MESNEVÎ-İ NURİYE – Zühre (196-234)

196

ZühreHaşiye [çiçek]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 Mukaddime

BU LEM’ANIN [parıltı] telifinden [kaleme alma] on iki sene evvel,1 inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] ile, marifet-i İlâhiyede [Allah’ı bilme ve tanıma] bir hareket-i fikriye [fikir hareketi, fikir akımı] ve bir seyahat-i kalbiye [kalple yapılan manevî yolculuk] ve bir inkişâfât-ı ruhiyede [ruh ile manevî alanlarda yapılan açılımlar] tezahür eden bazı lemeât-ı tevhidiyeyi, [Allah’ın birliğini gösteren parıltılar] Arabî olarak, notalar [bildiri] suretinde Zühre, [çiçek] Şule, [gür ışık/alev] Habbe, [dane, tohum] Şemme, [Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer alan bir bölüm] Zerre, Katre [damla] gibi risalelerde kaydetmiştim. Uzun bir hakikatin yalnız bir ucunu göstermek ve parlak bir nurun yalnız bir şuâını irâe etmek [göstermek] tarzında yazıldığından, yalnız kendi kendime birer hatıra ve birer ihtar şeklinde olduğundan, başkalarının istifadesi mahdut [sınırlanmış] kalmıştı. Hususan, en mümtaz [seçkin] ve en has kardeşlerimin kısm-ı âzamı [büyük bir kısmı] Arabî okumamışlar. Bunların ısrarı ve ilhâhıyla, [bir şeyin kabulü için ısrarla üzerine düşmek] o notaların, [bildiri] o lem’aların [parıltı] kısmen izahlı ve kısmen kısa bir meâlini Türkçe olarak yazmaya mecbur oldum. Şu notalar [bildiri] ve Arabî risaleler, Yeni Said’in en evvel hakikat ilminden bir derece şuhud [görme] suretinde gördüğü için, tağyir [değiştirme] edilmeden, mealleri yazıldı. Onun için, bazı cümleler, sair Sözlerde zikredilmekle beraber burada da zikrediliyor. Ve bir kısmı, gayet mücmel [kısa, kısaca] olmakla beraber, izah edilmiyor, tâ letâfet-i asliyesini [bir şeyin aslında ve temelinde bulunan tatlılık, hoşluk] kaybetmesin.

Said Nursî

197

BİRİNCİ NOTA [bildiri]

Kendi nefsime hitaben demiştim: Ey gafil Said! Bil ki, şu âlemin fenâsından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden mufarakat [ayrılık] eden birşeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir. Hususan senin asrının inkırazıyla [dağılıp yok olma] seni terk edip arka çeviren ve bahusus [hususan, özellikle] berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] seferinde arkadaşlık etmeyen ve hususan seni kabir kapısına kadar teşyî [uğurlama, vefat eden kişinin defnedilmesi] etmeyen,1 hususan bir iki sene zarfında ebedî bir firak [ayrılık] ile senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına [zıddına, aksine] olarak husulü [meydana gelme] ânında seni terk eden fâni şeyler ile kalbini bağlamak kâr-ı akıl [akıl kârı] değildir.

Eğer aklın varsa, uhrevî inkılâbâtında, [değişim, devrim] berzahî [iki şey arasındaki geçiş yeri] etvârında [haller, tavırlar] ve dünyevî inkılâbâtının [değişim, devrim] müsâdemâtı altında ezilen, bozulan ve ebedî seferde sana arkadaşlığa muktedir olmayan işleri bırak, ehemmiyet verme, onların zevâlinden [batış, kayboluş] kederlenme.

Sen kendi mahiyetine bak ki: Senin lâtifelerin [berrak, şirin, hoş] içinde öyle bir lâtife [güzel ve ince mânâ] var ki, ebedden ve Ebedî Zâttan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh [ilgi] edemiyor. Mâsivâsına [Allah’ın dışındaki herşey] tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve lâtifelerinin [berrak, şirin, hoş] sultanıdır. Fâtır-ı Hakîmin [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] emrine mûtî olan o sultanına itaat et, kurtul.

İKİNCİ NOTA [bildiri]

Hakikattar [bir gerçeğe dayanan] bir rüyada gördüm ki, insanlara diyordum:

“Ey insan! Kur’ân’ın desâtirindendir [düsturlar, kanunlar] ki, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mâsivâsından [Allah’ın dışındaki herşey] hiçbir şeyi, ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem, sen kendini hiçbir şeyden tekebbür [büyüklenme] edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten [ibadete layık olan Allah] uzaklık noktasında müsâvi [eşit] oldukları gibi, mahlûkiyet [yaratılmış olma] nisbetinde de birdirler.”

198

ÜÇÜNCÜ NOTA [bildiri]

Ey gafil Said! Bil ki, galat-ı his [duygu yanılması] nev’inden, gayet muvakkat [geçici] dünyayı lâyemut [ölümsüz] ve daimî görüyorsun. Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sabit ve müstemir [devamlı, kararlı] gördüğünden, fâni nefsini de o nazar ile sabit telâkki [anlama, kabul etme] ettiğinden, yalnız kıyametin kopacağından dehşet alıyorsun. Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız ondan korkuyorsun.1

Aklını başına al. Sen ve hususî dünyan, daimî zeval [geçip gitme] ve fenâ darbesine mâruzsunuz. Senin bu galat-ı hissin [duygu yanılması] ve mağlâtan [aldatma, yanıltma] şu misale benzer ki: Bir adam, elinde olan âyinesini bir hane veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa, misalî bir hane, bir şehir, bir bahçe, o âyinede görünür. Ednâ [basit, aşağı] bir hareket ve küçük bir tagayyür [başkalaşım, değişme] âyinenin başına gelse, o misalî hane ve şehir ve bahçede hercümerc [alt üst olma] ve karışıklık düşer. Hariçteki hakikî hane, şehir ve bahçenin devam ve bekàsı sana faide vermez. Çünkü, senin elindeki âyinedeki hane ve sana ait şehir ve bahçe, yalnız âyinenin sana verdiği mikyas [ölçü] ve mizan [ölçü] iledir.

Senin hayatın ve ömrün âyinedir. Senin dünyanın direği ve âyinesi [aynası] ve merkezi, senin ömrün ve hayatındır. Her dakikada o hane ve şehir ve bahçenin ölmesi mümkün ve harap olması muhtemel olduğundan, her dakika senin başına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak bir vaziyettedir. Madem öyledir, sen bu hayatına ve dünyana, çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yükletme.

DÖRDÜNCÜ NOTA [bildiri]

Bil ki, ekseriyetle Fâtır-ı Hakîmin [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] âdetidir: Ehemmiyetli ve kıymettar şeyleri aynıyla iade ediyor. Yani, ekser eşyanın misliyle [benzer] tazelenmesi, mevsimlerin tebeddülünde, asırların değişmesinde o kıymettar, ehemmiyetli şeyleri aynıyla iade ediyor. Yevmî [günlük] ve senevî [yıllık] ve asrî [yüzyıl/modern] haşirlerin umumunda, şu kaide-i âdetullah [Allah’ın adeti olan konum, kural] ekseriyetle muttarid [düzenli olarak devam eden] görünüyor.

İşte bu sabit kaideye binaen deriz: Madem, fünunun [fenler, bilimler] ittifakıyla ve ulûmun [ilimler] şehadetiyle, hilkat [yaratılış] şeceresinin [ağaç] en mükemmel meyvesi insandır. Ve mahlûkat

199

içinde en ehemmiyetli insandır. Ve mevcudat [var edilenler, varlıklar] içinde en kıymettar insandır. Ve insanın bir ferdi, sair hayvânâtın bir nev’i hükmündedir. Elbette, kat’î bir hads [çabuk kavrayış, güçlü sezgi] ile hükmedilir ki, haşir ve neşr-i ekberde, beşerin herbir ferdi aynıyla, cismiyle, ismiyle, resmiyle iade edilecektir.

BEŞİNCİ NOTA [bildiri]

Şu notada, [bildiri] Avrupa fünunu [fenler, bilimler] ve medeniyeti, Eski Said’in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa’nın fünun [fenler, bilimler] ve medeniyeti o seyahat-i kalbiyede [kalple yapılan manevî yolculuk] emrâz-ı kalbiyeye [kalbî hastalıklar] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ederek ziyade müşkilâta [zor] medar [kaynak, dayanak] olduğundan, bilmecburiye, [mecburen, zorunlu olarak] Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraf felsefeyi ve sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa’nın lehinde [tarafında] şehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa’nın şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye [karşılıklı konuşma] mecbur olmuştur.

Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir: Birisi: İsevînin din-i hakikîden [hak din] ve İslâmiyetten aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye [insanların sosyal hayatı] nâfi [faydalı] san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları [fenler, bilimler] takip eden Avrupa’ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin [her şeyi tabiata dayandıran felsefe] zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını [günahlar] mehâsin [güzellikler] zannederek beşeri sefâhete [ahmaklık, beyinsizlik] ve dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum. Şöyle ki:

O zaman, o seyahat-i ruhiyede, [ruhla yapılan manevî yolculuk] mehâsin-i medeniyet [medeniyetin güzellikleri] ve fünun-u nâfiadan başka olan mâlâyâni [anlamsız, faydasız] ve muzır [zararlı] felsefeyi ve muzır [zararlı] ve sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] medeniyeti elinde tutan Avrupa’nın şahs-ı mânevîsine [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] karşı demiştim:

Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bir felsefeyi ve sol elinle sefih [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ve muzır [zararlı] bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, “Beşerin saadeti bu ikisiyledir.” Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin!

200

Ey küfür ve küfrânı [inançsızlık, inkâr] dağıtıp neşreden bedbaht ruh! Acaba, hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın, cismiyle zâhirî bir surette, aldatıcı bir ziynet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mesut denilebilir mi?

Âyâ, [“acaba mümkün mü?” anlamında şüphe bildiren ünlem edatı] görmüyor musun ki, bir adamın cüz’î [ferdî, küçük] bir emirden meyus [ümitsiz] olması ve vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale [hayal kırıklığı] uğraması sebebiyle, tatlı hayaller ona acılaşıyor, şirin vaziyetler onu tazip [azap verme] ediyor, dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki, senin şeâmetinle [kötülük, uğursuzluk] kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] darbesini yiyen ve o dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] cihetiyle bütün emelleri inkıtaa uğrayan ve bütün elemleri ondan neş’et [doğma] eden bir biçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba, zâil, [geçici, yok olucu] yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azap çeken bir insana mesut denilebilir mi? İşte, sen biçare beşeri böyle baştan çıkardın; yalancı bir cennet içinde cehennemî bir azap çektiriyorsun.

Ey nev-i beşerin nefs-i emmâresi! [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] Bu temsile bak, beşeri nereye sevk ettiğini bil. Meselâ bizim önümüzde iki yol var. Birisinden gidiyoruz. Görüyoruz ki, her adım başında biçare, âciz bir adam bulunur. Zalimler hücum edip malını, eşyasını gasp ederek kulübeciğini harap ediyorlar. Bazen da yaralıyorlar. Öyle bir tarzda ki, acınacak haline semâ ağlıyor. Nereye bakılsa, hal bu minval [hareket tarzı, davranış, usul, yol] üzere gidiyor. O yolda işitilen sesler zalimlerin gürültüleri, mazlumların ağlayışları olduğundan, umumî bir matem o yolu kaplıyor. İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim [acı çeken] olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar [tutulmuş, yakalanmış] oluyor. Halbuki vicdan bu derece teellüme [elem çekme] tahammül edemediğinden, o yolda giden iki şeyden birisine mecbur olur: Ya insaniyetten tecerrüt [maddeye benzer şeylerden soyut olma ve zaman gibi kavramlarla sınırlanmama] edip ve nihayetsiz vahşeti iltizam [kabul etme, taraftarlık] ederek öyle bir kalbi taşıyacak ki, kendi selâmetiyle beraber umumun helâketi [mahvolma] onu müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etmesin; veyahut kalb ve aklın muktezasını [bir şeyin gereği] iptal etsin.

Ey sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa!

201

Deccal gibi birtek gözü taşıyan1 kör dehân ile ruh-u beşere [insan ruhu] bu cehennemî hâleti [durum] hediye ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir illettir [asıl sebep] ki, insanı âlâ-yı illiyyînden [yücelerin en yücesi] esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] atar, hayvânâtın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete [asıl sebep] karşı bulduğun ilâç, muvakkaten [geçici] iptal-i his [hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirme] hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. [aşırı süs ve lüks] Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek!

İşte beşere açtığın yol ve verdiğin saadet, bu misâle benzer.

İkinci yol ki, Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hidayetiyle beşere hediye etmiştir, şöyledir:

Görüyoruz ki: o yolun her menzilinde, her mekânında, her şehrinde bir sultan-ı âdilsin müstakim [doğru ve düzgün] askerleri her tarafta bulunuyorlar, geziyorlar. Ara sıra o sultanın emriyle o askerlerin bir kısmını terhis ediyorlar. Silâhlarını, atlarını ve mîrî [devlete ait] levazımatlarını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] alıyorlar, onlara izin tezkeresini veriyorlar. O terhis olunan neferler, [asker] çendan [gerçi] ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ettikleri at ve silâhların teslim alınmasından zâhiren mahzun oluyorlar; fakat hakikat noktasında, terhisle müferrah [ferah duyan, huzurlu] olup, sultanın ziyaretine ve padişahın pâyitahtına dönmesi ve padişahı ziyaret etmesi cihetinde gayet memnun oluyorlar.

Bazan terhis memurları acemî [Arap milletinden olmayan başka milletler] bir nefere [asker] rast geliyorlar… Nefer [asker] onları tanımıyor. “Silâhını teslim et” diyorlar. Nefer [asker] diyor: “Ben padişahın askeriyim, onun hizmetindeyim. Sonra onun yanına gideceğim. Siz neci oluyorsunuz? Eğer onun izin ve rızasıyla gelmişseniz, göz ve baş üstüne geldiniz. Emrini gösteriniz. Yoksa çekiliniz, benden uzak olunuz. Ben tek başımla kalsam, sizler binler dahi olsanız, yine sizinle dövüşeceğim. Kendi nefsim için değil, çünkü nefsim benim değil, benim sultanımındır. Belki bendeki nefsim ve silâhım, mâlikimin emanetidir. Emaneti muhafaza ve sultanımın haysiyetini himaye ve izzetini [büyüklük, yücelik] vikaye [koruma] için size baş eğmeyeceğim!”

İşte, o ikinci yoldaki medar-ı sürur [sevinç ve neşe kaynağı] ve saadet olan binler ahvalden [durumlar] bu hal bir nümunedir. Sair ahvâli [haller] sen kıyas et. Bütün o ikinci yolun seferinde, tevellüdat [doğma] namında,—sevinç ve şenlikle—bir tahşidat [öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma] ve sevkiyat-ı askeriye var ve vefiyat [vefatlar, ölümler]

202

namında—sürur ve mızıka—ile terhisat-ı askeriye [askerlikten terhis etmeler] görünüyor. İşte, Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] beşere bu yolu hediye etmiştir. Bu hediyeyi kim tam kabul etse, böyle iki cihanın saadetine giden bu ikinci yoldan gider. “Ne geçmiş şeyden mahzun ve ne de gelecek şeyden havf [korku] eder.”

Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: “En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zîhayat [canlı] kendi nefsine mâliktir ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı [yaşama hakkı] var. Gaye-i himmeti [gayret ve çaba harcanarak ulaşmak istenilen hedef, gaye] ve hedef-i maksadı [asıl gaye, kastedilen hedef] yaşamak ve bekàsını temin etmektir” diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerîmin [her şeyi yaratan ve sonsuz cömertlik sahibi olan Allah] kerem [cömertlik] düsturlarından [kâide, kural] ve erkân-ı kâinatta [kâinatı oluşturan temel unsurlar] kemâl-i itaatle [tam bir itaat, mükemmel ve kusursuz bir şekilde boyun eğme] imtisal [bağlanma, boyun eğme] edilen düstur-u teavünle, [yardımlaşma kanunu] nebâtat [bitkiler] hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmâne, [şefkatle, merhametli bir şekilde] kerîmâne [çok cömert bir şekilde] cilvelerini cidal [mücadele] zannedip, “Hayat bir cidaldir” [mücadele] diye, ahmakane hükmetmişsin.

Acaba, o düstur-u teavünün [yardımlaşma kanunu] cilvesinden olan, zerrât-ı taâmiyenin [yiyecekleri oluşturan atomlar] kemâl-i şevk [tam bir istek ve arzu] ile beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? [mücadele] Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm [cömert, ikram sahibi] bir Rabbin emriyle bir teavündür. [yardımlaşma]

Hem çürük bir esasın, “Herşey kendi nefsine mâliktir” diyorsun. Hiçbir şey kendi nefsine mâlik olmadığına kat’î bir delil şudur ki:

Esbabın içinde en eşrefi [en şerefli] ve ihtiyar noktasında en geniş iradelisi, insandır. Halbuki bu insanın düşünmek, söylemek ve yemek gibi en zâhir ef’âl-i ihtiyariyesinden [iradeyle yapılan davranışlar, fiiller] yüz cüz’ünden onun dest-i ihtiyarına [irade ve dileme eli] verilen ve daire-i iktidarına [gücü kullanabilme dairesi] giren, yalnız meşkûk [şüpheli] tek bir cüzdür. Böyle en zâhir fiilin yüz cüz’ünden bir cüz’üne mâlik olmayan, nasıl kendine mâliktir denilir?

Böyle en eşref [en şerefli] ve ihtiyarı en geniş, bu derece hakikî tasarruftan ve temellükten [sahiplenme]

203

eli bağlanmış bulunsa, “Sair hayvânat ve cemâdat [cansız varlıklar] kendine mâliktir” diyen, hayvandan daha ziyade hayvan ve cemâdattan [cansız varlıklar] daha ziyade câmid [cansız] ve şuursuz olduğunu ispat eder.

Seni bu hataya atıp bu vartaya [tehlike] düşüren, bir gözlü dehândır. Yani, harika, menhus zekândır. O kör dehân ile, herşeyin hâlıkı olan Rabbini unuttun, mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] bir tabiata isnad ettin, âsârını [eserler/asırlar] esbaba verdin, o Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] malını bâtıl mâbud [ibadet edilen] olan tâğutlara [ibadet edilen bâtıl şey, put] taksim ettin. Şu noktada ve o dehân nazarında, her zîhayat, [canlı] herbir insan, tek başıyla hadsiz a’dâya [düşmanlar] karşı mukavemet etmek ve nihayetsiz hâcâtın tahsiline çabalamak lâzım geliyor. Ve zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir ihtiyar, zâil [geçici, yok olucu] lem’a [parıltı] gibi bir şuur, çabuk söner şule [gür ışık/alev] gibi bir hayat, çabuk geçer dakika gibi bir ömür ile, o hadsiz a’dâya [düşmanlar] ve hâcâta karşı dayanmaya mecbur oluyor. Halbuki, o biçare zîhayatın [canlı] sermayesi, binler matluplarından [istek] birisine kâfi [yeterli] gelmiyor. Musibete giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olduğu zaman, sağır, kör esbabdan başka derdine derman beklemiyor. وَمَا دُعَۤاءُ الْكَافِرِينَ اِلاَّ فِى ضَلاَلٍ 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] oluyor.

Senin karanlıklı dehân, nev-i beşerin gündüzünü geceye kalb etmiş. Yalnız o sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceye ısındırmak için, yalancı, muvakkat [geçici] lâmbalarla tenvir [aydınlatma] ettin. O lâmbalar sürur [mutluluk] ile beşerin yüzüne tebessüm etmiyor. Belki beşerin ağlanacak acı hallerindeki eblehâne [ahmak] gülmesine, o ışıklar müstehziyâne [alay edercesine] gülüp eğleniyor.

Herbir zîhayat, [canlı] senin şakirtlerin [öğrenci] nazarında, zalimlerin hücumuna mâruz, miskin birer musibetzededirler. Dünya bir matemhane-i umumiyedir. [genel yas evi] Dünyadaki sadâlar ölümlerden, elemlerden gelen vâveylâlardır. [çığlık, feryad] Senden tam ders alan şakirdin, [talebe, öğrenci] bir Firavun olur. Fakat en hasis şeye ibadet eden ve menfaat gördüğü herşeyi kendine rab telâkki [anlama, kabul etme] eden bir firavun-u zelildir. [alçak bir firavun]

204

Hem senin şakirdin [talebe, öğrenci] mütemerriddir. [inatçı] Fakat bir lezzeti için nihayet zilleti [alçaklık] kabul eden miskin bir mütemerriddir. [inatçı] Hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede alçaklık gösterir.

Hem cebbardır. [zorba] Fakat kalbinde bir nokta-i istinad [dayanak noktası] bulamadığı için, zâtında gayet âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur. [kendini beğenen zorba]

O şakirdin [talebe, öğrenci] gaye-i himmeti [gayret ve çaba harcanarak ulaşmak istenilen hedef, gaye] hevesât-ı nefsâniyeyi [nefsin gelip geçici arzu ve istekleri] tatmin ve hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve fedakârlık perdesi altında kendi menfaat-i nefsini [kişisel çıkar] arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir dessastır. [hilebaz, aldatıcı] Nefsinden başka ciddî olarak hiçbir şeyi sevmiyor, herşeyi nefsine feda ediyor.

Amma Kur’ân’ın hâlis ve tam şakirdi [talebe, öğrenci] ise, bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata [varlıkların en büyükleri] karşı da ubudiyete [Allah’a kulluk] tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük ve âzam bir menfaati gaye-i ubudiyet [kulluğun gayesi] yapmaz bir abd-i azizdir. [izzetli kul, Allah’tan başkasına müracaat etmeyen ve minnet duymayan kul]

Hem halim selimdir. [sağlam, doğru] Fakat Fâtır-ı Zülcelâlinden [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] başkasına, izni ve emri olmadan tezellüle [alçalma] tenezzül etmez bir halîm-i âlihimmettir. [yumuşak huylu olmasının yanı sıra kutsal değerler uğruna gayret gösteren]

Hem fakirdir. Fakat onun Mâlik-i Kerîmi [bol ihsan ve ikram sahibi olan, herşeyin sahibi olan Allah] ona ileride iddihar [biriktirme, depolama] ettiği mükâfat ile bir fakir-i müstağnîdir. [fakir olmakla birlikte Allah’tan başkasına muhtaç olmayan kişi]

Hem zayıftır. Fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad eden bir zaif-i kavîdir [zayıflığında kuvvet bulunan] ki, Kur’ân hakikî bir şakirdine [talebe, öğrenci] Cennet-i ebediyeyi [sonsuz Cennet hayatı] dahi gaye-i maksat [asıl hedef, esas maksat] yaptırmadığı halde,1 bu zâil, [geçici, yok olucu] fâni dünyayı ona gaye-i maksat [asıl hedef, esas maksat] hiç yapar mı?

İşte iki şakirdin [talebe, öğrenci] himmetlerinin [ciddi gayret] ne derece birbirinden farklı olduğunu anla.

Hem felsefe-i sakîmenin [hastalıklı felsefe; yanlış yoldaki felsefe] şakirtleriyle [öğrenci] Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tilmizlerinin [öğrenci] hamiyetkârlık [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] ve fedakârlıklarını bununla muvazene [karşılaştırma/denge] edebilirsin. Şöyle ki:

205

Felsefenin şakirdi, [talebe, öğrenci] kendi nefsi için kardeşinden kaçar, onun aleyhinde dâvâ açar. Kur’ân’ın şakirdi [talebe, öğrenci] ise, semâvat ve arzdaki umum salih ibâdı kendine kardeş telâkki [anlama, kabul etme] ederek, gayet samimî bir surette onlara dua eder.1 Ve saadetleriyle mes’ut oluyor. Ve ruhunda şedit [çok şiddetli] bir alâkayı onlara karşı hisseder.

Hem en büyük şey olan Arş ve şemsi musahhar [boyun eğdirilmiş] birer memur ve kendi gibi bir abd, [köle] bir mahlûk telâkki [anlama, kabul etme] eder.

Hem iki şakirdin [talebe, öğrenci] ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur’ân, kendi şakirtlerinin [öğrenci] ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerrâtını, [atomlar] birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin [öğrenci] ellerine verir, “Evradlarınızı [okunması âdet olan dualar] bununla okuyunuz” der. İşte, Kur’ân’ın tilmizlerinden [öğrenci] Şah-ı Geylânî, Rufâî, Şâzelî [kural dışı] (r.a.) gibi şakirtleri, [öğrenci] virdlerini [devamlı yapılan zikir] okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerrâtı, katarat [damlalar] adetlerini, mahlûkatın aded-i enfâsını tutmuşlar, onunla evradlarını [okunması âdet olan dualar] okuyorlar, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] zikir ve tesbih ediyorlar.

İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] mucizâne [mu’cizeli bir şekilde] terbiyesine bak ki, nasıl ednâ [basit, aşağı] bir kederle ve küçük bir gam ile başı dönüp sersemleşen ve küçük bir mikroba mağlûp olan bu küçük insan, terbiye-i Kur’ân ile ne kadar teâli [yücelme] ediyor. Ve ne derece letâifi [duygular] inbisat [genişleme, yayılma] eder ki, koca dünya mevcudatını, [var edilenler, varlıklar] virdine [devamlı yapılan zikir] tesbih olmakta kısa görüyor. Ve Cenneti zikir ve virdine [devamlı yapılan zikir] gaye olmakta az gördüğü halde, kendi nefsini Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ednâ [basit, aşağı] bir mahlûkunun üstünde büyük tutmuyor.2 Nihayet izzet [büyüklük, yücelik]

206

içinde nihayet tevazuu [alçakgönüllülük] cem [toplama, bir araya gelme] ediyor. Felsefe şakirtlerinin [öğrenci] buna nisbeten ne derece pest [alçak, aşağı] ve aşağı olduğunu kıyas edebilirsin.

İşte, felsefe-i sakîme-i Avrupaiyeden [Avrupa’nın hastalıklı ve karanlık felsefesi] yek-çeşm [tek gözlü] olan dehâsının yanlış gördüğü hakikatleri, iki cihana bakan, gayb-âşinâ [gaybı bilen, görünmeyenden haberi olan] parlak iki gözüyle iki âleme nazar eden, beşer için iki saadete iki eliyle işaret eden hüdâ-yı Kur’ânî [Kur’ân’ın gösterdiği hak ve hidayet yolu] der ki:

Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana emanettir. O emanetin mâliki herşeye kadîr, herşeyi bilir bir Rahîm-i Kerîmdir. [herbir varlığa rahmet ve merhametiyle tecelli eden ve cömertlik sahibi Allah] O senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor, tâ senin için muhafaza etsin, zayi olmasın. İleride mühim bir fiyat sana verecek. Sen muvazzaf ve memur bir askersin. Onun namıyla çalış ve hesabıyla amel et. Odur ki, muhtaç olduğun şeyleri sana rızık olarak gönderiyor ve senin takatin yetmediği şeylerden seni muhafaza eder. Senin şu hayatının gayesi, neticesi, o Mâlikin esmâsına ve şuûnâtına [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] bir mazhariyettir. Sana bir musibet geldiği vakit, de:

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ 1 Yani, “Ben Mâlikimin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer Onun izin ve rızasıyla geldinse, merhaba, safâ [gönül hoşnutluğu] geldin. Çünkü, elbette bir vakit Ona döneceğiz ve Onun huzuruna gideceğiz ve Ona müştâkız. [arzulu, aşırı istekli] Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden [Allah tarafından yüklenen görevler ve sorumluluklar] âzâd edecektir. Haydi, ey musibet, o terhis ve o âzâd etmek senin elinle olsun, razıyım. Eğer benim emanet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irade etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rızası olmazsa, benim takatim yettikçe, emin olmayana, Mâlikimin emanetini teslim etmem” der.

İşte, binden bir nümune olarak, dehâ-yı felsefînin [felsefeden güç alan yüksek akıl] ve hüdâ-yı Kur’ânînin [Kur’ân’ın gösterdiği hak ve hidayet yolu] verdikleri derslerin derecelerine bak. Evet, iki tarafın hakikat-i hali, [bir şeyin gerçek durumu] sabıkan [bundan önce] beyan edilen tarz ile gidiyor. Fakat hidayet ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] insanların dereceleri mütefavittir, [birbirinden farklı]  

207

gafletin mertebeleri de muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikati tamamıyla hissedemez. Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his [hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirme] etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet [dünyaya yalnız dünya için ve maddî zevk ve menfaatleri için bakanlar] hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle [artma] ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin [ölüm] ikazatıyla [uyarılar] o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebîlerin tâğutlarıyla [ibadet edilen bâtıl şey, put] ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ [tâbi olma, bağlanma] edenlere binler nefrin [beddua] ve teessüfler!1 [eseflenme, üzülme]

Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, [“acaba mümkün mü?” anlamında şüphe bildiren ünlem edatı] Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten [düşmanlık] sonra, hangi akıl ile onların sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve bâtıl efkârlarına [fikirler] ittibâ [tâbi olma, bağlanma] edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne [yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce] taklit edenler, ittibâ [tâbi olma, bağlanma] değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak [karışma, katılma] edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam [hiçlik, yokluk] ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ettikçe, hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, [tâbi olma, bağlanma] milliyetinize karşı bir istihfaftır [hafife alma] ve millete bir istihzâdır. [alay etme]

هَدٰينَا اللهُ وَاِيَّاكُمْ اِلَى الصِّرَاطِ الْمُسْتَقِيمِ * 2

ALTINCI NOTA [bildiri]

Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] inkârındaki ittifaklarından telâşa düşen ve itikadını [inanç] bozan biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette [çokluk] ve adet çokluğunda değil. Çünkü, insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrepler [Avrupalıları taklit eden] gibi ihtirâsât-ı hayvâniyede terakki [ilerleme] ettikçe, daha şiddetli bir hayvâniyet [maddî yönden canlılığı olan] mertebesini alır. Sen görüyorsun ki, hayvânâtın kemiyet [çokluk] ve adet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum envâ-ı hayvânat [hayvan türleri] üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur.

208

İşte, muzır [zararlı] kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hayvânâtından bir nevi habislerdir [çirkin, pis] ki, Fâtır-ı Hakîm [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] onları dünyanın imâreti [imar etme, kurma] için halk etmiştir. Mü’min ibâdına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî [ölçü birimi] yapıp, âkıbetinde, müstehak oldukları Cehenneme teslim eder.

İşte, küffârın ve ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] bir hakikat-i imaniyeyi [iman gerçeği] inkâr ve nefyetmelerinde [gönderilme, sürgün] kuvvet yoktur. Çünkü, nefiy [inkâr] sırrıyla, ittifakları kuvvetsizdir. Bin nefyediciler, [gönderilme, sürgün] bir tek hükmündedir. Meselâ, bütün İstanbul ahalisi, Ramazan’ın başında ayı görmediğinden nefyetse, [gönderilme, sürgün] iki şahidin ispatıyla o cemm-i gafîrin [kalabalık insan topluluğu] nefiy [inkâr] ve ittifakı sukut [alçalış, düşüş] eder.1 Madem küfrün [inançsızlık, inkâr] ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] mahiyeti nefiydir [inkâr] ve inkârdır, cehildir [bilgisizlik] ve ademdir; küffârın kesretle [çokluk] ittifakı ehemmiyetsizdir.2 Ehl-i hakkın, hak ve sabit ve sübutu [bir şeyin var olması] ispat olunan mesâil-i imaniyede, [imana dair meseleler] şuhuda [görme] istinad eden iki mü’minin hükmü, hadsiz ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ittifakına râcih olur, galebe [üstün gelme] eder.

Bu hakikatin sırrı şudur ki: Nefyedenlerin [gönderilme, sürgün] dâvâları sureten [görünüş itibarıyla] bir iken, müteaddittir; [bir çok] birbiriyle ittihad [birleşme] edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad [birleşme] ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökteki hilâl-i Ramazan‘ı [Ramazan ayının başladığını gösteren hilâl; yeni ay] görmeyen der ki: “Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.” Başkası da “Nazarımda yoktur’ der. Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi nazarında yoktur der. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab [sebebler] dahi ayrı ayrı olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrı olur, birbirine kuvvet veremez.

Fakat ispat edenler demiyor ki, “Benim nazarımda ve gözümde hilâl var.” Belki “Nefsü’l-emirde, [işin hakikati, aslı] göğün yüzünde hilâl vardır, görünür” der. Görenler bütün aynı dâvâyı ve “Nefsü’l-emirde [işin hakikati, aslı] vardır” der. Demek bütün dâvâlar birdir. Nefyedenlerin [gönderilme, sürgün] nazarları ayrı ayrı olduğundan, dâvâları da ayrı ayrı olur. Nefsü’l-emre hükmedemiyorlar. Çünkü nefsü’l-emirde [işin hakikati, aslı] nefiy [inkâr] ispat edilmez. Çünkü ihata [herşeyi kuşatma] lâzımdır.

209

اَلْعَدَمُ الْمُطْلَقُ لاَ يُثْبَتُ اِلاَّ بِمُشْكِلاَتٍ عَظِيمَةٍ 1 bir kaide-i usuldür. Evet, birşeyi dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek kâfi [yeterli] gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, [gönderilme, sürgün] bütün dünyayı eleyip göstermek lâzım gelir ki, tâ o nefiy [inkâr] ispat edilsin.

İşte bu sırra binaen, ehl-i küfrün bir hakikati nefyetmesi [gönderilme, sürgün] ise, bir meseleyi halletmek veyahut dar bir delikten geçmek veyahut bir hendekten atlamak misalindedir ki, bin de, bir de, birdir. Çünkü birbirine yardımcı olamaz. Fakat ispat edenler nefsü’l-emirde [işin hakikati, aslı] hakikat-i hale [bir şeyin gerçek durumu] baktıkları için, müddeâları [dava, tez; iddia edilen şey] ittihad [birleşme] ediyor. Kuvvetleri birbirine yardım eder. Büyük bir taşın kaldırmasına benzer ki, ne kadar eller yapışsa daha ziyade kaldırması kolay olur ve birbirinden kuvvet alır.

YEDİNCİ NOTA [bildiri]

Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san’at ve terakkiyât-ı ecnebiyeye cebir [Cebriye mezhebi] ile sevk eden bedbaht hamiyetfuruş! [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] Dikkat et, bu milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları [bağ] kopmasın. Eğer böyle ahmakane, körü körüne topuzların altında bazıların dinden rabıtaları [bağ] kopsa, o vakit hayat-ı içtimaiyede [sosyal hayat] bir semm-i kàtil [öldürücü zehir] hükmünde o dinsizler zarar verecekler. Çünkü mürtedin [dinden çıkan] vicdanı tamam bozulduğundan, hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] zehir olur.2 Ondandır ki, ilm-i usulde [bir işin nasıl yapılacağını gösteren ilim, metodoloji]Mürtedin [dinden çıkan] hakk-ı hayatı [yaşama hakkı] yoktur. Kâfir eğer zimmî olsa veya musalâha [barış yapma] etse hakk-ı hayatı [yaşama hakkı] var” diye usul-i şeriatın bir düsturudur.3 [kâide, kural] Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür;4 fakat fâsık [günahkâr] merdûdü’ş-şehadettir. Çünkü haindir.5

210

Ey bedbaht, fâsık [günahkâr] adam! Fâsıkların [günahkâr] kesretine [çokluk] bakıp aldanma ve “Ekseriyetin efkârı [fikirler] benimle beraberdir” deme. Çünkü fâsık [günahkâr] adam, fıskı [günah] isteyerek ve bizzat talep edip girmemiş; belki içine düşmüş, çıkamıyor. Hiçbir fâsık [günahkâr] yoktur ki, salih olmasını temenni etmesin ve âmirini ve reisini mütedeyyin [din sahibi; dinin emirlerini yerine getiren, dindar] görmek istemesin. İllâ ki—el-iyâzü billâh!—irtidat ile vicdanı tefessüh [bozulma] edip, yılan gibi zehirlemekten lezzet alsın!

Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale [fakir bir halde olma, fakirlik] düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar?

Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş; onun için fakr-ı hale [fakir bir halde olma, fakirlik] düşüyorlar. Çünkü mü’minde hırs sebeb-i hasârettir [hüsrana uğrama sebebi] ve sefalettir. اَلْحَرِيصُ خَائِبٌ خَاسِرٌ 1 durub-u emsal [ata sözleri] hükmüne geçmiştir.

Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbab [sebebler] çoktur. Başta nefis ve hevâsı ve ihtiyaç ve havassı [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî [görünüşte] tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâileri var. Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] davet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu biçare millete karşı hamiyet [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] varsa ve ulüvv-ü himmetten [çok gayretli olmak, yüksek himmet sahibi olmak] dem [an, vakit] vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] yardım eden azlara imdat etmek lâzım gelir. Yoksa, o az dâileri susturup çoklara yardım etsen, şeytana arkadaş olursun.

Âyâ, [“acaba mümkün mü?” anlamında şüphe bildiren ünlem edatı] zanneder misin ki, bu milletin fakr-ı hali [fakir bir halde olma, fakirlik] dinden gelen bir zühd [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] ve terk-i dünyadan [dünyayı terk etme] gelen bir tembellikten neş’et [doğma] ediyor? Bu zanda hata ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu [hükmetme, musallat olma] altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor?

211

Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle [hile, aldatma] ya çalar veya gasp ediyor.

Sizin cebren böyle ehl-i imanı [Allah’a inanan] mim’siz medeniyete sevk etmekteki maksadınız, eğer memlekette âsâyiş ve emniyeti temin ve kolayca idare etmek ise, kat’iyen [kesinlikle] biliniz ki, hata ediyorsunuz, yanlış yola sevk ediyorsunuz. Çünkü itikadı [inanç] sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın [günahkâr] idaresi ve onlar içinde âsâyiş temini, binler ehl-i salâhatin [namuslu, doğru ve adaletli kimseler] idaresinden daha müşküldür.

İşte bu esaslara binaen, ehl-i İslâm [Müslümanlar] dünyaya ve hırsa sevk olunmaya ve teşvik edilmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat [bir hedefe yönelik ilerlemeler] ve âsâyişler bununla temin edilmez. Belki mesailerinin [meseleler] tanzimine ve mâbeynlerindeki [ara] emniyetin tesisine ve teavün [yardımlaşma] düsturunun [kâide, kural] teshiline [kolaylaştırma] muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evâmir-i kudsiyesiyle [kutsal emirler] ve takvâ ve salâbet-i diniye [dinin emirlerini korumakta ve uygulamadaki ciddiyet] ile olur.

SEKİZİNCİ NOTA [bildiri]

Ey sa’y [çalışma] ve ameldeki lezzet ve saadeti bilmeyen tembel insan! Bil ki, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâl-i kereminden, [lütuf ve cömertliğin mükemmelliği, kusursuz ikram edicilik] hizmetin mükâfâtını hizmet içinde derc [yerleştirme] etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel [amelin kendisi] içine de koymuştur. İşte bu sır içindir ki, mevcudat, [var edilenler, varlıklar] hattâ bir nokta-i nazarda [bakış açısı] câmidat dahi, evâmir-i tekviniye [yaratılışa ait emirler ve kanunlar] tabir edilen hususî vazifelerinde, kemâl-i şevkle [tam bir istek ve arzu] ve bir çeşit lezzet ile evâmir-i Rabbâniyeyi [Allah’ın idare ve terbiyeye dair emirleri (r-b-b)] imtisal [bağlanma, boyun eğme] ederler. Arıdan, sinekten, tavuktan tut, tâ şems ve kamere [ay] kadar herşey kemâl-i lezzet [tam bir lezzet] ile vazifesine çalışıyorlar. Demek hizmetlerinde bir lezzet var ki, akılları olmadığından âkıbeti ve neticeleri düşünmeden, mükemmel vazifelerini ifa ediyorlar.

212

Eğer desen: “Zîhayatta [canlı] lezzet kabildir. Cemâdatta [cansız varlıklar] nasıl şevk ve lezzet olabilir?”

Elcevap: Cemâdat [cansız varlıklar] kendi hesaplarına değil, onlara tecellî eden esmâ-i İlâhiye hesabına bir şeref, bir makam, bir kemâl, [eksiksiz ve mükemmel olma] bir güzellik, bir intizam isterler, arıyorlar. O vazife-i fıtriyelerinin [yaratılıştan gelen görev] imtisalinde, [bağlanma, boyun eğme] Nûru’l-Envârın [nurların nuru, sonsuz nur sahibi olan Allah] isimlerine birer mâkes, [yansıma yeri] birer âyine [ayna] hükmüne geçtiğinden, tenevvür [aydınlanma, nurlanma] eder, terakki [ilerleme] eder.

Meselâ, nasıl ki bir katre [damla] su, bir zerrecik cam parçası, zâtında ziyasız, [ışıksız] ehemmiyetsiz iken, sâfi kalbiyle güneşe yüzünü çevirse, o vakit o ehemmiyetsiz, ziyasız [ışıksız] katre [damla] ve cam parçası, güneşin bir nevi arşı olup senin yüzüne de tebessüm eder. İşte bu misal gibi, zerrat-ı mevcudat, [varlıkların zerreleri] cemâl-i mutlak [sınırsız güzellik] ve kemâl-i mutlak [her yönüyle mükemmel olma] sahibi olan Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] isimlerine vazifeperverlik cihetinde âyine [ayna] olmalarıyla, o katre [damla] ve zerrecik şişe gibi gayet aşağı bir dereceden gayet yüksek bir derece-i zuhura [ortaya çıkma derecesi] ve tenevvüre [çeşitlenme] çıkıyorlar. Madem vazife cihetinde gayet nuranî ve yüksek bir makam alıyorlar; lezzet mümkün ve kabilse, yani hayat-ı âmmeden [genel hayat, hayatın genel mânâsı] hissedar iseler, gayet lezzet ile o vazifeleri görüyorlar denilebilir.

Vazifede lezzet bulunduğuna en zâhir bir delil: Sen kendi âzâ ve duygularının hizmetlerine bak. Herbiri, bekà-i şahsî [ferdin devamlılığı] ve bekà-i nev’î [türün devamlılığı] için ettikleri hizmetlerinde ayrı ayrı lezzetleri var. Nefs-i hizmet, [hizmetin bizzat kendisi] onlara bir telezzüz [lezzet alma] hükmüne geçiyor. Hattâ hizmeti terk etmek, o uzvun bir nevi azabıdır.

Hem en zâhir bir delil dahi, horoz ve yavrulu tavuk gibi hayvânâtın vazifelerinde gösterdikleri fedakârâne ve merdâne vaziyetleridir ki, horoz aç olduğu halde tavukları nefsine tercih edip, bulduğu rızka onları çağırır; yemez, onlara yedirir. Ve bir şevk ve iftihar ve telezzüz [lezzet alma] ile o vazifeyi gördüğü görünür. Demek o hizmette, yemekten fazla bir lezzet alır. Hem küçük yavrularına çobanlık eden tavuk dahi, yavrularının hatırı için ruhunu feda eder, ite atılır. Kendini aç bırakıp onları doyurur. Demek o hizmette öyle bir lezzet alır ki, açlık acısına ve ölmek elemine tereccuh [üstün gelme] eder, ziyade gelir.

213

Hayvânî valideler, yavrularını, küçük iken vazifeleri bulunduğundan, lezzetle himayeye çalışır. Büyük olduktan sonra vazife kalkar, lezzet de gider. Yavrusunu döver, elinden daneyi alır. Yalnız, insan nev’indeki validelerin vazifeleri bir derece devam eder. Çünkü insanlarda, zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve acz itibarıyla, daima bir nevi çocukluk var; her vakit de şefkate muhtaçtır.

İşte umum hayvânâtın, horoz gibi çobanlık eden erkeklerine ve tavuk gibi validelerine bak, anla ki, bunlar kendi hesabına ve kendileri namına, kendi kemâlleri için o vazifeyi görmüyorlar. Çünkü hayatını, vazifede lâzım gelse feda ediyorlar. Belki vazifeleri, onları o vazifeyle tavzif [görevlendirme] eden ve o vazife içinde rahmetiyle bir lezzet derc [yerleştirme] eden Mün’im-i Kerîmin [kerem sahibi ve nimet verici Allah] hesabına ve Fâtır-ı Zülcelâlin [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] namına görüyorlar.

Hem nefs-i hizmette [hizmetin bizzat kendisi] ücret bulunduğuna bir delil de şudur ki: Nebâtat [bitkiler] ve eşcar, [ağaçlar] bir şevk u lezzeti ihsas [hissettirme] eden bir tavır ile Fâtır-ı Zülcelâlin [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] emirlerini imtisal [bağlanma, boyun eğme] ediyorlar. Çünkü, dağıttığı güzel kokular ve müşterilerin nazarını celb [çekme] edecek ziynetlerle süslenmeleri ve sümbülleri ve meyveleri için çürüyünceye kadar kendilerini feda etmeleri, ehl-i dikkate [dikkat sahibi insanlar] gösterir ki, onların, emr-i İlâhînin [Allah’ın emri] imtisalinden [bağlanma, boyun eğme] öyle bir lezzetleri var ki, nefislerini mahvedip çürütüyorlar.

Bak, başında çok süt konserveleri taşıyan hindistan cevizi ve incir gibi meyvedar ağaçlar, rahmet hazinesinden lisan-ı hal [beden dili] ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır, meyvelerine yedirir, kendi bir çamur yer. Hem nar ağacı sâfi bir şarabı hazine-i rahmetten [Allah’ın rahmet hazinesi] alıp meyvesine yedirir, kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder.

Hattâ hububatta [tohum] dahi sümbüllenmek [başak verme, netice verme] vazifesinde zâhir bir iştiyak [arzu, istek] görünür. Nasıl ki dar bir yerde hapsedilen bir zât, bir bostana ve geniş bir yere çıkmayı müştakane ister; öyle de, hububatta, [tohum] sümbüllenmek [başak verme, netice verme] vazifesinde öyle sürurlu [mutluluk] bir vaziyet, bir iştiyak [arzu, istek] görünüyor.

İşte “sünnetullah” tabir edilen, kâinatta cereyan eden bu sırlı uzun düsturdandır [kâide, kural] ki, işsiz, tembel, istirahat ile yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, ekseriyetle, sa’y [çalışma] eden, çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çekerler. Çünkü, daima

214

işsizler ömründen şikâyet ederler, eğlence ile çabuk geçmesini isterler. Sa’y [çalışma] edenler ve çalışanlar ise şâkirdirler, [Allah’a şükreden] hamd ederler, ömürlerinin geçmesini istemezler.

اَلْمُسْتَرِيحُ الْعَاطِلُ شَاكٍ مِنْ عُمْرِهِ وَالسَّاعِى الْعَامِلُ شَاكِرٌ * 1

küllî düsturdur. [kâide, kural] Hem o sır iledir ki, “Rahat zahmette, zahmet rahattadır” cümlesi darbımesel [atasözü] olmuştur.

Evet, cemâdâta [cansız olan şeyler] dikkatle nazar edilse, bilkuvve [potansiyel olarak] yalnız istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve kabiliyet cihetinde nâkıs [eksik] kalıp inkişaf [açığa çıkma] etmeyenlerin, gayet bir içtihad ve sa’y [çalışma] ile inbisat [genişleme, yayılma] edip bilkuvveden [potansiyel olarak] bilfiil suretine geçmesinde, mezkûr [adı geçen] sünnet-i İlâhiye [Allah’ın kainata koyduğu kanunlar] düsturuyla [kâide, kural] bir tavır görünüyor. Ve o tavır işaret eder ki, o vazife-i fıtriyede [yaratılıştan gelen görev] bir şevk ve o meselede bir lezzet vardır. Eğer o câmidin umumî hayattan hissesi varsa, şevk kendisinin olur; yoksa, o câmidi temsil eden, nezaret eden şeye aittir. Hattâ bu sırra binaen denilebilir ki: Lâtif, [berrak, şirin, hoş] nâzik su incimad [donma] emrini aldığı vakit, öyle şiddetli bir şevk ile o emre imtisal [bağlanma, boyun eğme] eder ki, demiri şak [ayrılma, bölünme] eder, parçalar. Demek burûdet [soğukluk] ve tahtessıfır [sıfırın altında] soğuğun lisanıyla, ağzı kapalı demir kaptaki suya “Genişlen” emr-i Rabbânîsi [Allah’ın emri] tebliğ edilince, şiddet-i şevk [şiddetli bir istek ve arzu] ile kabını parçalar. Demiri bozar, kendisi buz olur. Ve hâkezâ, herşeyi buna kıyas et ki, güneşlerin deverânından ve seyr ü seyahatlerinden [hareket etme ve gezme] tut, tâ zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına [deprenme, titreşim, lerze] kadar kâinattaki bütün sa’y [çalışma] ve hareket, kanun-u kader-i İlâhî [Allah’ın meydana gelecek hadiseleri gerçekleşmeden önce sonsuz ilmiyle belirlediği ve bütün kâinatta geçerli olan kanunlar] üzerine cereyan ediyor ve dest-i kudret-i İlâhîden [Allah’ın sonsuz kudret eli] sudur [bir şeyden çıkma, olma] eden ve irade ve emir ve ilmi tazammun [içerme, içine alma] eden emr-i tekvînî [Allah’ın varlıkları şekillendirmeye yönelik emri] ile zuhur eder. Hattâ herbir zerre, herbir mevcut, herbir zîhayat, [canlı] bir nefer [asker] askere benzer ki, orduda muhtelif dairelerde, o neferin [asker] ayrı ayrı nisbetleri, vazifeleri olduğu gibi, herbir zerre, herbir zîhayatın [canlı] dahi öyledir. Meselâ senin

215

gözünde bir zerre, gözün hücresinde ve gözde ve âsâb-ı veçhiyede ve bedenin şerâyin tabir edilen damarlarında birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi ve o vazifeye göre birer faidesi vardır. Ve hâkezâ, herşeyi ona kıyas et.

Buna binaen herbir şey, bir Kadîr-i Ezelînin [herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] iki cihetle şehadet eder:

Biri: Tâkatinin binler derece fevkinde [üstünde] vazifeleri görmekteki acz-i mutlak [sınırsız güçsüzlük] lisanıyla o Kadîrin vücuduna şehadet eder.

İkincisi: Herbir şey, nizam-ı âlemi [bütün varlıklar âlemindeki hassas düzen] teşkil eden düsturlara [kâide, kural] ve muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket [hareketini bir şeye uydurma, uygun davranma] etmekle o Alîm-i Kadîre [her şeyi hakkıyla bilen, herşeye gücü yeten, herşeyi yapabilen, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] şehadet eder. Çünkü zerre gibi bir câmid, [cansız] arı gibi küçük bir hayvan, Kitab-ı Mübînin [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] mühim ve ince meseleleri olan nizam ve mizanı [ölçü] bilmez. Câmid [cansız] bir zerre, arı gibi küçük bir hayvan nerede? Semâvat tabakalarını bir defter sahifesi gibi açıp, kapayıp toplayan Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] elindeki Kitab-ı Mübînin [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] mühim, ince meselelerini okumak nerede? Eğer sen divanelik edip zerrede o kitabın ince hurufâtını [harfler] okuyacak kadar bir göz bulunduğunu tevehhüm [kuruntu] etsen, o vakit o zerrenin şehadetini redde çalışabilirsin!

Evet, Fâtır-ı Hakîm, [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] Kitab-ı Mübînin [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] düsturlarını [kâide, kural] gayet güzel bir surette ve muhtasar [kısa] bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçla icmâl [özet] edip derc [yerleştirme] eder. Herşey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaçla amel etse, o Kitab-ı Mübînin [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] düsturlarını [kâide, kural] bilmeyerek imtisal [bağlanma, boyun eğme] eder. Meselâ, hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar, durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsıyla vurur, âb-ı hayat [hayat suyu] fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harp [askerlik ilminde uzman kimse, kurmay] gibi maharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen mahlûka bu san’atı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak san’atını kim öğretmiş? Ve nereden öğrenmiş? Ben, yani bu biçare Said, itiraf ediyorum ki, eğer ben o hortumlu

216

sineğin yerinde olsaydım, kerrüfer harbini [vur-kaç tekniği ile yapılan savaş] ve su çıkarmak hizmetini, çok uzun dersler ve çok müteaddit [bir çok] tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.

İşte, ilhâma [Allah tarafından kalbe gelen mânâ] mazhar [erişme, nail olma] olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvânâtı bu sineğe kıyas et. Hattâ nebâtâtı [bitkiler] da aynen hayvânâta kıyas edebilirsin. Evet, Cevâd-ı Mutlak [sınırsız cömertlik ve ikram sahibi Allah] (celle celâluhu), her ferd-i zîhayatın [canlı varlık] eline lezzet midâdıyla [mürekkep] ve ihtiyaç mürekkebiyle [yazı için kullanılan sıvı] yazılmış bir tezkereyi vermiş, onunla evâmir-i tekviniyenin [yaratılışa ait emirler ve kanunlar] programını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi etmiştir. Bak o Hakîm-i Zülcelâle, [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] nasıl Kitab-ı Mübînin [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] düsturlarından, [kâide, kural] arı vazifesine ait miktarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya [küçük sandık] koymuştur. O sandukçanın [küçük sandık] anahtarı da, vazifeperver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukça[küçük sandık] açar, programını okur, emri anlar, hareket eder, وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ 1 âyetinin sırrını izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder.

İşte, eğer bu Sekizinci Nota[bildiri] tamamen işittin ve tam anladınsa, bir hads-i imanî [imandan kaynaklanan güçlü sezgi] ile وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَىْءٍ 2’in bir sırrını, وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 3 nin bir hakikatini, اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ 4 ‘nun bir düsturunu, [kâide, kural] فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 5 ‘un bir nüktesini [derin anlamlı söz] anlarsın.

DOKUZUNCU NOTA [bildiri]

Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet, [peygamberlik] beşerdeki hayır ve kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] fezlekesi [hülasa, öz] ve esasıdır. Din-i hak, [hak din] saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh [her türlü kusur ve çirkinlikten arınmış güzellik] ve mücerreddir. [bekar]

217

Madem şu âlemde parlak bir hüsün, [güzellik] geniş ve yüksek bir hayır, zâhir bir hak, fâik [üstün] bir kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] görünüyor. Bilbedâhe, [açık bir şekilde] hak ve hakikat, nübüvvet [peygamberlik] içindedir ve nebîler [peygamber] elindedir. Dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] şer ve hasâret, [zarar] onun muhalifindedir.

Mehâsin-i ubudiyetin binlerinden yalnız buna bak ki, Nebî [peygamber] aleyhissâtü vesselâm, ubudiyet [Allah’a kulluk] cihetiyle muvahhidînin [Allah’ın birliğine inanan] kalblerini iyd ve Cuma ve cemaat namazlarında ittihad [birleşme] ettiriyor ve dillerini bir kelimede cem ediyor. Öyle bir surette ki, şu insan, Mâbûd-u Ezelînin [varlığının başlangıcı olmayan ve ibadete layık olan Allah] azamet-i hitabına, hadsiz kalblerden ve dillerden çıkan sesler, dualar, zikirler ile mukabele [karşılama; karşılık verme] ediyor. O sesler, dualar, zikirler birbirine tesanüd [dayanışma] ederek ve birbirine yardım edip ittifak ederek öyle geniş bir surette Mâbûd-u Ezelînin [varlığının başlangıcı olmayan ve ibadete layık olan Allah] ulûhiyetine [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] karşı bir ubudiyet [Allah’a kulluk] gösteriyor ki, güya küre-i arz [yer küre, dünya] kendisi o zikri söylüyor, o duayı ediyor ve aktârıyla [bölgeler] namaz kılıyor ve etrafıyla, semâvâtın fevkinde [üstünde] izzet [büyüklük, yücelik] ve azametle nâzil olan اَقِيمُوا الصَّلٰوةَ 1 emrini, küre-i arz [yer küre, dünya] imtisal [bağlanma, boyun eğme] ediyor. Bu sırr-ı ittihad [birlik içinde saklı olan sır] ile, kâinat içinde bir zerre gibi zayıf, küçük bir mahlûk olan şu insan, ubudiyetin [Allah’a kulluk] azameti cihetiyle Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın [gökleri ve yeri yaratan Allah] mahbub [sevimli/sevgili] bir abdi ve arzın halifesi, [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] sultanı ve hayvânâtın reisi ve hilkat-i kâinatın [evrenin yaratılışı] neticesi ve gayesi oluyor.

Evet, eğer namazların arkasında, hususan bayram namazlarında, bir anda Allahu ekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ittihad [birleşme] ettikleri gibi, âlem-i şehadette [görünen alem] dahi birbiriyle ittihad [birleşme] edip içtima [bir araya gelme, toplanma] etse, küre-i arz [yer küre, dünya] tamamıyla büyük bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir sadâ ile söylediği Allahu ekber’e

218

müsavi [eşit] geldiğinden, o muvahhidînin [Allah’ın birliğine inanan] ittihadıyla [birleşme] bir anda Allahu ekber demeleri, küre-i arzın [yer küre, dünya] büyük bir Allahu ekber’i hükmüne geçiyor. Adeta bayram namazlarında âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübrâya [büyük deprem, kıyamet] mazhar [erişme, nail olma] olup, aktâr-u [bölgeler] etrafıyla Allahu ekber deyip, kıblesi olan Kâbe-i Mükerremenin samimî kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Arefe diliyle Allahu ekber diyerek, o tek kelime, etraf-ı arzdaki [dünyanın çevresi] umum mü’minlerin mağaramisal [mağara gibi] ağızlarındaki havada temessül [belirme, görünme] ediyor. Birtek Allahu ekber kelimesinin aks-i sadâsıyla [sesin yankılanması] hadsiz Allahu ekber vuku bulduğu gibi, o makbul zikir ve tekbir, semâvâtı dahi çınlatıp berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] âlemlerine de temevvüç ederek sadâ veriyor.

İşte, bu arzı böyle kendine sâcid1 [secde eden] ve âbid [Allah’a ibadet eden, kul] ve ibâdına mescid2 ve mahlûklarına [varlıklar] beşik3 ve kendine müsebbih4 [tesbih eden] ve mükebbir [tekbir getiren, “Allahü ekber” diyen] eden Zât-ı Zülcelâle, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] yerin zerrâtı [atomlar] adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudatı [var edilenler, varlıklar] adedince hamd ediyoruz ki, bize bu nevi ubudiyeti [Allah’a kulluk] ders veren Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmına ümmet eylemiş.

ONUNCU NOTA [bildiri]

Bil, ey gafil, müşevveş [dağınık, karışık] Said! Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nur-u marifetine [Allah’ı bilme ve tanıma nuru] yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahitlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve berâhin [deliller] ve deliller mesâmâtıyla [gözenekler, pencereler] temâşâ etmek iktiza [bir şeyin gereği] ediyor ki, senin üstünden geçen, kalbine

219

gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkit parmaklarıyla yoklama ve tereddüt eliyle tenkit etme. Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma. Belki gaflet esbabından tecerrüd [sıyrılma] et, onlara müteveccih [yönelen] ol, dur. Çünkü, ben müşahede ettim ki, marifetullahın [Allah’ı bilme ve tanıma] şahitleri, burhanları [delil] üç çeşittir:

Bir kısmı su gibidir. Görünür, hissedilir, lâkin parmaklarla tutulmaz. Bu kısımda hayalâttan tecerrüd [sıyrılma] etmek, külliyetle ona dalmak gerektir. Tenkit parmaklarıyla tecessüs [gizlice araştırma] edilmez; edilse akar, kaçar. O âb-ı hayat, [hayat suyu] parmağı mekân ittihaz [edinme, kabullenme] etmez.

İkinci kısım, hava gibidir. Hissedilir, fakat ne görünür, ne de tutulur. Ona karşı sen, yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesîmine [hoş ve hafif rüzgâr] karşı teveccüh [ilgi] et, kendini mukabil tut. Tenkit elini uzatma, tutamazsın. Ruhunla teneffüs et. Tereddüt eli ile baksan, tenkit ile el atsan, o yürür, gider. Senin elini mesken ittihaz [edinme, kabullenme] etmez, ona razı olmaz.

Üçüncü kısım ise, nur gibidir. Görünür, fakat ne hissedilir, ne de tutulur. Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih [yöneltme] et, bekle. Belki kendi kendine gelir. Çünkü nur, elle tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Belki o nur ancak basiret nuruyla avlanır. Eğer haris [aç gözlü, çok hırslı] ve maddî elini uzatsan ve maddî mizanlarla [ölçü] tartsan, sönmese de gizlenir. Çünkü öyle nur, maddîde hapse razı olmadığı gibi, kayda giremez, kesîfi kendine mâlik ve seyyid kabul etmez.

ON BİRİNCİ NOTA [bildiri]

Bil ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] ifadesinde çok şefkat ve merhamet var. Çünkü, muhatapların ekserîsi, cumhur-u avamdır. [geniş halk kitlesi] Onların zihinleri basittir. Nazarları dahi dakik [derin ve ince] şeyleri görmediğinden, onların besâtet-i [basitlik, sâdelik] efkârını [fikirler] okşamak için, tekrar ile, semâvat ve arzın yüzlerine yazılan âyetleri tekrar ediyor, o büyük harfleri kolaylıkla okutturuyor. Meselâ, semâvat ve arzın hilkati [yaratılış] ve semâdan yağmurun yağdırılması ve arzın dirilmesi gibi bilbedâhe [açık bir şekilde] okunan ve görünen âyetleri ders veriyor. O huruf-u kebîre içinde küçük harflerle yazılan ince âyâta nazarı nadiren çevirir, tâ zahmet çekmesinler.

220

Hem üslûb-u Kur’ânîde [Kur’ân’ın ifade tarzı] öyle bir cezâlet [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] ve selâset [akıcılık, sözün akıcı olması] ve fıtrîlik [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] var ki, güya Kur’ân bir hafızdır, kudret kalemiyle kâinat sahifelerinde yazılan âyâtı okuyor. Güya Kur’ân, kâinat kitabının kıraatidir ve nizâmâtının [anlaşmazlık, çekişme] tilâvetidir [okuma] ve Nakkaş-ı Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları bir nakış halinde yaratan Allah] şuûnâtını [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] okuyor ve fiillerini yazıyor. Bu cezâlet-i beyaniyeyi [anlatım ve ifadedeki akıcılık, güzellik] görmek istersen, hüşyar [uyanık] ve müdakkik [dikkatli] bir kalb ile, Sûre-i Amme ve قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ 1 âyetleri gibi fermanları dinle.

ON İKİNCİ NOTA [bildiri]

Ey bu notaları [bildiri] dinleyen dostlarım! Biliniz ki, ben hilâf-ı âdet [âdete aykırı, kural dışı] olarak, gizlemesi lâzım gelen, Rabbime karşı kalbimin tazarru [dua, yakarış] ve niyaz ve münâcâtını [Allah’a yalvarış, dua] bazan yazdığımın sebebi; ölüm, dilimi susturduğu zamanlarda, dilime bedel kitabımın söylemesinin kabulünü rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] rica [ümit] etmektir. Evet, kısa bir ömürde, hadsiz günahlarıma kefaret olacak, muvakkat [geçici] lisanımın tevbe ve nedametleri [pişmanlık] kâfi [yeterli] gelmiyor. Sabit ve bir derece daim olan kitabımın lisanı daha ziyade o işe yarar. İşte bu notaların [bildiri] te’liflerinden on üç sene evvel, dağdağalı [karışık, gürültülü] bir fırtına-i ruhiye [ruhta meydana gelen fırtına] neticesinde, Eski Said’in gülmeleri Yeni Said’in ağlamalarına inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] edeceği hengâmda, [ân, zaman] gençliğin gaflet uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım bir anda, şu münâcat [dua, yakarış] ve niyaz, Arabî yazılmıştır. Bir kısmının Türkçe meâli şudur ki:

Ey Rabb-i Rahîmim [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] ve ey Hâlık-ı Kerîmim! [her şeyi yaratan ve sonsuz cömertlik sahibi olan Allah] Benim sû-i ihtiyarımla [irâdenin kötüye kullanılması] ömrüm ve gençliğim zayi olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet [alçaklık] verici elemler, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] verici vesveseler kalmıştır.

221

Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacâletli [utanç] yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] göre göre, gayet sür’atle, sağa ve sola inhiraf [doğru yoldan sapma] etmeyerek, ihtiyarsız [irade dışı] bir tarzda, vefat eden ahbap ve akran ve akaribim [akrabalar, yakınlar] gibi, kabir kapısına yanaşıyorum.

O kabir, bu dâr-ı fâniden [geçici yer, dünya] firâk-ı ebedî [sonsuz ayrılık] ile ebedü’l-âbâd [sonsuzlar sonsuzu] yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır.1 Ve bu bağlandığım ve meftun [aşık] olduğum şu dâr-ı dünyayı, [dünya yurdu] kat’î bir yakîn ile anladım ki, hâliktir [helâk olan, yokluğa giden] gider ve fânidir ölür. Ve bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] içindeki mevcudat [var edilenler, varlıklar] dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmâreyi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar, çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.

Ey Rabb-i Rahîmim [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] ve ey Hâlık-ı Kerîmim! [her şeyi yaratan ve sonsuz cömertlik sahibi olan Allah] كُلُّ اٰتٍ قَرِيبٌ 2 sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki, yakın bir zamanda, kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarıma veda eyledim. Kabrime teveccüh [ilgi] edip giderken, Senin dergâh-ı rahmetinde, [Allah’ın rahmet kapısı] cenazemin lisan-ı haliyle, [beden dili] ruhumun lisan-ı kàliyle [dille söyleyerek] bağırarak derim: “El-aman, el-aman! Ya Hannân! [rahmetin en hoş cilvelerini gösteren ve çok merhametli olan Allah] Yâ Mennân! Beni günahlarımın hacâletinden [utanç] kurtar!”

İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine [Allah’ın rahmet kapısı] kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nidâ ediyorum: “El-aman, el-aman! Yâ Rahmân! Yâ Hannân! [rahmetin en hoş cilvelerini gösteren ve çok merhametli olan Allah] Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halâs [kurtulma] eyle!”

İşte, kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyîciler [uğurlama, vefat eden kişinin defnedilmesi] beni bırakıp gittiler. Senin af ve rahmetini intizar [bekleme] ediyorum. Ve bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] gördüm ki, Senden başka melce [sığınak] ve mence yok. Günahların çirkin yüzünden ve mâsiyetin [günah] vahşî şeklinden ve o mekânın darlığından, bütün kuvvetimle nidâ edip:

222

“El-aman, el-aman! Ya Rahmân! Yâ Hannân! [rahmetin en hoş cilvelerini gösteren ve çok merhametli olan Allah] Yâ Mennân! Yâ Deyyân! [herkesin hakkını ve hesabını en iyi bilen Allah] Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlettir! İlâhî, [Allah tarafından olan] Senin rahmetin melceimdir [sığınak] ve Rahmeten li’l-Âlemîn [âlemlere rahmet olarak gönderilen] olan Habibin [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] (a.s.m.), Senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekvâ [şikayet] değil, belki nefsimi ve halimi Sana şekvâ [şikayet] ediyorum.

“Ey Hâlık-ı Kerîmim [her şeyi yaratan ve sonsuz cömertlik sahibi olan Allah] ve ey Rabb-i Rahîmim! [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin, hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, [hasta] hem zelîl, hem müsi’, [kötülük eden] hem müsin, [yaşlı, ihtiyarlamış] hem şakî, [eşkıya, haydut] hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet [pişmanlık] edip Senin dergâhına [Allah’ın yüce katı] avdet [geri dönme] etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatîatlarını [hatâlar, yanlışlar] itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle [asıl sebep] müptelâ [bağımlı] olmuş, Sana tazarru [dua, yakarış] ve niyaz eder. Eğer kemâl-i rahmetinle [mükemmel bir şefkat ve merhamet] onu kabul etsen, mağfiret [bağışlama] edip rahmet etsen, zaten o Senin şânındır. Çünkü Erhamürrâhimînsin. [merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah] Eğer kabul etmezsen, Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergâhına [Allah’ın yüce katı] gidilsin. Senden başka hak mâbud [ibadet edilen] yoktur ki ona iltica edilsin.”

لاَ اِلٰهَ اِلاَّۤ اَنْتَ وَحْدَكَ لاَ شَرِيكَ لَكَ اٰخِرُ الْكَلاَمِ فِى الدُّنْيَا وَ اَوَّلُ الْكَلاَمِ فِى اْلاٰخِرَةِ وَفِى الْقَبْرِ: اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ تَعَالٰى عَلَيْهِ وَسَلَّمَ * 1

223

ON ÜÇÜNCÜ NOTA [bildiri]

Medar-ı iltibas olmuş olan beş meseledir.

BİRİNCİSİ: Tarik-i hakta [hak ve hakikat yolu] çalışan ve mücahede [Allah yolunda cihad etme] edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. Edebü’d-Dîn ve’d-Dünya risalesinde vardır ki:

Bir zaman şeytan, Hazret-i İsâ aleyhisselâma itiraz edip demiş ki: “Madem ecel ve herşey kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.”

Hazret-i İsâ aleyhisselâm demiş ki:

اِنَّ لِلّٰهِ اَنْ يَخْتَبِرَ عَبْدَهُ وَلَيْسَ لِلْعَبْدِ اَنْ يَخْتَبِرَ رَبَّهُ * 1

Yani, “Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] abdini tecrübe eder ve der ki: ‘Sen böyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?’ diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tecrübe etsin ve desin: ‘Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin?’ diye tecrübevâri bir surette Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] karşı imtihan tarzı, sû-i edeptir, [edepsizlik] ubudiyete [Allah’a kulluk] münâfidir.” [aykırı]

Madem hakikat budur; insan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vazifesine karışmamalı.

Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit [bir çok] defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı [halk, yönetilenler] ona demişler:

“Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] seni galip edecek.”

O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.”

İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.

224

Evet, insanın elindeki cüz-ü ihtiyarî [çok az irade serbestliği] ile işledikleri ef’allerinde, [fiiller, davranışlar] Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ait netâici [neticeler] düşünmemek gerektir. Meselâ, kardeşlerimizden bir kısım zâtlar, halkların Risale-i Nur’a iltihakları [karışma, katılma] şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i mâneviyeleri [mânevî güç] kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki, üstad-ı mutlak, [ilimde üstünlüğü ve öğreticilği tartışmasız ve sınırsız olan üstad] muktedâ-yı küll, [herkesin her konuda uyması, örnek alması gereken kişi, Hz. Muhammed (a.s.m.)] rehber-i ekmel [en mükemmel rehber] olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, وَمَا عَلَى الرَّسُولِ اِلاَّ الْبَلاَغُ 1 olan ferman-ı İlâhîyi [Allah’ın emir ve buyruğu] kendine rehber-i mutlak [her bakımdan rehber] ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y [çalışma] ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü

اِنَّكَ لاَ تَهْدِى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ يَهْدِى مَنْ يَشَۤاءُ * 2

sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vazifesidir; Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vazifesine karışmazdı.

Öyle ise, işte ey kardeşlerim! Siz de, size ait olmayan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlıkınıza [her şeyi yaratan Allah] karşı tecrübe vaziyetini almayınız.

İKİNCİ MESELE: Ubudiyet, [Allah’a kulluk] emr-i İlâhîye [Allah’ın emri] ve rıza-yı İlâhîye [Allah rızası] bakar. Ubudiyetin [Allah’a kulluk] dâîsi emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ve neticesi rıza-yı Haktır. [Allah’ın rızası] Semerâtı [meyve] ve fevâidi [faydalar] uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye [asıl hedef, gerçek sebep] olmamak, hem kasten istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden ve istenilmeyerek verilen semereler, [meyve] ubudiyete [Allah’a kulluk] münâfi [aykırı] olmaz. Belki zayıflar için müşevvik [teşvik eden] ve müreccih [tercih eden] hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatler o ubudiyete, [Allah’a kulluk] o virde [devamlı yapılan zikir] veya o zikre illet [asıl sebep] veya illetin [asıl sebep] bir cüz’ü olsa, o ubudiyeti [Allah’a kulluk] kısmen iptal eder. Belki o hâsiyetli [özellik] virdi [devamlı yapılan zikir] akîm [neticesiz] bırakır, netice vermez.

İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hâsiyeti [özellik] ve faidesi bulunan Evrâd-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendîyi [Şah-ı Nakşibendî’nin sürekli olarak okuduğu kutsal virdler, [devamlı yapılan zikir] zikirler] veya bin hâsiyeti [özellik] bulunan Cevşenü’l-Kebîr’i, o

225

faidelerin bazılarını maksud-u bizzat [asıl gaye] niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünkü o faideler, o evradların [okunması âdet olan dualar] illeti olamaz ve ondan, onlar kasten ve bizzat istenilmeyecek. Çünkü onlar fazlî bir surette, o hâlis virde [devamlı yapılan zikir] talepsiz terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belki ubudiyetten [Allah’a kulluk] çıkar ve kıymetten düşer.

Yalnız bu kadar var ki, böyle hâsiyetli [özellik] evrâdı [okunması âdet olan dualar] okumak için, zayıf insanlar bir müşevvik [teşvik eden] ve müreccihe [tercih eden] muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip, evrâdı [okunması âdet olan dualar] sırf rıza-yı İlâhî [Allah rızası] için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından, çoklar, aktabdan [kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler] ve Selef-i Salihînden [ilk devir İslâm büyükleri] mervî [nakledilen, rivayet edilen] olan faideleri görmediklerinden şüpheye düşer, hattâ inkâr da eder.

ÜÇÜNCÜ MESELE: طُوبٰى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ 1 Yani, “Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez.”

Nasıl bir zerre camdan, bir katre [damla] sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden [ay] seyyarelere [gezegen] kadar güneşin cilveleri var. Herbirisi kabiliyetine göre güneşin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre [damla] su, kendi kabiliyetine göre “Güneşin bir aksi bende vardır” der. Fakat “Ben de deniz gibi bir âyineyim” diyemez. Öyle de, esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] cilvesinin tenevvüüne [çeşitlenme] göre, makamât-ı evliyada öyle merâtip [mertebeler] var. Esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] herbirisinin, bir güneş gibi, kalbden Arşa kadar cilveleri var. Kalb de bir arştır. Fakat “Ben de Arş gibiyim” diyemez.

İşte, ubudiyetin [Allah’a kulluk] esası olan, acz ve fakr ve kusur ve naksını [eksiklik, noksanlık] bilmek ve niyaz ile dergâh-ı Ulûhiyete [Allah’ın yüce katı] karşı secde etmeye bedel naz ve fahr [gurur, övünme] suretinde gidenler, zerrecik kalbini Arşa müsavi [eşit] tutar. Katre [damla] gibi makamını, deniz gibi evliyanın makamâtıyla iltibas [karıştırma] eder. Kendini o büyük makamâta yakıştırmak ve o makamda kendini muhafaza etmek için, tasannuâta, [yapmacık] tekellüfâta, [külfet, zahmet] mânâsız hodfuruşluğa ve birçok müşkilâta [zor] düşer.

226

Elhasıl, [kısaca, özetle] hadiste vardır ki:

هَلَكَ النَّاسُ اِلاَّ الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلاَّ الْعَامِلُونَ وَهَلَكَ الْعَامِلُونَ اِلاَّ الْمُخْلِصُونَ وَالْمُخْلِصُونَ عَلٰى خَطَرٍ عَظِيمٍ * 1

Yani, medar-ı necat [kurtuluş sebebi] ve halâs, [kurtulma] yalnız ihlâstır. İhlâsı kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] hâlis olmayana müreccahtır.2 [tercih edilen] İhlâsı kazandıran, harekâtındaki sebebi sırf bir emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ve neticesi rıza-yı İlâhî [Allah rızası] olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmamalı.

Herşeyde bir ihlâs var. Hattâ muhabbetin de ihlâs ile bir zerresi, batmanlar [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] ile resmî ve ücretli muhabbete tereccuh [üstün gelme] eder. İşte bir zât bu ihlâslı muhabbeti böyle tabir etmiş:

وَمَا اَنَا بِالْبَاغِى عَلَى الْحُبِّ رُشْوَةً ضَعِيفٌ هَوًى يُبْغٰى عَلَيْهِ ثَوَابُ * 3

Yani, “Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukabele, [karşılama; karşılık verme] bir mükâfat istemiyorum. Çünkü, mukabilinde bir mükâfat, bir sevap istenilen muhabbet zayıftır, devamsızdır.” Hattâ hâlis muhabbet, fıtrat-ı insaniyede [insanın yaratılışı, tabiatı] ve umum validelerde derc [yerleştirme] edilmiştir. İşte bu hâlis muhabbete tam mânâsıyla validelerin şefkatleri mazhardır. Valideler, o sırr-ı şefkatle, [şefkatin içinde gizli olan sır] evlâtlarına karşı muhabbetlerine bir mükâfat, bir rüşvet istemediklerine ve talep etmediklerine delil; ruhunu, belki saadet-i uhreviyesini [âhiret hayatındaki mutluluk] de onlar için feda etmeleridir. Tavuğun bütün sermayesi kendi hayatı iken, yavrusunu itin ağzından kurtarmak için—Hüsrev’in müşahedesiyle—kafasını ite kaptırır.

DÖRDÜNCÜ MESELE: Esbab-ı zâhiriye [görünen sebepler] eliyle gelen nimetleri o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o sebep ihtiyar sahibi değilse (meselâ hayvan ve ağaç gibi), doğrudan doğruya o nimeti Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hesabına verir. Madem o

227

lisan-ı hal [beden dili] ile Bismillâh der, sana verir. Sen de Allah hesabına olarak Bismillâh de, al.

Eğer o sebep ihtiyar sahibi ise, o Bismillâh demeli, sonra ondan al. Yoksa alma. Çünkü وَلاَ تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللهِ عَلَيْهِ 1 âyetinin mânâ-yı sarihinden [açık mânâ] başka bir mânâ-yı işarîsi [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] şudur ki: “Mün’im-i Hakikîyi [gerçek nimet verici olan Allah] hatıra getirmeyen ve Onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz” demektir.

O halde, hem veren Bismillâh demeli, hem alan Bismillâh demeli. Eğer o Bismillâh demiyor, fakat sen de almaya muhtaç isen, sen Bismillâh de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yani, nimetten in’âma [nimet verme] bak, in’amdan Mün’im-i Hakikîyi [gerçek nimet verici olan Allah] düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi.

Esbab-ı zâhiriyeyi [görünen sebepler] perestiş [aşırı derece sevme] edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet [asıl sebep] zannetmeleridir. Hem birşeyin ademi, bir nimetin mâdum [yok] olmasına illet [asıl sebep] olduğundan, tevehhüm [kuruntu] eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir. [asıl sebep] Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına [evvel, önce] ve şerâitine [şartlar] terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor.

Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet [asıl sebep] oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin [şartlar] vücuduna tevakkuf [durağan olma] ile beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlâtanın [aldatma, yanıltma] ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbabperestlerin [sebeplere tapan] de ne kadar hata ettiklerini bil.

Evet, iktiran ayrıdır, illet [asıl sebep] ayrıdır. Bir nimet sana geliyor. Fakat bir insanın sana karşı ihsan [bağış] niyeti o nimete mukarin [beraber bulunan, bir arada olan] olmuş. Fakat illet [asıl sebep] olmamış. İllet rahmet-i İlâhiyedir. [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] Evet, o adam ihsan [bağış] etmeyi niyet etmeseydi o nimet sana gelmezdi, nimetin ademine illet [asıl sebep] olurdu. Fakat, mezkûr [adı geçen] kaideye binaen, o meyl-i ihsan, o nimete illet [asıl sebep] olamaz. Ancak yüzer şerâitin [şartlar] bir şartı olabilir.

228

Meselâ, Risale-i Nur’un şakirtleri [öğrenci] içinde Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nimetlerine mazhar [erişme, nail olma] bazı zâtlar (Hüsrev, Refet [esirgeme, koruma, acıma] gibi), iktirânı [iki şeyin bir arada bulunması] illet [asıl sebep] ile iltibas [karıştırma] etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onlara ders-i Kur’ânîde [Kur’ân dersi] verdiği nimet-i istifade [bir şeyden yararlanabilme nimeti] ile, Üstadlarına ihsan [bağış] ettiği nimet-i ifadeyi [ifade etme, söyleyebilme nimeti] beraber kılmış, mukarenet [beraberlik, bir arada bulunma] vermiş.

Onlar derler ki: “Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir.” [asıl sebep]

Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] Ben de sizin gibi, iktirânı [iki şeyin bir arada bulunması] illet [asıl sebep] ile iltibas [karıştırma] ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine [öğrenci] çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: “Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?” Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet [başarı] ihsan [bağış] etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.

Bu Dördüncü Meselede gafletin ne kadar dereceleri bulunduğu anlaşılır.

BEŞİNCİ MESELE: Nasıl ki bir cemaatin malı bir adama verilse zulüm olur. Veya cemaate ait vakıfları bir adam zaptetse zulmeder. Öyle de, cemaatin sa’yleriyle [çalışma] hâsıl olan bir neticeyi veya cemaatin haseneleriyle terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden bir şerefi, bir fazileti o cemaatin reisine veya üstadına vermek hem cemaate, hem de o üstad veya reise zulümdür. Çünkü enâniyeti okşar, gurura sevk eder. Kendini kapıcı iken padişah zannettirir. Hem kendi nefsine de zulmeder. Belki bir şirk-i hafîye [gizli şirk] yol açar.

Evet, bir kaleyi fetheden bir taburun ganimetini ve muzafferiyet ve şerefini, binbaşısı alamaz. Evet, üstad ve mürşid, masdar [fiillerin asıl kökü] ve menba telâkki [anlama, kabul etme] edilmemek gerektir.

229

Belki mazhar [erişme, nail olma] ve mâkes [yansıma yeri] olduklarını bilmek lâzımdır. Meselâ, hararet ve ziya sana bir âyine [ayna] vasıtasıyla gelir. Sen de, güneşe karşı minnettar olmaya bedel, âyineyi masdar [fiillerin asıl kökü] telâkki [anlama, kabul etme] edip, güneşi unutup, ona minnettar olmak divaneliktir.

Evet, âyine [ayna] muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] gelen feyze mâkes [yansıma yeri] olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır.

Hattâ bazı olur ki, masdar [fiillerin asıl kökü] telâkki [anlama, kabul etme] edilen bir üstad, ne mazhardır, ne masdardır. [fiillerin asıl kökü] Belki müridinin safvet-i ihlâsıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] ile, o mürid, başka yolda aldığı füyuzâtı, [feyizler, mânevî bolluk ve bereketler] üstadının mir’ât-ı ruhundan [ruh aynası] gelmiş görüyor. Nasıl ki bazı adam, manyetizma [telkin ve hipnoz yolu ile birini tesir altına alma] vasıtasıyla bir cama dikkat ede ede âlem-i misale [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] karşı hayalinde bir pencere açılır, o âyinede çok garaibi [tuhaf, hayret verici şeyler] müşahede eder. Halbuki âyinede değil, belki âyineye olan dikkat-i nazar [bakış inceliği; inceden inceye düşünme ve bakma] vasıtasıyla, âyinenin haricinde hayaline bir pencere açılmış, görüyor. Onun içindir ki, bazan nâkıs [eksik] bir şeyhin hâlis müridi, şeyhinden daha ziyade kâmil olabilir. Ve döner, şeyhini irşad [doğru yol gösterme] eder ve şeyhinin şeyhi olur.

ON DÖRDÜNCÜ NOTA [bildiri]

Tevhide dair dört küçük remizdir. [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme]

BİRİNCİ REMİZ: Ey esbabperest [sebeplere tapan] insan! Acaba, garip cevherlerden yapılmış bir acip kasrı [köşk, saray] görsen ki yapılıyor. Onun binasında sarf edilen cevherlerin bir kısmı yalnız Çin’de bulunuyor. Diğer kısmı Endülüs’te, bir kısmı Yemen’de, bir kısmı Sibirya’dan başka yerde bulunmuyor. Binanın yapılması zamanında, aynı günde şark, şimal, [kuzey] garp, [batı] cenuptan [güney] o cevherli taşlar kolaylıkla celb [çekme] olup yapıldığını görsen, hiç şüphen kalır mı ki, o kasrı [köşk, saray] yapan usta, bütün küre-i arza [yer küre, dünya] hükmeden bir hâkim-i mu’cizekârdır?

230

İşte, herbir hayvan, öyle bir kasr-ı İlâhîdir. [İlâhî köşk] Hususan insan, o kasırların [köşk, saray] en güzeli ve o sarayların en acibidir. Ve bu insan denilen sarayın cevherleri, bir kısmı âlem-i ervahtan, [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] bir kısmı âlem-i misalden [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] ve Levh-i Mahfuzdan [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] ve diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] âleminden geldiği gibi; hâcâtı ebede uzanmış, emelleri semâvat ve arzın aktârında [bölgeler] intişar [açığa çıkma, yayılma] etmiş, rabıtaları, [bağ] alâkaları dünya ve âhiret edvârında [devirler, dönemler] dağılmış bir saray-ı acip [hayranlık uyandıran saray] ve bir kasr-ı gariptir. [şaşkınlık uyandıran saray]

İşte, ey kendini insan zanneden insan! Madem mahiyetin böyledir; seni yapan ancak o Zât olabilir ki, dünya ve âhiret birer menzil, arz ve semâ birer sahife, ezel ve ebed, dün ve yarın hükmünde olarak tasarruf eden bir Zât olabilir. Öyle ise, insanın mâbûdu [ibadete layık olan Allah] ve melcei [sığınak] ve halâskârı [kurtulma] O olabilir ki, arz ve semâya hükmeder, dünya ve ukbâ [ahiret, öbür dünya] dizginlerine mâliktir.

İKİNCİ REMİZ: Bazı eblehler [ahmak] var ki, güneşi tanımadıkları için, bir âyinede güneşi görse, âyineyi sevmeye başlar. Şedit [çok şiddetli] bir his ile onun muhafazasına çalışır—tâ ki içindeki güneşi kaybolmasın. Ne vakit o ebleh, [ahmak] güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasıyla fenâ bulmadığını derk [anlama, algılama] etse, bütün muhabbetini gökteki güneşe çevirir. O vakit anlar ki, âyinede görünen güneş, âyineye tâbi değil, bekàsı ona mütevakkıf [bağlı] değil. Belki güneştir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna medet veriyor. Güneşin bekàsı onunla değil; belki âyinenin hayattar parlamasının bekàsı, güneşin cilvesine tâbidir.

Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mahiyetin bir âyinedir. Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedit [çok şiddetli] bir muhabbet-i bekà, [sonsuz yaşamayı sevme, arzu etme] o âyine için değil ve o kalbin ve mahiyetin için değil. Belki o âyinede istidada göre cilvesi bulunan Bâkî-i Zülcelâlin [kendi varlığı sonsuz olan, sınırsız heybet ve haşmet sahibi olan Allah] cilvesine karşı muhabbetindir ki, belâhet [aptallık] yüzünden, o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş. Madem öyledir; يَابَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى 1 de. Yani, madem Sen varsın ve bâkisin. Fenâ ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!

231

ÜÇÜNCÜ REMİZ: Ey insan! Fâtır-ı Hakîmin [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] senin mahiyetine koyduğu en garip bir hâlet [durum] şudur ki:

Bazan dünyaya yerleşemiyorsun, zindanda boğazı sıkılmış adam gibi “of, of” deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde; bir zerrecik, bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun.

Hem senin mahiyetine öyle mânevî cihazat ve lâtifeler [berrak, şirin, hoş] vermiş ki, bazıları dünyayı yutsa tok olmaz; bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramadığı gibi; o lâtife, [güzel ve ince mânâ] bir saç kadar bir sıkleti, yani, gaflet ve dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gelen küçük bir hâlete [durum] dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür.

Madem öyledir, hazer [sakın] et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, [parıltı] bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini [duygular] onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında gök, yıldızlarıyla beraber içine girip gark [boğma] oluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hafızanda, [bellek, hafıza duyusu] senin sahife-i a’mâlin [iş ve davranışların yazıldığı sahife] ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi [çoğunlukla] içine girdiği gibi, çok cüz’î [ferdî, küçük] küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab [içine alma, kaplama] eder.

DÖRDÜNCÜ REMİZ: Ey dünyaperest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için, birbiri içinde in’ikâs [yansıma] edip, göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünkü o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi mâdum [yok] ve gayr-ı mevcut oldukları halde, birbiri içinde in’ikâs [yansıma] edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın [şimdiki zaman] kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır; mâdum [yok] bir dünyayı mevcut zannedersin.

Nasıl bir hat, sür’at-i hareketle [hareketin hızı] bir satıh [yüzey] gibi geniş görünürken, hakikat-i vücudu ince bir hat olduğu gibi, senin de dünyan hakikatçe dar, fakat senin gaflet ve vehim ü hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını, çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki

232

hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki, o geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. [uygunsuz, izin vermeyen] Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür’atli akar.

Madem dünya hayatı ve cismânî yaşayış ve hayvânî hayat böyledir. Hayvâniyetten [maddî yönden canlılığı olan] çık, cismâniyeti [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş] bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına [hayat derecesi] gir. Tevehhüm [kuruntu] ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, [hayat alanı] bir âlem-i nur [nur âlemi] bulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah [Allah’ı bilme ve tanıma] ve vahdâniyet [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] sırlarını ifade eden لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 1 kelime-i kudsiyesiyle [kutsal cümle] kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.

ON BEŞİNCİ NOTA [bildiri]

Üç meseledir.2

BİRİNCİ MESELE: İsm-i Hafîzin tecellî-i etemmine [noksansız tecelli, eksiksiz yansıma] işaret eden

فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ * وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ * 3

âyetidir. Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu hakikatine delil istersen, Kitab-ı Mübînin [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] mistarı [birşeyin kaynağından çıkmasına yarayan âlet] üstünde yazılan şu kâinat kitabının sahifelerine baksan, ism-i Hafîzin [Cenâb-ı Hakkın muhafaza eden, koruyan mânâsına gelen ismi] cilve-i âzamını [büyük yansıma, görüntü] ve bu âyet-i kerimenin bir hakikat-i kübrâsının [en büyük gerçek] nazîresini [benzer] çok cihetlerle görebilirsin.

Ezcümle: Ağaç, çiçek ve otların muhtelif tohumlarından bir kabza [avuç] al. O muhtelif ve birbirine muhalif tohumların cinsleri birbirinden ayrı, nevileri birbirinden başka olan çiçek ve ağaç ve otların sandukçaları [küçük sandık] hükmünde olan o kabzayı, [avuç] karanlıkta ve karanlık ve basit ve câmid [cansız] bir toprak içinde defnet, serp. Sonra, mizansız [ölçü] ve eşyayı fark etmeyen ve nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit su ile sula.

Sonra, senevî [yıllık] haşrin meydanı olan bahar mevsiminde gel, bak. İsrafilvâri

233

melek-i ra’d, [gök gürültüsü ile vazifeli melek] baharda, nefh-i sur [Hz. İsrafil’in (a.s.) sur’a üflemesi] nev’inden yağmura bağırması, yeraltında defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat et ki, o nihayet derece karışık ve karışmış ve birbirine benzeyen o tohumcuklar, ism-i Hafîzin [Cenâb-ı Hakkın muhafaza eden, koruyan mânâsına gelen ismi] tecellîsi altında, kemâl-i imtisal [tam ve mükemmel bir şekilde emre uyma] ile, hatasız olarak, Fâtır-ı Hakîmden [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] gelen evâmir-i tekviniyeyi [yaratılışa ait emirler ve kanunlar] imtisal [bağlanma, boyun eğme] ediyorlar. Ve öyle tevfik-i hareket [uygun hareket] ediyorlar ki, onların o hareketlerinde bir şuur, bir basiret, bir kast, bir irade, bir ilim, bir kemâl, [eksiksiz ve mükemmel olma] bir hikmet parladığı görünüyor. Çünkü, görüyorsun ki, o birbirine benzeyen tohumcuklar, birbirinden temayüz ediyor, ayrılıyor.

Meselâ bu tohumcuk bir incir ağacı oldu, Fâtır-ı Hakîmin [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] nimetlerini başlarımız üstünde neşre başladı. Serpiyor, dallarının elleriyle bizlere uzatıyor. İşte, ona sureten [görünüş itibarıyla] benzeyen bu iki tohumcuk ise, gün âşıkı namındaki çiçek ile, hercai menekşe gibi çiçekleri verdi. Bizler için süslendi. Yüzümüze gülüyorlar, kendilerini bizlere sevdiriyorlar.

Daha buradaki bir kısım tohumcuklar, bu güzel meyveleri verdi. Ve sümbül ve ağaç oldular. Güzel tad ve koku ve şekilleriyle iştahımızı [şiddetli istek, arzu] açıp, kendi nefislerine bizim nefislerimizi davet ediyorlar. Ve kendilerini müşterilerine feda ediyorlar. Tâ nebâtî [bitkilerden olan] hayat mertebesinden, hayvânî hayat mertebesine terakki [ilerleme] etsinler.

Ve hâkezâ, kıyas et. Öyle bir surette o tohumcuklar inkişaf [açığa çıkma] ettiler ki, o tek kabza, [avuç] muhtelif ağaçlar ve mütenevvi [çeşit çeşit] çiçekler ile dolu bir bahçe hükmüne geçti. İçinde hiçbir galat, [hata] kusur yok. فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ 1 sırrını gösterir. Herbir tohum, ism-i Hafîzin [Cenâb-ı Hakkın muhafaza eden, koruyan mânâsına gelen ismi] cilvesiyle ve ihsanıyla, [bağış] ona pederinin ve aslının malından verdiği irsiyeti, [miras] iltibassız, [karıştırmadan] noksansız muhafaza edip gösteriyor.

İşte bu hadsiz harika muhafazayı yapan Zât-ı Hafîz, kıyamet ve haşirde, hafîziyetin [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] tecellî-i ekberini göstereceğine kat’î bir işarettir.

234

Evet, bu ehemmiyetsiz, zâil, [geçici, yok olucu] fâni tavırlarda bu derece kusursuz, galatsız [hatasız, yanlışsız] hafîziyet [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] cilvesi bir hüccet-i katıadır [kesin delil] ki, ebedî tesiri ve azîm ehemmiyeti bulunan, emanet-i kübrâ [büyük emanet] hamelesi [taşıyan] ve arzın halifesi [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] olan insanların ef’âl [fiiler, davranışlar] ve âsâr [eserler/asırlar] ve akvâlleri [sözler] ve hasenat ve seyyiatları, [günahlar] kemâl-i dikkatle [tam bir dikkat] muhafaza edilir ve muhasebesi görülecek.

Âyâ, [“acaba mümkün mü?” anlamında şüphe bildiren ünlem edatı] bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak? Hâşâ! Belki insan ebede meb’ustur ve saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve şekavet-i daimeye [daimi bir sıkıntı, mutsuzluk] namzettir. [aday] Küçük büyük, az çok, her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif [güzellikle muamele etmek] veya tokat yiyecek.

İşte, hafîziyetin [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] cilve-i kübrâsına [en büyük cilve, yansıma] ve mezkûr [adı geçen] âyetin hakikatine şahitler had ve hesaba gelmez. Bu meseledeki gösterdiğimiz şahit, denizden bir katre, [damla] dağdan bir zerredir.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1