MESNEVÎ-İ NURİYE – Katre (71-110)

71

 Katre

 Tevhid Denizinden

 İFADE-İ MERAM

Malûmdur ki, insan, hasbelkader çok yollara sülûk [mânevî yol alma] eder. Ve o yolda çok musibet ve düşmanlara rastgelir. Bazan kurtulursa da, bazan da boğulur. Ben de kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] sevkiyle pek acip bir yola girmiştim. Ve pek çok belâlara ve düşmanlara tesadüf ettim. Fakat acz ve fakrımı vesile yaparak Rabbime iltica ettim. İnayet-i ezeliye, beni Kur’ân’a teslim edip, Kur’ân’ı bana muallim yaptı. İşte, Kur’ân’dan aldığım dersler sâyesinde o belâlardan halâs [kurtulma] olduğum gibi, nefis ve şeytanla yaptığım muharebelerden de muzafferen kurtuldum. Bütün ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] vekili olan nefis ve şeytanla ilk müsademe, [çarpışma]

سُبْحَانَ اللهِ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ وَلاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاللهُ اَكْبَرُ لاَحَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ * 1

kelimelerinde vuku buldu. Bu kelimelerin kalelerinde tahassun [sığınma, korunma] ederek o düşmanlarla münakaşalara giriştim. Herbir kelimede otuz defa meydan muharebesi vukua geldi. Bu risalede yazılan herbir kelime, herbir kayıt, kazandığım bir muzafferiyete işarettir.

Bu risalede yazılan hakikatler, zıtlarına bir imkân-ı vehmî [vehim ve kuruntuyla bir şeyi mümkün görme, olabilir zannetme] kalmayacak derecede yazılmıştır. Uzun bir hakikate, deliliyle beraber bir kayıt veya bir sıfatla işaret yapılıyor.İhtar

72

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ وَالصَّلاَةُ عَلٰى نَبِيِّهِ 1 *

Bu risale, dört bab [bir kitabın bölümlerinden her biri] ile bir hâtime [son] ve bir mukaddeme [başlangıç] üzerine tertip edilmiştir.

 Mukaddeme

Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada, yalnız icmalen [kısaca, özet olarak] işaret edilecektir. Kelimelerden maksat, mânâ-yı harfî, [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] mânâ-yı ismî, [bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı] niyet, nazar’dır. Şöyle ki:

Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mâsivâsına, [Allah’ın dışındaki herşey] yani kâinata mânâ-yı harfi ile ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-yı ismi ile ve esbab [sebebler] hesabına bakmak hatâdır.

Evet, herşeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakka bakar, diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakka bakan cihete tenteneli [tül gibi, ince ve şeffaf] bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakka bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh, nimete bakıldığı zaman Mün’im, [gerçek nimet verici olan Allah] san’ata bakıldığı zaman Sâni, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî [gerçek tesir sahibi] zihne ve fikre gelmelidir.

Ve keza, nazar ile niyet mahiyet-i eşyayı tağyir [değiştirme] eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalb eder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibadete çevirir. Ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalb eder. Maddiyata esbab [sebebler] hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa mârifet-i İlâhiyedir. [Allah’ı bilme, tanıma]

Birinci kelâm: اِنِّى لَسْتُ مَالِكِى Ben kendime mâlik değilim. Ancak mâlikim kâinatın mâlikidir. Fakat kendime mâlik nazarıyla bakıyorum ki,

73

Mâlik-i Hakikînin [her şeyin gerçek sahibi olan Allah] sıfâtını ve sıfatların bir derece mâhiyetini ve hududunu bileyim. Evet, mevhum, [gerçekte olmadığı halde var sayılan] mütenahi [sona eren, biten] hududumla Mâlik-i Hakikînin [her şeyin gerçek sahibi olan Allah] sıfatlarının bir cihette gayr-ı mütenahi [sonsuz] hududunu bildim.

İkinci kelâm: اَلْمَوْتُ حَقٌّ Ölüm haktır. Evet, bu hayat ve bu beden şu azîm dünyaya direk olacak kabiliyette değildir. Zira onlar demir ve taştan değildir. Ancak et, kan ve kemik gibi mütehalif [birbirinden farklı] şeylerden terekküp [birleşme] etmiş; kısa bir zamanda tevafukları, içtimaları [bir araya gelme, toplanma] varsa da iftirakları [ayrılık] ve dağılmaları her vakit melhuzdur.

Üçüncü kelâm: رَبِّى وَاحِدٌ Rabbim birdir. Evet, herkesin bütün saadetleri, bir Rabb-i Rahîme [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] olan teslimiyete bağlıdır. Aksi takdirde pek çok rablere muhtaç olur. Çünkü insan, câmiiyeti [kapsayıcılık] itibarıyla bütün eşyaya ihtiyacı ve alâkası vardır. Ve herşeye karşı, hissederek veya etmeyerek, teessürü, [üzülme, etkilenme] elemleri vardır. Bu ise tam cehennem gibi bir hâlettir. [durum] Fakat erbab [sahipler] tevehhüm [kuruntu] edilen esbab [sebebler] yed-i kudretine [Allah’ın kudret eli] bir perde olan Rabb-i Vâhide teslimiyet, firdevsî [cennet; eşsiz güzellikteki bahçe] bir vaziyettir.

Dördüncü kelâm: اَنَا ile tâbir edilen benlik, yani kendisine bir vücut, bir kıymet vermektir ki, bu ene, [benlik] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sıfâtını, şuûnatını [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] bilmek için bir santral ve bir vahid-i kıyasîdir. [ölçü birimi]

ba

74

Birinci Bab [bir kitabın bölümlerinden her biri]

لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ beyanındadır.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ * 1

Allah’tan başka hak bir ilâhın bulunmadığını kalben tasdik ve lisanen ikrar ettiğime, bütün gören ve görünen eşyayı şahit gösteriyorum.

Öyle bir Allah ki, vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve Vahid, Ehad, [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] Ferd, Samed [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] olduğuna Hazret-i Muhammed (a.s.m.) bir şahid-i sadık [doğru sözlü şahit] ve bir burhan-ı nâtıktır. [konuşan delil]

Öyle Muhammed (a.s.m.) ki, icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve tasdiklerine mazhar [erişme, nail olma] olmakla, enbiya [nebiler, peygamberler] ve mürselîne [peygamberler] siyadet ünvanını; ve ittifak ve tahkiklerini [araştırma, inceleme] almakla, imamü’l-evliyâ ve’l-ulemâ lâkabını almıştır.

Ve öyle Muhammed (a.s.m.) ki, âyât-ı bâhire, mu’cizat-ı katıa ve secâyâ-yı sâmiye [yüksek ahlâk ve karakterler, vasıflar] ve ahlâk-ı âliye [yüksek ahlâk] sahibi olmakla mehbit-i vahy-i İlâhî olmuştur.

Ve öyle bir Muhammed (a.s.m.) ki, âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve melekûtu [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] seyir ve ziyaret etmekle, ervahı [ruhlar] müşahede ve melâikeyle [melekler] musahabe, [karşılıklı sohbet etme] cin ve insanlara irşad [doğru yol gösterme] vazifesini almıştır.

Ve öyle bir Muhammed (a.s.m.)’dır ki, şahsiyet-i mâneviyesiyle [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] kâinatın kemâline bir fihriste olmakla, bütün saadetlerin ve medeniyetlerin düsturlarını [kâide, kural] havi bir şeriata sahiptir.

75

Ve öyle bir Muhammed (a.s.m.)’dır ki, âlem-i şehadette [görünen alem] iken gaybiyattan haber verir bir beşîr ve nezîr olup bütün kuvvetiyle, kemâl-i ciddiyetle [çok ciddî olarak] ve vüsuk [doğruluk, güvenilirlik] ile ve itminân ile, yüksek bir iman ile nev-i beşere karşı tevhid dinini لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ ile ilân ve ilâm ediyor.

Ve keza, öyle bir Allah ki, vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ve vücûduna, celâl ve cemâline, Vahid-i Ehad olduğuna şehadet edenlerden birisi de Furkan-ı Hakîmdir. [doğru ile yanlışı birbirinden ayıran hikmetli Kur’ân]

Ve öyle bir Furkan-ı Hakîmdir [doğru ile yanlışı birbirinden ayıran hikmetli Kur’ân] ki, bütün enbiya [nebiler, peygamberler] kitaplarının tasdiklerine mazhardır.

Ve öyle bir Furkan-ı Hakîmdir [doğru ile yanlışı birbirinden ayıran hikmetli Kur’ân] ki, bütün akıllar ve kalbler, hükümlerini kabul ve tasdike icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ettikleri ve cihat-ı sittesinden nur-efşan bir kitaptır.

Ve öyle bir Furkan-ı Hakîmdir [doğru ile yanlışı birbirinden ayıran hikmetli Kur’ân] ki, mazhar-ı vahiy olan resullerce, [Allah’ın elçisi] mahz-ı vahydir. Ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve ilhamca [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ayn-ı hidayettir. [doğru ve hak yolun ta kendisi] Mâden-i iman ve mecma-i hakaiktir. [gerçeklerin toplandığı yer] Hükümleri delâil-i akliye [aklî deliller] ile müeyyed [teyid edilmiş, sağlamlaştırılmış] ve fıtrat-ı selîmenin [bozulmamış yaratılış, karakter] şehadetiyle musaddaktır. [doğrulanan] Lisanü’l-gayb [gayb âleminin dili, terminolojisi] olup, âlem-i şehadette [görünen alem] nev-i beşeri فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 1 ile tevhide emir ve dâvet ediyor.

Öyle bir Allah ki, vücub-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine, [Allah’ın birliği] şu kitab-ı kebir [büyük kitap, kâinat] denilen âlem, bütün yazıları ve fasıllarıyla, sahifeleriyle, satırlarıyla, cümleleriyle, harfleriyle şehadet ettiği gibi; şu insan-ı kebir denilen kâinat da, bütün âzâsıyla, cevahiriyle, [cevherler] hüceyratıyla, [hücrecikler] zerratıyla, [atomlar] evsafıyla, [vasıflar, nitelikler] ahvaliyle [durumlar] delâlet eder. Yani bu kâinat, ihtiva ettiği bütün envâıyla [tür] لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ ve o âlemlerin erkânıyla [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ ;

76

ve o erkânın [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] âzâsıyla لاَ صَانِعَ اِلاَّ هُوَ ; ve o âzanın eczâsıyla لاَ مُدَبِّرَ اِلاَّ هُوَ ; ve o eczânın cüz’iyatıyla لاَ مُرَبِّىَ اِلاَّ هُوَ ; ve o cüz’iyatın hüceyratıyla [hücrecikler] لاَ مُتَصَرِّفَ اِلاَّ هُوَ ; ve o hüceyratın [hücrecikler] zerratıyla [atomlar] لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ ; ve o zerratın [atomlar] tarlası olan esiriyle لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ söyleyerek, bütün envâıyla, [tür] erkânıyla, [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] âzâsıyla, eczâsıyla, hüceyratıyla, [hücrecikler] zerratıyla, [atomlar] esiriyle, elli beş lisanla vücub-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ve delâlet eder. Şu lisanların tafsili gelecektir. Şimdi icmal [kısaca, özet olarak] ile zikredeceğim. Şöyle ki:

Kâinat terkiplerindeki [birleşim, sentez] intizam, cereyan-ı ahvaldeki nizam, suretlerdeki garabet, [gariplik, hayret vericilik] nakışlarındaki [işleme] ziynet, yüksek hikmetler, eşyadaki muhalefet ve mümaselet, [benzerlik] câmidattaki muavenet, [yardım] birbirinden uzak olan şeylerdeki tesanüd, [dayanışma] hikmet-i âmme, [genel gaye ve fayda; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması] inayet-i tâmme, rahmet-i vâsia, [Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti] rızk-ı âmm, hayatlar, tasarruf, tahvil, [değişme, dönüşme] tağyir, [değiştirme] tanzim, imkân, hudus, ihtiyaç, zaaf, [zayıflık, güçsüzlük] mevt, [ölüm] cehil, [bilgisizlik] ibadet, tesbihat, daavat ve hâkezâ, pek çok sıfatlar lisanlarıyla Hâlık-ı Kadîm-i Kadîrin vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ve vücuduna ve evsaf-ı kemâliyesine [mükemmel sıfatlar, özellikler] şehadet ettikleri gibi; Esmâ-i Hüsnâ[Allah’ın en güzel isimleri] tilâvet [okuma] ederek, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tesbih ve Kur’ân-ı Hakîmi [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tefsir ve Resul-i Ekremin (a.s.m.) ihbaratını tasdik ediyorlar.

77

Geçen lisanların tafsiline geçiyoruz. Şöyle ki:

Kâinatta görünen tanzimat, nizamat, muvazenat, [dengeli ve ölçülü oluşlar] kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] bir mizan [ölçü] ve nizam bulunan Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] delâlet etmekle اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ هُوَ 1 cümlesini okur.

Ve keza, kâinatta intizam ve ıttırad [düzenli olma, intizamlı] hüküm-fermadır. Bu iki sıfat, mutasarrıfın [dilediği gibi idare eden] vahdetine [Allah’ın birliği] ve bir olduğuna şehadet etmekle اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 2 hakikatini ilân ediyor.

Ve keza semâvat sahifesini güneş ve yıldızlarla yazan kudretle, balarısıyla karıncanın sahifelerini hüceyrat [hücrecikler] ve zerratla [atomlar] yazan kudret bir olduğundan; اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ile meselenin ilânıyla Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] bir olduğuna delâlet ve şehadet eder.

Ve keza, meselâ bulutla arz gibi câmid [cansız] ve mütehalif [birbirinden farklı] şeylerde tecavüb [birbirine cevap verme] ve muavenet, [yardım] yani birbirinin hâcetine [ihtiyaç] cevap vermek ve seyyarat [gezegenler] gibi şemsten pek uzak olan yıldızların şemse veya birbirine tesanüd [dayanışma] etmeleri, bütün eşyanın bir Müdebbirin [idare eden, çekip çeviren] idaresinde bulunduğuna şehadet ederek اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ile ilân eder.

Ve keza, semâvatın yıldızlar gibi âsâr-ı muntazamadaki müşabehet [benzeme] ve arzın birbirine benzeyen çiçeklerinde, hayvanatındaki münasebet, Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] bir olduğuna delâletle şehadetini اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ile ilân eder.

Ve keza, herbir zîhayat, [canlı] çok isim ve sıfatların tecellîsine mazhardır. Meselâ, bir zîhayat [canlı] vücuda geldiğinde Bâri isminin cilvesine, teşekkülünde [kendi kendine oluşma] Musavvir [her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler veren Allah]

78

sıfatının cilvesine, gıdalandığı zaman Rezzak [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] isminin cilvesine, hastalıktan şifa bulduğunda, Şâfi [şifa verici] isminin tecellîsine, ve hâkezâ, tesirde mütesanit, [birbirini destekleyen] âsârda [eserler/asırlar] mütehalif, [birbirinden farklı] çok sıfat ve isimlere mazhardır. Bu sıfatların ve isimlerin hedefleri bir olduğundan, elbette müsemmâları [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] da bir olur. İşte her bir zîhayat, [canlı] şu mazhariyetle Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] bir olduğuna dair olan şehadetini, اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 ile ilân eder.

Ve keza, manzume-i şemsiyeyle [güneş sistemi] balarısının gözleri arasındaki irtibat ve keyfiyetçe birbiriyle münasebetleri, ikisinin bir Nakkaşın [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] nakşı olduğuna olan delâletlerini اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ile ilâm ediyorlar.

Ve keza, zerrat [atomlar] arasındaki câzibenin, güneş ve yıldızlar arasında bulunan câzibeye kardeş olması, her iki kısmın da bir kalem-i vahidin yazısı olduğunu اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ile izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorlar.

Ve keza, terkip [birleşim, sentez] ve mürekkebatta [yazı için kullanılan sıvı] görünen intizam, o mürekkebattaki [yazı için kullanılan sıvı] her zerrenin, lâyık mevziine konulmasıyla hasıl olmuştur. Binaenaleyh, o zerreleri, aralarındaki münasebetler bozulmamak şartıyla lâyık mevkilerine koyabilmek, ancak bütün o mürekkebatı yaratabilecek bir kudret sahibine hastır.

İşte, zerrattaki [atomlar] intizam ve şu vaziyetin lisanıyla Allahu ekber diyerek, اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ‘yu okur.

Ve keza, bir neviden bir ferdin, bütün efraddan [bireyler] imtiyazını temin edecek teşahhus [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] ve taayyününün [belirleme] kalem-i kudretle [Allah’ın kudret kalemi] yazılması, bütün nev-i beşerin, meselâ, efradının [bireyler] nazar-ı kudrette meşhud [görünen] ve melhuz olduğunu istilzam [gerektirme] eder. Çünkü, bir

79

fert, alâmet-i farika[ayırt edici işaret] cihetiyle bütün efrada [bireyler] muhalif olacaktır. Eğer bütün efrad [bireyler] hazır bulunmazsa, taayyünlerinde, [belirleme] alâmatlarında [alametler, işaretler] muhalefetin bulunmaması ihtimali vardır. Bu ihtimal ise bâtıldır. Öyleyse, bir ferdin hâlıkı, bir nev’in hâlıkı olacaktır.

Ve keza, bir nev’e hâlık [her şeyi yaratan Allah] olabilmek, cinse de hâlık [her şeyi yaratan Allah] olabilmeye mütevakkıftır. [bağlı] En nihayet, iş اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 ‘da nihayet bulur…

Ve keza, hilkat [yaratılış] ve yaratılışın Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] isnad edilmesini, nazarları çok kısa olanlar, baîd, [uzak] garip, külfetli olduğunu tevehhüm [kuruntu] etmekle inkârına zehab ediyorlar. Halbuki, esbaba isnad edilirse, onların tevehhüm [kuruntu] ettikleri bu’d, [uzaklık] garabet, [gariplik, hayret vericilik] külfet kat kat muzaaf [kat kat] olarak hakikate inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Çünkü Vâcibe daha kolay olur. Meselâ, bir adamdan birkaç şeyin suduru, [bir şeyden çıkma, olma] birkaç adamdan birşeyin sudurundan [bir şeyden çıkma, olma] daha ehvendir. Meselâ, balarısının hilkati, [yaratılış] kudret-i İlâhiyeye [Allah’ın güç ve iktidarı] isnat edilmezse, nihayetsiz müşkilât [kendisinde bulunan bir incelik, derinlik sebebiyle veya bir edebî san’attan dolayı mânâsı, düşünülmeden anlaşılamayacak derecede kapalı olan sözler] olur.

Maahaza, [bununla birlikte] vahidin kesrete [çokluk] yaptığı vaziyet ve maslahatı, [amaç, yarar] kesret [çokluk] çok meşakkatlerden sonra yapabilir. Meselâ, bir kumandanın pek çok neferlere [asker] verdiği intizam vaziyeti o neferlere [asker] verilse, suhuletle [kolaylıkla] yapamazlar. Demek Hâlık-ı Vahide yapılan isnadda zahiren bu’d [uzaklık] ve garabet [gariplik, hayret vericilik] varsa da, esbab [sebebler] ve kesrete [çokluk] edilen isnadda muzaaf [kat kat] olarak müteselsil [zincirleme] muhaller vardır. Şöyle ki:

Herbir zerrede, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] sıfatlarını farz etmek lâzım geliyor. Çünkü, nakıştaki [işleme] kemâl, [eksiksiz ve mükemmel olma] san’attaki hüsün, [güzellik] o sıfatları ister. Hem şirketi kabul etmeyen vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] hakkında, gayr-ı mütenahi [sonsuz] şeriklerin farzı lâzımdır. Hem herbir zerrenin, bütün zerrelere hem hâkim-i mutlak, [herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan] hem mahkûm-u mutlak [her yönüyle mahkum olmak] olması lâzım geliyor.

80

Çünkü, nizam ve intizam öyle ister. Hem herbir zerrede, ihata[herşeyi kuşatma] bir şuur, tam bir ilim lâzımdır. Çünkü, zerreler arasında tesanüd [dayanışma] ve muvazene [karşılaştırma/denge] vardır. Bu tesanüd [dayanışma] ve muvazene [karşılaştırma/denge] ise ilimle olur.

İşte, eşyayı esbaba isnad etmekte bu kadar muhaller vardır. Amma sahib-i hakikî olan Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] isnad edildiği vakit, o zerreler şöyle bir vaziyete girerler ki, şemsin cilvelerine, timsallerine, [görüntü] lem’alarına [parıltı] mazhar [erişme, nail olma] olan su katreleri [damla] gibi kudret-i ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] nurânî tecellîsine, cilvelerine, lem’alarına [parıltı] o zerreler de mazhar [erişme, nail olma] olup, sahib-i kudretin izniyle, gayr-ı mütenahî [sonsuz] olan ilim ve iradesiyle, o zerrelerde teşekkülât [oluşumlar] ve terkibat [birleşimler, sentezler] yapılır. Binaenaleyh, kudret-i ezeliyenin [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] bir lem’ası kudretin hâsiyetine [özellik] mâlik olduğundan, esbabın binler lem’asından [parıltı] ve esbabın sultanından daha tesirlidir. Çünkü, bunda tecezzî [bölünme, parçalanma] ve inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] vardır, kudret-i ezeliyede [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] ise yoktur.

Ve keza, külfet ve uğraşmak da yoktur. Çünkü, kudret Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] zâtına zâtîdir, ârazî değildir. Acz, kudretine tahallül [araya girme, içine karışma] edemez. Kudretin bir lem’asına [parıltı] zerreler, şemsler mütesavidir. Büyük, küçükten ağır ve zahmetli değildir. Ve keza, hayat, vücut, nur gibi şeylerin zahir ve bâtınları şeffaf olduğundan, icadları zamanında, vesait-i esbab altında kudretin tasarrufu görünür. Evet, hayatın vaziyetlerine ve derecelerine dikkat edilirse kudretin tasarrufu görünür.

Meselâ, bir salkım üzümün yapılması için ince, câmid [cansız] bir dal; ve bir cam parçasında şemsin timsalini [görüntü] tersim için küçük bir delikten ziyanın geçmesi; ve bir evi tenvir [aydınlatma] için bir kibrit tavassut [vasıta olma, aracılık etme] ediyor. Ve bu gibi basit esbab [sebebler] altında yapılan o azîm ve garip işlerde kudretin tasarrufu gündüz gibi görünmesi âşikârdır.

Ve keza, eşyanın esbaba isnadındaki istib’addan [akıldan uzak görme] ve istiğrabdan [garip görme] hasıl olan inkârdan neş’et [doğma] eden dalâletlerden [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hasıl olan ıztırabat, bütün akılları, ruhları

81

Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] firar ve iltica etmeye mecbur eder. Çünkü, ancak Onun kudretiyle, iradesiyle her müşkül [zorluk] hallolur ve kapalı kapılar açılır. Ve Onun zikriyle kalbler mutmain [şüphesiz, tam kanaatle inanma] olurlar. Binaenaleyh, necat [kurtuluş] ve halâs [kurtulma] ancak Allah’a iltica ile olur.

فَفِرُّۤوا اِلَى اللهِ 1* اَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ * 2

İşte, kâinat şu hakikatin lisanıyla, اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 3 ‘yu söylüyor.

Ve keza, esbab-ı zahiriye [görünen sebepler] pek basit, mahdut, [sınırlanmış] fakir, câmid, [cansız] şuursuz, iradesiz ve kanunlar kısmı da itibarî, mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] şeylerdir. Müsebbebatta [netice, eser, sebebin sonucu] bulunan harika nakışlar, [işleme] ziynetler, garip ve acip san’atların o gibi kıymetsiz esbabla kat’iyen [kesinlikle] münasebetleri yoktur. Binaenaleyh, meselâ bedenin hüceyratındaki [hücrecikler] nizamlı, intizamlı teşekkülâtı, [kendi kendine oluşma] ekmek yemesine ve kuvve-i hâfızada [hafıza duyusu, bellek] yazılan gayr-ı mahdud muntazam nakışları, [işleme] kulaktaki ve baştaki telâfife ve konuşmakta, tefekkürde, harflerin teşekkülâtına [kendi kendine oluşma] ve suver-i zihniyenin husulüne, [meydana gelme] lisan ve zihnin hareketleri gibi esbaba isnadları, ahmakçasına bir hükümdür. Ancak, o gibi müsebbebat, [sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan şeyler, neticeler, sonuçlar] gayr-ı mütenahî [sonsuz] bir kudretle bir ilim ve bir iradeyi iktiza [bir şeyin gereği] ediyorlar. Bu hakikate binaen sabittir ki, kevn [varlık, âlem, kâinat] ve vücutta müessir-i hakikî [gerçek tesir sahibi] ancak kudreti gayr-ı mütenahî [sonsuz] bir Hâlık-ı Kadîrdir; esbab [sebebler] ise bahanelerdir, vesait [araçlar, vasıtalar] de perdelerdir. Havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve hasiyetler dahi, kudretin tecellîyatına ve lem’alarına [parıltı] isim ve unvanlardır. Hem kanunlar ve nevâmis [kanunlar] denilen şeyler, ancak ilimle irade ve emrin envâa olan tecellîlerinin isimleridir. Evet, kanun emirdendir, nâmus iradedendir.

82

İşte, kâinat müsebbebatın [netice, eser, sebebin sonucu] lisanıyla اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 ile Hâlık-ı Hakikîyi ilân ediyor.

Ve keza, kâinat sahifesinde pek büyük bir itina ve ihtimamla harika bir tarzda yazılan nakışlar, [işleme] münferiden ve müçtemian, [toplamış] gayr-ı mütenahî [sonsuz] bir kudreti iktiza [bir şeyin gereği] ettiklerinden, kâinat da bir Vâcibü’l-Vücud, [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] bir Hâlık-ı Kadîrin vücuduna bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] delâlet eder ki, o Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] tesir-i kudretine nihayet olmadığından, şeriklerden bilbedâhe [açık bir şekilde] müstağnidir, [çok üstün ve ötede bulunan] şerike ihtiyacı yoktur.

Maahaza, [bununla birlikte] şerik hadd-i zâtında mümtenidir. [imkansız] Bir ferdinin vücudu mümkün değildir. Çünkü, kudret-i kâmilenin [mükemmel ve kusursuz kudret] tesiri gayr-ı mütenahidir. [sonsuz] Şerik olduğu takdirde, kudretin tesiri mahdut [sınırlanmış] olur. Mütenahi [sona eren, biten] olmadığı halde mütenahî olur, inkıtaa uğrar. Bu ise birkaç cihetten muhaldir. Öyleyse, istiklâl ve infirad, [tek başına olma] ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] için zâtî hassalardır.

Maahaza, [bununla birlikte] şerike bir mahal, bir makam, bir imkân-ı zâtî [bir şeyin özünde mümkün olması] yoktur. Ve şerikin vücudu hakkında ne bir delil ve ne de bir delilden neş’et [doğma] eden bir ihtimal ve ne de bir emare ve kâinatın hiçbir cihetinde şerike bir mevzi yoktur. Bilâkis, hangi şeye, hangi cihete bakılırsa tevhid sikkesi [mühür] görünür. Demek, müessir-i hakikî [gerçek tesir sahibi] ancak ve ancak Allah’tır.

Evet, insan kâinatın en eşrefi [en şerefli] ve esbab [sebebler] içinde ihtiyarı en geniş olduğu halde, ef’âl-i ihtiyarîsi içinde yemek ve içmek gibi en âdi bir fiilinde, yüz cüz’ünden ancak bir cüzü insana ait olabilir. Esbabın sultanı olan insan, böyle eli bağlı, tesirsiz olursa öteki esbab-ı câmide ne halt edebilir?

83

İşte kâinat şu hakikatten tebarüz eden vücut ve vahdet [Allah’ın birliği] lisanıyla اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 ‘yu tilâvet [okuma] eder.

Ve keza, kâinatın bütün eczâ ve zerratına [atomlar] tecellî eden esmâ-i İlâhiye arasındaki tesanüd, [dayanışma] yani birbirine dayanarak tecellî ettikleri bir temazüç, yani elvan-ı seb’a [yedi renk] gibi birbiriyle memzuç [karışmış, karışık] olarak eşyayı cilvelendirdikleri eserleri bir olduğu gibi, müsemmâlarının [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] da vâhid, [bir] ehad [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] olduğuna şehadet eder. Ve bu şehadet lisanıyla, kâinat اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ diyerek ilân ediyor.

Ve keza, kâinatın—küllî ve cüz’î—ihtiva [ferdî, küçük] ettiği bütün eczasını istilâ eden bir hikmet-i âmme [genel gaye ve fayda; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması] görünür. Ve bu hikmet-i âmme, [genel gaye ve fayda; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması] kast, şuur, irade, ihtiyar sıfatlarını tazammun [içerme, içine alma] ediyor. Bu sıfatlar, bir Hakîm-i Mutlakın [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] delâlet eder. Çünkü, kâinat mef’ul [gr. nesne, tümleç; kendisine yapılanı bildiren isim, fiile yöneltilen ne, neyi, kimi sorularına cevap olarak alınan kelime] ve münfaildir. [fiilden etkilenen] Mef’ul [gr. nesne, tümleç; kendisine yapılanı bildiren isim, fiile yöneltilen ne, neyi, kimi sorularına cevap olarak alınan kelime] fâilsiz [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olamadığı gibi, mef’ulün [gr. nesne, tümleç; kendisine yapılanı bildiren isim, fiile yöneltilen ne, neyi, kimi sorularına cevap olarak alınan kelime] câmid [cansız] bir cüz’ü de fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olamaz.

Ve keza, kâinat sahifesinde bir inayet-i tâmme parlıyor. Bu inayet, tazammun [içerme, içine alma] ettiği hikmet, lütuf, tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] sıfatlarıyla, bir Hâlık-ı Kerîmin [her şeyi yaratan ve sonsuz cömertlik sahibi olan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] delâlet eder. Çünkü, in’am [nimet verme] ve ihsan, [bağış] mün’im [gerçek nimet verici olan Allah] ve muhsinsiz [bağış ve iyiliklerde bulunan] olamaz.

Ve keza, kâinatı müştemilâtıyla [içindekiler] beraber içine alan pek geniş bir merhamet görünüyor. Bu merhamet, rahmet, hikmet, inayet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] in’am [nimet verme] gibi çok sıfatları tazammun [içerme, içine alma] ediyor. Bu sıfatlar, bir Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadet eder. Çünkü, sıfat mevsufsuz [bir sıfatla nitelenen] olamaz.

84

Ve keza, zevilhayat [canlılar] ve canlı mahlûkata tevzi [(sahiplerine) dağıtma] edilen bir rızk-ı âmm vardır. Ve bu rızk sıfatı, geçen sıfatları istilzam [gerektirme] etmekle, bir Rezzak-ı Rahîmin vücuduna delâlet eder. Çünkü fiil fâilsiz [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olamaz.

Ve keza, bütün kâinatta intişar [açığa çıkma, yayılma] eden bir hayat vardır. Bu hayat sıfatı dahi, geçen sıfatları iktiza [bir şeyin gereği] etmekle, bir Hayy-ı Kayyûm, [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] bir Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] ve Mümît [ölümü yaratan Allah] Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] delâlet eder.

Arkadaş! Elvan-ı seb’a [yedi renk] gibi memzuc olan şu beş hakikat, kâinata bir Rab, Kadîr, Alîm, Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Kadîm, [eski] Rahîm, Rahmân, Rezzak, [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] Hayy-ı Kayyûm [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Allah] zarurî olduğuna bilbedahe [açıkça] delâlet ve şehadet eder. Ve kâinat bu şehadetlerini اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 ile ilân eder.

Ve keza, kâinat yüzünde hüsn-ü zâtîyi gösteren bir hüsn-ü arazî ve bir cemâl-i mücerredi gösteren bir cemâl-i hazîn ve mahbub-u hakikîye [gerçek sevgili, Allah] işaret eden bir aşk-ı sâdık ve bütün esrarı cezb [çekme] eden bir hakikat-ı câzibeye işaret eden bir cezbe ve bir incizap [bir şeyin çekiciliğine kapılma] vardır. Bu hakikatler, kâinata bir Rabb-i Vâcibü’l-Vücud lâzım ve zarurî olduğuna şehadet ettiklerini, kâinat اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ile tâlim ve ilâm ediyor.

Ve keza, bütün envâın [tür] cüz’iyatında bir tasarruf var. Bu tasarruf, faideli iş ve

85

maslahatlar [amaç, yarar] içindir. Ve nebatat [bitkiler] ve hayvanatta bir tebeddül [başkalaşma, değişme] ve tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] var. Bu da pek çok menfaatler içindir. Küre-i arzda [yer küre, dünya] gece ve gündüz cihetiyle bir tağyir [değiştirme] var. Bu dahi büyük büyük gayeler içindir. Kâinatta hükümferma [hüküm süren] olan nizam ve intizamla beraber, faaliyet hususunda elvan-ı seb’a [yedi renk] gibi tebarüz eden şu hakikatler, bilbedahe [açıkça] bir Mutasarrıf-ı Hakîm, [herşeyi hikmetle yapan ve dilediği gibi kullanan sonsuz tasarruf ve yetki sahibi Allah] Kadîr, Fâil-i Muhtar [dilediğini yapmakta serbest olan] gibi bütün evsaf-ı kemâliye [her türlü kusur ve noksandan arınmış mükemmel sıfatlar] ile muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] bir Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] yaptıkları delaleti, kâinat اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 ile tebliğ ediyor.

Ve keza, kâinatın ihtiva ettiği bütün envâ [tür] ve eczâ ve zerratı [atomlar] istilâ eden hudus, bir Muhdis ve bir Mûcidi [icad eden, yoktan var eden, Allah] iktiza [bir şeyin gereği] eder.

Ve keza, kâinat bütün eczâsıyla beraber gayr-ı mütenahî [sonsuz] eşkâl ve vaziyetlere kabiliyeti, ihtimali, imkânı varken bu şekl-i hâzıra girmesi, elbette bir Hâlık-ı Vâcibü’l-Vücudun ihtiyar, irade ve tercihiyle olmuştur.

Ve keza, büyük bir fakr ve ihtiyaçta bulunan kâinatın envâ [tür] ve eczâsına lâzım olan işlerini, hâcetlerini [ihtiyaç] evkat-ı münasipte مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبْ 2 ifa ve is’af etmek, bir Rezzak-ı Kerîmin vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] delâlet eder.

Ve keza, kâinat, umumî ve hususî, maddî ve mânevî pek büyük ihtiyaçlar içindedir. Gerek vücuduna ve gerek bekàsına lâzım şeyleri, işleri görmekten

86

âcizdir. Bu gibi matluplarının [istek] şuuru olmaksızın yerine getirilmesi, elbette Rahmân-ı Rahîm [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] ve Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] bir Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] tarafındandır.

Ve keza, kevn [varlık, âlem, kâinat] ve vücutta, imkân, kesret, [çokluk] infial mertebeleri vardır. İmkân mertebesi, vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] mertebesine bakar ve onu istilzam [gerektirme] eder. Kesret [çokluk] mertebesi, vahdet [Allah’ın birliği] mertebesine nâzırdır, onu iktiza [bir şeyin gereği] eder. İnfial mertebesi, fâiliyet [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] mertebesine mütevakkıftır. [bağlı] Bu mertebeler arasındaki istilzam, [gerektirme] bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] vâcip, vâhid, [bir] fa’al bir Hâlıkı iktiza [bir şeyin gereği] ve istilzam [gerektirme] eder.

Ve keza, bakıyoruz ki, kâinatta herhangi birşey, hadd-i kemâle vasıl olmayınca hareket etmekten durmuyor. Kemâline vasıl olduğu zaman hareketi terk edip sükûnda oturur. Bundan anlaşılıyor ki, vücut kemâli ister, kemâl de sübutu [bir şeyin var olması] iktiza [bir şeyin gereği] eder. Öyleyse, vücudun vücudu, kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] iledir. Kemâlin kemâli de devam ile olur. Öyleyse, bir Vâcib-i Sermedî, Kâmil-i Mutlak [sınırsız mükemmellik ve kusursuzluğun sahibi Allah] var ki, mümkinatın [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] bütün kemâlâtı, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] Onun nur-u kemâlinin cilvelerine birer gölgedir. Öyleyse, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zâtında, sıfâtında, ef’âlinde [fiiler, davranışlar] kâmil-i mutlaktır. [sınırsız mükemmellik ve kusursuzluğun sahibi Allah]

Ve keza, herşeyin bâtını zahirinden daha lâtif, [berrak, şirin, hoş] daha şeffaftır. Bu ise, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] o şeyden hariç ve baîd [uzak] olmamasına delâlet eder. O şeyin sair eşya ile nizam ve muvazenesinin [karşılaştırma/denge] Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] tarafından temin edildiği cihetle de, Sâniin [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] o şeyde dahil olmamasını iktiza [bir şeyin gereği] eder. Öyleyse, bir masnûun zâtına bakılırsa, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ilim ve

87

hikmeti görünür. Gayrısıyla birlikte bakılırsa, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] fevkalküll bir sem’ [işitme] ve basara [görme] mâlik olduğu görünür. Bu hakikatten anlaşıldı ki, Sâni-i Âlem, [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] âlemde dahil olmadığı gibi, âlemden hariç de değildir. İlmi ve kudretiyle herşeyin içinde olduğu gibi, herşeyin fevkindedir. [üstünde] Birşeyi gördüğü gibi, bütün eşyayı da beraber görür.

Bu hakikatler, kavs-i [yay] kuzeh renkleri gibi mâcun, birtakım nurânî âyetlerdir. Kâinat, bütün evsaf-ı kemâliyeyle [mükemmel sıfatlar, özellikler] muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] bir Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] vücub-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] delâlet ve şehadet eder. Evet, kâinat o Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] nurunun gölgesi, esmâsının tecelliyatı, ef’alinin [fiiller, davranışlar] âsârıdır. [eserler/asırlar]

Arkadaş! Kâinatın, şu geçen hakikatlerin lisanıyla söylediği اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 1 delâiliyle [deliller] لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ 2 ‘ı ispat eder. Ve keza, فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 3 hakikati مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ 4’ı istilzam [gerektirme] ediyor. مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ da, imânın beş rüknünü [esas, şart] tazammun [içerme, içine alma] ettiği gibi, sıfât-ı rububiyete de mazhar [erişme, nail olma] ve mir’attır. [ayna] Bu sırra binaendir ki; مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ imânın mizan [ölçü] ve terazisinde لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ 5 ile karîn [birşeyin beraberinde, eşiğinde olan] ve muvazi [denk, eşit] olmuştur. Nübüvvet, [peygamberlik] sıfât-ı rububiyete nâzır ve mazhar [erişme, nail olma] olduğundan, umumî bir câmiiyete [kapsayıcılık] mâliktir. Velâyet [velilik] ise,

88

hususî ve cüz’îdir. [ferdî, küçük] Aralarındaki nispet رَبُّ الْعَالَمِينَ ile رَبِّى arasındaki nispet gibidir ki, birisinde izafe umumîdir, ötekisinde hususidir. Veya arzdan Arşa olan mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] ile secdedeki mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] arasında veya Arş ile kalb arasındaki nispet gibidir.

Arkadaş! Şu yüksek olan matluba zikrettiğimiz burhanlar, [delil] matlubu [istek] ihata [herşeyi kuşatma] eden bir dairedir. Matlup [istek] olan vücub-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdet [Allah’ın birliği] o dairenin merkezindedir. Daireyi teşkil eden burhanların [delil] herbirisi, parmağını uzatıp, matlubun [istek] hak ve sâdık olduğuna imza atıyorlar. O burhanlardan [delil] zayıf olanların aralarında tesanüd [dayanışma] vardır. Yani, birbirini teyid ve takviye etmekle, zayıf burhanların [delil] zâfiyeti zâil [geçici, yok olucu] olur. Zâil [geçici, yok olucu] olmasa bile itibardan düşmez. İtibardan düşse bile, dairenin bozulmasına sebep olmaz. Ancak daire küçülür.

Maahaza, [bununla birlikte] burhanların [delil] heyet-i mecmuasına [birşeyin geneli, bütün] terettüb [lâzım gelme, gerekme] eden matlubun [istek] kuvvet ve vuzuhunu [açıklık] her fertten istemek ve her fertte aramak, aklın hastalığına, zihnin cüz’iyetine işaret olup, matlubu [istek] red ve inkâr için bir zemin teşkil ediyor. Binaenaleyh, bir burhana [delil] bakıldığı zaman zâfiyetten dolayı vehimler başgösterirse, öteki burhanlardan [delil] süzülen kuvvetle ortada zâfiyet kalmaz; vehimler de dağılır.

Maahaza [bununla birlikte] bazı burhanlar [delil] suya benziyor; bir kısmı da havaya benziyor, bir kısmı da ziya gibidir. Binaenaleyh, bu gibi burhanları [delil] gayet lâtif [berrak, şirin, hoş] ve dikkatli ince bir fikirle arayıp tutmalıdır ki, dökülmesin, sönmesin, uçmasın.

ba

89

 Takriz

 Fâzıl-ı muhterem Meclis-i Mesahif ve Tetkik-i Müellefat-ı Şer’iye Reis-i Âlisi Şeyh Safvet [arılık, berraklık] Efendi Hazretlerinin takrizidir:

 Cenâb-ı Hakka hamd ve kendisine Kur’ân nâzil olan Peygamberimize ve dinin binasını tahkim ve temhid [konunun hazırlık bölümü] eden Âl [aile, soy] ve Ashabına salât [namaz] ü selâm olsun.

 Tevhid Denizinden Bir Katre [damla] namındaki risale gözüme tecellî etti. O denizle bu katre [damla] arasında bir fark göremedim. Çünkü, o katre [damla] hakikatte o denizden geliyor ve o denize dökülüyor. Tevhid denizinden avuçla su içmekte ve İslâmiyet memesinden süt emmekte kardeşimiz olan allâme [büyük âlim] Bediüzzaman Said Nursî’nin sa’yinden [çalışma] dolayı Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükürler olsun.

 El-fakir, türabu [toprak] akdâmu’l-ulemâ
Safvet (rahmetullâhi aleyh)

90

 Hâtime

Şu hatime, dört çeşit hastalıkları beyan eder ve tedavi çarelerini gösterir.

Birinci hastalık: “Yeis“tir. [ümitsizlik]

Arkadaş! Amele ve tâate [itaat, emir ve söz dinleme, emre uyma] muvaffak olamayan azaptan korkar, ye’se [ümitsizlik] düşer. Böyle bir me’yusun [ümitsiz] gözüne, dinî meselelere münafi [aykırı] ednâ [basit, aşağı] ve zayıf bir emare, kocaman bir burhan [delil] görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin sâikasıyla [sevk eden, sürükleyen] ilân-ı isyan ederek İslâm dâiresinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak [karışma, katılma] eder. Binaenaleyh, a’mâle [ameller, işler] muvaffak olamayanlar, ye’se [ümitsizlik] düşmemek için şu âyete müracaat etsin.

قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذِينَ اَسْرَفُوا عَلٰۤى اَنْفُسِهِمْ لاَتَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللهِ اِنَّ اللهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ * 1

İkinci hastalık: “Ucb“dur. [kendini beğenme, gurur]

Arkadaş! Ye’se [ümitsizlik] düşen adam, azaptan kurtulmak için, istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki, bir miktar hasenat ve kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] var. Hemen o kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bel bağlar. Güvenerek der ki: “Bu kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] beni kurtarır, yeter” diye bir derece rahat eder. Halbuki, a’mâle [ameller, işler] güvenmek ucubdur, insanı dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] atar. Çünkü, insanın yaptığı kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve iyiliklerde hakkı yoktur. Mülkü değildir; onlara güvenemez.

Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i san’atı [san’at eseri] değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakîta olarak temellük [sahiplenme] de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için, yere atılmış da insan almış değildir. Ancak, o vücut, hâvi [içeren, içine alan] olduğu garib san’at, acip nakışların [işleme] şehadetiyle, bir Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] dest-i kudretinden [Allah’ın kudret eli] çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede

91

emaneten oturur. O vücutta yapılan binlerce tasarrufattan, [dilediği gibi kullanma ve idare etme] ancak bir tane insana aittir.

Ve keza, esbab [sebebler] içerisinde en eşref, [en şerefli] en kuvvetli bir ihtiyar sahibi insan iken, ef’âl-i ihtiyariye [iradeyle yapılan davranışlar, fiiller] namıyla kendisine mal zannettiği ef’âlin ekl, [yeme] şürb [içme] gibi en âdi bir fiilin husûlünde, [meydana gelme] yüz cüz’ünden ancak bir cüz’ü insana aittir.

Ve keza, insanın elindeki ihtiyar pek dardır. Havâssının en genişi hayal olduğu halde, o hayal akıl ve aklın semerelerini [meyve] ihata [herşeyi kuşatma] edemez. Bunları, bu kadar büyük iken, nasıl daire-i ihtiyarına [güç yetirebilecek alan] idhal [dahil etme, içine alma] edip, onlarla iftihar ediyorsun.

Ve keza, şuurî olmaksızın, senin lehine ve aleyhine çok fiiller cereyan etmektedir. O fiiller şuurî oldukları halde, şuurun taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmediğinden sâbit olur ki, o fiillerin fâili [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] bir Sâni-i Zîşuurdur. Ne sen fâilsin [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] ve ne senin esbabın… Binaenaleyh, mâlikiyet [sahiplik] dâvâsından vazgeç. Kendini mehasin [güzellikler] ve kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] masdar [fiillerin asıl kökü] olduğunu zannetme. Ve kat’iyen [kesinlikle] bil ki, senden sana yalnız noksan ve kusur vardır. Çünkü, sû-i ihtiyarınla, [irâdenin kötüye kullanılması] sana verilen kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bile tağyir [değiştirme] ediyorsun. Senin hanen hükmünde bulunan cesedin bile emanettir. Mehasinin [güzellikler] hep mevhubedir; seyyiatın [günahlar] meksûbedir. Binaenaleyh, لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَلاَحَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ 1 de.

Üçüncü hastalık: “Gurur”dur.

Evet, gurur ile, insan maddî ve mânevî kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve mehasinden [güzellikler] mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla [sebebiyle] başkaların kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] kâfi [yeterli] ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. [eksik] Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını [keşifler] daha yüksek görmekle, eslâf[selefler, geçmiştekiler] izâmın irşadat [insanlara doğru yolu gösteren sözler] ve keşfiyatlarından [keşifler] mahrum

92

kalırlar. Ve evhama mâruz kalarak, bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki, eslâf[selefler, geçmiştekiler] izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, [keşifler] bunlar kırk senede bulamazlar.

Dördüncü hastalık: “Sû-i zan”dır.

Evet, insan hüsn-ü zanna [güzel düşünce] memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, [kötü ahlâk] sû-i zan sâikasıyla [sevk eden, sürükleyen] başkalara teşmil etmesin. [yayma, genişletme] Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih [çirkinlikle niteleme, çirkin bulma] etmesin. Binaenaleyh, eslâf[selefler, geçmiştekiler] izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû-i zandır. Sû-i zan ise, maddî ve mânevî içtimaiyatı [bir araya gelme, toplanma] zedeler.

Arkadaş! Tahtel’arz yaptığım hayalî bir seyahatte gördüğüm bazı hakikatleri zikredeceğim:

Birinci hakikat: Arkadaş! Mâlik-i Hakikîden [her şeyin gerçek sahibi olan Allah] gaflet, nefsin Firavunluğuna sebep olur. Evet, taht-ı tasarrufunda [tasarrufu altında] bulunan bütün eşyanın Mâlik-i Hakikîsini [her şeyin gerçek sahibi olan Allah] unutan, kendisini kendisine mâlik zannederek hâkimiyet tevehhümünde [kuruntu] bulunur. Ve başkaları da, bilhassa esbabı, kendisine kıyas ile hâkim ve mâlik defterine kaydeder. Ve bu vesileyle, Allah’ın mülkünü, malını kendilerine taksim ederek ahkâm-ı İlâhiyeye [Allah’ın hükümleri] karşı muaraza [karşı gelme, karşı koyma] ve mübarezeye [karşı koyma] başlar.

Halbuki, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] sıfatlarını fehmetmek [anlamak] üzere bir vahid-i kıyasî [ölçü birimi] vazifesini görüyor. Maalesef, sû-i ihtiyar [irâdenin kötüye kullanılması] ile hâkimiyet ve istiklâliyete [bağımsızlık] âlet ederek tam bir Firavun olur.

Arkadaş! Bu ince hakikat, tam vuzuh [açıklık] ve zuhuruyla şöyle bana göründü ki:

Gaflet suyu ile tenebbüt [bitmek, bitki gibi gelişmek] eden benlik, Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] sıfatlarını fehmetmek [anlamak] için bir vahid-i kıyastır. Çünkü, insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsillerle bilirler. Meselâ, bir adam Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kudretini anlamak için bir taksimat yapar. “Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir”

93

diye vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] bir çizgi çizmekle meseleyi anlar. Sonra mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] hattı bozar, hepsini de ona teslim eder. Çünkü, nefis, nefsine mâlik olmadığı gibi, cismine de mâlik değildir. Cismi, ancak acip bir makine-i İlâhiyedir. Kaza ve kader kalemiyle kudret-i ezeliye, [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] bir cilveciği o makinede çalışıyor. Binaenaleyh, insan o Firavunluk dâvâsından vazgeçmekle, mülkü mâlikine teslim etsin, emanete hıyanet etmesin! Eğer hıyanetle bir zerreyi nefsine isnad ederse, Allah’ın mülkünü esbab-ı câmideye taksim etmiş olacaktır.

İkinci hakikat: Ey nefs-i emmare! [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] Kat’iyen [kesinlikle] bil ki, senin hususî ama pek geniş bir dünyan vardır ki, âmâl, ümit, taallûkat, [yakınlar, akrabalar] ihtiyacat üzerine bina edilmiştir. En büyük temel taşı ve tek direği, senin vücudun ve senin hayatındır. Halbuki o direk kurtludur. O temel taşı da çürüktür. Hülâsa, [esas, öz] esastan fâsit [bozuk] ve zayıftır. Daima harap olmaya hazırdır.

Evet, bu cisim ebedî değil, demirden değil, taştan değil; ancak et ve kemikten ibaret birşeydir. Âni olarak senin başına yıkılıyor, altında kalıyorsun. Bak zaman-ı mâzi, [geçmiş zaman] senin gibi geçmiş olanlara geniş bir kabir olduğu gibi, istikbal zamanı da geniş bir mezaristan olacaktır. Bugün sen iki kabrin arasındasın; artık sen bilirsin.

Arkadaş! Bildiğimiz, gördüğümüz dünya bir iken, insanlar adedince dünyaları hâvidir. [içeren, içine alan] Çünkü, her insanın tam mânâsıyla hayalî bir dünyası vardır. Fakat öldüğü zaman dünyası yıkılır, kıyameti kopar

Üçüncü hakikat: Şu gördüğün dünyayı, bütün lezâiziyle, [lezzetler] sefahetleriyle, [ahmaklık, beyinsizlik] safâlarıyla [gönül hoşnutluğu] pek ağır ve büyük bir yük gördüm. Ruhu fâsit, [bozuk] kalbi hasta olanlardan başka kimse o ağır yükün altına giremez. Çünkü, bütün kâinatla alâkadar olmaktansa ve herşeyin minnetine girmektense ve bütün esbab [sebebler] ve vesaite [araçlar, vasıtalar] el açıp arz-ı ihtiyaç etmektense, [ihtiyacını bildirmek, muhtaç olduğunu söylemek] bir Rabb-i Vâhid, Semî [her şeyi işiten Allah] ve Basîre [görme kuvveti, görüş] iltica etmek daha rahat ve daha kârlı değil midir?

94

Dördüncü hakikat: Ey nefis!1 Kâinatın uzak çöllerine gidip Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ispatına deliller toplamaya ihtiyaç yoktur. Bir kulübecik hükmünde bulunan içerisinde oturduğun cisim kafesine bak: Senin o kulübenin duvarlarına asılan icad silsilelerinden, hilkatin [yaratılış] mu’cizelerinden ve harika san’atlarından, kulübeden harice uzatılan ihtiyaç ellerinden ve pencerelerinden yükselen “Ah!”, “Oh!” ve enînler lisan-ı haliyle [beden dili] istenilen yardımlarından anlaşılır ki, o kulübeyi müştemilâtıyla [içindekiler] beraber yaratan Hâlıkın, [her şeyi yaratan Allah] o ah u enînleri işitir, şefkat ve merhamete gelir, hâcât ve âmâlin ne varsa taht-ı taahhüde alır. Zîra, sineğin kafasındaki o küçük küçük hüceyratın [hücrecikler] nidalarına “Lebbeyk!” [“buyurun, emredin efendim”] söyleyen o Sâni-i Semî ve Basîrin, senin dualarını işitmemesi ve o dualara müsbet [isbat edilmiş, sabit] cevaplar vermemesi imkân ve ihtimali var mıdır?

Binaenaleyh, ey bu küçük hüceyrelerden [hücre] mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] ve ene [benlik] ile tâbir edilen hüceyre-i kübrâ! O kulübeciğin küçüklüğüyle beraber, dolu olduğu harika icadlarını gör, îmana gel! Ve “Yâ İlâhî! [Allah tarafından olan] Yâ Rabbî! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah]Hâlıkî! [her şeyi yaratan Allah]Musavvirî! [her şeye kendine lâyık güzel şekil ve suretler veren Allah] Yâ Mâlikî ve yâ Men Lehü’l-Mülkü ve’l-Hamd! Senin mülkün ve emanetin ve vedîan [emanet, ödünç] olan şu kulübecikte misafirim, mâlik değilim” de; o bâtıl temellük [sahiplenme] dâvâsından vazgeç. Çünkü o temellük [sahiplenme] dâvâsı, insanı pek elîm elemlere mâruz bırakır.2

ba

95

 Nükte

Arkadaş! İman, bütün eşya arasında hakikî bir uhuvveti, [kardeşlik] irtibatı, ittisali [bağlanma; bağlantı, ilişki] ve ittihad [birleşme] rabıtalarını [bağ] tesis eder.

Küfür ise, bürudet [soğukluk] gibi, bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebî nazarıyla baktırır. Bunun içindir ki, mü’minin ruhunda adâvet, [düşmanlık] kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmanıyla bir nevi kardeşliği vardır. Kâfirin ruhunda hırs, adâvet [düşmanlık] olduğu gibi, nefsini iltizam [kabul etme, taraftarlık] ve nefsine itimadı vardır. Bu sırra binaendir ki, dünya hayatında bazan galebe [üstün gelme] kâfirlerde olur. Ve keza, kâfir, dünyada hasenatının mükâfatını filcümle [bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması] görür. Mü’min ise, seyyiatının [günahlar] cezasını görür.

Bunun için dünya, kâfire cennet (yani âhirete nisbeten), mü’mine Cehennemdir (yani saadet-i ebediyesine [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] nisbeten)—yoksa, dünyada dahi mü’min yüz derece ziyade mesuttur—denilmiştir.

Ve keza, iman insanı ebediyete, Cennete lâyık bir cevhere kalb eder. Küfür ise, ruhu, kalbi söndürür, zulmetler içinde bırakır. Çünkü, iman, kabuğunun içerisindeki lüb[öz, iç] gösterir. Küfür ise, lüb [öz, iç] ile kabuğu tefrik etmez. Kabuğu aynen lüb [öz, iç] bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir.

Nokta

Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil [arzu, istek] ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da ulûm-i [ilimler] akliyeye tavaggul etmek nisbetindedir. Demek mânevî olan hastalıklar, insanları aklî ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyat ile iştigal [meşgul olma, uğraşma] eden, emraz-ı kalbiyeye müptelâ [bağımlı] olur.

Ve keza, dünyanın iki yüzünü gördüm.

Bir yüzü: Az çok zahirî bir ünsiyet, [alışkanlık, âşinalık / dostluk] bir güzelliği varsa da, bâtını ve içi daimî bir vahşetle doludur.

İkinci yüzü: Filcümle [bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması] zahiren vahşetli ise de, bâtınen daimî bir ünsiyetle [alışkanlık, âşinalık / dostluk] doludur.

96

Kur’ân-ı Azîmüşşan, [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] nazarları âhiret ile muttasıl [bitişik] olan ikinci veçhe [yön] tevcih [yöneltme] eder. Birinci vecih [yön] ise, âhiretin zıddı olup ademle muttasıldır. [bitişik]

Ve keza, mümkinatın [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] da iki veçhi vardır:

Birisi: Enaniyet ile vücuttur. Bu ise, ademe gider ve ademe kalb olur.

İkincisi: Enaniyetin terkiyle ademdir. Bu ise Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] bakar, bir vücut kazanır. Binaenaleyh, vücut istersen, mün’adim [yok olma] ol ki vücudu bulasın.

 Nükte

 Mukaddemede zikredilen dört kelimeden, niyet hakkındadır.

Arkadaş! Bu niyet meselesi, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür. Evet, niyet öyle bir hâsiyete [özellik] mâliktir ki, âdetleri, hareketleri ibadete çeviren pek acip bir iksir ve bir mayedir.

Ve keza, niyet ölü ve meyyit [ölü] olan hâletleri [durum] ihya [diriltme] eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur.

Ve keza, niyette öyle bir hâsiyet [özellik] vardır ki, seyyiatı [günahlar] hasenata ve hasenatı seyyiata [günahlar] tahvil [değişme, dönüşme] eder. Demek, niyet bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır. Öyleyse, necat, [kurtuluş] halâs, [kurtulma] ancak ihlâs iledir. İşte bu hâsiyete [özellik] binaendir ki, az bir zamanda çok ameller husule [meydana gelme] gelir. Buna binaendir ki, az bir ömürde Cennet, bütün lezaiz [lezzetler] ve mehâsiniyle [güzellikler] kazanılır. Ve niyet ile insan daimî bir şâkir [Allah’a şükreden] olur, şükür sevabını kazanır.

Ve keza, dünyadaki lezzet ve nimetlere iki cihetle bakılır:

Bir cihette, o nimetlerin bir Mün’im [gerçek nimet verici olan Allah] tarafından verildiği düşünülür. Ve nazar, o lezzetten in’am [nimet verme] edene döner, Onu düşünür. Mün’imi [gerçek nimet verici olan Allah] düşünmek lezzeti, nimeti düşünmekten daha lezizdir.

İkinci cihet, nimeti görür görmez nazarını ona hasrederek, o nimeti ganimet telâkki [anlama, kabul etme] ederek minnetsiz yer.

97

Halbuki, birinci cihette lezzet, zeval [geçip gitme] ile zâil [geçici, yok olucu] olsa bile ruhu bâkidir. Çünkü Mün’imi [gerçek nimet verici olan Allah] düşünür. Mün’im [gerçek nimet verici olan Allah] ise merhametlidir. “Daima bu nimetleri bana verir” diye ümitvâr olur. İkinci cihette, nimetin zevali [geçip gitme] ölüm değildir ki, ruhu kalsın. Ruhu da söner, ancak dumanı kalır. Musibetlerin ise, zevâlinden [batış, kayboluş] sonra dumanları söner, nurları kalır. Lezzetlerin zevâlinden [batış, kayboluş] sonra kalan dumanları, günahlarıdır.

Arkadaş! Dünya ve âhiretteki lezzet ve nimetlere, imanla bakılırsa, bunlarda bir hareket-i devriye görülür ki, emsaller birbirini takip eder. Biri gider, yerine onun misli [benzer] gelir. Bu sayede o nimetlerin mahiyeti sönmez. Ancak teşahhusat-ı [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] cüz’iyede firak [ayrılık] ve iftirakları [ayrılık] vardır. Bunun içindir ki, lezaiz-i imaniye, firak [ayrılık] ve iftirakla [ayrılık] müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] ve mükedder olmuyor. Fakat ikinci cihette, herbir lezzetin zevâli [batış, kayboluş] var. Ve o zeval, [geçip gitme] hadd-i zâtında elem olduğu gibi, düşünmesi de elemdir. Çünkü bu ikinci cihette, hareket devriye değildir, müstakimdir. [doğru ve düzgün] Lezzet, ebedî bir ölüm ile mahkûm olur.

Nokta

Arkadaş! Esbab [sebebler] ve vesaiti [araçlar, vasıtalar] insan kucağına alıp yapışırsa, zillet [alçaklık] ve hakarete sebep olur. Meselâ, kelp, bütün hayvanlar içerisinde birkaç sıfat-ı haseneyle muttasıftır [belirgin bir özelliğe sahip] ve o sıfatlar ile iştihar etmiştir. Hattâ, sadakat ve vefâdarlığı darb-ı mesel [atasözü] olmuştur. Bu güzel ahlâkına binaen, insanlar arasında kendisine mübarek bir hayvan nazarıyla bakılmaya lâyık iken, maalesef, insanlar arasında mübarekiyet [bereketlilik, hayırlı olma] değil, necisü’l-ayn [pis] addedilmiştir. Tavuk, inek, kedi gibi sair hayvanlarda, insanların onlara yaptıkları ihsanlara [bağış] karşı şükran hissi olmadığı halde, insanlarca aziz ve mübarek addedilmektedirler.

Bunun esbabı ise, kelpte hırs marazı fazla olduğundan esbab-ı zahiriyeye [görünen sebepler] öyle bir derece ihtimam ile yapışır ki, Mün’im-i Hakikîden [gerçek nimet verici olan Allah] bütün bütün gafletine sebep olur.

98

Binaenaleyh, vasıtayı müessir bilerek Müessir-i Hakikîden [gerçek tesir sahibi] yaptığı gaflete ceza olarak necis [pis] hükmünü almıştır ki tâhir olsun. Çünkü hükümler, hadler, günahları affeder. Ve beynennâs tahkir [aşağılama] darbesini, gaflete kefaret olarak yemiştir.

Öteki hayvanlar ise, vesaiti [araçlar, vasıtalar] bilmiyorlar ve esbaba o kadar kıymet vermiyorlar. Meselâ, kedi seni sever, tazarru [dua, yakarış] eder—senden ihsanı [bağış] alıncaya kadar. İhsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki, sanki aranızda muârefe yokmuş ve kendilerinde sana karşı şükran hissi de yoktur. Ancak Mün’im-i Hakikîye [gerçek nimet verici olan Allah] şükran hisleri vardır. Çünkü, fıtratları Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] bilir ve lisan-ı halleriyle [beden dili] ibadetini yaparlar—şuur olsun, olmasın. Evet, kedinin mırmırları “Yâ Rahîm, [ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah] yâ Rahîm, [ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah] yâ Rahîm“dir. [ey rahmeti herhir varlıkta tecelli eden şefkat ve merhamet sahibi Allah]

 Nükte

Yine gördüm ki: Eğer herşey Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] isnad edilmezse, bir ân-ı vahidde, gayr-ı mütenahî [sonsuz] ilâhların ispatı lâzım gelir. Ve bütün zerrat-ı kâinattan daha çok olan şu ilâhların herbirisi, bütün ilâhlara hem zıd, hem misil [benzer] olması lâzım geliyor. Ve aynı zamanda, herbirisi, bütün kâinata elini uzatmış, tasarrufatta [dilediği gibi kullanma ve idare etme] bulunuyor gibi bir vaziyet alması lâzım gelir. Meselâ, balarısının bir ferdini yaratan bir kudretin hükmü, bütün kâinata cari ve nâfiz [derinlere işleyen; etkili] olması lâzımdır. Zîra, o balarısı kâinatın unsurlarına nümunedir, eczâsını kâinattan alıyor. Halbuki, vücut sahasında mahal ve makam, yalnız ve yalnız Vâcib-i Ehade mahsustur. Eğer eşya kendi nefislerine isnad edilirse, herbir zerreye bir ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] lâzımdır. Meselâ, Ayasofya’nın bânisi inkâr edildiği takdirde, herbir taşı bir Mimar Sinan olması lâzım geliyor. Öyleyse, kâinatın Sânie [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] olan delâleti, kendi nefsine olan delâletinden daha vâzıh, [açık] daha zâhir, daha evlâdır. Öyleyse, kâinatın inkârı mümkün olsa bile, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] inkârı mümkün değildir.

99

Nokta

Gafletten neş’et [doğma] eden dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] pek garip ve aciptir. Mukareneti, [beraberlik, bir arada bulunma] illiyete kalb eder. İki şey arasında bir mukarenet [beraberlik, bir arada bulunma] olursa, yani daima beraber vücuda gelirlerse, birisinin ötekisine illet [asıl sebep] gösterilmesi o dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] şe’nindendir. [belirleyici özellik] Halbuki, devamlı mukarenet, [beraberlik, bir arada bulunma] illiyete delil olamaz.

 Nükte

Arkadaş! نَعْبُدُ 1 ‘deki ن ‘un ifade ettiği cem’ [bir araya gelme] ve cemaat, fikri ve kalbi ayık olan musallînin nazarında sath-ı arzı [yeryüzü] bir mescid şekline getirir. Ve bütün mü’minlerden teşekkül [kendi kendine oluşma] etmiş, şarktan garba [doğudan batıya] kadar dizilmiş safları hâvi [içeren, içine alan] o cemaat-i kübrâ [çok büyük cemaat, topluluk] içinde namaz kıldığını ihtar ettirir.

Ve keza, لاَ اِلٰهَ ِالاَّ اللهُ olan kelime-i zikriyeyi bir insan vird-i zeban [sürekli okunan zikir] ettiği zaman, zamanı bir halka-i zikir [zikir halkası] tahayyül [hayal etme] etmekle, o halkanın sağ tarafı olan mâzi cihetinde enbiyanın, [nebiler, peygamberler] sol tarafı olan istikbal cihetinde de evliyanın oturup cemaatle zikrettiklerini ve kendisi de, o cemaat-ı uzmâ [büyük cemaat] içinde bulunarak şu kubbe-i minâ[mavi kubbe; gökyüzü, gökkubbe] dolduran yüksek, İlâhî [Allah tarafından olan] ve tatlı sadâlarına iştirak ettiğini tahayyül [hayal etme] etsin. Kuvve-i hayaliyesi [hayal gücü] daha keskin olanlar da kâinat mescidinde bütün masnuatın [san’at eseri] teşkil ettikleri halka-i zikirlerine [zikir halkası] girsin, şu feza[uzay] velvelelendiren o sadâları dinlesin.

Nokta

Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mâsivâsına [Allah’ın dışındaki herşey] yapılan muhabbet iki çeşit olur. Birisi yukarıdan aşağıya nâzil olur; diğeri aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki:

Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla

100

Allah’ın sevdiği herşeyi sever. Ve mahlûkata taksim ettiği muhabbeti, Allah’a olan muhabbetini tenkis [eksiltme, değerini indirme] değil, tezyid [artırma, çoğaltma] eder.

İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah’ı sevmeye vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazan da kavî [güçlü, kuvvetli] bir esbaba rastgelir. Onun muhabbetini mânâ-yı ismiyle tamamen cezb [çekme] eder, helâkete [mahvolma] sebep olur. Şayet Allah’a vâsıl olsa da, vüsulü [kavuşma, erişme] nâkıs [eksik] olur.

 Nükte

وَمَا مِنْ دَۤابَّةٍ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ عَلَى اللهِ رِزْقُهَا 1 âyet-i kerimesiyle, rızık taahhüt altına alınmıştır. Fakat, rızık dediğimiz iki kısımdır: Hakikî rızık, mecâzî rızık. Yani zarurî var, gayr-ı zarurî [zorunlu olmayan] var.

Âyetle taahhüt altına alınan, zarurî kısmıdır. Evet, hayatı koruyacak derecede gıda veriliyor. Cisim ve bedenin semizliği ve zaafiyeti, [zayıflık, güçsüzlük] rızkın çok ve az olduğuna bakmaz. Denizin balıklarıyla karanın patlıcanları şâhittir. Mecâzî olan rızık ise, âyetin taahhüdü altında değildir. Ancak sa’y [çalışma] ve kisbe [çalışma] bağlıdır.

Nokta

Arkadaş! Mâsum bir insana veya hayvanlara gelen felâketlerde, musibetlerde, beşer fehminin anlayamadığı bazı esbab [sebebler] ve hikmetler vardır. Yalnız, meşiet-i İlâhiyenin [Allah’ın dilemesi] düsturlarını [kâide, kural] hâvi [içeren, içine alan] şeriat-ı fıtriye [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar] ahkâmı, [hükümler] aklın vücuduna tâbi değildir ki, aklı olmayan birşeye tatbik edilmesin. O şeriatın hikmetleri kalb, his, istidada bakar. Bunlardan husule [meydana gelme] gelen fiillere, o şeriatın hükümleri tatbik ile tecziye [cezalandırma] edilir. Meselâ, bir çocuk, eline aldığı bir kuş veya bir sineği öldürse, şeriat-ı fıtriyenin [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar] ahkâmından [hükümler] olan hiss-i şefkate muhalefet etmiş olur. İşte bu muhalefetten

101

dolayı düşüp başı kırılırsa müstahak olur. Çünkü, bu musibet o muhalefete cezadır. Veya dişi bir kaplan, öz evlâtlarına olan şiddet-i şefkat [şefkatin şiddeti] ve himâyeyi nazara almayarak, zavallı ceylânın yavrucuğunu parçalayarak yavrularına rızık yapar. Sonra, bir avcı tarafından öldürülür. İşte, hiss-i şefkat ve himâyeye muhalefet ettiğinden, ceylâna yaptığı aynı musibete mâruz kalır.İhtar

 İtizar

Arkadaş! Bu risale, Kur’ân’ın bazı âyâtını şuhudî bir tarzda beyan eden bir nevi tefsirdir. Ve hâvi [içeren, içine alan] olduğu mesâil, [meseleler] Furkan-ı Hakîmin [doğru ile yanlışı birbirinden ayıran hikmetli Kur’ân] Cennetlerinden koparılmış birtakım gül ve çiçekleridir. Fakat, ibaresindeki işkâl [anlaşılması zor olma] ve îcazdan [az sözle çok mânâlar anlatma] tevahhuş [korkma, çekinme] edip, mütâlaasından vazgeçme. Mütalâasına tekrar ile devam edilirse, meluf ve menus bir şekil alır. Kezâlik, [böylece, bunun gibi] nefsin temerrüdünden [inat etme] de korkma. Çünkü, benim nefs-i emmârem [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] bu risalenin satvetine [güç, ezici kuvvet] dayanamayarak inkıyada [boyun eğme] mecbur olduğu gibi, şeytanım da “Eyne’l-meferr?” diye bağırdı. Sizin nefis ve şeytanlarınız benim nefis ve şeytanımdan daha âsi, daha tâği, [azgın] daha şakî [eşkıya, haydut] değiller.

Kezâlik, [böylece, bunun gibi] Birinci Babda tevhidin beyanı için zikredilen delillerde vâki olan tekrarları faidesiz zannetme. Hususî makamlarda, ihtiyaca binaen zikredilmişlerdir. Evet, hatt-ı harpte siperde oturup müdafaa eden bir nefer, [asker] etrafında bulunan boş siperlere gitmeyip, bulunduğu siper içinde diğer bir pencereyi açması, elbette bir ihtiyaca binaendir.

Kezâlik, [böylece, bunun gibi] bu risalelerin ibarelerindeki işkâl [anlaşılması zor olma] ve iğlâkın, [kapalı olma] keyif için ihtiyarımdan çıkmış olduğunu zannetme. Çünkü, bu risale, dehşetli bir zamanda, nefsimin hücumuna karşı yapılan âni ve irticâlî bir münakaşadır. Kelimeleri, o müthiş mücadele esnasında zihnimin eline geçen dikenli kelimelerdir. O, ateşle nurun

102

karıştıkları bir hengâmda, [ân, zaman] başım dönmeye başlıyordu. Kâh [bazan] yerde, kâh [bazan] gökte, kâh [bazan] minarenin dibinde, kâh [bazan] minarenin şerefesinde kendimi görüyordum. Çünkü, tâkib ettiğim yol, akıl ile kalb arasında yeni açılan berzahî [iki şey arasındaki geçiş yeri] bir yoldur. Akıldan kalbe, kalbden akla inip çıkmaktan bîzar olmuştum. Bunun için, bir nur bulduğum zaman, hemen üstüne bir kelime bırakıyordum. Fakat, o nurların üstüne bıraktığım kelime taşları, delâlet için değildi. Ancak, kaybolmamak için birer nişan ve birer alâmet olarak bırakırdım. Sonra baktım ki, o zulmetler içinde bana yardım eden o nurlar, Kur’ân güneşinden ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] edilen misbah [lamba] ve kandillerdi.

اَللّٰهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْاٰنَ نُورًا لِعُقُولِنَا وَقُلُوبِنَا وَاَرْوَاحِنَا وَمُرْشِدًا لاَنْفُسِنَا اٰمِينَ اٰمِينَ اٰمِينَ * 1

ba

103

 Katrenin Zeyli [ek]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعٰالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ * 1

 Remz

Arkadaş! Vaktin evvelinde, Kâbe’yi hayalen nazara almakla namaz kılmak mendubdur ki, birbirine giren daireler gibi Beytin etrafında teşekkül [kendi kendine oluşma] eden safları görmekle, yakın saflar Beyti ihata [herşeyi kuşatma] ettikleri gibi, en uzak safların da âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] ihata [herşeyi kuşatma] etmiş olduğunu hayal ile görsün. Ve o saflara girmekle, o cemaat-ı uzmâya [büyük cemaat] dahil olsun ki, o cemaatin icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve tevatürü, [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] onun namazda söylediği her dâvâya ve herbir sözüne bir hüccet [delil] ve bir burhan [delil] olsun.

Meselâ: Namaz kılan اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ dediği zaman, sanki o cemâat-i uzmâyı teşkil eden bütün mü’minler “Evet, doğru söyledin” diye onun o sözünü tasdik ediyorlar. Ve bu tasdikler, hücum eden evham ve vesveselere karşı mânevî bir kalkan vazifesini görür. Ve aynı zamanda, bütün hasseleri, [duyu] lâtifeleri, [berrak, şirin, hoş] duyguları o namazdan zevk ve hisselerini alırlar. Yalnız musallînin Kâbe’ye olan şu hayalî nazarı, kasdî [bilerek, direkt] değil, tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] bir şuurdan ibaret bulunmalıdır.İhtar

104

 Remz

Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer’î, zulmetli dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda, insan zerre miskal o sünnetlerden inhiraf [doğru yoldan sapma] ve udûl ederse, şeytanlara mel’ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma’rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiye olacaktır.

Ve keza, o sünnetleri, sanki semâdan tedellî [tevazu gösterme, yaklaşma; belâğat ilminde, yüksek makam sahibinin tevazû göstererek aşağıdakini muhatap kabul etme mânâsında bir edebî san’at] ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük [sarılma] eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semâya çıkmak hamakatinde [ahmaklık] bulunan Firavun gibi bir Firavun olur.

 Remz

Arkadaş! Nefiste öyle dehşetli bir nokta ve açılmaz bir ukde [düğüm] var ki, zıtları birbirinden tevlid [doğurma] eder. Ve aleyhte olan herbirşeyi lehte zanneder. Meselâ, güneşin eli sana yetişir, ziyasıyla başını okşar. Fakat, senin elin ona yetişemez. Ve senin keyfin üzerine hareket etmez. Demek, şemsin sana karşı iki ciheti vardır: biri kurb, [yakın] diğeri bu’d. [uzaklık] Eğer senin ondan baîd [uzak] olduğun cihetle “O bana tesir edemez” ve onun sana karîb [yakın] olduğu cihetle “Ona tesir edebilirim” desen, cehlini ilân etmiş olursun.

Kezâlik, [böylece, bunun gibi] Hâlık [her şeyi yaratan Allah] ile nefis arasında da bir kurb [yakın] ve bu’d [uzaklık] vardır. Kurb [yakın] Hâlıkındır, [her şeyi yaratan Allah] bu’d [uzaklık] nefsindir. Eğer nefis uzaklığı cihetiyle enâniyet ile Hâlıka bakıp “Bana tesir edemez” diye bir ahmaklıkta bulunursa, dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşer. Ve keza, nefis mükâfatı gördüğü zaman “Keşke ben de öyle yapaydım, böyle olaydım” der. Mücâzâtın [ceza] şiddetini de gördüğü vakit, teâmî ve inkâr ile kendisini tesellî eder.

Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] ef’âli [fiiler, davranışlar] sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen [geometri] üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde [âlemin yaratılışı] şahit

105

tutmamıştır. İmam-ı Rabbânî’nin (r.a.) dediği gibi: “Melikin [hükümdar] atiyelerini, [hediye, bağış, ihsan] [bağış] ancak matiyyeleri taşıyabilir.”

 Remz

Arkadaş! Bilhassa muztar [çaresiz] olanların dualarının büyük bir tesiri vardır. Bazan o gibi duaların hürmetine, en büyük birşey en küçük birşeye musahhar [boyun eğdirilmiş] ve muti’ [itaat eden] olur. Evet, kırık bir tahta parçası üzerindeki fakir ve kalbi kırık bir mâsumun duası hürmetine, denizin fırtınası, şiddeti, hiddeti inmeye başlar. Demek dualara cevap veren Zât, bütün mahlûkata hâkimdir. Öyleyse, bütün mahlûkata dahi Hâlıktır. [her şeyi yaratan Allah]

 Remz

Kardeşlerim! Nefsin en mühim bir hastalığı da şudur ki, küllü cüz’îde, [ferdî, küçük] büyüğü küçükte görmek istiyor. Göremediği takdirde red ve inkâr eder. Meselâ, küçük bir kabarcıkta, güneşin tamamıyla tecelliyâtını ister. Bunu göremediği için, o kabarcıktaki cilvenin güneşten olduğunu inkâr eder. Halbuki, şemsin vahdeti, [Allah’ın birliği] tecelliyâtının da vahdetini [Allah’ın birliği] istilzam [gerektirme] etmez.

Ve keza, delâlet etmek tazammun [içerme, içine alma] etmeyi iktizâ etmez. Meselâ, kabarcıktaki güneşin cilvesi güneşin vücuduna delâlet eder, fakat güneşi tazammun [içerme, içine alma] edemez, yani içine alamaz.

Ve keza, birşeyi birşeyle tavsif [bir sıfatla niteleme] edenin o şeyle muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] olması lâzım gelmez. Meselâ, şeffaf bir zerre, şemsi tavsif [bir sıfatla niteleme] eder, fakat şems olamaz. Balarısı Sâni-i Hakîmi [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] vasıflandırır, amma Sâni olamaz.

 Remz

Arkadaş! Küfür yolunda yürümek, buzlar üzerinde yürümekten daha zahmetli ve daha tehlikelidir. İman yolu ise, suda, havada, ziyada yürümek ve yüzmek gibi pek kolay ve zahmetsizdir. Meselâ: Bir insan, gövdesinin cihât-ı sittesini [altı yön] güneşlendirmek istediği zaman, ya bir Mevlevî gibi dönerek gövdesinin her tarafını güneşe karşı getirir veya güneşi o mesafe-i baîdeden celp [çekme] ile gövdesinin etrafında döndürecektir. Birinci şık, tevhidin kolaylığına misaldir. İkincisi de, küfrün [inançsızlık, inkâr] zahmetlerine misaldir.

106

Sual: Şirk bu kadar zahmetli olduğu halde niçin kâfirler kabul ediyorlar?

Cevap: Kasten ve bizzat kimse küfrü [inançsızlık, inkâr] kabul etmez. Yalnız şirk hevâ-i nefislerine yapışır. Onlar da içine düşer; mülevves, [kirli, pis] pis olurlar. Ondan çıkması müşkülleşir. İman ise, kasten ve bizzat takip ve kabul edilmekle kalbin içine bırakılır.

 Remz

Arkadaş! Bir kelime-i vahidenin [“Allah’tan başka ilâh yoktur” mânâsında “Lâ ilâhe illallah”] işitilmesinde, bir adam, bin adam birdir. Yaratılış hususunda da, kudret-i ezeliyeye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] nisbeten birşey, bin şey birdir. Nev’ ile fert arasında fark yoktur.

 Remz

Arkadaş! Bütün zamanlarda, bütün insanların maddî ve mânevî ihtiyaçlarını temin için nâzil olan Kur’ân’ın hârikulâde hâiz olduğu câmiiyet [kapsayıcılık] ve vüs’atle [genişlik] beraber, tabakat-ı beşerin [insan grupları] hissiyatına yaptığı mürâat [gözetme, yerine getirme] ve okşamalar, bilhassa en büyük tabakayı teşkil eden avâm-ı nâsın [halk tabakası] fehmini okşayarak, tevcih-i [yöneltme] hitap esnasında yaptığı tenezzülât, [eğilmeler, seviyeye inmeler] Kur’ân’ın kemâl-i belâgatine delil ve bâhir [açık] bir burhan [delil] olduğu halde, hasta olan nefislerin dalâletine [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sebep olmuştur. Çünkü, zamanların ihtiyaçları mütehaliftir. [birbirinden farklı] İnsanlar fikirce, hisçe, zekâca, gabâvetçe [ahmaklık, zekâ geriliği] bir değildir. Kur’ân mürşiddir. İrşad umumî oluyor. Bunun için, Kur’ân’ın ifadeleri zamanların ihtiyaçlarına, makamların iktizasına, [bir şeyin gereği] muhatapların vaziyetlerine göre ayrı ayrı olmuştur. Hakikat-i hal [bir şeyin gerçek durumu] bu merkezde iken, en yüksek, en güzel ifade çeşitlerini Kur’ân’ın herbir ifâdesinde aramak hatâ olduğu gibi, muhatabın hissine, fehmine uygun olan bir üslûbun mizan [ölçü] ve mirsadıyla, mütekellime [konuşan] bakan, elbette dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşer.

107

 Remz

Arkadaş! Dünyanın üç vechi vardır:

Birisi: Âhirete bakar. Çünkü onun mezraasıdır. [tarla]

İkincisi: Esmâ-i Hüsnâya [Allah’ın en güzel isimleri] bakar. Çünkü onların mektep ve tezgâhlarıdır.

Üçüncüsü: Kasten ve bizzat kendi kendine bakar. Bu vecihle [yön] insanların hevesatına, keyiflerine ve bu fâni hayatın tekâlifine [Allah tarafından yüklenen görevler ve sorumluluklar] medar [kaynak, dayanak] olur.

Nur-u iman [iman aydınlığı] ile dünyanın evvelki iki vechine [cihet, yön, taraf] bakmak, mânevî bir cennet gibi olur. Üçüncü vecih [yön] ise, dünyanın fena yüzüdür ki zâtî ve ehemmiyetli bir kıymeti yoktur.

 Remz

Arkadaş! İnsanın vücudu, bedeni, emvâl-i mîriyeden bir neferin [asker] elinde bulunan bir hayvan gibidir. O nefer, [asker] o hayvanı beslemeye ve hizmetine mükellef olduğu gibi, insan da o vücudu beslemeye mükelleftir.

Aziz kardeşlerim! Burada bana bu sözü söylettiren, nefsimle olan bir münakaşamdır. Şöyle ki:

Mehâsiniyle [güzellikler] mağrur olan nefsime dedim ki: “Sen birşeye mâlik değilsin, nedir bu gururun?”

Dedi ki: “Madem mâlik değilim, ben de hizmetini görmem.”

Dedim ki: “Yâhu, bu sineğe bak. Gayet küçücük zarif elleriyle kanatlarını, gözlerini siler süpürür. Her işini görür. Sen de lâakal [en az] onun kadar vücuduna hizmet etmelisin” diye ikna ettim.

Takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ederiz o Zâtı ki, bu sineğe nezafeti [temizlik] ilhamen [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] öğretir, bana da üstad yapar. Ben de onunla nefsimi ikna ve ilzam [susturma] ederim.

 Remz

İnsanı dalâletlere [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sürükleyen cihetlerden biri de şudur ki: İsm-i Zâhir ile ism-i Bâtın‘ın [Allah’ın herbir varlığın iç yüzünü mükemmel bir şekilde yarattığını bildiren ismi] hükümleri ayrı ayrı oluyor; bunları birbirine karıştırıp mercilerini kaybetmek mahzurludur.

108

Kezâlik, [böylece, bunun gibi] kudretin levazımıyla hikmetin levâzımı bir değildir. Birisine ait levazımatı [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] ötekisinden talep etmek hatadır.

Ve keza daire-i esbabın [sebepler dairesi] iktizasıyla [bir şeyin gereği] daire-i itikad ve tevhidin iktiza[bir şeyin gereği] bir değildir. Onu bundan istememeli.

Ve keza, kudretin taallûkatı [yakınlar, akrabalar] ayrı, vücudun cilveleri veya sair sıfatın tecelliyâtı ayrıdır; birbirine iltibas [karıştırma] edilmemeli. Meselâ, dünyada vücudun tedricîdir; [aşamalı, derece derece] berzahî [iki şey arasındaki geçiş yeri] ayinelerde âni ve def’îdir. [bir anda, kısa zamanda] Çünkü, icad ile tecellî arasında fark vardır.

 Remz

Arkadaş! İslâmiyet, bütün insanlara bir nur, bir rahmettir. Kâfirler bile onun rahmetinden istifade etmişlerdir. Çünkü, İslâmiyetin telkinatiyle [telkinler] küfr-ü mutlak, [her açıdan inkârcılığa düşmek] inkâr-ı mutlak, [her yönüyle inkârcılıkta bulunma] şek [şüphe] ve tereddüde inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmiştir. O telkinatın [telkinler] kâfirlerde de yaptığı in’ikâs [yansıma] ve tesirat sayesinde, kâfirlerin, hayat-ı ebediye [sonsuz âhiret hayatı] hakkında ümitleri vardır. Bu sayede, dünya lezzetleri ve saadeti onlarca tamamıyla zehirlenmez. Bütün bütün o lezzetler elemlere inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmez. Yalnız tereddütleri vardır. Tereddüt ise, her iki tarafa baktırır. Devekuşu gibi, tam mânâsıyla ne kuş olur ve ne de deve olur. Ortada kalarak her iki tarafın zahmetinden kurtulur.

 Remz

Arkadaş! Nefis, tembellik saikasıyla [sebebiyle] vazife-i ubudiyetini [kulluk görevi] terk ettiğinden, tesettür etmek istiyor. Yani, onu görecek bir rakibin gözü altında bulunmasını istemiyor. Bunun için bir Hâlıkın, [her şeyi yaratan Allah] bir Mâlikin bulunmamasını temennî eder. Sonra mülâhaza [düşünme, akla getirme] eder. Sonra tasavvur eder. Nihayet, ademini, yok olduğunu itikad [inanç] etmekle dinden çıkar. Halbuki, kazandığı o hürriyetler, adem-i mes’uliyetler altında ne gibi zehirler, yılanlar, elîm elemler bulunduğunu bilmiş olsa, derhal tevbe ile vazifesine avdet [geri dönme] eder.

109

 Remz

Arkadaş! Herbir insanın bir nokta-i istinadı [dayanak noktası] bulunduğuna nazaran, istinad noktalarının tefâvütüne göre insanların yapabileceği işler de tefâvüt eder. Meselâ, büyük bir sultana istinadı olan bir nefer, [asker] bir şâhın yapamadığı bir işi yapar. Çünkü, nokta-i istinadı [dayanak noktası] şahtan büyüktür. Evet, kudret-i ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] tarafından memur edilen baûda, yani sivrisineğin Nemrut’a olan galebesi; [üstün gelme] ve bir çekirdeğin Fâlıku’l-Habbi ve’n-Nevâ tarafından verilen izin ve kuvvete binâen koca bir ağacın cihazatını, malzemesini tazammun [içerme, içine alma] etmesi, yani içine alması bu hakikati tenvir [aydınlatma] eden birer hakikattir.

 Remz

Arkadaş! Katre [damla] nâmındaki eserimde Kur’ân’dan ilhamen [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] takip ettiğim yol ile ehl-i nazar ve felsefenin takip ettikleri yol arasındaki fark şudur:

Kur’ân’dan tavr-ı kalbe ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] edilen asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi, mânevî bir asâ ihsan [bağış] edilmiştir. Bu asâ ile, kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] herhangi bir zerresine vurulursa, derhal mâ-i hayat çıkar. Çünkü müessir ancak eserde görünebilir.

Mânevî asansör hükmünde olan murakabeler ile mâ-i hayatı bulmak pek müşküldür.

Vesaite [araçlar, vasıtalar] lüzum gösteren ehl-i nazar ise, etraf-ı âlemi [dünyanın her tarafı] Arşa kadar gezmeleri lâzımdır. Ve o uzun mesafede hücum eden vesveselere, vehimlere, şeytanlara mağlûp olup caddeden çıkmamak için, pek çok burhanlar, [delil] alâmetler, nişanlar lâzımdır ki yolu şaşırtmasınlar.

Kur’ân ise, bize asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi bir hakikat vermiştir ki, nerede olsam, hattâ taş üzerinde de bulunsam, asâyı vuruyorum, mâ-i hayat fışkırıyor. Âlemin haricine giderek uzun seferlere ve su borularının kırılmaması ve parçalanmaması için muhafazaya muhtaç olmuyorum. Evet,

110

وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ * تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاح ِدٌ * 1

beytiyle, bu hakikat hakikatiyle tebarüz eder.İhtar

 Remz

Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük vücudunda zerre-miskal kaldıkça, hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicap olur. Evet, müşâhedemle [görülen, seyredilen] sabittir ki, kat’î, yakînî burhanlarla [delil] deliller dolu olan büyük bir kalede, küçük bir taşta bir zafiyet görünürse, o kör olası nefis o kaleyi tamamen inkâr eder, altını üstüne çevirir. İşte nefsin cehaleti, hamakati, [ahmaklık] bu gibi insafsızca tahribattan anlaşılır.

 Remz

Ey insan! Senin vücudunun sahasında yapılan fiiller ve işlerden senin yed-i ihtiyarında bulunan, ancak binde bir nisbetindedir. Bâki kalan Mâlikü’l-Mülke [bütün mülkün gerçek sahibi Allah] aittir. Binaenaleyh, kendi kuvvetine göre yük al. Yoksa altında ezilirsin. Kıl kadar bir şuur ile büyük taşları kaldırmak teşebbüsünde bulunma. Mâlikinin izni olmaksızın Onun mülküne el uzatma. Binaenaleyh, gafletle, kendi hesabına bir iş yaptığın zaman, haddini tecavüz etme. Eğer Mâlikin hesabına olursa, istediğin şeyi al ve yap—fakat izin ve meşiet [dilek, arzu] ve emri dairesinde olmak şartıyla. İzin ve meşîetini [dileme, irade, istek] de şeriatından öğrenirsin.

 Remz

Ey şan ve şerefi, nam ve şöhreti isteyen adam! Gel, o dersi benden al.

Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd [köle] ve köle yapar. O belâ ve musibete düşersen, اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ 2 de, o belâdan kurtul.