MESNEVÎ-İ NURİYE – Şemme (251-265)

251

 Şemme

 Hidayet-i Kur’âniyyenin nesîminden [hoş ve hafif rüzgâr]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ عَلٰى رَحْمَتِهِ عَلَى الْعَالَمِينَ بِرِسَالَةِ سَيِّدِ الْمُرسَلِينَ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ * 1

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu âlem, görünen ve görünmeyen bütün tabakat ve envâiyle Lâ ilâhe illâ Hû diye tevhidi ilân ediyor. Çünkü aralarındaki tesanüt [dayanışma] böyle iktizâ ediyor.

Ve o tabakat ile envâ, [tür] bütün erkânıyla [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] Lâ rabbe illâ Hû diye ilân-ı şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki müşabehet [benzeme] böyle istiyor.

Ve o erkân [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] bütün âzâsıyla Lâ mâlike illâ Hû diye şehadetlerini ilân ediyorlar. Çünkü aralarındaki temâsül böyle iktizâ eder.

Ve o âzâ, bütün eczâsıyla Lâ müdebbire [idare eden, çekip çeviren] illâ Hû diye şehadet eder. Çünkü aralarında teâvün [yardımlaşma] ve tedahül [iç içe geçme] vardır.

Ve o eczâ, bütün cüz’iyatıyla Lâ mürebbiye [terbiye edici] illâ Hû diye olan şehadetini ilân eder. Çünkü, aralarındaki tevâfuk, kalemin bir olduğuna delâlet ediyor.

252

O cüz’iyat bütün hüceyratıyla [hücrecikler] Lâ mutasarrife fi’l-hakikati illâ Hû diye şehadet eder. Ve o hüceyrat [hücrecikler] bütün zerratıyla [atomlar] Lâ nâzime illâ Hû diye ilân-ı şehâdet eder. Çünkü, cevâhir-i fert arasındaki haytın [bağ, ip] bir olduğu böyle iktiza [bir şeyin gereği] eder.

Ve o zerrat [atomlar] bütün esîriyle Lâ ilâhe illâ Hû cevheresiyle ilân-ı tevhid [herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu ilân etme] eder. Çünkü, esîrin besâteti, [basitlik, sâdelik] sükûnu, intizam ile emr-i Hâlıka sür’at-i imtisali böyle iktizâ eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hiçbir insanın Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] karşı hakk-ı itirazı yoktur. Ve şekvâ [şikayet] ve şikâyete de haddi yoktur. Çünkü, şikâyet eden ferdin hilâf-ı hevesini iktizâ eden, nizam-ı âlemde [bütün varlıklar âlemindeki hassas düzen] binlerce hikmet vardır. O ferdi irzâ etmekte, o bin hikmetin iğdâbı vardır. Bir ferdi razı etmek için bin hikmet fedâ edilemez.

وَلَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَۤاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَاْلاَرْضُ * 1

Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gider.

Ey müteşekkî! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz’î [ferdî, küçük] hevesini külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas [ölçü] ve mizan [ölçü] mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, nıkmet [sıkıntı, azap] olarak gördüğün şey belki ayn-ı nîmettir? Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvâzi [denk, eşit] olmayan hevesini tatmin ve teskin için felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin?

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cesedin bir uzvundaki bir hüceyrede [hücre] yapılan tasarruf, en evvel cesedi tasavvur etmeye mütevakkıftır. [bağlı] Çünkü, küllün nakışlarıyla, [işleme] ahvâliyle [haller] cüz’ün çok alâka ve münasebetleri vardır. Öyleyse, cüzde tasarruf, Hâlık-ı Küllün emri altındadır.

253

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hevâm, [böcekler] balık gibi küçük hayvanların yumurtalarını, haşerat ve nebatatın [bitki] tohumlarını, pek büyük bir rahmetle, bir lûtufla, bir hikmetle hıfzeden Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] hafîziyetine [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] lâyık mıdır ki, âhirette semere veren ağaçlara çekirdek olacak a’mâlinizi [ameller, işler] hıfz etmesin, ihmal etsin? Halbuki, sen hâmil-i emânet, halife-i arzsın. [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan]

Evet, herbir zîhayatta [canlı] bulunan hıfzu’l-hayat hissi, vücudun ebedî bir bekaya ism-i Hayy, Hafîz, Bâki’nin tecellîsiyle incirar edeceğine delâlet eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir incir tohumunu tavırdan tavıra hıfzeden, devirden devire himaye eden, inhilâlden [bozulma, dağılma] vikaye [koruma] eden ve o tohumda incir ağacının teşkilâtına lâzım olan esasları kemâl-i ihtimam [son derece dikkat, özen ve titizlikle] ile muhafaza eden, elbette ve elbette, halife-i arz [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] ünvanını alan nev-i beşerin â’mâlini ihmal etmez, hıfzeder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Lâfızların [ifade, kelime] tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, bâki kalır. Kabuk parçalanır, lüb [öz, iç] bâki ve sağlam kalır. Libası [elbise] yırtılır, cesedi sağlam, bâki kalır. Ceset ölüp dağılırsa da ruh bâki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır, amma vahid-i fert bâki kalır. Kesret [çokluk] bozulur, vahdet [Allah’ın birliği] bâkidir. Madde kırılır, nur bâkidir. Binaenaleyh, ömrün bidâyetinden [başlangıç] sonuna kadar devam eden mânâ, çok cesetleri tebeddül [başkalaşma, değişme] ve tavırdan tavıra intikal ve devirden devire yuvarlandığı halde vahdetini, [Allah’ın birliği] bekasını muhafaza ettiği gibi, ölüm hendeğini de atlayarak sâlimen ebed yoluna devam edecektir. Maahaza, [bununla birlikte] her vakit “Fenâya hazır ol” emrini intizar [bekleme] eden zail [geçici, yok olucu] ve bekasız maddiyatta, şu hıfz ve muhafaza düsturu, [kâide, kural] beka ile çok münasebettar [alâkalı, ilgili] olan ruh ve mânâda da câridir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] azameti, izzeti, [büyüklük, yücelik] istiklâliyeti, [bağımsızlık] herşeyin küçük

254

olsun, büyük olsun, yüksek olsun, alçak olsun taht-ı tasarrufunda [tasarrufu altında] bulunduğunu istiyor. Senin hissetin veya hakaretin, Onun tasarrufundan hariç kalmasına sebep olamaz. Çünkü senin Ondan bu’dun [uzaklık] varsa da, Onun senden bu’du [uzaklık] yoktur. Veya senin bir sıfatının hakareti, vücudunun hakaretini istilzam [gerektirme] etmez. Veya mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] cihetinin mülevves [kirli, pis] olması, melekût [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] cihetinin de mülevves [kirli, pis] olmasını iktiza [bir şeyin gereği] etmez. Ve keza, Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] azameti, çirkin şeylerin, tasarrufundan çıkmasını istilzam [gerektirme] etmez. Bilâkis, azamet-i hakikiye, icad hususunda infiradı, [tek başına olma] tasarruf cihetiyle de ihata[herşeyi kuşatma] iktiza [bir şeyin gereği] eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Maddî olan birşey, kesafeti [yoğunluk, katılık] ne kadar fazla olursa o nisbette ince ve gizli şeyleri göremez ve onları idrakten kasırdır. [köşk, saray] Fakat nur ve nurânî şeyler, ne kadar nurâniyette terakki [ilerleme] ederse, o nisbette ince ve gizli şeylere nüfuzu tam ve keskin olur. Ve keza, ne kadar lâtif [berrak, şirin, hoş] olursa, o derecede maddiyatın içlerini keşfeder: (Röntgen şuâı gibi.) Mümkinatta [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] mesele bu merkezde ise, Vâcib, Vâhid [bir] olan Nûru’l-Envâr [nurların nuru, sonsuz nur sahibi olan Allah] ne derece نَافِذُ الْخَفَايَا عَالِمٌ بِاْلاَسْرَارِ 1 olacağı bir derece anlaşıldı. Öyleyse, azameti, tam mânâsıyla ihata, [herşeyi kuşatma] nüfuz, şümulü [kapsam] iktiza [bir şeyin gereği] ve istilzam [gerektirme] eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Ekseriyet-i mutlaka[büyük çoğunluk] teşkil eden avâm-ı nâsın [halk tabakası] fehimleri [anlama, kavrama] Kur’ân’ca o kadar mürâat [gözetme, yerine getirme] edilmiştir ki, birkaç dereceyi, birkaç ciheti ihtivâ eden bir meselede, avâmın fehimlerine [anlama, kavrama] en me’nus, [alışılmış, yakınlık oluşmuş] en karib [yakın] ciheti ve nazarlarına en vâzıh, [açık] en zahir dereceyi söylüyor. Çünkü, öyle olmasa, delilin neticeden hafî [gizli] olması lâzım gelir.

Kur’ân’ın kâinattan yaptığı bahis, Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] sıfatlarını ispat ve izah içindir. Binaenaleyh, ne kadar cumhurun fehmine yakın olursa irşada daha lâyık ve daha muvâfık olur. Meselâ, Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] tasarrufâtına [faaliyetler, istediği şekilde yönlendirmeler] delâlet eden âyetlerden en zahir, en âşikâr olan tabakayı

255

وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ * 1

âyetiyle zikretmiştir. Halbuki bu tabakanın arkasında vücuhun [vecihler, yönler] taayyünat, [belirleme] teşahhusat [şahıslanmalar, belirlenmeler] tabakası vardır. Evvelki tabakanın fehmi, ikinci tabakanın fehminden daha yakındır. Ve keza, en âşikâr dereceyi اِنَّ فِى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ 2 âyetiyle zikretmiştir. Bu derecenin arkasında, arzın şems etrafında emir ve irade-i İlâhî [Allah’ın iradesi, dilemesi] kanunuyla tahrik ve tedvîri [çekip çevirme, idare etme] derecesi de vardır. Lâkin bu derece evvelki dereceden bir derece mahfî [gizli] olduğundan terk edilmiştir.

Ve keza, وَجَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا 3 cümlesiyle en okunaklı sahifeyi göstermiştir. Halbuki bu sahifenin arkasında, “Direk ve kazıklarla tehlikeden muhafaza edilen bir sefine [gemi] gibi, arz da içerisinde vukua gelen hercümerçten [karışıklık, dağınıklık] dolayı parçalanmak tehlikesinden korumak için dağlarla kazıklanmıştır” sahifesi da vardır. Fakat bu sahife, avâm-ı nâsça [halk tabakası] o kadar okunaklı olmadığından terk edilmiştir. Ve bu sahifenin altında da şöyle bir haşiye [dipnot] vardır:

Hayatı besleyip sağlamak üzere dağlar arza direk yapılmıştır. Çünkü, dağlar suların mahzenidir. [depo] Havanın tarağıdır, tasfiye ediyor. Toprağın hâmisidir, denizin istilâsından vikaye [koruma] ediyor. Zaten hayatın direkleri bu unsurlardır. Bu sırra binaendir ki, şeriatça hilâlin tulû [doğma] ve gurubu [batış] nazara alınmıştır. Çünkü, bu ise, ayları, günleri hesap etmekten avâmca daha kolaydır. Ve yine o sırra binaendir ki, ezhan-ı avâmda tesbit ve takrir [yerleştirme] için Kur’ân’da tekrarlar vukua gelmiştir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Âyetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayalâttan pek vâsi [geniş] ve pek yüksektir. Bu itibarla şiirden addedilmemiştir. Hem de,

256

âyetler, sahibinin şuûnat [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ve ef’âlinden [fiiler, davranışlar] bahseder. Şiir ise, fuzulî [lüzumsuz] olarak gayrdan bahseder. Hem de, filcümle [bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması] âdi şeylerden bahsi harikulâdedir. Şiirin harikulâdelerden bahsi, alel-ekser âdidir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] vahdetini [Allah’ın birliği] gösteren ayineler ve delillerini okutan sahifelerin pek çok çeşitleri olduğu gibi, merkezleri bir ve birbirinin içine dahil olmuşlardır. Binaenaleyh, bir ayinede göründü veya bir sahifede okundu mu, hepsinde de görünür ve okunur. Fakat birisinde görünmemesi, hepsinde görünmemesini istilzam [gerektirme] etmez.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir kelimeyi yazan harfini yazanın gayrısı, bir sahifeyi yazan satırı yazanın gayrısı, kitabı yazan sahifeyi yazanın gayrısı olması mümkün olmadığı gibi; karıncayı halk eden cins-i hayvanı [canlı türleri] halk edenin gayrısı, hayvanı yaratan arzı yaratanın gayrısı, arzı halk eden, Rabbü’l-Âlemînin [âlemlerin Rabbi olan Allah] gayrısı olması muhaldir.

Rububiyet-i âmmenin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi] işaretlerindendir ki, kâinat kitabında öyle büyük harfler vardır ki, o harflerin bir kısmında bir kelime yazılıdır. Bir kısmında bir kelam, bir kısmında bir kitap yazılıdır. Meselâ, o kitapta bahr, [deniz] şecer, [ağaç] arz birer harf makamındadırlar. Birinci harfte semek [balık] kelimesi, ikincisinde şecer [ağaç] kelâmı, üçüncüsünde hayvan kitabı yazılmıştır. Hattâ, Yâsin suretinde tam Yâsin Sûresi yazıldığı gibi, bazı masnûatta, bir kelime olan isminde, çekirdeğinde o masnûun sûresi ve kitabı yazılmıştır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Yıldızlar, şemsler arasında mümâselet olduğu gibi filcümle [bütünün içinde, genel yapıda bir şeyin bulunması] müsâvat [eşitlik, denklik] da vardır. Binaenaleyh, onlardan biri ötekilere rab olamaz. Ve onlardan birine rab olan, hepsine de rab olur. Ve keza, herşeye de rab olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunur. Evet, her bir uzuv, birşey için yaratılmıştır. O uzvu, o şeyde kullanmakla mükelleftir. Meselâ, herbir hasse [duyu] için bir ibadet vardır. Onun hilâfında kullanılması dalâlettir. [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] Meselâ, baş ile yapılan secde Allah için olursa ibadettir, gayrısı için

257

dalâlettir. [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] Kezâlik, [böylece, bunun gibi] şuarânın [şairler] hayalen yaptıkları hayret ve muhabbet secdeleri dalâlettir. [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] Hayal, onunla fâsık [günahkâr] olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanları fikren dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] atan sebeplerden biri, ülfeti ilim telâkki [anlama, kabul etme] etmeleridir. Yani melûfları [alışılmış] olan şeyleri kendilerince mâlum bilirler. Hattâ, ülfet dolayısıyla âdiyâta teemmül [düşünme, inceden inceye araştırma] edip ehemmiyet vermezler. Halbuki, ülfetlerinden dolayı malûm zannettikleri o âdi şeyler, birer harika ve birer mu’cize-i kudret [Allah’ın kudret mu’cizesi] oldukları halde, ülfet sâikasıyla [sevk eden, sürükleyen] onları teemmüle, [düşünme, inceden inceye araştırma] dikkate almıyorlar; ta onların fevkinde [üstünde] olan tecelliyat-ı seyyâleye im’ân-ı nazar [dikkatlice, inceden inceye bakmak ve araştırmak] edebilsinler. Bunların meseli, deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sair garip hâlâtına [durumlar, haller] bakmayarak, yalnız rüzgârla husule [meydana gelme] gelen dalgalara ve şemsin şuââtından [ışınlar, parıltılar] peydâ olan parıltısına dikkat etmekle Mâlikü’l-Bihar olan Allah’ın azametine delil getiren adamın meseli gibidir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanların arza âit malûmat ve müsellemât-ı bedihiyatları, ülfete mebnîdir. [bina edilmiş, dayandırılmış] Ülfet ise, cehl-i mürekkep [bilmediğinden habersiz kimsenin cehaleti] üstüne serilmiş bir perdedir. Hakikate bakılırsa, zannettikleri ilim, cehildir. [bilgisizlik] Bu sırra binaendir ki, Kur’ân, âyetleriyle insanların nazarını melûfatları [alışılmış] olan şeylere çeviriyor. Âyetler, necimler [kısım, parça] gibi ülfet perdesini deler, atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havâriku’l-âdât mu’cizeleri o âdiyat [alışılmış olan sıradan şeyler] içerisinde gösterir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Aralarında münasebet, muamele, hattâ mükâleme [karşılıklı konuşma] bulunan iki şeyin, birbirine müşabih [benzer] veya müsâvi [eşit] olmasını istilzam [gerektirme] etmez. Meselâ, yağmurun bir katresi [damla] veya semerenin [meyve] bir çiçeğinin, küçüklüğüyle beraber, şemsle münâsebeti ve muamelesi vardır.

Binaenaleyh, ey insan, Senin hakaretin, seni Hallâk-ı Âlemin nazar-ı inâyetinden setredecek [örtme] bir sebep olamaz.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Denizlerde vukua gelen med ve cezir gibi, evliya arasında da

258

bast-ı zaman,Haşiye [zamanın uzaması, bereketlenmesi; az bir zamanda çok uzun bir zaman yaşamış gibi olmak] tayy-ı mekân meselesi şöhret bulmuştur. Ezcümle: Kitab-ı Yavâkit’in rivayetine göre, İmam-ı Şa’rânî bir günde iki buçuk defa kocaman Fütuhat-ı Mekkiye namındaki büyük mecmuayı mütalâa etmiştir. Bu gibi vukuat istiğrabla [garip görme] inkâr edilmesin. Zira bu gibi garip meseleleri tasdike yaklaştıran misaller pek çoktur. Meselâ, rüyada bir saat zarfında bir senenin geçtiğini ve pek çok işler görüldüğünü görüyorsun. Eğer o saatte o işlere bedel Kur’ân okumuş olsaydın, birkaç hatim okumuş olurdun. Bu hâlet [durum] evliya için hâlet-i yakazada inkişaf [açığa çıkma] eder. Zaman inbisat [genişleme, yayılma] eder. Mesele ruhun dairesine yaklaşır. Ruh zaten zamanla mukayyed [kayıtlı] değildir. Ruhu cismâniyetine [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş] galip olan evliyanın işleri, fiilleri, sür’at-i ruh mizanıyla [ölçü] cereyan eder.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir burhanla [delil] elde edilen netice-i tevhidi bazı insanlar isti’zamla dar zihinlerine sıkıştıramazlar. Veya bozuk hayalleri tahammül edemez. Bu hale karşı o kat’î, sahih burhanı [delil] reddetmek üzere, “Bu neticeyi, bu

259

kadar azametiyle, şu burhan [delil] onu intaç [netice verme] edemez” diye bahanelerle kabul etmez. O miskin bilmez mi ki, neticenin kayyûmu [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] imandır. Burhan, [delil] ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi, o neticeye konan vehimleri süpürür. Maahaza, [bununla birlikte] burhan [delil] bir değildir; bin değildir, zerrât-ı âlem [evrendeki zerreler] adedince burhanlar [delil] vardır.

Fesübhânallah! [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] Mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ile melekût [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] arasındaki hicap ne kadar incedir, aralarındaki mesâfe ne kadar büyüktür! Dünya ile âhiret arasındaki yol ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. İlim ile cehil [bilgisizlik] arasındaki hicap ne kadar lâtif [berrak, şirin, hoş] ve ne kadar kalındır! İman ile küfür arasındaki berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir! [katı] İbadet ile mâsiyet [günah] arasındaki mesafe ne kadar kısadır! Halbuki araları Cennet ile nârın araları kadardır. Hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur! Evet, hal ile mâzi arasında öyle ince bir perde vardır ki, ruhun mâzi cihetine geçmesine mâni değildir; cesede nisbeten bitmez bir mesafedir.

Kezâlik, [böylece, bunun gibi] mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ile melekût, [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] dünya ile âhiret arasında ehl-i kalb [kalb ehli] için şeffaf, ehl-i hevâ için kesif [katı] ince bir perde vardır.

Kezâlik, [böylece, bunun gibi] geceyle gündüz arasında lâtif [berrak, şirin, hoş] bir perde var ki, gözün kapanmasıyla gece olup, açılmasıyla gündüz olduğu gibi; nefsin âlem-i mâneviyata gözü kapanırsa ebedî bir gece içinde kalır, gözü mâneviyata açılırsa neharı [gündüz] inkişaf [açığa çıkma] eder.

Kezâlik, [böylece, bunun gibi] Allah’ın hesabına kâinata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir. Eğer gaflet ile esbab [sebebler] hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehl [cahillik, bilgisizlik] olur.

Kezâik, iman ve tevhid ile bakan, âlemi nurlu görür ve illâ âlemi zulümat içerisinde görecektir.

Kezâlik, [böylece, bunun gibi] ef’âl-i beşer için iki cihet vardır. Eğer niyet ile Allah’ın hesabına olursa, tecelliyata mâkes, [yansıma yeri] şeffaf, parlak olur. Eğer Allah hesabına olmasa, zulmetli bir manzarayı göstermiş olur.

Kezâlik, [böylece, bunun gibi] hayatın da iki veçhi vardır. Biri siyah, dünyaya bakar; diğeri şeffaf, âhirete nâzırdır. Nefis, siyah veçhin altına girer, şeffaf veçhe [yön] terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ister.

260

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâinatın miftahı, [anahtar] anahtarı insanın elindedir. Âlemin kapıları açık ise de mânen kapalıdır. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bütün o kapıları ve kenz-i mahfîyi açan ene [benlik] namında bir miftahı [anahtar] insanın eline vermiştir. Fakat, ene [benlik] de kapısı kapalı bir bilmecedir. Bunun kapısı açılıyorsa kâinatın da kapıları açılıyor.

Evet, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insana bir benlik, bir nevi hürriyet vermiştir ki, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ait evsafı [vasıflar, nitelikler] bilmek için mevhum, [gerçekte olmadığı halde var sayılan] farazî bir vahid-i kıyasî [ölçü birimi] yapsın.

Mahiyet-i beşerde pek ince bir ip, insanın vücudunda şuurlu bir kıl, şahsın kitabında bir elif kıymetinde ve miktarında olan ene’nin iki vechi vardır. Biri hayra bakar. Bu vecihle [yön] yalnız kabil-i feyizdir, fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] değildir. Diğer veçhi ise şerre bakar. Bu vecihle [yön] kendisini fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] bilir.

Ene’nin mâhiyeti mevhûmedir. Rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] hayalîdir. Vücudu birşeye hâmil [taşıyan] olamaz. Ancak mizânülhararet gibi, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] âit sıfât-ı mutlaka-i [sınırsız sıfatlar, vasıflar, nitelikler] muhitayı bilmek için bir mizan [ölçü] vazifesini görüyor.

Eğer insan benliğine mizan [ölçü] nazarıyla bakarsa, kâinattan zihnine akıp gelen âfakî malûmatı kendi malûmatıyla, tasarrufat [dilediği gibi kullanma ve idare etme] ve sıfât-ı İlâhiyeyi [Allah’ın sıfatları] de kendi sıfâtıyla tasdik eder. Yine merciine iade eder. Ve bu sâyede قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا 1 ‘daki مَنْ 2 şümulüne [kapsam] dahil olarak, bihakkın [gerçek anlamıyla] emâneti ifâ etmiş olur. Fakat kendisine müstakil [bağımsız] nazarıyla bakmakla kendisini mâlik itikad [inanç] ederse, وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا 3 ‘nın şümulüne [kapsam] dahil olmakla emânetle hıyânet etmiş olur. Zira semâvat ve arzın, hamlinden korkarak imtinâ ettikleri cihet, ene’nin

261

bu cihetidir. Çünkü, dalâletler, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] şirkler, şerler bu cihetten doğarlar. Eğer vaktiyle o ene’nin şiddetli bir terbiyeyle başı kırılmazsa büyür, insanın vücudunu yutar.

Eğer milletin de enâniyeti inzimam ederse, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] emrine karşı mübarezeye [karşı koyma] çıkar. Tam mânâsıyla bir şeytan olur. Sonra, halkı da kendisine kıyas eder, esbabı da o kıyasa dahil eder, büyük bir şirke düşer. El-iyâzü billâh! [Allah korusun]

Mühim bir mesele: Ene’nin iki veçhi vardır. Bir veçhini nübüvvet [peygamberlik] almıştır, bir veçhini [yön] de felsefe almıştır.

Birinci vecih, [yön] ubudiyet-i mahzâya menşedir. Mahiyeti harfiye olup müstakil [bağımsız] değildir. Vücudu tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] olup aslî değildir. Mâlikiyeti [sahiplik] vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] olup hakikî değildir. Vazifesi Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] sıfâtını fehmetmek [anlamak] için bir mîzan [denge, ölçü] ve bir mikyas [ölçü] olmaktır. En-biya (aleyhimüsselâm) enâniyetin bu veçhine [yön] bakmakla, mülkü tamamen Allah’a teslim ederek ne mülkünde, ne rububiyetinde, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ne ulûhiyetinde [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] şeriki olmadığına hükmetmişlerdir. Ene’nin bu veçhinden, [yön] Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şecere-i tûbâ-i ubudiyeti inbat edip dal ve budakları kâinat bahçesinde enbiya, [nebiler, peygamberler] evliya, sıddîkîn [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] gibi mübarek semereleri [meyve] vermiştir.

İkinci veçhi alan felsefe, ene’nin vücudunu aslî ve kendisini müstakil [bağımsız] ve mâlik-i hakikî [her şeyin gerçek sahibi olan Allah] olduğunu zu’m etmişlerdir. Vazifesi de yalnız hubb-u zâtıyla tekemmül-ü hayattır. Ene’nin bu siyah yüzünden envâen şirkler, dalâletler [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] çıkmıştır. Ezcümle: Kuvve-i behîmiye dalında sanemler [put] doğmuşlardır. Kuvve-i gadabiye [öfke duygusu] gusnundan firavunlar, nemrutlar çıkmıştır. Kuvve-i akliyeden [akıl duygusu] dehriyun, maddiyun, felâsife [filozoflar] çıkmışlardır ki, Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] bir mahlûk-u vahidi verir, bâki kalan mülkünü gayra taksim ederler.

262

Hülâsa: [esas, öz] Ene, [benlik] haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi [sıvı] haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] evâmirine [emirler] mübarezeye [karşı koyma] başlar. Küçük âlemde, yani insanda ene, [benlik] büyük insanda, yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tâğutlardandır. [ibadet edilen bâtıl şey, put]

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, [kendini beğenme] riyâ [gösteriş] ve gösteriş iledir. Ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ [kesintiye uğrama] bulur.

Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ahvalin [durumlar] ölümüdür. Meselâ, tevâzua [alçak gönüllü olma] niyet onu ifsad [bozma] eder; tekebbüre [büyüklenme] niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif [hafifletme] eder. Ve hâkezâ, kıyas et.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâinat bir şeceredir. [ağaç] Anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] onun dallarıdır. Nebatat [bitkiler] yapraklarıdır. Hayvanat onun çiçekleridir. İnsanlar onun semereleridir. [meyve] Bu semerelerden [meyve] en ziyadar, [ışıklı] nurlu, ahsen, [daha güzel] ekrem, eşref, [en şerefli] eltaf [çok lâtif, [berrak, şirin, hoş] çok hoş ve güzel] Seyyidü’l-Enbiyâ ve’l-Mürselîn, İmâmü’l-Müttakîn, Habîbi [sevgili] Rabbü’l-Âlemîn [âlemlerin Rabbi olan Allah] Hazret-i Muhammed’dir.

عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاتِ مَادَامَتِ اْلاَرْضُ وَالسَّموَاتُ * 1

ba

263

اِلٰهِى، اَلذُّنُوبُ اَخْرَسَتْنِى * وَكَثْرَةُ الْمَعَاصِى اَخْجَلَتْنِى * وَشِدَّةُ الْغَفْلَةِ اَخْفَتَتْ صَوْتِى * فَاَدُقُّ بَابَ رَحْمَتِكَ وَ اُنَادِى فِى بَابِ مَغْفِرَتِكَ بِصَوْتِ سَيِّدِي وَسَنَدِى الشَّيْخِ عَبْدِ الْقَادِرِ الْكَيْلاَنِى وَنِدَائِهِ الْمَقْبُولِ الْمَاْنُوسِ عِنْدَ الْبَوَّابِ * بِيَا مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَىْءٍ وَيَا مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ * وَيَامَنْ لاَ يَضُرُّهُ شَىْءٌ * وَلاَ يَنْفَعُهُ شَىْءٌ * وَلاَ يَغْلِبُهُ شَىْءٌ * وَلاَ يَعْزُبُ عَنْهُ شَىْءٌ * وَلاَ يَؤُدُهُ شَىْءٌ * وَلاَ يَسْتَعِينُ بِشَىْءٍ * وَلاَ يُشْغِلُهُ شَىْءٌ عَنْ شَىْءٍ * وَلاَ يُشْبِهُهُ شَىْءٌ * وَلاَ يُعْجِزُهُ شَىْءٌ * اِغْفِرْلِى كُلَّ شَىْءٍ حَتّٰى لاَ تَسْئَلَنِى مِنْ شَىْءٍ * يَامَنْ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَةِ كُلِّ شَىْءٍ * وَبِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَىْءٍ * وَيَا مَنْ هُوَ اْلاَوَّلُ قَبْلَ كُلِّ شَىْءٍ * وَاْلاٰخِرُ بَعْدَ كُلِّ شَىْءٍ * وَالظَّاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَىْءٍ * وَالْبَاطِنُ دُونَ كُلِّ شَىْءٍ * وَالْقَاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَىْءٍ * اِغْفِرْلِى كُلَّ شَىْءٍ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * وَيَا عَلِيمًا بِكُلِّ شَىْءٍ * وَمُحِيطًا بِكُلِّ شَىْءٍ * وَبَصِيرًا بِكُلِّ شَىْءٍ * وَيَا شَهِيدًا عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ * وَرَقِيبًا عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ * وَلَطِيفًا بِكُلِّ شَىْءٍ * وَخَبِيرًا بِكُلِّ شَىْءٍ * اِغْفِرْلِى كُلَّ شَىْءٍ مِنَ الذُّنُوبِ وَالْخَطِيئَاتِ حَتّٰى لاَ تَسْئَلَنِى عَنْ شَىْءٍ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * اَللّٰهُمَّ اِنِّى اَعُوذُ بِعِزَّةِ جَلاَلِكَ وَبِجَلاَلِ عِزَّتِكَ وَبِقُدْرَةِ سُلْطَانِكَ وَبِسُلْطَانِ قُدْرَتِكَ مِنَ الْقَطِيعَةِ وَاْلاَهْوَاءِ الرَّدِيئَةِ

264

يَاجَارَ الْمُسْتَجِيرِينَ * اَجِرْنِى مِنَ الشَّهَوَاتِ الشَّيْطَانِيَّةِ * وَطَهِّرْنِى مِنَ الْقَاذُورَاتِ الْبَشَرِيَّةِ * وَصَفِّنِى بِحُبِّ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالْمُحَبَّةِ الصِّدِّيقِيَّةِ مِنْ صَدَاءِ الْغَفْلَةِ وَاَوْهَامِ الْجَهْلِ حَتّٰى تَفْنَى اْلاَناَنِيَّةُ * وَيَبْقَى الْكُلُّ لِلّٰهِ وَبِاللهِ وَاِلَى اللهِ وَمِنَ اللهِ * غَرْقًا بِنِعْمَةِ اللهِ فِى بَحْرِ مِنَّةِ اللهِ * مَنْصُورِينَ بِسَيْفِ اللهِ * مَحْظُوظِينَ بِعِنَايَةِ اللهِ * مَحْفُوظِينَ بِحِمَايَةِ اللهِ عَنْ كُلِّ شَاغِلٍ يُشْغِلُ عَنِ اللهِ * فَيَا نُورَ اْلاَنْوَارِ * وَيَا عَالِمَ اْلاَسْرَارِ * وَيَا مُدَبِّرَ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ * يَا مَلِكُ * يَا عَزِيزُ * يَا قَهَّارُ * يَا رَحِيمُ * يَا وَدُودُ * يَا غَفَّارُ * يَا عَلاَّمَ الْغُيُوبِ * يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ وَاْلاَبْصَارِ * يَا سَتَّارَ الْعُيُوبِ * يَا غَفَّارَ الذُّنُوبِ اِغْفِرْ لِى ذُنُوبىِ * وَارْحَمْ مَنْ ضَاقَتْ عَلَيْهِ اْلاَسْبَابُ * وَغُلِّقَتْ دُونَهُ اْلاَبْوَابُ * وَتَعَسَّرَ عَلَيْهِ سُلُوكُ طَرِيقِ اَهْلِ الصَّوَابِ * وَانْصَرَمَتْ اَيَّامُهُ وَنَفْسُهُ رَاتِعَةٌ فِى مَيَادِينِ الْغَفْلَةِ وَالْمَعْصِيَّةِ وَدَنِىِّ اْلاِكْتِسَابِ * فَيَا مَنْ اِذَا دُعِىَ اَجَابَ * وَيَاسَرِيعَ الْحِسَابِ * وَيَا كَرِيمُ * يَا وَهَّابُ * اِرْحَمْ مَنْ عَظُمَ مَرَضُهُ * وَعَزَّ شِفَائُهُ * وَضَعُفَتْ حِيلَتُهُ * وَقَوِىَ بَلاَئُهُ وَاَنْتَ مَلْجَئُهُ وَرَجَائُهُ * اِلٰهِى اِلَيْكَ اَرْفَعُ بَثِّى وَحُزْنِى وَشِكَايَتِى * اِلٰهِى حُجَّتِى حَاجَتِى وَعُدَّتِى فَاقَتِى وَانْقِطَاعُ حِيلَتِى * اِلٰهِى قَطْرَةٌ مِنْ بِحَارِ جُودِكَ تُغْنِينِي وَذَرَّةٌ مِنْ تَيَّارِ عَفْوِكَ * تَكْفِينِى يَا وَدُودُ * يَا وَدُودُ * يَا وَدُودُ * يَاذَا الْعَرشِ الْمَجِيدِ * يَامُبْدِئُ يَامُعِيدُ يَافَعَّالاً لِمَا يُرِيدُ * اَسْئَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِى مَلاِ اَرْكَانَ عَرْشِكَ * وَاَسْئَلُكَ بِقُدْرَتِكَ الَّتِى قَدَرْتَ بِهَا عَلٰى جَمِيعِ خَلْقِكَ * وَبِرَحْمَتِكَ الَّتِى وَسِعَتْ كُلَّ شَىْءٍ * لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اَنْتَ * يَا مُغِيثُ اَغِثْنَا * وَاغْفِرْ جَمِيعَ ذُنُوبىِ * وَسَقَطَاتِ لِسَانِى فِى جَمِيعِ

265

عُمْرِى بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * اٰمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ. * 1