MEKTUBAT – On Sekizinci Mektup (119-128)

119

On Sekizinci Mektup

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1 * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

Bu Mektup, Üç Mesele-i Mühimmedir. [önemli mesele]

BİRİNCİ MESELE-İ MÜHİMME

Fütûhât-ı Mekkiye [Muhyiddin-i Arabî’nin meşhur tasavvufî eseri] sahibi Muhyiddin-i Arabî (k.s.) ve İnsan-ı Kâmil denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (k.s.) gibi evliya-yı meşhure, [meşhur evliyalar, Allah dostları] küre-i arzın [yer küre, dünya] tabakat-ı seb’asından [yedi tabaka] ve Kaf Dağı arkasındaki arz-ı beyzâdan [beyaz dünya, kötülüklerden arınmış dünya] ve Fütuhat‘ta [fetihler, yayılmalar]meşmeşiye[bazı evliyanın keşfen gözlemledikleri gaybî veya misâlî bir âlem] dedikleri acaipten bahsediyorlar, “Gördük” diyorlar. Acaba bunların dedikleri doğru mudur? Doğru ise, halbuki bu yerlerin yerde yerleri yoktur. Hem coğrafya ve fen onların bu dediklerini kabul edemiyor. Eğer doğru olmazsa, bunlar nasıl veli olabilirler? Böyle hilâf-ı vâki [gerçeğe ters] ve hilâf-ı hak [hakka ters] söyleyen nasıl ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] olabilir?

Elcevap: Onlar ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve hakikattirler, hem ehl-i velâyet [velâyet makamında olanlar, velî kullar] ve şuhuddurlar. [görme] Gördüklerini doğru görmüşler; fakat ihatasız [herşeyi kuşatma] olan hâlet-i şuhudda [İlâhî hakikatleri seyir hali] ve rüya gibi rüyetlerini [Allah’ın cemâlini görme] tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve şuhud [görme] dahi rüyetlerini [Allah’ın cemâlini görme] o halde iken kendileri tabir edemezler. Onları tabir edecek, “asfiya[hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] denilen veraset-i nübüvvet [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] muhakkikleridir. [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] Elbette o kısım ehl-i şuhud [gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah’ın lütuf ve ihsanıyla [bağış] bilen ve gören kimseler] dahi, asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] makamına çıktıkları zaman, kitap ve sünnetin irşadıyla [doğru yol gösterme] yanlışlarını anlarlar, tashih ederler, hem etmişler.

120

Şu hakikati izah edecek şu hikâye-i temsiliyeyi [analojik, benzetmeye dayanan kıyaslamalı hikâye] dinle. Şöyle ki:

Bir zaman ehl-i kalb [kalb ehli] iki çoban varmış. Kendileri ağaç kâsesine süt sağıp yanlarına bıraktılar. Kaval tabir ettikleri düdüklerini, o süt kâsesi üzerine uzatmışlardı. Birisi “Uykum geldi” deyip yatar. Uykuda bir zaman kalır. Ötekisi yatana dikkat eder. Bakar ki, sinek gibi birşey, yatanın burnundan çıkıp süt kâsesine bakıyor ve sonra kaval içine girer, öbür ucundan çıkar, gider, bir geven [çalı, diken] altındaki deliğe girip kaybolur. Bir zaman sonra yine o şey döner, yine kavaldan geçer, yatanın burnuna girer; o da uyanır. Der ki:

“Ey arkadaş, acip bir rüya gördüm.”

O da der: “Allah hayır etsin, nedir?”

Der ki: “Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acip bir köprü uzanmış. O köprünün üstü kapalı, pencereli idi. Ben o köprüden geçtim. Bir meşelik [orman] gördüm ki, başları hep sivri. Onun altında bir mağara gördüm, içine girdim, altın dolu bir hazine gördüm. Acaba tabiri nedir?”

Uyanık arkadaşı dedi: “Gördüğün süt denizi, şu ağaç çanaktır. O köprü de şu kavalımızdır. O başı sivri meşelik [orman] de şu gevendir. [çalı, diken] O mağara da şu küçük deliktir. İşte, kazmayı getir, sana hazineyi de göstereceğim.”

Kazmayı getirir. O gevenin [çalı, diken] altını kazdılar, ikisini de dünyada mes’ut edecek altınları buldular.

İşte, yatan adamın gördüğü doğrudur. Doğru görmüş; fakat rüyada iken ihatasız [herşeyi kuşatma] olduğu için tabirde hakkı olmadığından, âlem-i maddî [maddî âlem, görünen âlem] ile âlem-i mânevîyi [mânevî âlem, madde ötesi âlem] birbirinden fark etmediğinden, hükmü kısmen yanlıştır ki, “Ben hakikî, maddî bir deniz gördüm” der. Fakat uyanık adam, âlem-i misal [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] ile âlem-i maddîyi [maddî âlem, görünen âlem] fark ettiği için, tabirde hakkı vardır ki, dedi: “Gördüğün doğrudur, fakat hakikî deniz değil. Belki şu süt kâsemiz senin hayaline deniz gibi olmuş, kaval da köprü gibi olmuş ve hâkezâ…”

Demek oluyor ki, âlem-i maddî [maddî âlem, görünen âlem] ile âlem-i ruhanîyi [maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemi] birbirinden fark etmek lâzım gelir. Birbirine mezc [karışma, bütünleşme] edilse, hükümleri yanlış görünür. Meselâ, senin dar bir odan var. Fakat dört duvarını kapayacak dört büyük âyine [ayna] konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen, “Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum”; doğru dersin. Eğer “Odam bir meydan kadar geniştir” diye hükmetsen, yanlış edersin. Çünkü âlem-i misali [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] âlem-i hakikîye [gerçek âlem] karıştırırsın.

İşte, küre-i arzın [yer küre, dünya] tabakat-ı seb’asına [yedi tabaka] dair bazı ehl-i keşfin, [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] Kitap ve Sünnetin

121

mizanıyla [ölçü] tartmadan beyan ettiği tasvirat, [tasvirler, anlatımlar] yalnız coğrafya nokta-i nazarındaki [bakış açısı] maddî vaziyetten ibaret değildir. Meselâ, demişler: “Bir tabaka-i arz, [yer tabakası] cin ve ifritlerindir. [cinlerden bir tür] Binler sene genişliği var.” Halbuki, bir iki senede devredilen küremizde o acip tabakalar yerleşemez. Fakat âlem-i mânâ [maddî gözle görünmeyen mânevî âlem] ve âlem-i misalde [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] ve âlem-i berzah [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] ve ervahta [ruhlar] küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde farz etsek, ondan temessül [belirme, görünme] ve teşekkül [kendi kendine oluşma] eden misalî şeceresi, [ağaç] o çekirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar olduğundan, bir kısım ehl-i şuhud, [gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Allah’ın lütuf ve ihsanıyla [bağış] bilen ve gören kimseler] seyr-i ruhanîlerinde, [manevî ve rûhânî makamlarda seyahat] arzın tabakalarından bazılarını âlem-i misalde [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] pek çok geniş görüyorlar, binler sene bir mesafe tuttuklarını görüyorlar. Gördükleri doğrudur. Fakat âlem-i misal [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] sureten [görünüş itibarıyla] âlem-i maddîye [maddî âlem, görünen âlem] benzediği için, iki âlemi memzuç [karışmış, karışık] görüyorlar, öyle tabir ediyorlar. Âlem-i sahveye [uyanıklık âlemi, yeniden kendine geliş hâli] döndükleri vakit, mizansız [ölçü] olduğu için, meşhudatlarını [görünen] aynen yazdıklarından, hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] telâkki [anlama, kabul etme] ediliyor. Nasıl küçük bir âyinede büyük bir saray ile büyük bir bahçenin vücud-u misaliyeleri [görüntüden ibaret varlık] onda yerleşir. Öyle de, âlem-i maddînin [maddî âlem, görünen âlem] bir senelik mesafesinde, binler sene vüs’atinde [genişlik] vücud-u misalî ve hakaik-i mâneviye [mânevî hakikatler, gerçekler] yerleşir.

HÂTİME: Şu meseleden anlaşılıyor ki, derece-i şuhud, [kalp gözüyle görme derecesi] derece-i iman-ı bilgaybdan [gayba iman derecesi; görünmeyen ve bilinmeyen âlemlere inanma derecesi] çok aşağıdır. Yani, yalnız şuhuduna [görme] istinad eden bir kısım ehl-i velâyetin [velâyet makamında olanlar, velî kullar] ihatasız [herşeyi kuşatma] keşfiyatı, [keşifler] veraset-i nübüvvet [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] ehli olan asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve muhakkikînin, [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] şuhuda [görme] değil, Kur’ân’a ve vahye, gaybî fakat sâfi, ihatalı, [herşeyi kuşatma] doğru hakaik-i imaniyelerine [iman hakikatleri, esasları] dair ahkâmlarına [hükümler] yetişmez.

Demek, bütün ahval [durumlar] ve keşfiyatın [keşifler] ve ezvak [mânevî zevkler] ve müşahedatın [gözlem yapmalar] mizanı, [ölçü] Kitap ve Sünnettir. Ve mihenkleri, [ölçü] Kitap ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri [kudsî düsturlar, [kâide, kural] mukaddes prensipler] ve asfiya-i muhakkikînin [Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ve hakikatleri delilleriyle bilen ilim ve takvâ sahibi büyük zatlar] kavânin-i hadsiyeleridir. [ani, sür’atli seziş ve kavrayış kuralları]

122

İKİNCİ MESELE-İ MÜHİMME

Sual: Vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] meselesi, çoklar tarafından en yüksek makam telâkki [anlama, kabul etme] ediliyor. Halbuki, velâyet-i kübrâda [en büyük velâyet] bulunan, başta Hulefâ-i Erbaa [dört büyük halife] olmak üzere Sahabeler ve hem başta Hamse-i Âl-i Abâ [Peygamber Efendimizin kendisiyle beraber, kızı Hz. Fâtıma vâlidemiz, [baba] damadı Hz. Ali, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin] olarak Eimme-i Ehl-i Beyt [Hz. Peygamberin neslinden gelen imamlar] ve hem başta Eimme-i Erbaa [dört imam] olarak Müçtehidîn ve Tâbiînden, [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] bu çeşit vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] meşrebi [hareket tarzı, metod] sarihan [açık] görülmemiş. Acaba onlardan sonra çıkanlar daha ileri mi gitmişler, daha mükemmel bir cadde-i kübrâ [büyük ve geniş cadde] mı bulmuşlar?

Elcevap: Hâşâ! Şems-i risaletin en yakın yıldızları ve en karib [yakın] vereseleri [varisler, mirasçılar] bulunan o asfiyadan, [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] hiç kimsenin haddi değil, daha ileri gidebilsin. Belki cadde-i kübrâ [büyük ve geniş cadde] onlarındır.

Vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] ise, bir meşrep [hareket tarzı, metod] ve bir hal ve bir nâkıs [eksik] mertebedir. Fakat zevkli, neş’eli olduğundan, seyr ü sülûk [mânevî yol alma] ta [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] o mertebeye girdikleri vakit, çoğu çıkmak istemiyorlar, orada kalıyorlar, en müntehâ [bir şeyin en uç noktası] mertebe zannediyorlar.

İşte şu meşrep [hareket tarzı, metod] sahibi, eğer maddiyattan ve vesaitten [araçlar, vasıtalar] tecerrüd [sıyrılma] etmiş ve esbab [sebebler] perdesini yırtmış bir ruh ise, istiğrakkârâne [Allah aşkıyla kendinden geçercesine] bir şuhuda [görme] mazhar [erişme, nail olma] ise, vahdetü’l-vücuddan [Allah’ın birliği] değil, belki vahdetü’ş-şuhuddan [Allah’ın birliği] neş’et [doğma] eden, ilmî değil, hâlî [boş] bir vahdet-i vücud onun için bir kemâl, [eksiksiz ve mükemmel olma] bir makam temin edebilir. Hattâ, Allah hesabına kâinatı inkâr etmek derecesine gidebilir. Yoksa, esbab [sebebler] içinde dalmış ise, maddiyata mütevağğıl [bir şeyle aşırı meşgul olan, derinlemesine dalan] ise, vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] demesi, kâinat hesabına Allah’ı inkâr etmeye kadar çıkar.

Evet, cadde-i kübrâ, [büyük ve geniş cadde] Sahabe ve Tâbiîn [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] ve asfiyanın [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] caddesidir.

حَقَۤائِقُ اْلاَشْيَۤاءِ ثَابِتَةٌ 1 cümlesi, onların kaide-i külliyeleridir. [genel kural] Ve Cenâb-ı Hakkın, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah]

123

لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ 1 mazmunu [mânâ, kavram] üzere, hiçbir şeyle müşabeheti [benzeme] yok. Tahayyüz [yer kaplama, yer tutma] ve tecezzîden [bölünme, parçalanma] münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] Mevcudatla [var edilenler, varlıklar] alâkası, Hâlıkıyettir. [her şeyi yaratan Allah] Ehl-i vahdetü’l-vücudun [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında inanan tasavvufçular] dedikleri gibi mevcudat [var edilenler, varlıklar] evham ve hayalât değil. Görünen eşya dahi Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] âsârıdır. [eserler/asırlar]Heme ost[herşey Odur] değil, “Heme ezost“tur.2 [herşey Ondandır] Çünkü, hadisat ayn-ı kadîm [kadîmin kendisi, Kadîm olan Allah gibi] olamaz. Şu meseleyi iki temsille fehme takrib [yaklaştırma] edeceğiz.

Birincisi: Meselâ bir padişah var. O padişahın hâkim-i âdil [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] ismiyle bir adliye dairesi var ki, o ismin cilvesini gösteriyor. Bir ismi de halifedir; bir meşihat [din işleri dairesi] ve bir ilmiye dairesi, o ismin mazharıdır. Bir de kumandan-ı âzam [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] ismi var; o isimle devâir-i askeriyede [askerî daireler] faaliyet gösterir, ordu o ismin mazharıdır.

Şimdi, biri çıksa, dese ki, “O padişah yalnız hâkim-i âdildir; [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] devâir-i adliyeden [adliye daireleri] başka daire yok.” O vakit, bilmecburiye, [mecburen, zorunlu olarak] adliye memurları içinde, hakikî değil, itibarî bir surette, meşihat [din işleri dairesi] dairesindeki ulemanın evsâfını [özellikler] ve ahvâlini [haller] onlara tatbik edip, zıllî [gölge] ve hayalî bir tarzda, hakiki adliye içinde tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] ve zıllî [gölge] bir meşihat [din işleri dairesi] dairesi tasavvur edilir. Hem daire-i askeriyeye [askeriye dairesi] ait ahval [durumlar] ve muamelâtını, [davranışlar] yine farazî bir tarzda, o memurîn-i adliye [adliye memurları] içinde itibar edip, gayr-ı hakikî [doğru ve gerçek olmayan] bir daire-i askeriye [askeriye dairesi] itibar edilir, ve hâkezâ… İşte, şu halde, padişahın hakikî ismi ve hakikî hâkimiyeti, hâkim-i âdil [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] ismidir ve adliyedeki hâkimiyettir. Halife, kumandan-ı âzam, [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] sultan gibi isimleri hakikî değiller, itibarîdirler. Halbuki padişahlık mahiyeti ve saltanat hakikati, bütün isimleri hakikî olarak iktiza [bir şeyin gereği] eder. Hakikî isimler ise, hakikî daireleri istiyor ve iktiza [bir şeyin gereği] ediyorlar.

124

İşte, saltanat-ı ulûhiyet, [bütün varlıkların tek İlâhı olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı] Rahmân, Rezzâk, [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] Vehhâb, [çokça ve sürekli olarak ihsan eden ve bağışlayan Allah] Hallâk, [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] Fa’âl, [çok işleyen, daima faaliyette bulunan Allah] Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Rahîm gibi pek çok esmâ-i mukaddeseyi [mukaddes isimler; her türlü kusur ve noksandan uzak, yüce isimler] hakikî olarak iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. O hakikî esmâ dahi, hakikî âyineleri iktiza [bir şeyin gereği] ediyorlar.

Şimdi, ehl-i vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında inanan tasavvufçular] madem لاَ مَوْجُودَ اِلاَّ هُوَ 1 der, hakaik-i eşya[varlıkların hakikatleri, gerçek mahiyetleri] hayal derecesine indirir. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] ve Mevcud [gerçek varlık sahibi olan Allah] ve Vâhid [bir] ve Ehad [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki âyineleri, daireleri hakikî olmazsa, hayalî, ademî [hiçlikle ilgili] dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin [gerçek varlık] âyinesinde vücut rengi olmazsa, daha ziyade sâfi ve parlak olur. Fakat, Rahmân, Rezzâk, [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] Kahhâr, Cebbâr, [azamet ve yücelik sahibi, yarattıklarına istediğini yaptıran Allah] Hallâk [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] gibi isimleri ise, tecellîleri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki, o esmâlar, mevcut ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] olamazlar.

İşte, Sahabe ve asfiya-i müçtehidîn [Kur’ân ve sünnetten yola çıkarak hüküm ortaya koyan ve Hz. Peygamberin yolundan giden ilim ve takvâ sahibi kimseler] ve Eimme-i Ehl-i Beyt, [Hz. Peygamberin neslinden gelen imamlar] حَقَۤائِقُ اْلاَشْيَۤاءِ ثَابِتَةٌ 2 derler ki, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bütün esmâsıyla hakikî bir surette tecelliyâtı var. Bütün eşyanın Onun icadıyla bir vücud-u ârızîsi [gerçek varlığa ilişen ve ona dayanan varlık] vardır. Ve o vücut, çendan [gerçi] Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücuduna nisbeten gayet zayıf ve kararsız bir zıll, [gölge] bir gölgedir; fakat hayal değil, vehim değildir. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Hallâk [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] ismiyle vücut veriyor ve o vücudu idame ediyor.

125

İkinci temsil: Meselâ şu menzilin dört duvarında dört tane endam âyinesi [aynası] bulunsa, herbir âyine içinde her ne kadar o menzil öteki üç âyineyle beraber irtisam [resmedilme] ediyor; fakat herbir âyine [ayna] kendinin heyetine ve rengine [rengârenk, süslü, parlak] göre eşyayı kendi içinde ihtiva eyler, kendine mahsus misalî bir menzil hükmündedir. İşte, şimdi iki adam o menzile girse, birisi birtek âyineye bakar, der ki: “Herşey bunun içindedir.” Başka âyineleri ve âyinelerin içlerindeki suretleri işittiği vakit, mesmuâtını [işitilenler, duyulanlar] o tek âyinedeki, iki derece gölge olmuş, hakikati küçülmüş, tagayyür [başkalaşım, değişme] etmiş o âyinenin küçük bir köşesinde tatbik eder. Hem der: “Ben öyle görüyorum, öyle ise hakikat böyledir.”

Diğer adam ona der ki: “Evet, sen görüyorsun, gördüğün haktır. Fakat vâkide ve nefsülemirde [işin gerçeği, aslı] hakikatin hakikî sureti öyle değil. Senin dikkat ettiğin âyine [ayna] gibi daha başka âyineler var; gördüğün kadar küçücük, gölgenin gölgesi değiller.”

İşte, esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] herbiri ayrı ayrı birer âyine [ayna] ister. Hem meselâ Rahmân, Rezzâk, [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] hakikatli, asıl oldukları için, kendilerine lâyık, rızka ve merhamete muhtaç mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ister. Rahmân, nasıl hakikî bir dünyada rızka muhtaç hakikatli zîruhları [ruh sahibi] ister; Rahîm de, öyle hakikî bir Cenneti ister. Eğer yalnız Mevcud [gerçek varlık sahibi olan Allah] ve Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] ve Vâhid-i Ehad [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] isimleri hakikî tutulup öteki isimler onların içine gölge olmak haysiyetiyle alınsa, o esmâya karşı bir haksızlık hükmüne geçer.

İşte şu sırdandır ki, cadde-i kübrâ, [büyük ve geniş cadde] elbette velâyet-i kübrâ [en büyük velâyet] sahipleri olan Sahabe ve asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve Tâbiîn [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] ve Eimme-i Ehl-i Beyt [Hz. Peygamberin neslinden gelen imamlar] ve eimme-i müçtehidînin [müçtehid imamlar; Kur’ân’dan ve sünnetten yola çıkarak hüküm ortaya koyan imamlar] caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur’ân’ın birinci tabaka şakirtleridir. [öğrenci]

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

126

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ * 1

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِدِنَا مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ * 2

ÜÇÜNCÜ MESELE

Hikmet ve akılla halledilmeyen bir mesele-i mühimme: [önemli mesele]

فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ 3* كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِى شَاْنٍ * 4

Sual: Kâinattaki mütemadiyen şu hayret-engiz [hayret verici] faaliyetin sırrı ve hikmeti nedir? Neden şu durmayanlar durmuyorlar, daima dönüp tazeleniyorlar?

Elcevap: Şu hikmetin izahı bin sahife ister. Öyle ise, izahını bırakıp, gayet muhtasar [kısa] bir icmâlini [özet] iki sahifeye sığıştıracağız.

İşte, nasıl ki bir şahıs, bir vazife-i fıtriyeyi [yaratılıştan gelen görev] veyahut bir vazife-i içtimaiyeyi [sosyal görev] yapsa ve o vazife için hararetli bir surette çalışsa, elbette ona dikkat eden anlar ki, o vazifeyi ona gördüren iki şeydir:

Birisi: Vazifeye terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden maslahatlar, [amaç, yarar] semereler, [meyve] faidelerdir ki, ona “ille-i gaiye[asıl hedef, gerçek sebep] denilir.

İkincisi: Bir muhabbet, bir iştiyak, [arzu, istek] bir lezzet vardır ki, hararetle o vazifeyi yaptırıyor ki, ona “dâi [davet eden, çağıran] ve muktazî[gerekçe] tabir edilir.

Meselâ, yemek yemek, iştihadan [arzu, istek] gelen bir lezzet, bir iştiyaktır [arzu, istek] ki, onu yemeğe sevk eder. Sonra da, yemeğin neticesi, vücudu beslemektir, hayatı idame etmektir.

Öyle de, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 5 şu kâinattaki dehşet-engiz [dehşet verici] ve hayretnümâ [hayret verici] hadsiz faaliyet, iki kısım esmâ-i İlâhiyeye istinad ederek iki hikmet-i vâsia [geniş ve büyük hikmet, sebep ve gaye] içindir ki, herbir hikmeti de nihayetsizdir:

127

Birincisi: Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Esmâ-i Hüsnâsının [Allah’ın en güzel isimleri] had ve hesaba gelmez envâ-ı tecelliyâtı [yansıma ve görünme çeşitleri] var. Mahlûkatın tenevvüleri, [çeşitlenme] o tecelliyâtın tenevvüünden [çeşitlenme] geliyor. O esmâ [Allah’ın isimleri] ise, daimî bir surette tezahür isterler. Yani nakışlarını [işleme] göstermek isterler. Yani, nakışların [işleme] âyinelerinde cilve-i cemâllerini [güzelliğin görüntüsü] görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitabını ve mevcudat [var edilenler, varlıklar] mektubatını ânen feânen [an be an, her an] tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye mânidar yazmak ve herbir mektubu, Zât-ı Mukaddes [her türlü noksanlık ve çirkinlikten yüce olan Zât, Allah] ve Müsemmâ-yı Akdes [en kudsî isimlerle isimlenmiş, en kudsî isimlerin sahibi Cenâb-ı Hak] ile beraber bütün zîşuurların [akıl ve şuur sahibi] nazar-ı mütalâasına [dikkatlice bakıp anlamaya çalışmak] göstermek ve okutturmak iktiza [bir şeyin gereği] ederler.

İkinci sebep ve hikmet: Nasıl ki mahlûkattaki faaliyet bir iştiha, [arzu, istek] bir iştiyak, [arzu, istek] bir lezzetten geliyor. Ve hattâ herbir faaliyette kat’iyen [kesinlikle] lezzet vardır. Belki herbir faaliyet bir nevi lezzettir.

Öyle de, Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] lâyık bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine [kendi zâtına ait sınırsız zenginlik; hiçbir şeye muhtaç olmama] ve gınâ-yı mutlakına [sınırsız zenginlik] muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına [her yönüyle mükemmel olma] münasip bir şekilde, hadsiz bir şefkat-i mukaddese [bütün çirkinliklerden uzak bir şefkat] ve hadsiz bir muhabbet-i mukaddese [mukaddes muhabbet; her türlü kusur ve noksandan yüce bir sevgi] var.

Ve o şefkat-i mukaddese [bütün çirkinliklerden uzak bir şefkat] ve o muhabbet-i mukaddeseden [mukaddes muhabbet; her türlü kusur ve noksandan yüce bir sevgi] gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes [mukaddes bir şevk] var.

Ve o şevk-i mukaddesten [mukaddes bir şevk] gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes [mukaddes bir sevinç ve ferahlık] var.

Ve o sürur-u mukaddesten [mukaddes bir sevinç ve ferahlık] gelen, tabir caizse, hadsiz bir lezzet-i mukaddese [her türlü kusur ve noksandan yüce bir lezzet] var.

Hem o lezzet-i mukaddeseden [her türlü kusur ve noksandan yüce bir lezzet] gelen hadsiz terahhumdan, [acıma, şefkat etme] mahlûkatın, faaliyet-i kudret [Allah’ın güç ve iktidarıyla faaliyette bulunması] içinde ve istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül [mükemmelleşme] etmesinden neş’et [doğma] eden memnuniyetlerinden ve kemâllerinden gelen ve Zât-ı Rahmân-ı Rahîme [kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Zât, Allah]

128

ait, tabir caizse, hadsiz memnuniyet-i mukaddese [her türlü noksanlıktan uzak ilâhî memnunluk] ve hadsiz iftihar-ı mukaddes [her türlü noksanlıktan uzak bir övünme] vardır ki, hadsiz bir surette hadsiz bir faaliyeti iktiza [bir şeyin gereği] ediyor.

İşte, şu hikmet-i dakikayı felsefe ve fen ve hikmet bilmediği içindir ki, şuursuz tabiatı ve kör tesadüfü ve câmid [cansız] esbabı, şu gayet derecede alîmâne, hakîmâne, [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] basîrâne [görerek] faaliyete karıştırmışlar, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] zulümatına düşüp nur-u hakikati [hakikat nuru] bulamamışlar.

قُلِ اللهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ 1 *

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ 2 *

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى كَاشِفِ طِلْسِمِ كَۤائِنَاتِكَ بِعَدَدِ ذَرَّاتِ الْمَوْجُودَاتِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ مَادَامَ اْلاَرْضُ وَالسَّمٰوَاتُ 3 *

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 4

Said Nursî