SÖZLER – On Beşinci Söz (248-270)

248

On Beşinci Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَۤاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ * 1

EY KOZMOĞRAFYANIN [astronomi, gök bilimi] ruhsuz meseleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve şu âyetin azametli sırrını o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektepli efendi! Şu âyetin semâsına yedi basamaklı bir merdivenle çıkılabilir. Gel, beraber çıkacağız.

BİRİNCİ BASAMAK

Hakikat ve hikmet ister ki, zemin gibi semâvâtın da kendine münasip sekeneleri [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] bulunsun. Lisan-ı şer’îde, [dinî literatür] o ecnâs-ı muhtelifeye [çeşitli cinsler]melâike [melek] ve ruhaniyat[ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] tesmiye [isimlendirme] edilir.

Evet, hakikat öyle iktiza [bir şeyin gereği] eder. Zira, zemin, küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zîhayat [canlı] ve zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mahlûklardan [varlıklar] doldurulması ve ara sıra boşaltılıp yeniden zîşuurlarla [akıl ve şuur sahibi] şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih [açık şekilde bildirme] eder ki, şu muhteşem burçlar sahibi müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] kasırlar [köşk, saray] hükmünde olan semâvât dahi zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ve zevi’l-idrak [düşünebilen varlıklar, idrak sahipleri] mahlûklarla [varlıklar] doludur. Onlar dahi, ins ve cin gibi, şu âlem sarayının seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalâacıları ve şu saltanat-ı Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] dellâllarıdırlar. [davetçi, ilan edici] Çünkü, kâinatı had ve hesaba gelmeyen tezyinat [süslemeler] ve mehâsin [güzellikler] ve nukuş [işlemeler] ile süslendirip tezyin [süsleme] etmesi, bilbedâhe, [açık bir şekilde] mütefekkir [düşünen] istihsan [beğenme, güzel bulma] edici ve mütehayyir [hayrete düşen] takdir edicilerin enzârını [bakışlar] ister.

249

Evet, hüsün [güzellik] elbette bir âşık ister. Taam [gıda, yiyecek] ise aç olana verilir. Halbuki, ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu haşmetli nezarete ve şu vüs’atli [geniş] ubûdiyete [Allah’a kulluk] karşı milyondan birisini ancak yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve mütenevvi [çeşit çeşit] vezaife [vazifeler, görevler] ve ibâdâta, [ibadetler] nihayetsiz melâike [melek] envâı [tür] ve ruhaniyat [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] ecnâsı [cinsler, türler] lâzımdır.

Bazı rivâyâtın [Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi] işârâtıyla [işaretler] ve intizam-ı âlemin [kâinatta var olan düzen] hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı seyyare, [gezici cisimler] seyyarattan [gezegenler] tut, ta katarâta [damlalar] kadar, bir kısım melâikenin [melekler] merâkibidirler.1 [binekler] Onlar bunlara izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile binerler, âlem-i şehadeti [görünen alem] seyredip gezerler. Hem denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı hayvaniye, [hayvan cisimleri, bedenleri] hadiste “tuyûrun hudrun“2 [yeşil renkli kuşlar] tesmiye [isimlendirme] edilen Cennet kuşlarından tut, ta sineklere kadar, bir cins ervâhın [ruhlar] tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak [Allah’ın emri] ile girerler, âlem-i cismâniyâtı [cismânî varlıkların bulunduğu âlem, varlıklar dünyası] seyran edip o cesetlerdeki hasselerin [duyu] pencereleriyle cismânî mucizât-ı fıtratı temâşâ ederler.

Elbette, kesafetli [bulanık, yoğun, katı] topraktan ve küdûretli [bulanık] sudan mütemadiyen letafetli [hoş, güzel] hayatı ve nuraniyetli zevi’l-idraki [düşünebilen varlıklar, idrak sahipleri] halk eden Hâlıkın, [her şeyi yaratan Allah] elbette ruha ve hayata münasip şu nur denizinden ve hattâ zulmet [karanlık] bahrinden bir kısım zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mahlûkları [varlıklar] vardır. Hem çok kesretli [çokluk] olarak vardır. Melâike [melek] ve ruhaniyatın [ruhanî olan varlıklar, maddî yapısı olmayan varlıklar] vücutlarına dair Nokta namında bir risalemde ve Yirmi Dokuzuncu Sözde [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] iki kere iki dört eder derecesinde bir kat’iyetle ispat edilmiştir. Eğer istersen ona müracaat et.

İKİNCİ BASAMAK

Zemin ile gökler, bir hükûmetin iki memleketi gibi birbirine alâkadardırlar. Ortalarında ehemmiyetli irtibat ve mühim muameleler vardır. Zemine lâzım olan ziya, hararet ve bereket ve rahmet gibi şeyler semâdan geliyor, yani gönderiliyor.

250

Vahye istinad eden bütün edyân-ı semâviyenin [İlâhî dinler] icmâı ile ve şuhuda [görme] istinad eden bütün ehl-i keşfin [maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler] tevatürüyle, [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] melâike [melek] ve ervah [ruhlar] semâdan zemine geliyorlar.

Bundan, hisse karib [yakın] bir hads-i kat’î [doğru ve kesin sezgi] ile bilinir ki, sekene-i arz [dünyalılar] için, semâya çıkmak için bir yol vardır. Evet, nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semâya gider. Öyle de, ağırlıklarını bırakan ervâh-ı enbiya ve evliya [peygamberlerin ve velilerin ruhları] veya cesetlerini çıkaran ervâh-ı emvat, [ölülerin ruhları] izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile oraya giderler. Madem hiffet [hafiflik] ve letafet [güzellik, hoşluk] bulanlar oraya giderler. Elbette cesed-i misalî [maddi yapısı olmayan vücut, misalî beden] giyen ve ervah [ruhlar] gibi hafif ve lâtif [berrak, şirin, hoş] bir kısım sekene-i arz [dünyalılar] ve hava, semâya gidebilirler.

ÜÇÜNCÜ BASAMAK

Semânın sükût ve sükûneti ve intizam ve ıttıradı [düzenli olma, intizamlı] ve vüs’at [genişlik] ve nuraniyeti gösterir ki, sekenesi, [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] zeminin sekenesi [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] gibi değiller; belki, bütün ahalisi muti‘dirler. [itaat eden, emre uyan] Ne emrolunsa onu işlerler. Müzahame [zahmet verme, itişip kakışma] ve münakaşayı icap [gerekli kılma] edecek bir sebep yoktur. Zira memleket geniş, fıtratları safi, kendileri masum, makamları sabittir.

Evet, zeminde ezdad [zıtlar] içtima [bir araya gelme, toplanma] etmiş, eşrar [şerli ve kötü kimseler] ahyara [hayırlılar, iyiler] karışmış, içlerinde münakaşat [münakaşalar, tartışmalar] başlamış. O sebepten ihtilâfat [ayrılıklar, anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar] ve ıztırabat düşmüş. Ve ondan imtihanat [imtihanlar] ve müsabakat [müsabakalar, yarışmalar] teklif edilmiş. Ve ondan terakkiyat [bir hedefe yönelik ilerlemeler] ve tedenniyat [alçalmalar, gerilemeler] çıkmış. Şu hakikatin hikmeti şudur ki:

Beşer, şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] en son cüz’ü olan meyvesidir. Malûmdur ki, bir şeyin semeresi [meyve] en uzak, en cemiyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüz’üdür. İşte bunun için, semere-i âlem [kâinatın meyvesi] olan insan en cami’, [kapsamlı] en bedi’, [güzel, eşsiz] en âciz, en zayıf ve en lâtif [berrak, şirin, hoş] bir mucize-i kudret [Allah’ın kudret mu’cizesi] olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana [gökyüzü] nisbeten

251

maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mucizât-ı san’atın [sanat mucizeleri] meşheri, [sergi] sergisi ve bütün tecelliyât-ı esmâsının [Allah’ın isimlerinin tecellileri, yansımaları] mazharı, nokta-i mihrakiyesi [odak noktası] ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın faaliyeti] mahşeri ve mâkesi [yansıma yeri] ve hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin, [Allah’ın kendi zatına yaraşan yaratıcılığı] hususan nebatat [bitkiler] ve hayvanatın kesretli [çokluk] envâ-ı sağîresinde [küçük çeşitler] cevâdâne [cömertçe] icadın medarı [kaynak, dayanak] ve çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın [san’at eseri] küçük mikyasta [ölçü] nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin [sonsuz hayata ait dokumalar] sür’atle işleyen destgâhı [iş yeri] ve menâzır-ı sermediyenin [daimî manzaralar] sür’atle değişen taklitgâhı [taklit yeri] ve besâtîn-i daimenin [dâimî bostan ve bahçeler] tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen [başak] dar ve muvakkat [geçici] mezraası [tarla] ve terbiyegâhı olmuştur.

İşte, arzınHaşiye bu azamet-i mâneviyesinden [mânevî büyüklük] ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir [san’at bakımından önemlilik] ki, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] semâvâta nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor; mükerreren [defalarca] رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1 der.

252

Hem arzın şu mezkûr [adı geçen] hikmetlerden neş’et [doğma] eden sür’atli tahavvülü [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve devamlı tagayyürü [başkalaşım, değişme] iktiza [bir şeyin gereği] eder ki, sekenesi [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] de ona göre mazhar-ı tahavvülât [değişikliğe uğramış] olsun.

Hem şu mahdut [sınırlanmış] arz, hadsiz mucizât-ı kudrete [Allah’ın kudret mu’cizeleri] mazhar [erişme, nail olma] olduğundandır ki, en mühim sekeneleri [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] olan ins ve cinnin kuvâlarına, [duygular, hisler] sair zîhayatlar [canlı] gibi fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir had ve hulkî [yaratılıştan] bir kayıt konulmadığı için, nihayetsiz terakki [ilerleme] ve nihayetsiz tedennîye [alçalma, gerileme] mazhar [erişme, nail olma] olmuşlar. Enbiyadan, [nebiler, peygamberler] evliya dan tut, ta Nemrutlara, ta şeytanlara kadar, uzun bir meydan-ı imtihanları [imtihan meydanı] peyda olmuştur. Madem öyledir; elbette firavunlaşmış şeytanlar, hadsiz şeraretiyle semâya ve ehline taş atacaklar.

DÖRDÜNCÜ BASAMAK

Bütün âlemlerin Rabbi ve Müdebbiri [idare eden, çekip çeviren] ve Hâlıkı olan Zât-ı Zülcelâlin, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] ahkâmları [hükümler] ayrı ayrı pek çok namları ve ünvanları ve Esmâ-i Hüsnâ[Allah’ın en güzel isimleri] vardır. Meselâ, ashab-ı Nebî [Peygamberimizin ashabı, arkadaşları] safında küffara karşı muharebe etmek için melâikeleri [melekler] göndermesini iktiza [bir şeyin gereği] eden hangi isim ve ünvan ise, o isim ve ünvan iktiza [bir şeyin gereği] eder ki, melâike [melek] ile şeyâtin [şeytanlar] ortasında muharebe bulunsun ve ahyâr-ı semâviyyîn [göktekilerin hayırlıları, iyileri] ve eşrâr-ı arzîn [yeryüzünün şerlileri, kötüleri] mabeynlerinde [ara] mübareze [karşı koyma] olsun. Evet, küffarın nüfus [nefisler] ve enfasları [nefesler, hayatlar, canlar] kabza-i kudretinde [kudret eli] olan Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] bir emirle, bir sayha [ses, sesleniş] ile onları mahvetmiyor. Rububiyet-i âmme [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi] ünvanıyla, Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ve Müdebbir [idare eden, çekip çeviren] ismiyle bir meydan-ı imtihan [imtihan meydanı] ve mübareze [karşı koyma] açıyor.

Temsilde hata olmasın, görüyoruz ki, nasıl ki bir padişahın daire-i hükûmeti [yönetim dairesi] itibarıyla ayrı ayrı pek çok ünvanları, isimleri bulunur. Meselâ daire-i adliye [adliye dairesi] onu Hâkim-i Âdil [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] ismiyle yad eder. Daire-i askeriye [askeriye dairesi] onu Kumandan-ı Âzam [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] namıyla bilir.

253

Daire-i meşihat [din işleri dairesi] onu Halife ismiyle zikreder. Daire-i mülkiye [askeriye ve millî eğitim dışındaki devlet idaresine bakan daireler] onu Sultan namiyle tanır. Mutî [emre uyan] ahali ona Merhametkâr Padişah derler. Âsi insanlar ona Kahhar [herşeye boyun eğdiren, mutlak galip gelen, kahreden] Hâkim derler. Daha bunlara kıyas et. İşte, bazı vakit oluyor ki, bütün ahali onun elinde olan o padişah-ı âli [yüce hükümdar] âciz, zelil [aşağılanan] bir âsiyi bir emirle idam [hiçlik, yokluk] etmiyor. Belki Hâkim-i Âdil [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] ismiyle onu mahkemeye gönderir. Hem muktedir, hem sadık bir memurunu taltife [güzellikle muamele etmek] liyakatini biliyor. Fakat hususî ilmiyle, hususî telefonuyla onu taltif [güzellikle muamele etmek] etmiyor. Belki, haşmet-i saltanat [saltanatın görkemi] ve tedbir-i hükûmet [hükûmetin tedbiri, işleri önceden planlayarak idare etmesi] ünvanıyla mükâfata istihkakını [hak edilen pay] teşhir etmek için bir meydan-ı müsabaka [yarış meydanı] açar, vezirine emreder, ahaliyi temâşâya davet eder. Bir istikbal-i siyasî [siyasî karşılama] yaptırır, muhteşem bir imtihan-ı ulvî [yüce imtihan] neticesinde bir mecma-ı âlide [yüce meclis] onu taltif [güzellikle muamele etmek] eder, liyakatini ilân eder. Daha başka cihetleri bunlara kıyas et.

İşte, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 Ezel, Ebed Sultanının pek çok Esmâ-i Hüsnâ[Allah’ın en güzel isimleri] vardır. Tecelliyat-ı celâliye [Allah’ın haşmet ve ihtişamının varlıklar üzerinde görünümü] ve tezahürat-ı cemâliye [Allah’ın güzelliğinin, lütuf ve iyiliklerinin varlıklar üzerinde görünüşleri] ile pek çok şuûnâtı [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ve unvanları vardır. Nur ve zulmet, [karanlık] yaz ve kış, Cennet ve Cehennemin vücudunu iktiza [bir şeyin gereği] eden isim ve ünvan ve şe’ni [belirleyici özellik] ise, kanun-u tenasül, [üreme ve çoğalma kanunu] kanun-u müsabaka, [yarışma kanunu] kanun-u teâvün gibi pek çok umumî kanunlar misillü, [benzer] kanun-u mübarezenin [mücâdele ve çatışma kanunu] dahi bir derece tâmimini [genelleştirme, yayma] isterler. Kalb etrafındaki ilhamat [ilhamlar] ve vesveselerin mübarezelerinden [karşı koyma] tut, ta semâ âfâkında melâike [melek] ve şeytanların mübarezesine2 [karşı koyma] kadar, o kanunun şümulünü [kapsam] iktiza [bir şeyin gereği] eder.

BEŞİNCİ BASAMAK

Madem arzdan semâya gidip gelmek var. Semâdan arza inip çıkmak oluyor; ehemmiyetli levazımat-ı arziye [dünyanın ihtiyaçları, dünyevî ihtiyaçlar] oradan gönderiliyor. Ve madem ervâh-ı tayyibeler [temiz ve iyi ruhlar]

254

semâya gidiyorlar. Elbette, ervâh-ı habîse [kötü ruhlar] dahi, ahyârı [hayırlı kimseler] takliden semâvât memleketine gitmeye teşebbüs edecekler. Çünkü vücutça letafet [güzellik, hoşluk] ve hiffetleri [hafiflik] var. Hem şüphesiz tard [kovma] ve red edilecekler. Çünkü mahiyetçe [nitelikçe, özellikçe] şeraret ve nuhusetleri vardır.

Hem, bilâşek velâ şüphe, [şeksiz ve şüphesiz] şu muamele-i mühimmenin, [önemli davranış] şu mübareze-i mâneviyenin, [mânevî mücadele ve çatışma] âlem-i şehadette [görünen alem] bir alâmeti, bir işareti bulunacaktır. Çünkü, saltanat-ı Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] hikmeti iktiza [bir şeyin gereği] eder ki, zîşuur [akıl ve şuur sahibi] için, bahusus [hususan, özellikle] en mühim vazifesi müşahede ve şehadet ve dellâllık [davetçi, ilan edici] ve nezaret olan insan için tasarrufat-ı gaybiyenin [görünmeyen âlemlerden gelen tasarruflar] mühimlerine bir işaret koysun, birer alâmet bıraksın. (Nasıl ki, nihayetsiz bahar mucizatına yağmuru işaret koymuş ve havârık-ı san’atına [san’at harikaları] esbab-ı zahiriyeyi [görünen sebepler] alâmet etmiş.) Ta âlem-i şehadet [görünen alem] ehlini işhad [şahid gösterme] etsin. Belki o acip temâşâya, umum ehl-i semâvât [gök ehli, melekler ve ruhanîler] ve sekene-i arzın [dünyalılar] enzâr-ı dikkatlerini [dikkatli bakışlar] celb [çekme] etsin. Yani, o koca semâvâtı, etrafında nöbettarlar dizilmiş, burçları tezyin [süsleme] edilmiş bir kale hükmünde, bir şehir suretinde gösterip haşmet-i Rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] tefekkür ettirsin.

Madem şu mübareze-i ulviyenin [yüce mücadele] ilânı, hikmeten lâzımdır. Elbette ona bir işaret vardır. Halbuki, hadisat-ı cevviye ve semâviye içinde, şu ilâna münasip hiçbir hadise görünmüyor. Bundan daha ensebi [daha uygun] yoktur. Zira, yüksek kalelerin muhkem [değiştirilemez] burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hadise-i necmiye, bu recm-i şeytana [şeytan taşlama] ne kadar ensep [en uygun] düştüğü bedâheten [açıklık] anlaşılır. Halbuki, şu hadisenin, bu hikmetten ve şu gayeden başka, ona münasip bir hikmeti bilinmiyor. Sair hadisat öyle değil. Hem şu hikmet, zaman-ı Âdemden [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] beri meşhurdur ve ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] için meşhuddur. [görünen]

ALTINCI BASAMAK

Beşer ve cin, nihayetsiz şerre ve cühuda [bilerek inkâr etme] müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] olduklarından, nihayetsiz bir temerrüd [inat etme] ve bir tuğyan [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] yaparlar. İşte, bunun için, Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] öyle i’cazkâr [mu’cizeli]

255

bir belâğatle [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] ve öyle âli [yüce] ve bâhir [açık] üslûplarla ve öyle gàli [kıymetli] ve zahir temsiller ve mesellerle ins ve cinni isyandan ve tuğyandan [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] zecreder [sakındırma] ki, kâinatı titretir. Meselâ, “Ey ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, hudud-u mülkümden, [memleket sınırı] elinizden gelirse çıkınız” meseline işaret eden

يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ * فَبِاَىِّ اٰلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ * يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَنُحَاسٌ فَلاَ تَنْتَصِرَانِ * 1

âyetindeki azametli inzara [sakındırma, uyarma] ve dehşetli tehdide ve şiddetli zecre [sakındırma] dikkat et. Nasıl ins ve cinnin gayet mağrurâne [gururlu bir şekilde] temerrüdlerini, [inat etme] gayet mucizâne [mu’cizeli bir şekilde] bir belâğatle [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] kırar. Aczlerini ilân eder. Saltanat-ı Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] genişliği ve azameti nisbetinde ne kadar âciz ve biçare olduklarını gösterir. Güya şu âyetle, hem وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ 2 âyetiyle böyle diyor ki:

“Ey hakareti içinde mağrur ve mütemerrid, [inatçı] ey zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve fakrı içinde serkeş [başkaldıran] ve muannid [inatçı] olan cin ve ins! Nasıl cesaret edersiniz ki, isyanınızla öyle bir Sultan-ı Zîşânın [şan ve şeref sahibi Sultan, Allah] evamirine [emirler] karşı geliyorsunuz ki, yıldızlar, aylar, güneşler emirber [emre hazır] neferleri [asker] gibi emirlerine itaat ederler.

“Hem tuğyanınızla [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] öyle bir Hâkim-i Zülcelâle [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeye hükmeden Allah] karşı mübareze [karşı koyma] ediyorsunuz ki, öyle azametli mutî [emre uyan] askerleri var; faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerlerecmedebilirler.

“Hem küfranınızla [inançsızlık, inkâr] öyle bir Mâlik-i Zülcelâlin [sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan, her şeyin sahibi Allah] memleketinde isyan ediyorsunuz ki, ibâdından ve cünudundan [askerler] öyleleri var ki, değil sizin gibi küçücük âciz mahlûkları, [varlıklar] belki farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir [inkârcı, inanmayan düşman]

256

olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri, şuvazlı [kızgın, ateşli] nuhasları size atabilirler, sizi dağıtırlar.

“Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, o kanunla öyleler bağlıdır; eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreniz misil[benzer] yıldızları üstünüze yağdırabilirler.”

Evet, Kur’ân’da bazı mühim tahşidat [öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma] vardır ki, düşmanların kuvvetli olduğundan ileri gelmiyor. Belki haşmetin izharı [açığa çıkarma, gösterme] ve düşman şenaatinin [çirkinlik, alçaklık] teşhiri gibi sebeplerden ileri geliyor.

Hem bazan kemâl-i intizamı [tam ve mükemmel düzen] ve nihayet adli ve gayet ilmi ve kuvvet-i hikmeti [hikmetin kuvveti] göstermek için, en büyük ve kuvvetli esbabı, en küçük ve zayıf birşeye karşı tahşid [kuvvetlendirme, destekleme] eder ve üstünde tutar; düşürtmez, tecavüz ettirmez. Meselâ şu âyete bak:

وَاِنْ تَظَاهَرَا عَلَيْهِ فَاِنَّ اللهَ هُوَ مَوْلٰيهُ وَجِبْرِيلُ وَصَالِحُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمَلٰۤئِكَةُ بَعْدَ ذٰلِكَ ظَهِيرٌ * 1

Ne kadar Nebî [peygamber] hakkına hürmet ve ne kadar ezvâcın [hanımlar, eşler] hukukuna merhamet var. Şu mühim tahşidat, [öneminden dolayı bir şeyin üzerinde fazla durma] yalnız hürmet-i Nebînin [Peygamber Efendimize saygı] azametini ve iki zaifenin şekvâlarının [şikayet] ehemmiyetini ve haklarının riayetini rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] ifade etmek içindir.

YEDİNCİ BASAMAK

Melekler ve semekler [balık] gibi, yıldızların dahi gayet muhtelif efradları [bireyler] vardır. Bir kısmı nihayet küçük,2 bir kısmı gayet büyüktür.3 Hattâ gökyüzünde her parlayana yıldız denilir. İşte bu yıldız cinsinden bir nev’i de, nazenin [ince, duyarlı] semâ yüzünün murassa [süslenmiş] ziynetleri ve o ağacın münevver [aydın] meyveleri ve o denizin müsebbih [tesbih eden] balıkları hükmünde, Fâtır-ı Zülcelâl, [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] Sâni-i Zülcemâl [sonsuz güzellik sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah] onları yaratmış ve meleklerine mesireler, binekler, menziller yapmıştır. Ve yıldızların küçük bir nev’ini de şeyâtînin recmine alet etmiş.

257

İşte bu recm-i şeyâtîn için atılan şahapların [göktaşı] üç mânâsı olabilir.

Birincisi: Kanun-u mübareze [mücâdele ve çatışma kanunu] en geniş dairede dahi cereyan ettiğine remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ve alâmettir.

İkincisi: Semâvâtta huşyar [uyanık] nöbettarlar, mutî [emre uyan] sekeneler [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] var. Arzlı şerirlerin ihtilâtından [birbirine karışma] ve istimâlarından [dinleme] hoşlanmayan cünudullah [Allah’ın askerleri] bulunduğuna ilân ve işarettir.

Üçüncüsü: Muzahrafat-ı arziyenin [dünyanın süprüntüleri, pislikleri] mümessilât-ı habiseleri [pis ve kötü temsilciler] olan casus şeytanları, temiz ve temizlerin meskeni olan semâyı telvis etmemek ve nüfus-u habise [pis ve kötü nefisler] hesabına tecessüs [gizlice araştırma] ettirmemek için, edepsiz casusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misillü, [benzer] o şeytanları ebvâb-ı semâdan o şahaplarla [göktaşı] red ve tarddır.1 [kovma]

İşte, yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kur’ân güneşinden gözünü yuman kozmoğrafya[astronomi, gök bilimi] efendi! Şu Yedi Basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi i’caz [mu’cize oluş] ışığı içinde şu âyetin mânâsını gör. O âyetin semâsından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet. Biz dahi etmeliyiz ve

* رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ 2 beraber demeliyiz.

فَلِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ * 3

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 4

ba

258

On Beşinci Sözün Zeyli [ek]

(Yirmi Altıncı Mektup’un Birinci Mebhası) [bahis, kısım]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللهِ اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ * 2

 Hüccetü’l-Kur’ân ale’ş-Şeytan ve Hizbihî

İBLİS’İ İLZAM, şeytanı ifham, [(he ile) anlatma] ehl-i tuğyanı [azgınlık ve taşkınlık yapanlar] iskât [susturma] eden Birinci Mebhas, [bahis, kısım] bîtarafâne [tarafsız] muhakeme içinde Şeytanın müdhiş [korkunç] bir desisesini, [hile, aldatma] kat’î bir surette reddeden bir vakıadır. O vakıanın mücmel [kısa, kısaca] bir kısmını on sene evvel Lemeâtta [Lem’alar isimli eser] yazmıştım. Şöyle ki:

Bu risalenin telifinden [kaleme alma] on bir sene evvel, Ramazan-ı Şerifte, İstanbul’da, Bayezid Cami-i Şerifinde hafızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat mânevî bir ses işittim gibi bana geldi, zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim. Baktım ki, bana der:

“Sen Kur’ân’ı pek âli, [yüce] çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne [tarafsız] muhakeme et, öyle bak. Yani, bir beşer kelâmı farz et, bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?”

Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid’in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur’ân’ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı.

O vakit anladım ki, benimle konuşan şeytandır; beni vartaya [tehlike] yuvarlandırıyor. Kur’ân’dan istimdad [yardım dileme] ettim. Birden, bir nur kalbime geldi, müdafaaya kat’î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece Şeytana karşı münazara başladı.

Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne [tarafsız] muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir.

259

Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, [öğrenci] dediğiniz bîtarafâne [tarafsız] muhakeme ise, taraf-ı muhalifi [karşı taraf] iltizamdır. [kabul etme, taraftarlık] Bîtaraflık [tarafsızlık] değildir, muvakkaten [geçici] bir dinsizliktir. Çünkü Kur’ân’a kelâm-ı beşer [insan sözü] diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi [karşı taraf] esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, [kabul etme, taraftarlık] bîtarafâne [tarafsız] değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir.

Şeytan dedi ki: “Öyle ise ne Allah’ın kelâmı, ne de beşer kelâmı deme. Ortada farz et, bak.”

Ben dedim: O da olamaz. Çünkü, münâzaun fîh [hakkında tartışılan] bir mal bulunsa, eğer iki müddeî [iddia sahibi] birbirine yakınsa ve kurbiyet-i mekân [yer yakınlığı] varsa, o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse, o alır. Eğer o iki müddeî [iddia sahibi] birbirinden gayet uzak, biri maşrıkta, [doğu] biri mağripte [akşam/batı] ise, o vakit, kaideten, [kural gereği] sahibülyed [mal sahibi] kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak kabil [mümkün] değildir.1

İşte, Kur’ân kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyya’ya kadar [yerden Ülker yıldızına kadar (Birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenir)] birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem ortası yoktur. Çünkü, vücut ve adem [hiçlik, yokluk] gibi ve nâkızeyn [birbirine zıt iki şey] gibi iki zıttırlar; ortası olamaz. Öyle ise, Kur’ân için sahibülyed, [mal sahibi] taraf-ı İlâhîdir. [Allah’ın tarafı] Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata [ispat delilleri] bakılacak. Eğer öteki taraf, Onun kelâmullah [Allah kelâmı] olduğuna dair bütün burhanları [delil] birer birer çürütse, elini ona uzatabilir; yoksa uzatamaz.

Heyhat! Binler berâhin-i kat’iyenin [kesin deliller] mıhlarıyla [çivi] Arş-ı Âzama [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] çakılan bu muazzam pırlantayı, hangi el bütün o mıhları [çivi] söküp, o direkleri kesip, onu düşürebilir?

İşte, ey Şeytan, senin rağmına, [zıddına, aksine] ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] ve insaf bu suretteki hakikatli muhakeme ile muhakeme ederler. Hattâ, en küçük bir delilde dahi Kur’ân’a karşı imanlarını ziyadeleştirirler. Senin ve şakirtlerinin [öğrenci] gösterdiği yol ise:

Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere

260

atılsa, bütün mıhların [çivi] kuvvetinde ve çok burhanların [delil] metanetinde [gayret, kararlılık] birtek burhan [delil] lâzım ki onu yerden kaldırıp Arş-ı Mânevîye [mânevî arş] çaksın—tâ küfrün [inançsızlık, inkâr] zulümatından kurtulup imanın envârına [nurlar] erişsin. Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desisenle, [hile, aldatma] şu zamanda, bîtarafâne [tarafsız] muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar.

Şeytan döndü ve dedi: “Kur’ân beşer kelâmına benziyor; onların muhaveresi [karşılıklı konuşma] tarzındadır. Demek beşer kelâmıdır. Eğer Allah’ın kelâmı olsa, Ona yakışacak, her cihetçe harikulâde bir tarzı olacaktı. Onun san’atı nasıl beşer san’atına benzemiyor; kelâmı da benzememeli.”

Cevaben dedim: Nasıl ki Peygamberimiz (a.s.m.), mucizâtından [bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeyler] ve hasâisinden başka, ef’al [fiiller, davranışlar] ve ahval [durumlar] ve etvârında [haller, tavırlar] beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlâhiyeye [İlahî kanun] ve evâmir-i tekvîniyesine [Allah’ın kâinata koyduğu yaratılışa ait emirler, kanunlar] münkad [boyun eğen] ve mutî [emre uyan] olmuş. O da soğuk çeker, elem çeker, ve hâkezâ… Herbir ahval [durumlar] ve etvârında [haller, tavırlar] harikulâde bir vaziyet verilmemiş—tâ ki ümmetine ef’âliyle [fiiler, davranışlar] imam olsun, etvârıyla [haller, tavırlar] rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin. Eğer her etvârında [haller, tavırlar] harikulâde olsaydı, bizzat her cihetçe imam olamazdı, herkese mürşid-i mutlak [mutlak irşad edici, doğru yolu gösteren] olamazdı, bütün ahvâliyle [haller] rahmeten li’l-âlemîn [âlemlere rahmet olarak gönderilen] olamazdı.1

Aynen öyle de, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ehl-i şuura [bilinç sahibi kimseler] imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemâle [kemâl sahibi olgun kimseler] rehberdir, ehl-i hakikate [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] muallimdir. Öyle ise, beşerin muhaverâtı [karşılıklı konuşmalar] ve üslûbu tarzında olmak, zarurî ve kat’îdir. Çünkü, cin ve ins münâcâtını [Allah’a yalvarış, dua] ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesâilini [meseleler] onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşeretini ondan taallüm [öğrenme] ediyor, ve hâkezâ, herkes onu merci yapıyor. Öyle ise, eğer Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın Tûr-i Sina’da işittiği kelâmullah [Allah kelâmı] tarzında olsaydı, beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi ve merci edemezdi.

261

Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm gibi bir ulül’azm, ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir. Mûsâ aleyhisselâm demiş:

اَهٰكَذَا كَلاَمُكَ ؟ قَالَ اللهُ : لِى قُوَّةُ جَمِيعِ اْلاَلْسِنَةِ * 1

Şeytan döndü yine, dedi ki: “Kur’ân’ın meseleleri gibi, çok zatlar o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?”

Cevaben, Kur’ân’ın nuruyla dedim ki:

Evvelâ: Dindar bir adam, din muhabbeti için, “Hak böyledir, hakikat budur, Allah’ın emri böyledir” der. Yoksa, Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz. * فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللهِ 2 düsturundan [kâide, kural] titrer.

Ve saniyen: [ikinci olarak] Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler, muvakkaten [geçici] insanları iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ederler; fakat daimi iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat [dikkat sahibi insanlar] nazarında, alâ külli hal, [her durumda] etvar [tavırlar, davranışlar] ve ahvâli [haller] içindeki tasannuatlar [yapmacık] ve tekellüfatlar [külfet, zahmet] sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.

Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak, belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki, “Bu sahtekârdır!”

İşte—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Kur’ân beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz, [zahmetsiz] hakikî bir yıldız olarak rasat [büyük dürbün] ehline görünsün?

262

Hem bir sinek, bir sene tamamen tavus suretini tasannusuz [yapmacık] temâşâ ehline göstersin? Hem sahtekâr, âmi [basit, sıradan] bir nefer, [asker] namdar, [namlı, şan ve şöhret sahibi] âli [yüce] bir müşirin [mareşal] tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas [hissettirme] etmesin? Hem müfteri, yalancı, itikadsız [inanç] bir adam, müddet-i ömründe daima en sadık, en emin, en mutekid [inanmış, dindar] bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik [dikkatli] nazarlara karşı telâşsız göstersin, dâhilerin nazarında tasannuu [yapmacık] saklansın? Bu ise yüz derece muhaldir; ona hiçbir zîakıl [akıl sahibi] mümkün diyemez. Ve öyle de farz etmek, bedihî [açık, aşikâr] bir muhali vaki farz etmek gibi bir hezeyandır. [boş söz, saçmalama]

Aynen öyle de, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer [insan sözü] farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] semâsında bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] pek parlak ve daima envâr-ı hakaiki [hakikat nurları] neşreden bir yıldız-ı hakikat, [hakikat yıldızı] belki bir şems-i kemâlât [her türlü mükemmelliğin kaynağı olan güneş] telâkki [anlama, kabul etme] edilen Kitab-ı Mübînin—hâşâ—mahiyeti [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] bir yıldız böceği hükmünde tasannucu [yapmacık olarak hareket eden] bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu daima âli [yüce] ve menba-ı hakaik [hakikatlerin kaynağı] bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhal [bâtıl, boş söz] olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytanette [şeytanlık] ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.

Salisen: [üçüncü olarak] Hem, Kur’ân’ı beşer kelâmı farz etmek, lâzım gelir ki, âsârıyla, [eserler/asırlar] tesirâtıyla, netâiciyle [neticeler] âlem-i insaniyetin [insan âlemi] bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] en ruhlu ve hayatfeşan, [hayat saçan] en hakikatli ve saadetresan, [mutluluğa ulaştıran] en cemiyetli ve mucizbeyan, âli [yüce] meziyetleriyle yaldızlı bir Furkanın [ayırt edici; hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur’ân] gizli hakikati—hâşâ—muavenetsiz, ilimsiz birtek insanın sahtekâr, âdi fikrinin tasniâtı [uydurmalar] olsun ve yakından onu temâşâ eden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar, ulvî dehâlar onda hiçbir zaman, hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu [yapmacık] eserini görmesin; daima ciddiyeti, samimiyeti, ihlâsı bulsun.

263

Bu ise, yüz derece muhal [bâtıl, boş söz] olmakla beraber, bütün ahvâliyle, [haller] akvâliyle, [sözler] harekâtıyla bütün hayatında emaneti, imanı, emniyeti, ihlâsı, ciddiyeti, istikameti [doğru] gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] yetiştiren en yüksek, en parlak, en âli [yüce] haslet [huy, karakter] telâkki [anlama, kabul etme] edilen ve kabul edilen bir zâtı en emniyetsiz, en ihlâssız, en itikadsız [inanç] farz etmekle, muzaaf [kat kat] bir muhali vaki görmek gibi, Şeytanı dahi utandıracak bir hezeyan-ı küfrîdir. [inançsızlığı savunan saçmalıklar] Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, Kur’ân kelâmullah [Allah kelâmı] olmazsa, Arştan zemine düşer gibi sukut [alçalış, düşüş] eder, ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik [hakikatlerin toplandığı yer] iken, menba-ı hurafat [hurafelerin kaynağı] olur. Ve o harika fermanı gösteren zat-hâşâ, sümme hâşâ-eğer [asla, kesinlikle öyle değil] Resulullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden [yücelerin en yücesi] esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] sukut [alçalış, düşüş] etmek ve menba-ı kemâlât [mükemmelliklerin kaynağı] derecesinden maden-i desâis [hile ve aldatmaların kaynağı] makamına düşmek lâzım gelir, ortada kalmaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ [basit, aşağı] bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını [özellikler] onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal [bâtıl, boş söz] ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki buna ihtimal versin.

Rabian: [dördüncü olarak] Hem, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer [insan sözü] farz etmek, lâzım gelir ki, nev’-i benî Âdemin [Âdemoğulları, insanlık türü] en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin [Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar] (a.s.m.) mukaddes kumandanı olan Kur’ân, bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] kuvvetli kanunlarıyla, esaslı düsturlarıyla, [kâide, kural] nâfiz [derinlere işleyen; etkili] emirleriyle, o pek büyük orduyu iki cihanı fethedecek bir derecede bir intizam verdiği ve bir inzibat [âsayiş, düzen] altına aldığı-maddî ve mânevî teçhiz ettiği ve umum o efradın [bireyler] derecâtına [dereceler] göre akıllarını talim ve kalblerini terbiye ve ruhlarını teshir [boyun eğdirme] ve vicdanlarını tathir, [temiz tutma, temizleme] âzâ ve cevârihlerini [organlar] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ve istihdam [çalıştırma] ettiği halde—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—kuvvetsiz, kıymetsiz, asılsız bir düzme farz edip, yüz derece muhali kabul etmek lâzım gelmekle beraber; müddet-i hayatında [hayat süresi] ciddî harekâtıyla Hakkın kanunlarını benî Âdeme [Âdemoğlu, insan] ders veren ve samimî

264

ef’âliyle [fiiler, davranışlar] hakikatin düsturlarını [kâide, kural] beşere talim eden ve hâlis ve makul akvâliyle [sözler] istikametin [doğru] ve saadetin usullerini gösteren ve tesis eden ve bütün tarihçe-i hayatının [hayat hikayesi] şehadetiyle, Allah’ın azâbından çok havf [korku] eden ve herkesten ziyade Allah’ı bilen ve bildiren1 ve nev-i beşerin beşten birisine ve küre-i arzın [yer küre, dünya] yarısına bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle [büyüklük ve heybetteki mükemmellik] kumandanlık eden ve cihanı velveleye veren ve şöhretşiar [şöhret sahibi] şuûnâtıyla, [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] nev-i beşerin, belki kâinatın elhak medar-ı fahri [övünç kaynağı] olan bir zâtı—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—sahtekâr, Allah’tan korkmaz ve bilmez, haysiyetini tanımaz, insaniyetin âdi derecesinde farz etmekle, yüz derece muhali birden irtikâp [kötü iş işleme] etmek lâzım gelir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, Kur’ân kelâmullah [Allah kelâmı] olmazsa, Arştan düşse, orta yerde kalamaz. Belki yerde en yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, ey Şeytan, yüz derece sen katmerli [kat kat] bir şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi ikna edemezsin.

Şeytan döndü, dedi: “Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur âkıllerine [akıllı] Kur’ân’ı ve Muhammed’i inkâr ettirdim.”

Elcevap:

Evvelâ: Gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadar denilebilir.

Saniyen: [ikinci olarak] Hem tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] ve sathî [sığ, yüzeysel] bir nazarla bakılsa, gayet muhal [bâtıl, boş söz] birşey mümkün görünebilir.

Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı ay zannetmiş, “Ayı gördüm” demiş. İşte, muhaldir ki, hilâl o beyaz kıl olsun. Fakat kasten ve bizzat aya baktığı ve o saçı tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için, o muhali mümkün telâkki [anlama, kabul etme] etmiş.

Salisen: [üçüncü olarak] Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır.

Adem-i kabul [kabul etmeme] bir lâkaytlıktır, [duyarsız] bir göz kapamaktır ve câhilâne [cahilce] bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal [bâtıl, boş söz] şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.

265

Amma inkâr ise, o adem-i kabul [kabul etmeme] değil, belki o kabul-ü ademdir, [yokluğunu iddia etme, inkâr] bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur.

O halde, senin gibi bir şeytan, onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur. Hem, ey Şeytan, bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve safsata ve inat ve muğâlata [demagoji, aldatma] ve mükâbere [büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme] ve iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ve görenek gibi şeytanî desiselerle, [hile, aldatma] çok muhâlâtı intaç [netice verme] eden inkâr ve küfrü, [inançsızlık, inkâr] o bedbaht, insan suretindeki hayvanlara yutturmuşsun.

Rabian: [dördüncü olarak] Hem, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer [insan sözü] farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i insaniyetin [insan âlemi] semâvâtında yıldızlar gibi parlayan asfiyalara, [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] sıddıkînlere, [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] aktablara [kutuplar, büyük velilerden zamanının en büyük mürşidi olan kimseler] bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] rehberlik eden ve bilbedâhe [açık bir şekilde] mütemadiyen hak ve hakkaniyeti, sıdk [doğruluk] ve sadakati, emn ve emaneti [emniyet ve güvenlik] umum tabakat-ı ehl-i kemâle [kemâl sahibi insanların tabakaları] talim eden ve erkân-ı imaniyenin [iman esasları] hakaikiyle [doğru gerçekler] ve erkân-ı İslâmiyenin [İslâmın esasları] desâtiriyle [düsturlar, kanunlar] iki cihanın saadetini temin eden ve bu icraatının şehadetiyle bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] hak ve hâlis ve sâfi hakikat ve gayet doğru ve pek ciddî olmak lâzım gelen bir kitabı, kendi evsâfının [özellikler] ve tesirâtının ve envârının [nurlar] zıddıyla muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] tasavvur edip—hâşâ, sümme hâşâ—bir [asla, kesinlikle öyle değil] sahtekârın tasniat [uydurma şeyler] ve iftiralarının mecmuası nazarıyla bakmak, sofestaîleri [şüpheci; herşeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum sahibi, septik] ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şenî [çirkin] bir hezeyan-ı küfrî [inançsızlığı savunan saçmalıklar] olmakla beraber; izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiği din ve şeriat-ı İslâmiyenin [İslâm şeriatı; Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi, İslâm] şehadetiyle ve müddet-i hayatında [hayat süresi] gösterdiği bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] fevkalâde takvâsının ve hâlis ve sâfi ubûdiyetinin [Allah’a kulluk] delâletiyle ve

266

bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] kendinde görünen ahlâk-ı hasenesinin [güzel ahlâk] iktizasıyla [bir şeyin gereği] ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve sahib-i kemâlâtın [fazilet ve iyilik sahibi] tasdikiyle en mutekid, [inanmış, dindar] en metin, [sağlam] en emin, en sadık bir zâtı—hâşâ, sümme hâşâ, [asla, kesinlikle öyle değil] yüz bin kere hâşâ—itikadsız, en emniyetsiz, Allah’tan korkmaz bir vaziyette farz etmek, muhâlâtın en çirkin ve menfur bir suretini ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] en zulümlü ve zulmetli bir tarzını irtikâp [kötü iş işleme] etmek lâzım gelir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde denildiği gibi, nasıl kulaklı âmi [basit, sıradan] tabakası, i’câz-ı Kur’ân [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] fehminde demiş: “Kur’ân, bütün dinlediğim ve dünyada mevcut kitaplara kıyas edilse, hiçbirisine benzemiyor ve onların derecesinde değildir.” Öyle ise, ya Kur’ân umumun altındadır veya umumun fevkinde [üstünde] bir derecesi vardır. Umumun altındaki şık ise, muhal [bâtıl, boş söz] olmakla beraber, hiçbir düşman, hattâ Şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. Öyle ise, Kur’ân umum kitapların fevkindedir; [üstünde] öyle ise mucizedir.

Aynen öyle de, biz de ilm-i usul [bir işin nasıl yapılacağını gösteren ilim, metodoloji] ve fenn-i mantıkça [mantık ilmi] sebr ve taksim [mantıkta bir ispatlama usulü] denilen en kat’î bir hüccetle1 [delil] deriz:

Ey Şeytan ve ey Şeytanın şakirtleri! [öğrenci] Kur’ân ya Arş-ı Âzamdan [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] ve İsm-i Âzamdan [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] gelmiş bir kelâmullahtır [Allah kelâmı] veyahut—hâşâ, sümme hâşâ, [asla, kesinlikle öyle değil] yüz bin kere hâşâ—yerde, sahtekâr ve Allah’tan korkmaz ve Allah’ı bilmez, itikadsız [inanç] bir beşerin düzmesidir. Bu ise, ey Şeytan, sabık [daha önceden geçen] hüccetlere [delil] karşı bunu sen diyemezdin ve diyemezsin ve diyemeyeceksin. Öyle ise, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] ve bilâşüphe, [hiç şüphesiz, kuşkusuz] Kur’ân Hâlık-ı Kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur ve muhaldir ve olamaz. Nasıl ki kat’î bir surette ispat ettik; sen de gördün ve dinledin.

Hem Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ya Resulullahtır [Allah’ın elçisi] ve bütün resullerin [Allah’ın elçisi] ekmeli [daha mükemmel] ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah’a iftira ettiği ve Allah’ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız, [inanç]

267

esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısı] sukut [alçalış, düşüş] etmiş bir beşer farz etmekHaşiye lâzım gelir ki bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o feylesofların en müfsitleri [bozguncu] ve o Asya münafıklarının en vicdansızları dahi diyorlar ki: “Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] (a.s.m.) çok akıllıydı ve çok güzel ahlâklıydı.”

Madem şu mesele iki şıkka münhasırdır. Ve madem ikinci şık muhaldir ve hiçbir kimse buna sahip çıkmıyor. Ve madem kat’î hüccetlerle [delil] ispat ettik ki, ortası yoktur. Elbette ve bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] senin ve hizbüşşeytanın [şeytanın taraftarları] rağmına [zıddına, aksine] olarak, bilbedâhe [açık bir şekilde] ve bihakkılyakîn, [yaşamış gibi bir kesinlikte] Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâm Resulullahtır [Allah’ın elçisi] ve bütün resullerin [Allah’ın elçisi] ekmelidir [daha mükemmel] ve bütün mahlûkatın efdalidir.

عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَۤانِّ * 1

ba

268

Şeytanın İkinci Küçük Bir İtirazı

Sûre-i قۤ وَالْقُرْاٰنِ الْمَجِيدِ i okurken,

مَا يَلْفِظُ مِنْ قَوْلٍ اِلاَّ لَدَيْهِ رَقِيبٌ عَتِيدٌ * وَجَۤاءَتْ سَكْرَةُ الْمَوْتِ بِالْحَقِّ ذٰلِكَ مَا كُنْتَ مِنْهُ تَحِيدُ * وَنُفِخَ فِى الصُّورِ ذٰلِكَ يَوْمُ الْوَعِيدِ * وَجَۤاءَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَعَهَا سَۤائِقٌ وَشَهِيدٌ * لَقَدْ كُنْتَ فِى غَفْلَةٍ مِنْ هٰذَا فَكَشَفْنَا عَنْكَ غِطَۤاءَكَ فَبَصَرُكَ الْيَوْمَ حَدِيدٌ * وَقَالَ قَرِينُهُ هٰذَا مَا لَدَىَّ عَتِيدٌ * اَلْقِيَا فِى جَهَنَّمَ كُلَّ كَفَّارٍ عَنِيدٍ * 1

Şu âyetleri okurken Şeytan dedi ki: “Kur’ân’ın en mühim fesahatini, [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] siz onun selâsetinde [akıcılık, sözün akıcı olması] ve vuzuhunda [açıklık] buluyorsunuz. Halbuki şu âyette nereden nereye atlıyor! Sekerattan, [can çekişme/ölüm anı] tâ kıyamete atlıyor. Nefh-i surdan,2 [Hz. İsrafil’in (a.s.) sur’a üflemesi] muhasebenin hitâmına [son] intikal ediyor ve ondan Cehenneme idhali [dahil etme, içine alma] zikrediyor. Bu acip atlamaklar içinde hangi selâset [akıcılık, sözün akıcı olması] kalır? Kur’ân’ın ekser yerlerinde, böyle birbirinden uzak meseleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetiyle selâset [akıcılık, sözün akıcı olması] ve fesahat [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] nerede kalır?”

Elcevap: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] esas-ı i’câzı, [mu’cizeliğin esası] en mühimlerinden belâğatinden [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] sonra îcâzdır. [az sözle çok mânâ ifade etme] Îcaz, [az sözle çok mânâlar anlatma] i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] en metin [sağlam] ve en mühim bir esasıdır. Kur’ân-ı Hakîmde [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] şu mucizâne [mu’cizeli bir şekilde] îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] o kadar çoktur ve o kadar güzeldir ki, ehl-i tetkik, [bir konuyu dikkatle ve delilleriyle araştıran kimseler] karşısında hayrettedirler. Meselâ,

وَقِيلَ يَۤا اَرْضُ ابْلَعِى مَۤاءَكِ وَيَا سَمَۤاءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ الْمَۤاءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ

269

وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ * 1

kısa birkaç cümleyle Tufan hadise-i azîmesini netâiciyle [neticeler] öyle îcazkârâne [az sözle çok mânâlar anlatma] ve mucizâne [mu’cizeli bir şekilde] beyan ediyor ki, çok ehl-i belâğati, [belâğat âlimleri] belâğatine secde ettirmiş.

Hem meselâ,

كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوٰيهَا * اِذِ انْبَعَثَ اَشْقٰيهَا * فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللهِ نَاقَةَ اللهِ وَسُقْيٰيهَا * فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ فَسَوّٰيهَا * وَلاَ يَخَافُ عُقْبٰيهَا * 2

İşte, kavm-i Semud‘un [Hz. Salih’in peygamber olarak gönderildiği fakat azgınlıklarından dolayı Allah’ın yok ettiği kavim] acip ve mühim hâdisâtını ve netâicini [neticeler] ve sû-i akıbetlerini [kötü son] böyle kısa birkaç cümle ile, îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] içinde bir i’câz [mu’cize oluş] ile, selâsetli [akıcılık, sözün akıcı olması] ve vuzuhlu [açıklık] ve fehmi ihlâl etmez bir tarzda beyan ediyor.

Hem meselâ,

وَذَا النُّونِ اِذْ ذَهَبَ مُغَاضِبًا فَظَنَّ اَنْ لَنْ نَقْدِرَ عَلَيْهِ فَنَادٰى فِى الظُّلُمَاتِ اَنْ 
لاَ اِلٰهَ اِلاَّۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ * 3

İşte, اَنْ لَنْ نَقْدِرَ عَلَيْهِ 4 cümlesinden فَنَادٰى فِى الظُّلُمَاتِ 5 cümlesine kadar çok cümleler matvîdir, [dürülmüş, sıkıştırılmış] o mezkûr [adı geçen] olmayan cümleler ise fehmi ihlâl

etmiyor, selâsetine [akıcılık, sözün akıcı olması] zarar vermiyor. Hazret-i Yunus aleyhisselâmın kıssasından mühim esasları zikreder, mütebâkisini [geri kalan] akla havale eder.

270

Hem meselâ, Sûre-i Yusuf’ta فَاَرْسِلُونِ 1 kelimesinden يُوسُفُ اَيُّهَا الصِّدِّيقُ 2 ortasında yedi sekiz cümle, îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] ile tayyedilmiş; hiç fehmi ihlâl etmiyor, selâsetine [akıcılık, sözün akıcı olması] zarar vermiyor. Bu çeşit mucizâne [mu’cizeli bir şekilde] îcazlar [az sözle çok mânâlar anlatma] Kur’ân’da pek çoktur. Hem pek güzeldir.

Amma Sûre-i Kaf’ın âyeti ise, ondaki îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] pek acip ve mucizânedir. [mu’cizeli bir şekilde] Çünkü, kâfirlerin pek müthiş ve çok uzun ve bir günü elli bin sene olan istikbaline ve o istikbalin dehşetli inkılâbâtında [değişim, devrim] kâfirin başına gelecek elîm ve mühim hâdisâta birer birer parmak basıyor, şimşek gibi fikri onlar üstünde gezdiriyor. O pek çok uzun zamanı, hazır bir sahife gibi nazara gösteriyor; zikredilmeyen hâdisâtı hayale havale edip alî bir selâsetle [akıcılık, sözün akıcı olması] beyan eder.

وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْاٰنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ * 3

İşte, ey Şeytan, şimdi bir sözün daha varsa söyle.

Şeytan der: “Bunlara karşı gelemem, müdafaa edemem. Fakat çok ahmaklar var, beni dinliyorlar. Ve insan suretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar. Ve feylesoflardan çok firavunlar var, enâniyetlerini okşayan meseleleri benden ders alıyorlar, senin bu gibi Sözlerin neşrine sed çekerler. Bunun için sana teslim-i silâh [silâhın teslim edilmesi, mücadeleden vazgeçme] etmem.”