SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBİ – Sekizinci Lem’a (203-235)

203

Sekizinci Lem’a [parıltı]

 Gavs-ı Âzamın Hizbü’l-Kur’ân‘a [Kur’ân taraftarları] dair

 keramet-i gaybiyesidir Haşiye [dipnot]

Şu risale içindeki imzalarla gösterildiği gibi, hizmet-i Kur’âniyedeki [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] arkadaşlarıma iştirakim var. Bir kısmı, benim imzam iledir. Bir kısmı onların tasvip ve istihracıyla [çıkarma] ve tasdikleriyle olduğundan, bana ait hizmetten fazla hisseyi, onların hatırı için sükût ile kabul ettim. Yoksa, bu risalenin başında söylediğim gibi, bunda öyle bir hisse-i şerefe hakkım yoktur. On sene mukaddem, [evvel, önce] o kaside-i gaybiyeyi gördükçe bana mânevi bir ihtar gibi “Dikkat et!” diye kalbime geliyordu. O hatırayı iki cihetle dinlemiyordum:

Birincisi: Benim gibi, ehemmiyetli ömrü şan ve şeref perdesi altında hubb-u cah [makam sevgisi] zehiriyle zehirlenip öldüğü için yeniden bu suretle nefs-i emmareye [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] diğer bir şeref kapısı açmak istememekti.

İkinci cihet: Bu muannid [inatçı] zamanda, bedihî [açık, aşikâr] dâvâları ve zâhirî hüccetleri [delil] kabul etmeyenlere karşı, böyle işârât-ı gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] nev’inden hodfuruşâne [beğenerek] bir tarzda izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek hoşuma gitmemekti.

En nihayet, esaretimin sekizinci senesinde, en işkenceli ve en sıkıntılı bir zamanda, gayet kuvvetli bir teselli ve teşvike muhtaç olduğumuzdan bana ihtar edildi ki: Bunu, tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] ve bir şükr-ü mânevî [mânevî şükür] nev’inden izhar [açığa çıkarma, gösterme] et. Hem

204

korkma, kanaat verecek derecede kuvvetlidir. Bu izharda [açığa çıkarma, gösterme] en mühim maksadım, esrar-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’daki sırlar] ait olan risalelerin makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] Gavs-ı Âzamın imza basması nev’inden olduğudur. İkinci maksadım, o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] Üstadımın kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmekle, keramat-ı evliyayı inkâr eden mülhidleri [dinsiz] iskât [susturma] edip, hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] fütur [usanç] verecek çok esbaba mâruz ve çok avâika [engeller] hedef olan arkadaşlarımın kuvve-i mâneviyesini [mânevî güç] takviye ve şevklerini tezyid [artırma, çoğaltma] ve füturlarını izale [giderme] etmek idi.

Benim için bir nevi hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] nev’inden olduğu için ehemmiyetli zarardır. Fakat o zararımı, o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] Üstadım ve arkadaşlarım hatırı için kabul ettim. Şu “Keramet-i Gavsiye Risalesi” tedricen [aşamalı olarak] istihraç [çıkarma] edildiği için, birkaç parça ve tetimmelere [ek] inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] etti. Gittikçe, birbirini tenvir [aydınlatma] ve teyid ettikçe vuzuh [açıklık] peyda ediyor. İşaretin bazısında zaaf [zayıflık, güçsüzlük] varsa da, sair arkadaşlarının ittifakından aldığı kuvvet o zaafı [zayıflık, güçsüzlük] izale [giderme] eder.

ba

205

 Şayan-ı hayret bir tefe’ül [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] ve mühim bir ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme]

 Sabri, Süleyman, Bekir, Galip ve Tevfik‘in [başarı] fıkrasıdır. [bölüm] Hem Hüsrev, Hafız Ali ve Re’fet ve Âsım’ın ve Kuleönünden Mustafa’ların fıkrasıdır. [bölüm]

Lâtif [berrak, şirin, hoş] ve müjdeli bir tefe’ül: [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] Üstad, Galip ve Süleyman, “Ümmî Sinan Divanı”nda mesleğimize ve Sözler’e dair tefe’ül [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] edildi, şu beyitler çıktı. Baktık, “Sözler” lâfzı, bütün divanında yalnız bu kafiyelerde [kelime sonlarındaki kelime ve mânâ uygunluğu] görünüyor. Demek Sözler “hak söz,” hem “nur söz” oluyor.

Derim ki yardımcım Allah,

Şefaatçım Resulullah. [Allah’ın elçisi]

Ki burhanım [delil] kitabullah, [Allah’ın kitabı]

Budur bendeki hak söz.

Senin kapında kul çoktur,

Hesabı, haddi hiç yoktur.

Ve lâkin bir dahi yoktur.

Sinan-ı Ümmî gibi nur söz.

ba

206

 Mühim bir ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme]

 Şeyh-i Geylânî’nin kendinden sekiz yüz sene sonra gayb-âşinâ [gaybı bilen, görünmeyenden haberi olan] gözüyle haber verdiği bir hâdise-i Kur’âniyedir.

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hizmetindeki kudsiyete, [kutsal, kusursuz ve yüce] kerametkârane [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] sekiz yüz küsur sene evvel “Gavs-ı Âzam” ünvanıyla bihakkın [gerçek anlamıyla] iştihar eden [meşhur olan] Kutb-u Âzam [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] Şeyh-i Geylânî,

نَظَرْتُ بِعَيْنِ الْفِكْرِ فِى حَانِ حَضْرَتِى * حَبِيبًا تَجَلّٰى لِلْقُلُوبِ فَجَنَّتِ * 1

fıkrasıyla [bölüm] başlayan kasidesinin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] âhirinde, Mecmuatü’l-Ahzab’ın birinci cildinin beş yüz altmış ikinci sahifesinde, beş satırla, şu zamanda hizmet-i Kur’âniyedeki [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] heyete ve başında bulunan Üstadımıza beş vecihle [yön] bakıyor ve gösteriyor. İşte o beş satır şudur:

تَوَسَّلْ بِنَا فِى كُلِّ هَوْلٍ وَشِدَّةٍ * اَغِيثُكَ فِى اْلاَشْيَۤاءِ دَهْرًا بِهِمَّتِى * اَنَا لِمُرِيدِى حَافِظًا مَا يَخَافُهُ * وَاَحْرُسُهُ فِى كُلِّ شَرٍّ وَفِتْنَةِ * مُرِيدِى اِذَا مَا كَانَ شَرْقًا وَمَغْرِبًا * اَغِثْهُ اِذَا مَا سَارَ فِى اَىِّ بَلْدَةِ * فَيَا مُنْشِدًا نَظْمِى فَقُلْهُ وَلاَ تَخَفْ * فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ لِلّٰهِ مُخْلِصًا * تَعِيشُ سَعِيدًا صَادِقًا بِمَحَبَّتِى * 2

207

Beşinci satırdan sonra gelen hâtime-i [son] kaside: [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir]

وَجَدِّى رَسُولُ اللهِ اَعْنِى مُحَمَّدًا * اَنَا عَبْدُ الْقَادِرِ دَامَ عِزِّى وَرِفْعَتِى * 1

İşte evvelki beş satırda, beş vecihle [yön] ve beş tevafukla şimdi hizmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] başında bulunanı gösteriyor.

Birinci vecih: [yön] Âhirdeki satırda تَعِيشُ سَعِيدًا 2 ismini sarahetle haber vermekle beraber, maişet [geçim] hususunda izzet [büyüklük, yücelik] ve saadetle geçineceğini haber veriyor. Evet, hocamız, küçüklüğünden beri fakr-i haliyle istiğnâ-yı tam ile beraber maişet [geçim] hususunda en mes’ud bir zâttır.

İkinci vecih: [yön] Aynı satırın başında وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ fıkrasıyla [bölüm] o müridine diyor ki: “Vaktin Abdülkadirî’si ol.” Bu قَادِرِى kelimatı, [ifadeler, sözler] hesab-ı ebcedî [ebced hesabı] ile üç yüz yirmi beş eder. Üstadımızın lâkabı “Nursî” olduğu cihetle, Nursî’nin makam-ı ebcedîsi [bir cümlenin ebced hesabı açısından konumu, sayısal değeri] üç yüz yirmi altı ediyor. Bir tek fark var. O tek elif’tir. Bin mânâsında elf’e remzeder. [ince işaret] Demek bin üç yüz yirmi beşte Şeyh-i Geylânî’ye mensup bir zât, Şeyh-i Geylânî tarzında hakikat-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın gerçeği] müdafaa etmeye çalışacak, hakikaten Üstadımız, bin üç yüz yirmi altı senesinde—Hürriyetin ikinci senesi—mücahede-i mâneviyeye atılmıştır.

Üçüncü vecih: [yön] Onun iki ismi var: Said, Bediüzzaman. Bu iki ismin mecmuunun makam-ı ebcedîsi [bir cümlenin ebced hesabı açısından konumu, sayısal değeri] “ez-zaman”daki şedde [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] sayılmazsa üç yüz yirmi dokuz ediyor. İki dal bir sayılsa, üç yüz yirmi beş, aynen كُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ ‘deki muhatap o olmasına işaret ediyor, belki delâlet ediyor. Eğer ez-zaman’daki

208

okunmayan elif-lâm sayılsa, kaideten [kural gereği] قَادِرِى ‘ye dahi bir elif-lâm dahil olmak lâzım gelir. Çünkü tarif için, muzafun ileyh kalktıktan sonra elif-lâm lâzım gelir, o halde dahi müsavi [eşit] olurlar.

Dördüncü vecih: [yön] Bu beş satırda Hazret-i Şeyh, istikbalde bir müridine teminat veriyor, قُلْ وَلاَ تَخَفْ “Korkma, sözlerini söyle” diyor. Sen şark ve garba gideceksin; çok fitnelere ve şerlere girip, umumunda esbab-ı âdiyenin fevkinde [üstünde] bir tarzla kurtularak mahfuz [korunmuş] kalacaksın. Evet, bu hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] içindeki zât, hakikaten esaretle şarka gitti. Ve yine acip bir esaretle Asya’nın garbında [batı] on dokuz sene kaldı. Hazret-i Şeyhin dediği gibi, çok şehirleri gezdi. Mücahedesi [Allah yolunda cihad etme] Sözlerledir. قُلْ وَلاَ تَخَفْ hükmüyle, çekinmeyerek, Hazret-i Şeyhin dediği gibi yapmış. Yirmi sene zarfında yirmi fitne ve mehâlik-i [helâk edici şeyler] azîmeye düştüğü halde, bir hıfz-ı gaybî ile Hazret-i Şeyhin dediği gibi mahfuz [korunmuş] kalmış. Hem fevkalme’mûl, bir gurbet diyarında fevkalâde inayete [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] mazhariyeti o dereceye gelmiş ki, bir risale sırf o inâyâtın [inâyetler, yardımlar] tâdâdında [sayma] yazılmıştır. Hazret-i Gavs’ın dediği gibi, biz onun etrafında مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ 1 fıkrasının [bölüm] meâlini gözümüzle görüyoruz.

Beşinci vecih: [yön] Üstadımız kendisi söylüyor ki: “Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî tarikatında, ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zâttan istimdat [medet isteme] ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak ‘Yâ Gavs-ı Geylânî’ derdim. Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz birşey kaybolsa, ‘Yâ Şeyh! Sana bir Fatiha, [açılış kısmı, baş, baş kısım] sen benim bu şeyimi buldur.’ Acîptir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh,

209

himmet [ciddi gayret] ve duasıyla imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fâtiha [başlangıç] ve ezkâr [zikirler] ne kadar okumuşsam, Zât-ı Risaletten [Allah’ın elçisi olan zât, Hz. Muhammed (a.s.m.)] (a.s.m.) sonra Şeyh-i Geylânî’ye hediye ediliyordu. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kadirî meşrebi [hareket tarzı, metod] ve muhabbeti bende ihtiyarsız [irade dışı] hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale [meşgul olma, uğraşma] ilmin meşguliyeti mâni oluyordu.

“Sonra bir inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] imdadıma yetişip gafleti dağıttığı bir zamanda, Hazret-i Şeyhin Fütuhu’l-Gayb [[Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.)]] namındaki kitabı hüsn-ü tesadüfle [güzel rastlantı] elime geçmiş. Yirmi Sekizinci Mektupta beyan edildiği gibi, Hazret-i Şeyhin himmet [ciddi gayret] ve irşadıyla [doğru yol gösterme] Eski Said (r.a.) Yeni Said’e inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmiş. O Fütuhu’l-Gayb‘ın [[Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.)]] tefe’ülünde [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] en evvel şu fıkra [bölüm] çıktı: اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ Yani, ‘Ey biçare! Sen Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyede [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] bir âzâ olmak cihetiyle güya bir hekimsin, ehl-i İslâmın [Müslümanlar] mânevi hastalıklarını tedavi ediyorsun. Halbuki, en ziyade hasta sensin. Sen, evvel kendine tabib ara, şifa bul; sonra başkasının şifasına çalış.’ İşte o vakit, o tefe’ül [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] sırrıyla, maddî hastalığım gibi mânevî hastalığımı da kat’iyen [kesinlikle] anladım. O şeyhime dedim: ‘Sen tabibim ol.’ Elhak, o tabibim oldu. Fakat pek şiddetli ameliyat-ı cerrahiye [cerrahî ameliyat] yaptı. Fütuhu’l-Gayb [[Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.)]] kitabında ‘Yâ gulâm!’ [insanın gördüğünü sandığı korkunç hayâlet] tâbir ettiği bir talebesine pek müthiş ameliyat-ı cerrahiye [cerrahî ameliyat] yapıyor. Ben kendimi o gulâm [insanın gördüğünü sandığı korkunç hayâlet] yerine vaz ettim. Fakat pek şiddetli hitap ediyordu: ‘Eyyühe’l-münafık,’ ‘Ey dinini dünyaya satan riyakâr’ diye, diye… Yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi terk ettim. Bir hafta bakamadım. Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin [cerrahî ameliyat] arkasından bir lezzet geldi; iştiyakla [arzu, istek] o mübarek eseri acı tiryak [derman, ilaç] gibi veya sulfato [kinin; sıtma ilâcı] gibi içtim. Elhamdü lillâh, kabahatlerimi anladım, yaralarımı hissettim, gurur bir derece kırıldı.” Hocamızın sözü bitti.

210

İşte hocamızın bu macera-yı hayatiyesi [hayat çizgisi] gösteriyor ki, Hazret-i Şeyhin müteveccih [yönelen] olduğu ve ehemmiyetle bahsettiği ve istikbalde gelecek müridi bu olmak için kuvvetli bir ihtimaldir. Hazret-i Şeyhin vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i velâyetçe [velâyet makamında olanlar, velî kullar] kabul edilen üç evliya-yı azimenin en âzamı o Hazret-i Gavs-ı Geylânî’dir. Ve demiş:

اَفَلَتْ شُمُوسُ اْلاَوَّلِينَ وَشَمْسُنَا * اَبَدًا عَلٰى فَلَكِ الْعُلٰى لاَتَغْرُبُ * 1

fıkrasıyla [bölüm] ba’delmemat dua ve himmetiyle [ciddi gayret] müridlerinin arkasında ve önünde bulunmasıyla, böyle harika keramet-i acibe ile meşhur bir zât, elbette böyle bir zamanda kıymettar bir hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] bir müridinin vasıtasıyla olacağını onun görmesi ve göstermesi şe’nindendir. [belirleyici özellik] Şeyhin bahsettiği ehemmiyetli müridi ve talebesi ve himayegerdesi olan şahıs, binden sonra, on dördüncü asırda geleceğine bir imadır.

 Süleyman, Sabri, Zekâi, Âsım, Re’fet, Ali, Ahmed, [çokça medhedilen, övülen]

 Hüsrev, Mustafa Efendi, Rüştü, Lütfü, Şamlı Tevfik, [başarı]

 Ahmed Galib, Zühtü, Bekir Bey, Lütfi, Mustafa,

Mustafa, Mesud, Mustafa Çavuş, Hafız Ahmed, [çokça medhedilen, övülen]

 Hacı Hafız, Mehmed Efendi, Ali Rıza

(Rahmetullâhi aleyhim ecmaîn)

ba

211

 Şeyh-i Geylânî’nin, fıkrasıyla [bölüm] kerametkârane [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] verdiği haber-i gaybînin [bilinmeyen, gayb âlemiyle ilgili haber] tetimmesidir [ek]

اَنَا لِمُرِيدِى 1 fıkrasında [bölüm] مُرِيدِى 2″ Molla Said” kelimesine tam tevafuk ediyor. Yalnız bir elif fark var. Elif ise, kaide-i sarfiyece “elfün[bin] okunur. Elfün [bin] ise, bindir. Demek bin iki yüz doksan dörtte dünyaya gelecek bir müridi, bu “müridi” lâfzında [ifade, kelime] muraddır. Çünkü لِمُرِيدِى 3 de lâm sayılsa iki yüz doksan dört eder ki, bir tek fark ile Said’in tarih-i velâdetine tevafuk eder. Esas Arabî sayılsa fark yoktur. Lâm’sız مُرِيدِى ise iki yüz altmış dört eder. “Molla Said” dahi iki yüz altmış beş eder. “Molla”daki elif bine işaret olduğu için mütebakisi [geri kalan kısım] iki yüz altmış dört kalır.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Şu zamanda dellâl-ı Kur’ân ve hâdim-i Furkan olan o adamın iki ismi ve iki lâkabı var. “Elkürdî” lâkabı ile “Molla Said” ismi, اَنَا لِمُرِيدِى fıkrasında [bölüm] zâhir görünüyor. “Nursî” lakabıyla “Bediüzzaman Said” ismi كُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ 4 fıkrasında [bölüm] âşikâr görünüyor. Hattâ hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] en mühim bir arkadaşı ve hâlis bir talebesi olan Hulusi Beye لِلّٰهِ مُخْلِصًا تَعِيشُ سَعِيدًا صَادِقًا بِمَحَبَّتِى 5 fıkrasında [bölüm] işaret olduğu gibi, diğer bir kısım talebelerine işaretler var.

Risale-i Nur talebeleri namına

 Rüştü, Hüsrev

ba

212

Said kendi söylüyor:

Hazret-i Şeyh-i Geylânî, hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] nazar-ı dikkati celb [çekme] etmek ve o hizmet-i Kur’âniye, [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] âhirzamanda dağ gibi büyük bir hâdise olduğuna işaret için, kerametkârane [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] şu hizmette istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve liyakatimin pek fevkinde [üstünde] bulunması ve fedakâr, çalışkan kardeşlerimle çalıştığımıza fazilet noktasından değil, belki sebkatiyet noktasından ismimi bir derece göstermesi beni epey zamandır düşündürüyordu. Acaba bunun izharında [açığa çıkarma, gösterme] mânevî bir zarar bana terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eder, bir gurur, bir hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] getirir diye sekiz-on senedir tevakkuf [durağan olma] ettim. Bugünlerde izhara [açığa çıkarma, gösterme] bir ihtar hissettim.

Hem kalbime geldi ki: Hazret-i Şeyh bana bir pâye [mertebe, rütbe] vermedi. Belki Said isminde bir müridim mühim bir hizmette bulunacak, fitne ve belâlardan izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile ve Şeyhin duasıyla ve himmetiyle [ciddi gayret] mahfuz [korunmuş] kalacak.

Hem uzak yerde taşlar görünmez, dağlar görünür. Demek, sekiz yüz sene bir mesafede görünen, hizmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] şâhikasıdır; [zirve] yoksa Said gibi karıncalar değil. Madem bu keramet-i Gavsiyeyi ilân ve izharından, [açığa çıkarma, gösterme] Kur’ân şakirtlerinin [öğrenci] ve hizmetkârlarının şevki artıyor; elbette arkalarında Şeyh-i Geylânî gibi kahramanlar kahramanı zâtlar himmet [ciddi gayret] ve dualarıyla ve izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile himaye ettiklerini bilseler, şevk ve gayretleri daha artar.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Bunu, kardeşlerimi fazla şevke ve ziyade gayrete getirmek için izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettim. Eğer kusur etmişsem, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] affetsin. اِنَّمَا اْلاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ 1

ba

Şu âhirki beyit, Haşiye [dipnot]

وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ لِلّٰهِ مُخْلِصًا * تَعِيشُ سَعِيدًا صَادِقًا بِمَحَبَّتِى * 2

Said Nursî’yi

213

iki üç vecihle [yön] gösterdiği gibi, medâr-ı imtiyazı [üstünlük, ayrıcalık sebebi] olan ihlâsı imâ ederek ve hizmette ikinci olmak cihetiyle iki farkla مُخْلِصًا kelimesi Hulûsi Beye tevâfukla işaret ediyor. قَادِرِىَّ الْوَقْتِ ‘de قَادِرِى kelimesi üç fark ile üçüncü arkadaşı, takdir ve istihsan [beğenme, güzel bulma] ile Hulûsi-i Sânî olan Sabri’yeHaşiye 1 tevâfukla işaret ediyor. صَادِقًا kelimesiyle hârika bir sadâkatle mümtaz [seçkin] dördüncü arkadaşı olan Süleyman’a dört fark ile tevâfuk cihetiyle işaret ediyor. صَادِقًا kelimesindeki tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] dahil edilse, hizmet-i sâdıkanede mümtaz [seçkin] olan Bekir Ağa’ya Bekir Bey ünvânıyla bir fark ile işaret eder. Mâdem bu beyt-i âhir, bu heyetin efrâdına bakar, bâzılarına sarâhate [açıklık] yakın işaret var; ötekilere ednâ [basit, aşağı] bir imâ dahi kanaat verir ki, onlar dahi muraddır.

Elhâsıl: [özetle, sonuç olarak] Bu dört zât, bu fakirle beraber hizmette sebkat edip Hulûsi ihlâsıyla, Sabri takdiriyle, Süleyman sadâkatıyla, Bekir hizmet ve gayretiyle, hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] bulundular. Hem mertebelerine imâ sûretinde, bu beyit ihbar ediyor. Elbette denilebilir ki, Hazret-i Şeyh onları izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile Said’in etrafında görmüş, haber vermiş. Daha sâir arkadaşlara işaretler var.Haşiye [dipnot] 2 Şimdi izhâra me’zun [izinli] olmadığımdan, bana tam görünmüyor. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 1

214

فَيَا مُنْشِدًا نَظْمِى 1 fıkrasında [bölüm] dahi Hazret-i Şeyhin (r.a.) muhatabı şüphesiz Bediüzzaman Molla Said’dir (r.a.).

Elhasıl: [kısaca, özetle] Şu acip kasidesinin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] âhirindeki şu beş beyitte beş kelime, medar-ı nazar[bakışları üzerinde toplayan] Şeyh ve mahall-i hitab-ı Gavsîdir. Ve o beş kelime ise,

لِمُرِيدِى ve وَمُرِيدِى ve وَمُنْشِدًا ve وَقَادِيرِىٌّ ve وَسَعِيدًا… 2

lâfızlarıdır. [ifade, kelime] Said’in dahi iki lâkabı olan “Nursî”, “el-Kürdî“; [Kürt milletinden olan] iki ismi “Molla Said”, “Bediüzzaman” bu beş kelimede bulunur. Hazret-i Gavs’ın medar-ı teveccüh ve hitabı olan şu beş kelimesinde, âşikâr bir surette, mezkûr [adı geçen] iki isim ve lâkab, ilm-i cifir kaidesinde makam-ı ebced ile görünmesi şüphe bırakmıyor ki, Hazret-i Şeyh kasidesinin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] âhirinde onunla konuşuyor, ona teselli verip teşci [cesaretlendirme] ediyor, وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ 3 sırrıyla muvaffakıyetine teminat veriyor.

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 4* وَاللهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ * 5

فَيَا مُنْشِدًا نَظْمِى fıkrasında, [bölüm] نَظْمِى kelimesi, makam-ı ebcedîsi [bir cümlenin ebced hesabı açısından konumu, sayısal değeri] bin olup, رِسَالَةِ النُّورِ iki farkla رَسَائِلُ كِتَابِ النُّورِ ‘un—iki medde sayılmazsa ve şedde [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] de lâm sayılsa,—makam-ı ebcedîsi yine bindir. Demek فَيَا مُنْشِدًا نَظْمِى فَقُلْهُ وَلاَ تَخَفْ fıkrasının [bölüm] meal-i gaybîsi şudur ki:

215

يَامُؤَلِّفَ رِسَالَةِ النُّورِ جَاهِدْ بِهَا فَقُلْ وَلاَ تَخَفْ *1

yani, “Korkma, sözlerini söyle, neşrine çalış.” وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ 2

Amma فَقُلْهُ وَلاَ تَخَفْ3 fıkrasında [bölüm] şâyân-ı hayret bir tevafuk var ki, ilm-i cifir kaidesiyle makam-ı ebcedîsi [bir cümlenin ebced hesabı açısından konumu, sayısal değeri] bin üç yüz otuz iki eder. Şu halde

فَيَا مُنْشِدًا نَظْمِى فَقُلْهُ وَلاَتَخَفْ meâl-i gaybîsi [gayba ait anlam, gizlilik anlamı] “Yâ Risaletü’n-Nur [Risale-i Nur] ve Sözler sahibi! Bana bak. Gafil davranma! Bin üç yüz otuz ikide mücahedeye [Allah yolunda cihad etme] başla. Sözleri korkma yaz, söyle.” Filhakika [gerçekte, doğrusu] Said (r.a.) Hürriyetten sonra az bir zamanda mücahedesinde [Allah yolunda cihad etme] tevakkuf [durağan olma] etmiş ise, bin üç yüz otuz ikide İşârâtü’l-İ’câz‘ı [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] telif [kaleme alma] ile beraber Eski Said’den sıyrılmak niyet edip yeni Said suretinde bütün kuvvetiyle mücahede-i mâneviyeye [mânevi mücadele, cihad etme] başlayıp, iki-üç sene sonra da Dârü’l-Hikmet-i [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] İslâmiyede bir-iki sene Hazret-i Gavs-ı Geylânî’nin şu vasiyetini ve emrini imtisal [bağlanma, boyun eğme] ederek envâr-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın nurları] neşretmiş. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] şimdiye kadar devam ediyor.

Bu şâyân-ı hayret fıkrada [bölüm] câ-yı dikkat [dikkat çekici] şu nokta var ki, Hazret-i Gavs, doğrudan doğruya altıncı asırdan şu asrımıza bakıyor. O altıncı asrın âhirlerinde Hülâgu felâketi gibi feci, dehşetli meşhur fitnenin çok elîm ve feci ve kuburdaki emvatı [ölüler] ağlattıracak derecede dehşetli bir nev’i, şu on dördüncü asırda bulunuyor. Bu iki asır birbirine tevafuk ediyor ki, Hazret-i Şeyh ondan buna bakıyor.

Risale-i Nur talebeleri namına

 Re’fet, Hüsrev, Hafız Ali, Sabri

ba

216

Şu keramet-i Gavsiye münasebetiyle üç nokta beyan edilecek.

Birinci nokta: Hazret-i Gavs’ın kasidesinin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] başında bu beş satırdan evvel, acip, pek garip, çok beliğ, [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] nazdârâne tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] suretinde bir dâvâ-yı iftiharkârâne ifade eden iki sahifelik kasidesindeki [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] harika dâvâsına delil olarak bir keramet-i bâhireyi [ap açık keramet] âdetâ mucizeye yakın bir harikayı göstermek lâzım geliyordu. İşte o akılları hayrette bırakan mertebeye lâyık olduğunu gösterir bir keramet izhar [açığa çıkarma, gösterme] etti ki, sekiz yüz sene bir mesafede Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] izniyle, ilâmıyla zamanımızı tasfilâtıyla görür tarzında, bizim gibi âciz, zayıf talebelerine ders verip teşvik eder. İşte Hazret-i Gavs’ın dâvâsına bu ihbar-ı gaybîsi [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] en bâhir [açık] burhan [delil] olduğu gibi, Risale-i Nur’un eczalarının hakkaniyet ve ulviyetine [yüce] bir hüccet-i katıa [kesin delil] hükmündedir. Evet, Hazret-i Şeyh, bu kasidesiyle [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] Sözlerin hakkaniyetini imza ediyor.

İkinci nokta: Ehl-i tarikat [bir tarikata bağlı olanlar] ve hakikatçe müttefekun aleyh [karşıt, zıt] bir esas var ki; tarik-i hakta [hak ve hakikat yolu] sülûk [mânevî yol alma] eden bir insan, nefs-i emmaresinin [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] enaniyetini ve serkeşliğini [başkaldıran] kırmak için lâzım gelir ki, nazarını nefsinden kaldırıp şeyhine hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] ede ede tâ fenâfişşeyh hükmüne gelir. “Ben” dediği vakit, şeyhinin hissiyatıyla konuşur. Ve hâkeza, tâ fenâfirresûl, fenâfillâha kadar gider. Meselâ, nasıl ki, gayet fedakâr ve sadık bir hizmetkâr, bir yaver, efendisinin hissiyatıyla güya kendisi kendisinin efendisidir ve padişahıdır gibi konuşur. “Ben böyle istiyorum” der; yani “Benim seyyidim, üstadım, sultanım böyle istiyor.” Çünkü kendini unutmuş, yalnız onu düşünüyor. “Böyle emrediyor,” der. Öyle de Gavs-ı Geylânî, o harika kasidesinin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] tazammun [içerme, içine alma] ettiği ezvâk-ı fevkalâde Hazret-i Şeyhin sırr-ı azîm-i Ehl-i Beytin irsiyetiyle [miras] Âl-i Beytin şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] makamı noktasında ve

217

zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] aleyhissalâtü vesselâmın verasetiyle hakikat-ı Muhammediyesinde (a.s.m.) kendini gördüğü gibi, fenâ-yı mutlak [kesin yokoluş] ile Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tecelli-i Zâtîsine mazhariyet noktasında, kasidesinde [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] o sözleri söylemiş. Onun gibi olmayan ve o makama yetişmeyen onu söyleyemez; söylese mes’uldür.

Hazret-i Şeyh, veraset-i mutlaka [her yönüyle varislik] noktasında, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın kadem-i [adım] mübarekini omuzunda gördüğü için, kendi kademini [adım] evliyanın omuzuna o sırdan bırakıyor. Kasidesinde [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] zahir görünen, temeddüh [böbürlenme] ve iftihar değil, belki tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] ve âli [yüce] bir şükürdür. Yalnız bu kadar var ki, muhibbiyet [Allah’ı seven] makamı olan makam-ı niyazdan mahbubiyet makamı olan nazdarlık makamına çıkmış. Yani tarik-i acz ve fakrdan, meşreb-i aşk ve istiğraka [Allah aşkıyla kendinden geçme] girmiş. Ve kendine olan niam-ı azime-i İlâhiyeyi yâd edip, bihakkın [gerçek anlamıyla] müftehirane şükretmiştir.

Üçüncü nokta: Keramet, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] mu’cize gibi Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] fiilidir, hediyesidir, ihsanıdır [bağış] ve ikramıdır; beşerin fiili değildir. O keramete [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] mazhar [erişme, nail olma] olan zât ise, bazan biliyor, bazan bilmiyor, vukuundan sonra bilir. Keramete [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] mazhariyetini kablelvuku bilen ve ikram-ı İlâhîye [Allah’ın ikramı, bağışı] ihtiyariyle tevfik-i hareket [uygun hareket] eden kısım, eğer enaniyetten bütün bütün tecerrüd [sıyrılma] etmişse ve Hazret-i Gavs gibi kudsiyet kesb [elde etme, kazanma] etmişse, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] izniyle, o kerametin [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] her tarafını bilerek kendisi sahip çıkar, bilir ve bildirir. Fakat bununla beraber, madem o keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ikramdır; bütün tafsilatıyla keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] sahibine de meşhud [görünen] olmak lâzım değildir. Bu sırra binaen, Hazret-i Şeyh, ilâm-ı Rabbanî ve izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile bu asrı görmüş ve hizmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] etrafında bizleri müşahede edip nazar-ı şefkatiyle [şefkatli bakış] bakmış. O beş

218

satır, sırf bir keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve intak[konuşturma] bilhak ve bir ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] ve veraset-i Nebeviye itibarıyla zuhur ettiğinden, mucizevârî, kudret-i beşer [insan kuvveti, gücü] fevkinde [üstünde] bir şekil almış. Sun’î, [gerçek olmayan] irade-i şeyh ile olduğu değildir. Çünkü intaktır. [konuşturma] Ruh-u kudsîsi hissetmiş, görmüş. İrade ve ihtiyar yetişemiyor. Akıl ise ruhun harekâtını ihâta [kavrayış] edemez. Lisan, ne kadar aklın dekaik-i tasavvuratının tercümesinde âciz ise, ihtiyar dahi ruhun dekaik-ı harekâtının derkinde [anlama, algılama] o derece âcizdir.

Hazret-i Gavs, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece harika bir keramete [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] mazhardır ki, kâfirlerin bir kısmı demiş: “Biz İslâmiyeti kabul edemiyoruz; fakat Abdülkadir-i Geylânî’yi de inkâr edemiyoruz.” Hem evliyayı inkâr eden Vahhâbînin müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] kısmı dahi Hazret-i Şeyhi inkâr edemiyorlar. Evliya, onun derece-i celâletine yetişmediği bütün ehl-i tarikatça [tarikata mensup olanlar] teslim edilmiştir.

İşte böyle güneş gibi bir mu’cize-i Muhammediye aleyhissalâtü vesselâm, yüksek ve sönmez bir bârika-i İslâmiyet olan bir zât-ı nuranînin, [nûrânî zât, Hz. Peygamber] gayb-âşinâ [gaybı bilen, görünmeyenden haberi olan] nazarıyla asrımızı görüp, böyle bir keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] izhariyle [açığa çıkarma, gösterme] teselli verip teşci [cesaretlendirme] etmek şe’nindendir. [belirleyici özellik] Acaba hiç mümkün müdür ki, “Sultanü’l-Evliya” makamını ihraz [kazanma, elde etme] etmiş ve hamiyet-i İslâmiye ile zamanındaki padişahları titretmiş ve kuvve-i kudsiye [kutsal duygu] ile mazi [geçmiş] ve müstakbeli [gelecek] hazır gibi izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile görmüş ve mematında [ölüm] dahi hayatındaki gibi dâimî tasarrufu bulunduğu tasdik edilmiş olan bir kahraman-ı velâyet, bu asrımıza ve bu asır içindeki kemal-i acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ile Kur’ân’ın hizmetinde çalışan ve insafsız düşmanların hücumuna mâruz ve teselli ve temine muhtaç biçare, Kur’ân’ın hâdimlerine ve talebelerine lâkayt [duyarsız] kalabilir mi? Hiç mümkün müdür ki, bizimle münasebettar [alâkalı, ilgili] olmasın? Sekiz, dokuz, belki on beş kuvvetli delilden kat-ı nazar, [bakmama, dikkate almama] ednâ [basit, aşağı] bir işaret kelâmında bulunsa, bize baktığına

219

delâlet eder; hafî [gizli] bir işaret etse kâfidir. Çünkü, makam iktiza [bir şeyin gereği] ediyor, mutabık-ı mukteza-yı hâldir [hâlin gereğine uygun] ve münasebet kavîdir. [güçlü, kuvvetli]

Ey benimle beraber Hazret-i Şeyhin teveccüh [ilgi] ve duasına mazhar [erişme, nail olma] kardeşlerim! Şu Üstadımız, bizi istikbalde adem [hiçlik, yokluk] zulümatı içinde düşünüp bizimle meşgul olurken, biz o mâzide mevcud [gerçek varlık sahibi olan Allah] ve nur perdeleri içinde üstadımızı ve üstadımızın üstadı ve ceddi olan Fahrü’l-Âlemin [gurur, övünme] aleyhissalâtü vesselâm efendimizin teveccühlerinden [ilgi] gaflet etmek, onlara istinad etmemek lâyık mıdır? Madem onlar bizi düşünüyorlar; biz de bütün kuvvet ve ruhumuzla onlara itimad edip ve emirlerine bilâ kayd [bir sözün bütününü meydana getiren harf, kelime gibi her bir parçası] ü şart itâat etmeliyiz.

Ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] telsiz, telgraf ve telefonları şarktan garba [doğudan batıya] gittiği gibi, işte ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] de mâziden, dokuz yüz sene mesafe-i azîmeden [büyük mesafe] müstakbele böyle mânevi telefonları işleyebilir ve mânevi teleskopları görebilir. Malûmdur ki, zayıf emareler, içtima [bir araya gelme, toplanma] ettikçe kuvvet bulur, delil hükmüne geçer. İncecik ipler, içtima [bir araya gelme, toplanma] ettikçe kopmaz, halat olur. Küllî, umumî kayıtlar, içtima [bir araya gelme, toplanma] ettikçe hususiyet peyda edip taayyün [belirleme] eder. Bu sırra binaen, Hazret-i Şeyhin bu beş satırında sekiz-dokuz kuvvetli işaretin içtimaında [bir araya gelme, toplanma] hiç şek [şüphe] ve şüphe bırakmadı ki, Hazret-i Şeyh, şimdiki Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] şakirtlerine [öğrenci] biiznillâh [Allah’ın izni ile] üstadlık ediyor, bihavlillâh şefkati altında himaye ediyor.

Cem-i kutbiyet ve ferdiyet ve gavsiyet

İle üç sütun üzerinde durur.

Râyet-i ulviyet-i Şeyh-i hakkanîdir hitab-ı Abdülkadir.

İlham-ı Hüdâ, kitab-ı Abdülkadir.

Bâzü’l-eşheb ferd-i ferîd-i [eşi-benzeri olmayan kişi] deveran.

Gavs-ı Âzam Cenâb-ı Abdülkadir.

Said Nursî

ba

220

Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] bir fıkrasıdır. [bölüm]

وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ لِلّٰهِ مُخْلِصًا * تَعِيشُ سَعِيدًا صَادِقًا بِمَحَبَّتِى

İlm-i cifirle mânâsı:

“Ey Said! Sen, zamanın Abdülkadiri ol, ihlâs-ı tâm[tam bir ihlâs, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme] kazan, fakrınla beraber maişetini [geçim] düşünme, nâstan minnet alma; ismin ‘Said’ olduğu gibi maişette [geçim] de mes’ud olacaksın. Muhabbetimde sadık olduğundan ve ihlâsa çalıştığından, Hulusi gibi muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] talebeler ve yardımcılar ve Süleyman, Bekir gibi sadık hizmetkârlar ve Sabri gibi tam takdir edici ve ciddi müştak [arzulu, aşırı istekli] talebeler size verilmiş.” Evet, lillahilhamd, Gavsın sarahat [açıklık] derecesinde ihbar ettiği hal vuku bulmuştur. Gavs-ı Âzam, “Said” namıyla tesmiye [isimlendirme] ettiği müridinin tarihçe-i hayatında [hayat hikayesi] en mühim noktaları beyan etmekle beraber, ilm-i cifir esrarıyla sekiz-dokuz cihette, Said’in başına parmağını basıyor. Beyitlerin mânâ-yı zâhirîsi [bir ifadeden ilk başta anlaşılan mânâ] ile maani-i cifriyesi birbirine çok yakın olmakla dokuz vecihteki [yön] işaretler birbirini teyid ettiğinden, sarahat [açıklık] derecesine çıkmış.

اَنَا لِمُرِيدِى حَافِظًا مَا يَخَافُهُ * وَاَحْرُسُهُ فِى كُلِّ شَرٍّ وَفِتْنَةٍ

İlm-i cifirle mânâsı:

“On dördüncü asırda ‘el-Kürdî’ lakabıyla yâdedilen Molla Said, benim müridimdir. O fitne ve belâ asrının her şer ve fitnesinden, Allah’ın izniyle ve havl-i [güç] kuvvetiyle onun muhafızıyım.” Evet, Hürriyetten yirmi-otuz sene sonraya kadar, yirmi fitne-i azîme içinde fevkalâde bir surette Gavsın o müridi mahfuz [korunmuş] kalmıştır. Korktuğu şer ve mehâlikten [helâk edici şeyler] bir hıfz-ı gaybî ile kurtulmuştur.

221

مُرِيدِى اِذَا مَا كَانَ شَرْقًا وَمَغْرِبًا * اَغِثْهُ اِذَا مَا سَارَ فِى اَىِّ بَلْدَةِ

İlm-i cifirle mânâsı:

“O Gavs’ın müridi olan Said el-Kürdî, [Kürt milletinden olan] Rusya’da esaretle Asya’nın şark-ı şimalîsinde [kuzeydoğu] ve ehl-i bid’anın [dinin aslında olmadığı halde, sonradan çıkarılan zararlı âdet ve uygulamaları dine mal etmeye çalışanlar] eliyle Asya’nın garbına [batı] nefyolunarak [gönderilme, sürgün] kaldığı miktarca ve Sibirya taraflarından firar edip fevkalâde çok bilâdı seyr ü seyahat [hareket etme ve gezme] etmeye mecbur olduğu zaman, Allah’ın izniyle, havl [güç] ve kuvvet-i Rabbânî ile ona imdat etmişim ve istimdadına [yardım dileme] yetişmişim.” Evet, Hazret-i Gavs’ın müridi ünvanıyla irade ettiği Said (r.a.), üç sene esaretle Asya’nın şark-ı şimâlîsinde mehâlik [helâk edici şeyler] içinde mahfuz [korunmuş] kalıp, üç-dört aylık mesafeyi firar suretiyle kat ederek çok şehirleri gezip Gavs’ın dediği gibi mahfuz [korunmuş] kalmıştır.

فَيَا مُنْشِدًا نَظْمِى فَقُلْهُ وَلاَ تَخَفْ * فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ

İlm-i cifirle mânâsı:

“Bediüzzaman Molla Said” namıyla yâd olunan ve evrad[okunması âdet olan dualar] muntazamasını okuyan müridine der ki: “Benim nazmımı, [diziliş, tertip] yani meslek ve meşrebimi [hareket tarzı, metod] ve mücahedatımı [mücadeleler] gösteren makalâtımı söyle. Yani, nazmımdan [diziliş, tertip] murad, senin risalelerin ve Sözlerin ve Mektubatındır.”

فَقُلْهُ وَلاَ تَخَفْ “Bin üç yüz otuz ikide o Sözler ile mücahedeye [Allah yolunda cihad etme] başla. Sen inayet-i İlâhiyenin [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] hıfzındasın.”

Evet, مُنْشِدًا ilm-i cifirle “Molla Said”i gösterdiği gibi, نَظْمِى zı ile Risaletü’n-Nur’u [elçilik, peygamberlik] gösterir. Ve mî ile hem Mektubatı, hem كَلِمَاتُ سَعِيدٍ الْكُرْدِى gösterir. “Kelimat[ifadeler, sözler] Sözler demektir. فَقُلْهُ وَلاَ تَخَفْ bin üç yüz otuz ikiyi gösterir. O tarih, mebde-i cihadıdır. O tarihte İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsirinin neşriyle mücahedeye [Allah yolunda cihad etme] başlamış.

222

 Keramet-i Gaybiye-i Gavsiyenin işârâtını [işaretler] teyid eden üç remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme]

Birinci remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] اَنَا لِمُرِيدِى حَافِظًا 1 ilm-i cifir itibarıyla, makam-ı ebcedî [bir cümlenin ebced hesabı açısından konumu, sayısal değeri] hesabıyla, bin üç yüz otuz altıyı gösterir. Demek Hazret-i Gavs, “Bu tarihte, istikbalde gelecek müridini emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ile muhafaza edecek” diyor. Evet, bu biçare Said dahi diyor: Nev-i beşere gelen en büyük bir musibet, Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] hengâmında, [ân, zaman] çok tehlikelere mâruz kaldım. Hazret-i Gavs’ın gösterdiği Arabî tarihte veya az evvel harika bir surette kurtuldum. Hattâ bir defa, bir dakikada üç gülle öldürecek yere mukabil bana isabet ettiği halde tesir etmediler. Bitlis’in sukutunda, [alçalış, düşüş] bir miktar talebelerimle Rus askerlerinin bir taburu içine düştük. Bizi sardılar, her tarafta el ele ateş edildi. Dört tanesi müstesna, bütün arkadaşlarım şehid olduktan sonra, taburun dört sıralarını yardık; yine onların içinde bir yere girdik. Onlar, üstümüzde, etrafımızda sesimizi, öksürüğümüzü işittikleri halde bizi görmüyordular. Otuz saat, o halde çamur içinde, ben yaralı iken hıfz-ı İlâhî [Allah’ın koruması] ile istirahat-i kalb [kalp rahatlığı] içinde muhafaza edildim.

Bunun gibi müteaddit [bir çok] tehlikede Hazret-i Gavs’ın gösterdiği tarih-i Arabî itibarıyla, hakikaten bir hıfz-ı İlâhî [Allah’ın koruması] içinde bulunduğumu hissediyordum. Demek Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] üstadımı, bir melâike-i sıyanet gibi bana muhafız kılmış.

İşte bu اَنَا لِمُرِيدِى حَافِظًا fıkrası, [bölüm] bu fakirin mühim sergüzeştlerine [bir kimsenin başından geçen hâl ve olaylar] işaret ettiği gibi, bu fakirin etrafında hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] işinde toplanan arkadaşlarımdan dokuz talebesini حَافِظْ ismi ile işaret ediyor.

وَاَحْرُسُهُ فِى كُلِّ شَرٍّ وَفِتْنَةٍ 2 fıkrasında [bölüm] iki hüküm var. Biri şerden, diğeri fitnedendir.  

223

Demek ikincisi وَاَحْرُسُهُ فِى كُلِّ فِتْنَةٍ 1 ve bu cümle كُلِّ 2 şedde [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] sayılmazsa bin üç yüz kırk dört eder. Evet, bu tarihten şimdiye kadar çok fitne-i mühimmeden bir himayet-i gaybî ile mahfuz [korunmuş] kaldığımı تَحْدِيثًا لِلنِّعْمَةِ 3 ilân ediyorum.

İkinci remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] مُرِيدِى اِذَا مَا كَانَ شَرْقًا وَمَغْرِبًا * اَغِثْهُ اِذَا مَا سَارَ فِى اَىِّ بَلْدَةٍ 4 fıkrasında [bölüm] bahsettiği ve konuştuğu müridi ise, şarka esareten gittiği tarihi gösterdiği gibi, garba nefyolduğu [gönderilme, sürgün] tarihi de gösterir. Şöyle ki:

Şu fıkranın [bölüm] hakikî tâbiri اِذَا مَا كَانَ مُرِيدِى اَسِيرًا فِى شَرْقٍ 5 oluyor. Demek zaman-ı esaret مَا كَانَ مُرِيدِى اَسِيرًا فِى شَرْقٍ de çıkıyor. Ve bin üç yüz otuz yedi ediyor. İşte bu fakir, o tarih-i Arabîde Rus esaretinde, tek başımla Petroğra’dan bir ay şimal-i [kuzey] şark tarafından firar edip, çok enva-ı mehâlik varken, Rusça bilemediğim halde, bir muhafaza-i gaybiye altında pek çok bilâdı seyr ü seyahat [hareket etme ve gezme] ettim. Tâ Varşova, Avusturya tarikiyle İstanbul’a gelip uzun bir daire-i arzda [yerküre, dünya] seyahat ettim. Hazret-i Gavs’ın dediği gibi, o esaret-i şarkiye ve o seyr-i bilâd-ı kesîre içinde izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile istigaseme medet görüyordum. Demek izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile Hazret-i Gavs, melek gibi bu vazifeyi duasıyla yapmış.

Amma مَا كَانَ… وَمَغْرِبًا 6 kaydı, tarih-i Arabî olarak bin üç yüz elli bir, meşhur Rûmî tarihiyle iki sene fark var. İşte, Hazret-i Gavs’ın dediği gibi, bu

224

fakir, tarih-i Arabî ile bin üç yüz elli birde, şeâir-i İslâm [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] içinde mühim tahavvülât [başkalaşmalar] zamanında bütün kuvvetimle şeairin muhafazasına hizmetle mükellef olduğum halde, o mânevî hercümerçteki [karışıklık, dağınıklık] fırtınalar bizi sarsmadı.

Hem مَغْرِبًا 1 kelimesi, âhirdeki tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] ile beraber bin iki yüz doksan iki eder ki, bu fakirin dünyaya gelmesinden bir sene evvel; veyahut rahm-ı maderdeki tarihe işaretle beraber, مَا كَانَ… مَغْرِبًا 2 bin üç yüz on dört eder. Bin üç yüz on dört senelerinde mevzu-u bahis olan müridi, mühim vartadan [tehlike] kurtulmasına Gavs (r.a.) işaret ediyor, onun imdadına yetiştim diyor. Hayatta olan eski talebelerim biliyorlar ki, bin üç yüz on dört, bin üç yüz on beş-on altı senelerinde, Van kalesi ki, iki minare yüksekliğinde sırf dağ gibi bir taştan ibarettir, eskiden kalma oda gibi bir in kapısına gidiyorduk. Ayağımdan kunduralar kaydı, iki ayağım birden kaydı. Tehlike yüzde yüz… Başkaca nokta-i istinad [dayanak noktası] kalmadığı halde, büyük bir istinada basmış gibi üç metrelik bir kavisle o mağaranın kapısına atılmıştım. Hem ben, hem beraberimdeki orada hazır arkadaşlarım, ecel gelmediği için sırf bir hıfz-ı İlâhî, [Allah’ın koruması] harika bir imdad-ı gaybî telâkki [anlama, kabul etme] ettik.

İşte Hazret-i Gavs, madem bu kasidesinde [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] sergüzeşt-i hayatımın [hayat serüveni] mühim noktalarına işaret ediyor; elbette bu acip ve en tehlikeli bir sergüzeşt-i hayatıma [hayat serüveni] şu cümlesiyle işaret ediyor denilebilir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Hazret-i Gavs’ın mezkûr [adı geçen] kelimatları, [ifadeler, sözler] bu fakirin tarih-i hayatımda [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] geçen en mühim noktaları mânâsıyla ifade ettikleri gibi, hesab-ı ebced [Arap alfabesindeki herbir harfe sayısal değer verilerek yapılan bir yorum şekli] makamıyla mühim noktaların tarih-i vukularına tevafukları, elbette tesadüfî ve tesadüf işi olamaz. Sair işârâtın [işaretler] kuvvet-i kat’iyeti, tesadüfü muhal [bâtıl, boş söz] derecesine getirmiştir. Madem bu beş satır kasidesi [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] bir keramettir; [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ise, mu’cize gibi, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafındandır, intak[konuşturma] bilhak nev’indendir, daha beyan etmediğimiz çok esrarı hâvidir; [içeren, içine alan] ihtiyar-ı beşer yetişemez.

Said Nursî

225

Üçüncü Remiz: [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] Hizmet-i Kur’âniyedeki [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] arkadaşların bir kısmı “hâfız” lâkabıyla, bir kısmı “muhlis[samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] kelimesiyle işaret edildiği gibi, “sâdık” kelimesinde Süleyman ve Bekir’e işaret olunmakla beraber, aynen onlar gibi sadâkatte mümtaz [seçkin] ve kalemi bir elmas kılınç gibi Âsım’a dahi işaret ediyor. Hem makamıyla beraber fedâkâr arkadaşların altıncı olduğuna işaret ediyor. Âsım gibi elmas kalemli Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Hüsrev’i تَعِيطُ سَعِيدًا 1 cümlesi beşinci gösteriyor. Re’fet Bey صَادِقًا بِمَحَبَّتِى 2 cümlesiyle makamına işaretle Âsım gibi altıncı arkadaş olduğunu altı fark ile göstermiştir. Ve hâkezâ, sâir has arkadaşlar da içinde mündericdir. [yerleştirilmiş] Hatta تَعِيشُ سَعِيدًا ‘deki “saîd” kelimesinde beş-altı kardeşlerim dahil olduğu bence kat’î bir sûrette tahakkuk [gerçekleşme] etmiştir.

Said Nursî

ba

226

 Lâtif bir tefe’ül [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak]

Şeyh Sâdi-i Şirâzî’nin Bostan’ından Sözler hakkında ben, Hafız Hâlid, Galib, Süleyman niyet edip açtık, tefe’ül [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] bu çıktı:

نَكَرْ تَا كُلِسْتَان مَعْنَا شُكُفْت * بَرُو هِيچْ بُلْبُلْ چُنِينْ خُوشْ نَكُفْت

عَجَبْ كَرْ بِمِيدَرْ چُنِينْ بُلْبُلْ * كِه اَزْ اُسْتُخْوَا نَشْ نَشْ نَرُو يَدْ كُلِى

Meâli: Yani, “Gel, bak, güller bağı şeklinde hakikat gülleri açılmış. Böyle hakikat bahçesinde hiçbir bülbül, böyle şirin, hoş nağme etmemiştir. Nasıl oluyor ki, böyle bir bülbül öldükten sonra onun kemiklerinden güller açılmasın.”

Bu meâl, maksadımıza o kadar yakındır ki tâbire lüzum yoktur. Yalnız gülistanımız, ebedî Kur’ân cennetindendir, ondan gelmiştir.

 Mehmed, Tevfik, [başarı] Galip, Süleyman, Hafız Hâlid, Said (r.a.)

ba

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Gavs, meşhur kasidesinde, [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] sarahat [açıklık] derecesinde bizlerden, yani hizbü’l-Kur’ân‘dan [Kur’ân taraftarları] haber verdiği gibi, daha birkaç yerde, yine işârî bir tarzda haber veriyor. Ezcümle, o kasidenin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] arkasında Mecmuatü’l-Ahzab’ın 563’üncü sahifesinde, yine o mâlûm müridinden bahsediyor ve beytinde diyor ki:

فَمُرِيدِى اِذَا دَعَانِى بِشَرْقٍ * اَوْ بِغَرْبٍ اَوْ غَارٍ فِى بَحْرِ طَامِى اَغِثْهُ

Garpta [batı] beni çağırdığı vakit onun imdadına yetişeceğim.” Evet, doğrudur. Arabî tarihle bin üç yüz otuz dokuzda, müthiş bir buhran-ı ruhî ve dehşetli bir heyecan-ı kalbî ve dağdağalı [karışık, gürültülü] bir teşevvüş-ü fikrî geçirdiğim sıralarda, pek şiddetli bir surette Hazret-i Gavs’tan istimdat [medet isteme] eyledim. Bir-iki yerde bahsettiğim gibi, Fütuhü’l-Gayb kitabı ile ve dua ve himmetiyle [ciddi gayret] imdadıma yetişti ve o buhranı geçirdim. İşte o müridi ise, biçare Saidü’l-Kürdî olduğunu meşhur

227

kasidesinde [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] kat’î gösterdiği gibi, bu kasidede [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] de فَمُرِيدِى 1 ‘den murad odur. Çünkü دَعَانِى بِغَرْبٍ 2 ebced hesabıyla bin üç yüz otuz dokuz eder. O zaman memleketime nisbeten garb [batı] sayılan İstanbul’da idim. دَعَانِى بِغَرْبٍ makam-ı ebcedîsi [bir cümlenin ebced hesabı açısından konumu, sayısal değeri] zaman-ı istimdadıma tevafuk ediyor. Hesapta اِذَا 3 lâfzı dahil olmaz. Çünkü اِذَا zamanı gösteriyor. دَعَانِى بِغَرْبٍ cümlesi o müphem [belirsiz] zamanı tayin ediyor.

Hem ezcümle, Mecmuatü’l-Ahzab’ın ikinci cildinin 379’uncu sahifesinde Hazret-i Gavs’ın “Virdü’l-İşâ” [devamlı yapılan zikir] namındaki münâcâtında [Allah’a yalvarış, dua] şu fıkra [bölüm] var.

فَالْوَاصِلُ Haşiye [dipnot] 1 اِلَى السَّاحِلِ السَّلاَمَةِ هُوَ السَّعِيدُ الْمُقَرَّبُ 4 Haşiye [dipnot] 2

وَذُو الْهَلاَكِ هُوَ الشَّقِىُّ الْمُبَعَّدُ وَالْمُعَذَّبُ 5 *

228

İşte Gavs’ın şu fıkrası, [bölüm] فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ سَعِيدٌ 1 âyetinin bir nev’i tefsiridir. Şu küllî âyetin bir kısım efradını, [bireyler] altıncı asır ve on dördüncü asırda âyetin külliyetinde dahil bir kısım efrad-ı mahsusa[özel fertler] irae ettiğine müteaddit [bir çok] emareler var. Âyetin külliyetindeHaşiye tevafuk sırrıyla فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ 2 kelimesinde bu zamanının en büyük şakîlerinden [eşkıya, haydut] üçüne cifirce tevafuk etmesi, o küllî âyette bunlar dahi kasten murad olduklarına emaredir, belki işarettir. İşte Hazret-i Gavs, bu âyetteki bu emareden, bu zamana bakmış. Mezkûr [adı geçen] fıkrasını [bölüm] küllî âyete bir nevi hususî tefsir yaparak, kasidesinde [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] kerametkârane [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bahsettiği fitne-i âhirzaman [âhirzaman fitnesi] içindeki şakirtlerini [öğrenci] görüp, o zamanın şakîlerinin [eşkıya, haydut] şerrinden muhafaza edildiği ve burada münâcâtında [Allah’a yalvarış, dua] dahi o kasidenin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] meâline bakıyor.

Şu fıkra-i Gavsiyede bir ima var. Buradaki “Said” lâfzında, [ifade, kelime] meşhur kasidesindeki [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] تَعِيشُ سَعِيدًا 3 kelimesine hafî [gizli] bir işaret olduğu gibi, ذُو الْهَلاَكِ هُوَ الشَّقِىُّ الْمُبَعَّدُ 4 fıkrasıyla, [bölüm] kendisinden sonra vuku bulan ve ulûm-u İslâmiyeyi [İslâm ilimleri] mahvetmek niyetiyle kütüphaneleri [kitaplar] Dicle ve Fırat nehrine atan Hülâgu felâketini haber vermekle beraber, Hülâgu gibi ulûm-u İslâmiyeye [İslâm ilimleri] perde çeken şakîleri [eşkıya, haydut] dahi mezkûr [adı geçen] âyete istinaden haber veriyor.

229

Evet, فَالْوَاصِلُ اِلَى السَّاحِلِ السَّلاَمَةِ 1 fıkrasıyla [bölüm] hizbü’l-Kur’ân‘a [Kur’ân taraftarları] işaret ettiği gibi, ذُو الْهَلاَكِ هُوَ الشَّقِىُّ الْمُبَعَّدُ وَالْمُعَذَّبُ 2 fıkrasıyla [bölüm] ulûm-u İslâmiyeyi [İslâm ilimleri] imha niyetiyle Hülâgu ve vüzerası gibi davranan bazı malûm insanların isimleri ilm-i cifirce dahi mezkûr [adı geçen] âyetin işaretine istinaden tam tevafuk ediyor, gösteriyor.

Malûmdur ki tevafuk, ilm-i cifrin [harflerin sayı değerlerinden anlam çıkarmak üzerine kurulu ilim] anahtarlarından mühim bir anahtardır. Eğer bir tevafuk ise, delâlet denilmez; fakat hafî [gizli] bir imâ olur. Eğer, iki cihet ile aynı meseleyi tevafuk gelse, imâdan remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] derecesine çıkar. Eğer, iki-üç cihetle aynı meseleye gelse işaret olur. Eğer, meâni-i elfaz işârât-ı harfiyeye münasip gelse ve işaretle bahsedilen insanların ahvali [durumlar] o mânâya mutabık ve muvafık olsa, o işaret o vakit delâlet derecesine çıkar. Eğer altı-yedi vecihle [yön] tevafukla beraber, mânâ-yı kelimat, işaret-i harfiyeye muvafık gelse ve mukteza-yı hâle [hâlin gereği] de mutabık olsa o delâlet o vakit sarahat [açıklık] derecesine çıkar. İşte bu düstura [kâide, kural] binaen, Şeyh-i Geylânî o meşhur kasidesinde [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] sarahat [açıklık] derecesinde Hizbü’l-Kur’ân‘dan [Kur’ân taraftarları] bahsettiği gibi, Virdü’l-İşâ [devamlı yapılan zikir] münâcâtında [Allah’a yalvarış, dua] dahi mezkûr [adı geçen] âyete istinaden hizbü’l-Kur’ân‘ın [Kur’ân taraftarları] bir hâdimini tasrihen [açık şekilde bildirme] ve arkadaşlarını da işaret derecesinde haber veriyor.

Gavs-ı Âzamın istikbalden haber verdiği nev’inden, meşhur Şeyhülislâm Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Câmi dahi İmam-ı Rabbânî (r.a.) olan Ahmed-i [çokça medhedilen, övülen] Farukî’den haber verdiği gibi, Celâleddîn-i Rûmî Nakşibendîlerden haber vermiş. Daha bu neviden çok evliyalar, vâkıa mutabık haber vermişler; fakat onların bir kısmı sarahate [açıklık] yakın haber vermişler. Diğer bir kısmı haberleri çendan [gerçi] bir derece müphem [belirsiz] mutlaktır; fakat bahsettikleri zâtlar makam sahibi ve büyük olduklarından, büyüklükleri ve taayyünleri [belirleme] cihetiyle o müphem [belirsiz] ihbar-ı gaybîyi, [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] bil’istihkak [hak etmek suretiyle] kendilerine almışlar.

230

Meselâ, Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Câmi (k.s.) demiş ki: “Her dört yüz sene başında mühim bir Ahmed [çokça medhedilen, övülen] gelir. Bin tarihi başındaki Ahmed [çokça medhedilen, övülen] en mühimmidir.” Yani o elfin müceddididir. [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] İşte böyle mutlak bir surette söylediği halde, İmam-ı Rabbânî’nin (k.s.) büyüklüğü ve taşahhusu, o haber-i gaybîyi [bilinmeyen, gayb âlemiyle ilgili haber] kat’iyen [kesinlikle] kendine almış. Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de (k.s.) Nakşibendîden müphem [belirsiz] bir surette bahsetmiş; fakat Nakşîlerin büyüklüğü ve yüksekliği ve teşahhusları [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] o haberi de bil’istihkak [hak etmek suretiyle] kendilerine almışlar.

İşte bu kerametkârâne [keramet göstererek] ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] nev’inden Gavs-ı Âzam (k.s.) dahi, Hizbü’l-Kur’ân‘dan [Kur’ân taraftarları] işârî bir surette haber verdiği gibi, hizbü’l-Kur’ân‘ın [Kur’ân taraftarları] bir hadimi olan bu biçare Said’i (r.a.) iki yerde sarahaten [açıklık] haber veriyor. Müphem [belirsiz] ve mutlak bırakmadığının sırrı budur ki: Bu biçare Said, makam sahibi olmamışken ve büyük değilken ve mutlak tâbiri teşhis edecek bir teşahhus [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] yokken, lütf-u İlâhî [Allah’ın ikramı, ihsanı, yardımı] ile, büyük bir makamın hizmetinde bulunmasıdır. Adeta bir nefer [asker] iken, müşîriyet makamı hizmetinde bulunmasıdır. İşte küçüklüğü ve ehemmiyetsizliği içindir ki, Hazret-i Gavs, öteki evliyaya muhalif olarak yalnız işaretle kalmayıp, sarahat [açıklık] derecesinde parmağını onun başına basıyor.

Sergüzeşt-i hayatımda [hayat serüveni] geçen ve çoğunu gizlediğim çok harika vakıalar vardı. Kendimi hiçbir vecihle [yön] keramete [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] lâyık görmediğim için onları bazan tesadüfe, bazan da başka esbaba isnad ediyordum. Şimdi kanaatim geliyor ki, o harikalar, Gavs-ı Âzamın bir silsile-i kerametini [kerametlerin zincirleme birbirini takibi] teşkil ederler. Demek onun duasıyla, himmetiyle, [ciddi gayret] ona kerameten ve bize ikram nev’inden, bir nev’i inayet-i İlâhiyeye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] mazhar [erişme, nail olma] olmuşuz.

Ezcümle: Ben menfî olarak İstanbul’a getirildiğim vakit bir zaman Meşihat-ı İslâmiye [Şeyhülislâmlık makamı] dairesinde bulunan Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyedeki [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti]

231

çalıştığım için, o alâkadarlık cihetinde, “Meşihat [din işleri dairesi] dairesi ne haldedir?” diye sordum. Eyvah! Öyle bir cevap aldım ki, ruhum, kalbim ve fikrim titrediler ve ağladılar. Sorduğum adam dedi ki: “Yüzer sene envar-ı şeriatın mazharı olmuş olan o daire, şimdi büyük kızların lisesi ve mel’abegâhıdır.” [oyun yeri] İşte o vakit öyle bir hâlet-i ruhiyeye [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] giriftar [tutulmuş, yakalanmış] oldum ki, dünya başıma yıkılmış gibi oldu. Kuvvetim yok, kerametim [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] yok; kemal-i me’yusiyetle ah vah diyerek dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] müteveccih [yönelen] oldum. Ve bizim gibi kalbleri yanan çok zâtların hararetli ahları, benim âhıma iltihak [karışma, katılma] ettiler. Hatırıma gelmiyor ki, acaba Şeyh-i Geylânî’nin duasını ve himmetini, [ciddi gayret] duamıza yardım için istedim mi, istemedim mi? Bilmiyorum. Fakat her halde o eskiden beri nurlar yeri olmuş bir yeri zulmetten kurtarmak için, bizim gibilerin ahlarını ateşlendiren onun duasıdır ve himmetidir. [ciddi gayret] İşte o gece Meşihat [din işleri dairesi] kısmen yandı. Herkes “Vâ esefâ” [üzüntü, acı] dedi; ben ve benim gibi yananlar, “Elhamdü lillâh” dedik. Zannederim ki, bu fakir millete iki yüz milyon zarar veren Adliye dairesindeki yangında böyle bir mânâ var. İnşaallah bu da bir ikaz ve intibahı [uyanış] verecektir. Ateş bazan sudan ziyade temizlik yapar.

Hakikatli bir lâtife: [berrak, şirin, hoş] Sultan Süleyman Kanûnî, kesretli [çokluk] kırk çeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi ona demiş: “Hilâf-ı şeriat [şeriata, İslâma ters, aykırı] kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.”

Sual: Gavs-ı Âzam gibi büyük veliler, bazı evkatta, [vakitler] mâzi ve müstakbeli [gelecek] hazır gibi müşahede ederler. Neden mâziye ait cihette sarahat [açıklık] suretinde haber veriyorlar da, istikbalden hafî [gizli] remizlerle, [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] gizli işaretlerle bahsediyorlar?

Elcevap: لاَ يَعْلَمُ ﴿ … ﴾ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 1 âyetiyle,

عَالِمُ الْغَيْبِ فَلاَ يُظْهِرُ عَلٰى غَيْبِهِ اَحَدًا * اِلاَّ مَنِ ارْتَضٰى مِنْ رَسُولٍ * 2

232

âyeti ifade ettikleri kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] yasağa karşı ubudiyetkârâne [kulluk yaparcasına] bir hüsn-ü edep [güzel ahlâk] takınmak için, tasrihten [açık şekilde bildirme] işaret mesleğine girmişler. Tâ ki işaretlerle, remizle [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] anlaşılsın ki, ihtiyarsız, [irade dışı] niyetsiz bir surette tâlim-i İlâhî olmuştur. Çünkü istikbalî olan gaybiyat, niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi, niyetle de müdahale etmek, o yasağa karşı adem-i itaati işmam [hissetirme] ediyor.

ba

 Hazret-i Gavs’ın Keramet-i Gaybiyesini [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] teyid eden bir âyetin işârâtındaki [işaretler] bir nükte-i i’câziyedir. [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair ince bir mânâ]

Kur’ân’dan tereşşuh [sızma/sızıntı] eden o Sözler ve risaleler, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bir nevi müstakim [doğru ve düzgün] tefsiri ve hakaik-i imâniyenin [iman hakikatleri] istikametli [doğru] ve kuvvetli delilleri olduğundan, o risaleler ve Sözlere gelen şeref ve takdir ve tahsin, [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] Kur’ân’a ve hakaik-i imâna aittir. Madem öyledir; bilâ-perva [pervasız, çekinmeden] derim ki:

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ 1 sırrıyla, Kur’ân’da elbette bu istikametli [doğru] tefsirinin istikametine [doğru] işaret var. Evet var. Kur’ân o tefsirine hususî bakıyor. Çünkü, âyât-ı mühimmeden Sûre-i Hûd’dakiHaşiye فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَسَعِيدٌ 2 âyeti bulunan sahifenin karşısında فَاسْتَقِمْ كَمَۤا اُمِرْتَ 3 âyeti, fâ-yı atıf hariç

233

olarak اِسْتَقِمْ كَمَۤا اُمِرْتَ 1 makam-ı ebcedîsi [bir cümlenin ebced hesabı açısından konumu, sayısal değeri] bin üç yüz ikidir. Demek اِسْتَقِمْ ‘deki emr-i has içinde bulunan hitab-ı âmmın hadsiz müstakim [doğru ve düzgün] efradları [bireyler] içinde, o bin üç yüz iki tarihinde bir ferdin bir cihette istikamet [doğru] emrinin imtisali [bağlanma, boyun eğme] bir hususiyet kazanacak. Demek on dördüncü asırda Kur’ân’dan iktibas [alıntı] edip, istikametsiz [doğru] sakim yollar içinde sırat-ı müstakîmi [dosdoğru yol] gösterecek âsârı [eserler/asırlar] neşreden bir adamı, o hadsiz efrad [bireyler] içinde dahil ediyor.

Hem o istikametin [doğru] bir hususiyeti var ki, tarihiyle işaret ediyor. Halbuki, o asırda şahsen istikamette [doğru] mümtaz [seçkin] bir hususiyet kesb [elde etme, kazanma] etmek çok uzaktır. Demek, şahsî istikamet [doğru] değil. Öyleyse, o adamın teşebbüsüyle neşredilen esrar-ı Kur’âniye, [Kur’ân’daki sırlar] o asırda istikamette [doğru] imtiyaz kesb [elde etme, kazanma] edecek. O adam şahsen gayr-ı müstakim olduğu halde, müstakimler içine ithali, o imtiyaza remzeder. [ince işaret] Madem hakikat budur, ben kat’î bir surette itiraf ediyorum ki, hayatım istikametsiz [doğru] gitmiş, kalbim sakametten [hastalık] kurtulmamış, o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] emrin imtisalinden [bağlanma, boyun eğme] belki yüz derece uzağım. Fakat وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ 2 sırrıyla o nimete bir şükür olarak derim ki: O bin üç yüz iki tarihi ise—Arabî tarih itibariyle olsa—Kur’ân okumaya başladığım aynı tarihe tevafuk eder. Ve—Rûmî tarihi hesabıyla—ilme başladığım tarihe tevafuk eder. Öyleyse, o ima edilen ferd olabiliriz. Halbuki şahsen bütün hayatı sakim ve istikametsiz [doğru] olan bir ferde istikametle [doğru] imâ edilse ve gayr-ı müstakim iken müstakimler içine ithal edilse, elbette o ferdin mazhar [erişme, nail olma] olacağı âsârın [eserler/asırlar] istikametine [doğru] imâdır. Ve o âsârın [eserler/asırlar] istikameti, [doğru] o tarihte başlayıp dalalet [hak yoldan sapkınlık, inançsızlık] yolları ve zulümat tarikleri içinde sırat-ı müstakîmi [dosdoğru yol] gösterecek, اِسْتَقِمْ كَمَۤا اُمِرْتَ emrini imtisal [bağlanma, boyun eğme] edecek demektir. Evet, lillâhilhamd [Allah’a hamd olsun] Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın bu mu’cizane imâ-i gaybîsini bilfiil göstermiş, meydandadır.

234

Şu âyetin gizli imâsına اِنَّ حِزْبَ اللهِ هُمُ الْغَالِبُونَ 1 âyeti teyid ediyor. Çünkü اِنَّ ‘deki şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] nun bir sayılsa, tam evvelki âyete tevafuk ile, hizbü’l-Kur’ân‘ın [Kur’ân taraftarları] faaliyetine vasıta olan bir hâdiminin Kur’ân okumaya başladığı bin üç yüz iki tarihine, iki fark ile tevafuk etmekle beraber, şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] nun iki nun sayılsa, bin üç yüz elli eder ki, bu tarihte Kur’ân’dan muktebes olan Risale-i Nur etrafında toplanan, bütün kuvvetleriyle Kur’ân’ın hizmetlerine çalışan, hizbü’l-Kur’ân‘ın [Kur’ân taraftarları] faaliyeti ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve zındıkaya mânen galebe [üstün gelme] ettikleri bir zamana tevafuku ise, istikbalde tam galebelerine [üstün gelme] bir ima-i gaybîdir.

ba

Sual: Sen bu zamanın hâdisâtına, fitne-i âhirzaman [âhirzaman fitnesi] diyorsun. Halbuki hadîste vârid [söylenen] olmuş ki, âhirzamanda Allah Allah (c.c.) denilmeyecek; sonra kıyamet kopacak.

Elcevap:

Evvelâ: Fitne-i âhirzamanın [âhirzaman fitnesi] müddeti uzundur; biz bir faslındayız.

Saniyen: [ikinci olarak] Yerde Allah Allah (c.c.) denilmeyecekten murad, Allah’a iman kalkacak demek değildir;Haşiye 1 belki Allah’ın namını değiştirecekler demektir. Nasıl ki yerde Allah Allah (c.c.) denilmezse kıyamet-i kübrâ [büyük kıyamet] kopacak. Bir memlekette de Allah Allah (c.c.) denilmezse bir nevi kıyamet kopmasına işarettir.Haşiye [dipnot] 2

235

تَوَسَّلْ بِنَا فِى كُلِّ هَوْلٍ وَشِدَّةٍ * اَغِيثُكَ فِى اْلاَشْيَۤاءِ دَهْرًا بِهِمَّتِى

İlm-i cifirle mânâsı: “Yâ Said! Âhirzamanın fitnelerine yetişip düştüğün zaman, benim dua ve himmetimi [ciddi gayret] kendine vesile ve şefaatçi yap. İnşaallah, senin herşeyinde ve her işinde uzun bir zamanda, yani tufûliyet [çocukluk, küçüklük] zamanından, tâ ihtiyarlığın vaktinde işkenceli esaretine kadar, yani bin iki yüz doksan dörtten, tâ bin üç yüz kırk beş, belki altmış dörde, daha ziyade bir zamana kadar Allah’ın izniyle ve kuvvetiyle senin imdadına yetişeceğim.”

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا * 1

Said Nursî