SÖZLER – Onuncu Söz -2 (95-142)

85

mültecilerin taltifini [güzellikle muamele etmek] ister. Adalet ise, raiyetin [halk] hukukunun muhafazasını ister—ta hükûmetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin.

Halbuki, şu yerlerde o hikmete, o adalete lâyık binden biri icra edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.

Demek bir mahkeme-i kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bırakılıyor.

DÖRDÜNCÜ SURET

Bak: Had ve hesaba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz [benzer] mücevherat, [kıymetli taşlar] şu sofralarda olan emsalsiz mat’umat [yiyecekler] gösteriyorlar ki, bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehâveti, [cömertlik] hesapsız, dolu hazineleri vardır.

Halbuki, böyle bir sehâvet ve tükenmez hazineler, daimî ve istenilen herşey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet [ziyafet yurdu] ister. Hem ister ki, o ziyafetten telezzüz [lezzet alma] edenler orada devam etsinler, ta zevâl [batış, kayboluş] ve firakla [ayrılık] elem çekmesinler. Çünkü zevâl-i elem [acı ve kederin sona ermesi] lezzet olduğu gibi, zevâl-i lezzet [lezzetin bitmesi] dahi elemdir.

Bu sergilere bak ve şu ilânlara dikkat et ve bu dellâllara [davetçi, ilan edici] kulak ver ki, muciznümâ [mucizeli] bir padişahın antika san’atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar. Kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] gösteriyorlar. Misilsiz [benzer] cemâl-i mânevîsini beyan ediyorlar. Hüsn-ü mahfîsinin letâifinden [duygular] bahsediyorlar.

Demek onun pek mühim, hayret verici kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve cemâl-i mânevîsi vardır.

Gizli, kusursuz kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ise, takdir edici, istihsan [beğenme, güzel bulma] edici, “Maşaallah” deyip müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Mahfî, [gizli] nazirsiz [benzersiz] cemâl ise, görünmek ve görmek ister. Yani, kendi cemâlini iki vech [cihet, yön, taraf] ile görmek; biri muhtelif âyinelerde bizzat müşahede etmek, diğeri müştak [arzulu, aşırı istekli] seyirci ve mütehayyir [hayrete düşen] istihsan [beğenme, güzel bulma] edicilerin müşahedesiyle müşahede etmek ister. Hem görmek, hem görünmek, hem daimî müşahede, hem ebedî işhad [şahid gösterme] ister.

Hem o daimî cemâl, müştak [arzulu, aşırı istekli] seyirci ve istihsan [beğenme, güzel bulma] edicilerin devam-ı vücutlarını [varlığın devamı] ister. Çünkü daimî bir cemâl, zail [geçici, yok olucu] müştaka razı olamaz. Zira, dönmemek üzere

86

zevâle [batış, kayboluş] mahkûm olan bir seyirci, zevâlin [batış, kayboluş] tasavvuruyla, muhabbeti adavete [düşmanlık] döner. Hayret ve hürmeti tahkire [aşağılama] meyleder. Çünkü insan bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır. Halbuki şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip kayboluyor. O kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve o cemâlin bir ışığını, belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp, doymadan gidiyor.

Demek bir seyrangâh-ı daimîye [devamlı gezinti yeri] gidiliyor.

BEŞİNCİ SURET

Bak, bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz [benzer] zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü her musibetzedenin imdadına koşturuyor. Her suale ve matluba cevap veriyor. Hattâ, bak, en ednâ [basit, aşağı] bir hacet, en ednâ [basit, aşağı] bir raiyetten [halk] görse, şefkatle kaza ediyor.1 Bir çobanın bir koyunu bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.

Şimdi gel, gidelim; şu adada büyük bir içtima [bir araya gelme, toplanma] var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem [çok değerli, yüksek rütbeli memur] bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından birşeyler istiyor. Bütün ahali, “Evet, evet, biz de istiyoruz” diyorlar, onu tasdik ve teyid ediyorlar. Şimdi dinle; bu padişahın sevgilisi diyor ki:

“Ey bizi nimetleriyle perverde [beslenmiş, eğitilmiş] eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına [saltanat merkezi, başkent] celb [çekme] et. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zevâl [batış, kayboluş] ve teb’îd [uzaklaştırma, kovma] ile tazib etme. [azaplandırma, eziyet verme] Sana müştak [arzulu, aşırı istekli] ve müteşekkir [şükreden] şu muti’ [itaat eden] raiyetini [halk] başıboş bırakıp idam [hiçlik, yokluk] etme” diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun.

Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki, en ednâ [basit, aşağı] bir adamın en ednâ [basit, aşağı] bir meramını [arzu, istek] ehemmiyetle yerine getirsin; en sevgili bir yâver-i ekreminin [çok değerli, yüksek rütbeli memur] en güzel bir maksudunu yerine getirmesin? Halbuki, o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzîsi, [razı olunan şey] hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır. [bir şeyin gereği] Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat [geçici] nüzhetgâhlar [gezi ve dinlenme yeri] kadar ağır gelmez. Madem nümunelerini

87

göstermek için, beş altı gün seyrangâhlara [gezi ve seyir yeri] bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette, hakikî hazinelerini, kemâlâtını, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] hünerlerini makarr-ı saltanatında [saltanat merkezi, başkent] öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar [gezi ve seyir yeri] açacak ki, akılları hayrette bırakacak.

Demek bu meydan-ı imtihanda [imtihan meydanı] olanlar başıboş değiller. Saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar.

ALTINCI SURET

İşte, gel, bak: Bu muhteşem şimendiferler, [tren] tayyareler, teçhizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır,Haşiye hükmediyor. Böyle bir saltanat, kendisine lâyık bir raiyet [halk] ister.

Halbuki, görüyorsun, bütün raiyet [halk] bu misafirhanede toplanmışlar. Misafirhane ise hergün dolar, boşalır.

88

Hem bütün raiyet [halk] manevra için bu meydan-ı imtihanda [imtihan meydanı] bulunuyorlar. Meydan ise her saat tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ediliyor.

Hem bütün raiyet, [halk] padişahın kıymettar ihsânâtının nümunelerini ve harika san’atlarının antikalarını sergilerde temâşâ etmek için, şu teşhirgâhta [sergi yeri] birkaç dakika durup seyrediyorlar. Meşher [sergi] ise her dakika tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ediyor. Giden gelmez, gelen gider.

İşte bu hal, şu vaziyet kat’î gösteriyor ki, şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin [sergi] arkasında daimî saraylar, müstemir [devamlı, kararlı] meskenler, şu nümunelerin ve suretlerin halis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır. Demek burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına [kabiliyet] göre orada bir saadeti var.

YEDİNCİ SURET

Gel, bir parça gezelim. Şu medenî ahali içinde ne var, ne yok, görelim. İşte, bak: Her yerde, her köşede müteaddit [bir çok] fotoğraflar kurulmuş, suret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddit [bir çok] kâtipler oturmuşlar, birşeyler yazıyorlar, herşeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukuatı zaptediyorlar.1 Ha, şu yüksek dağda padişaha mahsus bir büyük fotoğraf kurulmuş ki,Haşiye bütün bu yerlerde ne cereyan eder, suretini alıyorlar. Demek, o zât emretmiş ki, mülkünde cereyan eden bütün muamele ve işler zaptedilsin. Demek oluyor ki, o zât-ı muazzam [çok büyük zât] bütün hadisâtı kaydettirir, suretini alır.

89

İşte, şu dikkatli hıfz ve muhafaza, elbette bir muhasebe içindir. Şimdi, en âdi raiyetin [halk] en âdi muamelelerini ihmal etmeyen bir hâkim-i hafîz, [herşeye hükmeden ve herşeyi saklayıp koruyan Allah] hiç mümkün müdür ki, raiyetin [halk] en büyüklerinden en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücazat [ceza] vermesin?

Halbuki, o zâtın izzetine [büyüklük, yücelik] ve gayretine dokunacak ve şe’n-i merhameti [merhametin gereği] hiç kabul etmeyecek muameleler, o büyüklerden sudur [bir şeyden çıkma, olma] ediyor; burada cezaya çarpmıyor.

Demek bir mahkeme-i kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bırakılıyor.

SEKİZİNCİ SURET

Gel, ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Bak, mükerrer vaad ediyor ve şiddetli tehdit ediyor ki, “Sizleri oradan alıp makarr-ı saltanatıma [saltanat merkezi, başkent] getireceğim ve muti‘leri [itaat eden, emre uyan] mes’ud, âsileri mahpus edeceğim. O muvakkat [geçici] yeri harap edip müebbed sarayları, zindanları hâvi [içeren, içine alan] diğer bir memleket kuracağım.”

Hem o vaad ettiği şeyler ona gayet rahattır; raiyetine [halk] gayet mühimdir. Vaadinde hulf [sözünden dönme] ise, izzet-i iktidarına [gücün haysiyet ve şerefi] gayet zıttır.1

İşte, bak, ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyan[boş söz, saçmalama] aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir vechile [yönüyle] hulf [sözünden dönme] ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir cihetle hilâf haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına [doğruluk] şehadet eden bir zâtı tekzip ediyorsun. Elbette büyük bir cezaya müstehak olursun. Misalin şuna benzer ki: Bir yolcu, güneşin ziyasından gözünü kapıyor, hayaline bakıyor; vehmi, bir yıldız böceği gibi, kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir [aydınlatma] etmek istiyor!

Madem vaad etmiş; yapacaktır. Halbuki, ifası ona çok rahat ve bize ve herşeye ve ona ve saltanatına pek çok lâzımdır.

Demek bir mahkeme-i kübrâ, [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bir saadet-i uzmâ [çok büyük mutluluk] vardır.

90

DOKUZUNCU SURET

Şimdi gel, bu dairelerin ve cemaatlerin bazı rüesâlarına [reisler, başkanlar] ki,Haşiye 1 herbiri, bizzat padişahla görüşecek hususî birer telefonu var. Hem bazı onun huzuruna çıkmışlar. Ne diyorlar, bak:

Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki, o zât, mükâfat ve mücazat [ceza] için pek muhteşem ve dehşetli bir yer ihzar [hazırlama] etmiş, gayet kavî [güçlü, kuvvetli] vaad ve şiddetli tehdit ediyor. Hem onun izzet [büyüklük, yücelik] ve celâleti hiçbir vech [cihet, yön, taraf] ile hulfü’l-vaade [sözünden dönme] tenezzül edip tezellülü [alçalma] kabul etmez.

Halbuki, o muhbirler hem tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesinde çok, hem icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] kuvvetinde bir ittifakla haber veriyorlar ki, şu bazı âsârı [eserler/asırlar] görünen saltanat-ı azîmenin [büyük saltanat, egemenlik] medarı [kaynak, dayanak] ve makarrı, [kalınacak yer, merkez] buradan uzak bir başka memlekettedir. Ve şu meydan-ı imtihanda [imtihan meydanı] binalar muvakkattirler; [geçici] sonra daimî saraylara tebdil [başka bir şeyle değiştirme] edilecek, bu yerler değişecekler. Çünkü, eserleriyle azameti anlaşılan şu muhteşem, zevâlsiz [batmayan] saltanat, böyle geçici, devamsız, bîkarar, [kararsız] ehemmiyetsiz, mütegayyir, [değişen] bekàsız, nâkıs, [eksik] tekemmülsüz [olgunlaşmamış] umurlar [emirler] üzerinde kurulmaz, durulmaz. Demek, ona lâyık, daimî, müstekar, [karar kılınan yer] zevâlsiz, [batmayan] müstemir, [devamlı, kararlı] mükemmel, muhteşem umurlar [emirler] üzerinde duruyor.

Demek bir diyar-ı âhar [başka memleket] var; elbette o makarra [kalınacak yer, merkez] gidilecektir.

ONUNCU SURET

Gel, bugün nevrûz-u sultanîdir.Haşiye [nevruz bayramı] [dipnot] 2 Bir tebeddülât [başkalaşma, değişme] olacak; acip işler çıkacak.

91

Şu baharın şu güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahrâya gidip bir seyran ederiz. İşte, bak, ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak, bir sihir var: O binalar birden harap oldular. Başka bir şekil aldı. Bak, bir mucize var: O harap olan binalar, birden burada yapıldı. Adeta bu hâli [boş] bir çöl, bir medenî şehir oldu; bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır.

Buna dikkat et ki, o kadar karışık, sür’atli, kesretli, [çokluk] hakikî perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizam vardır ki, herşey yerli yerine konuluyor. Hayalî sinema perdeleri dahi bunun kadar muntazam olamaz. Milyonlar mahir sihirbazlar dahi bu san’atları yapamazlar. Demek, bize görünmeyen o padişahın çok büyük mucizeleri vardır.

Ey sersem! Sen diyorsun: “Nasıl bu koca memleket tahrip edilip başka yere kurulacak?”

İşte, görüyorsun ki, her saat, senin aklın kabul etmediği o tebdil-i diyar [memleket değişikliği] gibi çok inkılâplar, [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] tebdiller [başka bir şeyle değiştirme] oluyor. Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki, bu görünen sür’atli içtimalar, [bir araya gelme, toplanma] dağılmalar, teşkiller, tahripler içinde başka bir maksat var. Bir saatlik içtima [bir araya gelme, toplanma] için on sene kadar bir masraf yapılıyor. De-mek bu vaziyetler maksud-u bizzat [asıl gaye] değiller. Bir temsildir, bir taklittirler. O zât mucize ile yapıyor, ta suretleri alınıp terkip [birleşim, sentez] edilsin ve neticeleri hıfzedilip yazılsın. Nasıl ki manevra meydan-ı imtihanının [imtihan meydanı] herşeyi kaydediliyordu ve yazılıyordu. Demek, bir mecma-ı ekberde, [çok büyük toplanma yeri] muamele bunlar üzerine devam edip dönecek. Hem bir meşher-i âzamda [çok büyük sergi yeri] daimî gösterilecek. Demek şu geçici, kararsız vaziyetler, sabit suretler, bâki meyveler veriyorlar.

Demek bu ihtifâlât [törenler, merasimler] bir saadet-i uzmâ, [çok büyük mutluluk] bir mahkeme-i kübrâ, [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bilmediğimiz ulvî gayeler içindir.

ON BİRİNCİ SURET

Gel, ey muannid [inatçı] arkadaş! Bir tayyareye, ya şarka veya garba, yani mazi [geçmiş] ve müstakbele giden bir şimendifere [tren] binelim. Şu mucizekâr zâtın sair yerlerde ne çeşit mucizeler gösterdiğini görelim.

İşte, bak: Gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher [sergi] gibi acaipler her tarafta

92

bulunuyor. Lâkin san’atça, suretçe [şekilce] birbirinden ayrıdırlar. Fakat buna iyi dikkat et ki, o sebatsız [değişken] menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekàsız meşherlerde, [sergi] ne kadar bâhir [açık] bir hikmetin intizâmâtı, [düzenler, tertipler] ne derece zahir bir inâyetin [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] işârâtı, [işaretler] ne mertebe âli [yüce] bir adaletin emârâtı, [belirtiler, işaretler] ne derece vâsi [geniş] bir merhametin semerâtı [meyve] görünüyor. Basiretsiz olmayan herkes yakinen anlar ki, onun hikmetinden daha ekmel [daha mükemmel] bir hikmet ve inâyetinden [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] daha ecmel [daha güzel] bir inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve merhametinden daha eşmel [daha kapsamlı] bir merhamet ve adaletinden daha ecell [daha büyük] bir adalet olamaz ve tasavvur edilemez.

Eğer, faraza, tevehhüm [kuruntu] ettiğin gibi, daire-i memleketinde [memleket dairesi] daimî menziller, âli [yüce] mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim [ikamet eden, oturan] ahali, mes’ud raiyeti [halk] bulunmazsa—şu hikmet, inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] merhamet, adaletin hakikatlerine şu bekàsız memleket mazhar [erişme, nail olma] olamadığı malûm; ve onlara mazhar [erişme, nail olma] olacak, başka yerde de bulunmazsa—o vakit, gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek derecesinde bir ahmaklıkla, şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve şu müşahede ettiğimiz inâyeti [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] inkâr etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı, [belirtiler, işaretler] işârâtı [işaretler] görünen adaleti inkâr etmek lâzım gelir. Hem bu gördüğümüz icraat-ı hakîmâne [hikmetli bir şekilde yapılan icraatlar] ve ef’âl-i kerîmâne [cömertçe ve iyilikle yapılan işler] ve ihsânât-ı rahîmânenin [şefkat ve merhametle yapılan ihsanlar, ba-ğışlar] sahibini—hâşâ sümme hâşâ!—sefih [asla, kesinlikle öyle değil] bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, hakikatlerin zıtlarına inkılâbıdır. [değişim, devrim] Halbuki, inkılâb-ı hakaik, [gerçeklerin değişmesi] bütün ehl-i aklın [akıl sahipleri] ittifakıyla, muhaldir, mümkün değildir. Yalnız, herşeyin vücudunu inkâr eden sofestâî [kâinatın Yaratıcısını kabul etmemek için herşeyi, hattâ kendini dahi inkâr eden bir felsefî ekole bağlı kimse] eblehler [ahmak] hariçtir.

Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir mahkeme-i kübrâ, [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bir mâ’dele-i ulyâ, [yüce adaletin gerçekleştirildiği yer] bir mekreme-i uzmâ [çok büyük ikramların yapıldığı yer] vardır ki, ta şu merhamet ve hikmet ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve adalet tamamen tezahür etsinler.

ON İKİNCİ SURET

Gel, şimdi döneceğiz. Şu cemaatlerin reisleriyle ve zabitleriyle [subay] görüşeceğiz ve

93

teçhizatlarına bakacağız ki, o teçhizat yalnız o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiştir? Yahut başka yerde uzun bir saadet hayatı tahsil etmek için mi verilmiştir? Görelim. Herkese ve her teçhizata bakamayız. Fakat nümune için şu zabitin [subay] cüzdan ve defterine bakacağız:

Bu cüzdanda zabitin [subay] rütbesi, maaşı, vazifesi, matlubâtı, [istek] düstur-u harekâtı [hareket kuralları] vardır. Bak, bu rütbe birkaç günlük için değil, pek uzun bir zaman için verilebilir. “Şu maaşı hazine-i hassadan [özel hazine] filân tarihte alacaksın” yazılıdır. Halbuki, o tarih çok zaman sonra ve bu meydan kapandıktan sonra gelir. Şu vazife ise, şu muvakkat [geçici] meydana göre değil, belki padişahın kurbunda [yakın] daimî bir saadeti kazanmak için verilmiştir. Şu matlubat [istekler] ise, birkaç günlük bu misafirhanede geçinmek için olamaz. Belki uzun ve mes’udâne [mutlu bir şekilde] bir hayat için olabilir. Şu düstur [kâide, kural] ise, bütün bütün açığa verir ki, cüzdan sahibi başka yere namzettir, [aday] başka âleme çalışır. Bak, şu defterlerde, aletler teçhizatının suret-i istimali [kullanma şekli] ve mes’uliyetler vardır.

Halbuki, eğer yalnız bu meydandan başka âli, [yüce] daimî bir yer bulunmazsa, şu muhkem [değiştirilemez] defter, o kat’î cüzdan, bütün bütün mânâsız olur. Hem şu muhterem zabit [subay] ve mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] kumandan ve muazzez [aziz, değerli] reis, bütün ahaliden aşağı, herkesten daha bedbaht, daha biçare, daha zelil, [aşağılanan] daha musibetli, daha fakir, daha zayıf bir derekeye [aşağı derece] düşer. İşte buna kıyas et. Hangi şeye dikkat etsen, şehadet eder ki, bu fâniden sonra bir bâki var.

Ey arkadaş! Demek, bu muvakkat [geçici] memleket bir tarla hükmündedir. Bir talimgâhtır, bir pazardır. Elbette arkasında bir mahkeme-i kübrâ, [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bir saadet-i uzmâ [çok büyük mutluluk] gelecektir. Eğer bunu inkâr etsen, bütün zabitlerdeki [subay] cüzdanları, defterleri, teçhizatları, düsturları, [kâide, kural] belki şu memleketteki bütün intizâmâtı, [düzenler, tertipler] hattâ hükûmeti inkâr etmeye mecbur olursun. Ve bütün vaki olan icraatın vücudunu tekzip etmek lâzım gelir. O vakit sana insan ve zîşuur [akıl ve şuur sahibi] denilmez. Sofestâîlerden [kâinatın Yaratıcısını kabul etmemek için herşeyi, hattâ kendini dahi inkâr eden bir felsefî ekole bağlı kimse] daha akılsız olursun.

ba

Sakın zannetme, tebdil-i memleket [memleket değiştirme] delilleri bu On İki Surete münhasırdır. Belki had ve hesaba gelmez emareler, deliller var ki, şu kararsız mütegayyir [değişen] memleket zevâlsiz, [batmayan] müstekar [karar kılınan yer] bir memlekete tahvil [değişme, dönüşme] edilecektir. Hem had ve hesaba gelmez işaretler, alâmetler var ki, bu ahali, şu muvakkat [geçici] misafirhanelerden

94

alınacak, saltanatın makarr-ı daimîsine [daimî merkez] gönderilecek. Bahusus, [hususan, özellikle] gel sana On İki Suret kuvvetinden daha kuvvetli bir burhan [delil] daha göstereceğim.

İşte, gel, bak: Şu uzaktaki görünen cemaat-i azîme [büyük topluluk] içinde, evvel adada gördüğümüz büyük nişan sahibi yâver-i ekrem [çok değerli, yüksek rütbeli memur] bir tebliğatta bulunuyor. Gidelim, dinleyelim. Bak, o parlak yâver-i ekrem, [çok değerli, yüksek rütbeli memur] bak o yüksekte tâlik [sonraya bırakma] edilmiş ferman-ı âzamı [çok büyük ferman, buyruk] ahaliye bildiriyor ve diyor ki:

“Hazırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Padişahımızın makarr-ı saltanatına [saltanat merkezi, başkent] gidip merhametine, ihsanlarına [bağış] mazhar [erişme, nail olma] olacaksınız-eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz. Yoksa, isyan edip dinlemezseniz, müthiş zindanlara atılacaksınız” gibi tebliğatta bulunuyor.

Sen de görüyorsun ki, o ferman-ı âzamda [çok büyük ferman, buyruk] öyle icazkâr [mucizeli] bir turra [mühür, nişan] var ki, hiçbir vech [cihet, yön, taraf] ile kabil-i taklit [taklidi mümkün] değil. Senin gibi sersemlerden başka herkes, o ferman padişahın fermanı olduğunu kat’î bilir. Ve o parlak yâver-i ekremde [çok değerli, yüksek rütbeli memur] öyle nişanlar var ki, senin gibi körlerden başka herkes, o zâtı padişahın pek doğru tercüman-ı evâmiri [emir ve buyrukların tercümanı] olduğunu yakinen anlar.

Acaba, o yâver-i ekrem, [çok değerli, yüksek rütbeli memur] o ferman-ı âzamla [çok büyük ferman, buyruk] beraber, bütün kuvvetiyle dâva edip tebliğ ettikleri şu tebdil-i memleket [memleket değiştirme] meselesi, hiç kabil [mümkün] midir ki itiraz kabul etsin? Evet, kabil [mümkün] değil—illâ ki, bütün bu gördüğümüz herşeyi inkâr edesin.

Şimdi, ey arkadaş, söz senindir, söyle. Ne diyorsan de!

“Ben ne diyeceğim, daha buna karşı birşey denilebilir mi? Gündüz ortasında güneşe karşı söz söylenebilir mi? Yalnız derim ki: Elhamdü lillâh, yüz bin defa şükür olsun ki, vehim ve heva tahakkümünden, [baskı] nefis ve heves esaretinden kurtulup daimî hapis ve zindandan halâs [kurtulma] oldum. Ve inandım ki, bu karma karışık, kararsız misafirhanelerden başka ve kurb-u şahanede [padişaha yakınlık] bir diyar-ı saadet [mutluluk yeri] vardır; biz de ona namzediz.” [aday]

İşte, haşir ve âhiretten kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] ve ibaret olan şu hikâye-i temsiliye [analojik, benzetmeye dayanan kıyaslamalı hikâye] burada tamam oldu. Şimdi, tevfik-i İlâhî [Allah’ın yardım ederek başarılı kılması] ile hakikat-i ulyâya [yüce gerçek] geçeceğiz. Geçmiş On İki Surete mukabil, on iki mütesanit [birbirini destekleyen] Hakikat ile bir Mukaddime [başlangıç] beyan edeceğiz.

95

 Mukaddime

Birkaç işaretle, başka yerlerde, yani Yirmi İkinci, On Dokuzuncu, Yirmi Altıncı Sözlerde izah edilen birkaç meseleye işaret ederiz.

BİRİNCİ İŞARET

Hikâyedeki sersem adamın, o emin arkadaşıyla, üç hakikatleri var.

Birincisi: Nefs-i emmârem [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] ile kalbimdir.

İkincisi: Felsefe şakirtleriyle [öğrenci] Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tilmizleridir. [öğrenci]

Üçüncüsü: Ümmet-i İslâmiye [İslâm ümmeti, Müslümanlar] ile millet-i küfriyedir. [küfür milleti, kâfirler]

Felsefe şakirtleri [öğrenci] ve millet-i küfriye [küfür milleti, kâfirler] ve nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] en müthiş dalâleti, Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tanımamaktadır. Hikâyede nasıl emin adam demişti: “Bir harf kâtipsiz olmaz; bir kanun hâkimsiz olmaz.” Biz de deriz:

Nasıl ki bir kitap—bahusus öyle bir kitap ki, her kelimesi içinde küçük kalemle bir kitap yazılmış; her harfi içinde ince kalemle muntazam bir kaside [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] yazılmış—kâtipsiz olmak son derece muhaldir. Öyle de, şu kâinat, nakkaşsız [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] olmak, son derece muhal ender muhaldir. Zira bu kâinat öyle bir kitaptır ki, her sahifesi çok kitapları tazammun [içerme, içine alma] eder. Hattâ, her kelimesi içinde bir kitap vardır. Herbir harfi içinde bir kaside [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] vardır.

Yeryüzü bir sahifedir; ne kadar kitap içinde var. Bir ağaç bir kelimedir; ne kadar sahifesi vardır. Bir meyve bir harf, bir çekirdek bir noktadır. O noktada koca bir ağacın programı, fihristesi var.

İşte, böyle bir kitap, evsâf-ı celâl ve cemâle, [haşmet, yücelik ve güzellik vasıfları] nihayetsiz kudret ve hikmete mâlik bir Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] nakş-ı kalem-i kudreti [kudret kalemiyle yapılan nakış] olabilir. Demek, âlemin şuhuduyla [görme] bu iman lâzım gelir—illâ ki dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] sarhoş olmuş ola…

Hem nasıl ki bir hane ustasız olmaz—bahusus öyle bir hane ki, harika

96

san’atlarla, acip nakışlarla, [işleme] garip ziynetlerle tezyin [süsleme] edilmiş; hattâ herbir taşında bir saray kadar san’at derc [yerleştirme] edilmiş—ustasız olmak, hiçbir akıl kabul edemez; gayet mahir bir san’atkâr [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ister. Bahusus, [hususan, özellikle] o saray içinde, sinema perdeleri gibi, her saatte hakikî menziller teşkil edilip, kemâl-i intizamla, [tam ve mükemmel düzen] elbise değiştirdiği gibi değiştiriyor. Hattâ, herbir hakikî perde içinde, müteaddit [bir çok] küçük küçük menziller icad ediliyor.

Öyle de, şu kâinat nihayetsiz hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] alîm, kadîr bir Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ister. Çünkü şu muhteşem kâinat öyle bir saraydır ki, ay, güneş lâmbaları, yıldızlar mumları, zaman bir ip, bir şerittir ki, o Sâni-i Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] her sene bir başka âlemi ona takıp gösteriyor. O taktığı âlemin içinde üç yüz altmış tarzda muntazam suretlerini tecdid [yenileme] ediyor, kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] ve hikmetle değiştiriyor. Yeryüzünü bir sofra-i nimet [nimet sofrası] yapmış ki, her bahar mevsiminde, üç yüz bin envâ-ı masnûatıyla [sanat eseri varlık türleri] tezyin [süsleme] ediyor. Had ve hesaba gelmez envâ-ı ihsânâtıyla [bağış ve nimetlerin çeşitleri] dolduruyor. Öyle bir tarzda ki, nihayet ihtilât [birbirine karışma] içinde ve karışmış oldukları halde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla birbirlerinden ayrılıyor. Başka cihetleri buna kıyas et. Nasıl böyle bir sarayın Sâniinden [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] gaflet edilebilir?

Hem nasıl ki bulutsuz gündüz ortasında güneşin deniz yüzünde, bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve karın bütün parçalarında cilvesi göründüğü ve aksi müşahede edildiği halde güneşi inkâr etmek ne derece acip bir divanelik hezeyanıdır. [boş söz, saçmalama] Çünkü, o vakit birtek güneşi inkâr ve kabul etmemekle, katarat [damlalar] sayısınca, kabarcıklar miktarınca, parçalar adedince hakikî ve bil’asâle [bizzat] güneşçikleri kabul etmek lâzım geliyor. Her zerrecikte—ki ancak bir zerre sıkışabildiği halde—koca bir güneşin hakikatini içinde kabul etmek lâzım geldiği gibi; aynen öyle de, şu sıravâri [sıralı] içinde her zaman hikmetle değişen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen şu muntazam kâinatı görüp Hâlık-ı Zülcelâli evsâf-ı kemâliyle [mükemmel sıfatlar] tasdik etmemek, ondan daha berbat bir dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] divaneliğidir,  

97

bir mecnunluk hezeyanıdır. [boş söz, saçmalama] Zira herşeyde, hattâ herbir zerrede bir ulûhiyet-i mutlaka [hiç bir kayda ve şarta bağlı olmaksızın ilâh olma, mutlak ilâhlık] kabul etmek lâzımdır.

Çünkü, meselâ havanın herbir zerresi, herbir çiçekle herbir meyveye, herbir yaprağa girer ve işleyebilir. İşte şu zerre, eğer memur olmazsa, bütün girebildiği ve işlediği masnuların tarz-ı teşkilâtını [meydana geliş tarzı] ve suretlerini ve heyetlerini bilmek lâzımdır—ta içinde işleyebilsin. Demek muhît [her şeyi kuşatan] bir ilim ve kudrete mâlik olmalı ki böyle yapsın.

Meselâ, toprakta, herbir zerresi, kabildir ki, muhtelif bütün tohumlar ve çekirdeklere medar [kaynak, dayanak] ve menşe olsun. Eğer memur olmazsa, lâzım geliyor ki, otlar ve ağaçlar adedince mânevî cihazat ve makineleri tazammun [içerme, içine alma] etsin. Veyahut onların bütün tarz-ı teşkilâtını [meydana geliş tarzı] bilir, yapar, bütün onlara giydirilen suretleri tanır, dikebilir bir san’at ve kudret vermek lâzım gelir.

Daha sair mevcudatı [var edilenler, varlıklar] da kıyas et. Ta, anlayacaksın ki, herşeyde aşikâre vahdâniyetin [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] çok delilleri var. Evet, birşeyden herşeyi yapmak ve herşeyi birtek şey yapmak, herşeyin Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] has bir iştir.

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 1 ferman-ı zîşânına [şan ve şeref sahibi buyruk] dikkat et. Demek, Vâhid-i Ehadi [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] kabul etmemekle, mevcudat [var edilenler, varlıklar] adedince ilâhları kabul etmek lâzım gelir.

İKİNCİ İŞARET

Hikâyede bir yâver-i ekremden [çok değerli, yüksek rütbeli memur] bahsedilmiş ve denilmiş ki: Kör olmayan herkes onun nişanlarını görmekle anlar ki, o zât padişahın emriyle hareket eder ve onun has bendesidir. İşte o yâver-i ekrem, [çok değerli, yüksek rütbeli memur] Resul-i Ekremdir (aleyhissalâtü vesselâm).

Evet, şöyle müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir kâinatın öyle mukaddes bir Sâniine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünkü nasıl güneş ziya vermeksizin mümkün değildir. Öyle de, Ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] de peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.

Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemâlde olan bir cemâl, gösterici ve tarif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin?

98

Hem mümkün olur mu ki, gayet cemâlde bir kemâl-i san’at, [eksiksiz ve mükemmel san’at] onun üzerine enzar-ı dikkati [dikkatli bakışlar] celb [çekme] eden bir dellâl [davetçi, ilan edici] vasıtasıyla teşhir istemesin?

Hem hiç mümkün olur mu ki, bir rububiyet-i âmmenin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi] saltanat-ı külliyesi, [herşeyi kuşatan ve herşeye hükmeden egemenlik] kesret [çokluk] ve cüz’iyat tabakatında [küçük varlıklardan oluşan varlık tabakaları] vahdâniyet [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ve samedâniyetini, [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] zülcenâheyn [iki kanatlı (burada Peygamberimizin hem halktan Hakka, hem de Haktan halka olan iki yönlü elçiliği kastedilmiştir)] bir meb’us vasıtasıyla ilânını istemesin? Yani, o zât, ubûdiyet-i külliye [büyük ve umumî kulluk] cihetiyle kesret [çokluk] tabakatının dergâh-ı İlâhîye [Allah’ın yüce katı, makamı] elçisi olduğu gibi, kurbiyet ve risalet [elçilik, peygamberlik] cihetiyle dergâh-ı İlâhînin kesret [çokluk] tabakatına memurudur.

Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî sahibi, cemâlinin mehasinini [güzellikler] ve hüsnünün letaifini [güzellikler, incelikler] âyinelerde görmek ve göstermek istemesin? Yani, bir habib [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] resul [Allah’ın elçisi] vasıtasıyla—ki hem habibdir, [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] ubûdiyetiyle [Allah’a kulluk] kendini Ona sevdirir, âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eder; hem resuldür, [Allah’ın elçisi] Onu mahlûkatına sevdirir, cemâl-i esmâsını [Allah’ın isimlerinin güzelliği] gösterir.

Hem hiç mümkün olur mu ki, acip mu’cizelerle, garip ve kıymettar şeylerle dolu hazineler sahibi, sarraf [anlayan, değer veren] bir tarif edici ve vassaf [herşeyin vasıf ve özelliklerini bilen ve bildiren] bir teşhir edici vasıtasıyla enzar-ı halka [insanların dikkati] arz ve başlarında izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmekle, gizli kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] beyan etmek irade etmesin ve istemesin?

Hem mümkün olur mu ki, bu kâinatı bütün esmâsının kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ifade eden masnuatla [san’at eseri] tezyin [süsleme] ederek seyir için garip ve ince san’atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin?

Hem hiç mümkün olur mu ki, bu kâinatın Sahibi, [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] şu kâinatın tahavvülâtındaki [başka bir hâle geçme, dönüşme] maksat ve gaye ne olacağını müş’ir [bildiren, haber veren] tılsım-ı muğlâkını, [anlaşılması zor olan sır] hem mevcudatın [var edilenler, varlıklar] “Nereden? Nereye? Necisin?” [pis] üç sual-i müşkülün [zor soru] muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın?

99

Hem hiç mümkün olur mu ki, bu güzel masnuat [sanat eseri] ile kendini zîşuura [akıl ve şuur sahibi] tanıttıran ve kıymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] onun mukabilinde zîşuurdan [akıl ve şuur sahibi] marziyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin?

Hem hiç mümkün olur mu ki, nev-i insanı [insan türü, insanlık] şuurca kesrete [çokluk] müptelâ, [bağımlı] istidatça [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ubûdiyet-i külliyeye [büyük ve umumî kulluk] müheyya [hazırlanmış] suretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten [çokluk] vahdete [Allah’ın birliği] yüzlerini çevirmek istemesin?

Daha bunlar gibi çok vezaif-i nübüvvet [peygamberlik görevleri] var ki, herbiri bir burhan-ı kat’îdir [kesin delil] ki, Ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] risaletsiz [elçilik, peygamberlik] olamaz.

Şimdi, acaba âlemde Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmdan beyan olunan evsâf [özellikler] ve vezaife [vazifeler, görevler] daha ehil ve daha cami’ [kapsamlı] kim zuhur etmiş? Ve rütbe-i risalete [peygamberlik rütbesi] ve vazife-i tebliğe [tebliğ vazifesi] ondan daha elyak, [daha layık] daha evfak [daha uygun] hiç zaman göstermiş midir?

Hayır, asla ve kat’a! [kesinlikle] Belki o, bütün resullerin [Allah’ın elçisi] seyyididir, bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] imamıdır, bütün asfiyanın [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] serveridir, [reis, baş] bütün mukarrebînin [yakınlar, yakınlaşmış kimseler] akrebidir, bütün mahlûkatın ekmelidir, [daha mükemmel] bütün mürşidlerin sultanıdır.

Evet, ehl-i tahkikatın [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] ittifakıyla, şakk-ı kamer [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] ve parmaklarından su akması gibi bine bâliğ [erişen, ulaşan] mucizâtından, [bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeyler] had ve hesaba gelmez delâil-i nübüvvetinden [peygamberlik delilleri] başka, Kur’ân-ı Azîmüşşan [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] gibi bir bahr-i hakaik [gerçekler denizi] ve kırk vech [cihet, yön, taraf] ile mucize olan mucize-i kübrâ, [en büyük mucize] güneş gibi risaletini [elçilik, peygamberlik] göstermeye kâfidir. Başka risalelerde ve bilhassa Yirmi Beşinci Sözde Kur’ân’ın kırka karib [yakın] vücuh-u i’câzından [mu’cize olma yönleri] bahsettiğimizden, burada kısa kesiyoruz.

100

ÜÇÜNCÜ İŞARET

Hatıra gelmesin ki, bu küçücük insanın ne ehemmiyeti var ki bu azîm dünya onun muhasebe-i a’mâli [amellerin değerlendirilmesi] için kapansın, başka bir daire açılsın? Çünkü bu küçücük insan, camiiyet-i fıtrat [yaratılışın kapsamlılığı] itibarıyla şu mevcudat [var edilenler, varlıklar] içinde bir ustabaşı ve bir dellâl-ı saltanat-ı İlâhiye [Cenâb-ı Hakkın saltanatının, sınırsız egemenliğinin ilâncısı] ve bir ubûdiyet-i külliyeye [büyük ve umumî kulluk] mazhar [erişme, nail olma] olduğundan, büyük ehemmiyeti vardır.

Hem hatıra gelmesin ki, kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstehak olur? Zira, küfür, şu mektubât-ı Samedâniye [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı mânâsız, gayesiz bir derekeye [aşağı derece] düşürdüğü için, bütün kâinata karşı bir tahkir [aşağılama] olduğu gibi, bu mevcudatta [var edilenler, varlıklar] cilveleri, nakışları [işleme] görünen bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyeyi [Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri] inkâr ile red ve Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hakkaniyet ve sıdkını [doğruluk] gösteren gayr-ı mütenahi [sonsuz] bütün delillerini tekzip olduğundan, nihayetsiz bir cinayettir. Nihayetsiz cinayet ise nihayetsiz azabı icab eder.

DÖRDÜNCÜ İŞARET

Nasıl ki, hikâyede On İki Suret ile gördük ki, hiçbir cihetle mümkün değil: Öyle bir padişahın, öyle muvakkat [geçici] misafirhane gibi bir memleketi bulunsun da, müstekar [karar kılınan yer] ve haşmetine mazhar [erişme, nail olma] ve saltanat-ı uzmâsına [büyük saltanat, egemenlik] medar [kaynak, dayanak] diğer daimî bir memleketi bulunmasın.

Öyle de, hiçbir vech [cihet, yön, taraf] ile mümkün değil ki, bu fâni âlemin bâki Hâlıkı bunu icad etsin de, bâki bir âlemi icad etmesin.

Hem mümkün değil: Şu bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] ve zâil [geçici, yok olucu] kâinatın sermedî [daimi, sürekli] Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] bunu halk etsin de, müstekar [karar kılınan yer] ve daimî diğer bir kâinatı icad etmesin.

Hem mümkün değil: Bu meşher [sergi] ve meydan-ı imtihan [imtihan meydanı] ve tarla hükmünde olan dünyanın Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ve Kadîr ve Rahîm olan Fâtırı [benzeri bulunmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah] onu yaratsın, onun bütün gayelerine mazhar [erişme, nail olma] olan dar-ı âhireti [âhiret yurdu] halk etmesin.

101

Bu hakikate on iki kapı ile girilir; On İki Hakikat ile o kapılar açılır. En kısa ve basitten başlarız.

ba

BİRİNCİ HAKİKAT

Bâb-ı Rububiyet [Rablık kapısı] ve Saltanattır ki, ism-i Rabbin [herbir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran anlamında Allah’ın ismi] cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, şe’n-i Rububiyet [Cenâb-ı Allah’ın rububiyetinin gereği] ve saltanat-ı Ulûhiyet, [bütün varlıkların tek İlâhı olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı] bahusus [hususan, özellikle] böyle bir kâinatı, kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] göstermek için gayet âli [yüce] gayeler ve yüksek maksatlarla icad etsin; onun gayât [gayeler] ve makàsıdına [gayeler, istenilen şeyler] karşı iman ve ubûdiyetle [Allah’a kulluk] mukabele [karşılama; karşılık verme] eden mü’minlere mükâfatı bulunmasın ve o makàsıdı [gayeler, istenilen şeyler] red ve tahkirle [aşağılama] mukabele [karşılama; karşılık verme] eden ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] mücazat [ceza] etmesin?

İKİNCİ HAKİKAT

Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki, Kerîm [cömert, ikram sahibi] ve Rahîm isminin cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, gösterdiği âsâr [eserler/asırlar] ile nihayetsiz bir kerem [cömertlik] ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet [büyüklük, yücelik] ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan şu âlemin Rabbi, kerem [cömertlik] ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet [büyüklük, yücelik] ve gayretine şayeste [layık] mücazatta [ceza] bulunmasın?

Evet, şu dünya gidişatına bakılsa görülüyor ki, en âciz, en zayıftan tut,Haşiye ta en kavîye [güçlü, kuvvetli] kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor. En zayıf, en âcize [güçsüz, zayıf] en iyi rızık veriliyor. Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor. Öyle ulvî bir

102

keremle [cömertlik] ziyafetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir kerem [cömertlik] eli, içinde işlediğini bedaheten [açıkça] gösteriyor.

Meselâ, bahar mevsiminde, cennet hurileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misal [dokunuşunda altın, gümüş tellerin de bulunduğu bir tür ipekli kumaş gibi] libaslarla [elbise] giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatıyla [süslenmiş] süslendirip hizmetkâr ederek onların lâtif [berrak, şirin, hoş] elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit, en tatlı, en musannâ [san’atla yapılmış] meyveleri bize takdim etmek; hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı, en tatlı balı bize yedirmek; hem en güzel ve yumuşak bir libası [elbise] elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek; hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak ne kadar cemil [güzel] bir kerem, [cömertlik] ne kadar lâtif [berrak, şirin, hoş] bir rahmet eseri olduğu bedaheten [açıkça] anlaşılır.

Hem, insan ve bazı canavarlardan başka, güneş ve ay ve arzdan tut, ta en küçük mahlûka kadar herşey kemâl-i dikkatle [tam bir dikkat] vazifesine çalışması, zerrece haddinden tecavüz etmemesi, bir azîm heybet tahtında umumî bir itaat bulunması, büyük bir celâl ve izzet [büyüklük, yücelik] sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor.

Hem, gerek nebatî [bitkisel] ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün validelerin o rahîm şefkatleriyleHaşiye ve süt gibi o lâtif [berrak, şirin, hoş] gıda ile o âciz ve zayıf yavruların terbiyesi, ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedaheten [açıkça] anlaşılır.

Bu âlemin Mutasarrıfının [dilediği gibi idare eden] madem nihayetsiz böyle bir keremi, [cömertlik] nihayetsiz böyle bir rahmeti, nihayetsiz öyle bir celâl ve izzeti [büyüklük, yücelik] vardır. Nihayetsiz celâl ve izzet, [büyüklük, yücelik] edepsizlerin te’dibini [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] ister. Nihayetsiz kerem, [cömertlik] nihayetsiz ikram ister. Nihayetsiz

103

rahmet, kendine lâyık ihsan [bağış] ister. Halbuki, bu fâni dünyada ve kısa ömürde, denizden bir damla gibi, milyonlar cüzden ancak bir cüz’ü yerleşir ve tecellî eder.

Demek, o kereme [cömertlik] lâyık ve o rahmete şayeste [layık] bir dar-ı saadet [mutluluk yeri] olacaktır. Yoksa, gündüzü ışığıyla dolduran güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücudunu inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü, bir daha dönmemek üzere zevâl [batış, kayboluş] ise, şefkati musibete, muhabbeti hırkate [ayrılık ateşi] ve nimeti nıkmete [sıkıntı, azap] ve aklı meş’um [kötü] bir alete ve lezzeti eleme kalb ettirmekle, [dönüştürmek] hakikat-i rahmetin [rahmet gerçeği] intıfâ[yok olma, sönme] lâzım gelir.

Hem o celâl ve izzete [büyüklük, yücelik] uygun bir dar-ı mücazat [ceza yeri] olacaktır. Çünkü, ekseriya zalim izzetinde, [büyüklük, yücelik] mazlum zilletinde [alçaklık] kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bırakılıyor, tehir ediliyor. Yoksa bakılmıyor değil. Bazan dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede [geçmiş çağlar] cereyan eden âsi ve mütemerrid [inatçı] kavimlere [insan topluluğu] gelen azaplar gösteriyor ki, insan başıboş değil; bir celâl ve gayret sillesine [tokat] her vakit maruzdur.

Evet, hiç mümkün müdür ki, insan, umum mevcudat [var edilenler, varlıklar] içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı [kabiliyet] olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla [san’at eseri] kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile Onu tanımazsa; hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle kendini Ona sevdirmese; hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamdle Ona hürmet etmese, cezasız kalsın, başıboş bırakılsın, o izzet, [büyüklük, yücelik] gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] bir dar-ı mücazat [ceza yeri] hazırlamasın?

Hem hiç mümkün müdür ki, o Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] kendini tanıttırmasına mukabil, iman ile tanımakla; ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle; ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle mukabele [karşılama; karşılık verme] eden mü’minlere bir dar-ı mükâfatı, [mükâfat, ödül yeri] bir saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vermesin?

104

ÜÇÜNCÜ HAKİKAT

Bâb-ı Hikmet [Hikmet kapısı] ve Adalet olup ism-i Hakîm [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] ve Âdilin cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki,Haşiye zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adalet ve mizanla [ölçü] Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] cenah-ı himayesine [koruma kanadı] iltica eden ve o hikmet ve adalete iman ve ubûdiyetle [Allah’a kulluk] tevfik-i hareket [uygun hareket] eden mü’minleri taltif [güzellikle muamele etmek] etmesin? Ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] ile isyan eden edepsizleri te’dip [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] etmesin? Halbuki bu muvakkat [geçici] dünyada o hikmet, o adalete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] çoğu ceza almadan, ehl-i hidayetin [doğru ve hak yolda olanlar] de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya, [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bir saadet-i uzmâya [çok büyük mutluluk] bırakılıyor.

Evet, görünüyor ki, şu âlemde tasarruf eden Zât, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona burhan [delil] mı istersin? Herşeyde maslahat [amaç, yarar] ve faidelere riayet etmesidir. Görmüyor musun ki, insanda bütün âzâ, kemikler ve damarlarda, hattâ bedenin hüceyrâtında, [hücrecikler] her yerinde, her cüz’ünde faideler ve hikmetlerin gözetilmesi; hattâ bazı âzası, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faideler takması gösteriyor ki, nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor.

Hem herşeyin san’atında nihayet derecede intizam bulunması gösterir ki,

105

nihayetsiz bir hikmetle iş görülüyor. Evet, güzel bir çiçeğin dakik [derin ve ince] programını küçücük bir tohumunda derc [yerleştirme] etmek, büyük bir ağacın sahife-i a’mâlini, [iş ve davranışların yazıldığı sahife] tarihçe-i hayatını, [hayat hikayesi] fihriste-i cihâzâtını [organların indeksi] küçücük bir çekirdekte mânevî kader kalemiyle yazmak, nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir.

Hem herşeyin hilkatinde [yaratılış] gayet derecede hüsn-ü san’at [güzel san’at] bulunması, nihayet derecede Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] bir Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] nakşı olduğunu gösterir. Evet, şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazâin-i rahmetin [Allah’ın rahmet hazineleri] anahtarlarını, bütün esmâlarının âyinelerini derc [yerleştirme] etmek, nihayet derecede bir hüsn-ü san’at [güzel san’at] içinde bir hikmeti gösterir.

Şimdi, hiç mümkün müdür ki, şöyle icraat-ı Rububiyette [rububiyetin gereği olan icraatlar, işler] hâkim bir hikmet, o Rububiyetin kanadına iltica eden ve iman ile itaat edenlerin taltifini [güzellikle muamele etmek] istemesin ve ebedî taltif [güzellikle muamele etmek] etmesin?

Hem adalet ve mizanla [ölçü] iş görüldüğüne burhan [delil] mı istersin? Herşeye hassas mizanlarla, [ölçü] mahsus ölçülerle vücut vermek, suret giydirmek, yerli yerine koymak, nihayetsiz bir adalet ve mizan [ölçü] ile iş görüldüğünü gösterir.

Hem her hak sahibine istidadı [kabiliyet] nisbetinde hakkını vermek, yani vücudunun bütün levâzımâtını, [bir işin gerçekleşmesi için gerekli olan şeyler] bekàsının bütün cihâzâtını en münasip bir tarzda vermek, nihayetsiz bir adalet elini gösterir.

Hem istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî [doğal ihtiyaç] lisanıyla, ıztırar [çaresizlik] lisanıyla sual edilen ve istenilen herşeye daimî cevap vermek, nihayet derecede bir adl [adalet] ve hikmeti gösteriyor.

Şimdi, hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlûkun en küçük bir hâcetinin [ihtiyaç] imdadına koşan bir adalet ve hikmet, insan gibi en büyük bir mahlûkun bekà gibi en büyük bir hacetini mühmel [başıboş, ihmal edilmiş] bıraksın? En büyük istimdadını [yardım dileme] ve en büyük sualini cevapsız bıraksın? Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] haşmetini, ibâdının hukukunu muhafaza etmekle, muhafaza etmesin?

106

Halbuki, şu fâni dünyada kısa bir hayat geçiren insan, öyle bir adaletin hakikatine mazhar [erişme, nail olma] olamaz ve olamıyor. Belki, bir Mahkeme-i Kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bırakılıyor. Zira, hakikî adalet ister ki, şu küçücük insan, şu küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nisbetinde mükâfat ve mücazat [ceza] görsün. Madem şu fâni, geçici dünya, ebed için halk olunan insan hususunda öyle bir adalet ve hikmete mazhariyetten çok uzaktır. Elbette, Âdil olan o Zât-ı Celîl-i Zülcemâlin [sınırsız güzelliğiyle beraber, sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah] ve Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] olan o Zât-ı Cemîl-i Zülcelâlin [sınırsız yücelik ve haşmet ve sonsuz güzellik sahibi olan Zât, Allah] daimî bir Cehennemi ve ebedî bir Cenneti bulunacaktır.

DÖRDÜNCÜ HAKİKAT

Bâb-ı Cûd ve Cemâldir. İsm-i Cevâd [sınırsız cömertlik sahibi olan ve çok çok ihsan eden Allah’ın ismi] ve Cemîlin [bütün] cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, nihayetsiz cûd [cömertlik] ve sehâvet, tükenmez servet, bitmez hazineler, misilsiz [benzer] sermedî [daimi, sürekli] cemâl, kusursuz ebedî kemâl, [eksiksiz ve mükemmel olma] bir dar-ı saadet [mutluluk yeri] ve mahall-i ziyafet [ziyafet yeri] içinde daimî bulunacak olan muhtaç şâkirleri, [Allah’a şükreden] müştak [arzulu, aşırı istekli] âyinedarları, mütehayyir [hayrete düşen] seyircileri istemesinler?

Evet, dünya yüzünü bu kadar müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] masnuatıyla [san’at eseri] süslendirmek, ay ile güneşi lâmba yapmak, yeryüzünü bir sofra-i nimet [nimet sofrası] ederek mat’umatın [yiyecekler] en güzel çeşitleriyle doldurmak, meyveli ağaçları birer kap yapmak, her mevsimde birçok defalar tecdit [yenileme] etmek, hadsiz bir cûd [cömertlik] ve sehâveti [cömertlik] gösterir.

Böyle nihayetsiz bir cûd [cömertlik] ve sehâvet, öyle tükenmez hazineler ve rahmet, hem daimî, hem arzu edilen herşey içinde bulunur bir dar-ı ziyafet [ziyafet yurdu] ve mahall-i saadet [mutluluk yeri] ister. Hem kat’î ister ki, o ziyafetten telezzüz [lezzet alma] edenler, o mahall-i saadette [mutluluk yeri] devam etsinler, ebedî kalsınlar. Ta zevâl [batış, kayboluş] ve firakla [ayrılık] elem çekmesinler. Çünkü zevâl-i elem, [acı ve kederin sona ermesi] lezzet olduğu gibi, zevâl-i lezzet [lezzetin bitmesi] dahi elemdir. Öyle sehâvet, elem çektirmek istemez. Demek, ebedî bir Cenneti, hem içinde ebedî muhtaçları ister. Çünkü nihayetsiz cûd [cömertlik] ve sehâ, [cömertlik] nihayetsiz ihsan [bağış] etmek ister, nimetlendirmek ister.

107

Nihayetsiz ihsan [bağış] ve nimetlendirmek ise, nihayetsiz minnettarlık, nimetlenmek [Allah’ın rızık olarak verdiklerinden faydalanmak] ister. Bu ise, ihsana mazhar [erişme, nail olma] olan şahsın devam-ı vücudunu [varlığın devamı] ister. Ta, daimî tena’umla [nimetlenme] o daimî in’âma [nimet verme] karşı şükür ve minnettarlığını göstersin. Yoksa, zevâl [batış, kayboluş] ile acılaşan cüz’î [ferdî, küçük] bir telezzüz, [lezzet alma] kısacık bir zamanda öyle bir cûd [cömertlik] u sehânın [cömertlik] muktezasıyla [bir şeyin gereği] kabil-i tevfik [bağdaşan] değildir.

Hem dahi, meşher-i san’at-ı İlâhiye [Allah’ın sanat eserlerinin sergilendiği yer] olan aktâr-ı âlem [âlemin dört bir yanı] sergilerine bak. Yeryüzündeki nebatat [bitkiler] ve hayvanatın ellerinde olan ilânât-ı Rabbâniyeye [Allah tarafından gönderilen ve Allah’a işaret eden duyurular] dikkat et.Haşiye [dipnot] 1 Mehâsin-i rububiyetin [Cenâb-ı Hakkın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi ve onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının güzellikleri] dellâlları [davetçi, ilan edici] olan enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyaya kulak ver. Nasıl müttefikan [birleşerek] Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kusursuz kemâlâtını, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] harika san’atlarının teşhiriyle gösteriyorlar, beyan ediyorlar, enzâr-ı dikkati [dikkatli bakışlar] celb [çekme] ediyorlar.

Demek, bu âlemin Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] pek mühim ve hayret verici ve gizli kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] vardır; bu harika san’atlarla onları göstermek ister. Çünkü gizli, kusursuz kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ise, takdir edici, istihsan [beğenme, güzel bulma] edici, “Mâşaallah” diyerek müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Daimî kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ise, daimî tezahür ister. O ise, takdir ve istihsan [beğenme, güzel bulma] edicilerin devam-ı vücudunu [varlığın devamı] ister. Bekàsı olmayan istihsan [beğenme, güzel bulma] edicinin nazarında kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] kıymeti sukut [alçalış, düşüş] eder.Haşiye [dipnot] 2

108

Hem dahi, kâinatın yüzünde serilmiş olan gayetle güzel ve san’atlı ve parlak ve süslü şu mevcudat, [var edilenler, varlıklar] ışık güneşi bildirdiği gibi, misilsiz, [benzer] mânevî bir cemâlin mehâsinini [güzellikler] bildirir. Ve nazirsiz, [benzersiz] hafî [gizli] bir hüsnün [güzellik] letâifini [duygular] iş’ar [işaret etme, belirtme] ediyor.Haşiye [dipnot] münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] hüsün, [güzellik] o mukaddes cemâlin cilvesinden, esmâlarda, belki her isimde çok gizli defineler bulunduğunu işaret eder.

İşte şu derece âli, [yüce] nazirsiz, [benzersiz] gizli bir cemâl ise, kendi mehâsinini [güzellikler] bir mir’atta [ayna] görmek ve hüsnünün [güzellik] derecâtını [dereceler] ve cemâlinin mikyaslarını [ölçü] zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ve müştak [arzulu, aşırı istekli] bir âyinede müşahede etmek istediği gibi, başkalarının nazarıyla yine sevgili cemâline bakmak için, görünmek de ister. Demek, iki vech [cihet, yön, taraf] ile kendi cemâline bakmak; biri, herbiri başka başka renkte olan âyinelerde bizzat müşahede etmek; diğeri, müştak [arzulu, aşırı istekli] olan seyirci ve mütehayyir [hayrete düşen] olan istihsancıların [beğenme, güzel bulma] müşahedesiyle müşahede etmek ister.

Demek, hüsün [güzellik] ve cemâl, görmek ve görünmek ister. Görmek ve görünmek ise, müştak [arzulu, aşırı istekli] seyirci, mütehayyir [hayrete düşen] istihsan [beğenme, güzel bulma] edicilerin vücudunu ister. Hüsün [güzellik] ve cemâl ebedî, sermedî [daimi, sürekli] olduğundan, müştakların [arzulu, aşırı istekli] devam-ı vücutlarını [varlığın devamı] ister. Çünkü daimî bir cemâl ise, zâil [geçici, yok olucu] bir müştaka razı olamaz. Zira, dönmemek üzere zevâle [batış, kayboluş] mahkûm olan bir seyirci, zevâlin [batış, kayboluş] tasavvuruyla muhabbeti adavete [düşmanlık] döner. Hayreti istihfafa, [hafife alma] hürmeti tahkire [aşağılama] meyleder. Çünkü, hodgâm [bencil] insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıttır. Halbuki, nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan [beğenme, güzel bulma] ile mukabeleye [karşılama; karşılık verme] lâyık olan bir cemâle karşı zımnen [gizlice] bir adavet [düşmanlık] ve kin ve inkâr ile mukabele [karşılama; karşılık verme] eder. İşte, kâfir, Allah’ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor.

Madem o nihayetsiz sehâvet, cûd, [cömertlik] o misilsiz [benzer] cemâl, hüsün, [güzellik] o kusursuz kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri]

109

ebedî müteşekkirleri, [şükreden] müştakları, [arzulu, aşırı istekli] müstahsinleri [beğenen, güzel bulan] iktiza [bir şeyin gereği] ederler. Halbuki şu misafirhane-i dünyada [dünya misafirhanesi] görüyoruz, herkes çabuk gidip kayboluyor. O sehâvetin [cömertlik] ihsanını [bağış] ancak az bir parça tadar. İştihası açılır, fakat yemez, gider. O cemâl, o kemâlin dahi ancak biraz ışığına, belki bir zayıf gölgesine bir anda bakıp, doymadan gider. Demek bir seyrangâh-ı daimîye [devamlı gezinti yeri] gidiliyor.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Nasıl ki şu âlem bütün mevcudatıyla [var edilenler, varlıklar] Sâni-i Zülcelâline [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kat’î delâlet eder. Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] de sıfât ve esmâ-i kudsiyesi, [Allah’ın kutsal isimleri] dar-ı âhirete [âhiret yurdu] delâlet eder ve gösterir ve ister.

BEŞİNCİ HAKİKAT

Bâb-ı Şefkat [Şefkat kapısı] ve Ubûdiyet-i Muhammediyedir [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in mükemmel kulluğu] (aleyhissalâtü vesselâm). İsm-i Mücîb ve Rahîmin cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, en ednâ [basit, aşağı] bir haceti en ednâ [basit, aşağı] bir mahlûkundan görüp kemâl-i şefkatle, [tam bir şefkat] ummadığı yerden is’âf [yardım] eden ve en gizli bir sesi en gizli bir mahlûkundan işitip imdad eden, lisan-ı hâl [hal dili] ve kal ile istenilen herşeye icabet [cevap verme, kabul etme] eden nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab, en büyük bir abdinden,Haşiye en sevgili bir mahlûkundan, en büyük hacetini görüp bitirmesin, is’âf [yardım] etmesin, en yüksek duayı işitip kabul etmesin?

110

Evet, meselâ hayvanatın zayıflarının ve yavrularının rızık ve terbiyeleri hususunda görünen lûtuf ve suhuleti [kolaylık] gösteriyor ki, şu kâinatın Mâliki, nihayetsiz bir rahmetle rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] eder. Rububiyetinde [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] bu derece rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] bir şefkat, hiç kabil [mümkün] midir ki, mahlûkatın en efdalinin en güzel duasını kabul etmesin? Bu hakikati On Dokuzuncu Sözde izah ettiğim vech [cihet, yön, taraf] ile, şurada dahi mükerreren [defalarca] şöyle beyan edelim:

Ey nefsimle beraber beni dinleyen arkadaş! Hikâye-i temsiliyede [analojik, benzetmeye dayanan kıyaslamalı hikâye] demiştik: “Bir adada bir içtima [bir araya gelme, toplanma] var. Bir yâver-i ekrem [çok değerli, yüksek rütbeli memur] bir nutuk okuyor.” Onun işaret ettiği hakikat şöyledir ki:

Gel, bu zamandan tecerrüt [maddeye benzer şeylerden soyut olma ve zaman gibi kavramlarla sınırlanmama] edip, fikren Asr-ı Saadete [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] ve hayalen Ceziretü’l-Araba [yarımada] gidiyoruz. Ta ki, Resul-i Ekremi (aleyhissalâtü vesselâm) vazife başında ve ubûdiyet [Allah’a kulluk] içinde görüp ziyaret ederiz.

Bak: O zât nasıl ki risaletiyle, [elçilik, peygamberlik] hidayetiyle saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] sebeb-i husulü [meydana gelme sebebi] ve vesile-i vusulüdür. [kavuşma vesilesi] Onun gibi, ubûdiyetiyle [Allah’a kulluk] ve duasıyla o saadetin sebeb-i vücudu [varlık sebebi] ve Cennetin vesile-i icadıdır. [var ediliş vesilesi]

İşte, bak: O zât öyle bir salât-ı kübrâda, [büyük namaz] bir ibadet-i ulyâda [en yüce ibadet] saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] için dua ediyor ki; güya bu cezire, [yarımada] belki bütün arz onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Çünkü, ubûdiyeti [Allah’a kulluk] ise, ona ittiba [tabi olma, uyma] eden ümmetin ubûdiyetini [Allah’a kulluk] tazammun [içerme, içine alma] ettiği gibi, muvafakat sırrıyla bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] sırr-ı ubûdiyetini [kulluk sırrı] tazammun [içerme, içine alma] eder. Hem o salât-ı kübrâ[büyük namaz] öyle bir cemaat-i uzmâda [büyük cemaat] kılar, niyaz

111

ediyor ki, güya benî Âdemin [Âdemoğlu, insan] Hazret-i Âdem’den asrımıza, belki kıyamete kadar bütün nuranî ve kâmil insanlar ona tebaiyetle [tabi olma, uyma] iktida [uyma] edip duasına âmin derler.Haşiye [dipnot] 1

Bak: Hem öyle bekà gibi bir hacet-i amme [genel ihtiyaç] için dua ediyor ki, değil ehl-i arz, [yer ehli, dünyalılar] belki ehl-i semâvât, [gök ehli, melekler ve ruhanîler] belki bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] niyazına iştirak edip lisan-ı hâl [hal dili] ile “Oh, evet, yâ Rabbenâ! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Ver, duasını kabul et, biz de istiyoruz” diyorlar. Hem bak, öyle hazinâne, [hüzünlü bir şekilde] öyle mahbubâne, öyle müştakane, öyle tazarrukârâne [yalvarıp yakararak] saadet-i bakiye [devamlı, sonsuz bir mutluluk] istiyor ki,1 bütün kâinatı ağlattırıp duasına iştirak ettiriyor.

Bak: Hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için saadet isteyip dua ediyor ki, insanı ve bütün mahlûkatı esfel-i sâfilîn [aşağıların aşağısı] olan fena-yı mutlaka [sonsuz yok oluş] sukuttan, [alçalış, düşüş] kıymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyetten, [anlamsızlık] âlâ-yı illiyyîn [yücelerin en yücesi] olan kıymete, bekàya, ulvî vazifeye, mektubât-ı Samedâniye [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] olması derecesine çıkarıyor.

Bak: Hem öyle yüksek bir fizâr-ı istimdatkârâne [yardım isteyerek inleyip ağlamak] ile istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne [rahmet dilercesine dua] ile yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata, [var edilenler, varlıklar] semâvâta, Arşa işittirip, vecde [coşku] getirip, duasına “Âmin, Allahümme âmin[ey Allahım, kabul eyle] dedirtiyor.Haşiye [dipnot] 2

112

Bak: Hem öyle Semî’ [herşeyi duyan ve işiten Allah] ve Kerîm [cömert, ikram sahibi] bir Kadîrden, öyle Basîr [gören] ve Rahîm bir Alîmden saadet ve bekàyı istiyor ki, bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] en gizli bir zîhayatın [canlı] en gizli bir arzusunu, en hafi bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder, lisan-ı hâl [hal dili] ile de olsa icabet [cevap verme, kabul etme] eder. Öyle suret-i hakîmâne, [hikmetli bir şekilde] basîrâne, [görerek] rahîmânede [şefkatle, merhametli bir şekilde] verir ve icabet [cevap verme, kabul etme] eder ki, şüphe bırakmaz, o terbiye ve tedbir öyle Semî’ [herşeyi duyan ve işiten Allah] ve Basîre [görme kuvveti, görüş] mahsus, öyle bir Kerîm [cömert, ikram sahibi] ve Rahîme hastır.

Acaba, bütün benî Âdemi [Âdemoğlu, insan] arkasına alıp, şu arz üstünde durup, Arş-ı Âzama [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] müteveccihen [yönelen] el kaldırıp, nev-i beşerin hülâsa[esas, öz] ubûdiyetini [Allah’a kulluk] cami’ [kapsamlı] hakikat-i ubûdiyet-i Ahmediye (a.s.m.) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insan [insanlığın şerefi] ve ferîd-i kevn ü zaman [zaman ve varlığın bir tanesi] olan Fahr-i Kâinat [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.)] ne istiyor, dinleyelim.

113

Bak: Kendine ve ümmetine saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] istiyor. Bekà istiyor. Cennet istiyor. Hem, mevcudat [var edilenler, varlıklar] âyinelerinde cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye [Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri] ile beraber istiyor. O esmâdan şefaat talep ediyor, görüyorsun. Eğer âhiretin hesapsız esbab-ı mucibesi, [bir şeyi gerektirici sebepler] delâil-i vücudu olmasaydı, yalnız şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahîmin [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına sebebiyet verecekti.Haşiye [dipnot]

Evet, baharımızda yeryüzünü bir mahşer eden, yüz bin haşir nümunelerini icad eden Kadîr-i Mutlaka, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] Cennetin icadı nasıl ağır olabilir? Demek, nasıl ki onun risaleti [elçilik, peygamberlik] şu dar-ı imtihanın [imtihan yeri] açılmasına sebebiyet verdi,

لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] oldu. Onun gibi, ubûdiyeti [Allah’a kulluk] dahi, öteki dar-ı saadetin [mutluluk yeri] açılmasına sebebiyet verdi. Acaba hiç mümkün müdür ki, bütün akılları hayrette bırakan şu intizam-ı âlem [kâinatta var olan düzen] ve geniş rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san’at, [güzel san’at] misilsiz [benzer] cemâl-i rububiyet, [Allah’ın bütün mahlukâtı terbiye ediciliğinin güzelliği] o duaya icabet [cevap verme, kabul etme] etmemekle böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul etsin?

114

Yani, en cüz’î, [ferdî, küçük] en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifa etsin, yerine getirsin; en ehemmiyetli, lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, [asla] yüz bin defa hâşâ! Böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliği kabul edip çirkin olamaz.Haşiye [dipnot] Demek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, risaletiyle [elçilik, peygamberlik] dünyanın kapısını açtığı gibi, ubûdiyetiyle [Allah’a kulluk] de âhiretin kapısını açar.

عَلَيْهِ صَلَوَاتُ الرَّحْمٰنِ مِلْءَ الدُّنْيَا وَدَارِ الْجِنَانِ * اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى عَبْدِكَ وَرَسُولِكَ ذٰلِكَ الْحَبِيبِ الَّذِي هُوَ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ وَفَخْرُ الْعَالَمَيْنِ وَحَيَاةُ الدّٰارَيْنِ وَوَسِيلَةُ السَّعَادَتَيْنِ وَذُو الْجَنَاحَيْنِ وَرَسُولُ الثَّقَلَيْنِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِيوَ عَلٰۤى اِخْوٰانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ اٰمِينَ * 1

ALTINCI HAKİKAT

Bâb-ı Haşmet ve Sermediyet [daimîlik, süreklilik] olup, ism-i Celîl ve Bâkî cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] güneşlerden, ağaçlardan zerrelere kadar emirber [emre hazır] nefer [asker] hükmünde teshir [boyun eğdirme] ve idare eden bir haşmet-i Rububiyet, [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliğinin ve yaratıcılığının haşmeti, görkemi] şu misafirhane-i dünyada [dünya misafirhanesi] muvakkat [geçici] bir hayat geçiren perişan fâniler üstünde dursun; sermedî, [daimi, sürekli] bâki bir daire-i haşmet ve ebedî, âli [yüce] bir medâr-ı rububiyeti [İlâhî rububiyetin cereyan ettiği yer] icad etmesin?

115

Evet, şu kâinatta görünen mevsimlerin değişmesi gibi haşmetli icraat ve seyyârâtın [gezegenler] tayyare-misal [uçak gibi] hareketleri gibi azametli harekât ve arzı insana beşik, güneşi halka lâmba yapmak gibi dehşetli teshirat [boyun eğdirme] ve ölmüş, kurumuş küre-i arzı [yer küre, dünya] diriltmek, süslendirmek gibi geniş tahvilât [değişme, dönüşme] gösteriyor ki, perde arkasında böyle muazzam bir rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] var, muhteşem bir saltanatla hükmediyor. Böyle bir saltanat-ı rububiyet, [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] kendine lâyık bir raiyet [halk] ister ve şayeste [layık] bir mazhar [erişme, nail olma] ister.

Halbuki, görüyorsun, mahiyetçe [nitelikçe, özellikçe] en cami’ [kapsamlı] ve mühim raiyeti [halk] ve bendeleri, şu misafirhane-i dünyada, [dünya misafirhanesi] perişan bir surette, muvakkaten [geçici] toplanmışlar. Misafirhane ise, hergün dolar, boşalır.

Hem bütün raiyet, [halk] tecrübe-i hizmet [hizmet deneyimi] için şu meydan-ı imtihanda [imtihan meydanı] muvakkaten [geçici] bulunuyorlar. Meydan ise her saat tebeddül [başkalaşma, değişme] eder.

Hem bütün o raiyet, [halk] Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kıymettar ihsânâtının nümunelerini ve harika san’at antikalarını çarşı-yı âlem [dünya çarşısı] sergilerinde, ticaret nazarında temâşâ etmek için, şu teşhirgâhta [sergi yeri] birkaç dakika durup seyrediyorlar, sonra kayboluyorlar. Şu meşher [sergi] ise her dakika tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ediyor. Giden gelmez, gelen gider.

İşte bu hal ve şu vaziyet kat’î gösteriyor ki, şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin [sergi] arkasında, o sermedî [daimi, sürekli] saltanata medar [kaynak, dayanak] ve mazhar [erişme, nail olma] olacak daimî saraylar, müstemir [devamlı, kararlı] meskenler, şu dünyada gördüğümüz nümunelerin ve suretlerin en halis ve en yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineleri vardır. Demek, burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına [kabiliyet] göre—eğer kaybetmezse—orada bir saadeti vardır. Evet, öyle sermedî [daimi, sürekli] bir saltanat, muhaldir ki, şu fâniler ve zâil [geçici, yok olucu] zeliller [aşağılanan] üstünde dursun.

Şu hakikate şu temsil dürbünüyle bak ki: Meselâ sen yolda gidiyorsun. Görüyorsun ki, yol içinde bir han var. Bir büyük zât, o hanı, kendine gelen misafirlerine yapmış. O misafirlerin bir gece tenezzüh [ferahlama, rahatlama] ve ibretleri için, o hanın tezyinatına [süslemeler] milyonlar altınlar sarf ediyor. Hem o misafirler, o tezyinattan [süslemeler] pek azı ve az bir zamanda bakıp,

116

o nimetlerden pek az bir vakitte, az birşey tadıp, doymadan gidiyorlar. Fakat her misafir, kendine mahsus fotoğrafıyla, o handaki şeylerin suretlerini alıyorlar. Hem o büyük zâtın hizmetkârları da misafirlerin suret-i muamelelerini [davranış biçimi] gayet dikkatle alıyorlar ve kaydediyorlar. Hem görüyorsun ki, o zât, her günde, o kıymettar tezyinatın [süslemeler] çoğunu tahrip eder; yeni gelecek misafirlere yeni tezyinatı [süslemeler] icad eder. Bunu gördükten sonra hiç şüphen kalır mı ki, bu yolda bu hanı yapan zâtın daimî, pek âli [yüce] menzilleri, hem tükenmez, pek kıymetli hazineleri, hem müstemir, [devamlı, kararlı] pek büyük bir sehâveti [cömertlik] vardır. Şu handa gösterdiği ikram ile, misafirlerini, kendi yanında bulunan şeylere iştihalarını [arzu, istek] açıyor. Ve onlara hazırladığı hediyelere rağbetlerini uyandırıyor.

Aynen onun gibi, şu misafirhane-i dünyadaki [dünya misafirhanesi] vaziyeti, sarhoş olmadan dikkat etsen, şu Dokuz Esası anlarsın:

BİRİNCİ ESAS: Anlarsın ki, o han gibi bu dünya dahi kendi için değil. Kendi kendine de bu sureti alması muhaldir. Belki, kafile-i mahlûkatın [yaratıklar, varlıklar topluluğu] gelip konmak ve göçmek için dolup boşalan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.

İKİNCİ ESAS: Hem anlarsın ki, şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Rabb-i Kerîmi, [sonsuz ikram ve ihsan sahibi, herşeyi idare ve terbiye edip egemenliği altında bulunduran Allah] onları Dârü’s-Selâma [esenlik ve güvenlik yeri olan Cennet] davet eder.

ÜÇÜNCÜ ESAS: Hem anlarsın ki, şu dünyadaki tezyinat, [süslemeler] yalnız telezzüz [lezzet alma] veya tenezzüh [ferahlama, rahatlama] için değil. Çünkü bir zaman lezzet verse, firakıyla [ayrılık] birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştiha[arzu, istek] açar, fakat doyurmaz. Çünkü ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır; doymaya kâfi [yeterli] değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinat [süslemeler] ibret içindir,Haşiye 1 şükür içindir. Usul-ü daimîsine [daimî asıllar] teşvik içindir; başka, gayet ulvî gayeler içindir.

DÖRDÜNCÜ ESAS: Hem anlarsın ki, şu dünyadaki müzeyyenat [süslemeler] ise,Haşiye 2

117

Cennette ehl-i iman [Allah’a inanan] için rahmet-i Rahmân [rahmeti sınırsız olan Allah’ın şefkat ve merhameti] ile iddihar [biriktirme, depolama] olunan nimetlerin nümuneleri, suretleri hükmündedir.

118

BEŞİNCİ ESAS: Hem anlarsın ki, şu fâni masnuat [sanat eseri] fena için değil; bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar—belki, vücutta kısa bir zaman toplanıp, matlup [istek] bir vaziyet alıp, ta suretleri alınsın, timsalleri [görüntü] tutulsun, mânâları bilinsin, neticeleri zaptedilsin. Meselâ, ehl-i ebed [sonsuzluk ehli] için daimî manzaralar nesc [dokuma] edilsin. Hem âlem-i bekàda [devamlı ve kalıcı âlem] başka gayelere medar [kaynak, dayanak] olsun.

Eşya bekà için yaratıldığını, fena için olmadığını, belki sureten [görünüş itibarıyla] fena ise de tamam-ı vazife ve terhis [görevin son bulması, salıverilme] olduğu bununla anlaşılıyor ki, fâni birşey, bir cihetle fenaya gider, çok cihetlerle bâki kalır. Meselâ, kudret kelimelerinden olan şu çiçeğe bak ki, kısa bir zamanda o çiçek tebessüm edip bize bakar; derakab, [hemen ardından] fena perdesinde saklanır. Fakat, senin ağzından çıkan kelime gibi o gider; fakat binler misallerini kulaklara tevdi eder, dinleyen akıllar adedince mânâlarını akıllarda ibkà [bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme] eder. Çünkü, vazifesi olan ifade-i mânâ [bir mânânın ifade edilmesi] bittikten sonra kendisi gider; fakat, onu gören herşeyin hafızasında zahirî suretini ve herbir tohumunda mânevî mahiyetini bırakıp öyle gidiyor. Güya her hafıza ile her tohum, hıfz-ı ziyneti [süsün korunması, saklanması] için birer fotoğraf ve devam-ı bekà[devamlı ve kalıcı olma] için birer menzildirler.

En basit mertebe-i hayatta [hayat mertebesi] olan masnu [san’at eseri] böyle ise, en yüksek tabaka-i hayatta [hayat tabakası] ve ervâh-ı bâkıye [kalıcı ve devamlı ruhlar] sahibi olan insan ne kadar bekà ile alâkadar olduğu anlaşılır. Çiçekli ve meyveli koca nebatatın [bitki] bir parça ruha benzeyen herbirinin kanun-u teşekkülâtı, [oluşum kanunu] timsal-i sureti, [suretinin, şeklinin örneği ] zerrecikler gibi tohumlarda kemâl-i intizamla, [tam ve mükemmel düzen] dağdağalı [karışık, gürültülü] inkılâplar [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] içinde ibkà [bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme] ve muhafaza edilmesiyle; gayet cem’iyetli [bir araya gelme] ve yüksek bir mahiyete mâlik, haricî bir vücut giydirilmiş, zîşuur, [akıl ve şuur sahibi] nuranî bir kanun-u emrî [Allah’ın bir şeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emrini ifade eden kanun] olan ruh-u beşer [insan ruhu] ne derece bekà ile merbut [bağlı] ve alâkadar olduğu anlaşılır.

ALTINCI ESAS: Hem anlarsın ki, insan, ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır. Belki, bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zaptedilir.1

119

YEDİNCİ ESAS: Hem anlarsın ki, güz mevsiminde, yaz-bahar âleminin güzel mahlûkatının tahribatı idam [hiçlik, yokluk] değil; belki, vazifelerinin tamamıyla, terhisatıdır.Haşiye [askerliğin bitişiyle salıverilme] [dipnot] Hem,yeni baharda gelecek mahlûkata yer boşaltmak için tefrigattır [yer açma, boşaltma] ve yeni vazifedarlar gelip konacak ve vazifedar mevcudatın [var edilenler, varlıklar] gelmesine yer hazırlamaktır ve ihzarattır. [hazırlama] Hem zîşuura [akıl ve şuur sahibi] vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü unutturan sarhoşluktan ikazât-ı Sübhâniyedir. [her türlü kusur ve eksiklikten yüce olan Allah’ın ikazları, uyarıları]

SEKİZİNCİ ESAS: Hem anlarsın ki, şu fâni âlemin sermedî [daimi, sürekli] Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] için başka ve bâki bir âlemi var ki, ibâdını oraya sevk ve ona teşvik eder.

DOKUZUNCU ESAS: Hem anlarsın ki, öyle bir Rahmân, öyle bir âlemde, öyle has ibâdına öyle ikramlar edecek; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne kalb-i beşere [insan kalbi] hutur [akla gelme, kalbe doğma] etmiştir.1 Âmennâ! [“iman ettik”]

YEDİNCİ HAKİKAT

Bâb-ı Hıfz ve Hafîziyet [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] olup ism-i Hafîz [Cenâb-ı Hakkın muhafaza eden, koruyan mânâsına gelen ismi] ve Rakîbin [görüp gözeten, koruyan, yarattıklarından bir an bile gafil olmayan Allah] cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, gökte, yerde, karada, denizde yaş kuru, küçük büyük, âdi âli [yüce] herşeyi kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ve mizan [ölçü] içinde muhafaza edip bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir Hafîziyet, [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] insan gibi büyük bir fıtratta, hilâfet-i kübrâ [insanın yeryüzünde temsil ettiği halifelik görevi] gibi bir rütbede,2 emanet-i kübrâ3 [büyük emanet] gibi büyük vazifesi olan beşerin,

120

Rububiyet-i âmmeye [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi] temas eden amelleri ve fiilleri muhafaza edilmesin, muhasebe eleğinden geçirilmesin, adalet terazisinde tartılmasın, şayeste [layık] ceza ve mükâfat çekmesin? Hayır, asla!

Evet, şu kâinatı idare eden Zât, herşeyi nizam ve mizan [ölçü] içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan [ölçü] ise, ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür. Çünkü, görüyoruz, her masnu, [san’at eseri] vücudunda gayet muntazam ve mevzun [ölçülü] yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği suretler dahi, birer intizamlı olduğu halde, heyet-i mecmua[birşeyin geneli, bütün] da bir intizam tahtındadır. Zira, görüyoruz ki, vazifesinin bitmesiyle ömrüne nihayet verilen ve şu âlem-i şehadetten [görünen alem] göçüp giden herşeyin, Hafîz-i Zülcelâl, [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, büyük küçük herşeyi kaydedip koruyan Allah] birçok suretlerini, elvâh-ı mahfuza [her şeyin kaderinin muhafaza edildiği manevî levhalar] hükmünde olanHaşiye hafızalarda ve bir türlü misalî âyinelerde hıfzedip, ekser tarihçe-i hayatını [hayat hikayesi] çekirdeğinde, neticesinde nakşedip yazıyor, zâhir ve bâtın âyinelerde ibkà [bâkîleştirme, sürekli ve kalıcı hale getirme] ediyor. Meselâ beşerin hafızası, ağacın meyvesi, meyvenin çekirdeği, çiçeğin tohumu, kanun-u Hafîziyetin [Allah’ın bütün kâinatta geçerli olan muhafaza edicilik kanunu] azamet-i ihatasını [kuşatıcılığının büyüklüğü] gösteriyor.

Görmüyor musun ki, koca baharın hep çiçekli, meyveli bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] ve bunların kendilerine göre bütün sahâif-i a’mâli [amellerin yazıldığı sahifeler] ve teşkilâtının kanunları ve suretlerinin timsalleri, [görüntü] mahdut [sınırlanmış] bir miktar tohumcuklar içlerinde yazarak muhafaza ediliyor. İkinci bir baharda, onlara göre bir muhasebe içinde, sahife-i amellerini [amellerin yazıldığı sahife] neşredip, kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ve hikmetle koca diğer bir bahar âlemini meydana getirmekle, Hafîziyetin [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] ne derece kuvvetli ihata [herşeyi kuşatma] ile cereyan ettiğini gösteriyor. Acaba geçici, âdi, bekàsız, ehemmiyetsiz şeylerde böyle muhafaza edilirse; âlem-i gaybda, [gayb âlemi, görünmeyen âlem] âlem-i âhirette, [âhiret âlemi] âlem-i ervahta, [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] rububiyet-i âmmede [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi] mühim

121

semere veren beşerin amelleri, hıfz içinde gözetilmek suretiyle, ehemmiyetle zaptedilmemesi kabil [mümkün] midir? Hayır ve asla!

Evet, şu Hafîziyetin [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] bu suretle tecellîsinden anlaşılıyor ki, şu mevcudatın [var edilenler, varlıklar] Mâliki, mülkünde cereyan eden herşeyin inzibatına [âsayiş, düzen] büyük bir ihtimamı var. Hem hâkimiyet vazifesinde nihayet derecede dikkat eder. Hem Rububiyet-i saltanatında gayet ihtimamı gözetir. O derece ki, en küçük bir hadiseyi, en ufak bir hizmeti yazar, yazdırır; mülkünde cereyan eden herşeyin suretini müteaddit [bir çok] şeylerde hıfzeder. Şu Hafîziyet [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] işaret eder ki, ehemmiyetli bir muhasebe-i a’mâl [amellerin değerlendirilmesi] defteri açılacak ve bilhassa mahiyetçe [nitelikçe, özellikçe] en büyük, en mükerrem, [ikram edilen, ikrama mazhar olan] en müşerref bir mahlûk olan insanın büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri, mühim bir hesap ve mizana [ölçü] girecek, sahife-i amelleri [amellerin yazıldığı sahife] neşredilecek.

Acaba hiç kabil [mümkün] midir ki, insan, hilâfet1 ve emanetle2 mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] olsun, Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] külliyât-ı şuûnuna [Allah’ın herşeyi kuşatan işleri ve icraatları] şahit olarak kesret [çokluk] dairelerinde vahdâniyet-i İlâhiyenin [Allah’ın bir ve tek olması] dellâllığını [davetçi, ilan edici] ilân etmekle, ekser mevcudatın [var edilenler, varlıklar] tesbihat ve ibadetlerine müdahale edip zabitlik [subay] ve müşahitlik derecesine çıksın da, sonra kabre girip rahatla yatsın ve uyandırılmasın, küçük büyük her amellerinden sual edilmesin, mahşere gidip Mahkeme-i Kübrâ[âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] görmesin? Hayır ve asla!

Hem bütün gelecek zamanda olanHaşiye mümkinâta [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] kàdir olduğuna, bütün

122

geçmiş zamandaki mucizât-ı kudreti [Allah’ın kudret mu’cizeleri] olan vukuatı şehadet eden ve kıyamet ve haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] pek benzeyen kış ile baharı her vakit bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] icad eden bir Kadîr-i Zülcelâlden, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] insan nasıl ademe gidip kaçabilir, toprağa girip saklanabilir?

Madem bu dünyada ona lâyık muhasebe görülüp hüküm verilmiyor. Elbette bir Mahkeme-i Kübrâ, [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bir saadet-i uzmâya [çok büyük mutluluk] gidecektir.

SEKİZİNCİ HAKİKAT

Bâb-ı Vaad ve Vaîddir. [Allah’ın azap ve cezayla korkutması] İsm-i Cemîl ve Celîlin [sonsuz derecede haşmet, heybet ve görkem sahibi Allah] cilvesidir.

123

Hiç mümkün müdür ki, Alîm-i Mutlak [bilgisi herşeyi kuşatan, sınırsız ilim sahibi olan Allah] ve Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] olan şu masnuatın [san’at eseri] Sânii, [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] tevatürle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] haber verdikleri ve bütün sıddıkîn [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] ve evliyanın icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile şehadet ettikleri mükerrer vaad ve vaîd-i [Allah’ın azap ve cezayla korkutması] İlâhîsini yerine getirmeyip—hâşâ—acz ve cehlini göstersin? Halbuki, vaad ve vaîdinde [Allah’ın azap ve cezayla korkutması] bulunduğu emirler, kudretine hiç ağır gelmez. Pek hafif ve pek kolay; geçmiş baharın hesapsız mevcudatını [var edilenler, varlıklar] gelecek baharda kısmen aynen,Haşiye 1 kısmen mislenHaşiye [benzer] 2 iadesi kadar kolaydır. İfa-yı vaad ise, hem bize, hem herşeye, hem kendisine, hem saltanat-ı Rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] pek çok lâzımdır. Hulfü’l-vaad [sözünden dönme] ise, hem izzet-i iktidarına [gücün haysiyet ve şerefi] zıttır, hem ihata-i ilmiyesine [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] münafidir. [aykırı] Zira, hulfü’l-vaad [sözünden dönme] ya cehilden, [bilgisizlik] ya aczden gelir.

Ey münkir! [Allah’a inanmayan] Bilir misin ki, küfür ve inkârınla ne kadar ahmakça bir cinayet işliyorsun ki, kendi yalancı vehmini, hezeyan[boş söz, saçmalama] aklını, aldatıcı nefsini tasdik edip, hiçbir vech [cihet, yön, taraf] ile hulf [sözünden dönme] ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir vech [cihet, yön, taraf] ile hilâf Onun izzetine [büyüklük, yücelik] ve haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen şeyler ve işler sıdkına [doğruluk] ve hakkaniyetine şehadet eden bir Zâtı tekzip ediyorsun! Nihayetsiz küçüklük içinde nihayetsiz büyük cinayet işliyorsun. Elbette ebedî, büyük cezaya müstehak olursun. “Bazı ehl-i Cehennemin bir dişi, dağ kadar olması,”1 cinayetinin büyüklüğüne bir mikyas [ölçü] olarak haber verilmiş. Misalin şu yolcuya benzer ki, güneşin ziyasından gözünü kapar, kafası içindeki hayaline bakar. Vehmi, bir yıldız böceği gibi, kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir [aydınlatma] etmek istiyor.

Madem şu mevcudat [var edilenler, varlıklar] hak söyleyen sadık kelimeleri, şu hâdisât-ı kâinat [kâinatta meydana gelen olaylar] doğru söyleyen nâtık [konuşan] âyetleri olan Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vaad etmiş. Elbette yapacaktır. Bir Mahkeme-i Kübrâ [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] açacaktır. Bir saadet-i uzmâ [çok büyük mutluluk] verecektir.

124

DOKUZUNCU HAKİKAT

Bâb-ı İhyâ [diriltme kapısı] ve İmâtedir. [öldürme] İsm-i Hayy[Allah’ın gerçek hayat sahibi olduğunu bildiren ismi] Kayyûmun, [herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah] Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] ve Mümîtin [ölümü yaratan Allah] cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, ölmüş, kurumuş koca arzı ihyâ [diriltme, hayat verme] eden; ve o ihyâ [diriltme, hayat verme] içinde, herbiri beşer haşri gibi acip, üç yüz binden ziyade envâ-ı mahlûkatı [varlık türleri] haşir ve neşredip kudretini gösteren; ve o haşir ve neşir [âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve her şeyin ortaya çıkması] içinde, nihayet derecede karışık ve ihtilât [birbirine karışma] içinde nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihata-i ilmiyesini [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] gösteren; ve bütün semavî fermanlarıyla [vahiyle gelmiş emir ve tebliğler] beşerin haşrini [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] vaad etmekle bütün ibâdının enzârını [bakışlar] saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] çeviren; ve bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] baş başa, omuz omuza, el ele verdirip, emir ve iradesi dairesinde döndürüp birbirine yardımcı ve musahhar [boyun eğdirilmiş] kılmakla azamet-i Rububiyetini [Allah’ın bütün varlıkları terbiye ve idare ediciliğinin büyüklüğü] gösteren; ve beşeri, şecere-i kâinatın [kainat ağacı] en cami’ [kapsamlı] ve en nazik ve en nazenin, [ince, duyarlı] en nazdar, [nazlı] en niyazdar bir meyvesi yaratıp kendine muhatap ittihaz [edinme, kabullenme] ederek herşeyi ona musahhar [boyun eğdirilmiş] kılmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadîr-i Rahîm, [çok merhametli ve şefkatli olan ve sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] bir Alîm-i Hakîm, [herşeyi hakkıyla bilen ve hikmetle yaratıp donatan Allah] kıyameti getirmesin, haşri yapmasın ve yapamasın, beşeri ihyâ [diriltme, hayat verme] etmesin veya edemesin, Mahkeme-i Kübrâ[âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] açamasın, Cennet ve Cehennemi yaratamasın? Hâşâ ve kellâ!

Evet, şu âlemin Mutasarrıf-ı Zîşânı, [şan ve şeref sahibi ve herşeyde istediği gibi tasarruf eden Allah] her asırda, her senede, her günde bu dar, muvakkat [geçici] rû-yi zeminde [yeryüzü] haşr-i ekberin [en büyük diriliş, öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma] ve meydan-ı kıyametin [kıyamet meydanı] pek çok emsalini ve nümunelerini ve işârâtını [işaretler] icad ediyor. Ezcümle:

Haşr-i baharîde [bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi] görüyoruz ki, beş altı gün zarfında, küçük ve büyük hayvanat ve nebatattan, [bitki] üç yüz binden ziyade envâı [tür] haşredip [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] neşrediyor. Bütün ağaçların, otların köklerini ve bir kısım hayvanları aynen ihyâ [diriltme, hayat verme] edip iade ediyor.

125

Başkalarını ayniyet [aynılık, aynı oluş] derecesinde bir misliyet [benzer] suretinde icad ediyor. Halbuki, maddeten farkları pek az olan tohumcuklar, o kadar karışmışken, kemâl-i imtiyaz ve teşhis [mükemmel bir seçme ve ayırma] ile, o kadar sür’at ve vüs’at [genişlik] ve suhulet [kolaylık] içinde, kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ve mizan [ölçü] ile, altı gün veya altı hafta zarfında ihya [diriltme] ediliyor.

Hiç kabil [mümkün] midir ki, bu işleri yapan Zâta birşey ağır gelebilsin, semâvât ve arzı [gökler ve yer] altı günde halk edemesin, insanı bir sayha [ses, sesleniş] ile haşredemesin? [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] Hâşâ!

Acaba, muciznümâ [mucizeli] bir kâtip bulunsa, hurufları [harfler] ya bozulmuş veya mahvolmuş üç yüz bin kitabı tek bir sahifede, karıştırmaksızın, galatsız, [hatasız, yanlışsız] sehivsiz, [hatasız] noksansız, hepsini beraber, gayet güzel bir surette, bir saatte yazarsa; birisi sana dese, “Şu kâtip, kendi telif [kaleme alma] ettiği, senin suya düşmüş olan kitabını yeniden, bir dakika zarfında hafızasından yazacak”; sen diyebilir misin ki, “Yapamaz ve inanmam”?

Veyahut bir sultan-ı mucizekâr, [mu’cize gösteren sultan] kendi iktidarını göstermek için veya ibret ve tenezzüh [ferahlama, rahatlama] için, bir işaretle dağları kaldırır, memleketleri tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eder, denizi karaya çevirdiğini gördüğün halde, sonra görsen ki, büyük bir taş dereye yuvarlanmış, o zâtın kendi ziyafetine davet ettiği misafirlerin yolunu kesmiş, geçemiyorlar. Biri sana dese, “O zât, bir işaretle, o taşı, ne kadar büyük olursa olsun, kaldıracak veya dağıtacak; misafirlerini yolda bırakmayacak.” Sen desen ki, “Kaldırmaz veya kaldıramaz.”

Veyahut, bir zât, bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, “O zât, bir boru sesiyle, efradı [bireyler] istirahat için dağılmış olan taburları toplar; taburlar nizamı altına girerler.” Sen desen ki, “İnanmam”; ne kadar divanece hareket ettiğini anlarsın.

İşte, şu üç temsili fehmettinse, bak: Nakkâş-ı Ezelî, [herşeyi zatına has olarak nakış nakış işleyen, evveli olmayan Allah] gözümüzün önünde kışın beyaz sahifesini çevirip, bahar ve yaz yeşil yaprağını açıp, rû-yi arzın [yeryüzü] sahifesinde üç yüz binden ziyade envâı, [tür] kudret ve kader kalemiyle ahsen-i suret [en güzel şekil] üzere yazar. Birbiri içinde, birbirine karışmaz. Beraber yazar; birbirine mani olmaz. Teşkilce, [meydana gelişiyle, oluşuyla] suretçe [şekilce] birbirinden ayrı, hiç şaşırtmaz, yanlış yazmaz.

Evet, en büyük bir ağacın ruh programını, bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte derc [yerleştirme] edip muhafaza eden Zât-ı Hakîm-i Hafîz, [herşeyi koruyup saklayan ve hikmetli bir şekilde yapan Zât, Allah] vefat edenlerin ruhlarını

126

nasıl muhafaza eder, denilir mi? Ve küre-i arzı [yer küre, dünya] bir sapan taşı gibi çeviren Zât-ı Kadîr, [herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] âhirete giden misafirlerinin yolunda nasıl bu arzı kaldıracak veya dağıtacak, denilir mi? Hem, hiçten, yeniden bütün zîhayatın [canlı] ordularını, bütün cesetlerinin taburlarında kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] zerrâtı [atomlar] emr-i كُنْ فَيَكُونُ 1 ile kaydedip yerleştiren, ordular icad eden Zât-ı Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] tabur-misal [tabur gibi] cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrât-ı esasiye [asıl parçalar] ve eczâ-yı asliyesini [esas parçalar] bir sayha [ses, sesleniş] ile nasıl toplayabilir, denilir mi?

Hem bu bahar haşrine [bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi] benzeyen, dünyanın her devrinde, her asrında, hattâ gece gündüzün tebdilinde, [başka bir şeyle değiştirme] hattâ cevv-i havada [gökyüzü, atmosfer] bulutların icad ve ifnâsında [öldürme, yok etme] haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] nümune ve misal ve emare olacak ne kadar nakışlar [işleme] yaptığını gözünle görüyorsun. Hattâ, eğer hayalen bin sene evvel kendini farz etsen, sonra zamanın iki cenahı [kanat] olan mazi [geçmiş] ile müstakbeli [gelecek] birbirine karşılaştırsan; asırlar, günler adedince misal-i haşir [haşrin benzeri] ve kıyametin nümunelerini göreceksin. Sonra, bu kadar nümune ve misalleri müşahede ettiğin halde, haşr-i cismânîyi [âhirette beden ve ruhla birlikte yeniden diriltilme] akıldan uzak görüp istib’âd [akıldan uzak görme] etmekle inkâr etsen, ne kadar divanelik olduğunu sen de anlarsın. Bak, Ferman-ı Âzam, [çok büyük ferman, buyruk] bahsettiğimiz hakikate dair ne diyor:

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 2

Elhasıl: [kısaca, özetle] Haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] mâni hiçbir şey yoktur. Muktazî [gerekçe] ise, herşeydir. Evet, mahşer-i acaip [hayret uyandırıcı olayların toplandığı yeri] olan şu koca arzı, âdi bir hayvan gibi imâte [öldürme] ve ihyâ [diriltme, hayat verme] eden ve beşer ve hayvana hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan ve güneşi onlara şu misafirhanede ışık verici ve ısındırıcı bir lâmba eden, seyyârâtı [gezegenler] meleklerine tayyare yapan bir Zâtın,

127

bu derece muhteşem ve sermedî [daimi, sürekli] Rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve bu derece muazzam ve muhît [her şeyi kuşatan] hâkimiyeti, elbette, yalnız böyle geçici, devamsız, bîkarar, [kararsız] ehemmiyetsiz, mütegayyir, [değişen] bekàsız, nâkıs, [eksik] tekemmülsüz [olgunlaşmamış] umûr-u dünya [dünya işleri] üzerinde kurulmaz ve durmaz. Demek, Ona şayeste, [layık] daimî, berkarar, [kararlı, yerleşmiş] zevâlsiz, [batmayan] muhteşem bir diyar-ı âhar [başka memleket] var, başka bâki bir memleketi vardır. Bizi onun için çalıştırır. Oraya davet eder. Ve oraya nakledeceğine, zahirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna [huzura yakınlık] müşerref olan bütün ervâh-ı neyyire ashabı, [nur saçan ruh sahipleri] bütün kulûb-u münevvere aktâbı, [nurlu kalb sahiplerinin en önde gelenleri, büyük velîler gibi] bütün ukul-u nuraniye erbabı [aydın akılların erbabı, âlimler gibi] şehadet ediyorlar ve bir mükâfat ve mücazat [ceza] ihzar [hazırlama] ettiğini müttefikan [birleşerek] haber veriyorlar ve mükerreren [defalarca] pek kuvvetli vaad ve pek şiddetli tehdit eder, naklederler.

Hulfü’l-vaad [sözünden dönme] ise, hem zillet, [alçaklık] hem tezellüldür; [alçalma] hiçbir cihetle celâl-i kudsiyetine [kutsal büyüklük, haşmet] yanaşamaz. Hulfü’l-vaîd [söz verdiği halde azap ve cezayı yerine getirmeme] ise, ya aftan, ya aczden gelir. Halbuki küfür cinayet-i mutlakadır;Haşiye [sınırsız cinayet] affa kabil [mümkün] değil. Kadîr-i Mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] ise, aczden münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve mukaddestir.

128

Şahitler, muhbirler ise, mesleklerinde, meşreplerinde, [hareket tarzı, metod] mezheplerinde muhtelif oldukları halde, kemâl-i ittifakla şu meselenin esasında müttehiddirler. [aynı noktada birleşen] Kesretçe [çokluk] tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] derecesindedirler. Keyfiyetçe icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] kuvvetindedirler. Mevkice herbiri nev-i beşerin bir yıldızı, bir taifenin gözü, bir milletin azizidirler. Ehemmiyetçe şu meselede hem ehl-i ihtisas, [sahasında uzman olan kimseler] hem ehl-i ispattırlar. Halbuki bir fende veya bir san’atta iki ehl-i ihtisas, [sahasında uzman olan kimseler] binler başkalara müreccahtırlar [tercih edilen] ve ihbarda iki müsbit, [ispat edici] binler nâfîlere [faydalı, yararlı] tercih edilir. Meselâ, Ramazan hilâlinin sübutunu [bir şeyin var olması] ihbar eden iki adam, binler münkirlerin [Allah’a inanmayan] inkârlarını hiçe atarlar.

Elhasıl, [kısaca, özetle] dünyada bundan daha doğru bir haber, daha sağlam bir dâvâ, daha zahir bir hakikat olamaz. Demek, şüphesiz dünya bir mezraadır. [tarla] Mahşer ise bir beyderdir, [harman yeri] harmandır. Cennet, Cehennem ise birer mahzendir. [depo]

ONUNCU HAKİKAT

Bâb-ı Hikmet, [Hikmet kapısı] İnâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] Rahmet, Adalettir.

İsm-i Hakîm, [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Âdil, Rahîmin cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, şu bekàsız misafirhane-i dünyada [dünya misafirhanesi] ve şu devamsız meydan-ı imtihanda [imtihan meydanı] ve şu sebatsız [değişken] teşhirgâh-ı arzda [dünya sergisi] bu derece bâhir [açık] bir hikmet, bu derece zahir bir inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve bu derece kahir [üstün] bir adalet ve bu derece vâsi [geniş] bir merhametin âsârını [eserler/asırlar] gösteren Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâlin [bütün mülkün gerçek sahibi, büyüklük ve haşmet sahibi olan Allah] daire-i memleketinde [memleket dairesi] ve âlem-i mülk ve melekût [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] unda [varlığın dış ve iç yüzü] daimî meskenler, ebedî sakinler, bâki makamlar, mukim [ikamet eden, oturan] mahlûklar [varlıklar] bulunmayıp, şu görünen hikmet, inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] adalet, merhametin hakikatleri hiçe insin?

Hem hiç kabil [mümkün] midir ki, o Zât-ı Hakîm, [herşeyi bir maksat ve gayeye yönelik olarak hikmetle yapan Zât, Allah] şu insanı bütün mahlûkat içinde

129

kendine küllî muhatap ve cami’ [kapsamlı] bir âyine [ayna] yapıp bütün hazâin-i rahmetinin [Allah’ın rahmet hazineleri] müştemilâtını [içindekiler] ona tattırsın, hem tarttırsın, hem tanıttırsın, kendini bütün esmâsıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin; sonra, o biçare insanı o ebedî memleketine göndermesin, o daimî saadetgâha davet edip mes’ud etmesin?

Hem hiç makul müdür ki, hattâ çekirdek kadar herbir mevcuda bir ağaç kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin, semereleri [meyve] kadar maslahatları [amaç, yarar] taksın da, bütün o vazifeye, o hikmetlere, o maslahatlara, [amaç, yarar] dünyaya müteveccih [yönelen] yalnız bir çekirdek kadar gaye versin? Bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevî bekàsını gaye yapsın? Ve bunları âlem-i mânâya [maddî gözle görünmeyen mânevî âlem] çekirdekler ve âlem-i âhirete [âhiret âlemi] bir mezraa [tarla] yapmasın, ta hakikî ve lâyık gayelerini versinler? Ve bu kadar mühim ihtifâlât-ı mühimmeyi [önemli merasimler] gayesiz, boş, abes bıraksın; onların yüzünü âlem-i mânâya, [maddî gözle görünmeyen mânevî âlem] âlem-i âhirete [âhiret âlemi] çevirmesin, ta asıl gayeleri ve lâyık meyvelerini göstersin?

Evet, hiç mümkün müdür ki, bu şeyleri böyle hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] yapmakla, kendi evsâf-ı hakikiyesi [gerçek özellikler] olan Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Âdil, Rahîmin zıtlarıyla—hâşâ, sümme hâşâ—muttasıf [asla, kesinlikle öyle değil] gösterip hikmet ve keremine, [cömertlik] adl [adalet] ve rahmetine delâlet eden bütün kâinatın hakaikını [doğru gerçekler] tekzip etsin, bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] şehadetlerini reddetsin, bütün masnuatın [san’at eseri] delâletlerini iptal etsin?

Hem hiç akıl kabul eder mi ki, insanın başına ve içindeki havassına [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] saçları adedince vazifeler yükletsin de, yalnız bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviye [dünyaya ait ücret] versin? Adalet-i hakikiyesine [gerçek adalet] zıt olarak ve hikmet-i hakikiyesine [felsefenin karşısında Kur’ân’ın koyduğu gerçek hikmet] münafi, [aykırı] mânâsız iş yapsın?

Hem hiç mümkün müdür ki, bir ağaca taktığı neticeler, meyveler miktarınca herbir zîhayata, [canlı] belki lisan gibi herbir uzvuna, belki herbir masnua [san’at eseri] o derece hikmetleri, maslahatları [amaç, yarar] takmakla kendisinin bir Hakîm-i Mutlak [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] olduğunu ispat

130

edip göstersin; sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların [amaç, yarar] en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin, maslahatların [amaç, yarar] menbaı [kaynak] ve gayesi olan bekà ve lika[Allah’a kavuşma] ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vermeyip terk ederek bütün işlerini abesiyet-i mutlaka [akla ve gerçeğe tamamen aykırılık] derekesine [aşağı derece] düşürsün; ve kendini o zâta benzetsin ki, öyle bir saray yapar, herbir taşında binlerce nakışlar, [işleme] herbir tarafında binler ziynetler ve herbir menzilinde binler kıymettar âlât [aletler] ve levâzımât-ı beytiye [ev için gerekli olan şeyler] bulundursun da, sonra ona dam yapmasın, herşey çürüsün, beyhude bozulsun? Hâşâ ve kellâ!

Hayr-ı mutlaktan [her yönüyle hayırlı olan] hayır gelir. Cemîl-i Mutlaktan [sınırsız güzellik sahibi Allah] güzellik gelir. Hakîm-i Mutlaktan [her şeyi bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde yaratan sınırsız hikmet sahibi Allah] abes birşey gelmez. Evet, her kim fikren tarihe binip mazi [geçmiş] cihetine gitse, şu zaman-ı hazırda [şimdiki zaman] gördüğümüz menzil-i dünya, [dünya durağı] meydan-ı iptilâ, [imtihan meydanı] meşher-i eşya [varlıkların sergilendiği yer] gibi, seneler adedince vefat etmiş menziller, meydanlar, meşherler, âlemler görecek. Suretçe, [şekilce] keyfiyetçe birbirinden ayrı oldukları halde intizamca, acaipçe, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kudret ve hikmetini göstermekçe birbirine benzer.

Hem görecek ki, o sebatsız [değişken] menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekàsız meşherlerde [sergi] o kadar bâhir [açık] bir hikmetin intizâmâtı, [düzenler, tertipler] o derece zahir bir inâyetin [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] işârâtı, [işaretler] o mertebe kahir [üstün] bir adaletin emârâtı, [belirtiler, işaretler] o derece vâsi [geniş] bir merhametin semerâtını [meyve] görecek. Basiretsiz olmamak şartıyla yakinen bilecek ki, o hikmetten daha ekmel [daha mükemmel] bir hikmet olamaz; ve o âsârı [eserler/asırlar] görünen inâyetten [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] daha ecmel [daha güzel] bir inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] kabil [mümkün] değil; ve o emârâtı [belirtiler, işaretler] görünen adaletten daha ecell [daha büyük] bir adalet yoktur; ve o semerâtı [meyve] görünen merhametten daha eşmel [daha kapsamlı] bir merhamet tasavvur edilmez.

Eğer, farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, şu işleri çeviren, şu misafirleri ve misafirhaneleri değiştiren Sultan-ı Sermedînin [egemenliğinin sonu olmayan Allah] daire-i memleketinde [memleket dairesi] daimî menziller, âli [yüce]

131

mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim [ikamet eden, oturan] ahali, mes’ud ibâdı bulunmazsa; ziya, hava, su, toprak gibi kuvvetli ve şümul[kapsam] dört anâsır-ı mâneviye [mânevî unsurlar] olan hikmet, adalet, inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] merhametin hakikatlerini nefyetmek [inkâr etmek] ve o anâsır-ı zahiriye [görünen unsurlar; toprak, ateş, hava, su] gibi görünen vücutlarını inkâr etmek lâzım gelir. Çünkü, şu bekàsız dünya ve mâfîhâ, [içindekiler] onların tam hakikatlerine mazhar [erişme, nail olma] olamadığı malûmdur. Eğer başka yerde dahi onlara tam mazhar [erişme, nail olma] olacak mekân bulunmazsa, o vakit, gündüzü dolduran ziyayı gördüğü halde güneşin vücudunu inkâr etmek derecesinde bir divanelikle, şu herşeyde bulunan gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek, şu nefsimizde ve ekser eşyada her vakit müşahede ettiğimiz inâyeti [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı [belirtiler, işaretler] görünen adaleti inkâr etmekHaşiye ve şu her yerde gördüğümüz merhameti inkâr etmek lâzım geldiği gibi; şu kâinatta gördüğümüz icraat-ı hakîmâne [hikmetli bir şekilde yapılan icraatlar] ve ef’âl-i kerîmâne [cömertçe ve iyilikle yapılan işler] ve ihsânât-ı rahîmânenin [şefkat ve merhametle yapılan ihsanlar, ba-ğışlar] sahibini—hâşâ, sümme hâşâ—sefih [asla, kesinlikle öyle değil] bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lâzım gelir ki, nihayetsiz muhal [bâtıl, boş söz]

132

bir inkılâb-ı hakaiktir. [gerçeklerin değişmesi] Hattâ, herşeyin vücudunu ve kendi nefsinin vücudunu inkâr eden ahmak Sofestâîler [kâinatın Yaratıcısını kabul etmemek için herşeyi, hattâ kendini dahi inkâr eden bir felsefî ekole bağlı kimse] dahi bunun tasavvuruna kolay kolay yanaşamazlar.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Şu görünen şuûnat, [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] dünyadaki vüs’atli [geniş] içtimaat-ı hayatiye [hayatın devamlılığını sağlayan parçaların bir araya gelmesi] ve sür’atli iftirakat-ı mevtiye [ölümle gelen ayrılıklar] ve haşmetli toplanmalar ve çabuk dağılmalar ve azametli ihtifâlât [törenler, merasimler] ve büyük tecelliyat ile ve onların bu âleme ait, bu dünya-yı fânide, kısa bir zamanda, malûmumuz olan semerât-ı cüz’iyeleri, [az miktardaki verim] ehemmiyetsiz ve muvakkat [geçici] gayeleri mabeyninde [ara] hiç münasebet olmadığından, adeta küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler, gayeler takmak, bir büyük dağa bir küçük taş gibi muvakkat [geçici] bir gaye-i cüz’iye [küçük bir gaye] vermeye benzer ki, hiçbir akıl ve hikmete uygun gelemez.

Demek, şu mevcudat [var edilenler, varlıklar] ve şuûnat [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ile ve dünyaya ait gayeleri ortasında bu derece nisbetsizlik, [ölçüsüzlük, oransızlık] kat’iyen [kesinlikle] şehadet eder ki, bu mevcudatın [var edilenler, varlıklar] yüzleri âlem-i mânâya [maddî gözle görünmeyen mânevî âlem] müteveccihtir; [yönelen] münasip meyveleri orada veriyor. Ve gözleri Esmâ-i Kudsiyeye [Allah’ın kutsal isimleri] dikkat ediyor. Gayeleri o âleme bakıyor. Ve özleri dünya toprağı altında, sünbülleri [başak] âlem-i misalde [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] inkişaf [açığa çıkma] ediyor. İnsan, istidadı [kabiliyet] nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul alıyor.

Evet, şu eşyanın esmâ-i İlâhiyeye ve âlem-i âhirete [âhiret âlemi] müteveccih [yönelen] yüzlerine baksan göreceksin ki, mucize-i kudret [Allah’ın kudret mu’cizesi] olan herbir çekirdeğin bir ağaç kadar gayesi var. Kelime-i hikmet [hikmet ifade eden kelime] olan herbir çiçeğin,Haşiye bir ağaç çiçekleri kadar mânâları var. Ve o harika-i san’at [san’at harikası] ve manzume-i rahmet [rahmet dizilişleri] olan herbir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri var. Bizlere rızık olması ise, o binler hikmetlerinden

133

birtek hikmettir ki, vazifesi biter, mânâsını ifade eder, vefat eder, midemizde defnedilir.

Madem bu fâni eşya başka yerde bâki meyveler verirler ve daimî suretler bırakır ve başka cihette ebedî mânâlar ifade eder, sermedî [daimi, sürekli] tesbihat yapar. Ve insan ise, onların şu cihetine bakan yüzlerine bakmakla insan olur, fânide bâkiye yol bulur. Demek bu hayat ve mevt [ölüm] içinde yuvarlanan, toplanıp dağılan mevcudat [var edilenler, varlıklar] içinde başka maksat var. Temsilde kusur yoktur; şu ahval, [durumlar] taklit ve temsil için teşkil ve tertip edilen ahvâle [haller] benzer. Nasıl büyük masrafla kısa içtimalar, [bir araya gelme, toplanma] dağılmalar yapılıyor; ta suretler alınsın, terkip [birleşim, sentez] edilsin, sinemada daim gösterilsin. Onun gibi, bu dünyada kısa bir müddet zarfında hayat-ı şahsiye [kişisel hayat] ve hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] geçirmenin bir gayesi şudur ki, suretler alınıp terkip [birleşim, sentez] edilsin, netice-i amelleri [yapılan işin neticesi] alınıp hıfz edilsin; ta, bir mecma-ı ekberde [çok büyük toplanma yeri] muhasebesi görülsün ve bir meşher-i azamda gösterilsin ve bir saadet-i uzmaya istidadı [kabiliyet] gösterilsin. Demek, hadis-i şerifte, “Dünya âhiret mezraasıdır”1 [tarla] diye, bu hakikatı ifade ediyor.

Madem dünya var. Ve dünya içinde bu âsârıyla [eserler/asırlar] hikmet ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve rahmet ve adalet var. Elbette, dünyanın vücudu gibi kat’î olarak, âhiret de var. Madem dünyada herşey bir cihette o âleme bakıyor. Demek oraya gidiliyor. Âhireti inkâr etmek, dünya ve mâfîhâ[içindekiler] inkâr etmek demektir.

Demek, ecel ve kabir insanı beklediği gibi, Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor.

ON BİRİNCİ HAKİKAT

Bâb-ı İnsaniyettir.

İsm-i Hakkın cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ve Mâbûd-u Bilhak, [hakkıyla ibadete layık olan Allah] insanı şu kâinat içinde rububiyet-i mutlakasına [Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] ve umum âlemlere rububiyet-i âmmesine [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi] karşı

134

en ehemmiyetli bir abd [köle] ve hitâbât-ı Sübhâniyesine [her türlü kusur ve noksanlıktan uzak olan Allah’ın kendine has hitap ve konuşmaları] en mütefekkir [düşünen] bir muhatap ve mazhariyet-i esmâsına [Allah’ın isimlerinin yansıma ve görünme yeri] en cami’ [kapsamlı] bir âyine [ayna] ve onu İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] tecellîsine ve her isimde bulunan İsm-i Âzamlık [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] mertebesinin tecellîsine mazhar [erişme, nail olma] bir ahsen-i takvimde, [en güzel biçim, tam kıvam] en güzel bir mucize-i kudret [Allah’ın kudret mu’cizesi] ve hazâin-i rahmetinin [Allah’ın rahmet hazineleri] müştemilâtını [içindekiler] tartmak, tanımak için, en ziyade mizan [ölçü] ve âletlere mâlik bir müdakkik [dikkatli] ve nihayetsiz nimetlerine en ziyade muhtaç ve fenadan en ziyade müteellim [acı çeken] ve bekàya en ziyade müştak [arzulu, aşırı istekli] ve hayvanat içinde en nazik ve en nazdar [nazlı] ve en fakir ve en muhtaç ve hayat-ı dünyeviyece [dünya hayatı] en müteellim [acı çeken] ve en bedbaht ve istidatça [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] en ulvî ve en yüksek surette, mahiyette yaratsın da, onu müstaid [doğuştan yetenekli, kàbiliyetli] olduğu ve müştak [arzulu, aşırı istekli] olduğu ve lâyık olduğu bir dar-ı ebedîye [sonsuzluk yurdu] göndermeyip, hakikat-i insaniyeyi [insanın gerçek mahiyeti] iptal ederek, kendi hakkaniyetine taban tabana zıt ve hakikat nazarında çirkin bir haksızlık etsin?

Hem hiç kabil [mümkün] midir ki, Hâkim-i Bilhak, [hak ve adalet ile hükmeden, yargılayan Allah] Rahîm-i Mutlak, [herbir varlığa hususî rahmet tecellisi olan sınırsız şefkat ve merhamet sahibi Allah] insana öyle bir istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emanet-i kübrâ[büyük emanet] tahammül edip, yani küçücük, cüz’î [ferdî, küçük] ölçüleriyle, san’atçıklarıyla Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] muhît [her şeyi kuşatan] sıfatlarını, küllî şuûnâtını, [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] nihayetsiz tecelliyâtını ölçerek bilip; hem yerde en nazik, nazenin, [ince, duyarlı] nazdar, [nazlı] âciz, zayıf yaratıp, halbuki bütün yerin nebatî [bitkisel] ve hayvanî olan mahlûkatına bir nevi tanzimat memuru yapıp, onların tarz-ı tesbihat [tesbihat şekli, Allah’ı anma usulü] ve ibadetlerine müdahale ettirip, kâinattaki icraat-ı İlâhiyeye [Allah’ın icraat ve faaliyeti] küçücük mikyasta [ölçü] bir temsil gösterip Rububiyet-i Sübhâniyeyi [her türlü kusur ve noksandan yüce olan Allah’ın bütün varlık âlemini terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutması] fiilen ve kàlen [sözle] kâinatta ilân ettirmek,

135

meleklerine tercih edip hilâfet rütbesini verdiği halde; ona, bütün bu vazifelerinin gayesi ve neticesi ve semeresi [meyve] olan saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vermesin? Onu bütün mahlûkatının en bedbaht, en biçare, en musibetzede, en dertmend, [dertli] en zelil [aşağılanan] bir derekeye [aşağı derece] atıp, en mübarek, nuranî ve âlet-i tes’id [mutluluğa ulaştırma aleti] bir hediye-i hikmeti [hikmet hediyesi] olan aklı, o biçareye en meş’um [kötü] ve zulmânî bir alet-i tâzip [azap verme aleti] yapıp, hikmet-i mutlakasına [sınırsız hikmet; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması] büs bütün zıt ve merhamet-i mutlakasına [sınırsız merhamet] külliyen münafi [aykırı] bir merhametsizlik etsin? Hâşâ ve kellâ!

Elhasıl: [kısaca, özetle] Nasıl hikâye-i temsiliyede [analojik, benzetmeye dayanan kıyaslamalı hikâye] bir zabitin [subay] cüzdanına ve defterine bakıp görmüştük ki: Hem rütbesi, hem vazifesi, hem maaşı, hem düstur-u hareketi, [hareket etme kanunu, kuralı] hem cihazatı bize gösterdi ki, o zabit, [subay] o muvakkat [geçici] meydan için değil; belki müstekar [karar kılınan yer] bir memlekete gidecek de ona göre çalışıyor. Aynen onun gibi, insanın kalb cüzdanındaki letâif [duygular] ve akıl defterindeki havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve istidadındaki [kabiliyet] cihazat, tamamen ve müttefikan [birleşerek] saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] müteveccih [yönelen] ve ona göre verilmiş ve ona göre teçhiz edilmiş olduğuna ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] ve keşif müttefiktirler. Ezcümle:

Meselâ, aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi [resimleyici, suret verici] olan kuvve-i hayaliyeye [hayal gücü] denilse ki, “Sana bir milyon sene ömürle saltanat-ı dünya [dünya saltanatı] verilecek; fakat âhirde mutlaka hiç olacaksın.” Tevehhüm [kuruntu] aldatmamak, nefis karışmamak şartıyla, “Oh” yerine “Ah” diyecek ve teessüf [eseflenme, üzülme] edecek. Demek, en büyük fâni, en küçük bir alet ve cihazat-ı insaniyeyi [insana ait cihazlar, duygular] doyuramıyor.

İşte bu istidattandır [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ki, insanın ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihata [herşeyi kuşatma] etmiş efkârları [fikirler] ve ebedî saadetlerinin envâına [tür] yayılmış arzuları gösterir ki, bu insan ebed için halk edilmiş ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine bir intizar [bekleme] salonudur.

136

ON İKİNCİ HAKİKAT

Bâb-ı Risaletve’t-Tenzil dir.

Bismillâhirrahmânirrahîm’in cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, bütün enbiya, [nebiler, peygamberler] mucizelerine istinad ederek sözünü teyid ettikleri ve bütün evliya, keşif ve kerametlerine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] istinad edip dâvâsını tasdik ettikleri ve bütün asfiya, [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] tahkikatına [araştırma, inceleme] istinad ederek hakkaniyetine şehadet ettikleri Resul-i Ekrem Sallâllahu Aleyhi ve Sellemin tahakkuk [gerçekleşme] etmiş bin mucizâtının [bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeyler] kuvvetine istinad edip bütün kuvvetiyle, hem kırk vech [cihet, yön, taraf] ile mucize olan Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] binler âyât-ı kat’iyesine [kesin âyetler] istinad ederek bütün kat’iyetle açtıkları âhiret yolunu ve küşad [açma] ettikleri Cennet kapısını, sinek kanadı kadar kuvveti bulunmayan vâhi [zayıf, önemsiz] vehimler, ne haddi var ki kapatabilsin?

ba

Geçen Hakikatlerden anlaşıldı ki, haşir meselesi öyle râsih [sağlam, yerleşmiş] bir hakikattir ki, küre-i arzı [yer küre, dünya] yerinden kaldıracak, kırıp atacak bir kuvvet o hakikati sarsamaz. Zira, o hakikati Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bütün esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfâtının iktizasıyla [bir şeyin gereği] tesbit ediyor. Ve Resul-i Ekremi bütün mucizat ve berâhiniyle [deliller] tasdik ediyor. Ve Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bütün hakaik [doğru gerçekler] ve âyâtıyla onu ispat ediyor. Ve şu kâinat bütün âyât-ı tekvîniye [kâinatta Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar] ve şuûnât-ı hakîmânesiyle [hikmetli bir şekilde yapılan işler] şehadet ediyor. Acaba hiç mümkün müdür ki, haşir meselesinde Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] ile bütün mevcudat-kâfirler [var edilenler, varlıklar] müstesna olarak-ittifak etmiş olsun; kıl kadar kuvveti olmayan şüpheler, şeytanî vesveseler, o dağ gibi hakikat-i râsiha-i âliyeyi [yüce ve sağlam gerçek] sarssın, yerinden kaldırsın? Hâşâ ve kellâ!

Sakın zannetme, delâil-i haşriye [haşre ait deliller] bahsettiğimiz On İki Hakikate münhasırdır.

137

Hayır, belki yalnız Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] geçen şu On İki Hakikatleri bize ders verdiği gibi, daha binler vücuha [vecihler, yönler] işaret edip, herbir vecih [yön] kavî [güçlü, kuvvetli] bir emaredir ki, Hâlıkımız [her şeyi yaratan Allah] bizi bu dar-ı fâniden [gelip geçici yer, dünya] bir dar-ı bâkiye [devamlı ve kalıcı yer, âhiret] nakledecektir.

Hem sakın zannetme ki, haşri iktiza [bir şeyin gereği] eden esmâ-i İlâhiye, bahsettiğimiz gibi yalnız Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Rahîm, Âdil, Hafîz isimlerine münhasırdır. Hayır, belki kâinatın tedbirinde tecellî eden bütün esmâ-i İlâhiye âhireti iktiza [bir şeyin gereği] eder, belki istilzam [gerektirme] eder.

Hem zannetme ki, haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] delâlet eden kâinatın âyât-ı tekvîniyesi [kâinatta Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar] şu geçen bahsettiğimize münhasırdır. Hayır, belki ekser mevcudatta [var edilenler, varlıklar] sağa sola açılır perdeler gibi vecih [yön] ve keyfiyetleri vardır ki, bir vechi Sânie [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] şehadet ettiği gibi, diğer vechi de haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] işaret eder. Meselâ, insanın ahsen-i takvimdeki [en güzel biçim, tam kıvam] hüsn-ü masnuiyeti [sanatındaki güzellik] Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] gösterdiği gibi, o ahsen-i takvimdeki [en güzel biçim, tam kıvam] kabiliyet-i camiasıyla [çok kapsamlı kabiliyet] kısa bir zamanda zevâl [batış, kayboluş] bulması, haşri gösterir. Bazı kere bir vech [cihet, yön, taraf] ile iki nazarla bakılsa, hem Sânii, [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] hem haşri gösterir. Meselâ, ekser eşyada görünen hikmetin tanzimi, inâyetin [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] tezyini, adaletin tevzini ve rahmetin taltifi, [güzellikle muamele etmek] nasıl ki mahiyetlerine bakılsa bir Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Âdil, Rahîmin dest-i kudretinden [Allah’ın kudret eli] çıktığını gösterirler. Onun gibi, bunların kuvveti ve hadsizlikleriyle beraber şunların mazharları olan şu fâni mevcudatın [var edilenler, varlıklar] ehemmiyetsiz ve az yaşamasına bakılsa, âhiret görünür.

Demek ki, herşey lisan-ı hâl [hal dili] ile “Âmentü billâhi ve bi’l-yevmi’l-âhir[“Allah’a ve âhiret gününe iman ettim”] okuyor ve okutturuyor.

ba

138

 Hâtime

GEÇEN ON İKİ HAKİKAT, birbirini teyid eder, birbirini tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] eder, birbirine kuvvet verir. Bütün onlar birden ittihad [birleşme] ederek neticeyi gösterir. Hangi vehmin haddi var, şu demir gibi, belki elmas gibi on iki muhkem [değiştirilemez] surları delip geçebilsin, ta hısn-ı hasinde [çok sağlam kale] olan haşr-i imanîyi [haşre iman] sarssın?

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ 1 âyet-i kerîmesi ifade ediyor ki, bütün insanların halk olunması ve haşredilmesi, [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] kudret-i İlâhiyeye [Allah’ın güç ve iktidarı] nisbeten birtek insanın halkı ve haşri gibi âsândır. [kolay]

Evet, öyledir. Nokta namında bir risalede, haşir bahsinde şu âyetin ifade ettiği hakikati tafsilen yazmışım. Burada yalnız bir kısım temsilâtıyla [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] hülâsasına [esas, öz] bir işaret edeceğiz. Eğer istersen o Nokta’ya müracaat et.2

Mesela, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 3 temsilde kusur yok, nasıl ki, nuraniyet sırrıyla, güneşin cilvesi kendi ihtiyarıyla olsa da bir zerreye suhuletle [kolaylıkla] verdiği cilveyi, aynı suhuletle [kolaylıkla] hadsiz şeffâfâta [saydam şeyler] da verir.

Hem şeffâfiyet [saydamlık] sırrıyla, bir zerre-i şeffâfenin [saydam zerre, atom] küçük gözbebeği, güneşin aksini almasında, denizin geniş yüzüne müsavidir. [eşit]

Hem intizam sırrıyla, bir çocuk parmağıyla gemi suretindeki oyuncağını çevirdiği gibi, kocaman bir diritnotu [büyük harp gemisi] da çevirir.

139

Hem imtisal [bağlanma, boyun eğme] sırrıyla, bir kumandan birtek neferi bir arş emriyle tahrik ettiği gibi, bir koca orduyu da aynı kelime ile tahrik eder.

Hem muvazene [karşılaştırma/denge] sırrıyla, cevv-i fezada [uzay boşluğu] bir terazi—ki, öyle hakikî, hassas ve o derece büyük farz edelim ki, iki ceviz terazinin iki gözüne konulsa hisseder; ve iki güneşi de istiab [içine alma, kaplama] edip tartar—o iki kefesinde bulunan iki cevizi birini semâvâta, birini yere indiren aynı kuvvetle, iki şems bulunsa birini Arşa, diğerini ferşe [yer] kaldırır, indirir.

Madem şu âdi, nâkıs, [eksik] fâni mümkinatta [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] nuraniyet ve şeffâfiyet [saydamlık] ve intizam ve imtisal [bağlanma, boyun eğme] ve muvazene [karşılaştırma/denge] sırlarıyla en büyük şey en küçük şeye müsavi [eşit] olur. Hadsiz, hesapsız şeyler birtek şeye müsavi [eşit] görünür. Elbette, Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] zâtî ve nihayetsiz ve gayet kemâlde olan kudretinin nuranî tecelliyâtı ve melekûtiyet-i eşyanın [eşyanın iç yüzü, esas mahiyeti] şeffâfiyeti [saydamlık] ve hikmet ve kaderin intizâmâtı [düzenler, tertipler] ve eşyanın evâmir-i tekvîniyesine [Allah’ın kâinata koyduğu yaratılışa ait emirler, kanunlar] kemâl-i imtisali [tam ve mükemmel bir şekilde emre uyma] ve mümkinatın [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] vücut ve ademinin müsavatından [eşitlik] ibaret olan imkânındaki muvazenesi sırlarıyla, az çok, büyük küçük Ona müsavi [eşit] olduğu gibi, bütün insanları birtek insan gibi bir sayha [ses, sesleniş] ile haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] getirebilir.

Hem birşeyin kuvvet ve zaafça [zayıflık, güçsüzlük] meratibi, [mertebeler] o şeyin içine zıddının müdahalesidir. Meselâ hararetin derecatı, [dereceler] soğuğun müdahalesidir. Güzelliğin meratibi, [mertebeler] çirkinliğin müdahalesidir. Ziyanın tabakatı, karanlığın müdahalesidir. Fakat birşey zâtî olsa, ârızî [asla ait olmayıp sonradan ortaya çıkan] olmazsa, onun zıddı ona müdahale edemez. Çünkü cem-i zıddeyn [iki zıddın bir arada olması] lâzım gelir. Bu ise muhaldir. Demek, asıl, zâtî olan birşeyde meratip [mertebeler, dereceler] yoktur.

Madem Kadîr-i Mutlakın [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] kudreti zâtîdir, mümkinat [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] gibi ârızî [asla ait olmayıp sonradan ortaya çıkan] değildir ve kemâl-i mutlaktadır. [her yönüyle mükemmel olma] Onun zıddı olan acz ise, muhaldir ki tedahül [iç içe geçme] etsin. Demek, bir baharı halk etmek, Zât-ı Zülcelâline [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] bir çiçek kadar ehvendir. Eğer esbaba isnad edilse, bir çiçek bir bahar kadar ağır olur. Hem bütün insanları ihyâ [diriltme, hayat verme] edip haşretmek, [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] bir nefsin ihyâ[diriltme, hayat verme] gibi kolaydır.

140

Mesele-i haşrin [haşir konusu] başından buraya kadar olan temsil suretlerine ve hakikatlerine dair olan beyanatımız, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] feyzindendir. Nefsi teslime, kalbi kabule ihzardan [hazırlama] ibarettir. Asıl söz ise Kur’ân’ındır. Zira söz odur ve söz onundur.1 Dinleyelim:

فَلِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ 2* فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 3

قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ * قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِۤى اَنْشَاَهَۤا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ 4* يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَىْءٌ عَظِيمٌ * يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّۤا اَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكَارٰى وَمَا هُمْ بِسُكَارٰى وَلٰكِنَّ عَذَابَ اللهِ شَدِيدٌ * 5

اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ لاَ رَيْبَ فِيهِ وَمَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللهِ حَدِيثًا 6* اِنَّ اْلاَبْرَارَ لَفِى نَعِيمٍ * وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِى جَحِيمٍ * 7

اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا * وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا * وَقَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا * يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا * بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَا * يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ اَشْتَاتًا لِيُرَوْا

141

اَعْمَالَهُمْ * فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ * وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ * 1

اَلْقَارِعَةُ * مَا الْقَارِعَةُ * وَمَۤا اَدْرٰيكَ مَا الْقَارِعَةُ * يَوْمَ يَكُونُ النَّاسُ كَالْفَرَاشِ الْمَبْثُوثِ * وَتَكُونُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِ الْمَنْفُوشِ * فَاَمَّا مَنْ ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ * فَهُوَ فِى عِيشَةٍ رَاضِيَةٍ * وَاَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ * فَاُمُّهُ هَاوِيَةٌ * وَمَۤا اَدْرٰيكَ مَاهِيَهْ * نَارٌ حَامِيَةٌ 2* وَ لِلّٰهِ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَمَۤا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 3

Daha bunlar gibi âyât-ı beyyinât-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın ap açık âyetleri] dinleyip, “Âmennâ [“iman ettik”] ve saddaknâ” diyelim.

اٰمَنْتُ بِاللهِ وَمَلٰۤئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالٰى وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ وَاَنَّ الْجَنَّةَ حَقٌّ وَالنَّارَ حَقٌّ وَاَنَّ الشَّفَاعَةَ حَقٌّ وَاَنَّ مُنْكَرًا وَنَكِير ً ا حَقٌّ وَاَنَّ اللهَ يَبْعَثُ مَنْ فِى الْقُبُورِ اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ * اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰۤى اَلْطَفِ وَاَشْرَفِ وَاَكْمَلِ وَاَجْمَلِ ثَمَرَاتِ طُوبَۤاءِ رَحْمَتِكَ الَّذِۤي اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَوَسِيلَةً لِوُصُولِنَا اِلٰۤى اَزْيَنِ وَاَحْسَنِ وَاَجْلٰى وَاَعْلٰى ثَمَرَاتِ تِلْكَ الطُّوبَۤاءِ الْمُتَدَلِّيَةِ عَلٰى دَارِ اْلاٰخِرَةِ اَىِ الْجَنَّةِ * اَللّٰهُمَّ اَجِرْنَا وَاَجِرْ

142

وَالِدَيْنَا مِنَ النَّارِ وَاَدْخِلْنَا وَاَدْخِلْ وَالِدَيْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلاَبْرَارِ بِجَاهِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ اٰمِينَ * 1

Ey şu risaleyi insafla mütalâa eden kardeş! Deme, “Niçin bu Onuncu Sözü birden tamamıyla anlayamıyorum?” Ve tamam anlamadığın için sıkılma. Çünkü, İbn-i Sina gibi bir dâhi-yi hikmet, [ilim ve hikmet dehâsı, son derece zeki felsefe âlimi] اَلْحَشْرُ لَيْسَ عَلٰى مَقَايِيسَ عَقْلِيَّةٍ 2 demiş; “İman ederiz, fakat akıl bu yolda gidemez” diye hükmetmiştir. Hem bütün ulemâ-i İslâm [İslâm âlimleri] “Haşir bir mesele-i nakliyedir. [vahiyle bildirilen mesele] Delili nakildir. Akıl ile ona gidilmez” diye müttefikan [birleşerek] hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve mânen pek yüksek bir yol, birden bire bir cadde-i umumiye-i akliye [akla en uygun herkesin yürüdüğü cadde] hükmüne geçemez. Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] feyziyle ve Hâlık-ı Rahîmin [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] rahmetiyle, şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan [bağış] ettiğinden, bin şükür etmeliyiz. Çünkü imanımızın kurtulmasına kâfi [yeterli] gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalâa ile izdiyâdına [arttırmak] çalışmalıyız.

Haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i âzam, [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] tecellîsiyle olduğundan, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] İsm-i Âzamının [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ve her ismin âzamî mertebesindeki tecellîsiyle zahir olan ef’âl-i azîmeyi [çok büyük işler] görmek ve göstermekle, haşr-i âzam [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] bahar gibi kolay ispat ve kat’î iz’ân [kesin şekilde inanma] ve tahkikî iman edilir. Şu Onuncu Sözde feyz-i Kur’ân [Kur’ân’ın verdiği ilham, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] bereket ve ilim bolluğu] ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla [kâide, kural] kendi başına kalsa, âciz kalır, taklide mecbur olur.