MEKTUBAT – Yirmi Sekizinci Mektup -1 (482-517)

482

Yirmi Sekizinci Mektup

Şu Mektup Sekiz Meseledir.

Birinci Risale olan Birinci Mesele

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * اِنْ كُنْتُمْ لِلرُّءْيَا تَعْبُرُونَ * 1

SANİYEN: Üç sene evvel benimle görüştükten üç gün sonra tabiri çıkmış, tevili tezahür etmiş eski bir rüyanızın, şimdi tabirini istiyorsunuz. Şimdilik o güzel, mübarek, müjdeli rüya mürur-u zamana [zaman aşımı, zamanın geçmesi] uğramış. Mânâsını göstermiş olan o rüyaya karşı böyle desem hakkım yok mu?

نَه شَبَمْ نَه شَبْ پَرَسْتَمْ مَنْ * غُلاَمِ شَمْسَمْ اَزْشَمْسِ مِى كُويَمْ خَبَرْ * 2

آنْ خَيَالاٰتِى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْت * عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْت * 3

Evet, kardeşim, seninle mahz-ı hakikat [gerçeğin ta kendisi] dersini müzakereye alışmışız. Hayalâtlara karşı kapısı açık olan rüyaları tahkikî bir surette mevzuubahis etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediğinden, o cüz’î [ferdî, küçük] hâdise-i nevmiye [uykuda meydana gelen olaylar] münasebetiyle, mevtin [ölüm] küçük bir kardeşi olan nevme [uyku] ait4 ilmî ve düsturî [kâide, kural] olarak altı nükte-i hakikati, [gerçeği ve doğruyu ifade eden ince ve derin mânâ] âyât-ı Kur’âniyenin işaret ettiği vecihte [yön] beyan edeceğiz. Yedincisinde, senin rüyana kısa bir tabir verilecek.

BİRİNCİSİ: Sûre-i Yusuf’un mühim bir esası rüya-yı Yusufiye olduğu gibi,

483

وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا 1 âyeti misil[benzer] çok âyetlerle, rüyada ve nevmde [uyku] perdeli olarak ehemmiyetli hakikatler var olduğunu gösterir.

İKİNCİSİ: Kur’ân ile tefe’üle [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] ve rüyaya itimada ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] taraftar değiller. Çünkü, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ehl-i küfrü kesretle [çokluk] ve şiddetli bir tarzda vuruyor. Tefe’ülde, [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] kâfire ait şiddeti, tefe’ül [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] eden insana çıktığı vakit yeis [ümitsizlik] veriyor, kalbi müşevveş [dağınık, karışık] ediyor.

Hem rüya dahi, hayır iken, bazı aks-i hakikatle göründüğü için şer telâkki [anlama, kabul etme] edilir, ye’se [ümitsizlik] düşürür, kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] kırar, sû-i zan verir. Çok rüyalar var ki, sureti dehşetli, zararlı, mülevves [kirli, pis] iken, tabiri ve mânâsı çok güzel oluyor. Herkes rüyanın suretiyle mânâsının hakikati mabeynindeki [ara] münasebeti bulamadığı için, lüzumsuz telâş eder, meyus [ümitsiz] olur, keder eder.

İşte, yalnız bu cihet içindir ki, ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] gibi ve İmam-ı Rabbânî misillü, [benzer] başta نَه شَبَمْ نَه شَبْ پَرَسْتَمْ 2dedim.

ÜÇÜNCÜSÜ: Hadîs-i sahihle, [sahih hadîs; Peygamber Efendimize (a.s.m.) ait olduğu kesin bilinen ve doğru senetlerle aktarılan hadis] nübüvvetin [peygamberlik] kırk cüz’ünden bir cüz’ü, nevmde [uyku] rüya-yı sadıka [doğru olan rüya] suretinde tezahür etmiş.3 Demek, rüya-yı sadıka [doğru olan rüya] hem haktır, hem nübüvvetin [peygamberlik] vezâifine [görevler] taallûku var. Şu Üçüncü Mesele gayet mühim ve uzun ve nübüvvetle [peygamberlik] alâkadar ve derin olduğundan, başka vakte tâlik [sonraya bırakma] ediyoruz, şimdilik o kapıyı açmıyoruz.

DÖRDÜNCÜSÜ: Rüya üç nevidir.4 İkisi, tabir-i Kur’ân’la, اَضْغَاثُ اَحْلاَمٍ5 da dahildir, tabire değmiyor. Mânâsı varsa da ehemmiyeti yok. Ya mizacın

484

inhirafından, [doğru yoldan sapma] kuvve-i hayaliye [hayal duygusu] şahsın hastalığına göre bir terkibat, [birleşimler, sentezler] tasvirat [tasvirler, anlatımlar] yapıyor; yahut gündüz veya daha evvel, hattâ bir iki sene evvel aynı vakitte başına gelen müheyyiç [heyecan verici] hâdisâtı, hayal tahattur [hatıra gelme] eder, tâdil ve tasvir eder, başka bir şekil verir. İşte bu iki kısım اَضْغَاثُ اَحْلاَمٍ 1 dır, tabire değmiyor.

Üçüncü kısım ki, rüya-yı sadıkadır. [doğru olan rüya] O doğrudan doğruya, mahiyet-i insaniyedeki [insana ait özellikler, insanın iç yapısı] lâtife-i Rabbâniye, [insanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygu, İlâhî hakikatleri hisseden duygu] âlem-i şehadetle [görünen alem] bağlanan ve o âlemde dolaşan duyguların kapanmasıyla ve durmasıyla âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] karşı bir münasebet bulur, bir menfez açar. O menfezle, vukua gelmeye hazırlanan hâdiselere bakar. Ve Levh-i Mahfuzun [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] cilveleri ve mektubat-ı kaderiyenin nümuneleri nev’inden birisine rast gelir, bazı vakıat-ı hakikiyeyi görür. Ve o vakıatta bazan hayal tasarruf eder, suret libasları [elbise] giydirir.

Bu kısmın çok envâı [tür] ve tabakatı var. Bazı, aynen gördüğü gibi çıkar, bazan bir ince perde altında çıkıyor, bazan kalınca bir perde ile sarılıyor. Hadîs-i şerifte gelmiş ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bidâyet-i vahiyde gördüğü rüyalar, subhun [sabah vakti, tan yeri] inkişafı [açığa çıkma] gibi2 zâhir, açık, doğru çıkıyordu.

BEŞİNCİSİ: Rüya-yı sadıka, [doğru olan rüya] hiss-i kalbelvukuun [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] fazla inkişafıdır. [açığa çıkma] Hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ise, herkeste cüz’î, [ferdî, küçük] küllî vardır. Hattâ hayvanlarda dahi vardır. Hattâ, bir zaman ben bu hiss-i kablelvukuu, [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] zâhirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda “sâika” [sevk eden, sürükleyen] ve “şâika[insanı belli bir yöne teşvik eden duyu] namıyla, aynı sâmia [işitme duygusu] ve bâsıra [görme duygusu] gibi iki hiss-i âhari [diğer his] ilmen bulmuştum. Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i felsefe, [felsefe ile uğraşanlar] o gayr-ı meşhur

485

hislere, hata ederek, ahmakçasına, “sevk-i tabiî[içgüdü] diyorlar. Hâşâ, sevk-i tabiî [içgüdü] değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî [Cenâb-ı Hakkın, ihtiyaçlarını karşılamaları için varlıklara vermiş olduğu duygu] olarak, insan ve hayvanı kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] sevk ediyor.

Meselâ, kedi gibi bazı hayvan, gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.

Hem rû-yi zeminin [yeryüzü] sıhhiye memurları hükmünde ve bedevî hayvânâtın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilüllâhm [etçil, etle beslenen] kuşlara, bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ilhamıyla [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ve o sâika-i [sevk eden, sürükleyen] İlâhî ile bildirilir ve bulurlar.

Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu, yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o sâika [insanı belli bir yöne sevk eden duyu] ilhamıyla [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] döner, yuvasına girer.

Hattâ, herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki, birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak, tahminin fevkinde, [üstünde] aynı adam gelir. Hattâ Kürtçe durub-u emsaldendir: [ata sözleri]

نَاڤِ گُرْبِينَه پَالاَنْدَارْ لِى وَرِينَه Yani, “Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur; çünkü kurt geliyor.” Demek bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile, lâtife-i Rabbâniye, [insanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygu, İlâhî hakikatleri hisseden duygu] icmâlen [özet] o adamın gelmesini hisseder. Fakat aklın şuuru ihata [herşeyi kuşatma] etmediği için, kasten değil, ihtiyarsız [irade dışı] olarak bahsetmeye sevk eder. Ehl-i feraset, bazan keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] gibi geldiğini beyan eder. Hattâ bir zaman bende şu nevi hassasiyet fazla idi. Bu hâli [boş] bir düstur [kâide, kural] içine almak istedim, fakat yakıştıramadım ve yapamadım. Fakat ehl-i salâhatte [namuslu, doğru ve adaletli kimseler] ve bahusus [hususan, özellikle] ehl-i velâyette [velâyet makamında olanlar, velî kullar] bu hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] fazla inkişaf [açığa çıkma] eder, kerametkârâne [keramet göstererek] âsârını [eserler/asırlar] gösterir. İşte, umum avâm [halk] için dahi bir nevi velâyete [velilik] mazhariyet var ki, rüya-yı sadıkada, [doğru olan rüya] evliya gibi, gaybî ve istikbalî olan şeyleri görüyorlar.

486

Evet, uyku nasıl ki avâm [halk] için rüya-yı sadıka [doğru olan rüya] cihetinde bir mertebe-i velâyet [velâyet mertebesi] hükmündedir. Öyle de, umum için, gayet güzel ve muhteşem bir sinema-i Rabbâniyenin seyrangâhıdır. [gezi ve seyir yeri] Fakat güzel ahlâklı güzel düşünür. Güzel düşünen, güzel levhaları görür. Fena ahlâklı, fena düşündüğünden, fena levhaları görür.

Hem herkes için, âlem-i şehadet [görünen alem] içinde âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] bakan bir penceredir. Hem mukayyet [kayıt altında, bağlı] ve fâni insanlar için, saha-i ıtlak bir meydan ve bir nevi bekàya mazhar [erişme, nail olma] ve mazi [geçmiş] ve müstakbel, [gelecek] hal hükmünde bir temâşâgâhtır. Hem tekâlif-i hayatiye [hayatla ilgili sorumluluklar ve yükümlülükler] altında ezilen ve meşakkat çeken zîruhların [ruh sahibi] istirahatgâhıdır. İşte bu gibi

sırlar içindir ki, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] وَجَعَلْنَا نَوْمَكُمْ سُبَاتًا 1 nev’indeki âyetlerle, hakikat-i nevmiyeyi [uyku gerçeği] ehemmiyetle ders veriyor.

ALTINCISI VE EN MÜHİMİ: Rüya-yı sadıka [doğru olan rüya] benim için hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesine gelmiş ve pek çok tecrübâtımla [tecrübeler] kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] herşeye muhît [her şeyi kuşatan] olduğuna bir hüccet-i kàtı’ hükmüne geçmiştir. Evet, bu rüyalar, benim için, hususan bu birkaç sene zarfında o dereceye gelmiştir ki, meselâ yarın başıma gelecek en küçük hâdisât ve en ehemmiyetsiz muamelât [davranışlar] ve hattâ en âdi muhaverat [konuşmaya dayalı ilimler] yazılı olduğunu ve daha gelmeden muayyen olduğunu; ve gecede onları görmekle, dilimle değil, gözümle okuduğum bana kat’î olmuştur. Bir değil, yüz değil, belki bin defa, gecede, hiç düşünmediğim halde gördüğüm bazı adamlar veyahut söylediğim meseleler, o gecenin gündüzünde, az bir tabirle aynen çıkıyor. Demek, en cüz’î [ferdî, küçük] hâdisat, vukua gelmeden evvel hem mukayyettir, [kayıt altında, bağlı] hem yazılmıştır. Demek tesadüf yok; hâdisat başıboş gelmiyor, intizamsız değillerdir.

YEDİNCİSİ: Senin müjdeli, mübarek ve güzel rüyanın tabiri, Kur’ân için ve bizim için çok güzeldir. Hem zaman tabir etti ve ediyor, tabirimize ihtiyaç bırakmıyor. Hem kısmen tabiri güzel olarak çıkmış. Sen dikkat etsen anlarsın. Yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Yani bir hakikat beyan ederiz; senin hakikat-i rüya nev’inden olan vakıalar, o hakikatin temessülâtıdır. [belirme, görünme] Şöyle ki:

487

O vâsi [geniş] meydanlık, âlem-i İslâmiyettir. [İslâm âlemi] Meydanlığın nihayetindeki mescid, Isparta vilâyetidir. Etrafı bulanık, çamurlu su, hal ve zamanın sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve atâlet [hareketsizlik] ve bid’atlar [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] bataklığıdır. Sen selâmetle, bulaşmadan, sür’atle mescide eriştiğin, herkesten evvel envâr-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’ın nurları] sahip çıkıp, kalbini bozmadan sağlam kaldığına işarettir. Mesciddeki küçük cemaat ise, Hakkı, Hulûsi, Sabri, Süleyman, Rüştü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühtü, Lütfi, Hüsrev, Re’fet gibi, Sözlerin hameleleridir. [taşıyan] Ufak kürsü ise, Barla gibi küçük bir köydür. Yüksek ses ise, Sözlerdeki kuvvet ve sür’at-i intişarlarına işarettir. Birinci safta sana tahsis edilen makam ise, Abdurrahman’dan sana münhal kalan yerdir. O cemaat, telsiz âletlerin âhizeleri hükmünde, bütün dünyaya ders işittirmek istemek işareti ve hakikati ise, inşaallah [Allah dilerse] tamamıyla sonra çıkacak. Şimdi efradı [bireyler] birer küçük çekirdek iseler de, ileride tevfik-i İlâhî [Allah’ın yardım ederek başarılı kılması] ile birer şecere-i âliye [yüksek, yüce ağaç] hükmüne geçerler ve birer telsiz telgrafın merkezi olurlar. Sarıklı, küçük, genç bir zât ise, Hulûsi’ye omuz omuza verecek, belki geçecek birisi, naşirler [yayınlayan] ve talebeler içine girmeye namzettir. [aday] Bazılarını zannederim, fakat kat’î hükmedemem. O genç, kuvve-i velâyetle [velîlik kuvveti] meydana atılacak bir zâttır. Sair noktaları sen benim bedelime tabir et.

Senin gibi dostlarla uzun konuşmak hem tatlı, hem makbul olduğundan, şu kısa meselede uzun konuştum, belki de israf ettim. Fakat nevme [uyku] ait olan âyât-ı Kur’âniyenin bir nevi tefsirine işaret etmek niyetiyle başladığımdan, inşaallah [Allah dilerse] o israf affolur veya israf olmaz.

ba

488

İkinci Mesele olan İkinci Risale

“Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm, Hazret-i Azrail aleyhisselâmın gözüne tokat vurmuş, ilh.“1 [(ilâ âhir) sonuna kadar] meâlindeki hadîse dair ehemmiyetli bir münakaşayı kaldırmak ve halletmek için yazılmıştır.

Eğirdir’de bir münakaşa-i ilmiye işittim. O münakaşa, hususan şu zamanda yanlıştır. Hattâ münakaşayı bilmiyordum. Benden de sual edildi. Muteber bir kitapta, hadîs-i Şeyheynin ittifakına alâmet olan ق işaretiyle bir hadîs bana gösterildi; “Hadîs midir, değil midir?” sual edildi.

Ben dedim: Böyle muteber bir kitapta Şeyheyn [Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer (r.a.)] hadîsinin ittifakına hükmeden bir zâta itimad etmek lâzım. Demek hadîstir. Fakat hadîsin, Kur’ân gibi bazı müteşabihâtı [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] var; ancak havass [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] onların mânâlarını bulabilir. Şu hadîsin zâhiri dahi, müşkülât-ı hadîsin müteşabihat [birbirine benzer farklı mânâlardan hangisinin kastedildiği kesin olarak bilinemeyen kapalı sözler] kısmından olmak ihtimali var, dedim. Eğer bilseydim medar-ı münakaşa [tartışma sebebi] olmuş; öyle kısa değil, belki böyle cevap verecektim:

Evvelâ: Bu çeşit mesâili [meseleler] münakaşa etmenin birinci şartı, insafla, hakkı bulmak niyetiyle, inatsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, [ara] sû-i telâkkiye sebep olmadan müzakeresi caiz olabilir. O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki:

Eğer hak, muarızın [itiraz eden, karşı gelen] elinde zâhir olsa, müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmasın, belki memnun olsun. Çünkü bilmediği şeyi öğrendi. Eğer kendi elinde zâhir olsa, fazla birşey öğrenmedi; belki gurura düşmek ihtimali var.

Saniyen: [ikinci olarak] Sebeb-i münakaşa, [münakaşa sebebi] eğer hadîs ise, hadîsin merâtibini [mertebeler] ve vahy-i zımnînin [Kur’ân-ı Kerim ve bazı kudsî hadisler dışındaki vahye ve ilhâma dayanan hadisler]

489

derecâtını [dereceler] ve tekellümât-ı Nebeviyenin aksâmını bilmek lâzım. Avâm [halk] içinde müşkülât-ı hadîsiyeyi münakaşa etmek, izhar-ı fazl suretinde, avukat gibi kendi sözünü doğru göstermek ve enaniyetini hakka ve insafa tercih etmek suretinde deliller aramak caiz değildir.

Madem şu mesele açılmış, medar-ı münakaşa [tartışma sebebi] edilmiş, biçare avâm-ı nasın [sıradan halk tabakası] zihninde sû-i tesir [kötü etki] ediyor. Çünkü şu gibi müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] hadîsleri aklına sığıştıramadığı için, eğer inkâr etse, dehşetli bir kapı açar; yani küçücük aklına sığışmayan kat’î hadîsleri dahi inkâra yol açar. Eğer zâhir-i hadîsin mânâsını tutarak öyle kabul edip neşretse, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] itirâzâtına ve “Hurafattır” demelerine yol açar. Madem bu müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] hadîse, lüzumsuz ve zararlı bir tarzda nazar-ı dikkat [dikkat içeren bakış] celb [çekme] edilmiş ve bu çeşit hadîsler çok varid [söylenen, gelen] olmuş. Elbette şüpheleri izale [giderme] edecek bir hakikati beyan etmek lâzım gelir. Şu hadîs kat’î olsun veya olmasın, o hakikati zikretmek gerektir.

İşte, yazdığımız risalelerde, ezcümle Yirmi Dördüncü Sözün Üçüncü Dalında On İki Asıl ile, ve Dördüncü Dalında, ve On Dokuzuncu Mektubun vahyin taksimâtına dair mukaddimesindeki [başlangıç] bir esasında tafsilâta [ayrıntılar] iktifâen, [yeterli görerek] burada icmâlen [özet] o hakikate bir işaret ederiz. Şöyle ki:

Melâike, [melek] insan gibi bir surete inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] etmez; müşahhas [somut, maddî yapıya sahip] iken, bir küllî hükmündedir. Hazret-i Azrail aleyhisselâm, kabz-ı ervâha [ruhların bedenden alınması işlemi] müekkel [görevli] olan melâikelerin [melekler] nâzırıdır.

Her ölünün ruhunu Hazret-i Azrail aleyhisselâm mı bizzat kabzediyor? Yoksa aveneleri [yardımcı] mi kabzediyorlar?

Bu hususta üç meslek var:

Birinci meslek: Azrail aleyhisselâm, herkesin ruhunu kabzeder. Bir iş bir işe

490

mâni olmaz. Çünkü nuranîdir. Nuranî birşey, hadsiz âyineler vasıtasıyla hadsiz yerlerde bizzat bulunabilir ve temessül [belirme, görünme] eder. Nuranînin temessülâtı, [belirme, görünme] o nuranî zâtın hassasına maliktir; onun aynı sayılır, gayrı değildir. Güneşin âyinelerdeki misalleri güneşin ziya ve hararetini gösterdiği gibi, melâike [melek] gibi ruhanîlerin dahi, âlem-i misalin [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] ayrı ayrı âyinelerinde misalleri, onların aynılarıdır, hassalarını gösterirler. Fakat âyinelerin kàbiliyetine göre temessül [belirme, görünme] ediyorlar. Nasıl ki Hazret-i Cebrail aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde Sahabeler içinde göründüğü1 dakikada, binler yerde başka suretlerde ve Arş-ı Âzam [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] önünde, şarktan garba [doğudan batıya] kadar geniş ve muhteşem kanatlarıyla secde ediyordu. Her yerde, o yerin kàbiliyetine göre temessülü [belirme, görünme] varmış; bir anda binler yerde bulunuyormuş.

İşte, şu mesleğe göre, kabz-ı ruh vaktinde insanın âyinesine temessül [belirme, görünme] eden melekü’l-mevtin insanî ve cüz’î [ferdî, küçük] bir misali, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm gibi bir ulü’l-azm ve celâlli [görkemli, haşmetli, yüce] ve hiddetli bir zâtın tokadına maruz olmak ve o misalî melekü’l-mevtin libası [elbise] hükmündeki suret-i misaliyesindeki gözünü çıkarmak ne muhaldir, ne fevkalâdedir, ne de gayr-ı makuldür. [akla uymayan]

İkinci meslek odur ki, Hazret-i Cebrail, Mikail, Azrail gibi melâike-i izâm, birer nâzır-ı umumî hükmünde, kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda avâneleri [yardımcılar] vardır. Ve o muavinler, envâ-ı mahlûkata [varlık türleri] göre ayrı ayrıdırlar. SulehânınHaşiye ervâhını [ruhlar] kabzeden başkadır, ehl-i şekavetin ervâhını [ruhlar] kabzeden

491

yine başkadır.1 Nasıl ki, وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا * وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا 2 âyeti işaret ediyor ki, kabz-ı ervâh [ruhların bedenden alınması işlemi] eden, taife taifedir.

Bu mesleğe göre, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm, Hazret-i Azrail aleyhisselâma değil, belki Azrail’in bir avânesinin [yardımcılar] misalî cesedine, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] celâletine ve hulkî [yaratılıştan] celâdetine ve Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yanında nazdar [nazlı] olmasına binaen, ona bir tokat aşk etmek gayet makuldür.Haşiye [dipnot]

Üçüncü meslek: Yirmi Dokuzuncu Sözün [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] Dördüncü Esasında beyan edildiği gibi ve ehâdis-i şerifenin [hadis-i şerifler; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketleri veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışları] delâlet ettiği üzere, “Bazı melâikeler [melekler] var ki, kırk bin başı var. Her başında kırk bin dili var (demek seksen bin gözü dahi var). Herbir dilde kırk bin tesbihat var.”

Evet, madem melâikeler [melekler] âlem-i şehadetin [görünen alem] envâına [tür] göre müekkeldirler, [görevli] âlem-i ervahta [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] o envâın [tür] tesbihatlarını temsil ediyorlar; elbette öyle olmak lâzım gelir. Çünkü, meselâ küre-i arz [yer küre, dünya] bir mahlûktur, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tesbih ediyor. Değil kırk bin, belki yüz binler baş hükmünde envâları var. Her nev’in, yüz binler dil hükmünde efradları [bireyler] var, ve hâkezâ… Demek, küre-i arza [yer küre, dünya] müekkel [görevli] meleğin kırk bin, belki yüz binler başı olmalı ve her başında da yüz binler dil olmalı, ve hâkezâ…

İşte bu mesleğe binaen, Hazret-i Azrail aleyhisselâmın her ferde müteveccih [yönelen] bir yüzü ve bakar bir gözü vardır. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın Hazret-i Azrail aleyhisselâma tokat vurması, hâşâ, Azrail aleyhisselâmın mahiyet-i asliyesine ve şekl-i hakikîsine değil ve bir tahkir [aşağılama] değil ve adem-i kabul [kabul etmeme] değil; belki vazife-i risaletin [peygamberlik görevi] daha devamını ve bekàsını arzu ettiği için, kendi eceline dikkat eden ve hizmetine sed çekmek isteyen bir göze şamar vurmuş ve vurur.

492

اَللهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ 1* لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ هُوَ 2* قُلْ اِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ 3* هُوَ الَّذِى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ اٰيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَاَمَّا الَّذِينَ فِى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَۤاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَۤاءَ تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُۤ اِلاَّ اللهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ اِلاَّۤ اُولُوا اْلاَلْبَابِ * 4

ba

493

Üçüncü Mesele olan Üçüncü Risale

Şu mesele, umum ihvânımın [kardeşler] ekseri lisan-ı halle [beden dili] ve bir kısmının lisan-ı kalle [söz ile anlatım] ettikleri umumî bir sualin, has ve hususî ve mahremce bir cevabıdır.

SUAL: Senin ziyaretine gelen herkese diyorsun ki: “Benim şahsımdan bir himmet [ciddi gayret] beklemeyiniz ve şahsımı mübarek tanımayınız. Ben makam sahibi değilim. Âdi bir neferin, [asker] müşir [mareşal] makamının evâmirini [emirler] tebliği gibi, ben de mânevî bir müşiriyet [mareşallik] makamının evâmirini [emirler] tebliğ ediyorum. Hem müflis [iflas etmiş] bir adamın, gayet kıymettar ve zengin elmas ve mücevherat [kıymetli taşlar] dükkânının dellâlı [davetçi, ilan edici] olduğu gibi, ben dahi mukaddes ve Kur’ânî bir dükkânın dellâlıyım” [davetçi, ilan edici] diyorsun. Halbuki, aklımız ilme muhtaç olduğu gibi, kalbimiz dahi bir feyiz ister, ruhumuz bir nur ister, ve hâkezâ, çok cihetle çok şeyler istiyoruz. Seni hâcâtımıza yarayacak adam zannedip senin ziyaretine geliyoruz. Bize âlimden ziyade bir sahib-i velâyet, sahib-i himmet ve sahib-i kemâlât [olgunluk ve fazilet sahibi kimseler] lâzım. Eğer hakikat-i hal [bir şeyin gerçek durumu] dediğin gibiyse, ziyaretinize yanlış geldik, lisan-ı halleri [beden dili] diyor.

Elcevap: Beş Noktayı dinleyiniz, sonra düşününüz. Ziyaretiniz beyhude mi, yoksa faideli midir, o vakit hükmediniz.

BİRİNCİ NOKTA

Nasıl ki bir padişahın âdi bir hizmetkârı ve biçare bir neferi, padişah namına feriklere, paşalara hedâyâ-yı şahanesini ve nişanlarını veriyor, onları minnettar ediyor. Eğer ferikler ve müşirler, [mareşal] “Bu âdi nefere [asker] neden tenezzül edip elinden ihsan [bağış] ve nişanları alıyoruz?” deseler, mağrurâne [gururlu bir şekilde] bir divaneliktir. Eğer o nefer [asker] dahi, vazifesinin haricinde müşire [mareşal] kıyam etmezse, kendini ondan yüksek görse, eblehçesine [ahmak] bir divaneliktir. Hem eğer o memnun olan feriklerden birisi, müteşekkirâne [teşekkür ederek] o neferin [asker] kulübeciğine tenezzülen misafir gitse, kuru ekmekten başka bulmayan o nefer [asker] mahcup kalmamak için, o hali gören ve bilen padişah, elbette

494

o neferini [asker] mahcup etmemek için, matbah-ı şahaneden, sadık hizmetkârının muhterem misafirine tabla gönderir.

Öyle de, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] sadık bir hizmetkârı, ne kadar âdi olursa olsun, Kur’ân namına, en büyük insanlara emirlerini çekinmeyerek tebliğ eder ve en zengin ruhlu olanlara Kur’ân’ın âli [yüce] elmaslarını, yalvararak, mütezellilâne [kendi kusur ve aczini bilerek] değil, belki müftehirâne [iftihar ederek] ve müstağniyâne [tok gönüllülükle, kanaatkar bir şekilde] satar. Onlar ne kadar büyük olursa olsun, o âdi hizmetkâra, vazife başında iken tekebbür [büyüklenme] edemezler. Ve o hizmetkâr dahi, onların ona müracaatında kendine medar-ı gurur bulamaz ve haddinden tecavüz etmez. Eğer o hazine-i kudsiyenin müşterileri içinde bazıları o biçare hizmetkâra velâyet [velilik] nazarıyla baksalar ve büyük tanısalar, elbette hakikat-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikati] merhamet-i kudsiyesi şanındandır ki, o hizmetkârını mahcup etmemek için, hazine-i hassa-i İlâhiyeden, o hizmetkârın hiç haberi ve medhali olmadan, onlara medet versin ve himmet [ciddi gayret] ederek feyizdar [feyizli, bereketli] etsin.

İKİNCİ NOKTA

İmam-ı Rabbânî ve Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed-i [çokça medhedilen, övülen] Farukî (r.a.) demiş: “Hakaik-i imaniyeden [iman hakikatleri, esasları] birtek meselenin inkişafı [açığa çıkma] ve vuzuhu, [açıklık] benim indimde binler ezvak [mânevî zevkler] ve kerâmâta [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] müreccahtır. [tercih edilen] Hem bütün tarikatlerin gayesi ve neticesi, hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] inkişafı [açığa çıkma] ve vuzuhudur.”1 [açıklık]

Madem şöyle bir tarikat kahramanı böyle hükmediyor. Elbette, hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] kemâl-i vuzuhla [mükemmel bir açıklık] beyan eden ve esrar-ı Kur’âniyeden [Kur’ân’daki sırlar] tereşşuh [sızma/sızıntı] eden Sözler, velâyetten [velilik] matlup [istek] olan neticeleri verebilirler.

ÜÇÜNCÜ NOKTA

Bundan otuz sene evvel, Eski Said’in gâfil kafasına müthiş tokatlar indi, اَلْمَوْتُ حَقٌّ 2 kaziyesini [hüküm, önerme] düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Medet

495

istedi, bir yol aradı, bir halâskâr [kurtarıcı] taharri [araştırma] etti. Gördü ki, yollar muhtelif; tereddütte kaldı. Gavs-ı Âzam olan Şeyh-i Geylânî radıyallahü anhın Fütuhu’l-Gayb [[Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.)]] namındaki kitabıyla tefe’ül [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] etti. Tefe’ülde [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] şu çıktı:

اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ * 1

Aciptir ki, o vakit ben Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] âzâsı idim. Güya ehl-i İslâmın [Müslümanlar] yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta bendim. Hasta evvelâ kendine bakmalı; sonra hastalara bakabilir.

İşte, Hazret-i Şeyh bana der ki: “Sen kendin hastasın. Kendine bir tabip ara.”

Ben dedim: “Sen tabibim ol.” Tuttum, kendimi ona muhatap addederek, o kitabı bana hitap ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetliydi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye [cerrahî ameliyat] yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatap ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum.

Fakat sonra, ameliyat-ı şifakârâneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini [devamlı yapılan zikir] ve münâcâtını [Allah’a yalvarış, dua] dinledim, çok istifaza [feyizlenme] ettim.

Sonra İmam-ı Rabbânî’nin Mektubat kitabını gördüm, elime aldım. Hâlis bir tefe’ül [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] ederek açtım. Acaiptendir ki, bütün Mektubat’ında yalnız iki yerde “Bediüzzaman” lâfzı var.2 O iki mektup bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında “Mirza Bediüzzaman’a Mektup”3 diye yazılı olarak gördüm. “Fesübhânallah,” [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] dedim. “Bu bana hitap ediyor.” O zaman Eski Said’in bir lâkabı Bediüzzaman idi. Halbuki Hicretin [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] üç yüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedânî’den başka o lâkapla iştihar etmiş zatları bilmiyordum. Halbuki İmamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zâtın hali benim halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime devâ buldum.

496

Yalnız İmam, o mektuplarında tavsiye ettiği gibi, çok mektuplarında musırrâne [ısrarlı bir şekilde] şunu tavsiye ediyor: “Tevhid-i kıble et.” Yani, “Birini üstad tut, arkasından git. Başkasıyla meşgul olma.”

Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma [kabiliyet] ve ahvâl-i ruhiyeme [ruhî haller, psikolojik haller ve durumlar] muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim? Tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hâsiyetler [özellik] var; biriyle iktifâ [yetinme] edemiyordum.

O tahayyürde iken, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların [yollar] başı ve bu cetvellerin menbaı [kaynak] ve şu seyyarelerin [gezegen] güneşi Kur’ân-ı Hakîmdir. [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur.

Ona yapıştım. Nâkıs [eksik] ve perişan istidadım [kabiliyet] elbette lâyıkıyla o mürşid-i hakikînin âb-ı hayat [hayat suyu] hükmündeki feyzini massedip alamıyor. Fakat ehl-i kalb [kalb ehli] ve sahib-i halin derecâtına [dereceler] göre, o feyzi, o âb-ı hayatı, [hayat suyu] yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek, Kur’ân’dan gelen o Sözler ve o nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, ruhî, hâlî [boş] mesâil-i imaniyedir. [imana dair meseleler] Ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlâhiye [İlâhî bilgiler] hükmündedirler.

DÖRDÜNCÜ NOKTA

Sahabelerden ve Tâbiîn [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] ve Tebe-i Tâbiînden en yüksek mertebeli velâyet-i kübrâ [en büyük velâyet] sahibi olan zâtlar, nefs-i Kur’ân’dan bütün letâiflerinin [duygular] hisselerini aldıklarından ve Kur’ân onlar için hakikî ve kâfi [yeterli] bir mürşid olduğundan gösteriyor ki, her vakit Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakikatleri ifade ettiği gibi, velâyet-i kübrâ [en büyük velâyet] feyizlerini dahi ehil olanlara ifâza [feyiz verme, bereketlendirme] eder.

Evet, zâhirden hakikate geçmek iki suretledir:

Biri: Tarikat berzahına [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] girip, seyr ü sülûk [mânevî yol alma] [İlâhî hakikatlara ulaşmak için bir rehber öncülüğünde çıkılan mânevî yolculuk] ile kat-ı merâtip [manevî derece ve mertebelere yükselme] ederek hakikate geçmektir.

497

İkinci suret: Doğrudan doğruya, tarikat berzahına [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] uğramadan, lûtf-u İlâhî [Allah’ın lütuf ve ikramı] ile hakikate geçmektir ki, Sahabeye ve Tâbiîne [Hz. Peygamberin (a.s.m.) ashabıyla görüşmüş, onlardan ders almış nesil] has ve yüksek ve kısa tarik [mânevî yol] şudur. Demek, hakaik-i Kur’âniyeden [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] tereşşuh [sızma/sızıntı] eden nurlar ve o nurlara tercümanlık eden Sözler, o hassaya malik olabilirler ve maliktirler.

BEŞİNCİ NOKTA

Beş cüz’î [ferdî, küçük] misalle göstereceğiz ki, Sözler talim-i hakaik ettikleri gibi, irşad [doğru yol gösterme] vazifesini de görüyorlar.

BİRİNCİ MİSAL: Ben kendim, on değil, yüz değil, binler defa müteaddit [bir çok] tecrübâtımla [tecrübeler] kanaatim gelmiş ki, Sözler ve Kur’ân’dan gelen nurlar, aklıma ders verdiği gibi, kalbime de iman hali telkin ediyor, ruhuma iman zevki veriyor, ve hâkezâ… Hattâ, dünyevî işlerimde, keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] sahibi bir şeyhin bir müridi nasıl şeyhinden hâcâtına dair medet ve himmet [ciddi gayret] bekliyor; ben de Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] esrarından o hâcâtımı beklerken, ümit etmediğim ve ummadığım bir tarda [kovma] bana çok defa hâsıl oluyor. Yalnız cüz’iyattan iki küçük misal:

Biri: On Altıncı Mektupta izahı ve tafsili geçen, Süleyman isminde bir misafirime, katran ağacı başında koca bir ekmek harika bir tarzda gösterilmiş. İki gün, ikimiz o hediye-i gaybîden yedik.

İkinci misal: Gayet küçük ve lâtîf, [çok lütuf ve ihsanda bulunan Allah] bugünlerde vaki olan meseleyi söyleyeceğim. Şöyle ki:

Fecirden [sabah vakti] evvel hatırıma geldi ki, bir zâtın kalbine vesvese verecek bir tarzda tarafımdan sözler söylenilmişti. “Keşke,” dedim, “onu görseydim, kalbindeki dağdağa[gürültü, dehşet verici] izale [giderme] etseydim.” Aynı dakikada, Nis’e gitmiş bir parça kitabım bana lâzımdı. “Keşke elime geçseydi” dedim.

Sabah namazından sonra oturdum, baktım, aynı zât, o kitap parçası elinde olduğu halde içeri girdi.

Ona dedim: “Senin elindeki nedir?”

Dedi: “Bilmiyorum. Kapının önünde, Nis’ten gelmiş diye birisi bana verdi; ben de size getirdim.”

498

Fesübhânallah,” [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] dedim. “Böyle bir vakitte bu adamın evinden çıkıp gelmesi ve şu Sözün Nis’ten gelmesi hiç tesadüfe benzemiyor. Ve böyle bir adama şöyle bir parça kitabı aynı dakikada eline verip bana gönderen, elbette Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] himmetidir” [ciddi gayret] diyerek, “Elhamdü lillâh,” dedim. “Benim en küçük, ehemmiyetsiz, hafî [gizli] arzu-yu kalbimi bilen birisi, elbette bana merhamet ediyor, beni himaye ediyor. Öyle ise dünyanın minnetini beş paraya almam.”

İKİNCİ MİSAL: Biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] Merhum Abdurrahman, sekiz seneden beri benden ayrılıp dünyanın gaflet ve evhamlarına bulaştığı halde, şahsıma karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zan[güzel düşünce] varmış. Bende olmayan ve elimden gelmeyen himmeti [ciddi gayret] istiyor ve medet bekliyordu. Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] himmeti [ciddi gayret] imdadına yetişti, haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair olan Onuncu Sözü vefatından üç ay evvel eline yetiştirdi. O Söz, onu mânevî kirlerinden ve evham ve gafletten temizlemekle beraber, adeta mertebe-i velâyete [velâyet mertebesi] çıkmış gibi, vefatından evvel yazdığı mektubunda üç zâhir keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmiş. Yirmi Yedinci Mektubun fıkraları [bölüm] içinde derc [yerleştirme] edilmiş; müracaat olunsun.

ÜÇÜNCÜ MİSAL: Burdurlu Hasan Efendi isminde ehl-i kalb [kalb ehli] bir âhiret kardeşim ve talebem vardı. Bana karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zan [güzel düşünce] ederek, büyük bir velîden himmet [ciddi gayret] beklemek gibi, biçare benden medet bekliyordu. Birden bire, hiç münasebet yokken, Otuz İkinci Sözü Burdur köylerinde oturan birisine mütalâa etmek üzere verdim. Sonra Hasan Efendi hatırıma geldi, dedim: “Şayet Burdur’a gidersen Hasan Efendiye ver, beş altı gün mütalâa etsin.”

O adam gitmiş, doğrudan doğruya Hasan Efendiye vermiş. Hasan Efendinin eceli otuz kırk gün kalmıştı. Gayet susamış bir adamın âb-ı kevser [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] gibi tatlı suya rast gelirken yapışması gibi, öyle de Otuz İkinci Söze yapışmış. Mütemadiyen mütalâa yapa yapa ve tefeyyüz [feyizlenme] ede ede, hususan Üçüncü Mevkıfındaki [bölüm, kısım] muhabbetullah [Allah sevgisi] bahsinde tamamıyla derdine devâ bulmuş. Ve bir kutb-u âzamdan [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] beklediği feyzi onda bulmuş. Sağlam olarak camie gitmiş, namaz kılmış, orada ruhunu Rahmân’a teslim eylemiş. (Rahmetullahi aleyh.)

DÖRDÜNCÜ MİSAL: Hulûsi Beyin Yirmi Yedinci Mektuptaki fıkralarının [bölüm]

499

şehadetiyle, en mühim ve müessir tarikat olan Nakşî tarikatinden ziyade himmet [ciddi gayret] ve medet, feyiz ve nuru, esrar-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’daki sırlar] tercümanı olan Nurlu Sözlerde bulmuştur.

BEŞİNCİ MİSAL: Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem [kardeş çocuğu, yeğen] Abdurrahman’ın (rahmetullahi aleyh) vefatı üzerine ve daha sair elîm ahvâlât [haller] içinde bir perişaniyet hissetmişti. Hem, elimden gelmeyen mânevî himmet [ciddi gayret] ve medet bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birden bire, mühim birkaç Sözü ona gönderdim. O da mütalâa ettikten sonra yazıyor ki:

“Elhamdü lillâh, kurtuldum. Çıldıracaktım. Bu Sözlerin herbiri birer mürşid hükmüne geçti. Çendan [gerçi] bir mürşidden ayrıldım, fakat çok mürşidleri birden buldum, kurtuldum” diye yazıyordu. Ben baktım ki, hakikaten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip o eski vaziyetlerinden kurtulmuş.

Daha bu beş misal gibi pek çok misaller var. Onlar gösteriyorlar ki, ulûm-u imaniye, [iman ilimleri] hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devâen Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] esrarından mânevî ilâçlar alınsa ve tecrübe edilse, elbette o ulûm-u imaniye [iman ilimleri] ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddî ihlâs ile istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edenlere yeter, kâfi [yeterli] gelir. Onları satan ve gösteren eczacı ve dellâl [davetçi, ilan edici] ne halde bulunursa bulunsun, âdi olsun, müflis [iflas etmiş] olsun, zengin olsun, makam sahibi olsun, hizmetkâr olsun, çok fark yoktur.

Evet, güneş varken mumların ışığı altına girmeye ihtiyaç yok. Madem güneşi gösteriyorum; benden mum ışığı—bahusus bende bulunmazsa—istemek mânâsızdır, lüzumsuzdur. Belki onların bana dua ile, mânevî yardımla, hattâ himmetle [ciddi gayret] muavenet [yardım] etmeleri lâzımdır. Ve ben onlardan istimdat [medet isteme] etmem ve medet istemem benim hakkımdır. Onlar, Nurlardan aldıkları feyze kanaat etmek, onların üstünde haktır.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1 اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلٰوةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَلِحَقِّهِ اَدَاءً وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ * 2

500

Yirmi Sekizinci Mektubun Üçüncü Meselesinin tetimmesi [ek] olabilir küçük ve hususî bir mektuptur.

Âhiret kardeşlerim ve çalışkan talebelerim Hüsrev Efendi ve Re’fet Bey,

Sözler namındaki envâr-ı Kur’âniyede [Kur’ân’ın nurları] üç keramet-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın kerameti] hissediyorduk. Sizler dahi gayret ve şevkinizle bir dördüncüsünü ilâve ettirdiniz. Bildiğimiz üç ise:

Birincisi: Telifinde [kaleme alma] fevkalâde suhulet [kolaylık] ve sür’attir. Hattâ beş parça olan On Dokuzuncu Mektup, iki üç günde ve her günde üç dört saat zarfında mecmuu on iki saat eder—kitapsız, dağda, bağda telif [kaleme alma] edildi. Otuzuncu Söz, hastalıklı bir zamanda, beş altı saatte telif [kaleme alma] edildi. Yirmi Sekizinci Söz olan Cennet bahsi, bir veya iki saatte, Süleyman’ın dere bahçesinde telif [kaleme alma] edildi. Ben ve Tevfik [başarı] ile Süleyman bu sür’ate hayrette kaldık. Ve hâkezâ… Telifinde [kaleme alma] bu keramet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın kerameti] olduğu gibi…

İkincisi: Yazmasında dahi fevkalâde bir suhulet, [kolaylık] bir iştiyak [arzu, istek] ve usanmamak var. Şu zamanda ruhlara, akıllara usanç veren çok esbab [sebebler] içinde, bu Sözlerden biri çıkar; birden çok yerlerde kemâl-i iştiyakla [tam bir istek ve arzu] yazılmaya başlanıyor. Mühim meşgaleler içinde onlar herşeye tercih ediliyor. Ve hâkezâ…

Üçüncü keramet-i Kur’âniye: [Kur’ân’ın kerameti] Bunların okunması dahi usanç vermiyor. Hususan ihtiyaç hissedilse, okundukça zevk alınıyor, usanılmıyor.

İşte, siz dahi dördüncü bir keramet-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın kerameti] ispat ettiniz. Hüsrev gibi, kendine tembel diyen ve beş senedir Sözleri işittiği halde yazmaya cidden tembellik edip başlamayan bir kardeşimiz, bir ayda on dört kitabı güzel ve dikkatli yazması, şüphesiz dördüncü bir keramet-i esrar-ı Kur’âniyedir. Hususan Otuz Üçüncü Mektup olan Otuz Üç Pencerelerin kıymeti tamamen takdir edilmiş ki, gayet dikkatle ve güzel yazılmış. Evet, o risale, marifetullah [Allah’ı bilme ve tanıma] ve iman-ı billâh [Allah’a iman] için en kuvvetli ve en parlak bir risaledir. Yalnız, baştaki pencereler gayet icmal [kısaca, özet olarak] ve ihtisarla [kısaltma] gidilmiştir. Fakat gittikçe inkişaf [açığa çıkma] eder, daha ziyade parlar. Zaten sair telifata [kaleme alma] muhalif olarak, ekser Sözlerin başları mücmel [kısa, kısaca] başlar, gittikçe genişlenir, tenevvür [aydınlanma, nurlanma] eder.

ba

501

Dördüncü Risale olan

Dördüncü Mesele

بِاسْمِهِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

 İhvanlarıma, medar-ı intibah bir hâdise-i cüz’iyeye dair bir suale cevaptır.

Aziz kardeşlerim,

Sual ediyorsunuz ki: “Cami-i şerifinize, Cuma gecesinde, sebepsiz olarak, mübarek bir misafirin gelmesiyle tecavüz edilmiş. Bu hâdisenin mahiyeti nedir? Neden sana ilişiyorlar?”

Elcevap: Dört Noktayı, bilmecburiye, [mecburen, zorunlu olarak] Eski Said lisanıyla beyan edeceğim. Belki ihvanlarıma [kardeş] medar-ı intibah olur; siz de cevabınızı alırsınız.

BİRİNCİ NOKTA

O hâdisenin mahiyeti, hilâf-ı kanun [kanun dışı] ve sırf keyfî ve zındıka hesabına, Cuma gecesinde kalbimize telâş vermek ve cemaate fütur [usanç] getirmek ve beni misafirlerle görüştürmemek için bir desise-i şeytaniye [şeytandan gelen hileler] ve münafıkane bir taarruzdur. Garaiptendir [şaşılacak şeyler] ki, o geceden evvel olan Perşembe günü tenezzüh [ferahlama, rahatlama] için bir tarafa gitmiştim. Avdetimde, [geri dönme] güya iki yılan birbirine eklenmiş [yeme] gibi uzunca siyah bir yılan sol tarafımdan geldi, benimle arkadaşımın ortasından geçti. Arkadaşıma, o yılandan dehşet alıp korktun mu, diye sordum:

“Gördün mü?”

O dedi: “Neyi?”

Dedim: “Bu dehşetli yılanı.”

Dedi: “Yok, görmedim ve göremiyorum.”

Fesübhânallah,” [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] dedim. “Bu kadar büyük bir yılan ikimizin ortasından geçtiği halde nasıl görmedin?”

O vakit hatırıma birşey gelmedi. Fakat sonra kalbime geldi ki: “Bu sana işarettir, dikkat et.”

502

Düşündüm ki, gecelerde gördüğüm yılanlar nev’indendir. Yani, gecelerde gördüğüm yılanlar ise, hıyanet niyetiyle her ne vakit bir memur yanıma gelse, onu yılan suretinde görüyordum. Hattâ bir defa müdüre söylemiştim: “Fena niyetle geldiğin vakit seni yılan suretinde görüyorum; dikkat et” demiştim. Zaten selefini [önce gelen, önceki, yerine geçilen] çok vakit öyle görüyordum. Demek, şu zâhiren gördüğüm yılan ise, işarettir ki, hıyanetleri bu defa yalnız niyette kalmayacak, belki bilfiil bir tecavüz suretini alacak.

Bu defaki tecavüz, çendan [gerçi] zâhiren küçükmüş ve küçültülmek isteniliyordu. Fakat vicdansız bir muallimin teşvikiyle ve iştirakiyle o memurun verdiği emir, “Cami içinde namazın tesbihâtındayken o misafirleri getiriniz” diye jandarmalara emretmiş. Maksat da beni kızdırmak, Eski Said damarıyla bu fevkalkanun, [kanun üstü, kanun dışı] sırf keyfî muameleye karşı, kovmakla mukabele [karşılama; karşılık verme] etmekti. Halbuki o bedbaht bilmedi ki, Said’in lisanında Kur’ân’ın destgâhından [iş yeri] gelen bir elmas kılıç varken, elindeki kırık odun parçasıyla müdafaa etmez; belki o kılıcı böyle istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edecektir.

Fakat jandarmaların akılları başlarında olduğu için, hiçbir devlet, hiçbir hükûmet namazda, camide vazife-i diniye [dini görev] bitmeden ilişmediği için, namaz ve tesbihâtın hitâmına [son] kadar beklediler. Memur bundan kızmış, “Jandarmalar beni dinlemiyorlar” diye kır bekçisini arkasından göndermiş. Fakat Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] beni böyle yılanlarla uğraşmaya mecbur etmiyor. İhvanlarıma da tavsiyem budur ki:

Zaruriyet-i kat’iye olmadan bunlarla uğraşmayınız. Cevâbü’l-ahmaki’s-sükût nev’inden, tenezzül edip onlarla konuşmayınız. Fakat buna dikkat ediniz ki, canavar bir hayvana karşı kendini zayıf göstermek, onu hücuma teşcî [cesaretlendirme] ettiği gibi, canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf [zayıflık, güçsüzlük] göstermek, onları tecavüze sevk eder. Öyle ise dostlar müteyakkız [uyanık ve dikkatli] davranmalı, tâ dostların lâkaytlıklarından [duyarsız] ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler.

İKİNCİ NOKTA

1 وَلاَ تَرْكَنُۤوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّار âyet-i kerimesi fermanıyla,

503

zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki ednâ [basit, aşağı] bir meyil [arzu, istek] edenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü, rıza-yı küfür küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür.

İşte, bir ehl-i kemâl, [kemâl sahibi olgun kimseler] kâmilâne, şu âyetin çok cevâhirinden [cevherler, özler] bir cevherini şöyle tabir etmiştir:

Muîn-i [yardımcı] zâlimîn dünyada erbâb-ı denâettir,
Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten.

Evet, bazıları yılanlık ediyor, bazıları köpeklik ediyor. Böyle mübarek bir gecede, mübarek bir misafirin, mübarek bir duada iken, hafiyelik [gizli çalışan, casus] edip, güya cinayet yapıyormuşuz gibi ihbar eden ve taarruz eden, elbette bu şiirin meâlindeki tokada müstehaktır.

ÜÇÜNCÜ NOKTA

Sual: “Madem Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] feyziyle ve nuruyla en mütemerrid [inatçı] ve müteannid [inad eden, ayak direyen, inatçı] dinsizleri ıslah ve irşad [doğru yol gösterme] etmeye, Kur’ân’ın himmetine [ciddi gayret] güveniyorsun; hem bilfiil de yapıyorsun. Neden senin yakınında bulunan bu mütecavizleri [aşkın] çağırıp irşad [doğru yol gösterme] etmiyorsun?”

Elcevap: Usul-ü şeriatin kaide-i mühimmesindendir:

اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَينْظَرُ لَهُ Yani, “Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde [tarafında] bakılmaz.”

İşte, ben çendan [gerçi] Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] kuvvetine istinaden dâvâ ediyorum ki, çok alçak olmamak ve yılan gibi dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] zehrini serpmekle telezzüz [lezzet alma] etmemek şartıyla, en mütemerrid [inatçı] bir dinsizi, birkaç saat zarfında ikna etmezsem de, ilzam [susturma] etmeye hazırım. Fakat, nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır [zararlı] şişe parçalarına mübadele [değiş tokuş] eder derecede münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlara hakaiki [doğru gerçekler] söylemek, hakaike [doğru gerçekler] karşı bir hürmetsizliktir.

504

كَتَعْلِيقِ الدُّرَرِ فِى اَعْنَاقِ الْبَقَرِ 1 darbımeseli [atasözü] gibi oluyor. Çünkü bu işleri yapanlar, kaç defa hakikati Risale-i Nur’dan işittiler. Ve bilerek, hakikatleri zındıka dalâletlerine [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] karşı çürütmek istiyorlar. Böyleler, yılan gibi zehirden lezzet alıyorlar.

DÖRDÜNCÜ NOKTA

Bana karşı bu yedi senedeki muameleler, sırf keyfî ve fevkalkanundur. [kanun üstü, kanun dışı] Çünkü, menfîlerin ve esirlerin ve zindandakilerin kanunları meydandadır. Onlar kanunen akrabasıyla görüşürler, ihtilâttan [birbirine karışma] men olunmazlar. Her millet ve devlette ibadet ve taat, [Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma] tecavüzden masundur. Benim emsallerim, şehirlerde akrabalarıyla ve ahbaplarıyla beraber kaldılar. Ne ihtilâttan, [birbirine karışma] ne muhabereden ve ne de gezmekten men olunmadılar. Ben men olundum. Ve hattâ camiime ve ibadetime tecavüz edildi. Şâfiîlerce, [şifa verici] tesbihat içinde kelime-i tevhidin [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] tekrarı sünnet iken, bana terk ettirilmeye çalışıldı.

Hattâ Burdur’da eski muhacirlerden Şebab isminde ümmî bir zât, kayınvalidesiyle beraber tebdil-i hava [hava değişimi] için buraya gelmiş; hemşehrilik itibarıyla benim yanıma geldi. Üç müsellâh jandarma ile camiden [cansız] istenildi. O memur, hilâf-ı kanun [kanun dışı] yaptığı hatayı setretmeye [örtme] çalışıp, “Afedersiniz, gücenmeyiniz; vazifedir” demiş, sonra “Haydi, git” diyerek ruhsat vermiş.

Bu vakıaya sair şeyler ve muameleler kıyas edilse anlaşılır ki, bana karşı sırf keyfî muameledir ki, yılanları, köpekleri bana musallat ediyorlar. Ben de tenezzül etmiyorum ki onlarla uğraşayım. O muzırların [zararlı] şerlerini def etmek için, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] havale ediyorum.

Zaten sebeb-i tehcir olan hâdiseyi çıkaranlar, şimdi memleketlerindedirler. Ve kuvvetli rüesalar, [reisler, başkanlar] aşâirlerin başındadırlar. Herkes terhis edildi. Başlarını yesin, dünyalarıyla alâkam olmadığı halde, beni ve iki zât-ı âhari müstesna bıraktılar. Buna da peki dedim. Fakat o zâtlardan birisi bir yere müftü nasb olunmuş;

505

memleketinden başka her tarafı geziyor ve Ankara’ya da gidiyor. Diğeri, İstanbul’da kırk binler hemşehrileri içinde ve herkesle görüşebilir bir vaziyette bırakılmış. Halbuki bu iki zât, benim gibi kimsesiz, yalnız değiller; maşâallah büyük nüfuzları var. Hem… Hem…

Halbuki, beni bir köye sokmuşlar, en vicdansız insanlarla beni sıkıştırmışlar. Yirmi dakikalık bir köye altı senede iki defa gidebildiğim gibi, o köye gitmek ve birkaç gün tebdil-i hava [hava değişimi] için ruhsat verilmediği bir derecede beni, muzaaf [kat kat] bir istibdat [baskı, zulüm] altında eziyorlar. Halbuki, bir hükûmet ne şekilde olursa olsun, kanunu bir olur. Köyler ve şahıslara göre ayrı ayrı kanun olmaz. Demek hakkımdaki kanun, kanunsuzluktur. Buradaki memurlar, nüfuz-u hükûmeti, ağrâz-ı şahsiyede [şahsî kinler, garazlar] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ediyorlar. Fakat Cenâb-ı Erhamürrâhimîne [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz binler şükrediyorum ve tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] suretinde derim ki:

Bütün onların bu tazyikat [baskılar] ve istibdatları, [baskı, zulüm] envâr-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın nurları] ışıklandıran gayret ve himmet [ciddi gayret] ateşine odun parçaları hükmüne geçiyor, iş’âl [tutuşturma] ediyor, parlatıyor. Ve o tazyikleri gören ve gayretin hararetiyle inbisat [genişleme, yayılma] eden o envâr-ı Kur’âniye, [Kur’ân’ın nurları] Barla yerine bu vilâyeti, belki ekser memleketi bir medrese hükmüne getirdi. Onlar beni bir köyde mahpus zannediyor. Zındıkların rağmına [zıddına, aksine] olarak, bilâkis, Barla kürsî-i ders olup, Isparta gibi çok yerler medrese hükmüne geçti.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبىِِّ * 1

ba

506

Beşinci Risale olan Beşinci Mesele

Şükür Risalesi

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] tekrar ile

اَفَلاَ يَشْكُرُونَ * اَفَلاَ يَشْكُرُونَ * وَسَنَجْزِى الشَّاكِرِينَ * لَئِنْ شَكَرْتُمْ لاَزِيدَنَّكُمْ * بَلِ اللهَ فَاعْبُدْ وَكُنْ مِنَ الشَّاكِرِينَ * 2

gibi âyetlerle gösteriyor ki, Hâlık-ı Rahmân‘ın, [her şeyin yaratıcısı olan ve bütün varlıklara şefkat gösteren Allah] ibâdından istediği en mühim iş şükürdür. Furkan-ı Hakîmde [doğru ile yanlışı birbirinden ayıran hikmetli Kur’ân] gayet ehemmiyetle şükre davet eder. Ve şükür etmemekliği, nimetleri tekzip ve inkâr suretinde gösterip, فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ 3 fermanıyla, Sûre-i Rahmân’da şiddetli ve dehşetli bir surette otuz bir defa şu âyetle tehdit ediyor, şükürsüzlüğün bir tekzip ve inkâr olduğunu gösteriyor.

Evet, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nasıl ki şükrü netice-i hilkat [yaratılış neticesi] gösteriyor. Öyle de, Kur’ân-ı kebîr [büyük bir kitap gibi yazılmış olan kâinat] olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-i âlemin en mühimi şükürdür. Çünkü, kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın teşkilâtı şükrü intac [netice verme] edecek bir surette, herbir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih [yönelen] oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] en mühim meyvesi şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en âlâsı şükürdür.

Çünkü, hilkat-i âlemde [âlemin yaratılışı] görüyoruz ki, mevcudat-ı âlem [âlemdeki varlıklar] bir daire tarzında teşkil

507

edilip, içinde nokta-i merkeziye olarak hayat halk edilmiş. Bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] yetiştirir. Demek, kâinatı halk eden Zât, ondan o hayatı intihap [seçmek] ediyor.

Sonra görüyoruz ki, zîhayat [canlı] âlemlerini bir daire suretinde icad edip, insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Adeta, zîhayatlardan [canlı] maksud olan gayeler onda temerküz [bir merkezde toplanma] ediyor; bütün zîhayatı [canlı] onun etrafına toplayıp ona hizmetkâr ve musahhar [boyun eğdirilmiş] ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek, Hâlık-ı Zülcelâl, [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] zîhayatlar [canlı] içinde insanı intihap [seçmek] ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor.

Sonra görüyoruz ki, âlem-i insaniyet [insanlık âlemi] de, belki hayvan âlemi de bir daire hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vaz edilmiş. Bütün nev-i insanı [insan türü, insanlık] ve hattâ hayvânâtı rızka adeta taaşşuk ettirip, onları umumen rızka hâdim [hizmetçi] ve musahhar [boyun eğdirilmiş] etmiş. Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı da o kadar geniş ve zengin bir hazine yapmış ki, hadsiz nimetleri câmidir. Hattâ rızkın çok envâından [tür] yalnız bir nev’inin tatlarını tanımak için, lisanda kuvve-i zâika [tad alma duyusu] namında bir cihazla mat’ûmat [yiyecekler] adedince mânevî, ince ince mizancıklar [ölçü] konulmuştur. Demek, kâinat içinde en acip, en zengin, en garip, en şirin, en câmi, en bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] hakikat rızıktadır.

Şimdi, görüyoruz ki, herşey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor. Öyle de, rızık dahi, bütün envâıyla, [tür] mânen ve maddeten, halen ve kalen [sözle] şükürle kaimdir, [ayakta duran] şükürle oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünkü, rızka iştiha [arzu, istek] ve iştiyak, [arzu, istek] bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz [lezzet alma] ve zevk dahi gayr-ı şuurî bir şükürdür ki, bütün hayvânatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve küfürle o fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke giriyor.

Hem rızık olan nimetlerde gayet güzel, süslü suretler, gayet güzel kokular, gayet güzel tatmaklar şükrün davetçileridir; zîhayatı [canlı] şevke davet eder ve şevkle bir nevi istihsan [beğenme, güzel bulma] ve ihtirama [hürmet etme, saygı gösterme] sevk eder, bir şükr-ü mânevî [mânevî şükür] ettirir. Ve zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] nazarını dikkate celb [çekme] eder, istihsana [beğenme, güzel bulma] tergib [istek uyandırma, şevklendirme] eder. Nimetleri ihtirama [hürmet etme, saygı gösterme] onu teşvik eder;

508

onunla kalen [sözle] ve fiilen şükre irşad [doğru yol gösterme] eder ve şükrettirir. Ve şükür içinde en âli [yüce] ve tatlı lezzeti ve zevki ona tattırır. Yani, gösterir ki, şu lezzetli rızık ve nimet, kısa ve muvakkat [geçici] bir lezzet-i zâhiriyesiyle beraber, daimî, hakikî, hadsiz bir lezzeti ve zevki taşıyan iltifat-ı Rahmânîyi [Allah’ın sonsuz rahmetiyle lütuf ve ikramda bulunması] şükürle kazandırır. Yani, rahmet hazinelerinin Malik-i Kerîminin hadsiz lezzetli olan iltifatını düşündürüp, şu dünyada dahi Cennetin bâki bir zevkini mânen tattırır. İşte rızık, şükür vasıtasıyla o kadar kıymettar ve zengin bir hazine-i câmia olduğu halde, şükürsüzlükle nihayet derecede sukut [alçalış, düşüş] eder.

Altıncı Sözde beyan edildiği gibi, lisandaki kuvve-i zâika, [tad alma duyusu] Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hesabına, yani mânevî vazife-i şükraniye ile rızka müteveccih [yönelen] olduğu vakit, o dildeki kuvve-i zâika, [tad alma duyusu] rahmet-i bînihaye-i [sonsuz rahmet] İlâhiyenin hadsiz matbahlarına [mutfak] şâkir [Allah’a şükreden] bir müfettiş, hâmid [hamd eden] bir nâzır-ı âlikadr hükmündedir. Eğer nefis hesabına olsa, yani rızkı in’âm [nimet verme] edenin şükrünü düşünmeyerek müteveccih [yönelen] olsa, o dildeki kuvve-i zâika, [tad alma duyusu] bir nâzır-ı âlikadr makamından, batn [iç] fabrikasının yasakçısı ve mide tavlasının [ahır] bir kapıcısı derecesine sukut [alçalış, düşüş] eder.

Nasıl rızkın şu hizmetkârı şükürsüzlükle bu dereceye sukut [alçalış, düşüş] eder. Öyle de, rızkın mahiyeti ve sair hademeleri dahi sukut [alçalış, düşüş] ediyorlar. En yüksek makamdan en ednâ [basit, aşağı] makama inerler. Kâinat Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] hikmetine zıt ve muhalif bir vaziyete düşerler.

Şükrün mikyâsı [ölçü] kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı [ölçü] hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir.

Evet, hırs, şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, [yoksunluk sebebi] hem vasıta-i zillettir. Hattâ, hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] sahip olan mübarek karınca dahi, güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış, ezilir. Çünkü, kanaat etmeyip, senede birkaç tane buğday kâfi [yeterli] gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek arı,

509

kanaatinden dolayı başlar üstünde uçar. Kanaat ettiğinden, balı insanlara emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ile ihsan [bağış] eder, yedirir.

Evet, Zât-ı Akdesin [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] alem-i zâtîsi ve en âzamî ismi olan lâfzullahtan [ifade, kelime] sonra en âzam ismi olan Rahmân, rızka bakar. Ve rızıktaki şükürle ona yetişilir. Hem Rahmân’ın en zâhir mânâsı, Rezzâktır. [bütün canlıların rızıklarını veren Allah]

Hem şükrün envâı [tür] var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi, namazdır.

Hem şükür içinde sâfi bir iman var; hâlis bir tevhid bulunur. Çünkü, bir elmayı yiyen ve “Elhamdü lillâh” diyen adam, o şükürle ilân eder ki: “O elma doğrudan doğruya dest-i kudretin [Allah’ın kudret eli] yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin [Allah’ın rahmet hazinesi] hediyesidir” demesiyle ve itikad [inanç] etmesiyle, herşeyi, cüz’î [ferdî, küçük] olsun küllî olsun, Onun dest-i kudretine [Allah’ın kudret eli] teslim ediyor. Ve herşeyde rahmetin cilvesini bilir. Hakikî bir imanı ve hâlis bir tevhidi, şükürle beyan ediyor.

İnsan-ı gafil, küfrân-ı nimetle [nimete karşı nankörlük] ne derece hasârete [zarar] düştüğünü, çok cihetlerden yalnız bir vechini [cihet, yön, taraf] söyleyeceğiz. Şöyle ki:

Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükretse, o yediği nimet, o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet [Cennet meyvesi] olur. Verdiği lezzetle, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] iltifat-ı rahmetinin [Allah’ın sonsuz rahmet ve lütfuyla muamele etmesi] eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor. Bu gibi mânevî lübleri [öz, iç] ve hülâsaları [esas, öz] ve mânevî maddeleri ulvî makamlara gönderip, maddî ve tüflî (posa) ve kışrî, [kabuk] yani vazifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri fuzulât olup aslına, yani anâsıra [kâinattaki unsurlar, elementler] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmeye gidiyor. Eğer şükretmezse, o muvakkat [geçici] lezzet, zevâl [batış, kayboluş] ile bir elem ve teessüf [eseflenme, üzülme] bırakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalb olur. Şükürle, zâil [geçici, yok olucu] rızıklar, daimî lezzetler, bâki meyveler verir. Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten, çirkin bir surete döner. Çünkü, o gafile göre rızkın âkıbeti, muvakkat [geçici] bir lezzetten sonra fuzulâttır.

Evet, rızkın aşka lâyık bir sureti var. O da, şükürle o suret görünür. Yoksa,

510

ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] rızka aşkları bir hayvanlıktır. Daha buna göre kıyas et ki, ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve gaflet ne derece hasâret [zarar] ediyorlar.

Envâ-ı zîhayat [canlı türleri] içinde en ziyade rızkın envâına [tür] muhtaç, insandır. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insanı bütün esmâsına câmi bir âyine [ayna] ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharâtını [depolanmış, saklanmış] tartacak, tanıyacak cihazata malik bir mu’cize-i kudret [Allah’ın kudret mu’cizesi] ve bütün esmâsının cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mizana [ölçü] çekecek âletleri hâvi [içeren, içine alan] bir halife-i arz [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] suretinde halk etmiştir. Onun için, hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve mânevî rızkın hadsiz envâına [tür] muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete [kapsayıcılık] göre en âlâ bir mevki olan ahsen-i takvime [en güzel biçim, tam kıvam] çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] düşer, bir zulm-ü azîmi [çok büyük zulüm] irtikâp [kötü iş işleme] eder.

Elhasıl, [kısaca, özetle] en âlâ ve en yüksek tarik [mânevî yol] olan tarik-i ubûdiyet ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki, o dört esas şöyle tabir edilmiş:

Der tarik-i acz-mendî lâzım âmed çâr-çiz:
Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, [sınırsız fakirlik] şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak, ey aziz.1

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنَ الشَّاكِرِينَ بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * 2

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 3

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الشَّاكِرِينَ وَالْحَامِدِينَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ. اٰمِينَ * 4

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 5

511

Altıncı Risale olan Altıncı Mesele

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَتُصِيبَنَّ الَّذِى ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً * 1

Aziz kardeşlerim,

Haremeyn-i Şerifeynin [Mekke’de bulunan Kâbe-i Şerif ve Medine’de bulunan Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mescidine (Mescid-i Nebevî) verilen isim] Vehhâbilerin eline geçmesi ve onların, eâzım-ı İslâmın türbeleri hakkındaki tahripkârâne hürmetsizliği ne hikmete mebnîdir?” [bina edilmiş, dayandırılmış] diye sual ediyorsunuz.

Elcevap: Şu hadise, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] siyasetine ve hayat-ı içtimâiyesine [sosyal hayat] taallûk [ait olma, ilgilendirme] ettiği için, Yeni Said kafasıyla cevap veremiyorum. Çünkü, şimdi daire-i nazarım [bakma, görme dairesi] başka ufuktadır. Fakat, hiç kırmadığım ve dâima faydasını gördüğüm mübarek hatıran için Eski Said kafasını muvakkaten [geçici] başıma sıkılarak giyerek, şu Altıncı Meseleyi dört muhtasar [kısa] nüktelerle [derin anlamlı söz] beyan edeceğiz.

BİRİNCİ NÜKTE: [derin anlamlı söz]

Şu Vehhâbi meselesinin kökü derindir. An’anesi zaman-ı Sahabeden [Sahabelerin zamanı] başlayarak gelmiş. İşte o an’ane, üç uzun esaslarla gelmiştir:

Birincisi: Hazret-i Ali (r.a.), Vehhâbilerin ecdâdından ve ekserisi Necid sekenesinden [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] olan Hâricîlere kılıç çekmesi ve Nehrivan’da onların hâfızlarını öldürmesi, onlarda derinden derine, hem din namına Şialığın aksine olarak, Hz. Ali’nin (r.a.) faziletlerine karşı bir küsmek, bir adâvet [düşmanlık] tevellüd [doğma] etmiştir. Hazret-i Ali (r.a.) “Şâh-ı Velâyet[velîlik makamının şâhı, başı] ünvânını kazandığı ve turuk-u evliyanın ekser-i mutlakı [büyük çoğunluk]

512

ona rücû etmesi cihetinden, Hâricîlerde ve şimdi ise Hâricîlerin bayraktarı olan Vehhâbilerde, ehl-i velâyete [velâyet makamında olanlar, velî kullar] karşı bir inkâr, bir tezyif [alay etme, küçük düşürme] damarı yerleşmiştir.

İkincisi: Müseylime-i Kezzâb’ın fitnesiyle irtidâda yüz tutan Necid havâlisi, Hazret-i Ebu Bekir’in (r.a.) hilâfetinde, Halid İbni Velid’in kılıncıyla zîr ü zeber [alt üst] edildi. Bundan Necid ahalisinin Hulefa-i [halifeler; Fahr-i Kâinat (a.s.m.) Efendimizin vekili olarak Müslümanların başkanlığını yapan ve İslâmiyeti korumak ve yaşatmakla görevli olan zâtlar] Raşidîn’e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı bir iğbirâr, seciyelerine [huy, karakter] girmişti. Hâlis Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdatlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlar—nasıl ki ehl-i İran’ın, Hazret-i Ömer’in (r.a.) âdilâne darbesiyle devletleri mahv ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şialar Âl-i Beyt muhabbeti perdesi altında Hazret-i Ömer’e (r.a.) ve Hazret-i Ebu Bekir’e (r.a.) ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate dâima müntakimâne, [intikam almak tarzına] fırsat buldukça tecavüz etmişler.

Üçüncü esas: Vehhâbilerin azîm imamlarından ve acîp dehâları taşıyan meşhur İbni Teymiye ve İbni Kayyıme’l-Cevzî gibi zatlar Muhyiddin-i Arabî (k.s.) gibi azîm evliyâya karşı fazla hücum ettikleri ve güya mezheb-i Ehl-i Sünneti Şialara karşı Hazret-i Ebu Bekir’in (r.a.) Hazret-i Ali’den (r.a.) efdâliyetini müdafaa ediyorum diyerek, Hazret-i Ali’nin (r.a) kıymetini çok düşürüyorlar. Hârika faziletlerini âdileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arabî (k.s.) gibi çok evliyâyı inkâr ve tekfir [küfürle itham etmek] ediyorlar.

Hem, Vehhâbiler kendilerini Ahmed [çokça medhedilen, övülen] İbni Hanbel mezhebinde saydıkları için, Ahmed [çokça medhedilen, övülen] İbni Hanbel Hazretleri bir milyon hadisin hâfızı ve râvîsi ve şiddetli olan Hanbelî mezhebinin reisi ve halk-ı Kur’ân meselesinde cihanpesendâne [bütün dünyaya kabul ettirerek] salâbet [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] ve metânet sahibi bir zat olduğundan, onun bir derece zâhirî ve mutaassıbâne ve Alevîlere muhâlefetkârâne mezhebinden din nâmına istifade edip, bir

513

kısım evliyânın türbelerini tahrip ediyorlar ve kendilerini haklı zannediyorlar. Halbuki, bir dirhem hakları varsa, bazan on dirhem ilâve ediyorlar.

İKİNCİ NÜKTE: [derin anlamlı söz]

Şu Vehhâbi meselesinin âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] an’anesi itibariyle nasıl ki üç esası var; öyle de, âlem-i insâniyet itibariyle dahi üç esası vardır:

Birincisi: Ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] ve maddî tarihin nazarıyla, nev-i beşerin hayat-ı içtimâiyesi [sosyal hayat] noktasında bakılsa, görülüyor ki hayat-ı içtimâiye-i siyâsiye itibariyle beşer birkaç devri geçirmiş.

· Birinci devri vahşet ve bedevîlik devri,

· ikinci devri memlûkiyet [Allah’ın kulu olma] devri,

· üçüncü devri esir devri,

· dördüncüsü ecir devri,

· beşincisi malikiyet ve serbestiyet devridir.

Vahşet devri dinlerle, hükûmetlerle tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edilmiş, nim-medeniyet devri açılmış. Fakat, nev-i beşerin zekîleri ve kavîleri, [güçlü, kuvvetli] insanların bir kısmını abd [köle] ve memlûk [köle, kul] ittihaz [edinme, kabullenme] edip hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûklar [köle, kul] dahi bir intibâha düşüp gayrete gelerek o devri esir devrine çevirmişler; yani, memlûkiyetten [köle, kul] kurtulup fakat el-hükmü li’l-ğâlib 1 olan zâlim düsturuyla [kâide, kural] yine insanların kavîleri [güçlü, kuvvetli] zayıflarına esir muâmelesi yapmışlar. Sonra, İhtilâl-i Kebîr gibi çok inkılâplarla, [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] o devir de ecîr devrine inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmiş. Yani, zenginler olan havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] tabakası, avâmı ve fukarayı ücret mukabilinde hizmetkâr ittihaz [edinme, kabullenme] etmesi, yani sermaye sahipleri ehl-i sa’yi ve ameleyi küçük bir ücrete mukabil istihdam [çalıştırma] etmeleridir.

Bu devirde sû-i istimâlât [bir şeyi kötüye kullanma işlemleri] o dereceye vardı ki, bir sermayedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir biçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz [yeraltı] madenlerde çalışıp, kut-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar [gücenme, kırgınlık]

514

verdi ki, avâm [halk] tabakası havâssa ilân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber [alt üst] edip geçen Harb-i Umumîden [Birinci Dünya Savaşı] istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, [halk ayaklanması] havâssa karşı bir kin ve bir tezyif [alay etme, küçük düşürme] fikrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref [şeref sebebi] herşeyi kırmak için bir cesaret vermiş.

İkinci esas: Şu asır, menfî milliyeti [ırkçılık] çok ileri sürdü. Anâsır-ı İslâmiye [Müslüman unsurlar, milletler] hiç muhtaç olmadığı halde, şu milliyet fikrine körü körüne sarıldılar. Menfî milliyet [ırkçılık] ise, mukaddesât-ı diniyeye [dinde mukaddes, kutsal sayılan şeyler] hürmetkâr olamıyor; bahaneler buldukça ilişmek istiyor.

Üçüncü esas: Sükût…

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: [derin anlamlı söz]

Meslekler, mezhepler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi [hayat düğümü] hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur. Eğer âsârına [eserler/asırlar] ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise ve menfî cihetleri müsbet [isbat edilmiş, sabit] cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içinde hak ve hakikat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet [isbat edilmiş, sabit] cihetine galebe [üstün gelme] ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] olur.

İşte bu kaideye binâen, âlem-i İslâmdaki [İslâm âlemi] ehl-i bid’a [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] fırkalarına bakılsa görülüyor ki, herbiri bir hakka istinad edip gitmiş. Fakat, menfî ciheti ya garaz, ya inat gibi bir sebeple, o mesleğin âsârı [eserler/asırlar] dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hesabına çalışmıştır. Meselâ, Şialar Kur’ân’ın emrine imtisalen [bağlanma, boyun eğme] Ehl-i Beytin muhabbetini esas tutup, sonra intikam-ı milliyet [milletçe duyulan hırs ve öfke] cihetinden bir garaz gelerek, meşrû muhabbet-i Ehl-i Beytin [Peygamberimizin ailesine mensup ve soyundan olanlara duyulan sevgi] âsârını [eserler/asırlar] zaptederek, Sahabe ve Şeyheynin [Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer (r.a.)] buğzuna [kin, nefret] binâ edip, âsâr [eserler/asırlar] göstermişler; لاَ لِحُبِّ عَلِىٍّ بَلْ لِبُغْضِ عُمَر 1 olan darb-ı meseline [atasözü] mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olmuşlar.

Hem meselâ, Vehhâbiler ve Hâricîler ise, nusûs-u Şeriate [şeriatın açık ve kesin hükümleri] ve sarîh-i âyâta [âyetlerin mânâlarının açıklığı] ve

515

zevâhir-i ehâdise [hadislerin görünen zahirî, açık mânâları] istinad ederek hâlis Tevhîde münâfi [aykırı] ve sanemperestliği [put] imâ edecek herşeyi reddetmekliği kaide tutmuşlar. Fakat, birinci nüktedeki [derin anlamlı söz] üç esasta beyan edilen sebepler cihetinden gelen menfî garazlar, onları haktan çevirip, dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] saptırmış ki, ifrat [aşırılık] derecesinde tahribat yapıyorlar. Ve hâkezâ, Cebriye olsun, Mutezile olsun, hangi fırka olursa olsun böyle bir hakikati mesleğinde görüp onunla aldanıp, sonra dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] saplanır.

Her neyse… Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir. Buna binâen, sâdattan [seyitler, efendiler; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) soyundan gelenler] olan şerif-i Mekke, [Mekke emiri] Ehl-i Sünnet ve Cemaatten iken zaaf [zayıflık, güçsüzlük] gösterip İngiliz siyasetinin Haremeyn-i Şerifeyne [Mekke’de bulunan Kâbe-i Şerif ve Medine’de bulunan Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mescidine (Mescid-i Nebevî) verilen isim] müstebidâne [diktatörce] girmesine meydan verdi. Nass-ı âyetle [âyetin hükmü] küffârın girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i Şerifeyni, [Mekke’de bulunan Kâbe-i Şerif ve Medine’de bulunan Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mescidine (Mescid-i Nebevî) verilen isim] İngiliz siyasetinin, âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] aldatacak bir sûrette, merkez-i siyâsiyesi [siyaset merkezi] hükmüne getirmesine yol verdiğinden, ehl-i bid’attan [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] olan Vehhâbiler, hariçten medâr-ı istinad [dayanak noktası] aramayarak, filcümle [bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması] nimmüstakil [yarı bağımsız, yarı hür] bir siyaset-i İslâmiye [İslâm siyaseti, idaresi] takip ettiklerinden, şu cihette haklı olarak o gibi Ehl-i Sünnete galebe [üstün gelme] ettiler denilebilir.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE: [derin anlamlı söz]

Esbap [sebepler] tahtında vücuda gelen hâdiseler, o esbâbın [sebepler] hâlis malı değil. Belki asıl o hâdisenin hakiki sahibi kaderdir. Kader ise hikmet-i İlâhiye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] ile hükmeder. Öyleyse, bu Vehhâbi hâdisesine yalnız Vehhâbilerin Ehl-i Sünnete karşı müfritâne [çok aşırıya kaçarak] bir tecavüzü nazarıyla bakmayacağız. Belki Ehl-i Sünnet, bir sû-i hareketiyle [yanlış hareket] kadere fetvâ vermiş ki, Vehhâbileri Ehl-i Sünnete taslît etmiş. Vehhâbiler zulmeder; çünkü, hem çok müfritâne, [çok aşırıya kaçarak] hem intikamkârâne, [intikam alır bir şekilde] hem Hâricîlik nâmına ettikleri için, cinâyet ediyorlar. Fakat, kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] üç sebebe binâen adâlet eder:

516

Birincisi: Hadis-i sahîh ile sabit olan ziyaret-i kubûr [kabir ziyareti] ve makberistana [mezar] hürmet-i şer’iye [şeriata olan hürmet, dinî saygı] sû-i istimâl [kötüye kullanma] edildi, gayr-i meşrû [helâl olmayan, dine aykırı] hâdiseler zuhura geldi. Husûsan evliyâların makberlerine [mezar] karşı hürmet ise, mânâ-yı harfî [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] cihetiyle kalmadı, mânâ-yı ismî [bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı] derecesine çıktı. Yani, sırf Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hesabına makbul bir abdi olduğuna ve şefaatine ve mânevî duasına mazhar [erişme, nail olma] olmak için olan meşrû hürmetten ziyade; o kabir sahibini âdetâ sahib-i tasarruf [her şeyi dilediği gibi kullanma ve yönetme kabiliyetine sahip olma] ve kendi kendine medet verecek bir kudret sahibi tasavvur edip, âmiyâne, câhilâne [cahilce] takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] edildi. Hattâ o dereceye varmış ki, namaz kılmayanlar, o mâruf [bilinen] ve meşhur türbelere kurban [yakın] kesip, ona yalvarıyordu. İşte bu müfritâne [çok aşırıya kaçarak] hâl, [çözüm] kadere fetvâ verdi ki, o muharribi [tahrip eden, yıkan] onlara musallat etsin. Fakat, o muharrib [tahrip eden, yıkan] dahi, onları tâdil etmek ve ifratlarını kırmak lâzım gelirken, öyle yapmayıp, bilâkis o da tefrit [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] edip köküyle kesmeye başladı. Elbette, اَلظَّالِمُ سَيْفُ اللهِ يَنْتَقِمُ بِهِ ثُمَّ يَنْتَقِمُ مِنْهُ 1 kaidesine mazhar [erişme, nail olma] olur. Onlar da sonra cezasını bulurlar.

İkincisi: Şu asırda maddî fikir galebe [üstün gelme] çalmış. Esbâb-ı zâhiriye, [görünürdeki sebepler] hakîki telâkkî ediliyor. İnsanlar esbâba yapışıyor. Eğer esbâb-ı zâhiriye [görünürdeki sebepler] bir âyine [ayna] hükmünden çıkıp nazar-ı dikkati kendisine celbetse, Tevhîd-i hakîkiye [araştırarak, delilleriyle Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etme] münâfi [aykırı] olur. İşte, şu gafil maddî asırdaki insanlar, mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] de olsa, esbâba [sebepler] fazla sarılmalarına hikmet-i şer’iye [şeriatin hikmeti] müsaade etmiyor. İşte buna binâen, evliyânın ve eâzım-ı İslâmiyenin [İslâmın en büyükleri, büyük şahsiyetleri] türbelerine birer mukaddes ziyâretgâh nazarıyla bakmak, o hikmet-i şer’iyeye [şeriatin hikmeti] şu zamanda pek muvafık düşmediğinden, kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] onu tâdil etmek istedi ki, bunları musallat etti.

517

Üçüncüsü: Şu asırda enâniyet o derece dizgini eline almış ki, çok insanlar birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrut hükmüne geçmişler. İşte ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve bu mağrur ehl-i enâniyet [bencil kişiler] nazarında kıyâs-ı binnefs [nefsini misâl alarak, kendi nefsine kıyaslayarak] olarak, eâzım-ı İslâmiyenin [İslâmın en büyükleri, büyük şahsiyetleri] nâmdarlarını, hâşâ enâniyetle ittiham [suçlama] ettiklerinden, hem o ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kendileri Allah’ı tanımadıkları için, çok şeylere, çok zâtlara birer nevî rubûbiyet [Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] tahayyül [hayal etme] ettikleri bir hengâmda [ân, zaman] ve sanemperestliğin, [put] başka bir nevi olan heykelperestlerin ve sûretperestlerin [dış görünüşe, fotoğraflara aşırı önem veren] gayet müthiş bir riyâkârlık mânâsında olan şan ve şeref peşinde koştukları bir zamanda, eâzım-ı İslâmiyenin [İslâmın en büyükleri, büyük şahsiyetleri] türbelerine câhilâne [cahilce] ve müfritâne [çok aşırıya kaçarak] bir sûrette avâmların takdîs [kutsamak, Allah’ın her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce olduğunu ilân etme] derecesinde hürmetleri, elbette hikmet-i şer’iye [şeriatin hikmeti] noktasında kader münâsip görmedi ki; bu muharripleri [tahrip eden, bozan] Ehl-i Sünnete taslît etti. Onlarla tâdil edecek.

Fakat Vehhâbilerin seyyiât [günahlar] ve tahribâtlarıyla beraber, medâr-ı şükran [şükür vesilesi, sebebi] bir cihetleri var ki, o çok mühimdir. Belki onların tahripkârâne olan seyyiâtlarına [günahlar] mukabil o cihettir ki, onları şimdilik muvaffak ediyor. O cihet de şudur ki: Namaza çok dikkat ediyorlar. Şeriatın ahkâmına [hükümler] tatbik-i harekete [hareketini bir şeye uydurma, uygun davranma] çalışıyorlar. Başkaları gibi lâkaytlık [duyarsızlık, ilgisizlik] etmiyorlar. Güyâ dinin taassubu nâmına tecâvüz ediyorlar. Başkaları gibi dinin ehemmiyetsizliğine binâen şeâir-i diniyeyi [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] tahrip etmiyorlar. Hem, Vehhâbilik az bir fırkadır. Koca âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] havz-ı kebîri [büyük havuz] içinde ya erir, ya itidâle gelir; çünkü menbâı hâriçte değil ki, âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] bulandırsın. Menbâı hariçte olsaydı, çok düşündürecekti…

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1