MEKTUBAT – On Beşinci Mektup (82-95)

82

On Beşinci Mektup

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

AZİZ kardeşim,

SENİN BİRİNCİ SUALİN ki, “Sahabeler nazar-ı velâyetle [velîlik bakışı] müfsitleri [bozguncu] neden keşfedemediler? Tâ, Hulefâ-yı Râşidînin [dört büyük halife; Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali] üçünün şehadetini netice verdi. Halbuki, küçük Sahabelere, büyük velîlerden daha büyük deniliyor.”

Elcevap: Bunda iki makam var.

Birinci Makam

Dakik [derin ve ince] bir sırr-ı velâyetin [velîlik sırrı] beyanıyla sual halledilir. Şöyle ki:

Sahabelerin velâyeti, [velilik] velâyet-i kübrâ [en büyük velâyet] denilen, veraset-i nübüvvetten [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] gelen, berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] tarikine uğramayarak, doğrudan doğruya zâhirden hakikate geçip akrebiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın kula olan yakınlığı] inkişafına [açığa çıkma] bakan bir velâyettir [velilik] ki, o velâyet [velilik] yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Harikaları az, fakat meziyâtı [meziyetler, üstün özellikler] çoktur. Keşif ve keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] orada az görünür.

Hem evliyanın kerametleri [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ise, ekserisi ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] değil. Ummadığı yerden, ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] olarak bir harika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ekserisi de, seyr ü sülûk [mânevî yol alma] [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] zamanında tarikat berzahından [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] geçtikleri vakit, âdi beşeriyetten bir derece tecerrüd [sıyrılma] ettiklerinden, hilâf-ı âdet [âdete aykırı, kural dışı] hâlâta [durumlar, haller] mazhar [erişme, nail olma] olurlar.

83

Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin [Peygamberimizin (a.s.m.) sohbeti] in’ikâsıyla [yansıma] ve incizâbıyla ve iksiriyle, tarikatteki seyr ü sülûk [mânevî yol alma] [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] daire-i azîminin [geniş ve büyük daire] tayyına mecbur değildirler. Bir kademde [adım] ve bir sohbette, zâhirden hakikate geçebilirler. Meselâ, nasıl ki dün geceki Leyle-i Kadre [Kadir gecesi] ulaşmak için iki yol var:

Biri, bir sene gezip dolaşıp tâ o geceye gelmektir. Bu kurbiyeti [yakın] kazanmak için bir sene mesafeyi tayyetmek [atlamak] lâzım gelir. Şu ise, ehl-i sülûkün [İlâhî hakikatlere ulaşmak için bir rehber öncülüğünde mânevî yolculuğa çıkanlar] mesleğidir ki, ehl-i tarikatin [tarikata mensup olanlar] çoğu bununla gider.

İkincisi, zamanla mukayyet [kayıt altında, bağlı] olan cism-i maddî [maddî cisim, beden] gılâfından [kılıf, örtü] sıyrılıp tecerrüdle [sıyrılma] ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadri [Kadir gecesi] öbür gün leyle-i îyd ile beraber, bugünkü gibi hazır görmektir. Çünkü ruh zamanla mukayyet [kayıt altında, bağlı] değil. Hissiyat-ı insaniye [insanın hisleri, duyguları] ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman [şimdiki zaman] genişlenir; başkalarına nisbeten mazi [geçmiş] ve müstakbel [gelecek] olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir.

İşte bu temsile göre, dün geceki Leyle-i Kadre [Kadir gecesi] geçmek için, mertebe-i ruha [ruh mertebesi] çıkıp maziyi hazır derecesinde görmektir. Şu sırr-ı gàmızın [anlaşılması zor sır] esası, akrebiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın kula olan yakınlığı] inkişafıdır. [açığa çıkma] Meselâ, güneş bize yakındır; çünkü ziyası, harareti ve misali âyinemizde ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız. Eğer biz nuraniyet noktasında onun akrebiyetini [pek yakınlık, Allah’ın varlıklara olan yakınlığı] hissetsek, âyinemizdeki misalî olan timsaline [görüntü] münasebetimizi anlasak, o vasıtayla onu tanısak; ziyası, harareti, heyeti ne olduğunu bilsek, onun akrebiyeti [pek yakınlık, Allah’ın varlıklara olan yakınlığı] bize inkişaf [açığa çıkma] eder ve yakınımızda onu tanıyıp münasebettar [alâkalı, ilgili] oluruz. Eğer biz bu’diyetimiz [uzaklık] nokta-i nazarından [bakış açısı] ona yakınlaşmak ve tanımak istesek, pek çok seyr-i fikrîye [fikren dolaşma] ve sülûk-u aklîye [aklın bir yol tutması] mecbur oluruz ki, kavânin-i fenniye [bilimsel kanunlar] ile fikren semâvâta çıkıp semâdaki güneşi tasavvur ederek, sonra mahiyetindeki ziya ve harareti ve ziyasındaki elvân-ı seb’a[yedi renk] uzun uzadıya tetkikat-ı fenniye [bilimsel araştırma ve incelemeler] ile anladıktan sonra, birinci adamın kendi âyinesinde az bir tefekkürle elde ettiği kurbiyet-i mâneviyeyi [mânevî yakınlık; kulun Allah’a yakınlığı] ancak elde edebiliriz.

84

İşte şu temsil gibi, nübüvvet [peygamberlik] ve veraset-i nübüvvetteki [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] velâyet, [velilik] sırr-ı akrebiyetin [Cenâb-ı Hakkın varlıklara olan yakınlığının sırrı] inkişafına [açığa çıkma] bakar. Velâyet-i saire [diğer velîlik usulleri] ise, ekseri kurbiyet esası üzerine gider, birçok merâtipte [mertebeler] seyr ü sülûk [mânevî yol alma] e [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] mecbur olur.

İkinci Makam

O hâdisâta sebebiyet veren ve fesadı çeviren birkaç Yahudiden ibaret değildir ki, onları keşfetmekle fesadın önü alınsın. Çünkü, pek çok muhtelif milletlerin İslâmiyete girmeleriyle, birbirine zıt ve muhalif çok cereyanlar ve efkâr [fikirler] karıştı. Bahusus, [hususan, özellikle] bazıların gurur-u millîleri [millî gurur] Hazret-i Ömer’in (r.a.) darbeleriyle dehşetli yaralandığından, seciyeten [huy, karakter] intikama fırsat beklerlerdi. Çünkü, onların hem eski dini iptal edilmiş, hem medar-ı şerefi [şeref kaynağı] olan eski hükûmeti ve saltanatı tahrip edilmiş. İntikamını, bilerek veya bilmeyerek hâkimiyet-i İslâmiyeden [İslâmiyetin hâkimiyeti] almaya hissen taraftar bir suret almış. Onun için, Yahudi gibi zeki ve dessas [hilebaz, aldatıcı] bir kısım münafıklar, o hâlet-i içtimaiyeden [sosyal durum, hal] istifade ettiler denilmiş. Demek, o hâdisâtın önünü almak, o vakitteki hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] ve muhtelif efkârı [fikirler] ıslahla olurdu. Yoksa, bir iki müfsidin [bozguncu] keşfedilmesiyle olmazdı.

Eğer denilse: “Hazret-i Ömer’in (r.a.) minber [câmide hutbe okunan yer] üstünde, bir aylık mesafede bulunan Sâriye namındaki bir kumandanına, يَاسَارِيَةُ اَلْجَبَلَ اَلْجَبَلَ 1deyip, Sâriye’ye işittirip, sevkülceyş [ordunun sevk ve idaresi] noktasından zaferine sebebiyet veren kerâmetkârâne [kerâmetli bir şekilde] kumandası ne derece keskin nazarlı [görüşlü, bakışlı] olduğunu gösterdiği halde, neden yanındaki kàtili Firuz’u o keskin nazar-ı velâyetiyle [velîlik bakışı] görmedi?”

Elcevap: Hazret-i Yakup aleyhisselâmın verdiği cevapla cevap veririz.Haşiye [dipnot]

85

Yani, Hazret-i Yakup’tan sorulmuş ki, “Niçin Mısır’dan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Kenan Kuyusundaki Yusuf’u görmedin?” Cevaben demiş ki:

“Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.”

Elhasıl, [kısaca, özetle] insan her ne kadar fâil-i muhtar [dilediğini yapmakta serbest olan] ise de, fakat  وَمَا تَشَۤاؤُنَ اِلاَّۤ اَنْ يَشَۤاءَ اللهُ 1 sırrınca, meşiet-i İlâhiye [Allah’ın dilemesi] asıldır, kader hâkimdir. Meşiet-i İlâhiye, [Allah’ın dilemesi] meşiet-i insaniyeyi [insanın dilemesi, iradesi] geri verir, اِذَا جَۤاءَ الْقَدَرُ عَمِىَ الْبَصَرُ 2 hükmünü icra eder. Kader söylese, iktidar-ı beşer [insanın güç ve kudreti] konuşmaz, ihtiyar-ı cüz’î [cüz’î irade, insana ait sınırlı seçme ve dileme özgürlüğü] susar.

İKİNCİ SUÂLİNİZİN MEÂLİ: Hazret-i Ali (r.a.) zamanında başlayan muharebelerin mahiyeti nedir? Muhariplere ve o harpte ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz?

Elcevap: Cemel Vak’ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddîka (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) arasında olan muharebe, adalet-i mahzâ [mutlak adâlet; tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukukunu hiçbir şey için fedâ etmeme” esasına dayanan adalet sistemi] ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki:

Hazret-i Ali, adalet-i mahzâ[mutlak adâlet; tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukukunu hiçbir şey için fedâ etmeme” esasına dayanan adalet sistemi] esas edip Şeyheyn [Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer (r.a.)] zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muârızları [karşı çıkan, muhalif] ise, Şeyheyn [Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer (r.a.)] zamanındaki safvet-i İslâmiye [İslâmiyetin saflığı, temizliği] adalet-i mahzâya [mutlak adâlet; tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukukunu hiçbir şey için fedâ etmeme” esasına dayanan adalet sistemi] müsait idi; fakat mürur-u zamanla [zaman aşımı, zamanın geçmesi] İslâmiyetleri zayıf muhtelif akvam [kavimler] hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye [İslâmın sosyal hayatı] girdikleri için, adalet-i mahzânın [mutlak adâlet; tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukukunu hiçbir şey için fedâ etmeme” esasına dayanan adalet sistemi] tatbikatı çok müşkül [zorluk] olduğundan, “ehvenüşşerri [iki şerden daha az zararlı olanı] ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye

86

esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye [içtihatla ilgili tartışma] siyasete girdiği için muharebeyi intac [netice verme] etmiştir.

Madem sırf lillâh için ve İslâmiyetin menâfii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüt [doğma] etmiş; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır [Allah tarafından mükâfata lâyık görülenler] diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali’nin içtihadı musîb [isabet eden, isabetli] ve mukàbilindekilerin hata ise de, yine azâba müstehak değiller. Çünkü, içtihad eden, hakkı bulsa iki sevap var; bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır, hatasından mazurdur. Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet [delil] bir zât-ı muhakkik, [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlim zât] Kürtçe demiş ki:

ژِى شَرِّ صَحَابَانْ مَكَه قَالُ وقِيلْ * لَوْرَا جَنَّتِينَه قَاتِلُ وهَمْ قَتِيلْ

Yani: “Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kàl [dil, söz, kelâm] etme. Çünkü hem kàtil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettirler.”

Adalet-i mahzâ [mutlak adâlet; tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukukunu hiçbir şey için fedâ etmeme” esasına dayanan adalet sistemi] ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki

مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى اْلاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا * 1

Âyetin mânâ-yı işarîsiyle, [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nazar-ı merhametinde [merhamet bakışı] hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.

Adalet-i izafiye ise, küllün selâmeti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer [iki şerden daha az zararlı olanı] diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahzâ [mutlak adâlet; tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukukunu hiçbir şey için fedâ etmeme” esasına dayanan adalet sistemi] kàbil-i tatbik [uygulanabilir] ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.

İşte, İmam-ı Ali radıyallahü anh, adalet-i mahzâ[mutlak adâlet; tam ve mükemmel adalet; “ferdin hukukunu hiçbir şey için fedâ etmeme” esasına dayanan adalet sistemi] Şeyheyn [Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer (r.a.)] zamanındaki gibi

87

kàbil-i tatbiktir [uygulanabilir] deyip, hilâfet-i İslâmiyeyi [İslâm halifeliği] o esas üzerine bina ediyordu. Mukàbilleri ve muarızları [itiraz eden, karşı gelen] ise, “Kàbil-i tatbik [uygulanabilir] değil; çok müşkülâtı var’ diye, adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab [sebebler] ise, hakikî sebep değiller, bahanelerdir.

Eğer desen: “Hilâfet-i İslâmiye [İslâm halifeliği] noktasında İmam-ı Ali’nin fevkalâde iktidarı, harikulâde zekâsı ve yüksek liyakatiyle beraber, seleflerine [önce gelen, önceki, yerine geçilen] nisbeten muvaffakiyetsizliği [başarı] nedendir?”

Elcevap: O mübarek zât, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyıktı. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye [siyasî başarı] ve tamam saltanat olsaydı, Şâh-ı Velâyet [velîlik makamının şâhı, başı] ünvan-ı mânidârını bihakkın [gerçek anlamıyla] kazanamayacaktı. Halbuki, zâhirî ve siyasî hilâfetin pek çok fevkinde [üstünde] mânevî bir saltanat kazandı ve üstad-ı küll [bütün zamanlarda herkesin üstadı] hükmüne geçti, hattâ kıyamete kadar saltanat-ı mânevîsi [mânevî saltanat, egemenlik] bâki kaldı.

Amma Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffin‘de [Sıffin olayı, savaşı] Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilâfet ve saltanatın muharebesidir. Yani, Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi [İslâmın gerçekleri] ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını [bir şeyin gerekli neticeleri] onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi [İslâmın sosyal hayatı] saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam [kabul etme, taraftarlık] ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.

Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi [İslâm devleti] Arap milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti [İslâm bağı] rabıta-i milliyetten [milliyet bağı] geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.

Birisi: Milel-i saireyi [diğer milletler] rencide ederek tevhiş [ürkütüp kaçırma] ettiler.

88

Diğeri: Unsuriyet [ırkçılık] ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver [ırkçı] bir hâkim, millettaşını tercih eder, adalet edemez.

اَلْاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ لاَ فَرْقَ بَيْنَ عَبْدٍ حَبَشِىٍّ وَسَيِّدٍ قُرَيْشِىٍّ اِذَۤا اَسْلَمَا * 1

ferman-ı kat’îsiyle, [kesin emir, buyruk] rabıta-i diniye [din bağı] yerine rabıta-i milliye [milliyet bağı] ikame edilmez. Edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider.

İşte, Hazret-i Hüseyin, rabıta-i diniyeyi [din bağı] esas tutup, muhik [haklı] olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz [kazanma, elde etme] etmiş.

Eğer denilse: “Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde neden muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] ve rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] onların feci bir âkıbete uğramasına müsaade etmiş?”

Elcevap: Hazret-i Hüseyin’in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak [karışma, katılma] eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri [millî gurur] cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam [intikam düşüncesi] bulunması, Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının sâfi ve parlak mesleklerine halel [eksik, kusur] verip mağlûbiyetlerine sebep olmuş.

Amma kader nokta-i nazarında [bakış açısı] feci âkıbetin hikmeti ise:

Hasan ve Hüseyin (r.a.) ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet [aday] idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem’i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi—tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat [geçici] ve surî [görünüşte] bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye [mânevî saltanat] tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına [kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler] merci oldular.

89

ÜÇÜNCÜ SUALİNİZ: “O mübarek zâtların başına gelen o feci, gaddârâne [acımasızca] muamelenin hikmeti nedir?” diyorsunuz.

Elcevap: Sabıkan [bundan önce] beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin’in muarızları [itiraz eden, karşı gelen] olan Emevîler saltanatında, merhametsiz gadre [zulüm, acımasızlık] sebebiyet verecek üç esas vardı:

Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu [kâide, kural] olan, “Hükûmetin selâmeti ve âsâyişin devamı için eşhas [kişiler] feda edilir.”

İkincisi: Onların saltanatı unsuriyet [ırkçılık] ve milliyete istinad ettiği için, milliyetin gaddârâne [acımasızca] bir düsturu [kâide, kural] olan, “Milletin selâmeti için herşey feda edilir.”

Üçüncüsü: Emevîlerin Hâşimîlere [Peygamberimizin mensup olduğu kabileden gelen] karşı an’anesindeki rekabet damarı, Yezid gibi bazılarında bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre [zulüm, acımasızlık] kàbiliyet göstermişti.

Dördüncü bir sebep de, Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) taraftarlarında bulunuyordu ki, Emevîlerin, Arap milliyetini esas tutup sair milletlerin efradına [bireyler] “memalik” tabir ederek köle nazarıyla bakmaları ve gurur-u milliyelerini [millî gurur] kırmaları yüzünden, milel-i saire [diğer milletler] Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) cemaatine intikamkârâne [intikam alır bir şekilde] ve müşevveş [dağınık, karışık] bir niyetle iltihak [karışma, katılma] ettiklerinden, Emevîlerin asabiyet-i milliyelerine [ırçılık damarı] fazla dokunmuş, gayet gaddârâne [acımasızca] ve merhametsizcesine, meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir.

Mezkûr [adı geçen] dört esbab, [sebebler] zâhirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit, Hazret-i Hüseyin (r.a.) ve akrabasına, o facia sebebiyle hasıl olan netâic-i uhreviye [âhiretteki neticeler] ve saltanat-ı ruhaniye [ruhanî, mânevî olarak devam eden saltanat] ve terakkiyât-ı mâneviye [manevî ilerlemeler] o kadar kıymettardır ki, o facia ile çektikleri zahmet gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, [asker] bir saat işkence altında şehid edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer [asker] şehid olduktan sonra ona sorulabilse, “Az birşeyle pek çok şeyler kazandım” diyecektir.

DÖRDÜNCÜ SUALİNİZİN MEÂLİ: Âhirzamanda Hazret-i İsâ aleyhisselâm Deccalı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka [hak din] girerler. Halbuki, rivayetlerde gelmiştir ki, “Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz.”1

90

Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre [inançsızlık, inkâr] giderler?

Elcevap: Hadîs-i sahihte [sahih hadîs; Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olduğu kesin bilinen ve doğru senetlerle aktarılan hadis] rivayet edilen, “Hazret-i İsâ aleyhisselâmın geleceğini ve şeriat-i İslâmiye [İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm] ile amel edeceğini, Deccalı öldüreceğini”1 imanı zayıf olanlar istib’ad [akıldan uzak görme] ediyorlar. Onun hakikati izah edilse, hiç istib’ad [akıldan uzak görme] yeri kalmaz. Şöyle ki:

O hadîsin ve Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] ve Mehdi hakkındaki hadîslerin2 ifade ettikleri mânâ budur ki:

Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:

Birisi: Nifak [ayrılık, dağılma] perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın [iki yüzlü kimseler, münafıklar] başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin [İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm] tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin [Peygamberimizin (a.s.m.) âilesi ve onun soyundan gelenler] silsile-i nuranîsine [nur zinciri] bağlanan ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] ve ehl-i kemâlin [kemâl sahibi olgun kimseler] başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, [nûrânî zât, Hz. Peygamber] o Süfyanın [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] olan cereyan-ı münafıkaneyi [münafıklık cereyanı, akımı] öldürüp dağıtacaktır.

İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, [her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler] maddiyyun felsefesinden tevellüt [doğma] eden bir cereyan-ı Nemrudâne, [Nemrud gibi zulüm ve zorbalıkla ve dinsizlikle iş gören akım] gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye [her şeyi maddeye dayandıran felsefe] vasıtasıyla intişar [açığa çıkma, yayılma] ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] inkâr edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zâbitan [subay] ve efrad [bireyler] onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşî bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûnâ hâkimiyet verir. Öyle de, Allah’ı inkâr eden o cereyan efradları, [bireyler] birer küçük Nemrut hükmünde nefislerine birer rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] verir. Ve onların başına geçen en büyükleri,

91

ispritizma [ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler] ve manyetizmanın [telkin ve hipnoz yolu ile birini tesir altına alma] hâdisâtı nev’inden müthiş harikalara mazhar [erişme, nail olma] olan Deccal ise, daha ileri gidip, cebbârâne [zorbaca, zor kullanarak] surî [görünüşte] hükûmetini bir nevi rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] tasavvur edip ulûhiyetini [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] ilân eder. Bir sineğe mağlûp olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] dâvâ etmesi ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur.

İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiyenin semâsından nüzul edecek, halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi [saflaşma, arınma] edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye [İslâmın gerçekleri] ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] edecektir. Ve Kur’ân’a iktida [uyma] ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] tâbi ve İslâmiyet metbû [tabi olunan, uyulan] makamında kalacak, din-i hak [hak din] bu iltihak [karışma, katılma] neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.

Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevîlik ve İslâmiyet, ittihad [birleşme] neticesinde dinsizlik cereyanına galebe [üstün gelme] edip dağıtacak istidadında [kabiliyet] iken, âlem-i semâvâtta [gökler âlemi] cism-i beşerîsiyle [insan cismi, bedeni] bulunan şahs-ı İsâ [Hz. İsâ’nın (a.s.) şahsı] aleyhisselâm, o din-i hak [hak din] cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, [doğru sözlü haber verici olan Peygamber Efendimiz (a.s.m.)] bir Kadîr-i Külli Şeyin [her şeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi olan Allah] vaadine istinad ederek haber vermiştir.1 Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadîr-i Külli Şey [her şeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi olan Allah] vaad etmiş, elbette yapacaktır.

Evet, her vakit semâvâttan melâikeleri [melekler] yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz’ [koyma, yerleştirme] eden (Hazret-i Cibril’in Dıhye suretine girmesi2 gibi) ve ruhanîleri

92

âlem-i ervahtan [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] gönderip beşer suretine temessül [belirme, görünme] ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını [ruhlar] cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl, [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] Hazret-i İsâ aleyhisselâmı, İsâ dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi [güzel son] için, değil semâ-i dünyada [dünya semâsı, gökyüzü] cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsâ, belki âlem-i âhiretin [âhiret âlemi] en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme [büyük netice] için ona yeniden ceset giydirip dünyaya göndermek, o Hakîmin hikmetinden uzak değil. Belki onun hikmeti öyle iktiza [bir şeyin gereği] ettiği için vaad etmiş ve vaad ettiği için elbette gönderecek.

Hazret-i İsâ aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî İsâ olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb [yakınlar, yakınlaşmış kimseler] ve havassı, [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] nur-u imanla [iman aydınlığı] onu tanır. Yoksa, bedâhet [açıklık] derecesinde herkes onu tanımayacaktır.

Sual: Rivayetlerde 1 gelmiş ki, “Deccalın bir yalancı cenneti var; kendine tâbi olanları ona atar. Hem yalancı bir cehennemi var; tâbi olmayanları ona atar. Hattâ o kendi merkebinin de bir kulağını cennet gibi, bir kulağını da cehennem gibi yapmış. Azamet-i bedeniyesi [bedenin büyüklüğü] bu kadardır, şu kadardır”2 diye tarifat var.

Elcevap: Deccalın şahs-ı surîsi insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allah’ı unutmuş olduğundan, surî, cebbârâne [zorbaca, zor kullanarak] olan hâkimiyetine ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır [akılsız, ahmak şeytan] ve bir insan-ı dessastır. [hilebaz, aldatıcı insan] Fakat şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] olan dinsizlik cereyan-ı azîmi [büyük akım] pek cesîmdir. [büyük] Rivayetlerde Deccala ait tavsifât-ı müthişe [dehşetli vasıflar, nitelikler] ona işaret eder.3 Bir vakit Japonya’nın Başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhitte, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Arthur Kal’asında [kale] tasvir edilmiş; o küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] gösterilmiş.

93

Amma Deccalın yalancı cenneti ise, medeniyetin cazibedar lehviyâtı [dinen yasak olan oyun ve eğlenceler] ve fantaziyeleridir. [aşırı süs ve lüks] Merkebi ise, şimendifer [tren] gibi bir vasıtadır ki, bir başında ateş ocağı bulunur; kendine tâbi olmayanları bazan ateşe atar. O merkebin bir kulağı, yani diğer başı cennet gibi tefriş [döşeme] edilmiş; tâbi olanları oraya oturtur. Zaten sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ve gaddar medeniyetin mühim bir merkebi olan şimendifer, [tren] ehl-i sefahet [yasak zevk, eğlencelere düşkün olan kimseler] ve dünya için yalancı bir cennet getirir; biçare ehl-i diyanet [dindar insanlar] ve ehl-i İslâm [Müslümanlar] için, medeniyet elinde cehennem zebanîsi gibi tehlike getirir, esaret ve sefalet altına atar.

İşte, İsevîliğin din-i hakikîsi [hak din] zuhur ile ve İslâmiyete inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmesiyle, çendan [gerçi] âlemde ekseriyet-i mutlakaya [büyük çoğunluk] nurunu neşreder. Fakat, yine kıyamet kopmasına yakın, tekrar bir dinsizlik cereyanı başgösterir, galebe [üstün gelme] eder ve “El-hükmü li’l-ekser[hüküm çoğunluğa göre verilir] kaidesince, yeryüzünde Allah Allah diyecek kalmayacak;1 yani, ehemmiyetli bir cemaat küre-i arzda [yer küre, dünya] mühim bir mevkie sahip olacak bir surette Allah Allah denilmeyecek demektir. Yoksa, ekalliyette [azınlık] kalan veyahut mağlûp düşen ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet [rahmet eseri] olarak, ehl-i imanın [Allah’a inanan] ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır.2

BEŞİNCİ SUALİNİZİN MEÂLİ: Kıyametin hâdisâtından ervâh-ı bâkiye [kalıcı ve devamlı ruhlar] müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olacaklar mı?

Elcevap: Derecatlarına [dereceler] göre müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olacaklar. Melâikelerin [melekler] tecelliyât-ı kahriyede [kahredici tecellîler, yansımalar] kendilerine göre müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oldukları gibi müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olurlar. Nasıl ki bir insan, sıcak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde titreyenleri görse, akıl ve vicdan itibarıyla müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olur. Öyle de, zîşuur [akıl ve şuur sahibi] olan ervâh-ı bâkiye, [kalıcı ve devamlı ruhlar] kâinatla alâkadar oldukları için, kâinatın hâdisât-ı azîmesinden, [büyük hâdiseler, olaylar] derecelerine göre müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmalarını; ehl-i azap [azap ehli, azaba uğrayanlar] ise elemkârâne, ehl-i saadet [âhirette sonsuz Cennet mutluluğuna ulaşanlar] ise hayretkârâne, [hayret ederek]

94

istiğrabkârâne, [şaşkınlık içinde] belki bir cihette istibşarkârâne [müjdelenerek, sevinerek] teessüratları [üzülme, etkilenme] bulunmasını, işârât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın işaretleri] gösteriyor. Zira, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] her zaman kıyametin acaibini tehdit suretinde zikrediyor, “Göreceksiniz” diyor. Halbuki, cism-i insanî [insan bedeni] ile onu görenler, kıyamete yetişenlerdir. Demek, kabirde cesetleri çürüyen ervahların [ruhlar] da o tehdid-i Kur’âniyeden [Kur’ân’ın tehdidi] hisseleri var.

ALTINCI SUALİNİZİN MEÂLİ: * كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ 1 Bu âyetin âhirete, Cennete, Cehenneme ve ehillerine şümulü [kapsam] var mı, yok mu?

Elcevap: Şu mesele, pek çok ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] ve ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve ehl-i velâyetin [velâyet makamında olanlar, velî kullar] medar-ı bahsi [bahis sebebi, söz konusu] olmuş. Şu meselede söz onlarındır. Hem de şu âyetin çok genişliği ve çok merâtibi [mertebeler] var.

Ehl-i tahkikin [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] bir kısm-ı ekseri [büyük bir kısmı] demişler ki: “Âlem-i bekàya [devamlı ve kalıcı âlem] şümulü [kapsam] yok.” Diğer kısmı ise: “Âni olarak onlar da az bir zamanda bir nevi helâkete [mahvolma] mazhar [erişme, nail olma] olurlar. O kadar az bir zamanda oluyor ki, fenâya gidip gelmiş hissetmeyecekler.”

Amma, bazı müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] fikirli ehl-i keşfin [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] hükmettikleri fenâ-yı mutlak [kesin yokoluş] ise, hakikat değildir. Çünkü, Zât-ı Akdes-i İlâhî [her türlü kusur ve noksandan sonsuz derece uzak olan ilâhi Zât, Allah] madem sermedî [daimi, sürekli] ve daimîdir; elbette sıfâtı ve esmâsı dahi sermedî [daimi, sürekli] ve daimîdirler. Madem sıfâtı ve esmâsı daimî ve sermedîdirler; [daimi, sürekli] elbette onların âyineleri ve cilveleri ve nakışları [işleme] ve mazharları olan âlem-i bekàdaki [devamlı ve kalıcı âlem] bâkiyat [bâkî şeyler, devamlı ve kalıcı olanlar] ve ehl-i bekà, [bâkî olanlar, sonsuza dek yaşayanlar] fenâ-yı mutlaka, [kesin yokoluş] bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] gidemez.

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] feyzinden şimdilik iki nokta hatıra gelmiş; icmâlen [özet] yazacağız.

Birincisi: Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] öyle bir Kadîr-i Mutlaktır [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] ki, adem [hiçlik, yokluk] ve vücut, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi, gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir.

Hem adem-i mutlak [sınırsız tam bir yokluk] zaten yoktur. Çünkü bir ilm-i muhît [her şeyi kuşatan ilim] var. Hem

95

daire-i ilm-i İlâhînin [Allah’ın ilim dairesi] harici yok ki, birşey ona atılsın. Daire-i ilim [ilim dairesi] içinde bulunan adem [hiçlik, yokluk] ise, adem-i haricîdir [maddeten yok olma hâli; [boş] Allah’ın ilminde var olup fakat maddî varlığı olmayan] ve vücud-u ilmîye [ilim halinde olan varlık] perde olmuş bir ünvandır. Hattâ, bu mevcudat-ı ilmiyeye, [Allah’ın ilim dairesindeki varlıklar] bazı ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler]a’yân-ı sâbite[eşyanın var olmadan önce Allah’ın ilminde var oluşu] tabir etmişler. Öyle ise, fenâya gitmek, muvakkaten [geçici] haricî libasını [elbise] çıkarıp, vücud-u mânevîye [mânevî varlık] ve ilmîye girmektir. Yani, hâlik [helâk olan, yokluğa giden] ve fâni olanlar, vücud-u haricîyi [dış dünya, görünen varlık âlemi] bırakıp, mahiyetleri bir vücud-u mânevî [mânevî varlık] giyer, daire-i kudretten [Allah’ın kudret dairesi; yaratılmış olanlar] çıkıp daire-i ilme girer.

İkincisi: Çok Sözlerde izah ettiğimiz gibi, herşey, mânâ-yı ismiyle ve kendine bakan vecihte [yön] hiçtir; kendi zâtında müstakil [bağımsız] ve bizatihî sabit bir vücudu yok. Ve yalnız kendi başıyla kaim [ayakta duran] bir hakikati yok. Fakat Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bakan vecihte [yön] ise, yani mânâ-yı harfiyle olsa, hiç değil. Çünkü onda cilvesi görünen esmâ-i bâkiye [Allah’ın devamlı ve kalıcı olan isimleri] var. Mâdum [yok] değil; çünkü sermedî [daimi, sürekli] bir vücudun gölgesini taşıyor. Hakikati vardır, sabittir, hem yüksektir. Çünkü mazhar [erişme, nail olma] olduğu bâki bir ismin sabit bir nevi gölgesidir.

Hem كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ 1 insanın elini mâsivâdan [Allah’ın dışındaki herşey] kesmek için bir kılıçtır ki, o da, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hesabına olmayan fâni dünyada, fâni şeylere karşı alâkaları kesmek için, hükmü, dünyadaki fâniyâta bakar. Demek, Allah hesabına olsa, mânâ-yı harfiyle olsa, livechillâh [Allah için] olsa, mâsivâya [Allah’ın dışındaki herşey] girmez ki, كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ kılıcıyla başı kesilsin.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Eğer Allah için olsa, Allah’ı bulsa, gayr kalmaz ki başı kesilsin. Eğer Allah’ı bulmazsa ve hesabıyla bakmazsa, herşey gayrdır.

كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ kılıcını istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmeli, perdeyi yırtmalı, tâ Onu bulmalı.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 2

Said Nursî