LEM’ALAR – Yirmi Sekizinci Lem’a -2 (449-475)

449

On Sekizinci Nükte [derin anlamlı söz]

 Eskişehir Hapishanesinde yazılmış bir parça

Kardeşlerim! Müteaddit [bir çok] defa Risâle-i Nur’un şakirtlerini [öğrenci] lâyık oldukları tarzda müdafaa etmişim. İnşâallah mahkemede bağırarak derim. Hem Risâle-i Nur’u, hem şâkirdlerinin [Allah’a şükreden] kıymetlerini dünyaya işittireceğim. Yalnız size bunu ihtâr ederim ki: “Bu müdâfaamdaki kıymeti muhâfaza etmenin şartı, bu hâdisedeki ağız yanmasıyla Risâle-i Nur’dan küsmemek ve üstâdından darılmamak ve kardeşlerinden—sıkıntıdan gelen bahanelerle—nefret etmemek ve birbirine kusur bulmamak ve isnad etmemektir.” Yalnız tahattur [hatıra gelme] edersiniz ki, Risâle-i Kader‘de [Kader Risalesi, İman esaslarından olan kaderin anlatıldığı Yirmi Altıncı Söz] ispat etmişiz ki: “Başa gelen zulümlerde iki cihet var ve iki hüküm vardır: Biri insanın, biri kader-i İlâhînin. [Allah’ın belirlediği kader programı] Aynı hâdisede insan zulmeder, fakat kader âdildir, adâlet eder. Bu meselemizde, insanın zulmünden ziyade, kaderin adâleti ve hikmet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] sırrını düşünmeliyiz.”

Evet, kader, Risâle-i Nur talebelerini bu meclise çağırdı. Ve mücâhede-i mâneviye [mânevî cihad; ilimle, fikirle ve imanla yapılan mücadele] inkişâf [açığa çıkma] etmesinin hikmeti; onları, bu hakikaten çok sıkıntılı olan medrese-i Yusufiyeye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] sevk etti. İnsan zulmü ve bahanesi bir vesile oldu. Onun için sakınınız; birbirinize; “Böyle yapmasaydım ben tevkif olmazdım” demeyiniz.

 Said Nursî

ba

Bu parça mahkeme müdâfaatının [savunmalar] bir parçasıdır, her nasılsa buraya girmiş, çıkarılmamış, kalmış.

Mahkemenin Reis ve Âzâlarından ehemmiyetli bir hakkımı talep ederim.

Şöyle ki:

Bu meselede yalnız şahsım medar-ı bahis [söz konusu] değil ki, siz beni tebrie [beraat ettirme] etmekle ve hakikat-i hale [bir şeyin gerçek durumu] muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olmanızla mesele halledilmiş olsun. Çünkü, ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve ehl-i takvânın [takvâ sahipleri] şahs-ı mânevîsi, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bu meselede, nazar-ı millette [milletin bakışı, düşüncesi] ittiham [suçlama] altına girdiği

450

ve hükûmete dahi ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] ve ilme karşı bir emniyetsizlik geldiği ve ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] ve ilim, tehlikeli ve zararlı teşebbüslerden nasıl sakınacağını bilmesi lâzım olduğu için, benim müdâfaatımı [savunmalar] kendim kaleme aldığım bu son kısmını, herhalde yeni hurufla, [harfler] matbaa vasıtasıyla intişarını [açığa çıkma, yayılma] isterim. Tâ ki ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] ve ehl-i ilim, [ilim ehli olanlar, âlimler] entrikalara kapılmayıp zararlı ve tehlikeli teşebbüslere yanaşmasınlar ve şahs-ı mânevisi [mânevî kişilik] nazar-ı millette [milletin bakışı, düşüncesi] ittihamdan [suçlama] kurtulsun. Ve hükûmet dahi, ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] hakkında emniyet etsin ve bu anlaşmamazlık ortadan kalksın. Ve hükûmete ve millete ve vatana çok zararlı düşen bu gibi hâdiseler ve anlaşmamazlık daha tekerrür etmesin.

 Said Nursî

ba

451

On Dokuzuncu Nükte [derin anlamlı söz]

Sual: Kısa bir zamandaki küfre [inançsızlık, inkâr] mukabil, hadsiz bir zaman Cehennemde hapis nasıl adalet olur?

Elcevap: Sene 365 gün hesabıyla, bir dakikada katl, yedi (7) milyon sekiz yüz seksen dört (884) bin dakika hapis iktiza[bir şeyin gereği] kanun-u adalet [adalet kanunu] iken, bir dakika küfür bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfürle ölen bir adam, kanun-u adaletle, [adalet kanunu] elli yedi (57) trilyon iki yüz bir (201) milyar iki yüz (200) milyon sene, beşerin kanun-u adaletiyle [adalet kanunu] hapse müstehak olur. Elbette فِيهَۤا اَبَدًا 1 adalet-i İlâhî [Allah’ın adaleti] ile veçh-i muvafakati [uygun yön] bundan anlaşılıyor.

Birbirinden gayet uzak iki adedin sırr-ı münasebeti [bağlantı sırrı] şudur ki:

Katl ve küfür, tahrip ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal, [en az] zâhirî âdete göre, on beş sene maktulün hayatını selb [ortadan kaldırma] eder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi [Allah’ın isimleri] inkâr ve nukuşlarını [işlemeler] tezyif [alay etme, küçük düşürme] ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti [Cenâb-ı Allah’ın birliğini gösteren deliller] tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] atar, خَالِدِينَ 2 de hapseder.

ba

452

Yirminci Nükte [derin anlamlı söz]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ * 1

Âyet-i kerîmenin işaretiyle, emir ile îcâd oluyor. Ve Kudret hazineleri

ك- ن ‘dadır. Bu sırr-ı dakîkin [ince sır] vücûh-u kesîresinden [pek çok yönler; çok yönlülük] birkaç veçhi Risalelerde zikredilmiştir. Burada, hurûf-u Kur’ân‘ın, [Kur’ân harfleri] hususan sûrelerin başlarındaki mukattaât-ı hurûfun [Kur’ân’da sûrelerin başında zikredilen tek harfler (Elif, lam, mim gibi)] hâsiyetlerine [özellik] ve fezâillerine [faziletler, üstün özellikler] ve tesirât-ı maddiyelerine [maddî etkiler] dâir vürûd eden [söylenen, ifade edilen] hadisleri, şu asrın nazar-ı maddîsine [olayları ve varlıkları sadece dış görünüşüne göre değerlendirme] takrib [yaklaştırma] etmek için, maddî bir misâl üzerinde o sırrın tefhîmine çalışacağız. Şöyle ki:

Zât-ı Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] olan Sahib-i Arş-ı Âzamın, [kâinatın payitahtı ve merkezi olan büyük Arşın sahibi] mânevî bir merkez-i âlem [bütün varlıklar âleminin merkezi] ve kalb ve kıble-i kâinat [bütün evrenin yöneldiği kıble] hükmünde olan küre-i arzdaki [yer küre, dünya] mahlûkatın tedbirine medar [kaynak, dayanak] dört arş-ı İlâhîsi var:

Biri, hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır. İsm-i Hafîzin ve Muhyînin [bütün canlılara hayat veren Allah] mazharıdır.

İkinci arş, fazl [cömertlik, fazladan nimet verme] ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur.

Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u nurdur. [nur unsuru]

Dördüncüsü, emir ve irâdenin arşıdır ki, unsur-u havadır. [hava maddesi]

Basit topraktan, hadsiz hâcât-ı hayvâniye ve insâniyeye [insanların ve hayvanların ihtiyaçları] medâr [kaynak, dayanak] olan maâdin [madenler] ve hadsiz muhtelif nebâtâtın [bitkiler] basit bir unsurdan, kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ile, vahdetten [Allah’ın birliği] hadsiz

453

kesret, [çokluk] basitten nihâyetsiz muhtelif envâ, [tür] sade bir sayfada hadsiz muntazam nukùş [nakışlar] gözümüzle gördüğümüz gibi; suyun, hususan hayvânât nutfelerinin [memelilerin yaratıldığı su] su gibi basit bir madde iken hadsiz mûcizât-ı san’atın muhtelif zîhayatlarda [canlı] o su ile tezâhürü gösteriyor ki: Bu iki arş misillü, [benzer] nur ve hava dahi, besâtetleriyle [basitlik, sâdelik] beraber, Nakkàş-ı Ezelînin ve Alîm-i Zülcelâlin [ilmi herşeyi kuşatan,sonsuz büyüklük ve azamet sahibi, Allah] kalem-i ilim [ilim kalemi] ve emir ve irâdesine, evvelki iki arş gibi, acâib-i mûcizâtının [mucizeyle yaratılan mahluklardaki şaşırtıcı özellikler] mazharlarıdırlar.

Nur unsurunu şimdilik bırakıp, meselemiz münâsebetiyle, küre-i arza [yer küre, dünya] göre emir ve irâde arşı olan unsur-u havanın [hava maddesi] içinde emir ve irâdenin acâibini ve garâibini [hayranlık uyandırıcı ve şaşırtıcı şeyler] örten perdenin bir derece keşfine çalışacağız. Şöyle ki:

Biz nasıl ki ağzımızdaki hava ile hurûfat [harfler] ve kelimâtı [kelimeler] ekiyoruz, birden sünbülleniyorlar. [başak] Yani, havada, âdetâ zamansız bir anda, bir kelime bir habbe [dane, tohum] olup hâric-i havada [dıştaki hava] sünbüllenir; [başak] küçük büyük hadsiz aynı kelimeyi câmi bir havayı sünbül [başak] veriyor. Unsur-u havâiyeye [hava unsuru] bakıyoruz ki: O derece emr-i كُنْ فَيَكُونُ 1 ‘a mutî [emre uyan] ve musahhar [boyun eğdirilmiş] ve emirberdir [emre hazır] ki, güya herbir zerresi bir nefer [asker] gibi, muntazam bir ordunun her dakika emrini bekler; zamansız, en uzak zerreden, emr-i كُنْ ‘den cilveger [cilve ve naz eden, cilveli; görünen] olan bir irâdenin imtisâlini, [emre uyma, bağlanma] itaatini gösterir.

Meselâ, âhize [alıcı] ve nâkıle radyo makineleri vasıtasıyla, havanın hangi yerinde olursa olsun, bir nutk-u beşerî [insan konuşması] bütün küre-i arzın [yer küre, dünya] her tarafından—radyo âhizeleri bulunmak şartıyla—zamansız, aynı nutuk, aynı anda, herbir yerde işitilmesi, emr-i كُنْ فَيَكُونُ ‘un cilvesine ne derece kemâl-i imtisâl [eksiksiz bir şekilde bağlanma, boyun eğme] ile herbir zerre-i havâiyede [hava zerresi, atomu] itaat ettiğini gösterdiği gibi; havada sebatsız [değişken] vücudları bulunan hurûfâtın, [harfler]

454

kudsiyet keyfiyetiyle, bu sırr-ı imtisâle göre, çok tesirât-ı hâriciyeye [dış etkiler] ve hâsiyât-ı maddiyeye [maddî özellikler] mazhar [erişme, nail olma] olabilirler. Adeta, mâneviyatı maddiyata inkılâb [değişim, devrim] ve gaybı şehâdete tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ettirir bir hâsiyet [özellik] onlarda görünüyor.

İşte bunun gibi, hadsiz emârelerle gösteriyor ki, mevcudât-ı havâiye [havadan meydana gelen varlıklar] olan hurûfun, [harfler] hususan hurûf-u kudsiyenin ve Kur’âniyenin, hususan evâil-i sûredeki [sûre başları] şifre-i İlâhiyenin [İlâhî şifre] hurûfâtı, [harfler] muntazam ve nihâyetsiz hassas ve zamansız emirleri dinler ve yapar gibi göründüğünden, elbette zerrât-ı havâiyede [hava zerreleri, atomları] kudsiyet noktasında emr-i كُنْ فَيَكُونُ 1 ‘un cilvesine ve İrâde-i Ezeliyenin [varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah’ın irâdesi] tecellîsine mazhar [erişme, nail olma] hurûfâtın [harfler] maddî hassalarını ve hârika ve mervî [nakledilen, rivayet edilen] faziletlerini teslim ettirir.

İşte bu sırra binâendir ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânda [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] bazan kudret eserini, sıfat-ı irâde [Cenâb-ı Hakkın irade sıfatı, niteliği] ve sıfat-ı kelâmdan [Allah’ın hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın sahip olduğu konuşma sıfatı] gelir gibi tâbirâtı, [tabirler, ifadeler] gayet derecede sür’at-i îcad ve gayet derecede inkıyâd-ı eşya [varlıkların boyun eğmesi, itaat etmesi] ve musahhariyet-i mevcudattan [varlıkların boyun eğmesi] başka, ayn-ı emir, [emrin kendisi] kudret gibi hükmediyor demektir. Yani, emr-i tekvinden [yaratma emri] gelen hurûfât, [harfler] maddî kuvvet hükmünde vücud-u eşyada [eşyanın varlığı, varlıkların kendisi] hükmeder. Ve emr-i tekvînî, [Allah’ın varlıkları şekillendirmeye yönelik emri] âdetâ, ayn-ı kudret, [kudretin kendisi] ayn-ı irâde [iradenin kendisi] olarak tezâhür eder.

Evet, emir ve irâdenin bu gayet hafî [gizli] ve vücud-u maddîleri [maddî varlık] gayet gizli ve havayı âdetâ nim-mânevî, [yarı mânevî] nim-maddî [yarı maddî] nev’indeki mevcudâtta, [varlıklar] emr-i tekvînî, [Allah’ın varlıkları şekillendirmeye yönelik emri] ayn-ı kudret [kudretin kendisi] gibi âsârı [eserler/asırlar] görünüyor; belki ayn-ı kudret [kudretin kendisi] olur. Âdetâ mâneviyat ile maddiyâtın mâbeyninde [ara] berzahî [iki şey arasındaki geçiş yeri] olan mevcudâta [varlıklar] nazar-ı dikkati celb [çekme] etmek için,

455

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] 1 اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ferman ediyor.

İşte, evâil-i sûredeki [sûre başları] الۤمۤ طٰسۤ حٰمۤ gibi hurûf-u kudsiye-i şifre-i İlâhiye [birer İlâhî [Allah tarafından olan] şifre olan kutsal harfler] hava zerrâtı [atomlar] içinde, zamansız münâsebât-ı dakika-i hafiye [gizli ve ince münasebetler, bağlantılar] tellerini ihtizâza [titreşim, sarsıntı] getirecek birer düğüm ve birer düğme harfi olduklarını ve ferşten [yer] Arşa mânevî telsiz telefon muhâberât-ı kudsiyeyi [kutsal haberleşmeler] îfâ etmeleri, o şifre-i kudsiye-i İlâhiyenin [kutsal İlâhî şifreler] şe’nindendir [belirleyici özellik] ve vazifesidir ve gayet mâkuldür.

Evet, havanın herbir zerresi ve bütün zerrâtı, [atomlar] telsiz, telefon, telgraflar gibi aktâr-ı âlemde [âlemin dört bir yanı] münteşir [yaygın olan] o zerreler emirleri imtisâl [emre uyma, bağlanma] ettiklerini ve elektrik ve seyyâlât-ı lâtifeye [akıcı ve cismanî olmayan, ruhla ilgili] âhize [alıcı] ve nâkılelik vazifesi gibi sâir vezâif-i havâiyeden [havanın görevleri] başka bir vazifesini bir hads-i kat’î [doğru ve kesin sezgi] ile, belki müşâhede [görülen, seyredilen] ile ben kendim badem çiçeklerinde gördüm. Ağaçların rû-yi zeminde [yeryüzü] muntazam bir ordu hükmünde, havâ-yı nesîmînin [atmosfer] dokunmasıyla, bir anda aynı emri o âhizeler hükmündeki zerrelerden aldığı vaziyet-i meşhûdesi [gözlemlenen durum] bana iki kere iki dört eder derecesinde kat’î bir kanaat vermiş.

Demek havanın rû-yi zeminde [yeryüzü] çevik ve çalak [hızlı hareket eden] bir hizmetkâr olması ve rû-yi zemindeki [yeryüzü] Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] misafirlerine hizmet ettiği gibi; o Rahmân’ın emirlerini tebliğ etmek için bütün zerrâtı [atomlar] telsiz telefonun âhizeleri gibi emirber [emre hazır] nefer [asker] hükmünde evâmir-i kudsiyeyi [kutsal emirler] nebâtâta [bitkiler] ve hayvânâta tebliğ eder. Nefeslere yelpaze, nüfusa [nefisler] nefes, yani, âb-ı hayat [hayat suyu] olan kanı tasfiye ve nâr-ı hayatî [hayat ateşi] olan hararet-i garîzeyi [normal vücut ateşi, ısısı] iş’âl [tutuşturma] vazifesini yaptıktan sonra, çıkıp, ağızda hurûfâtın [harfler] teşekkülüne [kendi kendine oluşma] medâr [kaynak, dayanak] olduğu gibi; pek çok muntazam vazifeleri emr-i كُنْ فَيَكُونُ 2 ile icrâ eder.

456

İşte, havanın bu hasiyetine binâendir ki, mevcudât-ı havâiye [havadan meydana gelen varlıklar] olan hurûfât, [harfler] kudsiyet kesb [elde etme, kazanma] ettikçe, yani, âhizelik [alıcılık] vaziyetini aldıkça, yani, Kur’ân hurûfâtı [harfler] olduğundan âhizelik [alıcılık] vaziyetini aldığı ve düğmeler hükmüne geçtiği ve sûrelerin başlarındaki hurûfat [harfler] daha ziyade o münâsebât-ı hafiyenin [gizli bağlantılar] uçlarının merkezî ukdeleri, [düğüm] düğümleri ve hassas düğmeleri hükmünde olduğundan, vücud-u havâîleri [ses dalgası gibi havada bulunan varlık] bu hâsiyete [özellik] mâlik olduğu gibi, vücud-u zihnîleri [mânâ gibi zihinde bulunan varlık] dahi, hattâ vücud-u nakşiyeleri [yazı gibi nakış şeklindeki varlık] de bu hâsiyetten [özellik] hassaları ve hisseleri var. Demek o harflerin okumasıyla ve yazmasıyla, maddî ilâç gibi şifâ ve başka maksatlar hâsıl olabilir.

 Said Nursî

ba

457

Yirmi Birinci Nükte [derin anlamlı söz]

 Mânidar bir tevafuk-u lâtife [güzel münasebet, denklik ve uygunluk]

Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] ittiham [suçlama] ettikleri ve cezalarını istedikleri yüz altmış üçüncü (163) maddesine, Risale-i Nur Müellifinin [telif eden, kitap yazan] medresesine yüz elli (150) bin lira verilmesine dair lâyihanın, [dilekçe] iki yüz (200) meb’ustan yüz altmış üç (163) meb’usun adedine tevafuk edip, mânen o tevafuk diyor ki: Hükûmet-i Cumhuriyetin [cumhuriyet hükûmeti] yüz altmış üç (163) meb’usun takdirkârâne [övgüyle] imzaları, yüz altmış üçüncü (163) madde-i kanuniyenin [kanun maddesi] hükmünü, onun hakkında iptal ediyor.

Hem yine mânidar tevafukat-ı lâtifedendir [güzel münasebet, denklik ve uygunluklar] ki, Risale-i Nur’un yüz yirmi sekiz (128) parçası, yüz on beş (115) parça kitap ediyor. Risale-i Nur’un şakirtlerinin [öğrenci] ve müellifinin [telif eden, kitap yazan] mebde-i tevkifi [ilk tutuklama] olan yirmi yedi (27) Nisan bin dokuz yüz otuz beş (1935) tarihi ile, mahkemenin karar ve hüküm tarihi olan on dokuz (19) Ağustos bin dokuz yüz otuz beş (1935) tarihi olmasına nazaran, yüz on beş (115) gün olup, Risale-i Nur kitapları adedine tevafuk etmekle beraber, istintak [konuşturma] edilen, yüz on beş (115) suçlu gösterilen eşhasın [kişiler] da adedine tam tamına tevafuk ettiği gibi, gösteriyor ki, Risale-i Nur Müellifinin [telif eden, kitap yazan] ve şakirtlerinin [öğrenci] başına gelen musibet, bir dest-i inâyetle [koruyucu el] tanzim ediliyor.Haşiye [dipnot]

ba

458

Yirmi İkinci Nükte [derin anlamlı söz]

Bu parça çok kıymetlidir.Tâ İkinci Nükteye [derin anlamlı söz] kadar herkese faydası var.

 Eskişehir Hapishanesinde, sû-i ahlâktan [kötü ahlâk] değil, belki sıkıntıdan gelen nâhoş bazı haller münâsebetiyle, ahlâka dâir bir nükte [derin anlamlı söz] ile, meşhur bir âyetin mestur kalmış bir nüktesine [derin anlamlı söz] dâirdir.

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâl-i kereminden [lütuf ve cömertliğin mükemmelliği, kusursuz ikram edicilik] ve merhametinden ve adâletinden, iyilik içinde muaccel [peşin] bir mükâfat ve fenalıklar içinde muaccel [peşin] bir mücâzat [cezalandırma] derc [yerleştirme] etmiştir. Hasenâtın içinde, âhiretin sevâbını andıracak mânevî lezzetler, seyyiâtın [günahlar] içinde, âhiretin azabını ihsâs [hissettirme, belirtme] edecek mânevî cezâlar derc [yerleştirme] etmiştir.

Meselâ, mü’minler mâbeyninde [ara] muhabbet, ehl-i îmân [Allah’a ve Allah’tan gelen herşeye inanan kimseler, mü’minler] için güzel bir hasenedir. O hasene içinde, âhiretin maddî sevâbını andıracak mânevî bir lezzet, bir zevk, bir inşirâh-ı kalb [kalp rahatlığı] derc [yerleştirme] edilmiştir. Herkes kalbine müracaat etse bu zevki hisseder.

Meselâ, mü’minler mâbeyninde [ara] husûmet ve adâvet [düşmanlık] bir seyyiedir. [günah] O seyyie [günah] içinde, kalb ve rûhu sıkıntılarla boğacak bir azâb-ı vicdânîyi, [vicdan azabı] âlicenap [yüksek ahlâk sahibi] ruhlara hissettirir. Ben kendim, belki yüz defadan fazla tecrübe etmişim ki, bir mü’min kardeşe adâvetim [düşmanlık] vaktinde, o adâvetten [düşmanlık] öyle bir azap çekiyordum; şüphe bırakmıyordu ki, bu seyyieme [günah] muaccel [peşin] bir cezâdır, çektiriliyor.

Meselâ, hürmete lâyık zâtlara hürmet ve merhamete lâyık olanlara merhamet ve hizmet, bir hasenedir, bir iyiliktir. Bu iyilikte sevâb-ı uhrevîyi [âhiret mükâfatı, sevabı] ihsâs [hissettirme, belirtme] eder derecede öyle bir zevk, lezzet vardır ki, hayatını fedâ etmek derecesine o hürmeti, o merhameti ileri getirir. Validenin çocuğa merhametindeki şefkat vasıtasıyla kazandığı zevk ve mükâfat için hayatını o merhamet yolunda fedâ etmek dereceye gider. Yavrusunu kurtarmak için arslana saldıran bir tavuk, hayvânât milletinde bu hakikate bir misaldir. Demek, merhamet ve hürmette muaccel [peşin] bir mükâfat var; âlihimmet [yüksek gayretli, fedakâr] ve âlicenap [yüksek ahlâk sahibi] insanlar onları hisseder ki, kahramanâne bir vaziyet alıyorlar.

459

Hem, meselâ, hırs ve israfta öyle bir cezâ var ki, şekvâlı, [şikayet] meraklı, mânevî ve kalbî bir cezâ insanı sersem eder. Ve haset ve kıskançlıkta öyle bir muaccel [peşin] cezâ var ki, o haset, haset edeni yakar. Hem tevekkül ve kanaatte öyle bir mükâfat var ki, o lezzetli muaccel [peşin] sevap, fakr ve hâcâtın belâsını ve elemini izâle eder.

Hem, meselâ, gurur ve kibirde öyle bir ağır bir yük var ki, mağrur adam herkesten hürmet ister; ve istemek sebebiyle istiskal gördüğünden, dâimâ azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez. Hem, meselâ, tevâzuda [alçak gönüllü olma] ve terk-i enâniyette [bencilliği terk etmek] öyle lezzetli bir mükâfat var ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.

Hem, meselâ, sûizan [kötü düşünce] ve sû-i te’vilde, [kötü yorumlama] bu dünyada muaccel [peşin] bir cezâ var. “Men dakka dukka” kaidesiyle, sûizan [kötü düşünce] eden, sûizanna [kötü düşünce] mâruz olur. Mü’min kardeşinin harekâtını sû-i te’vil [kötü yorumlama] edenlerin harekâtı, yakın bir zamanda sû-i te’vile [kötü yorumlama] uğrar, cezâsını çeker.

Ve hâkezâ, bütün ahlâk-ı hasene [güzel ahlâk] ve seyyie [günah] bu mikyâsa [ölçü] göre ölçülmeli. Ben rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] ümid ederim ki, Risale-i Nur’dan bu zamanda tezâhür eden mânevî i’câz-ı Kur’ânîyi [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] zevk eden zâtlar, bu mânevî ezvâkı [zevkler, lezzetler] hissederler; sû-i ahlâka [kötü ahlâk] müptelâ [bağımlı] olmayacaklar, inşaallah. [Allah dilerse]

İKİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَ اْلاِنْسَ اِلاَّ لِيعْبُدُونِ * مَۤا اُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَۤا اُرِيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ * اِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ * 1

460

Şu âyet-i kerimenin zâhir mânâsı çok tefsirlerin beyanına göre yüksek i’câz-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] göstermediğinden, çok zaman zihnime ilişiyordu. Kur’ân’ın feyzinden gelen gayet güzel ve yüksek mânâlarından üç veçhini [yön] icmâlen [özet] beyan edeceğiz.

BİRİNCİSİ: Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Resulüne [Allah’ın elçisi] ait olabilecek bazı halleri, Resulünü [Allah’ın elçisi] tekrim [saygı gösterme] ve teşrif [şeref verme] noktasında bazan kendine isnad eder. İşte, burada da, “Resulüm [Allah’ın elçisi] size vazife-i risalet [peygamberlik görevi] ve tebliğ-i ubudiyet [kulluğu bildirme] hizmetine mukabil, sizden bir ecir ve ücret ve mükâfat, bir it’âm [nimet vermek, yedirip içirme] istemez” mânâsında, “Ben sizi ibadet için halk etmişim, Bana rızık vermek ve it’âm [nimet vermek, yedirip içirme] etmek için değil” meâlindeki âyet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ait it’âm [nimet vermek, yedirip içirme] ve irzâkı [rızıklandırma, rızık verme] murad etmek gerektir. Yoksa, gayet bedihî [açık, aşikâr] bir malûmu ilâm kabilinden [gibisinden, türünden] olur, i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] belâgatine [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] uygun gelmez.

İKİNCİ VECİH: İnsan rızka çok müptelâ [bağımlı] olduğu için, rızka çalışmak bahanesi, ubudiyete [Allah’a kulluk] mâni tevehhüm [kuruntu] edip kendine bir özür bulmamak için, âyet-i kerime diyor ki:

“Siz ubudiyet [Allah’a kulluk] için halk olunmuşsunuz. Netice-i hilkatiniz [yaratılış neticesi] ubudiyettir. [Allah’a kulluk] Rızka çalışmak, emr-i İlâhî [Allah’ın emri] noktasında bir nevi ubudiyettir. [Allah’a kulluk] Benim mahlûkatım ve rızıklarını deruhte [üstüne almak] ettiğim nefisleriniz ve iyâliniz [aile fertleri] ve hayvânâtınızın rızkını tedarik etmek, adeta Bana ait rızık ve it’âmı [nimet vermek, yedirip içirme] ihzar [hazırlama] etmek için yaratılmamışsınız. Çünkü Rezzak [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] Benim. Sizin müteallikatınız [alakalı, ilgili] olan ibâdımın rızkını Ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti [Allah’a kulluk] terk etmeyiniz.”

Eğer bu mânâ olmazsa, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rızık vermek ve it’âm [nimet vermek, yedirip içirme] etmek muhâliyeti bedihî [açık, aşikâr] ve malûm olduğundan, ilâm-ı malûm [bilineni bildirme] kabilinden [gibisinden, türünden] olur. İlm-i belâgatte bir kaide-i mukarreredir [kesin olarak kabul edilen kural] ki, bir kelâmın mânâsı malûm ve bedihî [açık, aşikâr] ise, o mânâ murad değil, onun bir lâzımı, bir tâbii muraddır. Meselâ, sen birisine desen “Sen

461

hafızsın,” o malûmunu ilâm kabilinden [gibisinden, türünden] olur. Demek maksud mânâsı budur ki, “Ben senin hafız olduğunu biliyorum.” Bildiğimi bilmediği için ona bildiriyorum.

İşte, bu kaideye binaen, âyet, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rızık vermeyi ve it’âm [nimet vermek, yedirip içirme] etmeyi nefyetmekten [gönderilme, sürgün] kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] olan mânâ şudur:

“Bana ait olup ve rızıklarını taahhüt ettiğim mahlûkatıma rızık yetiştirmek için halk olunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. [Allah’a kulluk] Evâmirime [emirler] göre rızka çabalamak da bir nevi ibadettir.”

ÜÇÜNCÜ VECİH: Sûre-i İhlâsta, nasıl ki لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ 1 zâhir mânâsı malûm ve bedihî [açık, aşikâr] olduğundan, o mânânın bir lâzımı muraddır. Yani, “Valide ve veledi [çocuk] bulunanlar ilâh olamazlar” mânâsında ve Hazret-i İsâ (a.s.) ve Üzeyr (a.s.) ve melâike [melek] ve nücumların [yıldızlar] ve gayr-ı hak [doğru ve gerçek olmayan] mâbudların [ibadet edilen] ulûhiyetlerini [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] nefyetmek [inkâr etmek] kastıyla, “ezelî ve ebedî” mânâsında, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ gayet bedihî [açık, aşikâr] ve malûm hükmettiği gibi, aynen onun gibi, bu misalimizde de “Rızık ve it’âm [nimet vermek, yedirip içirme] kabiliyeti olan eşya, ilâh ve mâbud [ibadet edilen] olamazlar” mânâsında, “Mâbudunuz [ibadet edilen] olan Rezzâk-ı Zülcelâl, [bütün varlıklara rızkını veren ve sonsuz haşmet sahibi Allah] sizden kendine rızık istemez ve siz Onu it’âm [nimet vermek, yedirip içirme] için yaratılmamışsınız” meâlindeki, “Rızka muhtaç ve it’âm [nimet vermek, yedirip içirme] edilen mevcudat, [var edilenler, varlıklar] mâbudiyete [ibadet edilen] lâyık değiller” demektir.

 Said Nursî

ba

462

Yirmi Üçüncü Nükte [derin anlamlı söz]

 Tarafgirâne ve Risale-i Nur’a rakibâne [rakip olarak] söylenen sözlere mukabildir

Ger [eğer] methetmekse [övme] tefahurla [gururlanma, övünme] kendinizi maksadın,

Risale-i Nur’un en sönük yıldızının peykisiniz. [uydu]

Zinhar [sakın] seyyare [gezegen] zannetme kardeşim, Risale-i Nur’un,

Arz değil, âfitab [Güneş] dahi peykidir [uydu] onun.

Pek yakında parlayacaktır âlemde Risale-i Nur,

Sönmez, belki gizlenir, zira nûrun alâ nûr. [nur üstüne nur, iyiden de iyi]

Bir nur ki, bahr-i hakikat [hakikat denizi] ve mahz-ı hidâyettir [tam anlamıyla hidâyet] o.

مَنْ اَصْحَابُ الصِّرَاطِ السَّوِىِّ وَمَنِ اهْتَدٰى 1 yı oku.

Haktan olmaz şikâyet, belki maksat hikâyet. [hikâye]

Şer’in üzere giderken Hakka malûm,

Risale-i Nur’a ki eylemiştim hem de hizmet,

Risale-i Nur ki, Aliyyü’l-Murtezâ [Hz. Ali’nin “kendisinden razı olunmuş” anlamlarına gelen bir ünvanı] ve Gavs-ı Âzam,

Celcelûtiyede ve bazı kasâidde [kasideler; kâfiyeli olarak büyük şahsiyetleri övmek için yazılan şiirler] etmişler işaret.

Risale-i Nur ki urvetü’l-vüska, [kopmaz sağlam kulp] lenfisâm, [kopmaz olan]

Temessük [sarılma] etmiştim, zira hem hidâyet ve ayn-ı hakikat, [gerçeğin kendisi]

Koydular bizleri ki orada durmuştu Yusuf aleyhisselâm

Hem de beraberimizde idi Hazret-i Üstad.

 Halil İbrahim

ba

463

Yirmi Dördüncü Nükte [derin anlamlı söz]

Zekâi’nin Rüyası

Bu sabah rüyamda, İstanbul’un Tophane sahiline benzer, saf ve berrak bir deniz kenarındayım. Kuşluk zamanında [güneşin doğuşundan yaklaşık iki saat sonrasından başlayıp öğle vaktine kadar devam eden zaman dilimi] olduğunu zannettiğim güneşin ziyası, o derya-yı azîmin [büyük deniz] üzerinde hoş parıltılar husule [meydana gelme] getiriyor. Ben deryaya müteveccihim. [yönelen] Denizin orta ve cenubu [güney] tarafından yüze yüze sahile gelen bir genç, omuzundaki bir sabanı sahile çıkardı. Orada bütün kardeşlerimize tahliyeden sonra istikbal edilmekteler iken, sahil boyunu takiben, garptan [batı] dolu dizgin iki atlı geliyor. “Üstad geliyor” dediler. Bu izdiham [yoğun kalabalık] yarıldı. Hiç durmaksızın, bu mühib [heybetli] yağız atlı ve esmer çehreli iki zat, şarka doğru uzaklaştılar. Ben o deryaya dalmak üzere iken uyandım.

Zekâi

ba

464

Yirmi Beşinci Nükte [derin anlamlı söz]

Bu Lem’anın [parıltı] başında İmam-ı Ali (r.a.) Risale-i Nur’a işaret ettiğinden, bir kardeşimiz heyecanlı bir iştiyakla [arzu, istek] Risale-i Nur’a “Elmas, Cevher, Nur” ismini takıp tekrar ederek yazmıştı. Bu Lem’anın [parıltı] âhirinde derci [yerleştirme] münasip görüldü.

Takvâ dairesinde bulunan talebe deli de olsa, acaba Risale-i Nur’un ve kıymetli Elmasın nurundan ayrılabilir mi? Öyle tahmin ederim ki, Risale-i Nur’un, bu âciz talebeniz kadar kerametini, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] faziletini, lezzetini yiyen, tatlı meyvesinden koparan nâdirdir. Hem bu kadar âcizliğimle beraber, Risale-i Nur’a hizmet edemediğim halde göstermiş olduğunuz teveccühe [ilgi] medyûn-u şükranım. [teşekkür borçlu] Binaenaleyh, Risale-i Nur’dan bendeniz değil, hiçbir talebeniz o mübarek Elmastan ve lezzetten ayrılamaz.

Affınıza mağruren, [inanarak, güvenerek] Risale-i Nur’un bu defaki taharriyâtında [araştırma] iki kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] meydana aynen çıkmıştır. Hapishane içerisinde polis, jandarma ve gardiyanlar müthiş arama yaparken, o esnâda [vakit, zaman] hiç kimse görmeden, yedi sekiz yaşında, hemşiremin mahdumu, [efendi, kendisine hizmet edilen] mektep çantasının içerisine Risale-i Nur’un nüshalarını koyarak alıp gitmiştir. Arama, bendenizin odasındaydı. Çocuk odaya geldi; odada telâş görünce, odanın bir tarafında ayrıca duran Risale-i Nur’ları çantasına koydu ve içerideki memurların hiçbirisi farkına varmadı, çocuğa da birşey demediler.

Fedakâr çocuk doğruca validesine gidiyor, “Dayımın daima bize okuduğu Risale-i Nur’ları getirdim. Bunları alacaklarmış. Ben onların haberi olmadan, onlar başka mektup, kitap karıştırırlarken aldım, çantama koydum. Bunları iyice bir yere koyunuz, muhafaza ediniz. Ben bunların okunmasını çok seviyorum. Dayım bize bunları okuyordu. O okurken ben başka bir hâlet [durum] kesb [elde etme, kazanma] ediyordum” diye validesine söylüyor ve mektebine avdet [geri dönme] ediyor. Bu sayede Elmas, Cevher, Nurlar ele geçmemiş oluyor.

Bu keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] değil de nedir? Kur’ânî bir mucize değil de nedir? Acaba bu fazilet, acaba bu lezzet, acaba bu Elmas, Cevher hangi telifatta [kaleme alma] vardır ki, bu Elmas, Cevher, Nurlar şimdiye kadar hangi zâtın ağzından dökülmüştür? Ben de, hapis değil, bu Elmas, Cevher, Nurlar için, her an, her dakika, her fedakârlığı memnuniyetle kabul ederim. Benden sonra bu Elmas, Cevher, Nurlar yoluna evlâdım Emin de bütün hayatını sarf etmeye hazırdır.

465

İşte bu Elmas, Cevher, Nurun ikinci kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ispat ile, üç yaşından sekiz yaşına kadar akrabalarım ve evlâdım, bu Elmas, Cevher, Nurlar için fedakârâne ve bu yolda hayatlarını hiç düşünmeden feda edeceklerini ispat ederim. Çünkü bu Elmas, Cevher, Nuru okurken hepsi başıma toplandı. Onları sevdim ve birer çay verdim, bu Elmas, Cevher, Nuru okumaya devam ettim. Hepsi birden “Bu nedir, bu yazı nasıl yazıdır?” sordular. Ben de dedim: “Bu Elmas, Cevher, Nurdur” diye bunlara okumaya başladım.

Onuncu Sözü okurken saatler geçmiş. Çocuklar, merakından, anlayamadıkları zaman hemen bendenize soruyorlardı. Ben de bu Elmas, Cevher, Nuru onların anlayabileceği şekilde izah ederken, çocukların renkleri, renk renk oluyordu ve güzelleşiyordu. Bendeniz de çocukların yüzüne baktıkça, hepsinde ayrı ayrı nurlu Said görüyordum.

Suallerinde “Nur hangisi, Cevher hangisi ve Elmas hangisi?” diye sorduklarında, “Evet, Nur bunu okumaktır. Bak, sizde bir güzellik meydana geldi.” Onlar da birbirinin yüzüne baktılar ve tasdik ettiler.

“Ya Elmas nedir?”

“Bu Sözleri yazmaktır. O zaman, yani yazdığınız zaman sizin yazılarınız elmas gibi kıymetli olur.” Tasdik ettiler.

“Ya Cevher nedir?”

“İşte o da bu kitaptan aldığınız imandır.” Hepsi birden şehadet getirdiler.

Bu sohbette üç dört saat geçmiş; bendeniz farkına varmadım. “İşte Elmas, Cevher, Nur budur” dedim. Tasdik ettiler. Hepsi birden bana bakıyorlardı ve “Bunu kim yazdı?” diyorlardı.

 Âciz talebeniz Şefik

ba

466

Yirmi Altıncı Nükte [derin anlamlı söz]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ اْلاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ يَخْلُقُكُمْ فِى بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِى ظُلُمَاتٍ ثَلٰثٍ * 1

âyeti, وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ 2 âyetinde beyan ettiğimiz nüktenin [derin anlamlı söz] aynını tazammun [içerme, içine alma] edip, hem onu te’yid ediyor, hem onunla teeyyüd ediyor.

Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân [açıklamaları mu’cize olan Kur’ân-ı Kerim] Sûre-i Zümer’de وَخَلَقَ لَكُمْ مِنَ اْلاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ 3 demeyip, وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ اْلاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ 4 demesiyle ifade ediyor ki: “Sekiz nevi hayvânât-ı mübârekeyi [mübârek hayvanlar] size hazine-i rahmetinden, [Allah’ın rahmet hazinesi] güya Cennetten nimet olarak indirilmiş, gönderilmiş.” Çünkü o mübârek hayvanlar, bütün cihetleriyle, bütün beşere nimet olduğundan, saçından bedevîlere seyyar hâneler, elbiseler, etinden güzel yemekler, sütünden güzel, leziz taamlar ve derilerinden pabuçlar ve saire, hattâ gübreleri mezrûâtın [tarlaya ekilen tohumlar] erzâkı ve insanların mahrûkàtı [odun kömür gibi yakılacak şeyler] hükmünde olup, güya o mübârek hayvanlar, tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etmiş ayn-ı nimet ve rahmettirler. [rahmetin ve nimetin ta kendisi]

Onun içindir ki, yağmura “rahmet” nâmı verildiği gibi, bu mübârek hayvanlara da “en’âm[deve, sığır, koyun gibi evcil hayvanlar; nimetler] nâmı verilmiş. Güya nasılki rahmet tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etmiş, yağmur olmuş; öyle de nimet dahi tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etmiş, keçi, koyun, öküz ile manda ve deve şekillerini almış. Çendan [gerçi] cismânî maddeleri yerde halk olunuyor; fakat nimetiyet

467

sıfatı ve rahmetiyet [rahmet olma özelliği] mânâsı, maddesine tamamiyle galebe [üstün gelme] ettiğinden, اَنْزَلْنَا 1 tâbiriyle, doğrudan doğruya bu mübârek hayvanları hazine-i rahmetin [Allah’ın rahmet hazinesi] birer hediyesi olarak, Hâlik-ı Rahîm, [sonsuz şefkat ve merhamet sahibi ve herşeyi yaratan Allah] yüksek mertebe-i rahmetinden [rahmet derecesi] ve mânevî, âli Cennetinden yeryüzüne indirmiş.

Evet, nasıl ki bazan beş paralık bir maddede beş liralık bir san’at derc [yerleştirme] edilir. O zaman o şeyin maddesi nazara alınmıyor; san’at noktasında kıymet veriliyor: sineğin küçücük maddesi ve içindeki pek büyük san’at-ı Rabbâniye [Allah’ın san’atı] gibi. Bazan beş liralık bir maddede beş kuruşluk bir san’at bulunur; o vakit hüküm maddenindir.

Aynen onun gibi, bazan cismânî bir maddede o kadar nimet ve rahmet mânâsı bulunur ki, yüz defa maddesinden ziyade ehemmiyetli oluyor. Âdetâ cismânî maddesi gizlenir; hüküm, nimetiyet cihetine bakar. İşte, demirin pek azîm menâfii ve çok semereleri, [meyve] onun maddî maddesini gizlediği gibi, mezkûr [adı geçen] mübârek hayvanların dahi her cüz’ünde nimet bulunması, onların cismânî maddelerini güya nimete kalb ettirmiş. Onun içindir ki, cismânî maddelerinin hükmü nazara alınmadan mânevî sıfatları nazara alınmış, وَاَنْزَلْنَا, وَاَنْزَلَ tâbir edilmiştir.

Evet, وَاَنْزَلْنَا, وَاَنْزَلَ hakikat itibârıyla [özellik] sâbık [önceki, geçmiş] nükteyi [derin anlamlı söz] ifade ettikleri gibi, belâgat [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] noktasında da ehemmiyetli bir mânâyı mûcizâne [mucizeli bir şekilde] ifade ediyorlar. Şöyle ki:

Demir gayet sert fıtratıyla ve gizliliği ve derinliğiyle beraber, her yerde hazır bulunmak ve hamur gibi yumuşatmak hâsiyetini [özellik] ihsân ettiğinden, herkes, her yerde, her işte kolayca elde etmesini ifade etmek için, وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ 2 tâbiriyle, güya fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ve semâvî nimetler gibi, demir âletlerini yukarı bir tezgâhtan indirip beşerin ellerine verilmiş gibi kolaylıkla elde ediliyor.

Hem hayvânât cinsinden, sivrisinekten tut, tâ yılan, akrep, kurt, arslana kadar insanlara zararlı vaziyetleriyle beraber, hayvânâtın mühimlerinden olan koca

468

manda ve öküz ve deve gibi büyük mahlûkat gayet derece musahhar, [boyun eğdirilmiş] mutî; [emre uyan] hattâ zayıf bir çocuğa da yularını verip itaat etmek mânâsını ifade için, وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ اْلاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ 1 tâbiriyle, güya bu mübârek hayvanlar dünya hayvanları değil ki, içinde tevahhuş [korkma, çekinme] ve zarar bulunsun. Belki mânevî bir Cennetin hayvanları gibi menfaattar, zararsızdırlar. Yukarıdan, yani, rahmet hazinesinden indirilmiştir, diye ifade ediyor.

Muhtemeldir ki, bazı müfessirlerin [açıklayan, yorumlayan] bu hayvanlar hakkında “Cennetten indirilmiştir” dedikleri, bu mânâdan ileri gelmiştir. ZahrındaHaşiye [sırt, dış yüz] Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bir harfi için bir sahife yazılsa, uzun olmuş denilmemeli. Çünkü kelâmullahtır. [Allah kelâmı] Onun için اَنْزَلَ tâbiri için iki üç sayfa yazılmakla israf edilmiş olmaz. Bazan Kur’ân’ın bir harfi, bir hazine-i mâneviyenin [mânevî hazine] anahtarı olur.

ba

469

Yirmi Yedinci Nükte [derin anlamlı söz]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * اِنَّ النَّفْسَ لاََمَّارَةٌ بِالسُّۤوءِ * 1

Meâli:Haşiye “Nefis daima kötü şeylere sevk eder” âyetinin, hem de اَعْدٰى عَدُوِّكَ نَفْسُكَ الَّتِى بَيْنَ جَنْبَيْكَ mânâ-yı şerifi: [değerli ve şerefli anlam] “Senin en zararlı düşmanın, nefsindir”2 hadisinin bir nüktesidir. [derin anlamlı söz]

Tezkiyesiz [nefsi temize çıkarmaksızın] nefs-i emmâresi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] bulunmak şartıyla, kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevmez. Eğer zâhirî sevse de samimî sevemez; belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever. Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Ve kusurunu nefsine almaz, belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie [beraat ettirme] eyler. Mübalâğalarla, belki yalanlarla nefsini medih [övgü] ve tenzih [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] ederek, adeta takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] eder ve derecesine göre, مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ 3 âyetinin bir tokadını yer.

Temeddühü [böbürlenme] ve sevdirmesi ise, aksülâmelle [işin aksi, ters tepki] istiskali celb [çekme] eder, soğuk düşürtür. Hem amel-i uhrevîde [âhirete ait iş] ihlâsı kaybeder, riyâyı karıştırır. Âkıbeti görmeyen ve neticeleri düşünmeyen ve lezzet-i hazıraya [hazır lezzet] müptelâ [bağımlı] olan hisse ve hevâ-yı nefse [nefsin yasak arzu ve istekleri] mağlûp olup, yolunu şaşırmış hissin fetvâsıyla, bir saat lezzet için bir sene hapiste yatar. Bir dakika gurur veya intikam yüzünden on sene ceza görür. Adeta, ders aldığı Amme cüz’ü[Amme Sûresiyle başlayan Kur’ân-ı Kerim’in son cüz’ü] birtek şekerlemeye satan havâi [hoppa, uçarı] bir çocuk gibi, elmas kıymetinde bulunan hasenâtını, hissini okşamak için ve hevâsını memnun etmek için ve hevesini tatmin etmek için, ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki lezzetlere, enâniyetlere vesile edip, kârlı işlerde hasâret [zarar] eder.

اَللّٰهُمَّ احْفَظْنَا مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَالشَّيْطَانِ وَمِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَاْلاِنْسَانِ * 4

470

Yirmi Sekizinci Lem’anın [parıltı] Yirmi Sekizinci Nüktesi [derin anlamlı söz]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

لاَ يَسَّمَّعُونَ اِلَى الْمَلاَِ اْلاَعْلٰى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ * دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ اِلاَّ مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاِقبٌ * 1

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَۤاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ * 2

gibi âyetlerin mühim bir nüktesi, [derin anlamlı söz] ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] bir tenkidi münasebetiyle beyan edilecek. Şöyle ki:

Cin ve şeytanın casusları, semâvat haberlerine kulak hırsızlığı yapıp, gaybî haberleri getirerek, kâhinler ve maddiyyunlar ve bazı ispritizmacılar [ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler] gibi gaipten haber vermelerini, nüzûl-ü vahyin [Allah’ın Cebrail (a.s.) vasıtası ile emirlerini Hz. Peygamber’e iletmesi] bidâyetinde, [başlangıç] vahye bir şüphe getirmemek için onların o daimî casusluğu o zaman daha ziyade şahaplarla [göktaşı] recm ve men edildiğine dair olan mezkûr [adı geçen] âyetler münasebetiyle, gayet mühim üç başlı bir suale muhtasar [kısa] bir cevaptır.

Sual: Şu gibi âyetlerden anlaşılıyor ki, cüz’î [ferdî, küçük] ve bazan şahsî bir hadise-i gaybiyeyi [gayb aleminde gerçekleşen olay] de haber almak için, gayet uzak bir mesafe olan semâvat memleketine casus şeytanların sokulması ve o çok geniş memleketin her tarafında o cüz’î [ferdî, küçük] hadisenin bahsi varmış gibi, hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa, yarım yamalak o haberi işitecek, getirecek diye bir mânâyı akıl ve hikmet kabul etmiyor.

Hem, nass-ı âyetle, [âyetin hükmü] semâvâtın üstünde bulunan Cennetin meyvelerini bazı ehl-i risalet [peygamber olarak gönderilen kimseler] ve ehl-i keramet, [Allah’ın bir ikramı olarak, olağanüstü hâl [çözüm] ve hareketler gösteren kimseler] yakın bir yerden alır gibi alıyormuş, bazan

471

yakından Cenneti temâşâ ediyormuş diye, nihayet uzaklık, nihayet yakınlık içinde bir meseledir ki, bu asrın aklına sığmaz.

Hem cüz’î [ferdî, küçük] bir şahsın cüz’î [ferdî, küçük] bir ahvâli, [haller] küllî ve geniş olan semâvat memleketindeki mele-i âlânın [en yüce mertebe] medar-ı bahsi [bahis sebebi, söz konusu] olması, gayet hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] olan tedvîr-i kâinatın [kâinatın idaresi] hikmetine muvafık gelmiyor. Halbuki bu üç mesele de hakaik-i İslâmiyeden [İslâmın gerçekleri] sayılıyor.

Elcevap:

Evvelâ: On Beşinci Söz namındaki bir risalede, Yedi Basamak namında yedi kat’î mukaddime [başlangıç] ile,

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَۤاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ * 1

âyetinin ifade ettiği, yıldızlarla, şeytan casusların semâvattan ref ve tard [kovma] ı [ortadan kaldırma ve kovma] öyle bir surette ispat edilmiş ki, en muannid [inatçı] maddiyyunu dahi iknâ eder, susturur ve kabul ettirir.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu uzak zannedilen o üç hakikat-i İslâmiyeyi [İslâm hakikatleri, gerçekleri] kısa zihinlere yakınlaştırmak için bir temsil ile işaret edeceğiz.

Meselâ, bir hükûmetin daire-i askeriyesi [askeriye dairesi] memleketin şarkında ve daire-i adliyesi [adliye dairesi] garbında [batı] ve daire-i maarifi [eğitim-öğretim dairesi] şimalinde [kuzey] ve daire-i ilmiyesi [ilim dairesi, millî eğitim dairesi] cenubunda [güney] ve daire-i mülkiyesi [hükümetin sahip olduğu alan, vatan sınırları] ortasında bulunsa; telsiz, telefon, telgrafla, gayet muntazam bir surette, her daire alâkadar olduğu vaziyetleri görse, haber alsa; adeta umum o memleket, adliye dairesi olduğu halde, askerî dairesidir ve mülkiye [yönetim daireleri ve kadroları] dairesi olduğu gibi, ilmiye dairesi oluyor.

Hem meselâ, müteaddit [bir çok] devletler ve ayrı ayrı payitahtları [başkent] bulunan hükûmetlerin, bazan oluyor ki, müstemlekât [sömürgeler] cihetiyle veya imtiyazat [ayrıcalıklar] haysiyetiyle veya ticaretler münasebetiyle birtek memlekette ayrı ayrı hâkimiyetlikleri bulunur.

472

Raiyet [halk] ve millet bir olduğu halde, herbir hükûmet, kendi imtiyazı cihetiyle, o raiyetle [halk] münasebettardır. [alâkalı, ilgili] Birbirinden çok uzak o hükûmetlerin muamelâtı [davranışlar] birbirine temas ediyor, her hanede birbirine yakınlaşıyor ve her adamda iştirakleri oluyor. Cüz’î [ferdî, küçük] meseleleri, temas noktalarındaki cüz’î [ferdî, küçük] bir dairede görülür. Yoksa, her cüz’î [ferdî, küçük] bir mesele, daire-i külliyeden [büyük ve geniş daire] alınmıyor. Fakat o cüz’î [ferdî, küçük] meselelerden bahsedildiği zaman, doğrudan doğruya daire-i külliyenin [büyük ve geniş daire] kanunuyla olduğu cihetiyle, daire-i külliyeden [büyük ve geniş daire] alınıyor gibi ve o dairede medar-ı bahis [söz konusu] olunmuş bir mesele şekli verilir tarzda ifade edilir.

İşte bu iki temsil gibi, semâvat memleketi, payitaht [başkent] ve merkez itibarıyla gayet uzak olduğu halde, arz memleketinde insanların kalblerine uzanmış mânevî telefonları olduğu gibi, semâvat âlemi, yalnız âlem-i cismanîye [maddî âlem] bakmıyor; belki âlem-i ervâhı [ruhlar âlemi] ve âlem-i melekûtu [İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen mânâ âlemi] tazammun [içerme, içine alma] ettiğinden, bir cihette perde altında âlem-i şehadeti [görünen alem] ihata [herşeyi kuşatma] etmiştir.

Hem âlem-i bâkiden [devamlı ve kalıcı âlem] ve dâr-ı bekàdan [daimî ve kalıcı yer] olan Cennet dahi, hadsiz uzaklığıyla beraber, yine o daire-i tasarrufâtı, [tasarruf ve faaliyet dairesi, alanı] perde-i şehadet [görünen âlem, dünya perdesi] altında, her tarafta nuranî bir surette uzanmış, yayılmış. Sâni-i Hakîm-i Zülcelâlin [herşeyi san’atla ve hikmetle yaratan, sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Allah] hikmetiyle, kudretiyle, nasıl ki insanın başında yerleştirdiği duygularının merkezleri ayrı ayrı olduğu halde, herbiri umum o vücuda, o cisme hükmediyor ve daire-i tasarrufuna [tasarruf ve faaliyet dairesi, alanı] alabiliyor. Öyle de, bu insan-ı ekber [büyük insan] olan kâinat dahi, mütedahil [birbiri içinde] ve birbiri içinde bulunan daireler gibi, binler âlemleri ihtivâ ediyor. Onlarda cereyan eden ahvâlin [haller] ve hadiselerin küllî ve cüz’iyeti ve hususiyeti ve azameti cihetiyle medar-ı nazar [bakışları üzerinde toplayan] olur, yani, o cüzler cüz’î [ferdî, küçük] ve yakın yerlerde ve küllî ve azametliler küllî ve büyük makamlarda görülür.

Fakat bazan cüz’î [ferdî, küçük] ve hususî bir hadise büyük bir âlemi istilâ eder. Hangi köşede dinlenilse, o hadise işitilir. Ve bazan da büyük tahşidat, [öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma] düşmanın kuvvetine karşı değil, belki izhar-ı haşmet [ihtişamın, heybetin açığa vurulması] için yapılır. Meselâ, hadise-i Muhammediye (a.s.m.)

473

ve vahy-i Kur’ân‘ın [vahiyle gelen Kur’ân-ı Kerim] hadise-i kudsiyesi, [kutsal olay] umum semâvat memleketinde, hattâ o memleketin her köşesinde en mühim bir hadise olduğundan, doğrudan doğruya çok uzak ve çok yüksek olan koca semâvâtın burçlarına nöbettarlar dizilip, yıldızlardan mancınıkları atarak casus şeytanları tard [kovma] ve def ediyorlar vaziyetinde göstermek ve ifade etmekle, vahy-i Kur’ânînin [vahiyle gelen Kur’ân-ı Kerim] derece-i haşmetini [heybet ve görkemin derecesi] ve şâşaa-i saltanatını [gösterişli ve göz alıcı saltanat] ve hiçbir cihette şüphe girmeyen derece-i hakkaniyetini [gerçeklik derecesi] ilâna bir işaret-i Rabbâniye [Allah’ın işareti] olarak, o vakitte ve o asırda daha ziyade yıldızlar düşürülüyormuş ve atılıyormuş. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] dahi, o ilân-ı tekvîniyeyi [varlıkların yaratılışıyla insanlara duyurulan gerçekler] tercüme edip ilân ediyor ve o işaret-i semâviyeye işaret eder.

Evet, bir melâikenin [melekler] üfürmesiyle uçurulabilir olan casus şeytanları böyle bir işaret-i azîme-i semâviye [göklerde sergilenen büyük işaretler] ile, melâikelerle [melekler] mübareze [karşı koyma] ettirmek, elbette o vahy-i Kur’ânînin [vahiyle gelen Kur’ân-ı Kerim] haşmet-i saltanatını [saltanatın görkemi] göstermek içindir. Hem bu haşmetli olan beyan-ı Kur’ânî [Kur’ân’ın açıklaması] ve azametli tahşidât-ı semâviye [göğün üzerinde çokça durma, gökten çok bahsetme] ise, cinnîlerin, şeytanların, semâvat ehlini [semâda yaşayan varlıklar; melekler, ruhaniler] mübarezeye [karşı koyma] ve müdafaaya sevk edecek bir iktidarları, bir müdafaaları bulunduğunu ifade için değil, belki kalb-i Muhammedîden [Hz. Peygamberin mânevî kalp [sahte para] duygusu] (a.s.m.) tâ semâvat âlemine, tâ Arş-ı Âzama [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] kadar olan uzun yolda, hiçbir yerde cin ve şeytanın müdahaleleri olmamasına işaret için, vahy-i Kur’ânî, [vahiyle gelen Kur’ân] koca semâvatta, umum melâikece [melekler] medar-ı bahis [söz konusu] olan bir hakikattir ki, bir derece ona temas etmek için, şeytanlar tâ semâvâta kadar çıkmaya mecbur olup, hiçbir şeye muvaffak olamayarak recmedilmesiyle işaret ediyor ki, kalb-i Muhammedîye [Hz. Peygamberin mânevî kalp [sahte para] duygusu] (a.s.m.) gelen vahiy ve huzur-u Muhammediyeye [Hz. Peygamberin huzuru, bulunduğu yer] (a.s.m.) gelen Cebrail ve nazar-ı Muhammedîye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) bakışı] (a.s.m.) görünen hakaik-i gaybiye, [bilinmeyen ve görünmeyen âlemlere ait gerçekler] sağlam ve müstakimdir, [doğru ve düzgün] hiçbir cihetle şüphe girmez diye, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] mucizâne [mu’cizeli bir şekilde] haber veriyor.

474

Amma Cennetin uzaklığıyla beraber, âlem-i bekàdan [devamlı ve kalıcı âlem] olduğu halde en yakın yerlerde görülmesi ve bazan ondan meyve alınması ise, evvelki iki temsil sırrıyla anlaşıldığı gibi, bu âlem-i fâni [gelip geçici dünya] ve âlem-i şehadet [görünen alem] ise, âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve dâr-ı bekàya [daimî ve kalıcı yer] bir perdedir. Cennetin merkez-i kübrâ[en büyük merkez] uzakta olmakla beraber, âlem-i misal [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] âyinesi [aynası] vasıtasıyla her tarafta görünmesi mümkün olduğu gibi, hakkalyakin [bizzat yaşamak suretiyle, kesin bilgiye ulaşma] derecesindeki imanlar vasıtasıyla, Cennetin bu âlem-i fânide—temsilde [gelip geçici dünya] hata olmasın—bir nevi müstemlekeleri [başka bir devletin idaresi altında bulunan memleket, yer, sömürge] ve daireleri bulunabilir. Ve kalb telefonuyla, yüksek ruhlarla muhabereleri olabilir, hediyeleri gelebilir.

Amma bir daire-i külliyenin [büyük ve geniş daire] cüz’î [ferdî, küçük] bir hadise-i şahsiye [şahsi olay] ile meşgul olması, yani, kâhinlere gaybî haberleri getirmek için şeytanlar tâ semâvâta çıkıp kulak veriyorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsirlerdeki ifadelerin bir hakikati şu olmak gerektir ki:

Semâvat memleketinin payitahtına [başkent] kadar gidip o cüz’î [ferdî, küçük] haberleri almak değildir. Belki cevv-i havaya [gökyüzü, atmosfer] dahi şümulü [kapsam] bulunan semâvat memleketinin—teşbihte hata yok—karakolhaneleri hükmünde bazı mevkileri var ki, o mevkilerde arz memleketiyle münasebettarlık [alâkalı, ilgili] oluyor. Cüz’î [ferdî, küçük] hadiseler için, o cüz’î [ferdî, küçük] makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hattâ kalb-i insanî [insan kalbi] dahi o makamlardan birisidir ki, melek-i ilham [ilham meleği] ile şeytan-ı hususî, [özel şeytan] o mevkide mübareze [karşı koyma] ediyorlar. Ve hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniye ve hâdisât-ı Muhammediye [Hz. Muhammed (a.s.m.) ile ilgili gelişen olaylar] (a.s.m.) ise, ne kadar cüz’î [ferdî, küçük] de olsa, en büyük, en küllî bir hadise-i mühimme hükmünde, en küllî bir daire olan Arş-ı Âzamda [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] ve daire-i semâvatta—temsilde hata olmasın—mukadderât-ı kâinatın mânevî ceridelerinde [gazete] neşrolunuyor gibi, her köşede medar-ı bahis [söz konusu] oluyor diye beyan ile beraber, kalb-i Muhammedîden [Hz. Peygamberin mânevî kalp [sahte para] duygusu] (a.s.m.) tâ daire-i Arşa varıncaya kadar ise, hiçbir cihetle müdahale imkânı olmadığından, semâvâtı dinlemekten

475

başka şeytanların çaresi kalmadığını ifade ile, vahy-i Kur’ânî [vahiyle gelen Kur’ân] ve nübüvvet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) ne derece yüksek bir derece-i hakkaniyette [gerçeklik derecesi] olduğunu ve hiçbir cihetle hilâf [aykırı ve zıt olan] ve yanlış ve hile ile ona yanaşmak mümkün olmadığını, gayet beliğane, [belâgatli] belki mucizâne [mu’cizeli bir şekilde] ilân etmek ve göstermektir.

Said Nursî

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1