MESNEVÎ-İ NURİYE – Lâsiyyemalar (48-70)

48

 Lâsiyyemalar

Onuncu Sözün bir cihette esası ve Yirmi Sekizinci Sözün Arabî ikinci makamıdır.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Kâinatın bütün zerratı, [atomlar] müçtemian [toplamış] ve münferiden, lisan-ı acz [acizlik dili] ve fakr ile vücub-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ettikleri Sâni-i Hakîme [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] hamdler, senâlar, şükürler olsun. Ve kâinatın tılsımını açıp, âyâtını keşf ve beyan eden Resulü [Allah’ın elçisi] ile âl ü ashabına ve sair enbiya [nebiler, peygamberler] ve mürselîn [peygamberler] ihvanına [kardeş] ve ibâd-ı sâlihîne salât [namaz] ü selâmlar olsun.

Arkadaş! Tabiat ve esbab, [sebebler] bazı insanlara şükür kapısını kapatıp şirk ve küfür kapısını açmıştır. Halbuki, şirkin temeli sayısız muhalâttan [imkânsız, olmayacak şeyler] kurulmuş olduğundan haberleri yok. O muhalattan bir taneyi beyan edeyim ki, şirkin ne kadar fena bulunduğunu kör gözleriyle görsünler. Şöyle ki:

Şirk sahibi, cehalet sarhoşluğunu terk ve ilim gözüyle küfrüne [inançsızlık, inkâr] baktığı zaman, o küfrü [inançsızlık, inkâr] iman ve iz’an [kesin şekilde inanma] edebilmek için, bir zerre-i vahideye bir ton ağırlığında bir yük yükletmeye ve her zerrede sayısız matbaaları icad edip tabiat ve esbabın eline vermeye ve bütün masnuatta [san’at eseri] bütün san’at inceliklerini tabiata ders vermeye muztar [çaresiz] ve mecbur olur. Zîra, hava unsurundan, meselâ, herbir zerre, bütün nebatlar, [bitki] çiçekler, semereler [meyve] üstünde konup bünyelerinde vazifesini yapmak

49

salâhiyetindedir. [yetki] Eğer bu zerreler, yaptıkları vazifelerde memur olup Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] emir ve iradesine tâbi oldukları kâfirâne inkâr edilirse, o zerre herhangi bir bünyeye girse, o bünyenin bütün cihazatını, keyfiyetiyle teşekkülünü [kendi kendine oluşma] bilmesi lâzımdır. Bu bilginin o zerrede bulunmasını ancak o kâfir itikad [inanç] edebilir.

Maahaza, [bununla birlikte] bir semere, bir şecerenin [ağaç] bir misal-i musağğarıdır. [küçültülmüş nümune] Ve o semeredeki [meyve] çekirdek, o şecerenin [ağaç] defter-i a’mâlidir. [amel defteri] O ağacın tarih-i hayatı [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] o çekirdekte yazılıdır. Bu itibarla, bir semere şecerenin [ağaç] tamamına, belki o şecerenin [ağaç] nev’ine, belki küre-i arza [yer küre, dünya] nâzırdır. Öyleyse, bir semerenin [meyve] san’atındaki azamet-i mâneviyesi, [mânevî büyüklük] arzın cesameti [büyüklük] nisbetindedir. O zerreyi, san’atça hâvi [içeren, içine alan] olduğu o azamet-i mâneviyeyle [mânevî büyüklük] bina eden, arzı haml [yüklenme] ve bina etmekten âciz olmayacaktır. Acaba o kâfir münkir, [Allah’a inanmayan] kalbinde böyle bir küfrü [inançsızlık, inkâr] taşımakla, akıl ve zekâ iddiasında bulunması kadar bir ahmaklık var mıdır?

Arkadaş! Her birşey için iki suret ve şekil vardır:

Biri: Maddiyedir [maddeyle bağlantılı] ki, âdeta bir gömlek gibi, herşeyin vücuduna göre kaderin takdiriyle biçilmiş şu görünen suretlerdir.

Diğeri: Mâkuledir ki, birşeyin yaşadığı bir ömürde mürur-u zamanla [zaman aşımı, zamanın geçmesi] değiştirdiği muhtelif maddî suretlerin içtimâından tasavvur edilen bir suret-i vehmiyedir.

Bir ateşin sür’atle tedvirinden [çekip çevirme] hasıl olan daire-i vehmiye gibi, herşeyin tarih-i hayatını [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] bildiren ve kadere medar [kaynak, dayanak] olan ve mukadderat-ı eşya denilen şu ikinci suret, mâkuledir. Suret-i maddiye itibarıyla herşeyin bir nihayeti, bir gayesi olduğu gibi, suret-i mâneviye itibarıyle de bir nihayeti ve gizli bazı hikmetler için

50

bir gayesi de vardır. Binaenaleyh, herşeyin suret-i maddiyesinde, kudret-i Rabbânî ustadır, kader mühendistir. Suret-i mâneviyesinde ise, kader mistardır, [birşeyin kaynağından çıkmasına yarayan âlet] yani, teşekkülâtın [kendi kendine oluşma] çizgilerini çizer; kudret mastardır, yani o çizgiler üstünde yapılan teşekkülât, [oluşumlar] kudretten sudur [bir şeyden çıkma, olma] eder.

Ey kâfir! Bunu işittikten sonra iyice düşün. Bir zerreye bir terzilik [rezil ve alçak gösterme] san’atını öğretmeye kudretin var mıdır? Kendine hâlık [her şeyi yaratan Allah] ittihaz [edinme, kabullenme] ettiğin tabiat ve esbab, [sebebler] herşeyin muhtelif ve mütenevvi [çeşit çeşit] suretlerini biçip dikmesine kudretleri var mıdır?

Bak, ey gözden mahrum kâfir! Şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] semeresi [meyve] ve kuvvet ve ihtiyarca esbabdan üstün olan insan, terziliğin [rezil ve alçak gösterme] bütün kabiliyetlerini, bilgilerini cem [toplama, bir araya gelme] edip dikenli bir şecerenin [ağaç] âzâlarına uygun bir gömleği dikemez. Halbuki, Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] herşeyin nemâsı zamanında pek muntazam, cedid ve taze taze gömlekleri ve yeşil yeşil hulleleri [Cennet elbisesi] kemâl-i sür’at ve sühuletle [kolaylık] yapar, giydirir. Fesübhânallah! [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi]

Evet, münezzehtir, [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] herşeyin vücudu emrine bağlı olan Allah münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] Herşeyin içyüzü elinde bulunan Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] Bütün mahlûkata merci olan Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak]

Arkadaş! Herbir mevcudun üstünde, Sâni-i Ehad ve Samedin [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] bir sikkesi, [mühür] bir hâtemi olup, o mevcudun Sâni-i Ehad ve Samedin [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] mülkü ve eser-i san’atı [san’at eseri] olduğuna şehadet ediyorlar.

Evet, gayr-ı mütenahi [sonsuz] ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] sikkelerinden [mühür] ve samedâniyet [herşey Kendisine muhtaç olduğu halde, Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmaması] hâtemlerinden, yalnız bahar mevsiminde sahife-i arza darb edilen sikkeye [mühür] bak ki, şu zikredilecek

51

müteselsil [zincirleme] fıkralar, [bölüm] cümleler o sikkeyi [mühür] güneş gibi gösteriyorlar ve izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorlar.

Evet, sahife-i arzda pek garip, hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] bir icad görünüyor. Bu görünen icadın gösterdiği kuvvet ve faaliyeti görmek istersen, şu gelen fıkralara [bölüm] dikkat et:

1. O icad fiili, pek azîm ve geniş bir sehavet-i [cömertlik] mutlakadan geliyor.

2. Bir suhulet-i mutlaka [sınırsız kolaylık] ile bir kuvvet-i mutlakadan çıkıyor.

3. Mutlak bir intizamla, sür’at-i mutlakada [sınırsız hız] meydana geliyor.

4. Mevzun [ölçülü] ve mizan[ölçü] olarak bir vüs’at-i mutlakada [sınırsız genişlik] bulunuyor.

5. Güzel bir eser-i san’at [san’at eseri] olmakla beraber, mutlak bir ucuzlukta görünüyor.

6. Taallûk [ait olma, ilgilendirme] ettiği şeyler pek karışık olmakla beraber, büyük bir imtiyaz-ı mutlak ve adem-i iltibasla yapılıyor.

7. Mahall-i taallûku gayr-ı mütenahi [sonsuz] olmakla beraber, eserlerinde çirkinlik görünmez, ahsen [daha güzel] şekilde husule [meydana gelme] gelir.

8. Efrad [bireyler] ve envâ [tür] arasında, bu’d-u mutlak [sınırsız uzaklık] ile beraber, tevafuk-u mutlak var.

Arkadaş! Bu fıkraların [bölüm] herbirisi tek başına da o sikkeyi [mühür] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmeye kâfidir.

Bakınız, en harika bir sehavetle [cömertlik] en harika bir hüsn-ü san’at, [güzel san’at] muhit bir kudretin hassasıdır.

Ve intizamla beraber harika bir suhulet, [kolaylık] hiçbir şeyden âciz olmayan muhit bir ilim sahibine mahsustur.

Tartılmış gibi gayet mizan[ölçü] olmakla beraber, mu’cizâne bir sür’at-i mutlaka, [sınırsız hız] herşeyi emrine ve kudretine teshir [boyun eğdirme] eden Zâta mahsustur.

Nevilerin pek dağınık bulunmasından, pek geniş bir tasarrrufla harika bir hüsn-ü san’at, [güzel san’at] ilim ve kudretiyle herşeyin yanında bulunan Zâta hastır.

Kesret [çokluk] ve mebzuliyetle [çok bulunan, bol] beraber her ferdin san’at itibarıyla kıymettar olması, sonsuz bir zenginlikle gayr-ı mütenahi [sonsuz] hazinelere malik olan Zâta mahsustur.

52

Efradın [bireyler] ziyadesiyle karışık olmasıyla beraber iltibassız [karıştırmadan] ve fevkalâde imtiyaz ve teşahhuslara [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] mazhar [erişme, nail olma] olmaları, herşeye basîr [gören] ve herşeye şehîd ve herbir fiili kendisini diğer bir fiilden men etmeyen Zâta mahsustur.

Ve keza, arzda dağınık bulunan efrad [bireyler] arasındaki uzaklıkla beraber, suretçe, [şekilce] vücutça, teşkilâtça aralarında husule [meydana gelme] gelen tevafuk, küre-i arz [yer küre, dünya] yed-i tasarrufunda, ilminde, hükmünde, hikmetinde bulunan Zâta mahsustur.

Ve keza, nev’in kesret-i efradıyla [fertlerin çokluğu] beraber her ferdin harikulâde bir hüsn-ü hilkate [yaratılış güzelliği] mâlik olması, Kadîr-i Mutlaka [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] hastır ki, az çok, küçük ve büyük herşey Ona nisbeten birdir.

Geçen fıkraların [bölüm] herbirisinde, herşeyin tek bir Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] sun’u [sanat] ve san’atı olduğuna delâlet eden başka bir âyet daha vardır. Evet, sehavetle [cömertlik] kuvve-i iktisadiye arasında ve sür’atle mizan[ölçü] olmak arasında ve ucuzlukla kıymetli olmak arasında ve karışık olmakla mümtaz [seçkin] bulunmak arasında tezat vardır. Bu zıtları bir fiilinde cem [toplama, bir araya gelme] etmek, ancak kudreti hadsiz bir Sâni-i Kadîre [herşeye gücü yeten ve herşeyi san’atla yaratan Allah] mahsustur.

Hülâsa: [esas, öz] Herbir fıkra, [bölüm] tek başına hâtem-i ehadiyeti [Allah’ın her bir varlıkta birliğini gösteren mührü] izhara [açığa çıkarma, gösterme] kâfi [yeterli] olduğu takdirde, fıkraların [bölüm] heyet-i içtimaiyesi [sosyal yapı] pek zahir bir tarik-i evlâ ile hâtem-i ehadiyeti [Allah’ın her bir varlıkta birliğini gösteren mührü] gösterir. İşte bu izahtan,

وَلَئِنْ سَئَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللهُ * 1

âyet-i kerîmesinin sırrı zahir oldu. Yani, o inatlı münkire, [Allah’a inanmayan] “Hâlık-ı Semavat ve Arz kimdir?” diye sorulduğu zaman, çar [eskiden Rus İmparatorlarına verilen ünvan] u nâçâr, “Allah’tır” diyecektir.

53

Arkadaş! Ulûhiyet, [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] risalet, [elçilik, peygamberlik] ahiret, kâinat arasında hakikatte telâzum vardır. Yani, bunlardan birisinin vücut ve sübutu, [bir şeyin var olması] ötekisinin de vücut ve sübutunu [bir şeyin var olması] istilzam [gerektirme] eder. Birisine iman, ötekisine de imanı icab ettirir.

Evet, meselâ, herbir kelimesi bir kitabı ve herbir harfi bir satırı içerisinde tutan bir kitabın, kâtipsiz vücudu mümkün değildir. Kâinat kitabı da Nakkaş-ı Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları bir nakış halinde yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] bağlıdır. Sarhoş olmayanlar, ancak Nakkaş-ı Ezelîye [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları bir nakış halinde yaratan Allah] iman etmekle kitab-ı kâinata [kâinat kitabı] şahit olabilirler.

Ve keza, pek çok san’at harikalarına ve nakış [işleme] ve ziynetlerin garaibine [tuhaf, hayret verici şeyler] müştemil [içine alan, kapsayan] olan bir binanın bâni ve sânisiz [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücudu mümkün olmadığı gibi, bu âlemin vücudu da Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücuduna tâbidir. Dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sarhoşluğuyla sarhoş olmayanlar, onu bunsuz tasdik edemezler.

Ve keza, deniz ve nehirlerin yüzünde, şemsin aksini gösteren kabarcıklardaki güneşin parıltısı, şemsin vücudunu inkâr etmekle mümkün olmadığı gibi, aklı bozuk olmayanlar için, kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve teceddüd [yenileme] eden şu kâinatın şuhudu, [görme] Bâni ve Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücub-u vücudunun [Allah’ın varlığının zorunlu olması] tasdikiyle olabilir. Çünkü, şu muhteşem kâinatı meşiet [dilek, arzu] ve hikmetiyle tesis ve kaza ve kaderinin düsturlarıyla [kâide, kural] tafsil ve âdetinin kanunlarıyla tanzim ve inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve rahmetinin namuslarıyla tezyin [süsleme] ve esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfâtının cilveleriyle tenvir [aydınlatma] eden, ancak ve ancak Bâni ve Sânidir. [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah]

Evet, Hâlık-ı Vâhid [bir ve tek olan, her şeyin yaratıcısı Allah] kabul edilmediği takdirde, kâinatın zerrat [atomlar] ve mürekkebatı adedince sonsuz ilâhların kabulüne mecburiyet hasıl olur. Ve aynı zamanda, herbir ilâhın şu kâinatı halk etmeye kàdir olması lâzımdır. Çünkü, zîhayatın [canlı] her

54

bir cüz’îsi, [ferdî, küçük] zevilhayatın [canlılar] küllüne, yani umumuna bir fihristedir. Cüz’îyi [ferdî, küçük] halk eden, küllîyi de halk etmeye kàdir olmalıdır.

Ve keza, ziyasız [ışıksız] güneşin vücudu mümkün olmadığı gibi, ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] de tezahürsüz olamaz. Tezahürü ise, irsal-i rusül ile olur.

Ve keza, hadd-i kemâle bâliğ [erişen, ulaşan] olan en yüksek bir cemâlin bilinmesi, görünmesi, gösterilmesi için resullerin [Allah’ın elçisi] tarifi lâzımdır.

Ve keza, kemâl-i cemâle [Cenâb-ı Hakkın cemâl isminin tecellilerindeki kusursuzluk, mükemmellik] bâliğ [erişen, ulaşan] olan kemâl-i hüsn-ü san’at, [mükemmel güzel san’at] resullerin [Allah’ın elçisi] delâletiyle olur.

Ve keza, rububiyet-i âmme, [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi] ubudiyet-i külliye [büyük ve umumî kulluk] ister. Bu da zülcenaheyn resullerin [Allah’ın elçisi] vahdet-i İlâhiyeyi [Allah’ın birliği] halka ilân etmeleriyle mümkün olur.

Ve keza, bir hüsün [güzellik] sahibinin isteği olmasa ve bir ayine bulunmasa ve tarif edici bir şahıs tavassut [vasıta olma, aracılık etme] etmezse, onun hüsnünün [güzellik] görünmesi, gösterilmesi mümkün değildir. Bu da ancak resuller [Allah’ın elçisi] vasıtasıyla olur. Çünkü, resul, [Allah’ın elçisi] ubudiyetiyle [Allah’a kulluk] Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] hüsnüne [güzellik] ayinedir; risaleti [elçilik, peygamberlik] cihetiyle de halka izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve ilân eder.

Ve keza, bir zâtın cevahirle, [cevherler] zîkıymet eşya ile dolu hazinelerini açıp halka göstermek ve arz etmekle o zâtın kudretini, zenginliğini, saltanatını ilân etmek için, ancak o zâtın müsaadesiyle ve iradesiyle emir ve tayin edilmiş bir memur lâzımdır. İşte o memur resuldür. [Allah’ın elçisi]

Arkadaş! Bu sıfatları hâiz, bu vazifeleri en mükemmel görebilecek Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdan başka âlemde bir şahıs yoktur. En câmi, en kâmil, en fâzıl [faziletli, değerli] o zâttır. Tam tamına teşhir, tebliğ, tarif, tavsif, [bir sıfatla niteleme] izhar, [açığa çıkarma, gösterme] ilân eden, o zâttır.

55

Aziz arkadaş! “İman-ı billâh” ile “âhiret imanı” arasındaki telâzuma geldik. Hazır ol, dinle:

Bir sultan, itaat edenlere mükâfat ve isyan edenlere de mücazat [ceza] etmezse, saltanatı inhidama [yıkılma, harab olma] yüz çevirir. Ve keza, bir sultanın sağında lütuf ve merhamet ve solunda kahr [mahvetme, yok etme] ve terbiye lâzımdır. Mükâfat, merhametin iktizasıdır. [bir şeyin gereği] Terbiye de mücâzâtı [ceza] ister. Mükâfat ve mücâzat [cezalandırma] menzilleri âhirettir.

Ve keza, yüksek bir hikmet ve adalet sahibi olan bir sultan, saltanatının şanını kusurdan saklamak üzere, kendisine iltica edenleri taltif [güzellikle muamele etmek] ve hâkimiyetinin haşmetini göstermek için milletinin hukukunu muhafaza eder. Bu cihetlerin mühim bir kısmı âhirette olur.

Ve keza, lebâleb dolu hazinelere mâlik ve sehavet-i [cömertlik] mutlakaya sahip olan bir sultan için umumî ve daimî bir dâr-ı ziyafet [ziyafet yurdu] lâzımdır. Ve ayrı ayrı ihtiyaç sahiplerinin devam ve bekàlarını ister. Bu da ancak âhirette olur.

Ve keza, bir cemâl sahibi, [sonsuz derecede güzellik sahibi, Allah] dâima hüsün [güzellik] ve cemâlini görmek ve göstermek ister. Bu ise âhiretin vücudunu ister. Çünkü daimî bir cemâl, zâil [geçici, yok olucu] ve muvakkat [geçici] bir müştaka râzı olmaz, onun da devamını ister. Bu da âhireti ister.

Ve keza, yardım isteyenlere yardım ve dua edenlere cevap vermek hususunda, pek rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] bir şefkat sahibi olan bir sultan—ki ednâ [basit, aşağı] bir mahlûkun ednâ [basit, aşağı] bir isteğini derhal yapar, verir—elbette bütün mahlûkatın en büyük bir ihtiyacını kemâl-i suhuletle [tam bir kolaylık] yapar. Böyle umumî ve en mühim bir ihtiyaç ancak âhirettir.

Ve keza, icraatından, faaliyetinden anlaşılan pek harika bir ihtişam içinde bir saltanatı varken, milletinin içtimâları için yalnız dar bir misafirhane yapılmış; dâimî olarak milleti istiâb edemez, daima dolar boşalır. Ve bir imtihan meydanı var; her vakit değişir, tebeddül [başkalaşma, değişme] eder. Ve sultanın bazı âsâr-ı san’atına [san’at eserleri] ve

56

ihsanatına [bağış] bazı nümuneler göstermek için meclisleri var; zaman zaman tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] eder. Bu vaziyet, bu dar menzil ve meydan ve meşherden [sergi] sonra daimî bir menzil, sabit saraylar, açık hazineler bulunup ve sakinleri sabit ve daimî kalacaklarına bilbedâhe [açık bir şekilde] delâlet eder.

Ve keza, dikkat sahibi bir sultan ki, milletinin bütün a’mallerini, [ameller, fiiller] ef’allerini, [fiiller, davranışlar] hizmetlerini, hâcetlerini [ihtiyaç] tamamıyla yazar ve yazdırır ve mülkünde cereyan eden herbir hâdise ve herbir vakıanın suretlerini, fotoğraflarını alıp tesbit ve hıfz ederse, elbette bu vaziyet, bir muhasebenin, bir muhakemenin, bir mükâfat ve mücâzâtın [ceza] vukua geleceğine kat’î bir surette delâlet eder.

Ve keza, mükâfat ve mücâzat [cezalandırma] hakkında tekrarla pek çok vaadleri ve tehditleri olursa ve o vaad ü vaîd [Allah’ın azap ve cezayla korkutması] edilen şeyler kudretine ağır gelmezse ve o şeyler raiyeti [halk] için pek ehemmiyetli olursa, elbette söz verdiği şeylerde hilâf [aykırı ve zıt olan] olmayacaktır. Çünkü hulfül-vaad, [sözünden dönme] kudretin izzetine [büyüklük, yücelik] zıttır.

Ve keza, hadd-i tevatüre bâliğ [erişen, ulaşan] olan muhbirlerin ittifak ve icmâlarına [özet] göre, o muhteşem ve azîm saltanatın medarı [kaynak, dayanak] ve cevelangâhı ancak âhiret memleketidir. Bu küçük menziller, meydanlar o azamete daimî bir mekân olamaz. Çünkü, bu gibi zâil, [geçici, yok olucu] mütebeddil [değişken] şeyler, o müstakar [istikrarlı, sabit ve sakin] saltanata makar olamaz.

Evet, o Sultan şu küçük menzilde ve meydanda çok şeyleri, içtimâları, iftirakları [ayrılık] gösteriyor. Fakat, bizzat maksat o şeyler değildir. Ancak âhiretin meydan-ı ekberinde [çok büyük meydan] vukua gelecek hallerin, emirlerin nümunelerini göstermektir. Çünkü, o mahşer-i azîmde yapılacak muameleler, bu küçücük nümunelere göre cereyan edecektir. Demek bu menzilde gösterilen fâni, zâil [geçici, yok olucu] haller, o âlemde bâki ve daimî semereler [meyve] verecektir.

57

Evet, o Sultanın şu fâni menzillerde ve korkunç meydanlarda gösterdiği hikmet, inayet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] adalet, rahmet ve şefkatin fevkinde [üstünde] bir derecenin tasavvuru imkân hâricidir. Elbette bu kadar yüksek ve geniş harika san’atlar, daimî mekânları, sabit meskenleri ve zevalsiz [geçip gitme] sakinleri isterler ki, o büyük hikmet ve adaletin hakikatlerine mazhar [erişme, nail olma] olsunlar. Ve illâ, şu görünen hikmet, inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve merhametin inkârı lâzım gelir. Ve aynı zamanda, bu kadar hikmetinden ve inayetinden [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] zuhur eden fiiller sahibinin—hâşâ!—zâlim, gaddar, sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] olduğuna zehab edilir. Bu ise, inkılâb-ı hakâiki istilzam [gerektirme] eder.

Ve keza, şu muvakkat [geçici] menzillerin saltanat-ı daimeye makar olacak bir şekle gireceğine pek çok deliller, burhanlar [delil] vardır. Maahaza, [bununla birlikte] bu âlemi icad edip öteki âlemi icad etmemek ve bu kâinatı vücuda getirip öteki kâinatı getirmemek, bu dünyayı yaratıp öteki dünyayı yaratmamak imkânı yoktur. Çünkü rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] saltanatı mükâfat ve mücâzatı [cezalandırma] ister.

Ve keza, Sâni-i Âlemin [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] herşeyi içine almış ve herşeyi istilâ ve istiab [içine alma, kaplama] etmiş bir rahmet-i vâsia[Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti] vardır. Validelerin, hattâ bir cihette nebatatın [bitki] evlâdına olan şefkatleri ve küçük, zayıf yavrularının suhulet-i rızıkları, o rahmet deryasından bir katredir. [damla] O bahr-i rahmetin azametiyle, şu fâni dünyada, bu kısa ömürde, şu kadar zahmet ve belâlarla karışık, zâil [geçici, yok olucu] ve gayr-ı sabit [değişken, sabit olmayan] olan şu nimetler ve ebedî bekayı isteyen insanlar arasında münasebet yoktur. Ve aynı zamanda, iade edilmemek üzere zeval, [geçip gitme] nimeti nikmete, [azap, ceza (nimetin zıddı)] şefkati zahmete, muhabbeti musibete ve lezzeti eleme ve rahmeti zıddına kalb eder…

58

Ve keza, âlemde görünen tasarrufattan [dilediği gibi kullanma ve idare etme] anlaşılıyor ki, Sâni-i Âlemin [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] pek yüksek, celâlli, [görkemli, haşmetli, yüce] izzetli [büyüklük, yücelik] bir haysiyeti vardır ki, ubudiyetle [Allah’a kulluk] Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] tâzim [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] etmeyenlerin veya istihfaf [hafife alma] edenlerin te’diplerini, [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] tehir ve imhal [süre verilme] etse bile, ihmal etmez.

Ve keza, o Sultanın emirlerini, nehiylerini [yasak] kıymetsiz görüp imanla imtisal [bağlanma, boyun eğme] etmeyenler ve ibadetle kendilerini sevdirmeyenler ve şükranla hürmette bulunmayanlar için rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ebedî karargâhında elbette bir dâr-ı mükâfat [mükâfat yurdu] ve mücâzat [cezalandırma] olacaktır.

Ve keza, bütün mahlûkatta görünen hüsn-ü san’atlar, [güzel san’at] intizamlar ve ihtimamlardan ve herşeyde takip edilmekte olan maslahat [amaç, yarar] ve faidelerden anlaşılıyor ki, kâinat taht-ı tasarrufunda [tasarrufu altında] bulunan Sâni-i Zülcelâlde [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] pek büyük bir hikmet-i âmme [genel gaye ve fayda; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması] vardır ki, itaat ve iltica edenlerin büyük taltif [güzellikle muamele etmek] ve in’amlara mazhar [erişme, nail olma] olacakları o hikmet-i âmmenin [genel gaye ve fayda; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması] iktizasındandır. [bir şeyin gereği]

Ve keza, görünüyor ki, herşey lâyık mevkiine vaz ediliyor. Ve her hak, hak sahibine veriliyor. Ve her ihtiyaç sahibinin hâceti, [ihtiyaç] istediği gibi yapılır. Ve her sual edenlerin matlupları—bilhassa [istek] istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] lisanıyla veya ihtiyac-ı fıtrî [doğal ihtiyaç] lisanıyla veya ıztırar [çaresizlik] ve zaruret lisanıyla olsun—cevaplandırılıyor. Böyle eserleri görünen bir adalete bir mahkeme-i kübrâ [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] lâzımdır ki, rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] hâkimiyetiyle hukuk-u ibad [kulların hukuku] muhafaza edilsin. Çünkü, fâni olan şu dünya menzili, o büyük adalet-i hakikiyeye [gerçek adalet] mazhar [erişme, nail olma] olamaz. Öyleyse, o büyük Sultan-ı Âdil için bir Cennet-i bâkiye, [devamlı ve kalıcı olan Cennet] bir cehennem-i dâime lâzımdır.

Ve keza, görünüyor ki, bu âlemin Sahibi, yaptığı şu kadar fiillerin delâletiyle, harika bir sehavete [cömertlik] sahip olduğu gibi, nur ve ziya ile dolu güneşler ve meyve ve

59

semereleriyle [meyve] hâmile eşcar [ağaçlar] ve ağaçlar misil[benzer] pek çok hazineleri vardır. Binaenaleyh, bu ebedî sehavet, [cömertlik] tükenmez servet ebedî bir ziyafetgâhı ister ve devam ile muhtaçların da devam-ı vücudunu [varlığın devamı] iktiza [bir şeyin gereği] eder. Zira, nihayet bir sehavet, [cömertlik] harika bir kerem, [cömertlik] daima halka ihsan [bağış] ve in’am [nimet verme] etmek iktiza [bir şeyin gereği] eder. Bu ise, ihsan [bağış] ve in’amlara minnettar ve muhtaç olanların devam-ı vücutlarını [varlığın devamı] ister.

Ve keza, şu mu’cizeli ve hikmetli ef’âl-i kerîmânenin [cömertçe ve iyilikle yapılan işler] tezahüratından anlaşılıyor ki, Sâni-i Fâilin pek gizli kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] vardır. Ve daima o kemâlâtı, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] enzar-ı âleme [bütün âlemin gözü önünde] arz ve teşhir etmek ister. Çünkü, daimî bir kemâl, [eksiksiz ve mükemmel olma] daimî bir tezahürle takdir edicilerin devam-ı vücutlarını [varlığın devamı] iktiza [bir şeyin gereği] eder. Çünkü, adem-i mutlaka [sınırsız tam bir yokluk] namzet [aday] olan insan, kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] kıymet vermez ve istihsan [beğenme, güzel bulma] ve takdire bedel istiskal ve tahkir [aşağılama] eder.

Ve keza, bu güzel, müzeyyen, [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] münevver [aydın] masnûatın Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] için mücerred [bekar] mânevî bir cemâl vardır. Ve Onun, o mahfî [gizli] hüsün [güzellik] ve cemâl için pek çok mehâsin [güzellikler] ve letâifi [duygular] vardır ki, kısa akıllarımızla idrak edemeyiz. Ezcümle, o cemâlin kesif [katı] ayinelerinden biri sath-ı arzdır. [yeryüzü] Bu sath-ı arz [yeryüzü] her asırda, her mevsimde, her vakitte daima tecellî etmekte olan o cilvelerin gölgelerini teşhir, tavsif, [bir sıfatla niteleme] ilân ve izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder.

Ve keza, hakaik-i sabitedendir [sabit gerçekler] ki, yüksek bir cemâl sahibi, [sonsuz derecede güzellik sahibi, Allah] bizzat kendi gözüyle ve bilvasıta [vasıtayla, dolaylı olarak] başkasının gözüyle, cemâlini ve cemâlinin inceliklerini görmek istiyor. Binaenaleyh, cemâl sermedî [daimi, sürekli] ve dâim olursa, behemehal [her durumda, ne olursa olsun, mutlaka] onun inceliklerini gösteren ayinelerinin de ebedî ve dâimî olması zarurîdir. Çünkü, bâki

60

bir hüsn [güzellik] fâni bir müştaka razı olamaz. Ve zâil [geçici, yok olucu] ve fâni bir âşıkın, ebedî ve bâki olan mahbubuna muhabbeti adavete [düşmanlık] kalb olur. Evet insan, eli veya fehmi yetişmediği güzel birşeyi, kendisini tesellî için takbih [çirkinlikle niteleme, çirkin bulma] eder. Bu itibarla, bu âlem Sâni’i istilzam [gerektirme] ettiği gibi, Sâni’ de âlem-i âhireti [âhiret âlemi] istilzam [gerektirme] eder.

Ve keza, bu âlemin Sâni‘inde [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] pek rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] bir şefkat vardır. Zîra görüyoruz ki, bu âlemde yardım isteyen bir musibetzedeye kemâl-i sür’atle [çok hızlı] yardım ediliyor. Dergâh-ı izzete iltica eden kurtuluyor. Sual eden sâillerin [soru soran] istekleri veriliyor. En âdi bir zîhayatın [canlı] sesi işitiliyor ve hâceti [ihtiyaç] kabul ediliyor. İşte böyle bir şefkat sahibi, nev-i beşerin en büyük, en lâzım, en zarurî, şedit [çok şiddetli] bir hâceti [ihtiyaç] hakkında, bütün insanlar namına yaptığı duada istediği Cenneti ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve ba’sü ba’del mevti yapacaktır. Bilhassa, o reis-i muhteremin şu umumî duasına, bütün zevilhayat, [canlılar] bütün mahlûkat “Âmin! Âmin!” diyorlar.

Bak, o zât öyle bir maksat, öyle bir gaye için saadet isteyip dua ediyor ki, insanı ve bütün mahlûkatı, esfel-i sâfilîn [aşağıların aşağısı] olan fenâ-yı mutlaka [kesin yokoluş] sukuttan, [alçalış, düşüş] kıymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyetten, [anlamsızlık] âlâ-yı illiyîn olan kıymete, bekàya, ulvî vazifeye, mektubat-ı Samedâniye [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] olması derecesine çıkarıyor.

Bak, hem öyle yüksek bir fîzar[ağlayıp inleme] istimdatkârâneyle [medet isteme] istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâneyle [rahmet dilercesine dua] yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata, [var edilenler, varlıklar] semâvâta, arşa işittirip, vecde [coşku] getirip, duasına “Âmin, Allahümme, âmin!” dedirtiyor.

Acaba bütün benî Âdemi [Âdemoğlu, insan] arkasına alıp, şu arz üstünde durup, Arş-ı Âzama [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] müteveccihen [yönelen] el kaldırıp, nev-i beşerin hülâsa-i ubudiyetini câmi

61

hakikat-i ubudiyet-i Ahmediye (a.s.m.) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insan [insanlığın şerefi] ve ferîd-i kevn ü zaman [zaman ve varlığın bir tanesi] olan Fahr-i Kâinat [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.)] ne istiyor, dinleyelim. Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] istiyor, bekà istiyor, Cennet istiyor. Hem mevcudat [var edilenler, varlıklar] ayinelerinde cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyeyle [Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri] beraber istiyor, o esmâdan şefaat talep ediyor, görüyorsun.

Eğer, âhiretin hesapsız esbab-ı mucibesi, [bir şeyi gerektirici sebepler] delâil-i vücudu olmasaydı, yalnız şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahîmin [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına sebebiyet verecekti. Demek, nasıl ki, o zâtın risaleti, [elçilik, peygamberlik] şu dâr-ı imtihanın [imtihan yeri] açılmasına sebebiyet verdi, لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] oldu; onun gibi, ubudiyeti [Allah’a kulluk] dahi, öteki dâr-ı saadetin [mutluluk yeri; Cennet] açılmasına sebebiyet verdi.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى ذٰلِكَ الْحَبِيبِ الَّذِى هُوَ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ وَفَخْرُ الْعَالَمَيْنِ وَحَيَاةُ الدَّارَيْنِ وَوَسِيلَةُ السَّعَادَتَيْنِ وَذُو الْجَنَاحَيْنِ وَرَسُولُ الثَّقَلَيْنِ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَعَلٰى اِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ، اٰمِينَ * 2

Ve keza, bu âlemin geliş ve gidişatında ve bütün mahlûkatın bir hedefe sevkinde ve semâvî, süflî [alçak] bütün ecramın [büyük cisimler] bir kudrete bağlı ve musahhar [boyun eğdirilmiş] olmasında pek büyük bir saltanat eseri görünüyor. Ve bundan anlaşılıyor ki, bu mevcudatta [var edilenler, varlıklar] tasarruf eden Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] azîm rububiyetinde [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] harika bir saltanatı vardır. Halbuki, bu

62

dünya menzili tahavvülâta, [başka bir hâle geçme, dönüşme] zevale [geçip gitme] mâruzdur. Sanki misafirler için yapılmış bir handır ki daima dolup boşalıyor. Ne kendisinin sabit bir şekli vardır ve ne de içinde oturanların bir kararı vardır. Ve Sâni-i Âlemin [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] garip ve acip san’atlarının nümunelerini teşhir ve ilân için tahavvülden [başka bir hâle geçme, dönüşme] hâli [boş] kalmayan bir meşherdir. [sergi] Bu itibarla o handa ve o meşherde [sergi] içtimâ eden insanlar sabit kalacak değiller. Çünkü meskenleri sâbit değildir.

İşte bu hal ve şu vaziyet, bu fâni menzilden sonra o sermedî [daimi, sürekli] saltanata karargâh olmak üzere, sabit, bâkî, ebedî, sermedî [daimi, sürekli] saadetlerin, Cennetlerin ve sarayların olacağına kat’î bir delâletle şehadet eder. Çünkü, fâni, bâkiye makam ve medar [kaynak, dayanak] olamaz. Evet, bir melikin [hükümdar] gelip giden misafirleri için yolda yaptığı şu menzile ve o menzilde oturan misafirlere bakıldığı zaman görülüyor ki, milyonlarca lirayla yapılan o menzil, pek az bir zaman içindir. Ve ondaki ziynetler, kıymetli şeyler, hep suret ve örneklerdir. Ve misafirler o nefis taam [gıda, yiyecek] ve yemeklerin yalnız tadına bakıp, karınlarını doyuracak derecede yemiyorlar. Ve herbir misafir, hususî makinesiyle o menzildeki zînetlerin resimlerini alırlar. Ve melikin [hükümdar] de gizli memurları onların bütün harekât, ef’al [fiiller, davranışlar] ve muamelelerini yazıyorlar. Ve o melik [hükümdar] her mevsimde milyonlarca o ziynetleri, o güzel şeyleri yeni gelecek misafirler için tahrip ve tecdit [yenileme] ediyor. Ve hakeza, pek çok garip ve acip şeyler görünüyor.

İşte bu vaziyet gösterir ki, o muvakkat [geçici] menzil sahibinin pek yüksek kıymetli menzilleri, daireleri ve ebedî, sermedî [daimi, sürekli] sarayları vardır. Bu küçük menzilde görünen şeyler, haller, misafirleri ebedî menzillerdeki yüksek şeylere teşvik için gösterilen nümunelerdir.

Kezalik, [böylece, bunun gibi] bu dünya menzilinin ve içinde oturan insanların ahvâline [haller] dikkat edilirse anlaşılıyor ki, bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ebedî ve sermedî [daimi, sürekli] olan Dârüsselâm [esenlik yurdu, Cennet] menziline dâvetlisi olan mahlûkatın içtimaları [bir araya gelme, toplanma] için bir han ve bir bekleme salonudur. Bu dünya menzilinde görünen leziz şeyler, lezzet ve zevk için değildir. Çünkü, visallerinin [kavuşma] lezzeti, firaklarının [ayrılık] elemine mukabil gelmez.

63

Maahaza, [bununla birlikte] o lezzetlerden hiç kimse tam mânâsıyla muradına nail olamaz. Ya o lezzetlerin ömürleri kısa olur veya insanın ömrü kısa olduğundan muradına yetişemez. Ancak, o lezzetler ve o nefîs şeyler ibret ve şükre sevk içindir. Çünkü, onlar Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ehl-i iman [Allah’a inanan] için Cennetlerde ihzar [hazırlama] ettiği hakikî nimetlere nümunelerdir.

Ve o müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] masnuat-ı fâniye, [gelip geçici olan sanat eseri varlıklar] fena ve adem [hiçlik, yokluk] için değildir. Ancak, onların suretleri ve misalleri, mânâları, neticeleri alınır; âlem-i bekàda, [devamlı ve kalıcı âlem] ehl-i bekà [bâkî olanlar, sonsuza dek yaşayanlar] için ebedî manzaraların yapılmasına medar [kaynak, dayanak] olurlar. Yahut ebedî âlemde Sâni-i Ebedî istediği şekillere sokar. Çünkü, o masnûat, bekà içindir. Onların o zahirî ölüm ve fenâları, vazifelerinden terhistir, idam [hiçlik, yokluk] değildir.

Evet, onların ölümleri fena olsa bile, yalnız bir cihetten fenaya gider, çok cihetlerden bâki kalır. Meselâ, kudret-i Ezeliyyenin yarattığı şu gül çiçeğine bak: Evet, nasıl bir kelime ağızdan çıkar çıkmaz zahiren fenaya giderse de, Allah’ın izniyle kulaklarda, kâğıtlarda, kitaplarda milyonlarca timsalleri [görüntü] kaldığı gibi, akıllarda da akıllar adedince mânâları kalır. Kezalik, [böylece, bunun gibi] o gül kısa bir zamanda vazifesi tamam olur olmaz solar, ölür, gider. Amma onu gören bütün insanların kuvve-i hafızalarında [bellek, hafıza duyusu] ve halefiyle hâmile olan tohumlarında suretleri, mânâları bâkidir. Demek, o gülün tohumu olsun, kuvve-i hafızalar [bellek, hafıza duyusu] olsun, o gül çiçeğinin suretini, ziynetini, menzilini hıfz için sanki birer fotoğraf ve bekàsı için birer menzildir.

Ey arkadaş! İnsan da başıboş, serseri, sahipsiz bir hayvan değildir. Ancak, onun da bütün harekât ve ef’âli [fiiler, davranışlar] yazılıyor, tesbit ediliyor. Ve a’mâlinin [ameller, işler] neticeleri hıfzediliyor ki, muhasebe-i kübrâda ona göre derece alsın. Hülâsa, [esas, öz] her güz mevsiminde yapılan tahribat, gelecek bahar mevsimlerinde gelen yeni misafirler için yer tedarik etmek ve bir nevi terhis ve izinlerdir.

64

Ve keza, bu âlemde tasarruf eden Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] öyle bir kitab-ı mübîni [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] vardır ki, ne küçük ve ne büyük, o kitapta yazılıp hıfz edilmemiş hiçbir şey yoktur. O kitabın maddelerinden âlemde görünen yalnız nizam ve mizan [ölçü] maddelerine bak:

Evet, görüyoruz ki, herhangi muvazzaf bulunan birşey, vazifesinden terhis edilmekle daire-i vücuttan [varlık dairesi] çıkarsa, Fâtır-ı Hakîm [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] onun çok suretlerini levh-i mahfuzlarda [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] tesbit eder. Ve tarih-i hayatını, [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] tohumunda ve neticesinde nakşeder ve pek çok gaybî ayinelerde ibkà [bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme] eder. Meselâ, bir şecere, [ağaç] meyvesiyle hâmile olduğu gibi, tohumu da meyveyle hâmiledir. Demek, ağacın bünyesinde semeresi [meyve] mevcut olduğu gibi, tohumunda da semere mevcuttur. Ve keza, vücuttan çıkmış pek çok şeyler, insanın kuvve-i hâfızasında [hafıza duyusu, bellek] mevcut kalır.

İşte bu misallerden hıfz ve hafîziyet [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] kanunu ne derece ihata[herşeyi kuşatma] olduğu anlaşıldı. Evet, bu mevcudatın [var edilenler, varlıklar] sahibi pek büyük bir ihtimamla mülkünde cereyan eden herşeyi taht-ı hıfz ve muhafazasına almıştır. Ve hâkimiyetinin muhafazası için sonsuz bir dikkati vardır. Ve rububiyetinde [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] tam bir intizam ve saltanat vardır ki, ednâ [basit, aşağı] bir hadiseyi, âdi bir hizmeti yazar ve yazdırır.

İşte bu derece ihatalı, [herşeyi kuşatma] ihtimamlı bir hıfz kanunu, elbette âlem-i âhirette [âhiret âlemi] yapılacak bir divan-ı muhasebata bakar. Şu muhafaza kanunu, bütün eşyada câri olduğu gibi, mahlûkatın en eşrefi [en şerefli] olan insana da şâmildir. [içine alan] Çünkü, insan Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ait şuûnat [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ve ahvâline [haller] şahittir. Ve mahlûkatın cemaatleri içinde, Allah’ın birliğine dellâldır. [davetçi, ilan edici] Ve mevcudatın [var edilenler, varlıklar] tesbihatına müşahit ve hilâfet-i kübrayla tekrim [saygı gösterme] ve teşrif [şeref verme] edilmiştir. İnsan bu keramete, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bu şerefe nail

65

olduğu halde, kendisini başıboş ve gayr-ı mes’ul zannetmesin. Onun da divan-ı muhasebatta pek karışık hesapları vardır. Ondan kurtulduktan sonra, müstehak olduğu yere gidecektir.

Evet, Kudret-i ezeliyeye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] nisbetle, ölümden sonra haşrin gelmesi, güzden sonra baharın gelmesi gibidir. Evet, nebatat [bitkiler] gibi insanın da bir güzü, bir de baharı vardır. Evet, geçmiş zamanda vukua gelmiş olan mu’cizat-ı kudret, [Allah’ın kudret mu’cizeleri] Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bütün imkânat-ı istikbaliyeye kadir olduğuna kat’î şahit ve burhanlardır. [delil]

Ve keza, bu âlemin mâliki, kendi kudretine pek kolay ve pek ehven [kolay] ve ibâdına fevkalâde mühim ve pek şedidü’l-ihtiyaç [şiddetli] olan haşrin tekrar be tekrar vaadinde bulunmuştur. Malûmdur ki, hulfül-vaad, [sözünden dönme] kudretin izzetine, [büyüklük, yücelik] rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] merhametine zıttır. Zira, vaadin hilâfını yapmak, cehlin veya aczin alâmetidir. Bu ise, Kadîr-i Mutlak, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] Hakîm-i Mutlak [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] olan zâta muhaldir.

Maahaza, [bununla birlikte] insanların haşri nebatatın [bitki] haşri gibidir. Bunu gören onu nasıl inkâr eder? Haşrin icadına olan vaadi ise, bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] tevatürüyle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] ve büyük insanların icmâıyla sabit olduğu gibi Kur’ân-ı Kerîmin lisanıyla da sabittir.

Ezcümle,

اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لاَرَيْبَ فِيهِ وَمَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللهِ حَدِيثًا * 1

olan âyet-i kerime, büyük bir şiddet ve kuvvetle haşrin icadına söz veriyor. Fakat, bazı insan pek nankördür ki, bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] sıdkına [doğruluk] ve hak olduğuna

66

delâlet ettiği o Mâlikü’l-Mülkün [bütün mülkün gerçek sahibi Allah] sözlerini tasdik etmez, kendi hezeyanına [boş söz, saçmalama] ve ahmaklığına itimat eder.

Ve keza, bu âlemde pek ihtişamlı bir rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] âsârıyla [eserler/asırlar] şâşaalı bir saltanatın şuâları görünmektedir. Evet, görüyoruz ki, koca arz, sekenesiyle [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] beraber, ehlî, zelil, [aşağılanan] mûtî bir hayvan gibi o rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] emri altında beslenir. Güzde ölmesi, baharda dirilmesi ve bir Mevlevî gibi raks ve hareketi ve sair bütün işleri o emre tâbi olduğu gibi, şemsin de seyyaratıyla [gezegenler] tanzim ve teshiri [boyun eğdirme] ve sair vaziyetleri o emre bağlıdır. Halbuki, azametli şu rububiyet-i sermediye ve bu saltanat-ı ebediye şöyle zayıf, zâil, [geçici, yok olucu] muvakkat [geçici] temeller ve esaslar üzerine bina edilemez. Ve bu mütebeddil, [değişken] belâlı, kederli, fâni dünya üzerine kaim [ayakta duran] olamaz. Ancak, bu dünya o azametli rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] pek azîm ve geniş dairesi içinde insanları tecrübe ve imtihan, kudretin mu’cizelerini teşhir ve ilân için kurulmuş muvakkat [geçici] bir menzildir ki, tahrip edilip pek muazzam, geniş, ebedî ve bâki bir âleme cüz olmak için tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edilecektir. Binaenaleyh, bu tebeddülât [başkalaşma, değişme] ma’razı olan âlemin Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] için, diğer tagayyürsüz, [değişmeyen, sabit] sabit bir âlemin vücudu zarurîdir.

Maahaza, [bununla birlikte] zahirden hakikate geçen ervah-ı neyyire ashabı ve kulûb-u münevvere aktabı ve ukul-ü nuraniye erbabı ve kurb-u huzur-u [huzura yakınlık] İlâhîde dahil olanlar, o Zât-ı Zülcelâlin, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] mûtîler için bir dâr-ı mükâfat [mükâfat yurdu] ve âsiler için bir dâr-ı mücâzat ihzar [hazırlama] ettiğini ve pek metin [sağlam] vaadlerle şedit [çok şiddetli] tehditleri olduğunu kat’î ihbar ediyorlar.

67

Malûmdur ki, vaadleri ifa etmemek bir züldür. Hâlık-ı Âlem [âlemin yaratıcısı Allah] züll ve zilletlerden [alçaklık] münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] Ve aynı zamanda, o hakikati ihbar eden ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliya ve asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] cemaatlerine kâinat bütün âyâtıyla, kelimatıyla, [ifadeler, sözler] zâhir olarak ihbarlarını teyid ve takviye ediyor. Ey insan! Bu haberden daha doğru bir haber ve bu sözden daha doğru bir söz var mıdır?

Ve keza, bu âlemin mutasarrıfı, [dilediği gibi idare eden] dar ve muvakkat [geçici] şu arz meydanında, âlem-i âhiretin [âhiret âlemi] büyük meydanının çok misallerini, nümunelerini her vakit gösteriyor.

Ezcümle: Bahar mevsiminde arzın sathında [bir şeyin üstü, dış yüzü] yapılan nebatî [bitkisel] haşirlere dikkat lâzımdır. Evet, altı gün zarfında, o karışık nebatatın [bitkiler] tohumlarından ölmüş, çürümüş, kaybolmuş olan cesetleri galatsız, [hatasız, yanlışsız] haltsız kemâ fi’s-sâbık inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ve iâde etmekle, arz meydanında nebatî [bitkisel] haşirleri yapan kudret, semâvat ve arzı altı günde halk etmesinden âciz değildir. Ve o kudrete nazaran göz işareti kadar kolay olan haşr-i insanîyi yapmamak imkânı var mıdır? Evet, haşr-i nebatîde kelimeleri, yazıları tamamen silinmiş üç yüz bin kadar sahifeleri, birlikte, bilâhalt ve bilâgalat, kısa bir zamanda eski yazılarını iâde eden bir kudrete tek bir sahifeden ibaret bulunan haşr-i insanî ağır gelir mi? Hâşa!

İşte o kudret sahibi, lisan-ı Kur’ân‘la [Kur’ân dili] emrettiği,

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْىِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْىِ الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 1

âyet-i kerimesi bu meselenin hakikat olduğuna sarahatle [açıklık] şehadet ediyor.

Ey aziz arkadaş! Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şu tasarrufatından [dilediği gibi kullanma ve idare etme] ve şuûnatından [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] anlaşıldı ki,

68

arz meydanında yapılan nebatî [bitkisel] haşirler ve neşirler ve sair içtimâ ve iftiraklar [ayrılık] maksud-u bizzat [asıl gaye] değildir. Çünkü, öteki âlemin meydan-ı kebîrinde yapılan o büyük ve mühim ihtifallerle [merasim] kısa bir zamanda yapılan şu cüz’î, [ferdî, küçük] gayr-ı sabit [değişken, sabit olmayan] bu semereler [meyve] arasında münasebet yoktur. Ancak bu cüz’î [ferdî, küçük] semereler, [meyve] birtakım misal ve nümunelerdir ki, bunların suret ve neticelerine o mecma-i kebirde muameleler tatbik ve icra edilsin. Demek bu fâni şeylerin suretleri, o âlemde bâki semereleri [meyve] meyve verecektir.

Ve keza görüyoruz ki, Sâni-i Sermedî, [zaman üstü ve yüce olmakla beraber her şeyi san’atla yaratan Allah] Sultan-ı Ebedî, şu inhidama [yıkılma, harab olma] meyyal [meyilli] menzillerde ve zevale [geçip gitme] mahkûm meydanlarda öyle bir hikmet-i bâhirenin [ap açık hikmet] ve bir inayet-i zahirenin ve bir adalet-i âliyenin [yüksek adalet] ve bir merhamet-i câmianın âsârını [eserler/asırlar] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyor ki, kalbi paslanmamış, gözü kör olmamış bir insan, aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] ile anlar ki, o hikmetten daha ekmel [daha mükemmel] bir hikmet olamaz. Ve o âsârı [eserler/asırlar] görünen inayetten [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] daha ecmel [daha güzel] bir inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] kabil [mümkün] değil. Ve o emârâtı [belirtiler, işaretler] görünen adaletten daha ecell [daha büyük] bir adalet yoktur. Ve o semeratı [meyve] görünen merhametten daha eşmel [daha kapsamlı] bir merhamet tasavvur edilemez. Öyleyse, o Sultanın memleketinde daimî mekânlar, sâbit meskenler, daimî ve mukim [ikamet eden, oturan] sakinler bulunmazsa, şu görünen hikmet, inayet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] merhamet ve adaletin, kalb ve fikir sahiplerince inkârları lâzım gelir. Ve aynı zamanda o ef’âl-i hakîme sahibinin—hâşa!—sefih, zâlim olmasını istilzam [gerektirme] eder. Bu ise, hakikati zıddına kalb eden bir muhaldir.

Ey sözlerimi dinleyen arkadaş! Haşrin vücuduna ve vukuuna dair delillerin, şu zikredilen kısma, emârelere münhasır olduğunu zannetme. Kur’ân-ı Kerimin

69

gösterdiği gayr-ı mütenahi [sonsuz] emârelerden istihraç [çıkarma] edilen hakikat şudur ki: Hâlıkımız, [her şeyi yaratan Allah] şu muvakkat [geçici] dünya meşherlerinde [sergi] daimî olan rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] sabit karargâhına bizleri nakledecektir. Ve bu seyyal [akıcı] memleketi sermedî [daimi, sürekli] bir memlekete tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edecektir.

Ve yine zannetme ki, haşir ve âhireti iktiza [bir şeyin gereği] eden, Esmâ-i Hüsnâdan [Allah’ın en güzel isimleri] yalnız Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Rahîm, Âdil, Hafîz isimleridir. Belki, kâinatın tedbiriyle alâkadar olan herbir isim, âhiret ve haşri iktiza [bir şeyin gereği] eder.

Hülâsa: [esas, öz] Haşir meselesi öyle bir hakikattir ki, celâliyle, cemâliyle, esmâsıyla Hâlık-ı Zîşan, bütün kütüb-ü semâviyeyle [vahye dayanan kutsal kitaplar] enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliya ve asfiyanın [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] icmâlarını [özet] tazammun [içerme, içine alma] eden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] ve Fahr-i Kâinat [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.)] Hazret-i Muhammed (a.s.m.), ekmelü’l-halk [daha mükemmel] ve eşrefü’l-insan, [en şerefli] haşrin geleceğine ittifakla hükmettikleri gibi, şu kâinat dahi, bütün âyatıyla ve kelimatıyla [ifadeler, sözler] haşrin vücut ve icadına şehadet ediyor. Hattâ herbir cüzün, cüz’î [ferdî, küçük] olsun küllî olsun, cüz olsun küll olsun, iki veçhi vardır. Bir vecihle [yön] Hâlıka bakar, vahdaniyete [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] delâlet eder. Diğer vecihle [yön] de âhirete nâzırdır ki, haşrin, âhiretin vücutlarını ister.

Meselâ, bir insan kendi vücuduyla, hüsn-ü san’atıyla [güzel san’at] Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] delâlet ettiği gibi, âmâl ve istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ebede kadar uzandığı halde pek sür’atle ölüm ve zevali, [geçip gitme] âhiretin vücuduna delâlet eder. Bütün mevcudatta [var edilenler, varlıklar]

70

görünen intizam-ı hikmet, tezyin-i inayet, taltif-i [güzellikle muamele etmek] rahmet, tevzin-i [(sahiplerine) dağıtma] adalet, Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] vücut ve vahdetine [Allah’ın birliği] şahit oldukları gibi, âhiretin ve saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] de icad ve vücutlarına delâlet ederler.

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ اَهْلِ السَّعَادَةِ وَاحْشُرْنَا فِى زُمْرَةِ السُّعَدَۤاءِ وَاَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ السُّعَدَاءِ بِشَفَاعَةِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ فَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلٰۤىاٰلِهِ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَبِحُرْمَتِهِ اٰمِينَ اٰمِينَ اٰمِينَ * 1