MESNEVÎ-İ NURİYE – Fihrist (338-348)

338
339

Fihrist

MUKADDEME:…. [evvel, önce] 16

1-LEM’ALAR:….. 19

Tevhide dair olup Risale-i Nur’daki Yirmi İkinci Söz’ün esası ve bir cihette Arapçasıdır. On Dört Lem’a [parıltı] ile tevhidin en ince hakikatlerini, en mufassal [ayrıntılı] bir surette وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ 1 hakikatine mazhar [erişme, nail olma] edecek bir silsile-i delâil ve şehadeti ibraz eden çok kıymettar ve hava, su, ekmek gibi herkesin muhtaç olduğu bir risaledir.

Nur’un Mesnevî‘sinin [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] başında dercedilen [yerleştirme] Lâsiyyemalar, [bilhassa, özellikle] Lem’alar, [parıltılar] Reşhalar [sızıntı] isimlerindeki üç risale, âhirdeki risaleler gibi müteferrik [ayrı ayrı] meselelerden bâhis değildir. Aynı mevzu üzerinde gidiyorlar.

2-REŞHALAR:….. 33

Bu Reşhalar [sızıntı] Risalesi, imanın en mühim üç erkânından [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] nübüvvetin [peygamberlik] hakikatini ve Nübüvvet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) gayet kât’i ve parlak burhanlarla [delil] ispat ediyor. Şems nasıl ziya vermemesi mümkün dirildir; Aynen öyle de ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] de risâletsiz mümkün olmadığını ispat ediyor ve nübüvvetin [peygamberlik] hakikatini güneş gibi gösteriyor. Kâinatı mücessem [cisimleşmiş] bir Kur’ân-ı kebir [büyük Kur’an] olarak temsil edip, Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] Aleyhissalâtü Vesselam onun Âyetü’l-Kübrası olduğunu, gözünde perde ve kalbinde pas olmayanlara irâe ediyor.

Bu harika risale On Bir Reshadır. On Birinci Reşhada, [sızıntı] yirmi bir mu’cizat-ı Ahmediyeye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) işaret eden bir salâvat-ı şerifeyi [Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duaları] o Nebiy-yi Zîşan Aleyhissalâtü Vesselam Efendimize getiriyor.

On Birinci Reşhadan [sızıntı] sonra uzun bir “İ’lem”de, nübüvvet-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.)—başka bir tarzda—görülmemiş delilleri gösteriyor.

Bu Risalenin Türkçesi Risale-i Nur’daki On Dokuzuncu Sözdedir.

Mesnevî‘nin [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] başındaki bu üç risale “Eski Said”in eserlerinden olmayıp, Üstadımızın tabiriyle, “Yeni Said”in eserleridir. Üstadımızın eski eserlerinden Risale-i Nur’a girenler olduğu gibi, Risale-i Nur’u te’lifi zamanında yazdığı Arapça eserleri de, bu suretle Mesnevî-i [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] Arabîye’ye idhal [dahil etme, içine alma] olunmuştur.

340

3-LÂSİYYEMALAR:…. 48

İman-ı haşre dair olan bu risale Risale-i Nur’daki Onuncu Sözün esası olup Barla’da, Üstadımızın—bir bahar gününde—rahmet-i İlâhiyenin asarını bağ ve bahçelerde müşahedesinden ve ihtiyarsız [irade dışı] olarak

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْىِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْىِ الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 1

âyet-i kerimesini kırk defaya yakın okumasından sonra tulü etmiş gayet kıymettar ve bu zamanda çok lüzumlu ve inkâr-ı haşir mefkuresini köküyle kesip İbn-i Sina gibi acip bir dâhînin “Haşir bir mesele-i nakliyedir, [vahiyle bildirilen mesele] akıl bu yolda gidemez” dediği haşri en basit fehme de kabul ettiren ve haşrin binler nümunlerini arz yüzünden gösteren ve haşri iktiza [bir şeyin gereği] eden pek çok esma-i [Allah’ın isimleri] İlâhiyeden tut, ta mâhiyet-i insaniyede dahi haşri ispat eden bir risaledir.

Bir kaide-i hasenenin tezahürü olarak, her risalenin başında olduğu gibi bu risalenin başında da Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tahmidat [Allah’ı öven ve Ona şükürlerini sunan sözler] ve nebiy-yi Zişana sa-lât-ü selâm vardır. İman-ı billâh, iman-ı bi’n-nebi, iman-ı bi’1-haşir ve şühûd-u kâinat mabeyninde [ara] bir irtibat-ı tamme ve telâzum-u kat’iye olduğundan, bu risale kısaca olarak Tevhid ve risalet [elçilik, peygamberlik] hakikatlarından bahsederek esas mesele olan mesele-i haşriyeye [haşir konusu]Lâsiyyemâ“larla [bilhassa, özellikle] geçmiştir. Risale-i Nur’un Yirmi Sekizinci Sözünün İkinci Makamı olan bu risale, yirmi senedir Üstadımızın eline yeni geçmiştir.

4-KATRE:…. 71

Bu Katre [damla] Risalesi, bir mukaddeme, [başlangıç] bir hatime ve dört babtan ibarettir. Mukaddemede [başlangıç] Üstadımız, kırk sene ömründe, te’lif eylediği seneye nispetle otuz senelik ilim seyrinde, dört kelime ile dört kelâm tahsil ettiğini ve bu dört kelimenin biri mânâ-yı harfi, ikincisi mânâ-yı ismi, üçüncüsü niyet, dördüncüsü nazar olduğunu; dört kelam ise biri “Ben kendi kendime mâlik değilim”, ikincisi “El-mevtü hakkun“, [ölüm haktır] üçüncüsü “Rabbî vâhidün”, dördüncüsü “Ene’nin bir nokta-i sevda ve bir vâhid-i kıyâsi” olduğunu söylüyor. Bu Risale

اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ 2 hakikatini, Birinci Bab [bir kitabın bölümlerinden her biri] olarak, kâinat erkânından [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] herbir rükün [esas, şart] elli beş külli ve gayet zahir lisanla ispat ediyor.

TAKRİZ:…. 89

KATRE‘NİN [damla] HÂTİMESİ:…. 90

Müteferrik [ayrı ayrı] ve kısa, fakat çok lüzumlu ve mühim hakikatlardan bahseder. Başında Yeis, [ümitsizlik] Ucub, [kendini beğenme] Gurur, Sû-i Zan gibi nefsin dört hastalığını, sonra dört hakikati ve daha sonra da Katre [damla] de zikredilen Birinci Babdaki Lâ ilahe illallah hakikatini ve devamı olarak Bâb-ı Sanide Sübhânallah; Bâb-ı Sâliste Elhamdülillah;

341

Bâb-ı Râbide Allahüekber mertebelerini beyan ettikten sonra, Nokta ve Nükte [derin anlamlı söz] başlıklarıyla mevzu itibariyle birbirinden farklı “İ’lem”lere geçer.

KATRE‘NİN [damla] ZEYLİ:…. [ek] 103

Remz“ler [ince işaret] ve “İ’lem”ler unvanı altında, herbirisi bir risaleye mevzu olacak kıymette hakikatlardan ibarettir. Başında salât [namaz] ü selâmdan sonra birinci “İ’lem”, namazda evvel vakte riâyet etmenin ve hayalen Kâbe’ye müteveccih [yönelen] olmanın faziletini ve evham ve vesvese-i şeytaniyeyi nasıl müzmahil ettiğini ve musallinin bütün letâif [duygular] ve havassının [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] nasıl feyizlendiğini beyan eder.

Bu geçen risaleler aynı zamanda erkân-ı imaniyeden [iman esasları] bahsetmekle hem iman, hem ilim, hem marifetullah, [Allah’ı bilme ve tanıma] hem zikir olduğundan okuması dahi bir nevi ibadettir.

5-HUBAB:… 111

Biri Türkçe, diğeri Arapça iki zeyli [ek] olan bu çok mühim risale, Üstadımızın “Hutuvat-ı [balık] Sitte”yi neşri münasebetiyle taltif [güzellikle muamele etmek] için Ankara’ya çağrıldığında, Ankara’da İslam ordusunun Yunan’a galebesinden [üstün gelme] neş’e alan ehl-i imanın [Allah’a inanan] kuvvetli efkârı [fikirler] içine gayet müthiş bir zındıka fikri girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne [hileli ve aldatıcı bir şekilde] çalıştığını gördüğü hengamda te’lif ettiği iki eserden birisidir.

Bu risalenin başında bulanan salât [namaz] ü selâm çok ehemmiyetlidir. Bu Mesnevî-i [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] Nuriye’nin fevkalâde olan ve hiçbir eserde rastlanmayan bir hususiyeti de bir parmağın hareketiyle birkaç makineyi birden çalıştırmak gibi gayet belağatli bir beyan tarzına sahip oluşudur. Sabıkan [bundan önce] zikredildiği gibi, bu muazzam mecmuada hem zikir, hem iman, hem tefekkür, hem ilmi birarada bulmak daima mümkündür. Meselâ, salât [namaz] ü selâmı yalnız zikir olarak dercetmiyor. [yerleştirme] Aynı zamanda onda bir iman inkişafı, [açığa çıkma] aynı zamanda bir ilim, aynı zamanda mü’min-i musalliyi evham ve şübehattan [şüpheler, tereddütler] kurtaran hakikatleri serdederek lâakal [en az] üç mânâ mertebesini beyan ediyor.

Bu hârika risale mühim bir “İ’lem”inde, medeni mü’minile medeni kâfirin suret ve siret ve zahir ve bâtın farklarını gayet beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] bir tarzda beyan ediyor. Ve neticede bu farkı körlere de göstermek için diyor ki: “Eğer istersen hayâlinle Nurşin karyesindeki [köy] Seydânın [“üstadım ve efendim” mânâsında âlimler için kullanılan bir hitap şekli] meclisine git bak: Orada fukara kıyafetinde melikler, [hükümdar] padişahlar ve insan elbisesinde melâikeleri [melekler] bir sohbet-i kudsiyede göreceksin. Sonra Paris’e git ve en büyük localarına gir, göreceksin ki, akrepler insan libası [elbise] giymişler ve ifritler [cinlerden bir tür] adam suretini almışlar ilâ âhir[sonuna kadar] diyerek daha başka cihette farklarını Lemeat [parıltılar] ve Şünuhat’a havale eder.

Başka bir “İ’lem”de, Risale-i Nur’da Yirmi Yedinci Söz namını alan Îçtihad Risalesi’m dört sayfada hülasa ediyor.

HUBAB’IN BİRİNCİ ZEYLİ: [ek]

Fârisi bir münâcatla [dua, yakarış] başlar. Bu münâcatm [dua, yakarış] Türkçesi Yedinci Ricada [ümit] ve On Yedinci Sözün zeylinde [ek] vardır.

Üstadımız hiç Farisî [Farsça] tahsil etmediği hâlde o kadar mükemmel Farisî [Farsça] bir lisan ile te’lif edilmiştir ki, o zamanki Afgan Sefiri bu eseri takdir hisleri içerisinde Afganistan’a göndermiştir. Bu Fârisî münâcatın [dua, yakarış] akabinde: “Ey Mücahidin-i İs

342

lâm!” başlığı altında Türkçe olarak meb’usana on maddelik bir hitap vardır. Bu hitabın tesiriyle Meclis-i Mebusan’da küçük bir oda olan mescid, büyük bir salona tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edilmiştir.

ZEYLÜ’L-HUBAB:…. [ek] 142

Hubab’ın İkinci Zeyli [ek] de çok mühim hakikatları ihtiva etmektedir.

6-HABBE:… 154

İki zeyli [ek] vardır. Bu risalenin birinci “İ’lem”i, hakikat-ı Muhammediye (a.s.m.) âlemin hem sebeb-i hilkati, [yaratılış sebebi] hem çekirdeği, hem meyvesi, hem netice-i hilkat-i âlem olduğunu gayet edibâne [edebiyatçı] bir üslup ile beyan ediyor. Diyor ki: “Eğer âlemi bir kitab-ı kebir [büyük kitap, kâinat] olarak görsen, kâtibinin kaleminin mürekkebi [yazı için kullanılan sıvı] nur-u Muhammed Aleyhissalâtü Vesselamdır. Eğer âlemi bir şecere [ağaç] suretinde görsen, evvelâ çekirdeği, sonra meyvesi yine Nur-u Muhammed Aleyhissalâtü Vesselamdır. Eğer âlemi bir zîhayat [canlı] libasım [elbise] giymiş görsen, Onun ruhu Nur-u Muhammedî [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru] Aleyhissalâtü Vesselamdır. Eğer âlemi bir gül bahçesi olarak görsen onun andelîb-i Zîşanı yine Nur-u Muhammedî [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru] Aleyhissalâtü Vesselamdır.”

Risalenin sonunda gayet güzel bir tazarrû ve niyaz ve istiğfar [af dileme] vardır.

ZEYLÜ’L-HABBE:…. [ek] 177

Habbenin Birinci Zeyli’nin [ek] âhirlerinde, حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 ile لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيمِ 2

mertebelerinin Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiyeye nisbeten kısa ve gayet güzel beyanları münderiçtir. [içine konulmuş, yerleştirilmiş]

ZEYLÜ’L-ZEYL:…. [ek] 188

Habbe’nin ikinci zeylinde, [ek] gayet mühim bir risale olan hem Arapça, hem Türkçe olarak kesretle [çokluk] intişar [açığa çıkma, yayılma] eden Âsa-yı Mûsâ mecmuasında Yirmi Üçüncü Lem’a [parıltı] nâmındaki Tabiat Risalesi‘nin [Yirmi Üçüncü Lem’a] muhtasar [kısa] kısa Ârapçası da vardır.

Bu risale, Ankara’da te’iif edildiği zaman bir matbaada tab’ [baskı basma] edilmiştir. İnsanların ağzından çıkan dehşetli üç kelimenin butlanını [bâtıl oluş] ispat ederek tabiat bataklığında boğulanları kurtarıyor.

7-ZÜHRE:… 196

Uzun bir hakikatin yalnız ucunu göstermek ve parlak bir nurun yalnız bir şuamı irâe etmek [göstermek] maksadıyla yazılan bu çok mühim risale, gayet ehemmiyetli hakikatleri ihtiva ettiğinden en mümtaz [seçkin] Nur şakirtlerinin [öğrenci] musırrâne [ısrarlı bir şekilde] talepleri üzerine—ekserisi Arapça bilmeyen o şakirtlerin [öğrenci] istifadelerine medar [kaynak, dayanak] olmak için kısmen izahlı, kısmen kısa bir meali Üstadımız tarafından Türkçeye çevrilmiş ve

343

On Yedinci Lem’a [parıltı] namıyla on Beş Nota [bildiri] olarak Risale-i Nur Külliyatının Lem’alar [parıltılar] kısmına ilhak [ekleme] edilmiştir.

Zühre [çiçek] şöyle bir hakikatla başlar: Dünyadaki her zîhayat [canlı] mâlikinin ismiyle, nâmıyla, hesabıyla çalışan muvazzaf bir asker gibidir.

Kim kendini kendine malik zannetse o kimse hâliktir. [helâk olan, yokluğa giden] Sonra, uzun ve muhit bir salât [namaz] ü selâmı müteakip herbiri bir risalenin güya hülâsa[esas, öz] ve çekirdeği mahiyetindeki şümul[kapsam] “İ’lem”lere geçer. “İ’lem”lerin birisinde, Kur’ân tilmizi [öğrenci] ile felsefe tilmizini [öğrenci] içtimai ve şahsî cihetlerden mukayese ederek felsefenin sakîm ve muzır [zararlı] kısmının batıl hükümlerini çürütür. Son “İ’lem”i de, gayet güzel ve hazin bir mânacat ihtiva etmektedir. Daha fazla malûmatı Türkçe olan Notalar [bildiri] Risalesi’ne havâle ederiz.

Bu Mesnevî-i [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] Nuriyenin fihristesinde, o kıymettar hârika risalelerdeki yüzer hakikatlerden yalnız bir ikisini nâkıs [eksik] fehmimizle ve kàsır [eksik, noksan] ifademizle göstermeye çalıştık. Yoksa gösterdiğimiz misaller, o hârika-i ilm ü irfânın ne en canlı noktaları olabilir ve ne de en kıymetli cevherleri olabilir. Belki o şemsin cüz’i bir şuâı ve o bahrın küçük bir katresidir. [damla]

8-ZERRE:…. 235

Şeytanın ve ehl-i ilhâdın [inkarcılar, dinsizler] bazı vesveselerini tard [kovma] eden müteferrik [ayrı ayrı] meselelerden bahseden hârika ve fevkalâde bir risale olup iki kısımdan ibarettir.

İman ve ahlâkıyatı ve vesveselerin izâlesini ve insandaki teşehhusât-ı vechiyenin hikmetini beyan eden “İ’lem”ler bu risalenin münderecatındandır. Bir “İ’lem”inde

وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ * 1

âyetinde zikredilen semâvât ve arzın [gökler ve yer] hilkati [yaratılış] ve beşerin lisan ve renklerinin ihtilafı Cenâb-ı Hâlık[Yüce Yaratıcı, Allah] Zülcelâlin [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] ayetlerinden olduğunun hakikatini gayet güzel bir tarzda beyan ediyor. Diyor ki;

“Bütün beşerin esâsât-ı azada ittifakı, Saniin vahdetine; [Allah’ın birliği] teşehhusat-ı vechiyede temayüzü, [üstün olan farkı] Saniin muhtar ve hakim olduğuna gayet bâhir [açık] ve zâhir delildir” der, ispat eder. Beşerin birbirinden teşahhusça [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] farklarının hikmetini ve diğer mahlûkatta bu temayüzün [üstün olan farkı] ferden ferdâ [birer birer] olmayıp nevi nevi oluşu hikmetin öyle iktiza [bir şeyin gereği] ettiğini izah ediyor.

Başka bir “İ’lem” de şeytan-ı insî [insan ve cinlerden olan şeytanlar] ve cinnînin, bakaranın batınen gayet mükemmel, zahiren miskin oluşu hakkındaki bir vesvesesini tardeder [kovma] ve der ki:

“Ey şeytan-ı cinniye üstad olan şeytan-ı insî! [insan ve cinlerden olan şeytanlar] Eğer herşey, herşeyi maslahat [amaç, yarar] miktarıyla ve lâyık-ı veçhile yapan Kadir-i Ezelînin san’atı olmasa idi, senin eşeğinin kulağı senden ve senin üstadlanndan daha akıllı ve daha hâzık [mesleğinde ihtisas sahibi, uzman] olması lâ

344

zım gelirdi” diye insî ve cinnî şeytanların vesveseleri yüzlerine çarpılarak bakaranın, yani ineğin dahilinin mutlak olduğunun ve hâricinin mukayyed [kayıtlı] oluşunun hikmetini aklen ve ilmen gayet muknî [ikna edici] bir surette beyan eder.

Ahlâka dair bir “İ’lem”inde der ki:

“Ey fâsık! [günahkâr] Bil ki, medeniyet-i sefihe [insanları zevk ve eğlenceye yönelten medeniyet; Batı medeniyeti] öyle müthiş bir riyayı ibraz etmiş ve meydana çıkarmış ki, ehl-i medeniyetin [dünyaya yalnız dünya için ve maddî zevk ve menfaatleri için bakanlar] ondan kurtulması mümkün değildir. Çünkü, ehl-i medeniyet [dünyaya yalnız dünya için ve maddî zevk ve menfaatleri için bakanlar] o riyaya şan ve şeref namım vermiş. İnsanı şahıslara karşı riyâkârlığa bedel unsurlara ve milletlere ve devletlere karşı riyâkârlığa teşvik etmiş ve tarihi onlar müşevvik [teşvik eden] ve alkışçı ve cerideleri [gazete] de, yani gazeteleri de dellâl [davetçi, ilan edici] yapmış. Ölümü unutturup güya unsurları içinde bir hayatları var diye zaman-ı cahiliyetteki [cahiliyet dönemi; İslâmiyet öncesi cahillik dönemi] gaddar zalimlerin desiseleri [hile, aldatma] nev’inden bir desise [hile, aldatma] ile beşeri tasannû ve riyâkârlığa sevk etmiştir.” Ne kadar okunsa okunmaya lâyık olan bu risale dahi bir istiğfar [af dileme] ve Hazret-i Mevlânâ’nın bir beytiyle nihayet bulmuştur.

9-ŞEMME:….. 251

Kâinatın mecmuundan ta zerreye kadar mütenâzilen herbir mevcudun, pek çok Esma-i [Allah’ın isimleri] İlahiyeden “Allah, Rab, Mâlik, Müdebbir, [idare eden, çekip çeviren] Mürebbi, [terbiye edici] Mutasarrıf [dilediği gibi idare eden] ve Nâzım[düzenleyen] isimlerine şehadet ettiklerini ispat eder. Başka bir “İ’lem”inde, hiçbir kimsenin Sâni-i âlemden [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] şikâyete hakkı olmadığını gösterir. Diğer bir “İ’Iem”inde Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ilk ve ekser muhatabı olan cumhur-u avamın [geniş halk kitlesi] fehimlerini [anlama, kavrama] nasıl okşadığını ve onların idraklerine nasıl mürâat [gözetme, yerine getirme] ettiğini uzun bir hakikatle beyan eder. Hem tayy-ı mekân ve bast-ı zaman [zamanın uzaması, bereketlenmesi; az bir zamanda çok uzun bir zaman yaşamış gibi olmak] ve ene’nin mahiyeti ve iki vechi gibi pek çok ince hakaiki [doğru gerçekler] beyan eden müteferrik [ayrı ayrı] mevzulardan müteşekkil [meydana gelen] bir kıymettar risaledir.

Bu risale:

Meded ey kafile-i salâr-ı rüsûl huz biyedi,

Sensin ey Nûr-u kerem cümlemizin mu’temedi.

İntisabım sanadır… işte dilimde senedi.

Lâilâhe illallah Muhammedün Resûlullah.

diye bir manzum [düzenli] kıt’adan [dünyanın kara paçalarından her biri] sonra uzun ve muhit bir istiğfar [af dileme] ve duaya geçerek hitâma [son] erer.

ONUNCU RİSALE:…. 266

Diğerlerine nisbetle büyük olan bu risalede, Sözler’den bazılarının hülâsalariyle, [esas, öz] müteferrik [ayrı ayrı] ve muhtelif mevzulardan ibaret “İ’lem”ler vardır.

Birinci “İ’lem”inde 1 وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ âyet-i kerimesinin tefsirini, semâvata çıkmak isteyen şeytanların recm edilmelerini “Yedi Basamak” ile beyan eder.

345

Birinci basamağında, semâdaki sükûnet ve sükûta ve intizama işaretle der ki;

“Semâ ehli, arz ehli gibi hayırların ve serlerin karışmasından ve zıtların içtimamdan [bir araya gelme, toplanma] meydana gelen münakaşa ve ihtilâfat [ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar] ve tezebzüb içinde değillerdir. Belki onlar, kendilerine Halikları tarafından emredilen şeyleri kemâl-i itaatla [tam bir itaat, mükemmel ve kusursuz bir şekilde boyun eğme] yapan muti‘lerdir.” [itaat eden, emre uyan]

Şeytanların recmedilmelerini beyan ve ispattan sonra başka bir “İ’lem”de (Üstadımız) Kur’ân’dan istifade ettiği dört tariki dört hatve ile gayet veciz bir tarzda izah eder. Risale-i Nur’un Sözler kısmında mufassal [ayrıntılı] izahı bulunan bu “İ’lem” çok mühimdir.

Diğer bir “İ’lem”inde, ubudiyetin [Allah’a kulluk] mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika [sonradan verilecek olan mükafatın başlangıcı] değil, netice-i nimet-i sabıka [geçmişte verilmiş nimetin sonucu] olduğunu beyandan sonra çok hakikatli ve geniş mânâdaki “İ’lem”lere geçerek, Nurun İlk Kapısı’nda ve Küçük Sözler‘de [Sözler kitabı içerisinden alınmış olan bazı bölümlerden oluşan kitapçık] bir derece mealleri bulunan hakikatlerin izahiyle bu kıymetdar ve mühim risale hitâma [son] erer. Bu kıymettar risalenin münderecatından şems gibi nurlu kamer [ay] gibi parlak bir misali şudur: Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] kâinattaki insana râci [ait] ve menfaatli olan eşyayı ihtar için zikrediyor. Yoksa Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] o beyanatı yalnız o faydasına inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] etmiyor. Çünkü, insan kendisiyle alâkası olan ve faydası dokunan bir zerreye, kendisi ile alâkası olmayan bir şemsden ziyade ehemmiyet verir. Meselâ:

وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ 1 * لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ * 2

Yani, kamerin [ay] küre-i arz [yer küre, dünya] etrafında devrinin Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafından takdir edilmesinin pek çok hikmetlerinden bir hikmeti de beşerin günlerini, aylarını, senelerini hesap etmesi, bilmesidir. Yoksa kamerin [ay] takdiri, bizce çok lüzumu bulunan bu faydasına inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] etmez. Hâlik-ı Zülcelâl’in esmasına [Allah’ın isimleri] aynadarlık eden binler hikmetleri daha var.

Bu kıymettar risalenin âhirinde, altı katrede [damla] i’câz-ı Kur’ân‘ı [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] hülâsa [esas, öz] eden küçük, fakat o nispette şümul[kapsam] bir risale vardır.

Mu’cize-i Kübrâdan [büyük mu’cize] birkaç katreyi [damla] tazammun [içerme, içine alma] eden

ON DÖRDÜNCÜ REŞHA:…. [sızıntı] 298

Peygamber Aleyhissalâtü Vesselamın risaletinin [elçilik, peygamberlik] hakkaniyetine bir delil de Kur’ân-ı Mucizü’1-Beyan’dır. Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] kırka yakın vech-i i’câzı, [mu’cizelik yönü] Lemeat [parıltılar] ve İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsirinde beyan edildiğinden onlara havale ederek birinci katre [damla] nihayet bulur.

İkinci Katrede: [damla] Yirmi Beşinci Sözde zikredilen “Kur’ân Nedir?” diye olan tarifin kısa bir Arapçası vardır.

Üçüncü Katre; [damla] Altı Nokta’dır. Üçüncü Noktasında, nasıl ki insan muhtelif hâcât-ı cismâniyeye muhtelif vakitlerde muhtaçtır. Meselâ, havaya her an, harare

346

te, suya her vakit, gıdaya her gün, ziyaya her hafta muhtaçtır. Öyle de, hâcât-ı mâneviye-i [mânevî ihtiyaçlar] insaniye de muhteliftir. Bir kısmına her an muhtaçtır, Lâfzullah [“Allah” lâfzı, kelimesi] gibi. Bir kısmına her vakit muhtaçtır, Bismillah gibi. Bir kısmına her saat muhtaçtır, “Lâilâhe illallah” gibi. Ve hâkezâ, kıyas et.

Dördüncü Katre: [damla] Altı Nükte‘dir. [derin anlamlı söz] Beşinci Nüktesinde [derin anlamlı söz] çok âyet-i kerime bulunmasından ve orası da izah makamı olmadığından mu’cizat-ı Kur’âniyeye havale edilerek o nükte [derin anlamlı söz] tayyedilmiştir. Bazan bir harf-i Kur’ânîde, [Kur’an harfi] Kur’ân’ın i’cazını [mu’cize oluş] ispat eden bu risale ve arkadaşları olan İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] ve Mu’cizât-ı Kur’aniye risaleleri Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] birer elmas kılıcıdırlar.

Altıncı Katre: [damla] Belâğat-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın belâğatı] bir sırrını keşfederek ediplerin اُنْظُرْ اِلٰى فِيمَا قَالَ yani “Hangi makamda söylemiş?” demelerine mukabil

اُنْظُرْ ِالٰى مَنْ قَالَ وَلِمَنْ قَالَ وَلِمَا قَالَ وَفِيمَا قَالَ 1 diyerek i’câz-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] parlattırıyor. Bu Altıncı Katre, [damla] belâgat-i Kur’âniye [Kur’ân’ın belâgati, eşsiz edebî güzelliği] için mühim bir anahtardır.

10-ŞÛLE:…. 306

İki sayfalık bir zeyli [ek] olan küçük hacimde bir risaledir.

11-NOKTA:…… 316

Çok muhtasar [kısa] olduğu için özetlenmedi.

اَللّٰهُمَّ اخْتِمْ لَنَا بِالسَّعَادَةِ وَالشَّهَادَةِ وَالْكَرَامَةِ وَالْبُشْرٰى اٰمِينَ اٰمِينَ اٰمِينَ * 2

347

İ’TİZAR

Fihristi hitâma [son] eren Mesnevî-i [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] Nuriye, hayatın hayatı ve gayesi ve en yüksek hakikat olan imanı, taklitten tahkike, [araştırma, inceleme] tahkikten [araştırma, inceleme] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] mertebesine, ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] mertebesinden aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesine ve daha sonra hakkalyakîne [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] ulaştıran muazzam ve muhteşem ve pek çok risaleleri tazammun [içerme, içine alma] eden muhît [her şeyi kuşatan] ve harika bir eserdir.

Bu eserin hakiki kıymetini tebarüz ettirecek en hakiki fihristi yine onun aziz ve muhterem müellifi Üstadımız yapabilirdi. Bizim çok kısa anlayışımız ve zayıf idrâkimiz ve kàsır [eksik, noksan] fehmimiz ve Arapçaya olan vukufsuzluğumuz, ulema-i mütebahhirinin katresine [damla] bahr [deniz] dedikleri bu emsalsiz eserin fihristini kàrilere pek noksan olarak takdim etmemizin âmilleri olmuştur.

Muhterem kàri! Bu fihriste bakıp da tılsım-ı kâinatın [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] keşşâfı, [keşfeden, açan (Kur’ân’ın belâgat sırlarının perdesini aralayan ve mu’cizeliğini ispat eden Zemahşerî’nin belâgat ilmine dair “Keşşâf” isimli eserine telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] vardır)] hakaik-ı eşyanın [varlıkların hakikatı, içyüzü] miftâhı, hikmet-i hilkatin [yaratılış gayesi] dellâlı [davetçi, ilan edici] olan bu manevî hazine hükmündeki mecmuayı da o mizan [ölçü] ile tartma. Çünkü, bizdeki acz ve noksanlık o mecmuanın kıymetiyle mebsuten değil, makûsen mütenasiptir. [birbirine uygun] Güneşin bir zerre cam parçasındaki timsaline [görüntü] bakıp da “Güneş de bu kadardır” deme. Çünkü, o zerre, kabiliyeti kadar o güneşten feyiz alır. Sen ise aynanın büyüklüğü nisbetinde o manevî şemsten feyiz alacaksın.

Hem bu mecmuada bulunan yüzlerce “İ’lem”lerden yalnız pek az bir kısmının pek cüz’i bir mânâsı yalnız işaret için zikredilmiş. Yoksa herbir risale, hattâ herbir “İ’lem” için bu Mesnevî [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] fihristenin mecmuu kadar bir fihrist yapmak lâzım gelirdi. Buna da ne bizim iktidar-ı ilmimiz ve ne de makam ve ne de zaman müsait değildir.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا * 2

رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا بِاَحْسَنِ قَبُولٍ هٰذِهِ الْفِهْرِسْتَةَ النَّاقِصَةَ بِحُرْمَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ وَاٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ اٰمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 3

Mustafa Gül ve Tahiri Mutlu

348