koca Van Kalesinin yekpare taşı ona bir mezar taşı olmuş. Adeta o medresedeki, sekiz sene evvel benimle beraber bulunan merhum talebelerim, kabirlerinde benimle beraber ağlıyorlar. Belki o kasabanın harabe duvarları, dağılmış taşları benimle beraber ağlıyorlar. Ve onları ağlıyor gibi gördüm.

Ben o vakit anladım ki, vatanımdaki bu gurbete dayanamayacağım. Ya ben de kabre, onların yanına gitmeliyim; veyahut dağda bir mağaraya çekilip ecelimi orada beklemeliyim diye düşündüm. Dedim, “Madem dünyada böyle tahammül edilmez, sabır-şiken, mukavemetsûz, [dirençsiz] yandırıcı firkatler [ayrılık] var; elbette mevt, [ölüm] hayata râcihtir. [ait] Hayatın bu ağır vaziyeti çekilir dertlerden değildir.”

O vakit cihât-ı sitte [altı yön] denilen altı cihete [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] nazar gezdirdim, karanlıklı gördüm. O şiddet-i teessürden gelen gaflet, bana dünyayı korkunç, boş, hâlî, [boş] başıma yıkılacak bir tarzda gösterdi. Ruhum ise, düşman vaziyetini alan hadsiz belâlara karşı bir nokta-i istinad [dayanak noktası] ararken; ve ruhta ebede kadar uzanan hadsiz arzuları tatmin edecek bir nokta-i istimdad [medet noktası; yardım alınan nokta] taharrî [araştırma] ederken; ve o hadsiz firak [ayrılık] ve iftiraktan [ayrılık] ve

392

tahrip ve vefattan gelen hüzün ve gama karşı teselli beklerken, birden, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân]

سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ * لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ يُحْيِى وَيُمِيتُ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 1

âyetinin hakikati tecellî etti. O rikkatli, [acıklı] firkatli, [ayrılık] dehşetli, hüzünlü hayalden beni kurtardı, gözümü açtırdı.

Baktım ki, meyvedar ağaçların başlarındaki meyveleri tebessüm eder bir tarzda bana bakıyorlar, “Bize de dikkat et; yalnız harabezâra bakıp durma” diyorlardı. Bu âyet-i kerimenin hakikati böyle ihtar ediyordu ki:

“Van sahrâsının sayfasında misafir olan insanların eliyle yazılan ve şehir suretini alan sun’î [gerçek olmayan] bir mektubun, Rus istilâsı denilen dehşetli bir sel belâsına düşüp silinmesi neden seni bu kadar müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] ediyor? Asıl Mâlik-i Hakikî [her şeyin gerçek sahibi olan Allah] ve herşeyin Sahibi ve Rabbi olan Nakkaş-ı Ezelîye [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları bir nakış halinde yaratan Allah] bak ki, bu Van sayfasında, mektubatı kemâl-ı şâşaa ile, eski zamanda gördüğün vaziyeti yine devam edip yazılıyorlar. O yerler boş, harap, hâlî [boş] kalmış diye ağlamaların, Mâlik-i Hakikîsinden [her şeyin gerçek sahibi olan Allah] gaflet ve insanları misafir tasavvur etmemekten ve mâlik tevehhüm [kuruntu] etmek yanlışından ileri geliyor.”

Fakat o yanlışlıktan ve o yakıcı vaziyetten bir hakikat kapısı açıldı. Ve o hakikati tam kabul etmeye nefis hazırlandı. Evet, nasıl ki bir demir ateşe sokulur, tâ yumuşasın, güzel ve menfaattar bir şekil verilsin. Öyle de, o hüzün-engiz hâlet [durum] ve o dehşetli vaziyet ateş oldu, nefsimi yumuşattı. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] mezkûr [adı geçen] âyetin hakikatiyle, hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] feyzini tam ona gösterdi, kabul ettirdi.

393

Evet, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] şu âyetin hakikati, iman feyziyle, Yirminci Mektup gibi risalelerde kat’î ispat ettiğimiz gibi, herkesin kuvvet-i imaniyesi [iman gücü] nisbetinde inkişaf [açığa çıkma] eden öyle bir nokta-i istinad [dayanak noktası] ruha ve kalbe verdi ki, o vaziyetin dehşetinden yüz derece ziyade korkunç, zararlı musibetlere karşı gelebilir bir kuvveti, iman-ı billâhtan [Allah’a iman] verdi. Ve şöyle ihtar etti ki: “Senin Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] olan şu memleketin Mâlik-i Hakikîsinin [her şeyin gerçek sahibi olan Allah] emrine herşey musahhardır. [boyun eğdirilmiş] Herşeyin dizgini Onun elindedir. Ona intisabın [bağlanma, mensup olma] yeter.”

O Hâlıkıma [her şeyi yaratan Allah] dayanıp tanıdıktan sonra, düşman suretini alan bütün şeyler düşmanlıklarını terk ettiler, ağlattıran hazîn haller beni neş’elendirmeye başladılar. Hem çok risalelerde kat’î burhanlarla [delil] da ispat ettiğimiz gibi, o hadsiz arzulara karşı iman-ı bil’âhiretten [“âhiret gününe iman”] gelen nur ile öyle bir nokta-i istimdad [medet noktası; yardım alınan nokta] verdi ki, değil küçücük ve muvakkat, [geçici] kısa dünyevî ahbaplara karşı arzu ve rabıtalarıma, [bağ] belki ebedü’l-âbâdda, [sonsuzlar sonsuzu] âlem-i bekàda, [devamlı ve kalıcı âlem] saadet-i ebediyede [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] hadsiz uzun arzularıma kâfi [yeterli] gelebilir bir nokta-i istimdad [medet noktası; yardım alınan nokta] verdi. Çünkü bir cilve-i rahmetiyle, [İlâhî rahmetin yansıması] muvakkat [geçici] bir misafirhanesi olan bu dünyanın bir menzili olan şu zeminin yüzünde, o misafirlerini bir iki saat sevindirmek için, bahar sofrasında had ve hesaba gelmez, san’atlı, şirin nimetlerini her baharda ihsan [bağış] edip bir kahvaltı hükmünde o misafirlere yedirdikten sonra, mesken-i ebedîlerinde sekiz daimî Cenneti hadsiz bir zamanda hadsiz envâ-ı nimetiyle [nimet çeşitleri] doldurup ibâdına ihzar [hazırlama] eden bir Rahmânü’r-Rahîmin [dünya ve ahirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah] rahmetine iman ile istinad edip intisabını [bağlanma, mensup olma] bilen, elbette öyle bir nokta-i istimdad [medet noktası; yardım alınan nokta] bulur ki, en ednâ [basit, aşağı] derecesi, hadsiz ebedî emellere medet verip idame eder.

Hem o âyetin hakikatiyle, imanın ziyasından gelen nur öyle parlak bir surette tecellî etti ki, o zulümatlı olan cihât-ı sitteyi [altı yön] gündüz gibi aydınlattırdı. Çünkü bu medresem ve bu şehirde talebe ve dostlarımın arkalarında kalıp ağlamak

394

vaziyetini şöyle aydınlattırdı ki, “Ahbabın gittikleri âlem karanlıklı değil. Yalnız yerlerini değiştirdiler; yine görüşeceksiniz” diye ihtar etti. Ağlamayı tamamen kestirdi. Ve dünyada onların yerine geçecek ve benzeyecek olanları bulacağımı ifham [(he ile) anlatma] etti.

Evet, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] hem vefat eden Van medresesini Isparta medresesiyle ihyâ [diriltme, hayat verme] edip, oradaki ahbapları dahi, daha çok, daha kıymettar talebeler ve ahbaplarla mânen ihyâ [diriltme, hayat verme] etti. Hem bildirdi ki, dünya boş, hâlî [boş] olmadığını ve harap olmuş bir memleket suretini yanlış tasavvur ettiğimi, belki Mâlik-i Hakikî [her şeyin gerçek sahibi olan Allah] hikmetinin iktizasıyla, [bir şeyin gereği] sun’î [gerçek olmayan] insanların levhasını değiştiriyor, mektubunu tazelendiriyor. Bir ağacın bir kısım meyvelerini kopardıkça yerine yine başka meyvelerin geldiği gibi, nev-i beşerde bu zeval [geçip gitme] ve firak [ayrılık] dahi bir teceddüddür, [yenileme] tazelenmektir. İman noktasında, ahbapsızlıktan gelen elîmâne bir hüzün değil, belki başka, güzel bir yerde görüşmek üzere ayrılmaktan gelen lezizâne bir hüzün veren bir tazelenmektir.

Hem o dehşetli vaziyetten, kâinatın mevcudatının [var edilenler, varlıklar] karanlıklı görünen yüzünü aydınlattı. Ben de o vakit o hâlete [durum] şükretmek istedim. Arabî şu fıkra [bölüm] geldi, tam o hakikati tasvir etti. Şöyle ki, dedim:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ اْلاِيمَانِ الْمُصَوِّرِ مَا يُتَوَهَّمُ اَجَانِبَ اَعْدَۤاءً اَمْوَاتًا مُوَحِّشِينَ اَيْتَامًا بَاكِينَ، اَوِدَّۤاءَ اِخْوَانًا اَحْيَۤاءً مُونِسِينَ مُرَخَّصِينَ مَسْرُورِينَ ذَاكِرِينَ مُسَبِّحِينَ

Yani, “O şiddetli hâletin [durum] tesirinden gelen gafletle, kâinatın mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] bir kısmı düşman ve ecnebî,Haşiye bir kısmı müthiş cenazeler, diğer kısmı ise kimsesizlikten ağlayan yetimler suretinde, gafil nefsime tevehhümle [kuruntu] gösterilen bu korkunç levhayı, nur-u imanla [iman aydınlığı] aynelyakin [gözle görerek kesin bilgi edinme] gördüm ki: O ecnebî, düşman görünenler

395

birer dost, kardeştirler. Ve o müthiş cenazeler ise, kısmen hayattar ve ünsiyetkâr ve kısmen vazifeden terhis edilenlerdir. Ve o ağlayan yetimlerin vâveylâları [çığlık, feryad] ise, zikir ve tesbihin zemzemeleri [ezgili, nağmeli ses] olduğunu nur-u imanla [iman aydınlığı] gördüğümden, o hadsiz nimetlerin menbaı [kaynak] olan imanı bana veren Hâlık-ı Zülcelâle [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] hadsiz hamd ediyorum. Ve bu dünyada, bu dünya kadar büyük, hususî dünyamdaki bütün mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] hamd ve tesbihât-ı İlâhiyede tasavvur ve niyetimle istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmek bir hakkım olduğu nokta-i nazarından, [bakış açısı] bütün o mevcudatın [var edilenler, varlıklar] herbirisinin ve umumunun lisan-ı halleriyle [beden dili] beraber, “Elhamdü lillâhi alâ nûri’l-îmân deriz” demektir.

Hem o gafletkârâne hâlet-i müthişeden hiçe inen ezvâk-ı hayat ve bütün bütün çekilip kuruyan emeller ve en dar bir daire içinde sıkışıp kalan, belki mahvolan şahsıma ait nimetler, lezzetler, birden—başka risalelerde kat’î bir surette ispat ettiğimiz gibi—nur-u imanla, kalbin etrafındaki o dar daireyi öyle genişlettirdi ki, kâinatı içine aldı ve o Horhor bahçesinde kurumuş ve lezzetini kaçırmış nimetler yerinde, dâr-ı dünya [dünya yurdu] ve dâr-ı âhireti [âhiret âlemi] birer sofra-i nimet [nimet sofrası] ve birer tabla-i rahmet şekline getirdi. Göz, kulak, kalb gibi on değil, yüz cihazat-ı insaniyenin [insana ait cihazlar, duygular] herbirini, gayet uzun bir el suretinde, her mü’minin derecesi nisbetinde o iki sofra-i Rahmân’a uzatıp, her tarafından nimetleri toplayacak bir tarzda gösterdiğinden, hem bu ulvî hakikati ifade, hem o hadsiz nimete şükür için, o vakit böyle demiştim:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ اْلاِيمَانِ الْمُصَوِّرِ لِلدَّارَيْنِ مَمْلُوئَتَيْنِ مِنَ النِّعْمَةِ وَالرَّحْمَةِ، لِكُلِّ مُؤْمِنٍ حَقًا يَسْتَفِيدُ مِنْهُمَا بِحَوَاسِّهِ الْكَثِيرَةِ الْمُنْكَشِفَةِ بِاِذْن ِخَالِقِهِ

Yani, “Dünya ve âhireti nimet ve rahmetle doldurmuş bir surette, hakikî mü’minlerin nur-u iman [iman aydınlığı] ve İslâmiyetle inkişaf [açığa çıkma] ve inbisat [genişleme, yayılma] etmiş bütün hasselerinin [duyu]

396

elleriyle o iki muazzam sofradan istifadeyi temin eden ve gösteren nur-u iman [iman aydınlığı] nimetinin mukabiline, o imanı bana veren Hâlıkıma, [her şeyi yaratan Allah] bütün zerrât-ı vücudumla, [beden hücreleri] dünya ve âhiret dolusu hamd ve şükür, elimden gelse yaparım” demektir. Madem iman bu âlemde bu tesirât-ı azîmeyi yapar; elbette dâr-ı bekàda [daimî ve kalıcı yer] öyle semerat [meyveler] ve füyuzâtı [feyizler, mânevî bolluk ve bereketler] olacak ki, bu dünyadaki akılla onlar ihata [herşeyi kuşatma] edilmez ve tarif edilmez.

İşte, ey benim gibi ihtiyarlık münasebetiyle pek çok dostların firak [ayrılık] acılarını çeken ihtiyar ve ihtiyareler! [yaşlı kadın] Sizin en ihtiyarınız her ne kadar zâhiren benden yaşlı ise de, mânen ben onlardan daha ziyade ihtiyarlığımı tahmin ediyorum. Çünkü fıtratımda rikkat-i cinsiye [insanın kendi cinsinden olana acıması] ile acımak hissi ziyade bulunduğundan, kendi elemimden başka, binler kardeşlerimin elemlerini de o şefkat sırrıyla çektiğimden, yüzler sene yaşamış gibi ihtiyarım. Ve siz ne kadar firak [ayrılık] belâsını çekmişseniz, benim kadar o belâya mâruz kalmamışsınız. Çünkü oğlum yoktur ki yalnız oğlumu düşüneyim. Bendeki fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] olan bu ziyade acımaklık ve şefkat, binler Müslüman evlâtlarının, hattâ mâsum hayvanların teellümlerine [elem çekme] karşı dahi bir rikkat, [acıma] bir elem, o sırr-ı şefkatle [şefkatin içinde gizli olan sır] hissediyordum. Hususî bir hanem yoktur ki fikrimi yalnız ona hasredeyim. Belki bu memleketle ve belki âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] kıt’asıyla, [dünyanın kara paçalarından her biri] hanem gibi, hamiyet-i İslâmiye noktasında alâkadarım. Ve o iki büyük hanedeki dindaşlarımın elemleriyle müteellim [acı çeken] ve firaklarıyla [ayrılık] mahzun oluyorum.

İşte bütün ihtiyarlığımdan ve firak [ayrılık] belâlarından gelen teessürâtıma, [üzülme, etkilenme] bana nur-u iman [iman aydınlığı] tam kâfi [yeterli] geldi; kırılmaz bir rica, [ümit] kopmaz bir ümit, sönmez bir ziya, bitmez bir teselli verdi. Elbette sizlere ihtiyarlıktan gelen karanlık ve gaflet ve teessürat [üzülme, etkilenme] ve teellümâta, [elem çekme] iman kâfi [yeterli] ve vâfidir. [yeterli] Asıl en karanlıklı ve en nursuz ve tesellisiz ihtiyarlık ve en elîm ve müthiş firak, [ayrılık] ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i sefahetin [yasak zevk, eğlencelere düşkün olan kimseler] ihtiyarlıklarıdır ve firaklarıdır. [ayrılık] O rica [ümit] ve ziya ve teselli veren imanı zevk etmek ve tesirâtını

397

hissetmek için, ihtiyarlığa lâyık ve İslâmiyete muvafık ubudiyetkârâne [kulluk yaparcasına] bir tavr-ı şuurdârâne takınmakla olur. Yoksa, gençlere benzemeye çalışmak ve onların sarhoşça gafletlerine başını sokup ihtiyarlığını unutmakla değildir.

خَيْرُ شَبَابِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِكُهُولِكُمْ وَشَرُّ كُهُولِكُمْ مَنْ تَشَبَّهَ بِشَبَابِكُمْ * 1

(ev kemâ kàl) meâlindeki hadisi düşününüz. Yani, “Gençlerinizin en iyisi, temkinde [ağırbaşlılık, ölçülü hareket] ve sefahetlerden [ahmaklık, beyinsizlik] çekilmekte ihtiyarlara benzeyenlerdir. Ve ihtiyarlarınızın en fenası, sefahette [ahmaklık, beyinsizlik] ve başını gaflete sokmakta gençlere benzeyenlerdir.”

Ey kardeşlerim ihtiyarlar ve hemşire ihtiyareler! [yaşlı kadın] Hadis-i şerifte vardır ki, “Altmış yetmiş yaşlarında ihtiyar bir mü’min dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] elini kaldırıp dua ederken, rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] onun elini boş döndürmeye hicap ediyor.”2 Madem rahmet size karşı böyle hürmet ediyor; siz de rahmetin bu hürmetini, ubudiyetinizle [Allah’a kulluk] ihtiram [hürmet etme, saygı gösterme] ediniz.

ON DÖRDÜNCÜ RİCA

Dördüncü Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olan Âyet-i Nuriye-i [“Allah, göklerin ve yerin nûrudur” ifadesiyle başlayan, Nur Sûresinin 35. âyeti] Hasbiyenin başının hülâsa[esas, öz] diyor ki:

Bir zaman, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] beni herşeyden tecrid ettiklerinden, beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nur’un teselli verici ve medet edici nurlarına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki, gayet kuvvetli bir aşk-ı bekà [devamlı olarak var olma, kalıcı olma aşkı] ve şedit [çok şiddetli] bir muhabbet-i vücut [var olma sevgisi] ve büyük bir iştiyak-ı hayat [hayatı aşk derecesinde istemek] ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyordu. Halbuki müthiş bir fenâ, o bekàyı söndürüyor. O hâletimde, [durum] yanık bir şairin dediği gibi dedim:

Dil bekàsı, Hak fenâsı istedi mülk-ü tenim, [insan vücudu]

Bir devâsız derde düştüm, ah, ki Lokman bîhaber.

398

Meyusâne [ümitsiz] başımı eğdim. Birden, حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 imdadıma geldi, “Beni dikkatle oku” dedi. Ben de günde beş yüz defa okudum. Okudukça, yalnız ilmelyakin [ilim yoluyla elde edilen kesin bilgi] ile değil, aynelyakin [gözle görerek kesin bilgi edinme] ile çok kıymettar envârından [nurlar] dokuz mertebe-i hasbiye bana inkişaf [açığa çıkma] etti.

BİRİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE: Bendeki aşk-ı bekà, [devamlı olarak var olma, kalıcı olma aşkı] bendeki bekàya değil, belki sebepsiz ve bizzat mahbub [sevimli/sevgili] olan kemâl-i mutlak [her yönüyle mükemmel olma] sahibi Zât-ı Zülkemâlin [sonsuz mükemmellik sahibi Zât, Allah] ve Zülcelâlin [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] bir isminin bir cilvesinin, mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlakın [sınırsız mükemmellik ve kusursuzluğun sahibi Allah] varlığına ve kemâline ve bekàsına müteveccih [yönelen] olan muhabbet-i fıtriye, [yaratılıştan var olan muhabbet, sevgi] gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin bekàsına âşık olmuştu. حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ geldi, perdeyi kaldırdı. Gördüm ve hissettim ve hakkalyakin [bizzat yaşamak suretiyle, kesin bilgiye ulaşma] zevk ettim ki, bekàmın lezzeti ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâkî-i Zülkemâlin bekàsına ve benim Rabbim ve İlâhım olduğuna tasdik ve imanımda ve iz’ânımda [kesin şekilde inanma] vardır. Bunun edillesi, [deliller, ispat vasıtaları] zevi’l-ihsâsı hayrette bırakacak gayet derin ve dakik [derin ve ince] on iki hemhemler ve şuur-u imanlarla [iman şuuru, bilinci] Risale-i Hasbiyede beyan edilmiştir.

İKİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE: Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] desiseleriyle, [hile, aldatma] casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda [ân, zaman] kalbime dedim: “Elleri bağlı, zayıf ve hasta birtek adama ordular taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinad [dayanak noktası] yok mu?” diye, حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetine müracaat ettim. Bana o âyet bildirdi ki:

399

İntisab-ı imanî vesikasıyla, [belge] kadîr-i mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] öyle bir Sultana intisap [bağlanma] edersin ki, zemin yüzünde, her baharda dört yüz bin milletten mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] nebâtat [bitkiler] ve hayvânat ordularının bütün cihazatlarını kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] vermekle beraber, başta insan olarak, hayvânâtın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil, medenî insanların son zamanlarda keşfettikleri et ve şeker ve sair taamların hülâsaları [esas, öz] gibi, belki yüz derece o medenî hülâsalardan [esas, öz] daha mükemmel ve bütün taamların her nev’inden tohum ve çekirdek denilen Rahmânî hülâsalara [esas, öz] koyup ve o hülâsaları [esas, öz] dahi, onların pişirmelerine ve inbisatlarına [genişleme, yayılma] dair kaderî [kaderde olan, Allah tarafından belirlenen] tarifeler içinde sarıp, muhafaza için küçük sandukçalara [küçük sandık] koyup tevdi eder. O sandukçaların [küçük sandık] icadı, كُنْ emrinde bulunan ك- ن fabrikasından o kadar çabuk ve kolay ve çoklukla olur ki, Kur’ân der: “Hâlık [her şeyi yaratan Allah] emreder, meydana gelir.” Madem sen intisab-ı imanî [iman ile Allah’a bağlanma] tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad [dayanak noktası] bulabildiğinden, hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin.

Ben de âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] buldum ki, değil şimdiki düşmanlarıma, belki dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı imanî [imandan kaynaklanan güç] hissederek, bütün ruhumla beraber حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 dedim.

ÜÇÜNCÜ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE: Ben o gurbetler ve hastalıklar ve mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamı kesilmiş bularak, ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette daimî bir saadete namzet [aday] olduğumu iman telkin ettiği hengâmda, [ân, zaman] tahassür [hasret çekme, özlem duyma, üzülme] akıtan of, oftan vazgeçip, beşâşet izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden oh, oh dedim. Fakat bu gaye-i hayal [hayal edilen gaye] ve hedef-i ruh [ruhun hedefi] ve netice-i fıtratın [yaratılış neticesi] tahakkuku, [gerçekleşme] ancak

400

ve ancak bütün mahlûkatının bütün harekâtlarını ve sekenatlarını [durgunluklar, hareketsiz olmalar] ve ahvâl [haller] ve a’mallerini [ameller, fiiller] kavlen [söz] ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak [güçsüzlüğü sınırsız olan] nev-i insanı [insan türü, insanlık] kendine dost ve muhatap eden ve bütün mahlûkat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve ehemmiyet vermesiyle olabilir diye düşünürken, bu iki noktada, yani, böyle bir kudretin faaliyeti ve zâhiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatli ehemmiyeti hakkında imanın inkişafını [açığa çıkma] ve kalbin itminânını veren bir izah istedim. Yine o âyete müracaat ettim. Dedi ki: ” حَسْبُنَا ‘daki نَا ‘ya dikkat edip, seninle beraber lisan-ı hal [beden dili] ve lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ile حَسْبُنَا ‘yı kimler söylüyorlar, dinle” emretti.

Birden baktım ki, hadsiz kuşlar ve kuşçuklar olan sinekler ve hesapsız hayvanlar ve nihayetsiz nebatlar [bitki] ve gayetsiz ağaçlar dahi benim gibi lisan-ı hal [beden dili] ile حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 mânâsını yad ediyorlar. Ve herkesin yâdına getiriyorlar ki, bütün şerâit-i hayatiyetlerini [hayat için gerekli şartlar] tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli [benzer] gibi katreler [damla] ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih [benzer] çekirdeklerden, kuşların yüz bin çeşitlerini, hayvanların yüz bin tarzlarını, nebâtâtın [bitkiler] yüz bin nev’ini ve ağaçların yüz bin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, [karıştırmadan] süslü, mizanlı, [ölçü] intizamlı, birbirinden ayrı fârika[ayırıcı özellik, başkalık, birbirine benzememe özelliği] bir surette, gözümüz önünde, hususan her baharda, gayet çok, gayet kolay, gayet geniş bir dairede, gayet çoklukla halk eder, yapar bir kudretin azamet ve haşmeti içinde, beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmalarıyla vahdetini [Allah’ın birliği] ve ehadiyetini [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] bize gösterir. Ve böyle hadsiz mucizâtı [bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeyler] ibraz eden bir fiil-i rububiyete, [Cenab-ı Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan terbiye ve idare edicilik fiili] bir tasarruf-u hallâkıyete [Allah’ın varlıkları istediği şekilde yaratma faaliyeti] müdahale ve

401

iştirak mümkün olmadığını bildirir diye anladım. Her mü’min gibi benim hüviyet-i şahsiyemi [kişinin şahsî hüviyeti, kimliği] ve mahiyet-i insaniyemi [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] anlamak isteyenler ve benim gibi olmak arzu edenler, حَسْبُنَا ‘daki نَا cemiyetinde bulunan ene’nin, yani nefsimin tefsirine baksınlar. Ehemmiyetsiz, hakir ve fakir görünen vücudum—her mü’minin vücudu gibi—neymiş, hayat neymiş, insaniyet neymiş, İslâmiyet neymiş, iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] neymiş, marifetullah [Allah’ı bilme ve tanıma] neymiş, muhabbet nasıl olacakmış, anlasınlar, dersini alsınlar.

DÖRDÜNCÜ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE: Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlûbiyet gibi vücudumu sarsan arızalar, bir gaflet zamanıma rast gelip, şiddetle alâkadar ve meftun [aşık] olduğum vücudumu, belki mahlûkatın vücutlarını ademe gidiyor diye elîm endişe verirken, yine bu âyet-i hasbiyeye [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] müracaat ettim. Dedi: “Mânâma dikkat et ve iman dürbünüyle bak.”

Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki, bu zerrecik vücudum, her mü’minin vücudu gibi, hadsiz bir vücudun âyinesi [aynası] ve nihayetsiz bir inbisatla [genişleme, yayılma] hadsiz vücutları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymettar, bâki, müteaddit [bir çok] vücutları meyve veren bir kelime-i hikmet [hikmet ifade eden kelime] bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması, ebedî bir vücut kadar kıymettar olduğunu ilmelyakin [ilim yoluyla elde edilen kesin bilgi] ile bildim. Çünkü, şuur-u imanla [iman şuuru, bilinci] bu vücudum Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] eseri ve san’atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşî evhamdan ve hadsiz firaklardan [ayrılık] ve hadsiz mufarakat [ayrılık] ve firakların [ayrılık] elemlerinden kurtulup, mevcudata, [var edilenler, varlıklar] hususan zîhayatlara [canlı] taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden ef’âl [fiiler, davranışlar] ve esmâ-i İlâhiye adedince uhuvvet [kardeşlik] rabıtalarıyla [bağ] münasebet peydâ eylediğim, bütün sevdiğim mevcudata, [var edilenler, varlıklar] muvakkat [geçici] bir firak [ayrılık] içinde daimî bir visal [kavuşma] var olduğunu bildim. İşte, iman ile ve imandaki intisap [bağlanma] ile, her mü’min gibi,

402

Bu vücudum dahi hadsiz vücutların firaksız [ayrılık] envârını [nurlar] kazanır. Kendi gitse de onlar arkada kaldığından, kendisi kalmış gibi memnun olur.

Hülâsa, [esas, öz] ölüm firak [ayrılık] değil, visaldir, [kavuşma] tebdil-i mekândır, [mekân değişikliği] bâki bir meyveyi sümbül vermektir.

BEŞİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE: Yine bir vakit hayatım çok ağır şerâitle [şartlar] sarsıldı ve nazar-ı dikkatimi [dikkat içeren bakış] ömre ve hayata çevirdi. Gördüm ki, ömrüm koşarak gidiyor, âhirete yakınlaşmış; hayatım dahi tazyikat [baskılar] altında sönmeye yüz tutmuş. Halbuki, Hayy [diri, canlı] ismine dair risalede izah edilen hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymettar faideleri böyle çabuk sönmeye değil, belki uzun yaşamaya lâyıktır diye müteellimâne [elem çekerek, acı duyarak] düşündüm. Yine üstadım olan حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 âyetine müracaat ettim. Dedi: “Sana hayatı veren Hayy-ı Kayyûma [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] göre hayata bak.”

Ben de baktım, gördüm ki: Hayatımın bana bakması bir ise, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] bakması yüzdür. Ve bana ait neticesi bir ise, Hâlıkıma [her şeyi yaratan Allah] ait bindir. Şu halde, marzî-i İlâhî [Allah’ın razı olduğu şey] dairesinde bir an yaşaması kâfidir, uzun zaman istemez.

Bu hakikat dört mesele ile beyan ediliyor. Ölü olmayanlar veyahut diri olmak isteyenler, hayatın mahiyetini ve hakikatini ve hakikî hukukunu o dört mesele içinde arasınlar, bulsunlar ve dirilsinler. Hülâsa[esas, öz] şudur ki:

Hayat, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça bekà bulur, hem bâki meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki, sermediyet [daimîlik, süreklilik] cilvesini alır; daha ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmaz.

ALTINCI MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE: Mufarakat-i umumiye hengâmında [ân, zaman] olan harab-ı dünyadan [dünyanın sona ermesi, kıyamet] haber veren âhirzaman hâdisâtı içinde mufarakat-i hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde [olağanüstü duyarlılık] ile

403

fıtratımdaki cemalperestlik [güzelliğe düşkünlük] ve güzellik sevdası ve kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] meftuniyet [düşkünlük] hisleri inkişaf [açığa çıkma] ettikleri bir zamanda, daimî tahribatçı olan zeval [geçip gitme] ve fenâ ve mütemadî [sürekli bir şekilde] tefrik edici olan mevt [ölüm] ve adem, [hiçlik, yokluk] dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlûkatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu, fevkalâde bir şuur ve teessürle [üzülme, etkilenme] gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecazî [gerçek olmayan aşk, geçici şeylere âşık olma] bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli [teselli kaynağı] bulmak için, yine bu âyet-i hasbiyeye [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] müracaat ettim. Dedi: “Beni oku ve dikkatle mânâma bak.”

Ben de Sûre-i Nur’daki اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ 1(ilâ âhir) âyetinin rasathanesine [büyük dürbün] girip, imanın dürbünüyle bu âyet-i hasbiyenin [“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mânasındaki “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekîl [O ne güzel vekildir] [Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.] âyeti] en uzak tabakalarına ve şuur-u imanî [iman şuuru, bilinci] hurdebiniyle [mikroskop] en ince esrarına baktım, gördüm:

Nasıl ki âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hattâ kabarcıklar, güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemâlini ve o ziyanın elvân-ı seb’a [yedi renk] denilen yedi renginin [rengârenk, süslü, parlak] mütenevvi [çeşit çeşit] güzelliklerini gösteriyorlar; ve teceddüd [yenileme] ve taharrükleriyle [hareket etme] ve ayrı ayrı kabiliyetleriyle ve inkisaratlarıyla [kırılma] o cemal ve o güzellikleri tazeleştiriyorlar; ve inkisaratlarıyla [kırılma] güneşin ve ziyasının ve elvân-ı seb’asının [yedi renk] gizli güzelliklerini güzel izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorlar. Aynen öyle de, Şems-i Ezel ve Ebed [Ezel ve Ebed Güneşi; bu tabir ezelden ebede bütün varlık âlemini aydınlatan Cenâb-ı Hak için bir benzetme olarak kullanılır] olan Cemîl-i Zülcelâlin [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] cemâl-i kudsîsine [Cenâb-ı Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] güzelliği] ve nihayetsiz güzel Esmâ-i Hüsnâsının [Allah’ın en güzel isimleri] sermedî [daimi, sürekli] güzelliklerine âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] edip cilvelerinin tazelenmesi için, bu güzel masnular, bu tatlı mahlûklar, [varlıklar] bu cemalli mevcudat, [var edilenler, varlıklar] hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedî [daimi, sürekli] ve mukaddes bir cemâlin ve daimî tecellî eden ve görünmek isteyen mücerret [soyut] ve münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] bir hüsnün [güzellik] işaretleri ve alâmetleri ve lem’aları [parıltı] ve

404

cilveleri olduğunun pek çok kuvvetli delilleri Risale-i Nur’da tafsilen izah edilmiş. Burada o burhanlardan [delil] üç tanesi, kısaca, gayet mâkul bir surette zikredilmiştir diye beyana başlar. Bu risaleyi gören herbir zevk-i selim ashâbı hayrette kalmakla beraber, kendilerinin istifadelerinden başka, gayrılarının da istifadelerine çalışmayı lâzım buluyorlar. Hususan İkinci Burhanda [delil] beş nokta beyan ediliyor. Aklı çürük, kalbi bozuk olmayan, herhalde takdir ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve tasviple “Mâşaallah, fetebârekâllah” diyecek; fakir, hakir görünen vücudunu teâli [yücelme] ettirecek harika bir mucize olduğunu derk [anlama, algılama] ve tasdik edecek.

ON BEŞİNCİ RİCAHaşiye

Bir zaman Emirdağı’nda ikamete memur ve tek başıma, menzilde adeta bir haps-i münferit [tek başına hapis, hücre hapsi] ve bana çok ağır gelen tarassutlar [baskı ve gözetim altında tutma] ve tahakkümlerle [baskı] bana işkence vermelerinden, hayattan usandım, hapisten çıktığıma teessüf [eseflenme, üzülme] ettim. Ruh u canımla Denizli hapsini arzuladım ve kabre girmeyi istedim ve “Hapis ve kabir bu tarz-ı hayata [hayat tarzı] müreccahtır” [tercih edilen] diye, ya hapse veya kabre girmeye karar verirken, inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] imdada yetişti, kalemleri teksir [çoğalma] makinesi olan Medresetü’z-Zehra şakirtlerinin [öğrenci] ellerine yeni çıkan teksir [çoğalma] makinesini verdi. Birden, Nurun kıymettar mecmualarından her tanesi, bir kalemle beş yüz nüsha meydana geldi. Fütuhata [fetihler, yayılmalar] başlamaları, o sıkıntılı hayatı bana sevdirdi, “Hadsiz şükür olsun” dedirtti.

Bir miktar sonra, Risale-i Nur’un gizli düşmanları, fütuhat-ı Nuriyeyi [Nur risaleleriyle gerçekleştirilen fetihler] çekemediler, hükûmeti aleyhimize sevk ettiler. Yine hayat bana ağır gelmeye başladı. Birden inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] tecellî etti. En ziyade Nurlara muhtaç olan alâkadar

405

memurlar, vazifeleri itibarıyla, müsadere edilen Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] kemâl-i merak [merakın son derecesi] ve dikkatle mütalâa ettiler. Fakat Nurlar onların kalblerini kendine taraftar eyledi. Tenkit yerine takdire başlamalarıyla Nur dershanesi çok genişlendi, maddî zararımızdan yüz derece ziyade menfaat verdi, sıkıntılı telâşlarımızı hiçe indirdi.

Sonra, gizli düşman münafıklar, hükûmetin nazar-ı dikkatini benim şahsıma çevirdiler. Eski siyasî hayatımı hatırlattırdılar. Hem adliyeyi, hem maarif [bilgiler] dairesini, hem zabıtayı, hem Dahiliye Vekâletini [İçişleri Bakanlığı] evhamlandırdılar. Partilerin cereyanları ve komünistlerin perdesinde anarşistlerin tahrikâtıyla o evham genişlendi. Bizi tazyik ve tevkif ve ellerine geçen risaleleri müsadereye başladılar. Nur şakirtlerinin [öğrenci] faaliyetine tevakkuf [durağan olma] geldi. Benim şahsımı çürütmek fikriyle, bir kısım resmî memurlar, hiç kimsenin inanmayacağı isnatlarda bulundular, pek acip iftiraları işâaya [bir haberi yayma, duyurma] çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar.

Sonra, pek âdi bahanelerle, zemherîrin [22 Aralık’tan 31 Ocak’a kadar olan şiddetli kış dönemi] en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta, tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda [küçük askerî birlik] ateş varken, zaafiyet [zayıflık, güçsüzlük] ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Şimdi, bu vaziyette, hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken, bir inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ile bir hakikat kalbimde inkişaf [açığa çıkma] etti. Mânen, “Sen hapse medrese-i Yusufiye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] namı vermişsin. Hem Denizli’de, sıkıntınızdan bin derece ziyade hem ferah, hem mânevî kâr, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurların fütuhatı [fetihler, yayılmalar] gibi neticeler, size şekvâ [şikayet] yerinde binler şükrettirdi. Herbir saat hapsinizi ve sıkıntınızı on saat ibadet hükmüne getirdi, o fâni saatleri bâkileştirdi. İnşaallah, bu üçüncü medrese-i Yusufiyedeki [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] musibetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip sevinçlere çevirecek. Ve hiddet ettiğin

406

adamlar, eğer aldanmışlarsa, bilmeyerek sana zulmediyorlar; onlar hiddete lâyık değiller. Eğer bilerek ve garazla ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hesabına seni incitiyorlar ve işkence yapıyorlarsa, onlar pek yakın bir zamanda ölümün idam-ı ebedîsiyle [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kabrin haps-i münferidine [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] girip daimî sıkıntılı azap çekecekler. Sen onların zulmü yüzünden hem sevap, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem mânevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi [ilim ve din görevi] ihlâsla yapmasını kazanıyorsun” diye ruhuma ihtar edildi.

Ben de bütün kuvvetimle “Elhamdü lillâh” dedim. İnsaniyet damarıyla o zalimlere acıdım, “Yâ Rabbi, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ım] onları ıslah eyle” diye dua ettim. Bu yeni hadisede, ifademde Dahiliye Vekâletine [İçişleri Bakanlığı] yazdığım gibi, on vecihle [yön] kanunsuz olduğu ve kanun namına kanunsuzluk eden o zalimler, asıl suçlu onlar olması gibi, öyle bahaneleri aradılar, işitenleri güldürecek ve hakperestleri ağlattıracak iftiraları ve uydurmalarıyla ehl-i insafa [insaf sahibi kimseler] gösterdiler ki, Risale-i Nur’a ve şakirtlerine [öğrenci] ilişmeye, kanun ve hak cihetinde imkân bulamıyorlar, divaneliğe sapıyorlar.

Ezcümle, bir ay bizi tecessüs [gizlice araştırma] eden memurlar birşey bahane bulamadıklarından, bir pusula yazıp ki, “Said’in hizmetkârı bir dükkândan rakı almış, ona götürmüş,” o pusulayı imza ettirmek için hiç kimseyi bulamayıp, sonra yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] ve sarhoş bir adamı yakalamışlar, tehditkârâne “Gel bunu imza et” demişler. O da demiş: “Tövbeler tövbesi olsun, bu acip yalanı kim imza edebilir?” Onları, pusulayı yırtmaya mecbur etmiş.

İkinci bir nümune: Bilmediğim ve şimdi dahi tanımadığım bir zat, atını, beni gezdirmek için vermiş. Ben de, rahatsızlığım için, teneffüs kastıyla, ekser günlerde, yazda bir iki saat gezerdim. O at ve araba sahibine elli liralık kitap vermeye söz vermiştim—tâ kaidem bozulmasın ve minnet altına girmeyeyim. Acaba bu işte hiçbir zarar ihtimali var mı? Halbuki, “O at kimindir?” diye, elli defa bizlerden hem vali, hem adliyeciler, hem zabıta ve polisler sordular. Güya büyük bir hâdise-i siyasiye ve âsâyişe temas eden bir vakıadır! Hattâ, bu mânâsız soruşların kesilmesi için, iki zat, hamiyeten, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] biri “At benimdir,” diğeri “Araba

407

benimdir” dedikleri için, ikisini de benimle beraber tevkif ettiler. Bu nümunelere kıyasen, çok çocuk oyuncaklarına seyirci olup gülerek ağladık ve anladık ki, Risale-i Nur’a ve şakirtlerine [öğrenci] ilişenler maskara olurlar.

O nümunelerden lâtif [berrak, şirin, hoş] bir muhavere: [karşılıklı konuşma] Benim tevkif kâğıdımda sebep “emniyeti ihlâl” suçu yazıldığından, ben daha o pusulayı görmeden müddeiumuma [savcı] dedim: “Seni geçen gece gıybet ettim. Emniyet müdürü hesabına beni konuşturan bir polise, ‘Eğer bin müddeiumumî [iddia makamı, savcı] ve bin emniyet müdürü kadar bu memlekette emniyet-i umumiyeye [genel güvenlik] hizmet etmemişsem—üç defa—Allah beni kahretsin’ dedim.”

Sonra, bu sırada, bu soğukta, en ziyade istirahate ve üşümemeye ve dünyayı düşünmemeye muhtaç olduğum bir hengâmda, [ân, zaman] garazı ve kastı ihsas [hissettirme] eder bir tarzda, beni bu tahammülün fevkinde [üstünde] bu tehcir [bir topluluğu yurdundan çıkarma, sürgün etme] ve tecrit ve tevkif ve tazyike sevk edenlere, fevkalâde iğbirar [gücenme, kırgınlık] ve kızmak geldi. Bir inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] imdada yetişti. Mânen kalbe ihtar edildi ki:

“İnsanların sana ettikleri ayn-ı zulümlerinde, [zulmün tâ kendisi] ayn-ı adalet [adaletin ta kendisi] olan kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] büyük bir hissesi var.

“Ve bu hapiste yiyecek rızkın var; o rızkın seni buraya çağırdı. Ona karşı rıza ve teslimle mukabele [karşılama; karşılık verme] lâzım.

“Hikmet ve rahmet-i Rabbâniyenin [Allah’ın rahmeti, merhameti] dahi büyük bir hissesi var ki, bu hapistekileri nurlandırmak ve teselli vermek ve size sevap kazandırmaktır. Bu hisseye karşı, sabır içinde binler şükretmek lâzımdır.

“Hem senin nefsinin bilmediğin kusurlarıyla onda bir hissesi var. O hisseye karşı istiğfar [af dileme] ve tevbe ile, nefsine ‘Bu tokada müstehak oldun’ demelisin.

“Hem gizli düşmanların desiseleriyle [hile, aldatma] bazı safdil [saf kalbli, kolay aldanan] ve vehham [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] memurları iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ile o zulme sevk etmek cihetiyle, onların da bir hissesi var. Ona karşı Risale-i

408

Nur’un o münafıklara vurduğu dehşetli mânevî tokatlar, senin intikamını tamamen onlardan almış. O, onlara yeter.

“En son hisse, bilfiil vasıta olan resmî memurlardır. Bu hisseye karşı, onların Nurlara tenkit niyetiyle bakmalarında, ister istemez, şüphesiz, iman cihetinde istifadelerinin hatırı için, وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ 1 düsturuyla [kâide, kural] onları affetmek bir ulüvvücenaplıktır.” [âlicenaplık, kerem ve cömertlik]

Ben de bu hakikatli ihtardan kemâl-i ferah [mükemmel bir rahatlık, huzur, neşe] ve şükürle, bu yeni medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] durmaya, hattâ aleyhimde olanlara yardım etmek için, kendime mucib-i ceza, [ceza gerektiren] zararsız bir suç yapmaya karar verdim. Hem benim gibi yetmiş beş yaşında ve alâkasız ve dünyada sevdiği dostlarından, yetmişten ancak hayatta beşi kalmış ve onun vazife-i Nuriyesini [Risale-i Nur vazifesi] görecek yetmiş bin Nur nüshaları bâki kalıp serbest geziyorlar ve bir dile bedel binler dille hizmet-i imaniyeyi [iman hizmeti] yapacak kardeşleri, vârisleri [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] bulunan benim gibi bir adama, kabir bu hapisten yüz derece ziyade hayırlıdır. Ve bu hapis dahi, haricinde hürriyetsiz tahakkümler [baskı] altındaki serbestiyetten yüz derece daha rahat, daha faidelidir. Çünkü, haricinde, tek başıyla yüzer alâkadar memurların tahakkümlerini [baskı] çekmeye mukabil, hapiste yüzer mahpuslarla beraber, yalnız müdür ve başgardiyan gibi bir iki zâtın, maslahata [amaç, yarar] binaen hafif tahakkümlerini [baskı] çekmeye mecbur olur. Ona mukabil, hapiste çok dostlardan kardeşâne taltifler, [güzellikle muamele etmek] teselliler görür. Hem İslâmiyet şefkati ve insaniyet fıtratı bu vaziyette ihtiyarlara merhamete gelmesi, hapis zahmetini rahmete çeviriyor diye, hapse razı oldum.

Bu üçüncü mahkemeye geldiğim sırada, zaafiyet [zayıflık, güçsüzlük] ve ihtiyarlık ve rahatsızlıktan ayakta durmaya sıkıldığımdan, mahkeme kapısının haricinde, bir iskemlede oturdum. Birden bir hâkim geldi, hiddet etti, “Neden ayakta beklemiyor?” ihanetkârâne dedi. Ben de ihtiyarlık cihetinden bu merhametsizliğe kızdım. Birden baktım, pek çok Müslümanlar, kemâl-i şefkat [tam bir şefkat] ve uhuvvetle, [kardeşlik] merhametkârâne bakıp etrafımızda toplanmışlar, dağıtılmıyorlar. Birden iki hakikat ihtar edildi:

409

Birincisi: Benim ve Nurların gizli düşmanlarımız, benim istemediğim halde hakkımdaki teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] kırmakla Nurun fütuhatına [fetihler, yayılmalar] sed çekilir diye, bazı safdil [saf kalbli, kolay aldanan] resmî memurları kandırıp, şahsımı millet nazarında çürütmek fikriyle, ihanetkârâne böyle muameleye sevk etmişler. Buna karşı inâyet-i İlâhiye, [Allah’ın inayeti, yardımı] Nurların iman hizmetine mukabil, bir ikram olarak, o birtek adamın ihanetine bedel bu yüz adama bak, hizmetinizi takdirle şefkatkârâne, [şefkat dolu] acıyarak, alâkadarâne sizi istikbal ve teşyî [uğurlama, vefat eden kişinin defnedilmesi] ediyorlar. Hattâ, ikinci gün, ben müstantık [mahkemede ilk ifadeyi alan sorgu hâkimi] dairesinde müddeiumumun [savcı] suallerine cevap verirken, hükûmet avlusunda, mahkeme pencerelerine karşı bin kadar ahali kemâl-i alâka [eksiksiz ilgi ve alâka] ile toplanıp lisan-ı hal [beden dili] ile “Bunları sıkmayınız” dediklerini, vaziyetleriyle ifade ediyorlar gibi göründüler. Polisler onları dağıtamıyordular. Kalbime ihtar edildi ki: Bu ahali, bu tehlikeli asırda tam bir teselli ve söndürülmez bir nur ve kuvvetli bir iman ve saadet-i bâkiyeye [sonsuz mutluluk, âhiret hayatı] bir doğru müjde istiyorlar ve fıtraten arıyorlar ve Nur Risalelerinde [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] aradıkları bulunuyor diye işitmişler ki, benim ehemmiyetsiz şahsıma, imana bir parça hizmetkârlığım için, haddimden çok ziyade iltifat gösteriyorlar.

İkinci hakikat: Emniyeti ihlâl vehmiyle bize ihanet etmek ve teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] kırmak kastıyla tahkirkârâne, [hakaret eder şekilde] aldanmış mahdut [sınırlanmış] adamların bed [kötü, çirkin] muamelelerine mukabil, hadsiz ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve nesl-i âtinin [gelecek nesil] takdirkârâne [övgüyle] alkışlamaları var diye ihtar edildi.

Evet, komünist perdesi altında anarşistliğin emniyet-i umumiyeyi [genel güvenlik] bozmaya dehşetli çalışmasına karşı, Risale-i Nur ve şakirtleri, [öğrenci] iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müthiş ifsadı [bozma] durduruyor ve kırıyor, emniyeti ve âsâyişi temine çalışıyor ki, pek çok bir kesrette [çokluk] ve memleketin her tarafında bulunan Nur talebelerinden, bu yirmi senede alâkadar üç dört mahkeme ve on vilâyetin zabıtaları, emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarını bulmamış ve kaydetmemiş.

410

Ve üç vilâyetin insaflı bir kısım zabıtaları demişler: “Nur talebeleri mânevî bir zabıtadır. Âsâyişi muhafazada bize yardım ediyorlar. İman-ı tahkikî ile, Nuru okuyan her adamın kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar.”

Bunun bir nümunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi [On Birinci Şuâ] girmesiyle, üç dört ay zarfında iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarâne [dindarca] bir salâh-ı hal aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu. Tam merhametli, zararsız, vatana nâfi [faydalı] bir uzuv olmaya başladı. Hattâ resmî memurlar bu hale hayretle ve takdirle bakıyordular. Hem daha hüküm almadan bir kısım gençler dediler: “Nurcular hapiste kalsalar, biz kendimizi mahkûm ettireceğiz ve ceza almaya çalışacağız, tâ onlardan ders alıp onlar gibi olacağız, onların dersiyle kendimizi ıslah edeceğiz.”

İşte bu mahiyette bulunan Nur talebelerini emniyeti ihlâl ile ittiham [suçlama] edenler, herhalde ve gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya bilerek veya bilmeyerek anarşistlik hesabına hükûmeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] edip bizleri eziyetlerle ezmeye çalışıyorlar. Biz bunlara karşı deriz:

“Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapanmıyor ve dünya misafirhanesinde yolcular gayet sür’at ve telâşla, kafile kafile arkasında toprak arkasına girip kayboluyorlar; elbette pek yakında birbirimizden ayrılacağız. Siz zulmünüzün cezasını dehşetli bir surette göreceksiniz. Hiç olmazsa mazlum ehl-i iman [Allah’a inanan] hakkında terhis tezkeresi olan ölümün, idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] darağacına çıkacaksınız. Sizin dünyada tevehhüm-ü ebediyetle [sonsuza kadar yaşayacağını sanmak] aldığınız fâni zevkler bâki ve elîm elemlere dönecek.”

Maatteessüf [ne yazık ki] gizli münafık düşmanlarımız, bu dindar milletin yüzer milyon velî makamında olan şehidlerinin, kahraman gazilerinin kanıyla ve kılıcıyla kazanılan ve muhafaza edilen hakikat-i İslâmiyete [İslâm hakikatleri, gerçekleri] bazan tarikat namını takıp ve o güneşin tek bir şuâı olan tarikat meşrebini [hareket tarzı, metod] o güneşin aynı gösterip, hükûmetin bazı dikkatsiz memurlarını aldatıp, hakikat-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikati] ve hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları]

411

tesirli bir surette çalışan Nur talebelerine “tarikatçi” ve “siyasî cemiyetçi” namını vererek aleyhimize sevk etmek istiyorlar. Biz, hem onlara, hem onları aleyhimizde dinleyenlere, Denizli mahkeme-i âdilesinde [adaletli mahkeme] dediğimiz gibi deriz:

“Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikati] feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh [silâhın teslim edilmesi, mücadeleden vazgeçme] etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden [kutsal vazife] vazgeçmeyecekler inşaallah!” [Allah dilerse]

İşte, ihtiyarlığımın sezgüzeştliğinden gelen ağrılara ve meyusiyetlere, [ümitsiz] imandan ve Kur’ân’dan imdada yetişen kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] tesellilerle bu ihtiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençliğimin en ferahlı on senesine değiştirmem. Hususan hapiste farz namazını kılan ve tevbe edenin herbir saati on saat ibadet hükmüne geçmesiyle ve hastalıkta ve mazlumiyette dahi herbir fâni gün, sevap cihetinde on gün bâki bir ömrü kazandırmasıyla, benim gibi kabir kapısında nöbetini bekleyen bir adama ne kadar medar-ı şükrandır, [şükrü gerektiren] o mânevî ihtardan bildim, “Hadsiz şükür Rabbime” dedim, ihtiyarlığıma sevindim ve hapsime razı oldum. Çünkü ömür durmuyor, çabuk gidiyor. Lezzetle, ferahla gitse, lezzetin zevâli [batış, kayboluş] elem olmasından, hem teessüf, [eseflenme, üzülme] hem şükürsüzlükle, gafletle, bazı günahları yerinde bırakır, fâni olur, gider. Eğer hapis ve zahmetli gitse, zevâl-i elem [acı ve kederin sona ermesi] bir mânevî lezzet olmasından, hem bir nevi ibadet sayıldığından, bir cihette bâki kalır ve hayırlı meyveleriyle bâki bir ömrü kazandırır. Geçmiş günahlara ve hapse sebebiyet veren hatalara kefaret olur, onları temizler. Bu nokta-i nazardan, [bakış açısı] mahpuslardan farzı kılanlar, sabır içinde şükretmelidirler.

ON ALTINCI RİCA

Bir zaman, ihtiyarlık vaktinde, Eskişehir hapsinden, bir sene cezayı çekip çıktım. Beni Kastamonu’ya nefyettiler. [gönderilme, sürgün] Polis karakolunda iki üç ay misafir ettiler. Benim gibi, sadık dostlarıyla görüşmekten sıkılan bir münzevî ve kıyafetinin tebdiline [başka bir şeyle değiştirme] tahammül etmeyen bir adam, böyle yerlerde ne kadar azap çeker, anlaşılır.

412

İşte ben bu meyusiyette [ümitsiz] iken, birden, inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ihtiyarlığımın imdadına geldi. O karakoldaki komiser, polislerle beraber, sadık dost hükmüne geçtiler. Hiçbir vakit şapkayı [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] başıma koymayı ihtar etmedikleri gibi, benim hizmetçilerim misilli, [benzer] istediğim zaman beni şehrin etrafında gezdiriyordular.

Sonra, o karakolun karşısında, Kastamonu’nun medrese-i Nuriyesine [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] girdim, Nurların telifine [kaleme alma] başladım. Feyzi, Emin, Hilmi, Sadık, Nazif, [temiz, pak] Salâhaddin gibi Nurun kahraman şakirtleri, [öğrenci] Nurların neşri, teksiri [çoğalma] için o medreseye devam ettiler. Gençlikte eski talebelerimle geçirdiğim kıymettar müzakere-i ilmiyeyi [ilmi sohbetler, fikir alış verişleri] daha parlak bir surette gösterdiler.

Sonra gizli düşmanlarımız bazı memurları ve bir kısım enaniyetli hocalar ve şeyhleri aleyhimize evhamlandırdılar. Bizi Denizli hapsine, beş altı vilâyetlerden gelen Nur talebelerini, o medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] toplanmaya vesile oldular. Bu On Altıncı Ricanın [ümit] tafsilâtı, [ayrıntılar] Kastamonu’dan gönderip lâhikaya geçen ve Denizli hapsinde, oradaki kardeşlerime gizli gönderdiğim küçük mektuplar ve mahkemesindeki Müdafaa Risalesidir [Üstad Bediüzzaman ve Risale-i Nur talebelerinin çeşitli mahkemelere sundukları savunmaların yer aldığı risale] ki, bu Ricanın [ümit] hakikatini parlak gösteriyorlar. Tafsilâtını [ayrıntılar] lâhikaya, müdafaama havale edip, gayet kısa işaret edeceğiz.

Ben, mahrem ve mühim mecmuaları, hususan Süfyâna [âhirzamanda geleceği ve İslâm dinini yıkmak için çalışacağı sahih hadislerde haber verilen dinsiz ve münâfık bir şahıs] ve Nurun kerametlerine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] dair risaleleri kömür ve odunlar altında sakladım, tâ benim vefatımdan veya baştaki başlar hakikati dinleyip akıllarını başlarına aldıktan sonra neşredilsinler diye müsterihâne [içi rahat olarak, gönül rahatlığı ile] dururken, birden taharrî [araştırma] memurları ve müddeiumumun [savcı] muavini, menzilimi bastılar. O gizli ve ehemmiyetli risaleleri odunların altından çıkardılar. Hem beni tevkif edip Isparta Hapishanesine, sıhhatim muhtel [bozuk, karışık] bir halde gönderdiler. Ben pek çok müteellim [acı çeken] ve Nurlara gelen o zarardan dehşetli müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] iken, bir inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] imdadımıza yetişti. O gizlenmiş ve ehl-i hükûmet [yöneticiler, hükûmette olanlar]

413

onları okumaya çok muhtaç olan o ehemmiyetli risaleleri kemâl-i merak [merakın son derecesi] ve dikkatle okumaya başlayıp, büyük resmî daireler adeta bir dershane-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] hükmüne geçti. Tenkit fikriyle takdire başladılar. Hattâ Denizli’de, hiç haberimiz yokken, fevkalâde perde altında, matbu Âyetü’l-Kübrâ‘yı [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] resmî ve gayr-ı resmî [resmi olmayan] pek çok adamlar okudular, imanlarını kuvvetlendirdiler, bizim hapis musibetimizi hiçe indirdiler.

Sonra bizi Denizli hapsine aldılar. Beni tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içinde ufunetli, [kötü ve pis kokulu] rutubetli, soğuk bir koğuşa soktular. İhtiyarlık, hastalık ve benim yüzümden mâsum arkadaşlarımın zahmetlerinden bana gelen çok teellüm [elem çekme] ve Nurların tatil ve müsaderesinden gelen çok teessüf [eseflenme, üzülme] ve sıkıntı içinde çırpınırken, birden inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] imdada yetişti. Birden o koca hapishaneyi bir dershane-i Nuriyeye [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] çevirip bir medrese-i Yusufiye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] (a.s.) olduğunu ispat ederek, Medresetü’z-Zehra kahramanlarının elmas kalemleriyle Nurlar intişara [açığa çıkma, yayılma] başladı. Hattâ o ağır şerâit [şartlar] içinde Nurun kahramanı, [Risale-i Nur’a hizmette çok fedakârlıkta bulunan] üç dört ay zarfında yirmiden ziyade Meyve ve Müdafaat Risalesinden yazdı. Hem hapiste, hem hariçte fütuhata [fetihler, yayılmalar] başladılar. O musibetteki zararımızı büyük menfaatlere ve sıkıntılarımızı sevinçlere çevirdi. عَسٰۤى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ 1 sırrını tekrar gösterdi.

Sonra birinci ehl-i vukufun [bilirkişi] yanlış ve sathî [sığ, yüzeysel] zabıtlara binaen aleyhimizde şiddetli tenkitleri ve Maarif [bilgiler] Vekilinin dehşetli hücumuyla beraber, aleyhimizde bir beyanname neşretmesiyle, hattâ bazı haberlerle bir kısmımızın idamına çalışıldığı hengâmda, [ân, zaman] bir inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] imdadımıza yetişti. Başta Ankara ehl-i vukufunun [bilirkişi] şiddetli tenkitlerini beklerken, takdirkârâne [övgüyle] raporları, hattâ beş sandık Nur Risalelerinde [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] beş on sehiv [hata, yanılgı] buldukları halde, mahkemede onların sehiv [hata, yanılgı] ve yanlış gösterdikleri noktalar ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] olduğunu ve onların sehiv [hata, yanılgı] ve yanlış dedikleri maddelerde kendileri sehiv [hata, yanılgı] ettiklerini ispat ettiğimiz gibi, beş yaprak raporlarında beş on sehiv [hata, yanılgı] ve yanlışlarını gösterdik. Ve yedi makamata gönderdiğimiz

414

Meyve ve Müdafaaname Risaleleri ve Adliye Vekâletine [Adalet Bakanlığı] gönderilen Nurun umum risaleleri, hususan mahremlerin dokunaklı ve şiddetli tokatlarına mukabil tehditkârâne şiddetli emirler beklerken, gayet mülâyimâne, [yumuşak bir şekilde] hattâ tesellikârâne [teselli veren] Başvekilin [Başbakan] bize gönderdiği mektubu gibi, musalâha [barış yapma] tarzında ilişmemeleri kat’î ispat etti ki, Risale-i Nur’un hakikatleri, inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] kerametiyle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] onları mağlûp edip kendini onlara irşadkârâne [doğru yol gösterme] okutturmuş, o geniş daireleri bir nevi dershane yapmış, çok mütereddit [kararsız, şüpheli] ve mütehayyirlerin [hayrete düşen] imanlarını kurtarmış ve bizim sıkıntılarımızdan yüz derece ziyade mânevî ferah ve fayda verdi.

Sonra gizli düşmanlar beni zehirlediler. Ve Nur’un şehid kahramanı merhum Hafız Ali benim bedelime hastahaneye gitti ve benim yerimde berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] âlemine seyahat eyledi, bizi meyusâne [ümitsiz] ağlattırdı. Ben bu musibetten evvel Kastamonu’nun dağında bağırarak mükerrer defa dedim: “Kardeşlerim, ata et, arslana ot atmayınız.” Yani, “Her risaleyi herkese vermeyiniz, tâ bize taarruz edilmesin.” Yaya gidilse yedi gün uzakta Hafız Ali (rahmetullahi aleyh), mânevî telefonuyla işitiyor gibi, aynı vakit bana yazıyor ki: “Evet, Üstadım, Risale-i Nur’un bir kerametidir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ki, ata et, arslana ot atmaz. Belki ata ot, arslana et atar ki, o arslan hocaya İhlâs Risalesini [Risale-i Nur Külliyatında yer alan bir bölüm; Yirmi Birinci Lem’a] [parıltı] verdi.” Yedi gün sonra mektubunu aldık. Hesap ettik; aynı zamanda, ben dağda bağırırken, o da garip sözleri mektubunda yazıyormuş.

İşte, Nurun böyle bir mânevî kahramanının vefatı ve gizli münafıkların aleyhimizde desiselerle [hile, aldatma] bizi cezalandırmaya çalışmaları ve benim zehirli hastalığımdan dolayı beni de hastahaneye resmî emirle mecbur etmek endişesi bizi sıkarken, birden inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] imdada geldi. Mübarek kardeşlerimin hâlis dualarıyla zehirin tehlikesi geçmiş ve o merhum şehidin, kuvvetli emârelerle, kabrinde Nurlarla meşgul olması ve sual meleklerine Nurlarla cevap vermesi; ve onun bedeline ve onun sisteminde Nurlara çalışacak Denizli kahramanı Hasan Feyzi (rahmetullahi aleyh) ve arkadaşları perde altında tesirli bir surette hizmetleri; ve düşmanlarımızın dahi, mahpusların birden Nurlarla ıslah olmaları cihetinde, hapisten çıkmamıza taraftar olması; ve Ashâb-ı Kehf misilli [benzer] Nur şakirtleri [öğrenci] o

415

sıkıntılı çilehaneyi Ashâb-ı Kehf ve eski zaman ehl-i riyâzâtının [az gıda ile nefsin heveslerini kırıp, ilim ve ibâdetle meşgul olanlar] mağaralarına çevirmesi; ve istirahat-i kalble [kalp rahatlığı] Nurların neşrine ve yazmasına sa’yleriyle, [çalışma] inâyet-i Rabbâniyenin [Allah’ın inayeti, yardımı] imdadımıza yetiştiğini ispat etti.

Hem kalbime geldi ki, madem İmam-ı Âzam gibi eâzım-ı müçtehidîn [âyet ve hadisler başta olmak üzere, diğer dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kabiliyetine sahip olan büyük İslâm âlimleri] hapis çekmiş ve İmam-ı Ahmed ibni Hanbel gibi bir mücahid-i ekber, [en büyük mücahit] Kur’ân’ın birtek meselesi için hapiste pek çok azap verilmiş ve şekvâ [şikayet] etmeyerek, kemâl-i sabırla [tam bir sabır] sebat [kalıcı olma, sabit kalma] edip o meselelerde sükût etmemiş. Ve pek çok imamlar ve allâmeler, [büyük âlim] sizlerden pek çok ziyade azap verildiği halde, kemâl-i sabır [tam bir sabır] içinde şükredip sarsılmamışlar. Elbette sizler, Kur’ân’ın müteaddit [bir çok] hakikatleri için pek büyük sevap ve kazanç aldığınız halde pek az zahmet çektiğinize binler teşekkür etmek borcunuzdur. Evet, zulm-ü beşer [insanların zulmü] içinde bir cilve-i inâyet-i Rabbâniyeyi [Rabbimizin yardım ettiğini gösteren yansımalar, belirtiler] kısaca beyan edeceğim:

Ben yirmi yaşındayken tekrarla derdim: “Eski zamanda mağaralara çekilen târiküddünyalar [dünya ile ilgili her şeyi terk eden] gibi, âhir ömrümde ben de bir mağaraya, bir dağa çekilip insanların hayat-ı içtimaiyesinden [sosyal hayat] çıkacağım.” Hem eski Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] şark-ı şimalîdeki [kuzeydoğu] esaretimde karar vermiştim ki, “Bundan sonra ömrümü mağaralarda geçireceğim. Hayat-ı siyasiyeden [siyaset hayatı] ve içtimaiyeden [bir araya gelme, toplanma] sıyrılacağım. Artık karışmak yeter” derken, [anlama, algılama] inâyet-i Rabbâniye, [Allah’ın inayeti, yardımı] hem adalet-i kaderiye [kaderin adaleti] tecellî ettiler. Kararımdan ve arzumdan çok ziyade hayırlı bir surette, ihtiyarlığıma merhameten, o mutasavver [hayal edilen] mağaralarımı hapishanelere ve inzivâlara [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmama] ve yalnızlık içinde çilehanelere ve tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] menzillerine çevirdi. Ehl-i riyazet [nefsini terbiye etmek için manevî eğitime giren kişiler] ve münzevîlerin dağlardaki mağaralarının çok fevkinde [üstünde] Yusufiye medreseleri ve vaktimizi zayi etmemek için tecridhaneleri verdi. Hem mağara faide-i uhreviyesini, [ahirete ait faydalar] hem hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyenin mücahidâne [cihad edercesine] hizmetini verdi. Hattâ ben azmetmiştim ki,

416

arkadaşlarımın beraatlerinden sonra bir suç gösterip hapiste kalacağım. Hüsrev ve Feyzi gibi mücerredler [bekar] benim yanımda kalsın ve bir bahane ile, insanlarla görüşmemek ve vaktimi lüzumsuz sohbetlerle ve tasannu [yapmacık] ve hodfuruşlukla [kendi kendini beğenme] geçirmemek için tecrid koğuşunda bulunacağım. Fakat kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] ve kısmetimiz bizi başka çilehaneye sevk ettiler.

اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ 1* عَسٰۤى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ * 2

sırrıyla, ihtiyarlığıma merhameten ve hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] daha ziyade çalıştırmak için, ihtiyar ve kudretimizin haricinde bu üçüncü medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] vazife verildi.

Evet, inâyet-i İlâhiye, [Allah’ın inayeti, yardımı] ihtiyarlığıma merhameten, kuvvetli ve gizli düşmanı bulunmayan gençliğime mahsus olan mağaralarımı, hapishanenin tecrid-i münferit [tek kişilik hücre hapsi] menzillerine çevirmesinde üç hikmet ve hizmet-i Nuriyeye [Risale-i Nur Hizmeti] üç ehemmiyetli faydası var:

Birinci hikmet ve faide: Nur talebelerinin bu zamanda toplanmaları, zararsız olarak, medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] olur. Ve birbirini görüp sohbet etmek, hariçte masraflı ve şüpheli olur. Hattâ benimle görüşmek için bazıları kırk elli lirayı sarf ederek gelip, ya yirmi dakika veya hiç görüşmeden döner, giderdi. Ben bazı kardeşlerimi yakından görmek için hapsin zahmetini severek kabul ederdim. Demek hapis bizim için bir nimettir, bir rahmettir.

İkinci hikmet ve faide: Bu zamanda Nurlarla hizmet-i imaniye, [iman hizmeti] her tarafta ilânatla ve muhtaç olanların nazar-ı dikkatlerini [dikkat içeren bakış] celb [çekme] etmekle olur. İşte, hapsimizle, Nurlara nazar-ı dikkat [dikkat içeren bakış] celb [çekme] olunur, bir ilânat hükmüne geçer. En ziyade muannid [inatçı] veya muhtaç olanlar onu bulur, imanını kurtarır ve inadı kırılır, tehlikeden kurtulur ve Nurun dershanesi genişlenir.

Üçüncü hikmet ve faide: Hapse giren Nur talebeleri birbirinin hallerinden, seciyelerinden, [huy, karakter] ihlâs ve fedakârlıklarından ders almalarıyla beraber, Nurlar hizmetinde dünyevî menfaatleri daha aramazlar.

417

Evet, medrese-i Yusufiyede, [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] çok emârelerle, her sıkıntı ve zahmetin on, belki yüz misli [benzer] maddî ve mânevî faydalar ve güzel neticeler ve imana geniş ve hâlis hizmetler, gözleriyle gördüklerinden, tam ihlâsa muvaffak olurlar, daha cüz’î [ferdî, küçük] ve hususî menfaatlere tenezzül etmezler.

Bu çilehanelerin bana mahsus bir letâfeti [hoşluk, gözellik] ve hazîn, fakat tatlı bir vaziyeti var. Şöyle ki:

Ben gençlik zamanında bizim memlekette gördüğüm eski medresenin aynı vaziyetini görüyorum. Çünkü, vilâyât-ı şarkiyede [doğu illeri] eski âdet medrese talebelerinin bir kısmının tayınatları [erzak, yiyecek] dışarıdan geliyordu. Ve bazı medreseler, içinde pişiriyorlardı. Ve daha kaç cihette bu çilehaneye benziyorlardı. Ben de lezzetli bir tahassür [hasret çekme, özlem duyma, üzülme] içinde buraya baktıkça, o eski gençlik ve şirin zamana hayalen gidiyorum ve ihtiyarlık vaziyetlerini unutuyorum.

ba

Yirmi Altıncı Lem’anın [parıltı] Zeyli [ek]

Yirmi Birinci Mektup olup, Mektubat mecmuasına idhal [dahil etme, içine alma] edildiğinden buraya derc [yerleştirme] edilmedi.

ba

Yirmi Yedinci Lem’a [parıltı]

 Eskişehir Mahkeme Müdafaasıdır. Tarihçe-i Hayat‘ta [hayat hikayesi] neşredilmiştir.