SÖZLER – On İkinci Söz (191-199)

191

On İkinci Söz

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا * 1

 Kur’ân-ı Hakîmin hikmet-i kudsiyesi [mukaddes, kusursuz ve eksiksiz hikmet] ile felsefe hikmetinin icmâlen [özet] muvazenesi; [karşılaştırma/denge] hem hikmet-i Kur’âniyenin, [Kur’ân’ın hikmeti] insanın hayat-ı şahsiyesine [kişisel hayat] ve hayat-ı içtimaiyesine [sosyal hayat] verdiği ders-i terbiyenin [terbiye dersi] gayet kısa bir fezlekesi; [hülasa, öz] hem Kur’ân’ın sair kelimât-ı İlâhiyeye [Allah’a ait kelimeler] ve bütün kelâmlara cihet-i rüçhaniyetine [üstünlük yönü, tercih sebebi] bir işarettir. İşte bu Sözde Dört Esas vardır.

BİRİNCİ ESAS

Hikmet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın hikmeti] ile hikmet-i fenniyenin [fen ve felsefe ilmi] farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye [analojik, benzetmeye dayanan kıyaslamalı hikâye] dürbünüyle bak.

Bir zaman hem dindar, hem gayet san’atkâr [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir hâkim-i namdar [ün sahibi meşhur padişah, hâkim] istedi ki, Kur’ân-ı Hakîmi, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] maânîsindeki [mânâlar] kudsiyetine [kutsal, kusursuz ve yüce] ve kelimâtındaki [kelimeler] i’câza [mu’cize oluş] şayeste [layık] bir yazı ile yazsın, o muciznümâ [mucizeli] kamete [biçim ve boy] harika bir libas [elbise] giydirilsin. İşte o nakkaş [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] zat, Kur’ân’ı pek acip bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etti. Hakaikının [doğru gerçekler] tenevvüüne [çeşitlenme] işaret için, bazı mücessem [cisimleşmiş] hurufatını [harfler] elmas ve zümrütle ve bir kısmını lü’lü’ [inci] ve akikle [çoğunlukla kırmızı renkte olan bir süs taşı] ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev’ini altın ve gümüşle yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş [nakışlanmış]

192

etti ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes temâşâsından hayran olup istihsan [beğenme, güzel bulma] ederdi. Bahusus [hususan, özellikle] ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] nazarına, o surî [görünüşte] güzellik, mânâsındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın [süslemeler] işârâtı [işaretler] olduğundan, pek kıymettar bir antika olmuştur.

Sonra o hâkim, şu musannâ [san’atla yapılmış] ve murassâ [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] Kur’ân’ı, bir ecnebî feylesofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki, “Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız.”

Evvelâ o feylesof, [felsefe ile uğraşan, felsefeci] sonra o âlim, ona dair birer kitap telif [kaleme alma] ettiler. Fakat feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından [işleme] ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden [özellik] ve tarifatından bahseder, mânâsına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebî adam, Arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] Kur’ân’ı, bilmiyor ki bir kitaptır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş [nakışlanmış] bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan [gerçi] Arabî bilmiyor, fakat çok iyi bir mühendistir, güzel bir tasvircidir, [resimleyici, suret verici] mahir bir kimyagerdir, sarraf [anlayan, değer veren] bir cevhercidir. İşte o adam bu san’atlara göre eserini yazdı.

Amma Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki, o, Kitâb-ı Mübîndir, [Allah’ın apaçık kudret defteri olan kâinat, Allah’ın kudret ve iradesinin genel kanunlar defteri] Kur’ân-ı Hakîmdir. [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] İşte bu hakperest [doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan] zat, ne tezyinat-ı zahirisine ehemmiyet verdi ve ne de hurufun [harfler] nukuşuyla [işlemeler] iştigal [meşgul olma, uğraşma] etti. Belki öyle birşeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal [meşgul olma, uğraşma] ettiği meselelerinden daha âli, [yüce] daha galî, [pahalı, kıymetli] daha lâtif, [berrak, şirin, hoş] daha şerif, daha nâfi, [faydalı] daha cami’[kapsamlı] Çünkü, nukuşun [işlemeler] perdesi altında olan hakaik-ı kudsiyesinden [mukaddes gerçekler] ve envâr-ı esrarından [sırların nurları; bilinmeyen gizli şeylerin ışıkları] bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif [şerefli ve değerli tefsir] yazdı.

Sonra, ikisi eserlerini götürüp o hâkim-i zîşâna [şan ve şeref sahibi idareci] takdim ettiler. O hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı, gördü ki, o hodpesend [kendini beğenen] ve tabiatperest adam, çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış, hiçbir mânâsını anlamamış. Belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edepsizlik etmiş. Çünkü, o menba-ı hakaik [hakikatlerin kaynağı]

193

olan Kur’ân’ı, mânâsız nukuş [işlemeler] zannederek mânâ cihetinde kıymetsizlikle tahkir [aşağılama] etmiş olduğundan, o hâkim-i hakîm [herşeyi hikmetle yapan ve herşeye hükmeden] dahi onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.

Sonra öteki hakperest, [doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan] müdakkik [dikkatli] âlimin eserine baktı. Gördü ki, gayet güzel ve nâfi [faydalı] bir tefsir ve gayet hakîmâne, [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] mürşidâne bir teliftir. [kaleme alma] “Aferin, bârekâllah,” [“Allah ne mübarek yaratmış”] dedi. “İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] bunun sahibine derler. Öteki adam ise haddinden tecavüz etmiş bir san’atkârdır.” [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Sonra, onun eserine bir mükâfat olarak, herbir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden on altın verilsin irade etti.

Eğer temsili fehmettinse, bak, hakikatin yüzünü de gör:

Amma o müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] Kur’ân ise, şu musannâ [san’atla yapılmış] kâinattır. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelîdir. [her işini hikmetle yapan ve varlığının başlangıcı olmayıp zamanla kayıtlı olmayan Allah] Ve o iki adam ise, birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefe [felsefe ilmi] ve hükemâsıdır. [filozof, felsefeci] Diğeri Kur’ân ve şakirtleridir. [öğrenci]

Evet, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] şu Kur’ân-ı Azîm-i Kâinatın [büyük bir Kur’ân gibi derin mânâlar ifade eden kâinat] en âli [yüce] bir müfessiridir [açıklayan, yorumlayan] ve en beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] bir tercümanıdır. Evet, o Furkandır [ayırt edici; hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur’ân] ki, şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle [Allah’ın kudret kalemi] yazılan âyât-ı tekvîniyeyi [kâinatta Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar] cin ve inse ders verir. Hem herbiri birer harf-i mânidar [mânâlı harf] olan mevcudata [var edilenler, varlıklar]mânâ-yı harfî[bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] nazarıyla, yani onlara Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] hesabına bakar. “Ne kadar güzel yapılmış; ne kadar güzel bir surette Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] cemâline delâlet ediyor” der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor.

Amma, ilm-i hikmet [felsefe ilmi; Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde felsefeye verdiği ad] dedikleri felsefe ise, huruf-u mevcudatın [büyük bir kitap olan kâinatın harfleri hükmündeki varlıklar] tezyinatında [süslemeler] ve münasebatında [bağlantılar, ilişkiler] dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına [harfler]mânâ-yı harfî[bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken, öyle etmeyip “mânâ-yı ismî[bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı] ile, yani mevcudata [var edilenler, varlıklar] mevcudat [var edilenler, varlıklar] hesabına bakar,

194

öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir [aşağılama] edip kendisine müştekî eder. Evet, dinsiz felsefe hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir. [aşağılama]

İKİNCİ ESAS

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hikmeti, hayat-ı şahsiyeye [kişisel hayat] verdiği terbiye-i ahlâkiye [ahlâk terbiyesi] ve hikmet-i felsefenin [felsefe ilmi] verdiği dersin muvazenesi: [karşılaştırma/denge]

Felsefenin halis bir tilmizi, [öğrenci] bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. [alçak bir firavun] Her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şâkirt, [öğrenci, talebe] mütemerrid [inatçı] ve muanniddir. [inatçı] Fakat bir lezzet için nihayet zilleti [alçaklık] kabul eden miskin bir mütemerriddir. [inatçı] Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise [âdi, değersiz çıkar] için ayağını öpmekle zillet [alçaklık] gösterir denî [alçak] bir muanniddir. [inatçı] Hem o dinsiz şakirt, [öğrenci] cebbar [zorba] bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinat [dayanak noktası] bulmadığı için, zatında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur. [kendini beğenen zorba] Hem o şakirt, [öğrenci] menfaatperest hod-endiştir [kendini düşünen] ki, gaye-i himmeti, [gayret ve çaba harcanarak ulaşmak istenilen hedef, gaye] nefis ve batnın [iç] ve fercin [üreme organı, avret] hevesatını tatmin ve menfaat-i şahsiyesini [kişisel çıkar] bazı menfaat-i kavmiye [milletin çıkarı] içinde arayan dessas [hilebaz, aldatıcı] bir hodgâmdır. [bencil]

Amma hikmet-i Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın hikmeti] halis tilmizi [öğrenci] ise, bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata [varlıkların en büyükleri] da ibadete tenezzül etmez. Hem Cennet gibi âzam-ı menfaat [menfaatin en büyüğü] olan bir şeyi gaye-i ibadet [ibadetin gayesi] kabul etmez bir abd-i azizdir. [izzetli kul, Allah’tan başkasına müracaat etmeyen ve minnet duymayan kul] Hem hakiki tilmizi [öğrenci] mütevazidir, [alçakgönüllü] selim, [sağlam, doğru] halimdir. Fakat Fâtırının [benzeri bulunmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah] gayrına, daire-i izni haricinde [izin verdiği daire dışında] ihtiyarıyla tezellüle [alçalma] tenezzül etmez. Hem fakir ve zayıftır, fakr ve zaafını [zayıflık, güçsüzlük] bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerîmi [bol ihsan ve ikram sahibi olan, herşeyin sahibi olan Allah] ona iddihar [biriktirme, depolama] ettiği uhrevî servetle müstağnîdir [çok uzak ve arınmış] ve Seyyidinin nihayetsiz

195

kudretine istinad ettiği için kavîdir. [güçlü, kuvvetli] Hem yalnız livechillâh, [Allah için] rıza-i İlâhî [Allah rızası] için, fazilet için amel eder, çalışır.

İşte, iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin [öğrenci] muvazenesiyle [karşılaştırma/denge] anlaşılır.

ÜÇÜNCÜ ESAS

Hikmet-i felsefe [felsefe ilmi] ile hikmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hikmeti] hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye [insanların sosyal hayatı] verdiği terbiyeler:

Amma hikmet-i felsefe [felsefe ilmi] ise, hayat-ı içtimaiyede [sosyal hayat] nokta-i istinadı [dayanak noktası] “kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı [hayat kanunu]cidal[mücadele] tanır. Cemaatlerin rabıtasını [bağ]unsuriyet, [ırkçılık] menfi milliyeti” [ırkçılık] tutar. Semerâtı [meyve] ise, “hevesât-ı nefsâniyeyi [nefsin gelip geçici arzu ve istekleri] tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi [insanın ihtiyaçları] tezyiddir.” [artırma, çoğaltma]

Halbuki, kuvvetin şe’ni [belirleyici özellik] tecavüzdür. Menfaatin şe’ni, [belirleyici özellik] her arzuya kâfi [yeterli] gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin [mücadele prensibi] şe’ni [belirleyici özellik] çarpışmaktır. Unsuriyetin [ırkçılık] şe’ni, [belirleyici özellik] başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb [ortadan kaldırma] olmuştur.

Amma hikmet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın hikmeti] ise, nokta-i istinadı, [dayanak noktası] kuvvete bedel “hakkı” kabul eder. Gayede menfaate bedel “fazilet ve rıza-i İlâhîyi” [Allah rızası] kabul eder. Hayatta düstur-u cidal [mücadele prensibi] yerine “düstur-u teâvünü” [yardımlaşma kanunu] esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında [bağ] unsuriyet, [ırkçılık] milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî[din, sınıf ve vatan bağı] kabul eder. Gayâtı, [gayeler] hevesat-ı nefsâniyenin tecavüzâtına [tecavüzler] sed çekip ruhu maâliyâta [yüksek ve derin fikirler] teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini [yüksek duygular] tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye [insana ait mükemmel özellikler] sevk edip insan eder.

Hakkın şe’ni [belirleyici özellik] ittifaktır. Faziletin şe’ni [belirleyici özellik] tesanüddür. [dayanışma] Düstur-u teâvünün [yardımlaşma kanunu] şe’ni, [belirleyici özellik] birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni [belirleyici özellik] uhuvvettir, [kardeşlik] incizaptır. [bir şeyin çekiciliğine kapılma] Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, [belirleyici özellik] saadet-i dâreyndir. [dünya ve ahiret mutluluğu]

DÖRDÜNCÜ ESAS

Kur’ân’ın bütün kelimât-ı İlâhiye [Allah’a ait kelimeler] içinde cihet-i ulviyetini ve bütün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu anlamak istersen, şu iki temsîle bak.

196

Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, [karşılıklı konuşma] iki tarzda hitabı vardır. Birisi, âdi bir raiyet [halk] ile cüz’î [ferdî, küçük] bir iş için, hususî bir hacete dair, has bir telefonla konuşmaktır. Diğeri, saltanat-ı uzmâ [büyük saltanat, egemenlik] ünvanıyla ve hilâfet-i kübrâ [insanın yeryüzünde temsil ettiği halifelik görevi] namıyla ve hâkimiyet-i amme [genel hâkimiyet, egemenlik] haysiyetiyle evâmirini [emirler] etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, bir elçisiyle veya büyük bir memuruyla konuşmaktır ve haşmetini izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden ulvî bir fermanla mükâlemedir. [karşılıklı konuşma]

İkinci temsil: Bir adam, elinde bir âyineyi güneşe karşı tutar, o âyine miktarınca bir ışık ve yedi rengi câmi’ [kapsamlı] bir ziya alır. O nisbetle güneşle münasebettar [alâkalı, ilgili] olur, sohbet eder. Ve o ışıklı âyineyi karanlıklı hanesine veya dam altındaki bağına tevcih [yöneltme] etse, güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri ise, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar. Hakikî güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hâl [hal dili] ile böyle minnettârâne bir sohbet eder, der: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdârı [nazlı] olan nazenin [ince, duyarlı] güneş! Onlar gibi benim haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın.” Halbuki âyine [ayna] sahibi böyle diyemez. O kayıt altındaki güneşin aksi ise, âsârı [eserler/asırlar] mahduttur, [sınırlanmış] o kayda göredir.

İşte, bu iki temsîlin dürbünüyle Kur’ân’a bak, ta ki i’câzını [mu’cize oluş] göresin ve kudsiyetini [kutsal, kusursuz ve yüce] anlayasın.

Evet, Kur’ân der ki: “Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup denizler mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] olsa, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kelimâtını [kelimeler] yazsalar, bitiremezler.”1 Şimdi, şu nihayetsiz kelimat [ifadeler, sözler] içinde en büyük makam Kur’ân’a verilmesinin sebebi şudur ki:

Kur’ân, İsm-i Âzamdan [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ve her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş. Hem bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] ilâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem semâvât ve arzın [gökler ve yer] Hâlıkı haysiyetiyle bir hitaptır. Hem Rububiyet-i mutlaka [Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] cihetinde bir mükâlemedir. [karşılıklı konuşma] Hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye [her türlü kusur ve noksandan yüce olan Allah’ın herşeye hükmeden, herşeyi kuşatan saltanatı, egemenliği]

197

hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. [Allah’ın bütün varlıklara yönelik konuşması] Hem rahmet-i vâsia-i muhîta [Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti] noktasında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir. [sonsuz merhamet sahibi olan Allah’ın iltifatlarını içine alan defter] Hem Ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] azamet-i haşmeti [haşmetin büyüklüğü] haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] bütün muhâtına [kapsama alanı] bakan, teftiş eden hikmetfeşan [hikmet yayan] bir kitab-ı mukaddestir. [her türlü kusur ve noksandan yüce kitap] İşte bu sırdandır ki, “Kelâmullah[Allah kelâmı] ünvanı kemâl-i liyakatle [tam anlamıyla layık oluş] Kur’ân’a verilmiş.

Amma sair kelimât-ı İlâhiye [Allah’a ait kelimeler] ise, bir kısmı has bir itibar ile ve cüz’î [ferdî, küçük] bir ünvan ve hususî bir ismin cüz’î [ferdî, küçük] tecellîsiyle ve has bir rububiyetle [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve mahsus bir saltanatla ve hususî bir rahmetle zahir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir.1 Ekser ilhamat [ilhamlar] bu kısımdandır. Fakat derecatı [dereceler] çok mütefavittir. [birbirinden farklı] Meselâ, en cüz’îsi [ferdî, küçük] ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] Sonra avâm-ı nâsın [halk tabakası] ilhamatıdır.2 [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] Sonra avâm-ı melâikenin [meleklerden dereceleri düşük olanlar] ilhamatıdır. [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] Sonra evliya ilhamatıdır. [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] Sonra melâike-i izam [büyük melekler] ilhamatıdır. [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] İşte, şu sırdandır ki, kalbin telefonuyla vasıtasız münacat [dua, Allah’a yakarış] eden bir veli der: حَدَّثَنِى قَلْبِى عَنْ رَبِّى 3 Yani, “Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.” Demiyor, “Rabbü’l-Âlemînden [âlemlerin Rabbi olan Allah] haber veriyor.” Hem der: “Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır.” Demiyor, “Rabbü’l-Âlemînin [âlemlerin Rabbi olan Allah] arşıdır.” Çünkü, kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların4 nisbet-i ref’i [ortadan kalkma oranı] derecesinde mazhar-ı hitap [muhatap alınma, muhatap kabul edilme] olabilir.

198

İşte, bir padişahın saltanat-ı uzmâ[büyük saltanat, egemenlik] haysiyetiyle çıkan fermanı, âdi bir adamla cüz’î [ferdî, küçük] bir mükâlemesinden [karşılıklı konuşma] ne kadar yüksek ve âli [yüce] ise; ve gökteki güneşin feyzinden istifade, âyinedeki aksinin cilvesinden istifadeden ne derece çok ve fâik [üstün] ise; Kur’ân-ı Azîmüşşan [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] dahi, o nisbette bütün kelâmların ve hep kitapların fevkindedir. [üstünde]

Kur’ân’dan sonra, ikinci derecede kütüb-ü mukaddese [kutsal kitaplar] ve suhuf-u semâviyenin, [bazı peygamberlere gelen sahifeler halindeki kitaplar] dereceleri nisbetinde tefevvukları [üstün gelme] vardır; o sırr-ı tefevvuktan [üstünlük sırrı] hissedardırlar. Eğer bütün cin ve insanın Kur’ân’dan tereşşuh [sızma/sızıntı] etmeyen bütün güzel sözleri toplansa, yine Kur’ân’ın mertebe-i kudsiyesine [mukaddes mertebe, yüce derece] yetişip tanzir [benzerini yapma] edemez. Eğer Kur’ân’ın İsm-i Âzamdan [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ve her ismin âzamlık mertebesinden geldiğini bir parça fehmetmek [anlamak] istersen, Âyetü’l-Kürsî ve âyet-i وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ 1

ve âyet-i قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ 2

ve âyet-i يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ 3

ve âyet-i يَۤا اَرْضُ ابْلَعِى مَۤاءَكِ وَيَا سَمَۤاءُ اَقْلِعِى 4

ve âyet-i تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ 5

ve âyet-i مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ 6

ve âyet-i اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ 7

ve âyet-i 8 يَوْمَ نَطْوِى السَّمَۤاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ

199

ve âyet-i وَمَا قَدَرُوا اللهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ 1 ve âyet-i لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ 2 gibi âyetlerin küllî, umumî, ulvî ifadelerine bak. Hem başlarında اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ 3 veyahut سَبَّحَ 4 ve يُسَبِّحُ 5 bulunan sûrelerin başlarına dikkat et. Ta bu sırr-ı azîmin [büyük sır] şuâını göresin. Hem الۤمۤ 6 lerin ve الۤرٰ 7 ların ve حٰمۤ 8 lerin fâtihalarına [başlangıç] bak, Kur’ân’ın, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yanında ehemmiyetini bilesin.

Eğer şu Dördüncü Esasın kıymettar sırrını fehmettinse, enbiyaya [nebiler, peygamberler] gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve ilhamın [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ekseri vasıtasız olduğunu anlarsın. Hem en büyük bir velî, hiçbir nebînin [peygamber] derecesine yetişmediğinin sırrını anlarsın. Hem Kur’ân’ın azametini ve izzet-i kudsiyetini [mukaddesliğinin izzeti, yüceliği] ve ulviyet-i i’câzının [mu’cizeliğin yüceliği] sırrını anlarsın. Hem Miracın [Allah’ın huzuruna yükselme] sırr-ı lüzumunu, [gerekliliğin sırrı] yani ta semâvâta, ta Sidretü’l-Müntehâya, [yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Cebrail’in (a.s.) çıkabildiği en son makam] ta Kab-ı Kavseyne [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür] gidip, اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ 9 olan Zât-ı Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] ile münacat [dua, Allah’a yakarış] edip, tarfetü’l-aynda [bir göz açıp kapayıncaya kadar olan an] yerine gelmek sırrını anlarsın. Evet, şakk-ı kamer [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] nasıl ki bir mucize-i risaletidir; nübüvvetini [peygamberlik] cin ve inse gösterdi. Öyle de, Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] dahi bir mucize-i ubûdiyetidir; habibiyetini [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] ervah [ruhlar] ve melâikeye [melekler] gösterdi.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَبِحُرْمَتِهِ اٰمِينَ * 10