MESNEVÎ-İ NURİYE – On Dördüncü Reşha (298-305)

298

 Mu’cize-i Kübradan birkaç katreyi [damla] tazammun [içerme, içine alma] eden

On Dördüncü Reşha [sızıntı]

BİRİNCİ KATRE: [damla] Nübüvvet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) ispat eden deliller ne tâdât [sayma] ve ne tahdit edilemez. Ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] ve yüksek insanlarca, beyanları hakkında yapılan tasnifler pek çoktur. Acz ve kusurum ile Şuâat adlı eserimde o şemsin bazı şuâları beyan edildiği gibi, Lemeat [parıltılar] adlı ikinci bir eserimde Kur’ân’ın i’câz [mu’cize oluş] dereceleri, kırka iblâğ edilmiştir. Ve o vücuh-u i’câzdan [mu’cize olma yönleri] belâgat-i nazmiyeye ait bir vecih [yön] de İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] nâm eserimde beyan edilmiştir. İştihası olanlara o üç kitabı tavsiye ediyorum.

İKİNCİ KATRE: [damla] Geçen derslerden anlaşıldığı üzere, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın, [gökleri ve yeri yaratan Allah] nev-i beşerin ıslâh ve terbiyesi için inzâl ettiği Kur’ân’ın pek çok vazife ve makamları vardır.

Evet, Kur’ân kâinatın bir tercüme-i ezeliyesidir. [ezelî tercüme] Ve kâinatın kendi lisanlarıyla okudukları âyât-ı tekviniyenin [yaratılışa ait âyetler, deliller] tercümanıdır. Ve şu kitab-ı âlemin [âlem kitabı, kâinat] tefsiri olduğu gibi, arz, semâvat sahifelerinde müstetir [gizli, örtülü] Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] definelerini keşşaftır. [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] Ve şu âlem-i şehadete [görünen alem] âlem-i gaybdan [gayb âlemi, görünmeyen âlem] bir lisandır. Ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] güneşi olduğu gibi, âlem-i âhiretin [âhiret âlemi] de haritasıdır. Ve Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zâtına, sıfâtına,

299

esmâsına, şuûnatına [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] bir burhan [delil] ve bir tercümandır. Ve keza, nev-i beşerin şeriat kitabı, hikmet kitabı, dua kitabı, dâvet kitabı, ibadet kitabı, emir kitabı, zikir kitabı, fikir kitabı olmakla, zahiren bir kitap şeklinde ise de, ihtiva ettiği fünun [fenler, bilimler] ve ulûm [ilimler] cihetiyle binlerce kitap hükmündedir.

ÜÇÜNCÜ KATRE: [damla] Tekrarat-ı Kur’âniyedeki [Kur’ân’daki tekrarlar] i’câzın [mu’cize oluş] bir lem’asını [parıltı] beyan zımnında [iç] altı noktadan ibarettir.

Birinci nokta: Kur’ân bir zikir kitabı, bir dua kitabı, bir dâvet kitabı olduğuna nazaran, sûrelerinde vukua gelen tekrar, belâgatça [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] ayn-ı isabet ve ayn-ı hikmettir. [hikmetin kendisi] Çünkü, zikir ve duadan maksat sevaptır ve merhamet-i İlâhiyeyi [Allah’ın bütün varlıklara yönelik şefkati] celb [çekme] etmektir. Malûmdur ki, bu gibi hususlarda fazlasıyla tekrar lâzımdır ki, o nisbette sevap kazanılsın ve merhamet celb [çekme] edilsin. Hem de zikrin tekrarı kalbi tenvir [aydınlatma] eder. Duanın tekrarı bir takrirdir. [yerleştirme] Dâvet dahi, tekrarı nisbetinde tesiri, tekidi [kuvvetlendirme] vardır.

İkinci nokta: Kur’ân bütün beşerin tabakatına hitap ve deva olduğu için, zeki-gabî, takî-şakî, zâhid-gayr-ı [takvâ sahibi olan; nefsî isteklerden uzak kalan] zâhid, [takvâ sahibi olan; nefsî isteklerden uzak kalan] bütün insan tabakaları şu hitab-ı İlâhiyeye [Cenâb-ı Hakkın olan hitabı] mazhar [erişme, nail olma] ve bu eczâhane-i Rahmâniyeden ilâç almaya hakları vardır. Halbuki, Kur’ân’ı tamamen ve daima okumak herkese müyesser değildir. Bunun için, lüzumlu olan maksatlar, hüccetler [delil] bilhassa uzun sûrelerde tekrar edilmiştir ki, herbir sûre hemen hemen bir küçük Kur’ân hükmünde olsun ki, herkes suhuletle [kolaylıkla] istediği vakit istediği sûreyi okumakla tam Kur’ân’ın sevabını kazanabilsin. Evet, وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْاٰنَ لِلذِّكْرِ 1 olan âyet-i kerime bu hakikatı ispat ediyor.

300

Üçüncü nokta: Cismanî ihtiyaçlar vakitlerin ihtilâflarıyla tebeddül [başkalaşma, değişme] eder, noksan ve fazlalaşır. Meselâ, havaya olan ihtiyaç her anda var. Suya olan ihtiyaç, midenin harareti zamanlarında olur. Gıdaya olan hâcet, [ihtiyaç] her günde olur. Ziyaya olan ihtiyaç, alelekser [çoğunlukla] haftada bir defa lâzımdır. Ve hâkezâ…

Kezalik [böylece, bunun gibi] mânevî ihtiyaçlar da vakitleri muhtelif ve mütefavittir. [birbirinden farklı] Her anda Allah kelimesine ihtiyaç vardır. Her vakit Besmeleye, her saatte Lâ ilâhe illallâh’a ihtiyaç vardır. Ve hâkezâ…

Binaenaleyh, âyetlerin, kelimelerin tekrarı, ihtiyaçların tekrarından ileri geliyor. Ve keza, o gibi hükümlere olan ihtiyacın şiddetine işarettir.

Dördüncü nokta: Bilirsiniz ki, Kur’ân bu metin [sağlam] din-i azîmin esasatını [esaslar] ve İslâmiyetin erkânını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] tesis ettiği gibi, içtimâat-ı beşeriyeyi tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eden bir kitaptır. Mâlumdur ki, müessis [tesis eden, kuran] olan zât, vaz ettiği esasları güzelce yerleştirmek için tekrarlara çok ihtiyacı olur. Evet, tekrar edilen şey sabit kalır, takarrur [karar bulma] eder, unutulmaz.

Ve keza, Kur’ân beşerin muhtelif tabakalarından kàlî [sözle] veya hâli [boş] yapılan suallere lâzım olan cevapları veren umumî bir mürşîd-i mucîbdir. Malûm ya, sual tekerrür ederse cevap da tekerrür eder.

Beşinci nokta: Bilirsiniz ki, Kur’ân pek büyük meselelerden bahseder. Ve kalbleri iman ve tasdike dâvet eder. Ve çok ince hakikatlerden bahis açar. Akılları, mârifete, [Allah’ı tanıma, bilme] dikkate tahrik eder. Binaenaleyh o mesâilin, [meseleler] o ince hakaikin, [doğru gerçekler] kalblerde, efkârda [fikirler] tesbit ve takriri [yerleştirme] için suver-i muhtelifede türlü türlü üslûplarla tekrara ihtiyaç vardır.

Altıncı nokta: Bilirsiniz ki, her âyet için bir zahir var, bir bâtın var; bir had var, bir muttala[çıkış, doğuş noktası; ıttıla olunacak mahal] var. Ve herbir kıssa için çok vecihler, [yön] hükümler, faideler, maksatlar vardır. Binaenaleyh, muayyen bir âyet her yerde öbür münasip bir vecih [yön] için, bir faide için zikredilebilir. Bu itibarla, zahiren tekrar görünse bile hakikatte tekrar değildir.

301

DÖRDÜNCÜ KATRE: [damla] Kur’ân’ın felsefî mesâil-i kevniyenin [yaratılışla ilgili meseleler] bir kısmında ihmal ile, bir kısmında ipham [gizleme] ile, öteki kısmında icmal [kısaca, özet olarak] ile işaret ettiği derece-i i’câzı [mu’cizelik derecesi] altı nükte [derin anlamlı söz] zımnında [iç] izah ediyoruz.

Birinci nükte: [derin anlamlı söz]

S: Niçin Kur’ân da hikmet ve felsefe gibi kâinattan bahsetmiyor?

C: Felsefe hakikattan udûl etmiş, kâinata mânâ-yı ismiyle bakarak, kâinatı kâinat hesabına istihdam [çalıştırma] ediyor. Kur’ân ise, Haktan hak ile nâzil olmuş, hakikate gidiyor. Mevcudata [var edilenler, varlıklar] mânâ-yı harfiyle bakarak Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] hesabına istihdam [çalıştırma] ediyor.

S: Ulvî ve süflî [alçak] ecramın [büyük cisimler] mahiyetleri, şekilleri, hareketleri hakkında fennin verdiği beyanat gibi beyan lâzımken müphem [belirsiz] bırakılmıştır.

C: Bu gibi meselelerde ipham [gizleme] daha mühimdir. Ve icmal [kısaca, özet olarak] daha cemîl [bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olan Allah] ve güzeldir. Çünkü, Kur’ân, istitradî [asıl konudan olmayan, tamamlayıcı unsur] ve tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] olarak; Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zâtına, sıfâtına istidlâl [delil getirme, akıl yürütme] için kâinattan bahsediyor. İstidlâlin birinci şartı, delilin neticeden daha zahir ve malûm olması lâzımdır. Eğer fencilerin iştiha[arzu, istek] gibi “Şemsin sükûnuna, arzın hareketine bakmakla Allah’ın azametini anlayınız” demiş olsaydı, delil müddeadan [iddia edilen şey] daha hafî [gizli] olurdu. Ve insanların ekserisi, ekser zamanlarda fehmedemediklerinden inkâra zehab ederlerdi. Halbuki, irşad [doğru yol gösterme] ve hidayet zamanlarında cumhurun derece-i fehimleri [anlayış derecesi] nazara alınarak ona göre söz söylemek icab eder. Maahaza, [bununla birlikte] ekseriyete yapılan mürâattan, [gözetme, yerine getirme] ekalliyette [azınlık] kalanın mahrumiyeti neş’et [doğma] etmez. Çünkü onlar da istifade ediyorlar. Amma mesele mâkûse olursa, ekseriyet mahrum kalır, istifade edemez. Çünkü fehimleri [anlama, kavrama] kasırdır. [köşk, saray]

302

Ve saniyen: [ikinci olarak] Belâgat-ı irşadiyenin şe’nindendir [belirleyici özellik] ki, avâmın nazarına, âmmenin [genel, umumi] hissine, cumhurun fehmine göre hareket yapılsın ki, nazarları tevahhuş, [korkma, çekinme] fikirleri kabulden imtinâ etmesin. Binaenaleyh, cumhura olan hitabın en beliği, zahir, basit, sehl [kolay] olmasıdır ki âciz olmasınlar. Muhtasar [kısa] olsun ki melûl olmasınlar. Mücmel [kısa, kısaca] olsun ki, lüzumlu olmayan tafsilden nefret etmesinler.

Ve salisen: [üçüncü olarak] Kur’ân mevcudatın [var edilenler, varlıklar] ahvalinden [durumlar] ancak Hâlıkları [her şeyi yaratan Allah] için bahseder. Mevcudatın [var edilenler, varlıklar] zâtlarına ait değildir. Bu itibarla, Kur’ân’ca en mühim, kâinatın Hâlıka nâzır olan ahvalidir. [durumlar] Fen ise, Hâlıkı işe katmıyor, kâinatın ahvalinden [durumlar] bizâtihâ bahsediyor. Ve keza, Kur’ân bütün insanlara hitap eder. Ve ekseriyetin fehmini mürâat [gözetme, yerine getirme] eder ki, tahkikî bir mârifet [Allah’ı tanıma, bilme] sahibi olsunlar. Fen ise, yalnız fencilerle konuşur, avâmı nazara almıyor; avâm taklitte kalıyor. Bu itibarla, fennin tafsilâtını [ayrıntılar] ihmal veya ipham, [gizleme] maslahat-ı âmme ve menfaat-i umumiyeye [genelin menfaati, kamu yararı] nazaran, ayn-ı isabet ve ayn-ı hikmettir. [hikmetin kendisi]

Ve rabian: [dördüncü olarak] Kur’ân bütün zamanları tenvir [aydınlatma] ve bütün insanları irşad [doğru yol gösterme] eden bir kitaptır. Bu itibarla, irşadın [doğru yol gösterme] belâgatı [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] icabınca, ekseriyeti, nazarlarında bedihî [açık, aşikâr] olan meselelere karşı mükâbereye, [büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme] mugalâtaya [safsata, demagoji; aldatmak maksadıyla yanıltıcı sözler söyleme] ika ve icbar [zoraki, zorlama] etmemek lâzımdır. Ve onlarca mahsus, meşhud, [görünen] mâruf [bilinen] olan birşeyi lüzumsuz yerde tağyir [değiştirme] etmemek lâzımdır. Ve keza, vazife-i asliyece [asıl görev] ekseriyete lâzım olmayan şeyin ihmal veya icmâli [özet] lâzımdır. Mesele, şemsin zâtından, mâhiyetinden bahsetmek değildir. Ancak, âlemi tenvir [aydınlatma] etmekle hilkatin [yaratılış] nizam merkezi ve âleme mihver [eksen] olması gibi harika şeyleri ihtiva eden vazifesinden bahsetmekle, Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] azamet-i kudretini [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] efkâr-ı âmmeye [genel düşünce, kamuoyu] ibraz etmektir.

303

İkinci nükte: [derin anlamlı söz] وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا 1

S: Niçin şems sirac [kandil, lamba] ile tavsif [bir sıfatla niteleme] edilmiştir? Halbuki ehl-i fence [bilim adamları] şems arza tâbi değildir ki ona sirac [kandil, lamba] olsun. Belki arz ile seyyarat [gezegenler] kendisine tâbi olan bir merkezdir.

C: Sirac [kandil, lamba] tâbiri şöyle bir tasvire işarettir ki: Âlem bir saray gibidir. Mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] o sarayın müştemilâtı, [içindekiler] tezyinatı [süslemeler] makamında olduğu gibi, şems de, o saray halkını tenvir [aydınlatma] eden İlâhî [Allah tarafından olan] bir lüküstür. [eskiden kullanılan hava basınçlı bir aydınlatma aracı] Ve keza, sirac [kandil, lamba] tâbiri, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rububiyetinden [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] doğan vüs’at-i rahmetine [rahmetin bolluğu] ve o rahmet içinde derece-i in’am ve ihsanına [bağış] bir ihtar ve azamet-i saltanatı içinde vahdaniyetine [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] bir ilândır ki, müşriklerin mâbud [ibadet edilen] ittihaz [edinme, kabullenme] ettikleri kocaman şems, âlem sarayında lüküs [eskiden kullanılan hava basınçlı bir aydınlatma aracı] vazifesiyle muvazzaf, musahhar [boyun eğdirilmiş] bir memur ve bir hizmetkârdır. Malûmdur ki, lâmba hizmetini gören câmid [cansız] birşeyin ibadete, yani mâbud [ibadet edilen] olmaya hiç liyakati var mıdır?

Üçüncü nükte: [derin anlamlı söz] Kur’ân’ın takip ettiği makasıd-ı esasiye [esas gayeler, temel maksatlar] ve anâsır-ı asliye, [temel unsurlar, ana maddeler] ubudiyetle [Allah’a kulluk] tevhid, risalet, [elçilik, peygamberlik] haşir, adalet olmak üzere dörttür. Diğer bahsettiği meseleler ancak bu maksatlara vesilelerdir. Bu itibarla, vesilelerde yapılacak tafsilât, [ayrıntılar] ol babdaki kavâide [kurallar] muhaliftir. Çünkü mâlâyaniyle iştigal, [meşgul olma, uğraşma] maksadı geri bırakıyor. Bunun içindir ki, bazı mesâil-i kevniyede [yaratılışla ilgili meseleler] Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] ihmal veya ipham [gizleme] veya icmal [kısaca, özet olarak] yapmıştır. Ve keza, Kur’ân’ın muhataplarından kısm-ı ekseri [büyük bir kısmı] avâmdır. Avâm sınıfının hakaik-i İlâhiyenin [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] ince ve müşkül [zorluk] kısmına fehimleri [anlama, kavrama]

304

kàdir değildir. Ancak, temsil ve icmallerle [kısaca, özet olarak] fehimlerine [anlama, kavrama] yakınlaştırmak lâzımdır. Bunun içindir ki, Kur’ân, kesretle [çokluk] temsilleri zikrediyor. Ve istikbalde keşfedilecek bazı mesâilde [meseleler] de icmal [kısaca, özet olarak] yapıyor.

Dördüncü nükte: [derin anlamlı söz] Bu nükte [derin anlamlı söz] mütercim tarafından tayyedilmiştir.

Beşinci nükte: [derin anlamlı söz] Müellif-i muhteremi [muhterem, saygıdeğer yazar] tarafından tayyedilmiştir.

ALTINCI KATRE: [damla] Kur’ân başka kelâmlar ile mukayese edilmez. Aralarında münasebet yoktur. Evet, kelâmın ulviyetine, [yüce] kuvvetine, hüsnüne, [güzellik] cemâline kuvvet veren mütekellim, [konuşan] muhatap, maksat, makam olmak üzere dört şeydir. Ediplerin zannettikleri gibi yalnız makam değildir. Demek, bir kelâmın derece-i kuvvetini anlamak istediğin zaman, fâiline, [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] muhatabına, gayesine, mevzuuna bak. Bunların dereceleri nisbetinde kelâmın derecesi anlaşılır.

Evet, meselâ, o kelâm emir veya nehiy [yasak] olursa, irade ve kudreti tazammun [içerme, içine alma] ettiğinden, derecesine göre tezâuf ediyor. Meselâ, Kur’ân’ın 1 يَۤا اَرْضُ ابْلَعِى مَۤاءَكِ وَيَا سَمَۤاءُ اَقْلِعِى âyetiyle, semâ ve arza verdiği emrin tazammun [içerme, içine alma] ettiği yüksek ve kat’î irade ve kudret ile derhal semâî sehab [bulut] çekilir, arz da suyunu yutar.

Ve keza, arz ve semâya 2 اِئْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا âyetiyle verilen emri itaatle kabul etmelerinden, o emirdeki irade ve kudretin derece-i kuvveti ve dolayısıyla kelâmın derece-i ulviyeti tebarüz eder. Fakat, insanların câmidâta verdikleri emirler, mütekellimîndeki [konuşan] irade ve kudretin zaafiyeti [zayıflık, güçsüzlük] nisbetinde ruhsuz, hayalî hezeyanlardan [boş söz, saçmalama] farkları yoktur.

İ’lem eyyühe’l-aziz: Cenâb-ı Hakk’ın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] “A’lem, Ekber, Erham, Ahsen[daha güzel] gibi esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfat ve ef’alinde [fiiller, davranışlar] kullanılan ism-i tafdil tevhide naks [eksiklik, noksanlık] değildir. Çünkü

305

maksat, bizzat ve hakikî bir mevsufu [bir sıfatla nitelenen] gayr-ı hakikî [doğru ve gerçek olmayan] veya aklî bir imkânla veya vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] bir mevsufa [bir sıfatla nitelenen] tafdil [üstün tutma] etmektir.

Ve keza, izzet-i İlâhiyeye de münâfi [aykırı] değildir. Çünkü, maksat, sıfât ve ef’âl-i İlâhîye ile mahlûkatın sıfât ve ef’âli arasında bir muvazene [karşılaştırma/denge] yapmak değildir. Yani, ikisini bir seviyede tuttuktan sonra, bunu ona tafdil [üstün tutma] etmek değildir ki, sıfât-ı İlâhiyeye [Allah’ın sıfatları] bir naks [eksiklik, noksanlık] olsun.

Evet, masnuattaki [san’at eseri] kemâlât, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâlinden in’ikâs [yansıma] eden bir gölge olduğuna nazaran, masnuat, [sanat eseri] sıfât-ı İlâhiye [Allah’ın sıfatları] ile muvazene [karşılaştırma/denge] hakkına malik değildir.