MEKTUBAT – On Yedinci Mektup (114-118)

114

On Yedinci Mektup

(Yirmi Beşinci Lem’anın [parıltı] Zeyli) [ek]

Çocuk Taziyenâmesi

بِسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِه * 1

Aziz âhiret kardeşim Hafız Halid Efendi,

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ * اَلَّذِينَ اِذَۤا اَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُۤوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ * 2

Kardeşim, çocuğun vefatı beni müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etti. Fakat, اَلْحُكْمُ لِلّٰهِ 3 kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyetin bir şiârıdır. [işaret; İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizlere sabr-ı cemil versin; merhumu da, size zahîre-i âhiret [âhiret azığı] ve şefaatçi yapsın. Size ve sizin gibi müttaki [takva ehli, Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] mü’minlere büyük bir müjde ve hakikî bir teselli gösterecek Beş Noktayı beyan ederiz.

BİRİNCİ NOKTA

Kur’ân-ı Hakîmde [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ 4 sırrı ve meâli şudur ki:

Mü’minlerin kablelbülûğ [ergenlik yaşına gelmeden önce] vefat eden evlâtları, Cennette ebedî, sevimli,

115

Cennete lâyık bir surette, daimî çocuk kalacaklarını; ve Cennete giden peder ve validelerinin kucaklarında ebedî medar-ı sürurları [sevinç ve neşe kaynağı] olacaklarını; ve çocuk sevmek ve evlât okşamak gibi en lâtîf [çok lütuf ve ihsanda bulunan Allah] bir zevki, ebeveynine temine medar [kaynak, dayanak] olacaklarını; ve herbir lezzetli şeyin Cennette bulunduğunu; “Cennet tenasül [üreme] yeri olmadığından, evlât muhabbeti ve okşaması olmadığını” diyenlerin hükümleri hakikat olmadığını; hem dünyada on senelik kısa bir zamanda teellümatla [elem çekme] karışık evlât sevmesine ve okşamasına bedel, sâfi, elemsiz, milyonlar sene ebedî evlât sevmesini ve okşamasını kazanmak, ehl-i imanın [Allah’a inanan] en büyük bir medar-ı saadeti [mutluluk, huzur kaynağı, vesilesi] olduğunu, şu âyet-i kerime, وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ 1 cümlesiyle işaret ediyor ve müjde veriyor.

İKİNCİ NOKTA

Bir zaman, bir zât, bir zindanda bulunuyor. Sevimli bir çocuğu yanına gönderilmiş. O biçare mahpus, hem kendi elemini çekiyor, hem veledinin [çocuk] istirahatini temin edemediği için, onun zahmetiyle müteellim [acı çeken] oluyordu. Sonra, merhametkâr hâkim ona bir adam gönderir, der ki:

“Şu çocuk çendan [gerçi] senin evlâdındır. Fakat benim raiyetim [halk] ve milletimdir. Onu ben alacağım, güzel bir sarayda beslettireceğim.”

O adam ağlar, sızlar, “Benim medar-ı tesellim [teselli kaynağı] olan evlâdımı vermeyeceğim” der.

Ona arkadaşları der ki: “Senin teessürâtın [üzülme, etkilenme] mânâsızdır. Eğer sen çocuğa acıyorsan, çocuk şu mülevves, [kirli, pis] ufunetli, [kötü ve pis kokulu] sıkıntılı zindana bedel, ferahlı, saadetli bir saraya gidecek. Eğer sen nefsin için müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] oluyorsan, menfaatini arıyorsan; çocuk burada kalsa, muvakkaten [geçici] şüpheli bir menfaatinle beraber, çocuğun meşakkatlerinden çok sıkıntı ve elem çekmek var. Eğer oraya gitse, sana bin menfaati var. Çünkü padişahın merhametini celbe sebep olur, sana şefaatçi hükmüne geçer. Padişah onu seninle görüştürmek arzu edecek. Elbette görüşmek için onu zindana göndermeyecek, belki seni zindandan çıkarıp o saraya celb [çekme] edecek, çocukla görüştürecek—şu şartla ki, padişaha emniyetin ve itaatin varsa…”

İşte, şu temsil gibi, aziz kardeşim, senin gibi mü’minlerin evlâdı vefat ettikleri vakit şöyle düşünmeli:

116

Şu veled [çocuk] mâsumdur; onun Hâlıkı dahi Rahîm ve Kerîmdir. [cömert, ikram sahibi] Benim nâkıs [eksik] terbiye ve şefkatime bedel, gayet kâmil olan inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve rahmetine aldı. Dünyanın elemli, musibetli, meşakkatli zindanından çıkarıp Cennetü’l-Firdevsine [Firdevs Cenneti; Cennetin en yüksek derecesi] gönderdi. O çocuğa ne mutlu! Şu dünyada kalsaydı, kimbilir ne şekle girerdi! Onun için ben ona acımıyorum, bahtiyar biliyorum. Kaldı kendi nefsime ait menfaati için, kendime dahi acımıyorum, elîm müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmuyorum. Çünkü dünyada kalsaydı, on senelik muvakkat [geçici] elemle karışık bir evlât muhabbeti temin edecekti. Eğer salih olsaydı, dünya işinde muktedir olsaydı, belki bana yardım edecekti. Fakat vefatıyla, ebedî Cennette on milyon sene bana evlât muhabbetine medar [kaynak, dayanak] ve saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vesile bir şefaatçi hükmüne geçer. Elbette ve elbette, meşkûk, [şüpheli] muaccel [peşin] bir menfaati kaybeden, muhakkak ve müeccel [ertelenmiş] bin menfaati kazanan, elîm teessürat [üzülme, etkilenme] göstermez, meyusâne [ümitsiz] feryad etmez.

ÜÇÜNCÜ NOKTA

Vefat eden çocuk, bir Hâlık-ı Rahîmin [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] mahlûku, memlûkü, [köle, kul] abdi ve bütün heyetiyle onun masnuu [san’at eseri] ve ona ait olarak ebeveyninin bir arkadaşı idi ki, muvakkaten [geçici] ebeveyninin nezaretine verilmiş. Peder ve valideyi ona hizmetkâr etmiş. Ebeveyninin o hizmetlerine mukàbil, muaccel [peşin] bir ücret olarak, lezzetli bir şefkat vermiş.

Şimdi, binden dokuz yüz doksan dokuz hisse sahibi olan o Hâlık-ı Rahîm, [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] mukteza-yı ve hikmet olarak o çocuğu senin elinden alsa, hizmetine hâtime [son] verse, surî [görünüşte] bir hisse ile, hakikî bin hisse sahibine karşı şekvâ[şikayet] andıracak bir tarzda meyusâne [ümitsiz] hüzün ve feryad etmek ehl-i imana [Allah’a inanan] yakışmaz, belki ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yakışıyor.

117

DÖRDÜNCÜ NOKTA

Eğer dünya ebedî olsaydı, insan içinde ebedî kalsaydı ve firak [ayrılık] ebedî olsaydı, elîmâne teessürat [üzülme, etkilenme] ve meyusâne [ümitsiz] teellümâtın [elem çekme] bir mânâsı olurdu. Fakat madem dünya bir misafirhanedir; vefat eden çocuk nereye gitmişse, siz de, biz de oraya gideceğiz. Ve hem bu vefat ona mahsus değil, umumî bir caddedir. Hem madem müfarakat [ayrılık] dahi ebedî değil; ileride hem berzahta, [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] hem Cennette görüşülecektir. اَلْحُكْمُ لِلّٰهِ 1 demeli. “O verdi, o aldı. Elhamdü lillâhi alâ külli hal[her durumda] deyip sabırla şükretmeli.

BEŞİNCİ NOKTA

Rahmet-i İlâhiyenin en lâtîf, [çok lütuf ve ihsanda bulunan Allah] en güzel, en hoş, en şirin cilvelerinden olan şefkat, bir iksir-i nuranîdir, aşktan çok keskindir. Çabuk Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vüsûle [kavuşma, erişme] vesile olur. Nasıl aşk-ı mecazî [gerçek olmayan aşk, geçici şeylere âşık olma] ve aşk-ı dünyevî, [dünyevî aşk] pek çok müşkülâtla aşk-ı hakikîye [hakikat aşkı; doğruluğa karşı hissedilen aşk] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bulur. Öyle de, şefkat, fakat müşkülâtsız, daha kısa, daha safî bir tarzda, kalbi Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rapteder. [bağlama]

Gerek peder ve gerek valide, veledini [çocuk] bütün dünya gibi severler. Veledi [çocuk] elinden alındığı vakit, eğer bahtiyar ise, hakikî ehl-i iman [Allah’a inanan] ise, dünyadan yüzünü çevirir, Mün’im-i Hakikîyi [gerçek nimet verici olan Allah] bulur. Der ki: “Dünya madem fânidir, değmiyor alâka-i kalbe.” [kalben bağlanma] Veledi [çocuk] nereye gitmişse, oraya karşı bir alâka peydâ eder, büyük mânevî bir hal kazanır.

Ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] şu beş hakikatteki saadet ve müjdeden mahrumdurlar. Onların hali ne kadar elîm olduğunu şununla kıyas ediniz ki: Bir ihtiyar hanım gayet sevdiği sevimli birtek çocuğunu sekeratta [can çekişme/ölüm anı] görüp, dünyada tevehhüm-ü ebediyet [sonsuza kadar yaşayacağını sanmak] hükmünce, gaflet veya dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] neticesinde, mevti adem [hiçlik, yokluk] ve firak-ı ebedî [sonsuz ayrılık]

118

tasavvur ettiğinden, yumuşak döşeğine bedel kabrin toprağını düşünüp, gaflet veya dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] cihetiyle, Erhamürrâhimînin [merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah] cennet-i rahmetini, [rahmet cenneti] firdevs-i nimetini [nimet cenneti] düşünmediğinden, ne kadar meyusâne [ümitsiz] bir hüzün ve elem çektiğini kıyas edebilirsin.

Fakat vesile-i saadet-i dâreyn [iki dünya mutluluğunun vesilesi] olan iman ve İslâmiyet, mü’mine der ki: Şu sekeratta [can çekişme/ölüm anı] olan çocuğun Hâlık-ı Rahîmi, [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] onu bu fâni dünyadan çıkarıp Cennetine götürecek. Hem sana şefaatçi, hem ebedî bir evlât yapacak. Müfarakat [ayrılık] muvakkattir, [geçici] merak etme.

اَلْحُكْمُ لِلّٰهِ 1 * اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ * 2

de, sabret.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 3

Said Nursî