MESNEVÎ-İ NURİYE – Hubâb (111-153)

111

 Hubâb

 Kur’ân-ı Hakîm’in ummanından

  خداى بر كرم خود ملك خود دامى خرداز تو براى تونكه دارد بهاى بى كران داده 1

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ * 2

İ’lem ey zikreden ve namaz kılan kardeş! اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 3 ve مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ 4 ve اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ 5 gibi mübarek kelimelerle ilân ettiğin bir hüküm ve iddia ettiğin bir dâvâ ve işhad [şahid gösterme] ettiğin bir itikad, [inanç] lisanından çıkar çıkmaz, milyonlarca mü’minlerin tasdik ve şehadetlerine iktiran eder.

Ve keza, İslâmiyetin hak ve hakikat olduğuna ve hükümlerinin doğru ve sadık olduklarına delâlet eden bütün deliller, şahitler, burhanlar, [delil] senin o dâvânın ve itikadının [inanç] hak olduğuna delâlet ederler.

112

Ve keza, söylediğin o mübarek ve mukaddes kelâmlara pek büyük yümünler, [uğur, bereket] feyizler ve berekât-ı İlâhiye terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eder.

 Ve keza, cumhur-u mü’minîn ve muvahhidînin [Allah’ın birliğine inanan] o kelimât-ı mübarekeden [mübarek kelimeler] kalben zevk ettikleri mâ-i hayatı ve şarâb-ı cenneti, sen de o mukaddes maşrabalardan içersin.

İ’lem! Kavâid-i usuliyedendir ki: Bir mesele hakkında ispat edenin sözü, nefyedenin [gönderilme, sürgün] sözüne müreccahtır. [tercih edilen] Çünkü, ispat edenin yardımcıları var, sözünde kuvvet olur. Nefyedenin [gönderilme, sürgün] yardımcısı olmadığından tek kalır, sözünde kuvvet yoktur. Hattâ bin adam birşeyi nefyederse, [gönderilme, sürgün] bir adam gibidir. Bin adam da ispat ederse, ispat edenlerin her birisi bin olur. Çünkü hepsi birşeye bakıyorlar. Ve bir noktaya parmak bastıklarından birbirini takviye ediyorlar. Nefyedenlerde [gönderilme, sürgün] birbirini takviye etmek yoktur; her birisi tek kalır.

Meselâ, bin pencereden bir yıldızı görüp ispat eden bin adamın herbirisi ötekisine yardımcı olur, sözünü takviye eder. Çünkü, o bin adam, parmakla işaret eder gibi, o şeyi ispat ediyorlar. Nefyedenler [gönderilme, sürgün] öyle değildir. Çünkü, nefiy [inkâr] için sebep lâzımdır. Sebepler de ayrı ayrı olur. Meselâ, birisi “Gözümde zâfiyet var, göremedim,” ötekisi “Evimizde pencere yok,” ötekisi “Soğuktan başımı kaldırıp bakamadım” der. Ve hâkezâ, herbirisi nefyine, [gönderilme, sürgün] müddeâsına [dava, tez; iddia edilen şey] ayrı bir sebep gösterdiğinden, kendisince yıldızın bulunmaması, nefsülemirde [işin gerçeği, aslı] de yıldızın bulunmamasına delâlet etmez ki, birbirine yardımcı olsun.

Binaenaleyh, bir mesele-i imaniyenin [imana dair mesele] nefyi [gönderilme, sürgün] hakkında ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ittifakları haber-i vahid [bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadîs] hükmündedir, tesiri yoktur. Amma ehl-i hidayetin [doğru ve hak yolda olanlar] mesâil-i imâniyede [imanî meseleler] olan sözleri, herbirisi ötekisine yardımcıdır, takviye eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! (Ey aziz kardeşim bil ki:) Bir küll [bütün] ne şeye muhtaç ise, cüz’ü de o şeye muhtaçtır. Meselâ, bir şecerenin [ağaç] meydana gelmesi için ne lâzımsa, bir semerenin [meyve] vücuduna da lâzımdır. Öyleyse, semerenin [meyve] Hâlıkı, şecerenin [ağaç] de Hâlıkı O oluyor. Hattâ arzın ve şecere-i hilkatın [yaratılış ağacı] da Hâlıkı, o Hâlık olacaktır.

113

İ’lem eyyühe’l-aziz! İki tarafı birbirinden gayet uzak bir mesele var ki, herbir tarafı bir çekirdek gibi sümbül vermiş, ağaç olmuş, dal budak salmış. Böyle bir mesele üzerine şükûk [şekler, şüpheler] ve evhâmın konmaması lâzımdır. Çünkü, bir çekirdek diğer bir çekirdekle, çekirdek olarak toprak altında kaldıkları müddetçe iltibas [karıştırma] edilebilir. Amma ağaç olduktan, meyve verdikten sonra şek [şüphe] edersen, bütün meyveler senin aleyhinde şehadet ederler. Eğer bu başka bir çekirdektir diye tevehhüm [kuruntu] etsen, o ağacın bütün meyveleri seni tekzip ederler. Elma ağacına inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmiş bir çekirdeği, hanzale ağacının çekirdeği farz etmek sana müyesser olmaz. [kolaylıkla elde etme] Ancak tevehhümle [kuruntu] veya bütün elmaların hanzaleye tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edilmiş olmasıyla mümkündür ki, bu da muhaldir.

Binaenaleyh, nübüvvet [peygamberlik] öyle bir çekirdektir ki, İslâmiyet şeceresi [ağaç] bütün semeratıyla, [meyve] çiçekleriyle o çekirdekten çıkmıştır. Kur’ân dahi, seyyar yıldızları ismar eden şems gibi, İslâmiyetin on bir rüknünü [esas, şart] intaç [netice verme] etmiştir. Acaba, bu cihan-bahâ semerelere [meyve] bakıp gördükten sonra, çekirdeğinde şüphe ve tereddüt yeri kalır mı? Hâşâ!

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül [ilerleme, mükemmelleşme] eder, semâlarda tayarana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] terakkiyatını [ilerleme] arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, [sığ, yüzeysel] surî [görünüşte] bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] idrak edemez. Ve derece-i kıymetine [kıymet derecesi] vasıl olamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i zahiriyesine ince bir kışır, [kabuk] nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır [kabuk] içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (a.s.m.) çıkmıştır. Ve feyz-i İlâhi ile sulanmış ve fazl-ı Rabbâni ile tekâmül [ilerleme, mükemmelleşme] etmiştir. Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.) mebde-i hayatına [hayatın başlangıcı] ait

114

ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme [dünyanın her tarafı] neşrettiği nurlara bakmalı.

Maahaza, [bununla birlikte] mebde-i hayatına [hayatın başlangıcı] şek [şüphe] ve şüpheyle bakan adam, herhalde masdarla [fiillerin asıl kökü] mazhar, [erişme, nail olma] menba ile mâkes, [yansıma yeri] zâtı ile tecellî aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şüpheye düşer. Evet, Nebiy-yi Zîşan (a.s.m.) tecelliyât-ı İlâhiyeye [İlâhi tecelliler, yansımalar] mazhar [erişme, nail olma] ve mâkestir; [yansıma yeri] masdar [fiillerin asıl kökü] ve menbâ değildir. Çünkü, o zât yalnız âbiddir ve ibadetçe herkesten ileridir. Demek, bu kadar görünen terakkiyat, [bir hedefe yönelik ilerlemeler] kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] onun zâtî malı değildir. Ancak hariçten verilen, Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] tecellîleridir. Evvelce beyan edildiği gibi, hiçbir şey, bir zerreye bile mânâ-yı ismiyle masdar [fiillerin asıl kökü] olamaz. Amma bir zerre, mânâ-yı harfiyle semânın yıldızlarına mazhar [erişme, nail olma] olur. Yalnız gaflet ile o zerrenin masdar [fiillerin asıl kökü] olduğu zannıyla bakıldığından, san’at-ı İlâhiyeyi [Allah’ın san’atı] tâğûtî bir tabiata mal ederler.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dualar, tevhid ve ibadetin esrarına nümunedir. Tevhid ve ibadette lâzım olduğu gibi, dua eden kimse de, “Kalbinde dolaşan arzu ve isteklerini Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] işitir” deyip Kadir olduğuna itikad [inanç] etmelidir. Bu itikad, [inanç] Allah’ın herşeyi bilir ve herşeye kadir olduğunu istilzam [gerektirme] eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu âlemi ziyalandıran şemsin, bir sineğin gözüne tecelli ile girip ışıklandırması mümkündür. Ve ateşten bir kıvılcımın gözüne girip tenvir [aydınlatma] etmesi imkân haricidir. Çünkü gözü patlatır.

Kezâlik, [böylece, bunun gibi] bir zerre, Şems-i Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] tecellîsine mazhar [erişme, nail olma] olur. Fakat Müessir-i Hakikîye [gerçek tesir sahibi] zarf olamaz.

İ’lem ey mağrur, mütekebbir, [kendini büyük gösteren, büyüklenen] mütemerrid [inatçı] nefis! Sen öyle bir zâfiyet, acz,

115

fakirlik, miskinlik gibi hallere mahalsin ki, ciğerine yapışan ve çok defa büyülttükten sonra ancak görülebilen bir mikroba mukavemet edemezsin; seni yere serer, öldürür…

İ’lem eyyühe’l-aziz!Hardale ile tabir edilen, bir darı habbesi hükmünde olan kuvve-i hafızanın [bellek, hafıza duyusu] ihata [herşeyi kuşatma] ettiği meydanda gezintiler yapılırken o kadar büyük bir sahraya inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder ki, gezmekle bitmez bir şekil alır. Acaba o hardalenin içindeki meydanı bitiremeyen, o hardalenin dairesini ne suretle bitirecektir? Aklın nazarında hardalenin vaziyeti böyleyse, aklın gezdiği daire nasıldır? Aklı da dünyayı yutar. Fesübhânallah! [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hardaleyi akıl için dünya; ve dünyayı da, akıl için bir hardale gibi yapmıştır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanların en büyük zulümlerinden biri de şudur ki: Büyük bir cemaatin mesaisine terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden—hasenatı intaç [netice verme] eden—semeratı bir şahsa isnad ve ona mal ederler. Bu zulümde bir şirk-i hafî [gizli şirk] vardır. Çünkü, bir cemaatin cüz-ü ihtiyârîsiyle kesb [elde etme, kazanma] ettikleri mahsulâtı bir şahsa atfetmek, o şahsın, icad derecesinde harikulâde bir kudrete mâlik olduğuna delâlet eder. Hattâ eski Yunanîlerin ve Vesenîlerin ilâheleri, böyle zâlimâne tasavvurat[düşünceler] şeytaniyenin mahsulüdür.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi celb [çekme] eden muhtelif lâtifeleri [berrak, şirin, hoş] vardır. Bir kısmı, kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tâbi değildir. Min haysü lâ yeş’ur [nereden ve ne sebeple geldiğini hissetmeksizin, farkına varmadan] husûle [meydana gelme] gelir. Binaenaleyh, gaflet ile yapılan zikirler dahi feyizden hâli [boş] değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insanı pek acip bir terkipte [birleşim, sentez] halk etmiştir. Kesret [çokluk] içinde vahdeti, [Allah’ın birliği] terkip [birleşim, sentez] içinde besâteti, [basitlik, sâdelik] cemaat içinde ferdiyeti vardır.

116

İhtiva ettiği âzâ, havâs ve letâifin [duygular] herbirisi için müstakil [bağımsız] lezzetler, elemler olduğu gibi; aralarında görülen sür’at, teâvün [yardımlaşma] ve imdattan anlaşıldığı üzere, herbirisi arkadaşlarının lezzet, elem ve teessüratından [üzülme, etkilenme] da hisse alıyorlar. Bu hilkat [yaratılış] sayesinde, insan eğer ubudiyet [Allah’a kulluk] yoluna giderse, bütün lezzet, nimet, kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] nevilerine, kısımlarına mazhar [erişme, nail olma] olmaya şâyandır. Ve keza, eğer enaniyet yolunu takip ederse, çeşit çeşit elem ve azaplara da mahal olmaya müstehaktır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kelime-i Tevhidin [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] tekrar ile zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem [put] ittihaz [edinme, kabullenme] ettiği mahbuplardan [sevgili] yüzünü çevirtmektir. Maahaza, [bununla birlikte] zâkir [zikreden] olan zâtta bulunan hâsse [duygu] ve lâtifelerin [berrak, şirin, hoş] ayrı ayrı tevhidleri olduğuna işaret olduğu gibi, onların da, onlara münâsip şerikleriyle olan alâkalarını kesmek içindir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın bir akrabasına, meselâ, okuduğu bir Fatiha-i [açılış kısmı, baş, baş kısım] Şerifeden hasıl olan sevapta istifade etmekte, bir ile bin müsavidir. [eşit] Nasıl ki ağızdan çıkan bir lâfzın [ifade, kelime] işitilmesinde, bir cemaat ile bir fert bir olur. Çünkü lâtif [berrak, şirin, hoş] şeyler matbaa gibidir. Basılan bir kelimeden bin kelime çıkar.

Ve keza, nûrânî şeylerde vahdetle [Allah’ın birliği] beraber tekessür [çoğalma] olduğuna, yani bir nûrânî şeyde bin sevap bulunduğuna bir işarettir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Nebiyy-i Zîşânın (a.s.m.) makam-ı mahmûdu [Peygamberimizin kavuşacağı, Allah tarafından vaad edilen yüksek makam] İlâhî [Allah tarafından olan] bir mâide [Kur’ân-ı Kerimin 5. sûresi] ve Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] bir sofra hükmündedir. Evet, tevzi [(sahiplerine) dağıtma] edilen lütuflar, feyizler, nimetler o sofradan akıyor. Resul-i Zîşâna (a.s.m.) okunan salâvat-ı şerife, [Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duaları] o sofraya edilen dâvete icâbettir.

Ve keza, salâvat-ı şerîfeyi getiren adam, zât-ı Peygamberîyi (a.s.m.) bir sıfatla

117

tavsif [bir sıfatla niteleme] ettiği zaman, o sıfatın nereye taallûk [ait olma, ilgilendirme] ettiğini düşünsün ki, tekrar be tekrar salâvat [namazlar, dualar] getirmeye müşevviki [teşvik eden] olsun.

İ’lem ey din âlimi! 1″Ücretim az, ilmime rağbet yok” diye mahzun olma. Çünkü mükâfât-ı dünyeviye ihtiyaca bakar, kıymet-i zâtiyeye bakmaz. Meziyet-i zâtiye ise mükâfat-ı uhreviyeye nâzırdır. Öyleyse, zâtî olan meziyetini mükâfât-ı uhreviyeye [âhirete ait ödüller] sakla, birkaç kuruşluk dünya metâına satma.

İ’lem ey hitabet-i umumiye sıfatıyla gazete lisanıyla konferans veren muharrir! [yazar, gazete yazarı] Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet [pişmanlık] ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeâir-i İslâmiyeye [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] zıt ve muhalif olan herzelerle İslâmiyeti lekelendirmeye kat’iyen [kesinlikle] hakkın yoktur.

Seni kim tevkil [vekalet verme] etmiştir? Fetvâyı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına, İslâmiyet hakkında hezeyanları [boş söz, saçmalama] savurarak dalâletini [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] neşir ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme! Dalâletini [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mü’minînin kabul etmediği birşeyin gazeteyle ilânı, milleti dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] dâvettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı halde, koca bir milletin, belki âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâfirlerin müslümanlara ve ehl-i Kur’ân‘a [Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; Kur’âna bağlı olan mü’minler] düşman olmaları, küfrün [inançsızlık, inkâr] iktizâsındandır. Çünkü, küfür imana zıttır. Maahaza, [bununla birlikte] Kur’ân, kâfirleri ve âbâ [babalar] ve ecdatlarını idam-ı ebedi ile mahkûm etmiştir.

118

Binaenaleyh, Müslümanlarla ülfet ve muhabbetleri mümkün olmayan kâfirlere muhabbet boşa gidiyor. Onların muhabbetiyle karşılaşılamaz. Onlardan medet beklenilemez. Ancak حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 diye Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] iltica etmek lâzımdır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâfirlerin medeniyetiyle mü’minlerin medeniyeti arasındaki fark:

Birincisi, medeniyet libasını [elbise] giymiş korkunç bir vahşettir. Zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor. Dışı süs, içi pis; sureti me’nus, [alışılmış, yakınlık oluşmuş] sîreti [ahlâk, karakter] mâkûs bir şeytandır.

İkincisi, bâtını nur, zahiri rahmet; içi muhabbet, dışı uhuvvet; [kardeşlik] sureti muâvenet, [yardım] sîreti [ahlâk, karakter] şefkat, câzibedar bir melektir.

Evet, mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizâsıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlûkatı, bilhassa insanları, bilhassa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir. [kardeşlik] Çünkü, imân bütün mü’minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addediyor.

Küfür ise, öyle bir burudettir [soğukluk] ki, kardeşleri bile kardeşlikten çıkarır. Ve bütün eşyada bir nevi ecnebîlik tohumunu ekiyor. Ve herşeyi herşeye düşman yapıyor.

Evet, hamiyet-i milliyelerinde bir uhuvvet [kardeşlik] varsa da, muvakkattır. [geçici] Ve ezelî, ebedî iftirak [ayrılık] ve firakla [ayrılık] muttasıl [bitişik] ve mahduttur. [sınırlanmış] Ama kâfirlerin medeniyetinde görülen mehâsin [güzellikler] ve yüksek terakkiyât-ı sanayi—bunlar—tamamen medeniyet-i İslâmiyeden, Kur’ân’ın irşâdâtından, [nasihatler, doğru yolu gösteren sözler] edyân-ı semâviyeden [İlâhî dinler] in’ikâs [yansıma] ve iktibas [alıntı] edildiği, Lemeat [parıltılar] ile Sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] eserlerimde istenildiği gibi izah ve ispat edilmiştir.

رَاجِعْهُمَا تَرٰى اَمْرًا عَظِيمًا غَفَلَ عَنْهُ النَّاسُ * 2

119

İ’lem! Mesâil-i diniyeden olan içtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mâni vardır.

Birincisi: Nasıl ki, kışta fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapılar açmak hiçbir cihetle kâr-ı akıl [akıl kârı] değil. Hem nasıl ki, büyük bir selin hücumunda tamir için duvarlarda delikler açmak gark [boğma] olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat [kötülük] zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid’aların [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] kesreti [çokluk] vaktinde ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tahribatı hengâmında, [ân, zaman] içtihad namıyla kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarında muharriplerin [tahrip eden, bozan] girmesine vesile olacak olan delikler açmak, İslâmiyete cinayettir.

İkincisi: Dinin zaruriyatı [mantık ilminde küllî ve mutlak kaideler] ki içtihad onlara giremez. Çünkü kat’î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, [mantık ilminde küllî ve mutlak kaideler] kut [gıda] ve gıda hükmündedirler; şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet [ciddi gayret] ve gayreti onların ikamesine ve ihyâsına [diriltme, hayat verme] sarf etmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyat [teoriler, doğruluğu ispat edilmemiş görüşler] kısmında ve selefin [önce gelen, önceki, yerine geçilen] içtihadat-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları [fikirler] olduğu halde, onları bırakıp, heveskârâne [hevesine düşkün bir şekilde] yeni içtihadlar yapmak bid’atkârâne [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] bir hıyânettir.

Üçüncüsü: Her zamanın insanlarınca kıymetli addedilerek efkârı [fikirler] celb [çekme] eden câzibedar bir metâ merguptur. [rağbet edilmiş] Meselâ, bu zamanda en rağbetli, en iftiharlı, siyasetle iştigal [meşgul olma, uğraşma] ve dünya hayatını temin etmektir. Selef-i Salihîn [ilk devir İslâm büyükleri] asrında ve o zaman çarşısında en mergup [rağbet edilmiş] metâ, Hâlık-ı Semâvat ve Arzın [göklerin ve yerin yaratcısı olan Allah] marziyatlarını ve bizden arzularını kelâmından istinbat [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur’ân’la kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kazandırmak ve

120

vesâilini [vesileler, araçlar, sebepler] elde etmek idi. Bu itibarla, o zamanlarda bütün fikirler, kalbler, ruhlar marziyat-ı İlâhiyeyi bilmek ve öğrenmeye müteveccih [yönelen] idi. Bunun için, istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve iktidarı olanlar o zamanlarda vukua gelen bütün ahval [durumlar] ve vukuat ve muhaverattan [konuşmaya dayalı ilimler] ders almakla, içtihadlara zemin teşkil eden yüksek istidatlar [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] vücuda gelirdi.

Şimdi ise, fikir ve kalblerin teşettütü, [dağınıklık] inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve himmetlerin [ciddi gayret] zâfiyeti, insanların siyaset ve felsefeye iptilâ [insanın kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] derecesini ortaya çıkaran imtihan, tecrübe] ve rağbetleri yüzünden bütün istidatlar [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] fünun-u hâzıra ve hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] müteveccihtir. [yönelen] Ahkâm-ı diniyeye [dinin hükümleri, esasları] sarf edilecek müstakim [doğru ve düzgün] bir içtihad yoktur.

Dördüncüsü: İçtihad kapısından İslâmiyete girip mesâilini [meseleler] genişlendirmeye meyleden adamın maksadı, zaruriyata [mantık ilminde küllî ve mutlak kaideler] imtisal [bağlanma, boyun eğme] ile takvâ ve kemâle mazhariyet ise, güzeldir. Amma zaruriyatı [mantık ilminde küllî ve mutlak kaideler] terk ve hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] hayat-ı uhreviyeye [âhiret hayatı] tercih eden adam ise, onun içtihada meyli, meylüttahriptir. Tekliften çıkıp kaçmak için bir yol bulmaktır.

Beşincisi: Herşeyin, her hükmün vücuda gelmesi bir illete [asıl sebep] binaen olduğu gibi, bir maslahata [amaç, yarar] dahi tâbidir. Fakat maslahat [amaç, yarar] illet [asıl sebep] değildir. Ancak tercih edici bir hikmettir. Bu zamanın efkârı, [fikirler] bizzat saadet-i dünyaya [dünya mutluluğu] müteveccihtir. [yönelen] Şeriatın nazarı ise, bizzat saadet-i uhreviyeye [âhiret hayatındaki mutluluk] müteveccih [yönelen] olup, bittabi dünyaya da nâzırdır. Çünkü dünya âhirete vesiledir.

Umumî bir beliyye [belâ] olan ve nâsın ona müptelâ [bağımlı] olduğu çok işler vardır ki, zaruriyattan [mantık ilminde küllî ve mutlak kaideler] olmuştur. O gibi işler su-i ihtiyar [iradenin kötüye kullanımı] ile gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] meyillerden [arzu, istek] doğmuş olduklarından, mahzuratı ibâha [bir şeyin haram olmaktan çıkarılarak serbest bırakılması; mübah kılma] eden zaruriyattan [mantık ilminde küllî ve mutlak kaideler] değildir. Ve ruhsat ve müsaade-i şer’iyenin şümulüne [kapsam] dahil olamazlar. Meselâ, bir adam su-i ihtiyarıyla [iradenin kötüye kullanımı]

121

haram bir tarzda kendini sarhoş etse, hal-i sekirde yaptığı tasarrufatta [dilediği gibi kullanma ve idare etme] mâzur olamaz. Bu zamanda bu gibi içtihadlar, Semâvî değil, ancak arzî içtihadlardır. Bu gibi içtihadlarla Hâlık-ı Semâvat ve Arzın [göklerin ve yerin yaratcısı olan Allah] hükümlerinde yapılan tasarrufat [dilediği gibi kullanma ve idare etme] merduttur.

Meselâ, bazı gafiller, hutbenin [balık] Türkçe okunmasını istihsan [beğenme, güzel bulma] ediyorlar ki, halkın bilhassa siyasî ahvalden [durumlar] haberleri olsun. Halbuki bu gibi ahval-i siyasiye yalandan, hileden, şeytanî fikirlerden hâli [boş] değildir. Hutbe makamı ise, ahkâm-ı İlâhiyenin [Allah’ın hükümleri] tebliği için ittihaz [edinme, kabullenme] edilmiş bir makamdır.

Sual: Avâm-ı nâs [halk tabakası] Arabîden haberdar değildir; fehmedemez.

Cevap: Avâm-ı nâs, [halk tabakası] zaruriyat [mantık ilminde küllî ve mutlak kaideler] ve müsellemat-ı [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] diniyeye muhtaçtır. Ve hutbe makamı da bu gibi hükümlerin tebliği içindir. Bu hükümler kisve-i Arabiye içinde tafsilen değilse de icmâlen [özet] avâm-ı nâsa [halk tabakası] malûm ve mâruftur. [bilinen] Maahaza, [bununla birlikte] lisan-ı Arapta bulunan şehâmet, [akıl ve zekâ ile olan cesaretlilik] yükseklik, meziyet, satvet [güç, ezici kuvvet] diğer lisanlarda yoktur.

ba

İ’lem ey gafletli, sağır ve kör olarak, zulmetler içinde esbaba ibadet eden ahmaklar! Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vücub-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine, [Allah’ın birliği] kâinatın mürekkebatı ve zerratının [atomlar] elli beş vecihle [yön] yaptıkları şehadetlerin bir vechini [cihet, yön, taraf] yazacağım. Şöyle ki:

Eşyanın icadı, ya nefislerine veya esbaba olan isnadı, hayret ve istiğrabı [garip görme] muciptir. [gerektirici] Bu da red ve inkârı icap [gerekli kılma] eder. Bu dahi dalâletleri [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] intaç [netice verme] eder. Bu ise

122

ıztırâbât-ı ruhiye ve teşevvüşat-ı akliyeye sebep olur. Bu da ruhları ve akılları firar ettirmekle Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] iltica etmeye mecbur eder. Zira her müşkülât Onun kudretiyle hallolur. Ve açılmaz düğümler Onun iradesiyle açılır. Ve kalbler Onun zikriyle mutmain [şüphesiz, tam kanaatle inanma] olur. Bu hakikati şöyle bir muvazeneyle [karşılaştırma/denge] izah edeceğim. Şöyle ki:

Mevcudatın [var edilenler, varlıklar] fâili, [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] yani eşyayı vücuda getiren, ya vacip ve vahiddir veyahut da mümkün ve kesirdir. [çok] Fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] vacip ve vahid olduğu takdirde, ne külfet var, ne de garabet [gariplik, hayret vericilik] var. Olsa bile vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] olur. Esbaba isnad edildiği takdirde, külfet ve garabet [gariplik, hayret vericilik] vehmîlikten [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] çıkar, kat’î ve hakikî bir şekilde tahakkuk [gerçekleşme] eder. Çünkü, kusur ve zâfiyetten hâli [boş] olmayan esbab-ı kesireden hiçbir sebep, bir müsebbebi [netice, eser, sebebin sonucu] omuzuna kaldıramaz. Ve birşeyin icadında gayr-ı mütenahî [sonsuz] esbabın iştiraki lâzımdır. Meselâ, balarısı herşeyle alâkadar olduğundan, eğer icadı esbaba isnad edilirse, semâvat ve arzın iştirakleri lâzımdır.

Maahaza, [bununla birlikte] kesretin [çokluk] vahidden suduru, [bir şeyden çıkma, olma] vâhidin kesretten [çokluk] sudûru [ortaya çıkma, meydana gelme] kadar zahmet değildir, daha kolaydır.

Meselâ, bir kumandanın efrad-ı kesireye verdiği intizam ve yaptırdığı işleri, o efrad-ı kesire, kendi başlarına büyük bir müşkilâttan [zor] sonra yapabilirler.

Maahaza, [bununla birlikte] icadın esbaba isnadında lâyüad külfet, garabet [gariplik, hayret vericilik] olmakla beraber, pek çok muhâlâta zemin teşkil ediyor.

1. Herbir zerrede Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] sıfatlarının farzı lâzımdır.

2. Ulûhiyette [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] gayr-ı mütenahî [sonsuz] şeriklerin iştiraki lâzım gelir.

3. Herbir zerrenin hem hâkim, hem mahkûm olması lâzım gelir: Kubbeli [yarım küre şeklinde olan çatı] binalarda birbirine dayanmakla düşmekten kurtulan taşlar gibi.

4. Şuur, irade ve kudret gibi sıfatların her zerrede bulunması lâzım gelir. Çünkü, hüsn-ü san’at [güzel san’at] bu sıfatları iktiza [bir şeyin gereği] eder. Şu hakikati izah için birkaç misal söyleyeceğiz.

123

Birincisi: Şems, şeffafiyet [şeffaflık] sırrına binaen, şişelerin zerrelerinde, arzın denizlerinde, semânın seyyarelerinde [gezegen] müsavat [eşitlik] üzerine tecellî eder.

İkincisi: Mukabele [karşılama; karşılık verme] sırrına binaen, merkezdeki bir lâmbanın daireyi teşkil eden ayinelere nisbet-i in’ikâsı birdir.

Üçüncüsü: Nurdan veya nurânî birşeyden tenevvür [aydınlanma, nurlanma] etmek ve ziya almak hususunda, bir ile bin birdir. Nurânînin iktiza[bir şeyin gereği] öyledir.

Dördüncüsü: Muvazene [karşılaştırma/denge] sırrına binaen, hassas bir terazinin iki kefesinde iki ceviz veyahut iki güneş bulunsa; hangi kefesine birşey ilâve edilirse, o aşağı iner, ötekisi havaya kalkar.

Beşincisi: Büyük bir sefineyle [gemi] gayet küçük bir sefineyi [gemi] sevk ve tahrik hususunda fark yoktur—kaptan; ister bir çocuk olsun, ister büyük olsun.—Çünkü intizam vardır.

Altıncısı: Hayvan-ı nâtık gibi bir mahiyet-i mücerredenin [eşyanın şekil ve suretlerinden farklı olan ve dış dünyada maddî olarak varlığı gözükmeyen mahiyet, hakikat, gerçek; soyut ve mânevî öz] küçük ve büyük efradına [bireyler] nisbeti birdir.

Hülâsa: [esas, öz] Kalil [az] ile kesir, [çok] küçük ile büyük arasında birşey-i vahide isnatlarında tefavüt olmadığı, imkân dairesinde olduğu şu misallerle tavazzuh [açıklığa kavuşma, aydınlanma] etti. Binaenaleyh, eşyada bulunan intizam, muvazene, [karşılaştırma/denge] evâmir-i tekviniyeye [yaratılışa ait emirler ve kanunlar] karşı imtisal, [bağlanma, boyun eğme] itaat, kudret-i ezeliyyenin nuraniyeti, eşyanın içyüzünün şeffafiyeti [şeffaflık] gibi sırlardan dolayı, bir sinek ile arzın ihyâsı, [diriltme, hayat verme] bir ağaç ile semâvâtın icadı, bir zerreyle güneşin yaratılışı Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] nisbetle mütesavidir. Evet müsavat [eşitlik] ve adem-i tefavütü gözle görünür. Bak: Mahiyeti meçhul, mu’cizatıyla malûm olan kudret-i ezeliyenin, [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] bilhassa semerat [meyveler] ve sebzelerdeki nakışları, [işleme] san’atları, esbaba havale edilirse, esbab altında ezilecektir.

Elhâsıl: [özetle, sonuç olarak] Hayatî, vücudî, [varlığa ait, var olmakla ilgili] nurânî şeylerin icadında üç nokta var:

124

Birinci nokta: Kudretin umur-u hasise [alçak ve değersiz işler] ile zahiren mübaşereti [bir işe başlama, girişim, temas etme] görünmemek için, perde olmak üzere esbab [sebebler] vaz edilmiştir.

İkinci nokta: Hayat, vücut ve nurun, dışları gibi içleri de şeffaf olduğundan, kesif [katı] perdeler hükmünde olan esbab [sebebler] vaz edilmemiştir. Yalnız pek ince, nazik perdeleri andıran vesait [araçlar, vasıtalar] varsa da, altında dest-i kudret [Allah’ın kudret eli] görünür.

Üçüncü nokta: Kudret-i ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] tesirinde, tasnîinde [san’atlı bir şekilde yaratma] külfet yoktur. Evet, bir incir çekirdeğinden koca bir incir ağacını ve ince bir sap ile koca bir kavunu bağlayıp çıkaran kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Şöyle mu’cizatıyla malûm olan kudret sahibinin vücudu, zuhuru, kâinatın vücudundan, zuhurundan daha zahirdir. Çünkü, herbir masnû, [san’at eseri varlık] kendi nefsine birkaç vecihle [yön] aynen delâlet eder. Fakat Sâniine, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] hem aynen, hem aklen çok vecihlerle [yön] delâletleri vardır. Ve hangi bir masnûun vücudu esbabtan istenilirse, bütün esbab toplanıp birbirine yardımları olsa bile, o masnûun benzerini yapamazlar.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın akıl ve fikir meydanı öyle bir vüs’attedir [genişlik] ki, ihata[herşeyi kuşatma] mümkün değildir. Ve o kadar dardır ki, iğneye mahal olamaz. Evet, bazan zerre içinde dönüyor, katre [damla] içerisinde yüzüyor, bir noktada hapsoluyor. Bazan da âlemi bir karpuz gibi eline alır ve kâinatı misafireten getirir, akıl odasında misafir eder. Bazan da o kadar haddini tecavüz eder, yükseğe çıkar ki, Vâcibü’l-Vücudu [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] görmeye çalışır. Bazan da küçülür, zerreye benzer. Bazan da semâvat kadar büyür. Bazan da bir katreye [damla] girer. Bazan da fıtrat ve hilkati [yaratılış] içine alır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insana verdiği nimetler, ister âfâkî [dış dünyaya ait] olsun, ister enfüsî [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] olsun, bazı şerait altında insana gelip vusul [kavuşma, erişme] buluyor. Meselâ, ziya, hava, gıda, savt [ses] ve sadâ gibi nimetlerden insanın istifade edebilmesi, ancak göz, kulak, ağız, burun gibi vesaitin [araçlar, vasıtalar] açılmasıyla olur. Bu vesait, [araçlar, vasıtalar] Allah’ın halk ve icadıyla olur. İnsanın eli, kesb [elde etme, kazanma] ve ihtiyarında yalnız o vesaiti [araçlar, vasıtalar] açmaktır.

Binaenaleyh, o nimetleri yolda bulmuş gibi sahipsiz, hesapsız olduğunu zannetmesin.

125

Ancak Mün’im-i Hakikînin [gerçek nimet verici olan Allah] kastıyla gelir, insan da ihtiyariyle alır. Sonra ihtiyaca göre in’am [nimet verme] edenin iradesiyle bedeninde intişar [açığa çıkma, yayılma] eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Herhangi birşeyin sonu ve âhiri intizam ve güzellikçe evvelinden aşağı olmadığı gibi, zahiri ve sureti de san’at ve hikmetçe bâtınından güzel değildir. Öyleyse, eşyanın içyüzlerini ve nihayetlerini sahipsiz zannedip, tesadüflere havale etme. Çiçek ile, çiçekten çıkan semeredeki [meyve] eser-i san’at [san’at eseri] ve hikmet; çekirdek ile, çekirdekten çıkan filizin eser-i san’at [san’at eseri] ve nakşından aşağı değildir. Binaenaleyh, Sâni-i Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] hem Evveldir, hem Âhir, hem Zahirdir, hem Bâtın.

وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ * 1

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân’ın i’câzı, [mu’cize oluş] tahrifine bir settir. Evet, madem Kur’ân mu’cizedir, beşer onun taklidini yapamaz. Âyetleri başka kelâmlarla tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edilmekle tahrif ve tağyiri [değiştirme] mümkün değildir. Çünkü, müfessir, [açıklayan, yorumlayan] müellif, [telif eden, kitap yazan] mütercim, muharref [aslı tahrif edilmiş, bozulmuş] üslûplarını, kisvelerini âyâtın kisvesiyle iltibas [karıştırma] ettiremezler. Âyetlerde i’câz [mu’cize oluş] damgası vardır. O damganın altında olmayan kelâmlar âyet addedilemez. Öyleyse i’câz, [mu’cize oluş] tahrif ve tağyiri [değiştirme] kabul etmez.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Kerim nimetleri, âyetleri, delilleri tâdât [sayma] ederken فَبِأَىِّ اٰلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ 2 âyet-i celilesi [büyük ve yüce anlamları içinde bulunduran âyet] tekrarla zikredilmekte olduğundan şöyle bir delâlet vardır ki: Cin ve insin en çok isyanlarını, en şedit [çok şiddetli] tuğyanlarını, [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] en azîm küfranlarını [inançsızlık, inkâr] tevlid [doğurma] eden şöyle bir vaziyetleridir ki, nimet içinde in’âmı [nimetlendirme]

126

görmüyorlar. İn’âmı görmediklerinden, Mün’im-i Hakikîden [gerçek nimet verici olan Allah] gaflet ederler. Mün’imden gafletleri saikasıyla, [sebebiyle] o nimetleri esbaba veya tesadüfe isnad ederek, Allah’tan o nimetlerin geldiğini tekzip ediyorlar. Binaenaleyh, herbir nimetin bidayetinde, mü’min olan kimse besmeleyi okusun. Ve o nimetin Allah’tan olduğunu kastetmekle, kendisi ancak Allah’ın ismiyle, Allah’ın hesabına aldığını bilerek, Allah’a minnet ve şükran ile mukabelede [karşılama; karşılık verme] bulunsun.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan kalben ve fikren hakaik-i İlâhiyeye [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] bakıp düşündüğü zaman, bilhassa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler. Bu gibi hevâî, [nefsine boyun eğen, nefsinin zaafları [zayıflık, güçsüzlük] doğrultusunda hareket eden] vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] ve çirkin şeylerin def’iyle uğraşan adam, o vesveselere mağlûp olur. Ancak onları mağlûp edip kaçırmak çaresi, müdafaayı terk edip onlarla uğraşmamaktır. Evet, arılarla uğraşıldıkça onlar hücumlarını arttırırlar. Onlara karışılmadığı takdirde, insanı terkeder, giderler. Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-i İlâhiyeye [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] ve ne de senin kalbine bir mazarratı [zarar] yoktur. Evet, pis bir menzilin deliklerinden semânın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz. Ve fena bir tesir etmez.Haşiye [dipnot]

İ’lem Eyyühe’s-Said! Nedir bu gurur ve nedir bu gaflet? Nedir bu haşmet, nedir bu istiğna, [ihtiyaç duymama] nedir bu azamet? Elindeki ihtiyar bir kıl kadardır ve iktidarın bir zerre kadardır. Ve hayatın söndü, ancak bir şûle [gür ışık/alev] kaldı. Ömrün geçti, şuurun söndü, bir lem’a [parıltı] kaldı. Şöhretin gitti, ancak bir an kaldı.

127

Zamanın geçti; kabirden başka mekânın var mı? Bîçare! Aczine ve fakrına bir had var mı? Emellerin nihâyetsizdir, ecelin yakındır. Evet, böyle acz ve fakrınla iktidar ve ihtiyardan hâli [boş] bir insanın ne olacak hali? Hazâin-i rahmet [Allah’ın rahmet hazineleri] sahibi Hâlık-ı Rahmânü’r-Rahîme, [her şeyin yaratıcısı olan ve bütün varlıklara şefkat gösteren Allah] böyle bir acz ile itimad etmek lâzımdır. Odur herkese nokta-i istinad. [dayanak noktası] Odur her zaife cihet-i istimdat.

ba

128

 Haşiye هٰذِهِ الْمُنَاجَاةُ تَخَطَّرَتْ فِى الْقَلْبِ هٰكَذَا بِالْبَيَانِ الْفَارِسِى

يَا رَبْ! بَه شَشْ جِهَتْ نَظَرْ مِى كَرْدَمْ، دَرْدِ خُودْرَا دَرْمَانْ نَمِى دِيدَمْ

دَرْ رَاسْت مِى دِيدَمْ كِه: دِى رُوزْ مَزَارِ پَدَرِ مَنَسْت

وَدَرْ چَپْ دِيدَمْ كِه: فَرْدَا قَبْرِ مَنَسْت

وَإ ِيمْرُوزْ: تَابُوتِ جِسْمِ پُرْ اِضْطِرَابِ مَنَسْت

بَرْ سَرِ عُمُرْ جَنَازَءِ مَنْ اِيسْتَادَه اَسْت

دَرْ قَدَمْ: آبِ خَاكِ خِلْقَتِ مَنْ وَخَاكِسْتَرِ عِظَامِ مَنْ اَستْ

چُونْ دَرْ پَسْ مِينِكَرَمْ، بِينَمْ: اِيْن دُنْيَاءِ بِى بُنْيَادْ هِيچْ دَرْ هِيچَسْت

وَدَرْ پِيشْ: اَنْدَازَءِ نَظَرْ مِيكُنَمْ، دَرِ قَبِرْ كُشَادَه اَسْت

وَرَاهِ اَبَدْ بَدُورِدِرَازْ بَدِيدَارسْت

مَرَا جُزْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى چِيزِى نِيسْت دَرْ دَسْت

كِه اوُجُزْءْ هَمْ عَاجِزْ، هَمْ كُوتَاهُ، وَهَمْ كَمْ عَيَارَاسْت

نَه دَرْ مَاضِى مَجَالِ حُلُولْ، نَه دَرْ مُسْتَقْبَلْ مَدَارِ نُفُوذَاسْت

مَيْدَانِ أُو إِينْ زَمَانِ حَالْ، وَيَكْ آنِ سَيَّالَسْت

بَا إِينَ هَمَه فَقْرَهَا وَضَعْفَهَا، قَلَمِ قُدْرَتِ تُو آشِكَارَه

نُوِشْتَه اَسْت، “دَرْ فِطْرَتِ مَا”: مَيْلِ اَبَدْ وَاَمَلِ سَرْمَدْ

بَلْكِه هَرْچِه هَسْت، هَسْت

دَاۤئِرَءِ اِحْتِيَاجْ مَانَنْدِ دَآئِرَءِ مَدِّ نَظَرْ بُزُرْكِى دَارَسْت

129

خَيَالْ كُدَامْ رَسَدْ اِحْتِيَاجْ نِيزْرَسَدْ

دَرْ دَسْت * هَرْچِه نِيسْت دَرْ اِحْتِيَاجْ هَسْت

دَآئِرَءِ اِقْتِدَارِ هَمْچُو دَآئِرَءِ دَسْتِ كُوتَاهِ كُوتَاهَسْت

پَسْ فَقْرُو حَاجَاتِ مَا بَقَدَرِ جِهَانَسْت

سَرْمَايَهءِ مَا هَمْچُو:”جُزْء لاَ يَتَجَزّٰا” اَسْت

اِينْ جُزْءِ كُدَامْ وَاِينْ كَاۤئِنَاتِ حَاجَاتِ كُدَامَسْت؟

پَسْ دَرْرَاهِ تُو، أَزْاِينْ جُزْءْ نِيزْ بَازْمِى كُذَشْتَنْ چَارَءِ مَنْ اَسْت

تَا عِنَايَتِ تُو دَسْتَكِيرِ مَنْ شَوَدْ، رَحْمَتِ بِى نِهَايَتِ تُوپَنَاهِ مَنْ اَسْت

آنْ كَسْ كِه بَحْرِ بِى نِهَايَتِ رَحْمَتْ يَافْتَ اسْتْ،

تَكْيَه نَه كُنَدْ بَرْاِينْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى كِه يَكْ قَطْرَه سَرَابَسْت

أَيْوَاهْ! اِينْ زَنْدِكَانِى هَمْ چُو خَابَسْت

وِينْ عُمْرِ بِى بُنْيَادْ هَمْ چوُ بَادَسْت

اِنْسَانْ بَزَوَالْ دُنْيَا بَفَنَا اَسْت، آمَالْ بِى بَقَا آلاَمْ بَبَقَااَسْت

بِيَا اَىْ نَفْسِ نَا فَرْجَامْ! وُجُودِ فَانِى خُودْرَا فَدَا كُنْ

خَالِقِ خُودْرَا كِه اِينْ هَسْتِى وَدِيعَه هَسْت

وَمُلْكِ اُو وَاُودَادَه فَنَا كُنْ تَا بَقَا يَابَدْ، اَزْاَنْ

سِرِّى كِه:”نَفْىِ النَفْى” اِثْبَاتَ اَسْت

خُدَاىِ پُرْ كَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا مِى خَرَدْ اَزْتُو

بَهَاىِ بِى گِرَانْ دَادَه بَرَاىِ تُو نِگَاهْ دَارَاسْت

ba

130

Bu kısım, Müellifin [telif eden, kitap yazan] kendi Türkçesidir.

1339 TARİHİNDE,1 MECLİS-İ MEB’USANA HİTABEN YAZDIĞIM BİR HUTBENİN [balık] SURETİDİR

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اِنَّ الصَّلاَةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا * 2

Ey mücâhidîn-i İslâm! Ey ehl-i hall ü akit! Bu fakirin bir meselede on sözünü, birkaç nasihatini dinlemenizi rica [ümit] ediyorum.

Evvelâ: Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlâhiye [Allah’ın kullarına verdiği nimet] bir şükran ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa, nimet şükrü görmezse gider. Madem ki Kur’ân’ı, Allah’ın tevfikiyle [başarı] düşmanın hücumundan kurtardınız. Kur’ân’ın en sarih [açık] ve en kat’î emri olan “salât[namaz] gibi ferâizi [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] imtisal [bağlanma, boyun eğme] etmeniz lâzımdır—ta onun feyzi, böyle harika suretinde üstünüzde tevâli ve devam etsin.

Saniyen: [ikinci olarak] Âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] mesrur [mutlu] ettiniz, muhabbet ve teveccühünü [ilgi] kazandınız. Lâkin o teveccüh [ilgi] ve muhabbetin idamesi, şeâir-i İslâmiyeyi [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] iltizamla [kabul etme, taraftarlık] olur. Zira, Müslümanlar İslâmiyet hesabına sizi severler.

Salisen: [üçüncü olarak] Bu âlemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara [şehitler] kumandanlık ettiniz. Kur’ân’ın evâmir-i kat’iyesine imtisal [bağlanma, boyun eğme] etmekle, öteki âlemde de o nurânî güruha refik [arkadaş, yoldaş, yardımcı] olmaya çalışmak, sizin gibi himmetlilerin [ciddi gayret] şe’nidir. [belirleyici özellik] Yoksa, burada kumandan iken orada bir neferden [asker] istimdad-ı nur etmeye muztar [çaresiz] kalacaksınız. Bu dünya-yı deniyye, şan ve şerefiyle öyle bir metâ değil ki, sizin gibi insanları işbâ [doyma, doyurulma, tatmin olma] etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzat [asıl gaye] olsun.

131

Rabian: [dördüncü olarak] Bu millet-i İslâmın [İslâm milleti] cemaatleri, çendan [gerçi] bir cemaat namazsız kalsa, fâsık [günahkâr] da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] görmek ister. Hattâ, umum şarkta, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: “Acaba namaz kılıyor mu?” derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir. [itham olunan, kendisinden şüphe edilen] Bir zaman, Beytüşşebab aşâirinde isyan vardı. Ben gittim, sordum: “Sebep nedir?” Dediler ki:

“Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?” Bu sözü söyleyenler de namazsız, hem de eşkıyâ idiler.

Hamisen: [beşinci olarak] Enbiyanın [nebiler, peygamberler] ekseri Şarkta ve hükemanın [âlimler, filozoflar] ağlebi [çoğunlukla] Garpta [batı] gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir [ince işaret] ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha [uyanış] getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa’yiniz [çalışma] ya hebâen [boş, faydasız] gider, veya muvakkat, [geçici] sathî [sığ, yüzeysel] kalır.

Sadisen: [altıncı olarak] Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan frenkler, dindeki lâkaytlığınızdan [duyarsız] pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki, hasmınız kadar İslâma zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına, bu ihmali a’mâle [ameller, işler] tebdil [başka bir şeyle değiştirme] etmeniz gerektir. Görülmüyor mu ki, İttihatçılar o kadar harika azm [kemik] ü sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve fedakârlıklarıyla, hattâ İslâmın şu intibâhına da bir sebep oldukları halde, bir derece dinde lâübâlilik tavrını gösterdikleri için, dahildeki milletten nefret ve tezyif [alay etme, küçük düşürme] gördüler. Hariçteki İslâmlar dindeki ihmallerini görmedikleri için hürmeti verdiler.

Sabian: [yedincisi] Âlem-i küfür, [küfür dünyası] bütün vesaitiyle, [araçlar, vasıtalar] medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, [fenler, bilimler] misyonerleriyle âlem-i İslâma [İslâm âlemi] hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe [üstün gelme] ettiği halde, âlem-i İslâma [İslâm âlemi] dinen galebe [üstün gelme] edemedi. Ve dahilî bütün

132

fırak-ı dâlle-i İslâmiye de, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı; ve İslâmiyet metanetini [gayret, kararlılık] ve salâbetini [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübâliyâne, Avrupa medeniyet-i habise kısmından süzülen bir cereyan-ı bid’atkârâne, sinesinde yer tutamaz. Demek, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] içinde mühim ve inkılâpvâri [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] bir iş görmek, İslâmiyetin desâtirini [düsturlar, kanunlar] inkıyadla [boyun eğme] olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuşsa da çabuk ölüp sönmüş.

Saminen: Zaaf-ı dine sebep olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’ân’ın zuhura yakın geldiği bir anda, lâkaydâne [ilgisizce, duyarsızca] ve ihmalkârâne, müsbet [isbat edilmiş, sabit] bir iş görülmez. Menfîce, tahripkârâne iş ise, bu kadar rahnelere [yara] mâruz kalan İslâm zaten muhtaç değildir.

Tasian: Sizin bu İstiklâl Harbindeki [İstiklal Savaşı] muzafferiyetinizi ve âli [yüce] hizmetinizi takdir eden ve sizi can ü dilden seven cumhur-u mü’minîndir. Ve bilhassa tabaka-i avâmdır [halk tabakası] ki, sağlam Müslümanlardır. Sizi ciddî sever ve sizi tutar ve size minnettardır ve fedakârlığınızı takdir ederler. Ve intibaha [uyanış] gelmiş en cesim ve müthiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evâmir-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın emirleri] imtisalle [bağlanma, boyun eğme] onlara ittisal [bağlanma; bağlantı, ilişki] ve istinad etmeniz, maslahat-ı İslâm namına zarurîdir. Yoksa, İslâmiyetten tecerrüt [maddeye benzer şeylerden soyut olma ve zaman gibi kavramlarla sınırlanmama] eden, bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu [aşık] frenk mukallitleri [taklitçi] avâm-ı Müslimîne tercih etmek maslahat-ı İslâma münâfi [aykırı] olduğundan, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdat [medet isteme] edecek.

133

Âşiren: [saatin dakika ve saniye gibi on birim küçüğü olan zaman dilimi] Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, [yok olma ihtimali] tek bir ihtimal-i necat varsa, hayatından vazgeçmiş, mecnun bir cesur lâzım ki o yola sülûk [mânevî yol alma] etsin. Şimdi, yirmi dört saatten bir saati işgal eden farz namaz gibi zaruriyat-ı diniyede, [dinin, iman edilmesi ve yerine getirilmesi zorunlu olan esasları] yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var. Yalnız, gaflet ve tembellik hasiyetiyle, bir ihtimal, zarar-ı dünyevî olabilir. Halbuki ferâizin [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflet ve dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] istinad, tek bir ihtimal-i necat olabilir. Acaba dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve ferâizin [farzlar, Allah’ın kesin emirleri] terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] nasıl müsaade eder?

Bâhusus [bilhassa, özellikle] bu güruh-u mücâhidin ve bu yüksek meclisin ef’âli [fiiler, davranışlar] taklid edilir. Kusurlarını millet ya taklit veya tenkit edecek; ikisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, [Allah’ın hakkı] hukuk-u ibâdı da tazammun [içerme, içine alma] ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmâı tazammun [içerme, içine alma] eden hadsiz ihbaratı ve delâili [deliller] dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla hakikî ve ciddî iş görülmez.

Şu inkılâb-ı azîmin [büyük değişim] temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i âlinin şahsiyet-i mâneviyesi, [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] sahip olduğu kuvvet cihetiyle, mânâ-yı saltanatı deruhte [üstüne almak] etmiştir. Eğer şeâir-i İslâmiyeyi [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] bizzat imtisal [bağlanma, boyun eğme] etmek ve ettirmekle mânâ-yı hilâfeti dahi vekâleten deruhte [üstüne almak] etmezse, hayat için dört şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal [en az] beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat[eğlenceler, oyunlar] medeniyeyle ihtiyâcât-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hâcât-ı diniyesini

134

Meclis tatmin etmezse, bilmecburiyye mânâ-yı hilâfeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lâfza verecek. O mânâyı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki, Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikiyle olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı âsâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı âsâ ise وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعًا 1 âyetine zıttır. Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] daha metindir. [sağlam] Ve, tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezâifi [görevler] deruhte [üstüne almak] edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] eğer müstakim [doğru ve düzgün] olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur. [sınırlanmış] Cemaatin ise gayr-ı mahduttur. [sınırsız] Harice karşı kazandığınız iyiliği, dahildeki fenâlıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki, ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâmın şeâirini [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] tahrip ediyorlar. Öyleyse, zarurî vazifeniz, şeâiri [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] ihyâ [diriltme, hayat verme] ve muhafaza etmektir. Yoksa, şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeâirde [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] tehâvün, [aldırış etmeme] zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşci [cesaretlendirme] eder.

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 2* نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصِيرُ * 3

ba

135

 İ’lem eyyühe’l-aziz!

(Ey aziz kardeşim, bil ki!)

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] ispat için irad [sunma, söyleme] edilen burhan [delil] ve delilleri tetkik ederken, “Şu kocaman neticeyi bu zayıf, nahif delil intaç [netice verme] edemez” diye tenkidatta bulunma. Zira, zâfiyetiyle itham [suçlama] ettiğin o delilin sağında ve solunda bulunan takviye kuvvetleri ve kıt’aları [dünyanın kara paçalarından her biri] pek çoktur. Evet, İslâmiyetin sıdkına [doğruluk] delâlet eden şahitlerden, şehidlerden, burhanlardan, [delil] delillerden, emarelerden herbirisi, o müdafaa meydanında arkadaşını himaye etmekle sıhhat raporunu imzalayarak sağlam olduğunu tasdik eder. O da, onun ilim ve haberine ehl-i vukuf [bilirkişi] olur. Çünkü, hakaik-i imaniyede [iman hakikatleri, esasları] hedef sübuttur, [bir şeyin var olması] nefy [gönderilme, sürgün] değildir. Sabit olan birşeyi gösterenlerin biri, bin gibidir. Zira, sübutta [bir şeyin var olması] gösterenlerin gösterme tarzları birbirine uygun ve muvafık olduğundan, herbirisi ötekileri tezkiye [hatadan arındırma, temize çıkarma] ve tasdik etmiş olur. Nefy [gönderilme, sürgün] cihetinde, nefy [gönderilme, sürgün] edenlerin şehadetlerinde tevâfuk yoktur. Nefylerine [gönderilme, sürgün] mütehalif [birbirinden farklı] esbab [sebebler] gösterirler. Bunun için, şehadetleri birbirinin sıhhatine delil olamaz. Çünkü tevafuk yok.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bazan birşeye şiddetli muhabbet, o şeyin inkârına sebep olur. Ve keza, şiddet-i havf ve gayet azamet ve aklın ihatasızlığı [herşeyi kuşatma] da inkâra sebep olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hanzalenin çekirdeğinde hanzale ağacı mündemiç [içinde bulunan] ve dahil olduğu gibi, Cehennemin de küfür ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tohumunda müstetir [gizli, örtülü] bulunduğunu, şuhudî bir yakînle müşahede ettim. Ve keza, nasıl ki hurmanın çekirdeği hurma ağacına hamiledir; aynen öyle de, iman habbesinde de Cennetin mevcut olduğunu hads-i kat’î [doğru ve kesin sezgi] ile gördüm. Çünkü, o çekirdeklerin ağaçlara tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve

136

inkılâpları [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] garip olmadığı gibi, küfür ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] mânâsı da tâzip [azap] edici bir Cehennemi, imân ve hidâyet de bir Cenneti intaç [netice verme] edeceğinde istib’ad [akıldan uzak görme] yoktur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sümbüllenip neşvünemâ [büyüyüp gelişme] bulamaz, ölür gider. Kezâlik, [böylece, bunun gibi] ene [benlik] ile tâbir edilen enâniyetin kalbi, “Allah Allah” zikrinin şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semâvat ve Arza [göklerin ve yerin yaratcısı olan Allah] isyan edemez. O zikr-i İlâhî [Allah’ı anma] sâyesinde ene [benlik] mahvolur.

İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz [edinme, kabullenme] ettikleri zikr-i hafî [gizli zikir] sayesinde, kalbin fethiyle, ene [benlik] ve enâniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi [emre hazır] olan nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] başını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Kezâlik, [böylece, bunun gibi] Kâdirîler de, zikr-i cehrî [açıktan yapılan sesli zikir] sayesinde tabiat tâğutlarını [ibadet edilen bâtıl şey, put] tarümâr etmişlerdir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Âlemde herşeyin yüzünde hikmet eserleri göründüğü gibi, en uzak, en geniş, en ince kesretin [çokluk] tabakaları üstünde de hikmet, ihtimam eserleri görülmektedir. Evet, kesret [çokluk] ve tekessürün [çoğalma] münteha[en son nokta] ve neticesi olan insanın sahife-i vechinde, cephesinde, cildinde, ellerinin içlerinde kalem-i kaderle [kader kalemi] pek çok çizgiler, hatlar, nakışlar, [işleme] nişanlar yazılmıştır. Malûmdur ki, insanın şu sahifelerinde yazılan o kelimeler, harfler, noktalar, harekeler, ruh-u insanîde [insan ruhu] bulunan mânâlara, mâneviyatlara delâlet ettikleri gibi, fıtratında kader tarafından yazılan mektuplara da işaretleri vardır. Arkadaş, insanın geçen sahifelerine kaderin yazdığı haşiye, [dipnot] tesadüf ve ittifakın dühulüne bir menfez bırakmamıştır.

137

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu dünya hayatına muhabbetle müptelâ [bağımlı] olan bazı insanlar, o hayatın vücuda gelmesinden maksat ve gaye, yalnız o hayata hizmet ve o hayatın bekası olup, başka bir faidesi olmadığını, yani, Fâtır-ı Hakîmin [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] zevilhayatta [canlılar] ve cevher-i insaniyette [insanlığın içinde gizli olan öz] vedia [emanet] olarak koyduğu bütün cihâzat-ı acibe ve teçhizat-ı harikanın, seri-ü’zzevâl olan şu hayatın hıfzıyla bekası için verildiğini zannediyorlar. Halbuki, kaziye [hüküm, önerme] öyle olduğu takdirde, kâinattaki gayr-ı mütenahi [sonsuz] nizamların şehadetleriyle, sath-ı âlemde görünen hikmet, inayet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] intizam, adem-i abesiyete [abes olmayış, lüzumsuz olmayış] olan delil ve burhanların, [delil] mâkûse olarak, abesiyete, israfa, intizamsızlığa, adem-i hikmete delil ve burhan [delil] olmaları lâzım gelecektir.

Arkadaş! Şu dünyevî hayatın faideleri pek çoktur. O faidelerden, hayat sahibine, tasarruf ve hizmeti nisbetinde bir hisse ayrıldıktan sonra, bâki kalan gayeler, semereler [meyve] Fâtır-ı Hakîme [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] râcidir. [ait] Evet, insan ve insanın hayatı, esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] tecelliyatına bir tarladır. Ve Cennette rahmet-i İlâhiyenin envâının [tür] cilvelerine mazhardır. Ve hayat-ı uhreviyenin [âhiret hayatı] harika ve gayr-ı mütenahi [sonsuz] semereleri [meyve] için bir fidanlık veya bir çekirdektir. Demek, insan bir sefine [gemi] kaptanı gibidir. Sefinenin [gemi] gayr-ı mahdut [sınırsız] faidelerinden, kaptanın alâka ve hizmeti nisbetinde kendisine verilir. Bâki kalan kısmı sultana râcidir. [ait] İnsan da, sefine-i vücuduyla [vücut gemisi] alâkası derecesinde o vücudun hayattar semerâtından [meyve] hissesini alır. Mütebâkisi [geri kalan] Sultan-ı Ezelîye [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] aittir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve ziynetleri, Hâlıkımızı, [her şeyi yaratan Allah] Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde Cennet olsa bile Cehennemdir.

138

Evet, öyle gördüm ve öyle de zevk ettim. Bilhassa, şefkatin ateşini söndürecek mârifetullahtan [Allah’ı tanıma, bilme] başka birşey var mıdır? Evet, marifetullah [Allah’ı bilme ve tanıma] olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha [arzu, istek] olmadığı gibi, Cennete bile iştiyak [arzu, istek] geri kalır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünyada cereyan eden ve husule [meydana gelme] gelen herbir şeyin iki veçhi vardır: Biri âhirete bakar ki, nefsülemirde [işin gerçeği, aslı] en sabit, en ağır bu vecihtir. [yön] İkincisi dünyaya, nefsine ve hevâya bakar. Bu vecih, [yön] hakaret, hiffet [hafiflik] ve zevalden [geçip gitme] öyle bir mevkidedir ki, kalbin teessürüne, [üzülme, etkilenme] teellümüne, [elem çekme] ıztırabına, düşüncelerine bais olacak bir kıymette değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanların öyle eblehleri [ahmak] vardır ki, şeffaf bir zerrede şemsin timsalini [görüntü] veya bir çiçeğin renginde [rengârenk, süslü, parlak] şemsin tecellîsini görse, şemsin o timsal [görüntü] ve tecellîsinden, hakikî şemsin bütün levâzımâtını, [bir işin gerçekleşmesi için gerekli olan şeyler] hattâ âleme merkez olmasını ve seyyârâta [gezegenler] olan cezbini talep edip isterler. Maahaza, [bununla birlikte] o zerrede veya o çiçekte gördüğü timsal [görüntü] ve tecellînin bir ârızadan dolayı kayboldukları zaman, basar [görme] ve basiretinin körlüğü dolayısıyla, hakikî şemsin inkârına zehab ederler. Ve keza, o eblehler, [ahmak] tecelli ile husule [meydana gelme] gelen vücud-u zıllîyi, vücud-u hakikî [gerçek varlık] ve aslîden fark edemezler, birbiriyle iltibas [karıştırma] ederler. Bunun için, birşeyde şemsin timsalini, [görüntü] gölgesini gördükleri zaman, şemsin hararetini, ziyasını ve sair hususiyatını da istemeye başlarlar.

Ve keza, o eblehler [ahmak] sinek, böcek ve sair küçük ve hasis şeylere bakarken, onlarda pek yüksek bir eser-i san’at [san’at eseri] ve hikmet görmekle, derler: “Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bunlara pek fazla ehemmiyet vermiştir. Bir sineğin ne kıymeti olabilir ki bu kadar masraflara, külfetlere mahal olsun?”

Arkadaş! Bu gibi eblehleri [ahmak] ikna ve işkâllerini [anlaşılması zor olma] def için, dört şeyin bilinmesi lâzımdır.

Birincisi: Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] kemâliyle alâkadar olan herşey Onu

139

tavsif [bir sıfatla niteleme] eder. Fakat, o şeyin, rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] mazhar [erişme, nail olma] olduğu münasebetiyle, kemâlinin de mahall-i tecellîsi olur. Fakat o kemâl ile muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] olamaz.

İkincisi: Herşeyden Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nuruna bir kapı açılır. Bu kapılardan birisinin kapanması, gayr-ı mütenahi [sonsuz] sair kapıların da kapanmasını istilzam [gerektirme] etmez. Fakat hepsinin bir miftah [anahtar] ile açılması mümkündür.

Üçüncüsü: İlm-i muhitten in’ikâs [yansıma] eden kader, herşeyde esmâ-i nuriyeden bir hisse tersim etmiştir.

Dördüncüsü:

اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ * 1

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ * 2

Bu âyetlerin sarahatine [açıklık] göre, herşeyin vücudu “Kün” emriyle bağlı olduğu gibi, bütün eşyanın icad ve sonradan ihyâları, [diriltme, hayat verme] bir nefs-i vahidenin icad ve ihyâ[diriltme, hayat verme] gibidir. Demek, icad Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] isnad edilirse bu kadar rahat ve kolay olur. Amma esbaba veya eşyanın kendilerine isnad edildiği zaman, bütün ukalânın [akıllılar, akıl sahipleri] ve eblehlerin [ahmak] hükümlerinden neş’et [doğma] eden muhâlâtı kabul etmeleri lâzım gelir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] hakikatleri durub-u emsal [ata sözleri] ile beyan ediyor. Çünkü daire-i ulûhiyete ait hakaik-i mücerrede, [maddî olmayan, soyut gerçekler] daire-i mümkinatta, [imkân alemi; varlığı ve yokluğu imkân dahilinde olan ve Allah tarafından yaratılan varlıklar âlemi]

140

ancak misaller ile temessül [belirme, görünme] ve tavazzuh [açıklığa kavuşma, aydınlanma] eder. Mümkün ve miskin olan insan da, daire-i imkânda [bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat] misallere bakarak, fevkinde [üstünde] bulunan daire-i vücubun [hiç değişikliğe uğramayan varlığı zorunlu olan İlâhlık dairesi] şuûnâtını, [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ahvalini [durumlar] düşünür.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Herşeyin, içine melekût, [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] dışına da mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] denir. Bu itibarla insan ile kalb, birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünkü, insan mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] cihetiyle kalbe zarf olur, melekût [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] cihetiyle de mazruf olur.

Bu kaide, Arş ile kevn [varlık, âlem, kâinat] hakkında da tatbik edilir. Şöyle ki: Arş Zahir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin halita [karışık halde olan, karışık] ve karışığıdır. Bu halitada [karışık halde olan, karışık] dahil olan ism-i Zahir itibarıyla, Arş, mülk, [birşeyin dış, görünen yüzü] kevn [varlık, âlem, kâinat] melekût [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] olur. İsm-i Bâtın itibarıyla, Arş, melekût, [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] kevn [varlık, âlem, kâinat] mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] olur. Demek, Arşa ism-i Zahir nazarıyla bakılırsa, kendisi zarf, kevn [varlık, âlem, kâinat] de mazruf olur. İsm-i Bâtın gözüyle bakılırsa, kendisi mazruf, kevn [varlık, âlem, kâinat] zarf olur. Ve keza, ism-i Evvel [Allah’ın başlangıcı olmadığı gibi, bütün varlıkların başlangıcı da Onun ilim ve kudretine bağlı olduğunu bildiren ismi] itibarıyla, وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَۤاءِ 1 âyetinin işaret ettiği kevnin [varlık, âlem, kâinat] bidayetini içine alıyor. Ve ismi Âhir itibarıyla, سَقْفُ الْجَنَّةِ عَرْشُ الرَّحْمٰنِ 2 hadîs-i şerifinin ima ettiği kevnin [varlık, âlem, kâinat] nihayetini içine alıyor.

Demek, Arş öyle bir halitadır [karışık halde olan, karışık] ki, şu dört isimden aldığı hisselerle kevn [varlık, âlem, kâinat] ve vücudun sağını solunu, üstünü ve altını ihata [herşeyi kuşatma] etmiş olur.

141

İ’lem eyyühe’l-aziz! Acz, nidânın mâdenidir. İhtiyaç duanın menbaıdır. [kaynak]

Feyâ Rabbî, yâ Hâlıkî, [her şeyi yaratan Allah] yâ Mâlikî! Seni çağırmakta hüccetim, [delil] hâcetimdir. [ihtiyaç] Sana yaptığım dualarda uddetim fâkatimdir. [yokluk] Vesilem, fıkdan[kaybetme] hile ve fakrimdir. Hazinem aczimdir. Re’sülmâlim, emellerimdir. Şefîim, [şefaat eden] Habîbin [sevgili] (aleyhissalâtü vesselâm) ve rahmetindir. Afv eyle, mağfiret [bağışlama] eyle ve merhamet eyle, yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Rahîm! [ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah] Âmin.

ba

142

 Zeylü’l-Hubâb

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Öyle bir Allah’a hamd, medih [övgü] ve senâlar ederiz ki, şu âlem-i kebir [büyük âlem, evren] Onun icadıdır. Ve insan denilen şu küçük âlem de Onun ibdâıdır. [Allah’ın bir şeyi hiçten, yoktan ve benzersiz yaratması] Biri inşâsı, diğeri binâsıdır. Biri san’atı, diğeri sıbgasıdır. Biri nakşı, diğeri ziynetidir. Biri rahmeti, diğeri nimetidir. Biri kudreti, diğeri hikmetidir. Biri azameti, diğeri rububiyetidir. [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] Biri mahlûku, diğeri masnûudur. Biri mülkü, diğeri memlûküdür. [köle, kul] Biri mescidi, diğeri abdidir. Evet, bütün bu şeyler, eczasıyla beraber Allah’ın mülkü ve malı olduğu, i’câzvâri [mu’cize oluş] sikke [mühür] ve mühürleriyle sâbittir.

اَللّٰهُمَّ يَا قَيُّومَ اْلاَرْضِ وَالسَّمَۤاءِ اِنَّا نُشْهِدُكَ وَجَمِيعَ مَصْنُوعَاتِكَ وَجَمِيعَ خَلْقِكَ بِاَنَّكَ اَنْتَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اَنْتَ وَحْدَكَ لاَ شَرِيكَ لَكَ وَنَسْتَغْفِرُكَ وَنَتُوبُ اِلَيْكَ وَنَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُكَ وَرَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ * اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ كَمَا يُنَاسِبُ حُرْمَتَهُ وَكَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ * 1

İ’lem eyyühe’l-aziz! Her kim kendisini Allah’a mal ederse, bütün eşya onun lehinde [tarafında] olur. Ve kim Allah’a mal olmasa, bütün eşya onun aleyhinde olur.

143

Allah’a mal olmak ise, bütün eşyayı terk ve herşeyin Ondan olduğunu ve Ona rücû ettiğini bilmekle olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sana in’âm [nimet verme] ettiği vücut ile vücuda lâzım olan şeyler, temlik suretiyle değildir. Yani, senin mülkün ve malın olup istediğin gibi tasarruf etmek için verilmemiştir. Ancak, o gibi nimetlerde, Allah’ın rızasına muvafık tasarruf edilebilir.

Evet, bir misafir, ev sahibinin iznine ve rızasına muvafık olmayacak derecede, yemeklerde ve sair şeylerde israf edemez.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Gözleri küsuf [güneş tutulması] tutmuş bazı adamlar, gözleri önünde vukua gelen gayr-ı mahdut [sınırsız] hususî haşr [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] ü neşirleri kör gözleriyle gördükleri halde, kıyamet-i kübrâ[büyük kıyamet] ve haşr-i umumiyeyi nasıl istiğrab [garip görme] ediyorlar? Acaba, çiçek açıp semere veren ağaçlarda her sene îcad edilen meyvelerin haşr ü neşirlerini gördükten sonra haşr-i umumîyi istib’ad [akıldan uzak görme] eden sıkılmaz mı?

Eğer onlar şuhudî bir yakîn ile haşr-i umumîyi görmek isterlerse, akıllarını da beraber bulundurmak şartıyla, yaz mevsiminde küre-i arz [yer küre, dünya] bahçesine girsinler. Acaba ağaç dallarından sallanan o tatlı, ballı, nazif, [temiz, pak] lâtif [berrak, şirin, hoş] kudret mu’cizeleri, o mahlûkat-ı lâtife, evvelkisinin, yani ölüp giden semeratın [meyve] aynı veya misli [benzer] değil midir? Eğer insanlarda olduğu gibi o meyvelerde de vahdet-i ruhiye olmuş olsaydı, geçmiş ve gelen yeni meyveler birbirinin aynı olmaz mıydı? Fakat, ruhları olmadığı için aralarında ayniyete [aynılık, aynı oluş] yakın öyle bir misliyet [benzer] vardır ki, ne aynıdır ve ne de gayr keyfiyeti gösterir. Acaba semerattaki [meyve] bu vaziyeti gören, haşri istib’ad [akıldan uzak görme] edebilir mi?

Ve keza, mânevî asansörlerle lâzım olan erzak ve gıdalarını ağacın yüksek dallarına çıkartmakla, tebessümleriyle arz-ı dîdar [kendini gösterme] eden dut ve kayısı gibi

144

meyveleri kuru ve câmid [cansız] bir ağaçtan ihraç ve icad etmekle o kuru ağacı acip bir vaziyete ve hayattar, antika bir şekle koyan kudret-i ezeliyeye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] haşr-i umumî ağır gelir mi? Hâşâ! Bu lâtif, [berrak, şirin, hoş] nâzik masnûatı o kuru ağaçlardan ihraç eden kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Bu bedihî [açık, aşikâr] bir meseledir. Fakat gözleri kör olanlar göremiyorlar.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] herbir sûresi, bütün Kur’ân’ın münderecatını icmâlen [özet] ihtiva ettiği gibi, sair sûrelerde zikredilen makasıd ve mühim kıssaları da tazammun [içerme, içine alma] etmiştir. Bundaki hikmet, Kur’ân’ı tamamen okumaya vakti müsait olmayan veya ancak bir kısmını veya bir sûresini okuyabilen insanlar, Kur’ân’ın hepsini okumaktan hâsıl olan sevaptan mahrum kalmamasıdır.

Evet, mükellefîn [mükellef olanlar, yükümlüler] arasında bulunan ümmîler ancak bir sûreyi okuyabilirler. İ’câz-ı Kur’ân onları da tam sevap kazanmaktan mahrum etmemek için, bu nükte-i i’câziyeyi [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair ince bir mânâ] takip ederek, bir sûreyi tam Kur’ân hükmünde kılmıştır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Maddiyattan olmayan, bilhassa mahiyetleri mütebayin [ayrı ayrı] olan bir çoklukta tasarruf eden bir zâtın, o çokluğun herbirisiyle bizzat mübaşeret [bir işe başlama, girişim, temas etme] ve muâlecesi lâzım değildir.

Evet asker neferatı [asker] arasında bir kumandanın tasarrufatı, [dilediği gibi kullanma ve idare etme] tanzimatı, ancak emir ve iradesiyle husule [meydana gelme] gelir. Eğer o kumandanlık vazifeleri ve işleri neferata [asker] havale edilirse, herbir neferin [asker] bizzat mübaşeret [bir işe başlama, girişim, temas etme] ve hizmetiyle veya herbir neferin [asker] bir kumandan kesilmesiyle vücut bulacaktır.

Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mahlûkatındaki tasarrufu, yalnız bir emir ve iradeyle olur. Bizzat mübaşereti [bir işe başlama, girişim, temas etme] yoktur—şemsin kâinatı tenvir [aydınlatma] ettiği gibi.

145

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan, yaşayış vaziyetince, bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir.

Evet, hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor. Zaman da sel dolaplarını sür’atle çalıştırıyor. Arz sefinesi [gemi] de, sür’atle giderken تَمُرُّ مَرَّ السَّحَابِ 1 âyetini okuyor. Sefine-i arz sür’atle yürürken, dünyanın gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] lezzetlerine uzatılan ellere zehirli dikenlerin batacağı düşünülsün. Binaenaleyh, o zehirli dünya oklarına bakıp el uzatma. Firâkın [ayrılık] elemi, telâki lezzetinden ağırdır.

Ey nefs-i emmârem! [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] Sana tâbi değilim. Sen istediğin şeye ibadet et ve istediğin şeyin peşine düş; ben ancak ve ancak beni yaratıp, şems ve kamer [ay] ve arzı bana musahhar [boyun eğdirilmiş] eden Fâtır-ı Hakîm-i [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] Zülcelâle [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] abd [köle] olurum.

Ve keza, kader muhitinde uçan tayyare-i ömre veya hayat dağları arasında açılan uhdut ve tünellerinden şimşekvâri geçen zamanın şimendiferine [tren] bindirerek ebedül’âbad memleketinin iskelesi hükmünde olan kabir tünelinin kapısına sevk eden Hâlık-ı Rahmânü’r-Rahîmden [her şeyin yaratıcısı olan ve bütün varlıklara şefkat gösteren Allah] medet istiyorum.

Ve keza, hiçbir şeyi dualarıma, istigâselerime ve niyazlarıma hedef ittihaz [edinme, kabullenme] etmem. Ancak küre-i arzı [yer küre, dünya] harekete getiren, felek çarklarını durdurmaya ve şems ve kamerin [ay] yerleştirilmesiyle zamanın hareketini teskin ettirmeye ve vücudun şahikalarından [zirve] yuvarlanıp gelen şu dünyayı sakin kılmaya kàdir olan kudreti nihayetsiz Rabb-i Zülcelâle [sonsuz heybet ve yücelik sahibi ve herşeyin Rabbi olan Allah] dualarımı, niyazlarımı arz ve takdim ediyorum. Çünkü, herşeyle alâkadar âmâl ve makàsıdım [gayeler, istenilen şeyler] vardır.

Ve keza, kalbime vaki olan en ince, en gizli hatıraları işittiği ve kalbimin müyûl ve emellerini tatmin ettiği gibi, akıl ve hayalimin de temenni ettikleri

146

saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vermeye kadir olan Zât-ı Akdesden [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] maada kimseye ibadet etmiyorum.

Evet, dünyayı âhirete kalb etmekle [dönüştürme] kıyameti koparan kudret muktedirdir, âciz değildir. Bir zerre o kudretin nazarında gizlenemez. Şems, büyüklüğüne güvenerek o kudretin elinden kurtulamaz. Evet, onun mârifetiyle [Allah’ı tanıma, bilme] elemler lezzetlere inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Evet, Onun marifeti [Allah’ı bilme ve tanıma] olmazsa, ulûm [ilimler] evhama tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] eder. Hikmetler illet [asıl sebep] ve belâlara tebeddül [başkalaşma, değişme] eder. Vücut ademe inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Hayat ölüme ve nurlar zulmetlere ve lezâiz [lezzetler] günahlara tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] eder. Evet, Onun marifeti [Allah’ı bilme ve tanıma] olmazsa, insanın ahbabı ve mal ve mülkü insana a’dâ [düşmanlar] ve düşman olurlar. Beka belâ olur. Kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] hebâ [boş, faydasız] olur. Ömür hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] olur. Hayat azap olur. Akıl ikab [ağır ceza] olur. Âmâl, alâma inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder.

Evet, Allah’a abd [köle] ve hizmetkâr olana herşey hizmetkâr olur. Bu da, herşey Allah’ın mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ve malı olduğunu iman ve iz’an [kesin şekilde inanma] ile olur.

Evet, kudret, insanı çok daireler ile alâkadar bir vaziyette yaratmıştır. En küçük ve en hakir bir dairede, insanın eli yetişebilecek kadar insana bir ihtiyar, bir iktidar vermiştir. Ferşten [yer] Arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi, yalnız duadır.

Evet, قُلْ مَايَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَۤاؤُكُمْ 1 âyet-i kerîmesi, bu hakikatı tenvir [aydınlatma] ve isbata kâfidir. Öyleyse, çocuğun, eli yetişemediği birşeyi peder ve validesinden istediği gibi, abd [köle] de, acz ve fakriyle Rabbine iltica eder ve Hâlıkından [her şeyi yaratan Allah] ister.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Eşyada görünen nev’î ve ferdî vahdetler [Allah’ın birliği] Sânideki [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah]

147

sırr-ı vahdetten [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] neş’et [doğma] etmiştir. Çünkü, kuvvet dağılmıyor. Bir kısmına çok, bir kısmına az sarf edilmekle, kudrette kuvvetin tecezzî [bölünme, parçalanma] ve inkısâmı olmuyor. Eğer vahdet [Allah’ın birliği] olmasaydı, kudretin yaptığı sarfiyatta tefâvüt olsa idi, masnûatta da tefâvüt ve intizamsızlık olurdu. Demek, kudretin vahdetle [Allah’ın birliği] beraber masnûata yaptığı tasarrufu şemsin tenviri gibidir ki, bir şems-i vahid, cüz ve küllü bilâ-tefâvüt herşeyi ziyalandırdığı gibi, tecellîsiyle de herşeyin yanında mevcuttur. Binaenaleyh, mümkinat [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] dairesi efradından [bireyler] tavzif [görevlendirme] edilen miskin, câmid, [cansız] meyyit [ölü] ve ism-i Nura [Allah’ın Nur ismi] mazhar [erişme, nail olma] şemsde sırr-ı vahdet [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] sayesinde bu kadar intizamlı tasarruf olursa, Şems-i Ezelî, [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] Sultan-ı Ebedî, Kayyûm-u Sermedî, [varlığı sürekli olan ve herşeyi her an ayakta tutan Allah] Vacibü’l-Vücud, [varlığı zorunlu olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah] Vahid-i Ehadin masnûata tasarrufu nasıl olacaktır?

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vahdetine [Allah’ın birliği] en sadık şahitlerden birincisi, cüz’î [ferdî, küçük] ve küllî eşyalarda görünen vahdetlerdir. [Allah’ın birliği] Çünkü, herhangi birşey zerreden âleme kadar vahdetle [Allah’ın birliği] muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] ve alâkadardır. Öyle ise, Sânide de vahdet [Allah’ın birliği] var. Öyle ise Sâni Ehaddir. [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah]

İkincisi: Herşeyde kabiliyetinin liyâkatine göre bir kemâl-i ittikan vardır. En âdi, küçük, nebâtî [bitkilerden olan] ve hayvanî birşeyde kör gözler bile gördükleri öyle bir antika eser-i san’at [san’at eseri] vardır ki, insanları hayrette bırakır.

Üçüncüsü: Herşeyin icad ve inşâsındaki suhulettir. [kolaylık] Gözle görünen san’attaki suhulet [kolaylık] ispata, delile muhtaç değildir.

148

İ’lem eyyühe’l-aziz! Küre-i arz [yer küre, dünya] mağazasından me’kûlât ve meşrûbat ve libas [elbise] ve sair ihtiyaçlarınızı temin ediyorsunuz. Parasız aldığınız bu malları İlâhî [Allah tarafından olan] hazineden almayıp birer birer esbaba yaptıracak olursanız, acaba bir nar tanesini ne kadar zamanlarda elde edip ne kadar pahalı alacaksınız? Çünkü o nar, bütün eşya ile alâkadardır. Az bir zamanda, az bir kıymetle husule [meydana gelme] gelmesi imkân haricidir. Ve aynı zamanda, ondaki ziynet, intizam, san’at, râyiha, [güzel ve hoş koku] tat ve koku gibi lâtif [berrak, şirin, hoş] şeylerden anlaşılıyor ki, o nar tanesi öyle bir Saniin masnûudur ki, icadında külfet ve mübaşeret [bir işe başlama, girişim, temas etme] yoktur.

Mesele böyle olduğu halde, haşeratın zevk ve heveslerini tatmin için herbir noktasında bin türlü i’câz [mu’cize oluş] nükteleri [derin anlamlı söz] bulunan o küre-i arz [yer küre, dünya] mağazasındaki eşyanın Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] ya şuursuz, hissiz, iradesiz, ilimsiz, ihtiyarsız, [irade dışı] kemâlsizdir ki, bu kadar bol zîkıymet antika eşyayı parasız dağıtıyor. Bu bâtıl ihtimal, isbata muhtaç olmayan bedihî [açık, aşikâr] bir hakikattir. Veya o hazine sâhibi, o hazineyi, âhirete gitmek üzere gelip muvakkaten [geçici] kalan insanlara, İlâhî [Allah tarafından olan] ve Rahmânî bir sofra olarak yaratmıştır. O hazine-i gaybda [gayb hazinesi] eşyanın icadı “Kün” emriyle bağlıdır. Ve bütün eşyanın melekûtiyetleri, [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] santral gibi, Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Kadîr, Mürîd, Alîm bir Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] yed-i kudretindedir. [Allah’ın kudret eli]

Maahaza, [bununla birlikte] o İlâhî [Allah tarafından olan] sofradaki eşya yalnız insan ve hayvanların lezzet ve zevklerini tatmin için değildir. Herbir ferd-i müstehlikte zevilhayata [canlılar] âit cüz’î [ferdî, küçük] faidelerden başka esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] tecelliyatına ve faaliyetteki esrar ve şuûnâtına [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ait gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] hikmetler, gayeler vardır. Öyle ise, bu ziyafet-i âmme [genel ziyafet] ve bu

149

feyz-i âmmın bir kör kuvvetten neş’et [doğma] etmesi ve bu eşyanın semeratı [meyve] sel gibi akıp ittifakı ve tesadüfün eline havalesi muhaldir. Çünkü, o eşyanın intizamlı hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] teşahhusatı [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] ve şuurkârâne [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] muhkem [değiştirilemez] hususiyatı, kör tesadüf ve ittifakı reddediyor. Öyle de, o sofra-i rahmetteki [rahmet sofrası] ucuzluk ve kolaylık ve çokluk o eşyanın bir Cevad-ı Mutlakdan, bir Hakîm-i Mutlaktan, [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] bir Kadîr-i Mutlakdan [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] geldiğini gösteren şahitlerdir.

İ’lem ey esbâba [sebepler] müptelâ [bağımlı] insan! Bil ki, sebebin halkı ve sebebiyetinin takdiri ve müsebbebin [netice, eser, sebebin sonucu] vücuduna lâzım olan şeylerle teçhizi, kudretine nisbetle zerreler ve şemsler müsâvi [eşit] olan Zâtın “Kün” emriyle müsebbebi [netice, eser, sebebin sonucu] halk etmesinden daha kolay, daha ekmel, [daha mükemmel] daha âlâ değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünyada görülen bilhassa nebatî [bitkisel] ve hayvanî hayatlarda müşahede edilen ademler, idamlar, tebeddül [başkalaşma, değişme] ve teceddüd-ü emsalden [benzerlerinin yenilenmesi] ibarettir. İmanlı olan kimselere göre zeval [geçip gitme] ve firakın [ayrılık] acısı değil, yerlerine gelen emsalleriyle visalin [kavuşma] lezzeti hasıl oluyor. Öyle ise, imana gel ki, elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki, selâmette kalasın.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Asabiyet-i cahiliye, birbirine tesanüt [dayanışma] edip yardım eden gaflet, dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] riyâ [gösteriş] ve zulmetten mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir mâcundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mâbud [ibadet edilen] ittihaz [edinme, kabullenme] ediyorlar. Hamiyet-i İslâmiye ise, nur-u imandan [iman aydınlığı] in’ikâs [yansıma] edip dalgalanan bir ziyadır.

150

İ’lem eyyühe’l-aziz! Ehl-i ilhad [dinsizler] ile ve bilhassa Avrupa mukallitleriyle [taklitçi] münazara ile iştigal [meşgul olma, uğraşma] edenler büyük bir tehlikeye mâruzdurlar. Çünkü, nefisleri tezkiyesiz [nefsi temize çıkarmaksızın] ve emniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen [aşamalı olarak] hasımlarına mağlûp olur ki, bîtarafâne [tarafsız] muhakeme denilen munsıfâne [insaflı] münazarada nefs-i emmâreye [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] emniyet edilemez. Çünkü, insaflı bir münâzır, hayalî bir münazara sahasında, ara sıra hasmının libasını [elbise] giyer, ona bir dâvâ vekili olarak onun lehinde [tarafında] müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarıyla dimağında [akıl, beyin] bir tenkit lekesinin husule [meydana gelme] geleceğinden, zarar verir. Lâkin, niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararı yoktur. Böyle vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, [kurtuluş çaresi] tazarru [dua, yakarış] ve istiğfardır. [af dileme] Bu suretle o lekeyi izale [giderme] edebilir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bu küre-i arz [yer küre, dünya] misafirhanesi, insanların mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ve malı değildir. Ancak insanlar, amele gibi o misafirhanenin çeşit çeşit işlerinde ve tezyinatında [süslemeler] çalışırlar. Eğer küre-i arzın [yer küre, dünya] haricinden yabancı birisi gelip misafirhanenin bir mu’cize ve harika olduğuna ve insanların da âciz, fakir, muhtaç olduklarına dikkat ederse, bu insanlar bu binaya sahip ve sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] olacak bir iktidarda değildir, ancak böyle harika bir masnûun Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] de mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] olduğuna kat’iyetle hükmedecektir. Ve bu insanlar, o Sultan-ı Ezelînin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] makasıdına çalışan amelelerdir. Bu ameleler, aldıkları ücretlerinden mâadâ bu binadan birşeye mâlik ve sahip olmadıklarına tekraren hükmedecektir. Ve keza, o çiçeklerin zevilhayata [canlılar] karşı gösterdiği teveddüdlerine [kendini sevdirme] ve tahabbüblerine [karşılıklı sevgi gösterme] ve tebessümlerine dikkat eden anlar ki, bir Hakîm-i Kerîm tarafından misafirlerine hizmetle muvazzaf bir takım hedâyâ [hediyeler] ve behâyâdır ki, Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ile masnû [san’at eseri varlık] arasında bir vesile-i teârüf ve tahabbüb [karşılıklı sevgi gösterme] olsun.

151

Eyyühe’n-nefs! Sen herbir eserde müessirin azametini görmek istiyorsun; fakat, haricî olan mânâları zihnî mânâlarda arıyorsun. Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] herbirisinde bütün esmânın şuââtını [ışınlar, parıltılar] görmek istiyorsun. Herbir lâtifenin [berrak, şirin, hoş] zevkiyle bütün letâifin [duygular] zevklerini zevk etmek istiyorsun. Herbir hisse tâbi olan işleri ve hâcetleri [ihtiyaç] ifa ederken, bütün hislerinin işlerini beraber görmek istiyorsun. Bundan dolayı evhama mâruz kalıyorsun.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir nimetin umumî ve herkese şâmil [içine alan] olması, kıymetinin azlığına ve ehemmiyetsizliğine delâlet etmez. Ve o nimetin bir kast ve iradeden gelmemesine emâre olamaz. Meselâ, göz nimetinin bütün hayvanlarda bulunması, senin göze olan şiddet-i ihtiyacını tahfif [hafifletme] etmediği gibi, gözün kıymetini tenkis [eksiltme, değerini indirme] etmeye de sebep olamaz. Ve keza, hususî ve tek bir nimetin tesadüfü mümkün olsa bile, umumî bir nimet, behemehal [her durumda, ne olursa olsun, mutlaka] bir Mün’imin [gerçek nimet verici olan Allah] eser-i kast [kasıt ve isteğin sonucu, bilerek ve isteyerek ortaya çıkan bir durum] ve iradesidir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Herbir zîhayatın [canlı] hayatında gayr-ı mütenahi [sonsuz] gayeler vardır. Bu gayelerden zîhayata [canlı] ait, ancak binde birdir. Bâki kalan gayeler, gayr-ı mütenahi [sonsuz] olan mâlikiyeti [sahiplik] nisbetinde, hayatı icad eden zâta âittir. Öyle ise, büyük bir mahlûkun küçük bir mahlûka tekebbür [büyüklenme] etmeye hakkı yoktur.

Ve hakikate nazaran abesiyet [anlamsızlık] de yoktur. Çünkü, bir hayatın bütün faideleri bir zîhayata [canlı] ait değildir ki, abes olsun. Evet, sath-ı arzda [yeryüzü] her sene yapılan ziyafet-i âmme-i [genel ziyafet] İlâhiye, nev-i beşere, halife olduğu münâsebetiyle bir ikramdır. Yoksa hepsi onun istifadesi için değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın zihnine bazan şöyle bir vesvese gelir, der: “Sen de âdi ve böcek gibi bir hayvansın. Hayvanlardan fazla ne kıymetin var? Hem de semâvat ve arzı yed-i kudretine [Allah’ın kudret eli] alan Hâlık-ı Zülcelâle [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] karşı ne meziyetin ve

152

ne gibi bir hizmetin var ki, seninle meşgul olsun?” Bu vesveseye karşı şöyle bir hakikati düşünmek lâzım:

1. İnsan gayr-ı mütenahi [sonsuz] acz ve fakriyle beraber Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] imanı ile kudret ve gınâ [zenginlik] ve izzetine [büyüklük, yücelik] mazhar [erişme, nail olma] olmuştur. İşte bu mazhariyetten dolayı, insan, hayvaniyetten terakki [ilerleme] edip halife-i zemîn olmuştur.

2. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ihata-i kudret [Allah’ın kudretinin herşeyi kuşatması] ve azametiyle insanın duasını işitir, hâcâtını görür. Ve semâvat ve arzın tedbiri, o insanı da düşünmeye mâni değildir.

Sual: Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] cüz’iyat ve hasis emirler ile iştigali [meşgul olma, uğraşma] azametine münafidir. [aykırı]

Elcevap: O iştigal, [meşgul olma, uğraşma] azametine münafi [aykırı] değildir. Bilâkis, adem-i iştigali, azamet-i rububiyetine [Allah’ın bütün varlıkları terbiye ve idare ediciliğinin büyüklüğü] bir nakîsedir. [eksiklik, noksanlık] Meselâ, şemsin ziyasından bazı şeylerin mahrum ve hariç kalması, şemse bir nakîse [eksiklik, noksanlık] olur. Maahaza, [bununla birlikte] bütün şeffaf şeylerde görünen şemsin timsallerinin [görüntü] herbirisi, “Şems benimdir. Şems yanımdadır. Şems bendedir” diyebilir. Ve zerrelerle şems arasında müzâhame [bir noktada izdiham meydana getirme ve ferdlerin birbirine sıkıntı vermesi] yoktur. Bütün mahlûkat—bilhassa insanlarda—ferdî olsun, nevî olsun, şerif olsun, hasis olsun; ilim, irade, kudret itibarıyla Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tecellîsine mazhardır. Herbirşey, herbir insan, “Allah yanımdadır” diyebilir. Bilhassa insanın zaafı, [zayıflık, güçsüzlük] fakrı, aczi nisbetinde Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kurbiyeti [yakın] ve herbir şeyin Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ile münasebeti olmakla beraber, O da münasebettardır. [alâkalı, ilgili] Ve gayr-ı mütenahi [sonsuz] acz ve fakrı olan insan, gayr-ı mütenahi [sonsuz] kudret ve gınâ [zenginlik] ve azameti olan Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ile münasebeti ne kadar lâtiftir! [berrak, şirin, hoş]

Takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ederiz o Zâtı ki, en büyük lûtfu en büyük azamete, en yüksek şefkati en yüksek ceberûta idhâl [dışarıdan müdahele] ettiği gibi, nihayetsiz kurbu [yakın] nihayetsiz bu’d [uzaklık] ile

153

cem [toplama, bir araya gelme] edip, zerreler ile şemsler arasında uhuvveti [kardeşlik] tesis etmiştir. Birbirine zıt olan bu şeyleri cem [toplama, bir araya gelme] etmekle derece-i azametini [büyüklük derecesi] bir derece göstermiştir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İmana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim a’mâl-i salihadır. [Allah için yapılan iyi işler] Sâlih [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu] amel ise, maddî ve mânevî hukuk-u ibâda tecavüz etmemekle, hukukullahı [Allah’ın hakkı] da bihakkın [gerçek anlamıyla] ifa etmekten ibarettir. Ecnebîlerden alınan maddî bilgiler, san’at ve terakkiyata [ilerleme] âit ise, lâzımdır. Sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] dair ise muzırdır. [zararlı]

اَللّٰهُمَّ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * وَارْحَمْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ وَنَوِّرْ قُلُوبَ اُمَّةِ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ وَنَوِّرْ بُرْهَانَ الْقُرْاٰنِ وَعَظِّمْ شَرِيعَةَ اْلاِسْلاَمِ، اٰمِينَ * 1