MESNEVÎ-İ NURİYE – İ’tizar, Mukaddime (14-18)

14

Risale-i Nur Külliyatından

MESNEVÎ[her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] NURİYE

(Türkçe Tercümesi)

Bediüzzaman Said Nursî

Mürtercim: Abdülmecid Nursî

15

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 İ’tizar

Risale-i Nur Külliyatından el-Mesneviyyü’l-Arabî ile muanven büyük Üstad’ın cihanbaha pek kıymettar şu eserini de Allah’ın avn ve inayetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] Arabîden Türkçeye çevirmeye muvaffak olmakla kendimi bahtiyar addediyorum. Yalnız, aslındaki ulviyet, kuvvet ve cezaleti tercümede muhafaza edemedim. Evet, o cevher-baha hakikatlere zarf olacak ne bir harf ve ne bir lâfız [ifade, kelime] bulamadım. Tercüme lisanı da fikrim gibi nâkıs [eksik] ve kasır [köşk, saray] olduğundan, o azîm imanî ve cesîm [büyük] Kur’ânî hakikatlere ancak böyle dar ve kısa bir kisveyi tedarik edebildim. Ne hakkın ve ne hakikatin hatırı kalmış. Fabrika-i dımağiyemin bozukluğundan, bu kadarını da, müellif-i muhterem [muhterem, saygıdeğer yazar] Bediüzzaman’ın mânevî yardımlarıyla dokuyabildim.

Evet, bir tavuk, kendi uçuşuyla şahinin veya kartalın uçuşlarını taklit ve tercüme edemez. Bu, hakikaten aslına uygun ve lâyık bir tercüme değildir. (Pek kısa bir meal, bazan da tayyedilmiş, tercüme edememiş). Çok yerlerde yalnız mealini aldım. Bazı yerlerde de tayyettim. Ancak, aslındaki hakaiki [doğru gerçekler] evlâd-ı vatana gösteren küçük bir ayinedir.

Risale-i Nur Müellifinin [telif eden, kitap yazan] neseben [soy itibariyle] küçük
kardeşi ve on beş sene ondan ders alan
 Abdülmecid Nursî

16

RİSALE-İ NUR’UN BİR NEVİ ARABÎ MESNEVÎ[her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] ŞERİF’İ HÜKMÜNDE OLAN BU MECMUANIN MUKADDEMESİ [evvel, önce] BEŞ NOKTA’DIR.

BİRİNCİ NOKTA: Kırk elli sene evvel, Eski Said, ziyade ulûm-u akliye [aklî ilimler, akla dayanan ilimler] ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikatü’l-hakaike karşı ehl-i tarikat [bir tarikata bağlı olanlar] ve ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat [bir tarikata bağlı olanlar] gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünkü, aklı, fikri hikmet-i felsefiye [felsefî görüş, bilgi] ile bir derece yaralıydı, tedavi lâzımdı.

Sonra, hem kalben, hem aklen hakikate giden bazı büyük ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı, câzibedar bir hassası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbânî de ona gaybî bir tarzda “Tevhid-i kıble et” demiş. Yani, “Yalnız bir üstadın arkasından git”1 O çok yaralı Eski Said’in kalbine geldi ki:

“Üstad-ı hakikî Kur’ân’dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur” diye, yalnız o üstad-ı kudsînin [kutsal üstad, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] irşadıyla [doğru yol gösterme] hem kalbi, hem ruhu gayet garip bir tarzda sülûke [mânevî yol alma] başladılar. Nefs-i emmaresi [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] de şükûk [şekler, şüpheler] ve şübehatıyla [şüpheler, tereddütler] onu mânevî ve ilmî mücahedeye [Allah yolunda cihad etme] mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazâlî (r.a.) Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrâkın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, Kur’ân’ın dersiyle, irşadıyla [doğru yol gösterme] hakikate bir yol bulmuş, girmiş. Hattâ وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ 2 hakikatine mazhar [erişme, nail olma] olduğunu, Yeni Said’in Risale-i Nur’uyla göstermiş.

17

İKİNCİ NOKTA: Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) ve İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi, akıl ve kalb ittifakıyla gittiği için, herşeyden evvel kalb ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsin evhamdan kurtulmasını temine çalışıp, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] Eski Said Yeni Said’e inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmiş. Aslı Farisî, [Farsça] sonra Türkçe olan Mesnevî-i [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] Şerif gibi o da Arapça bir nevi Mesnevî [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] hükmünde Katre, [damla] Hubab, Habbe, [dane, tohum] Zühre, [çiçek] Zerre, Şemme, [Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer alan bir bölüm] Şu’le, Lem’alar, [parıltılar] Reşhalar, [sızıntı] Lâsiyyemalar [bilhassa, özellikle] ve sair dersleri ve Türkçede o vakit Nokta ve Lemeatı [parıltılar] gayet kısa bir surette yazmış; fırsat buldukça da tab’ [baskı basma] etmiş. Yarım asra yakın o mesleği Risale-i Nur suretinde, fakat dahilî nefis ve şeytanla mücadeleye bedel, hariçte muhtaç mütehayyirlere [hayrete düşen] ve dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] giden ehl-i felsefeye [felsefe ile uğraşanlar] karşı, Risale-i Nur, geniş ve küllî Mesnevîler [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] hükmüne geçti.

ÜÇÜNCÜ NOKTA: O Yeni Said’in münazarasıyla nefis ve şeytanın tam mağlûp edilmesi ve susturulması gibi, Risale-i Nur dahi yaralanmış tâlib-i hakikati kısa bir zamanda tedavi ettiği gibi, ehl-i ilhad [dinsizler] ve dalâleti de tam ilzam [susturma] ve iskât [susturma] ediyor. Demek, bu Arabî Mesnevî [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] mecmuası, Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmündedir. Bu mecmuanın yalnız dahilî nefis ve şeytanla mücadelesi, nefs-i emmarenin [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] ve şeytan-ı cinnî [görünmeyen, cinnî şeytan] ve insînin şübehatından [şüpheler, tereddütler] tamamıyla kurtarıyor. Ve o malûmat ise, meşhûdat hükmünde ve ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ise, aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesinde bir itminan [inanma, kalben tatmin olma] ve bir kanaat veriyor.

18

DÖRDÜNCÜ NOKTA: Eski Said, ilm-i hikmet [felsefe ilmi; Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde felsefeye verdiği ad] ve ilm-i hakikatin [hakikat ilmi] çok derin meseleleriyle meşgul olması ve büyük ulemâlarla derin meseleler üzerinde münazarası ve medresenin yüksek derslerini gören eski talebelerinin fehimlerinin [anlama, kavrama] derecesine göre yazması ve Eski Said’in de terakkiyat-ı fikriye ve kalbiyesinde, yalnız kendisi anlayacak bir sûrette, gayet kısa cümlelerle ve gayet muhtasar [kısa] bir ifadeyle uzun hakikatlere kısa kelimelerle işaretler nev’inde, o mecmuayı yazdığı için, bir kısmını en müdakkik [dikkatli] âlimler de zorla anlayabilir. Eğer tam izah olsaydı, Risale-i Nur’un mühim bir vazifesini görecekti.

Demek o fidanlık Mesnevî, [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] turuk-u hafiye gibi enfüsî [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] ve dahilî cihetinde çalışmış, kalb ve ruh içinde yol açmaya muvaffak olmuş. Bahçesi olan Risale-i Nur, hem enfüsî, [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] hem ekseri cihetinde turuk-u cehriye gibi âfâkî [dış dünyaya ait] ve haricî daireye bakıp marifetullaha [Allah’ı bilme ve tanıma] geniş ve her yerde yol açmış. Adeta Mûsâ aleyhisselâmın asâsı gibi nereye vurmuş ise su çıkarmış…

Hem Risale-i Nur, hükema [âlimler, filozoflar] ve ulemanın mesleğinde gitmeyip, Kur’ân’ın bir i’câz-ı mânevîsiyle, [mânevî mu’cizelik] herşeyde bir pencere-i marifet açmış, bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur’ân’a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inadın [inatçı insanlar] hücumlarına karşı mağlûp olmayıp galebe [üstün gelme] etmiş.

BEŞİNCİ NOKTA: Eski Said’in Yeni Said’e inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmesi zamanında, yüzer ilimlerle alâkadar binler hakikatler, ayrı ayrı birer risaleye mevzu olacak kıymette iken, o Said telif [kaleme alma] ederken, meselelerin başında “i’lem, i’lem, i’lem”lerle, herbir hakikatı—ki, bir risale olacak derecede ehemmiyetli iken—birkaç satırda, bazan bir sahifede, bazan bir iki satırda zikrediyorlar. Adeta herbir “i’lem” bir risalenin şifresidir.

Hem “i’lem”ler, birbirine bakmayarak muhtelif ilimlerin ve hakikatlerin fihristleri hükmünde yazıldığından, o mecmuayı okuyanlar, bu noktaları nazara alıp itiraz etmesinler.

 Said Nursî