SÖZLER – Yirmi Beşinci Söz -2 (556-583)

556

İkinci Şule [gür ışık/alev]

İkinci Şulenin [gür ışık/alev] Üç Nuru var.

BİRİNCİ NUR

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] heyet-i mecmuasında [birşeyin geneli, bütün] râik [safi, sade] bir selâset, [akıcılık, sözün akıcı olması] fâik [üstün] bir selâmet, [huzur] metin [sağlam] bir tesanüd, [dayanışma] muhkem [değiştirilemez] bir tenasüp, [uygunluk] cümleleri ve heyetleri mabeyninde [ara] kavî [güçlü, kuvvetli] bir teâvün [yardımlaşma] ve âyetler ve maksatları mabeyninde [ara] ulvî bir tecavüb [birbirine cevap verme] olduğunu, ilm-i beyan [belâğat ilminin, -hakikat, -teşbih, istiâre, [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] -mecaz, -kinâye kısımlarından bahseden kısmı] ve fenn-i maânî [sözün maksada uygunluğundan bahseden ilim, ilm-i ma‘ânî. (belâgat ilminin üç bölümünden biri)] ve beyanînin Zemahşerî, Sekkâkî, Abdülkahir-i Cürcanî gibi binlerle dâhi imamların şehadetiyle sabit olduğu halde, o tecavüb [birbirine cevap verme] ve teâvün [yardımlaşma] ve tesanüdü [dayanışma] ve selâset [akıcılık, sözün akıcı olması] ve selâmeti kıracak, bozacak sekiz dokuz mühim esbab [sebebler] bulunurken; o esbab, [sebebler] bozmaya değil, belki selâsetine, [akıcılık, sözün akıcı olması] selâmetine, tesanüdüne [dayanışma] kuvvet vermiştir.

Yalnız, o esbab [sebebler] bir derece hükmünü icra edip başlarını perde-i nizam [düzen perdesi] ve selâsetten [akıcılık, sözün akıcı olması] çıkarmışlar. Fakat nasıl ki yeknesak, [değişmeyen, tekdüze, monoton] düz bir ağacın gövdesinden bir kısım çıkıntılar, sivricikler çıkar. Lâkin ağacın tenasübünü [uygunluk] bozmak için çıkmıyorlar; belki o ağacın ziynetli tekemmülüne [mükemmelleşme] ve cemâline medar [kaynak, dayanak] olan meyveleri vermek için çıkıyorlar. Aynen bunun gibi, şu esbab [sebebler] dahi, Kur’ân’ın selâset-i nazmına [Kur’ân’ın âyet ve cümlelerinin tertip ve düzenindeki açıklık, ahenk, akıcılık] kıymettar mânâları ifade için sivri başlarını çıkarıyorlar. İşte, o Kur’ân-ı Mübîn, [hak ve hakikatı açıklayan Kur’ân] yirmi senede, hacetlerin mevkileri itibarıyla necim [kısım, parça] necim [kısım, parça] olarak, müteferrik, [ayrı ayrı] parça parça nüzul ettiği halde, öyle bir kemâl-i tenasübü [tam bir uygunluk] vardır ki, güya bir defada nazil olmuş gibi bir münasebet gösteriyor.

Hem o Kur’ân, yirmi senede, hem muhtelif, mütebayin [ayrı ayrı] esbab-ı nüzule [iniş sebepleri] göre geldiği halde, tesanüdün [dayanışma] kemâlini öyle gösteriyor; güya bir sebeb-i vahidle nüzul etmiştir.

557

Hem o Kur’ân, mütefavit [birbirinden farklı] ve mükerrer suallerin cevabı olarak geldiği halde, nihayet imtizac [bileşim, karışım] ve ittihadı [birleşme] gösteriyor. Güya bir sual-i vâhidin [tek soru] cevabıdır.

Hem Kur’ân, mütegayir, [değişik, birbirine zıt] müteaddit [bir çok] hâdisâtın ahkâmını [hükümler] beyan için geldiği halde, öyle bir kemâl-i intizamı [tam ve mükemmel düzen] gösteriyor ki, güya bir hadise-i vâhidin [tek bir olay] beyanıdır.

Hem Kur’ân, mütehalif, [birbirinden farklı] mütenevvi [çeşit çeşit] halette, [hal, durum] hadsiz muhatapların fehimlerine [anlama, kavrama] münasip üslûplarda tenezzülât-ı kelâmiye [sözün muhatapların seviyelerine göre ayarlanması] ile nazil olduğu halde, öyle bir hüsn-ü temasül [güzel benzeyiş] ve güzel bir selâset [akıcılık, sözün akıcı olması] gösteriyor ki, güya hâlet [durum] birdir, bir derece-i fehimdir, [anlayış derecesi] su gibi akar bir selâset [akıcılık, sözün akıcı olması] gösteriyor.

Hem o Kur’ân, mütebâid, [birbirinden uzak] müteaddit [bir çok] muhatabîn [muhataplar] esnafına [sınıflar] müteveccihen [yönelen] mütekellim [konuşan] olduğu halde, öyle bir suhulet-i beyanı, [açıklama kolaylığı] bir cezâlet-i nizamı, [tertip ve düzenin güçlülüğü, uygunluğu] bir vuzuh-u ifhâmı [anlatım açıklığı] var ki, güya muhatabı bir sınıftır. Hattâ her bir sınıf zanneder ki, bil’asale [bizzat] muhatap yalnız kendisidir.

Hem Kur’ân, mütefavit, [birbirinden farklı] mütederriç [derece derece] irşadî [doğru yolu göstermekle ilgili] bazı gayelere isal [ulaştırmak] ve hidayet etmek için nazil olduğu halde, öyle bir kemâl-i istikamet, [doğruluk ve istikâmetin en üst seviyesi] öyle bir dikkat-i muvazenet, [dikkatli bir denge] öyle bir hüsn-ü intizam [düzenli ve dengeli oluştaki güzellik] vardır ki, güya maksat birdir.

İşte, bu esbablar, müşevveşiyetin [dağınık, karışık] esbabı iken, Kur’ân’ın i’câz-ı beyanında, [açıklama ve anlatımın mu’cize oluşu] selâset [akıcılık, sözün akıcı olması] ve tenasübünde [uygunluk] istihdam [çalıştırma] edilmişlerdir. Evet, kalbi sakamsız, [hastalık] aklı müstakim, [doğru ve düzgün] vicdanı marazsız, zevki selim [sağlam, doğru] her adam Kur’ân’ın beyanında güzel bir selâset, [akıcılık, sözün akıcı olması] rânâ [güzel, hoş] bir tenasüp, [uygunluk] hoş bir âhenk, yektâ [eşsiz] bir fesahat [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] görür.

Hem basîresinde [görme kuvveti, görüş] selim [sağlam, doğru] bir gözü olan görür ki, Kur’ân’da öyle bir göz vardır ki, o göz bütün kâinatı zâhir ve bâtınıyla vâzıh, [açık] göz önünde bir sahife gibi görür, istediği gibi çevirir, istediği bir tarzda o sahifenin mânâlarını söyler.

Şu Birinci Nurun hakikatini misallerle tavzih etsek, birkaç mücelled [ciltli kitap] lâzım. Öyle ise, sair risale-i Arabiyemde [Arapça kitap] ve İşârâtü’l-İ’câz‘da [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] ve şu yirmi beş adet

558

Sözlerde şu hakikatin ispatına dair olan izahatla iktifa [yetinme] edip, misal olarak mecmu-u Kur’ân’ı birden gösteriyorum.

İKİNCİ NURU

Kur’ân-ı Hakîmin, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] âyetlerinin hâtimelerinde [son] gösterdiği fezlekeler [hülasa, öz] ve Esmâ-i Hüsnâ [Allah’ın en güzel isimleri] cihetindeki üslûb-u bediîsinde olan meziyet-i i’câziyeye [mu’cizelik meziyeti, üstünlüğü] dairdir.

İhtar: Şu İkinci Nurda çok âyetler gelecektir. O âyetler, yalnız İkinci Nurun misalleri değil, belki geçmiş mesâil [meseleler] ve Şuaların misalleri dahi olurlar. Bunları hakkıyla izah etmek çok uzun gelir. Şimdilik ihtisar [kısaltma] ve icmâle [özet] mecburum. Onun için, gayet muhtasar [kısa] bir tarzda, şu sırr-ı azîm-i i’câzın [mu’ceziliğin büyük sırrı] misallerinden olan âyetlere birer işaret edip, tafsilâtını [ayrıntılar] başka vakte tâlik [sonraya bırakma] ettik.

İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] âyetlerin hâtimelerinde [son] galiben [çoğunlukla] bazı fezlekeleri [hülasa, öz] zikreder ki, o fezlekeler, [hülasa, öz] ya Esmâ-i Hüsnâ[Allah’ın en güzel isimleri] veya mânâlarını tazammun [içerme, içine alma] ediyor; veyahut, aklı tefekküre sevk etmek için akla havale eder, veyahut makàsıd-ı Kur’âniyeden [Kur’ân’ın maksatları] bir kaide-i külliyeyi [genel kural] tazammun [içerme, içine alma] eder ki, âyetin tekid [kuvvetlendirme] ve teyidi için fezlekeler [hülasa, öz] yapar. İşte o fezlekelerde [hülasa, öz] Kur’ân’ın hikmet-i ulviyesinden [yüce hikmet] bazı işarat [işaretler] ve hidayet-i İlâhiyenin [Allah’ın doğru yola erdirmesi] âb-ı hayatından [hayat suyu] bazı reşaşat, [sızıntılar, serpintiler] i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] berklerinden bazı şerarat vardır. Şimdi, pek çok o işarattan [işaretler] yalnız on tanesini icmalen [kısaca, özet olarak] zikrederiz. Hem pek çok misallerinden birer misal ve herbir misalin pek çok hakaikından [doğru gerçekler] yalnız herbirinde bir hakikatin meâl-i icmâlîsine [kısaca açıklama] işaret ederiz. Bu on işaretin ekserîsi, ekser âyetlerde müctemian [topluca, beraber] beraber bulunup hakikî bir nakş-ı i’câzî [mu’cizelik nakşı] teşkil ederler. Hem misal olarak getirdiğimiz âyetlerin ekserîsi, ekser işârâta [işaretler] misaldir. Biz yalnız her âyetten bir işaret göstereceğiz. Misal getireceğimiz âyetlerden, eski Sözlerde bahsi geçenlerin yalnız meâline bir hafif işaret ederiz.

BİRİNCİ MEZİYET-İ CEZÂLET: Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] i’cazkâr [mu’cizeli] beyanatıyla Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ef’al [fiiller, davranışlar] ve eserlerini nazara karşı serer, bast eder. Sonra, o âsar [eserler/asırlar] ve

559

ef’âlinde [fiiler, davranışlar] esmâ-i İlâhiyeyi [Allah’ın isimleri] istihraç [çıkarma] eder; veya haşir ve tevhid gibi bir makàsıd-ı asliye-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın asıl maksatları, gayeleri] ispat ediyor.

Birinci mânânın misallerinden, meselâ

هُوَ الَّذِى خَلَقَ لَكُمْ مَا فِى اْلاَرْضِ جَمِيعًا ثُمَّ اسْتَوٰۤى اِلَى السَّمَۤاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ * 1

İkinci şıkkın misallerinden, meselâ اَلَمْ نَجْعَلِ اْلاَرْضَ مِهَادًا * وَالْجِبَالَ اَوْتَادًا * وَخَلَقْنَاكُمْ اَزْوَاجًا ilâ âhir [sonuna kadar] اِنَّ يَوْمَ الْفَصْلِ كَانَ مِيقَاتًا 2 e kadar…

Birinci âyette âsârı [eserler/asırlar] bast edip, bir neticenin, bir mühim maksudun mukaddemâtı [evvel, önce] gibi, ilim ve kudrete gayat [gayeler] ve nizâmâtıyla [anlaşmazlık, çekişme] şehadet eden en azîm eserleri serd eder, Alîm ismini istihraç [çıkarma] eder. İkinci âyette, Birinci Şulenin [gür ışık/alev] Birinci Şuaının Üçüncü Noktasında bir derece izah olunduğu gibi, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] büyük ef’âlini, [fiiler, davranışlar] azîm âsârını [eserler/asırlar] zikrederek, neticesinde, yevm-i fasl [iyi insanların kötü insanlardan ayrıldığı gün] olan haşri, netice olarak zikrediyor.

İKİNCİ NÜKTE-İ BELÂĞAT: Kur’ân, beşerin nazarına san’at-ı İlâhiyenin [Allah’ın san’atı] mensucatını [dokumalar] açar, gösterir. Sonra, fezlekede [hülasa, öz] o mensucatı [dokumalar] esmâ [Allah’ın isimleri] içinde tayyeder; veyahut akla havale eder.

Birincinin misallerinden, meselâ

560

قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَۤاءِ وَاْلاَرْضِ اَمَّنْ يَمْلِكُ السَّمْعَ وَاْلاَبْصَارَ وَمَنْ يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَمَنْ يُدَّبِّرُ اْلاَمْرَ فَسَيَقُولُونَ اللهُ فَقُلْ اَفَلاَ تَتَّقُونَ * فَذٰلِكُمُ اللهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ * 1

İşte, başta der: Semâ ve zemini, rızkınıza iki hazine gibi müheyyâ [hazır] edip oradan yağmuru, buradan hububatı [tohum] çıkaran kimdir? Allah’tan başka, koca semâ ve zemini iki mutî [emre uyan] hazinedar hükmüne kimse getirebilir mi? Öyle ise şükür Ona münhasırdır.

İkinci fıkrada [bölüm] der ki: Sizin âzâlarınız içinde en kıymettar göz ve kulaklarınızın mâliki kimdir? Hangi destgâh [iş yeri] ve dükkândan aldınız? Bu lâtif, [berrak, şirin, hoş] kıymettar göz ve kulağı verecek ancak Rabbinizdir. Sizi icad edip terbiye eden Odur ki; bunları size vermiştir. Öyle ise yalnız Rab Odur. Mâbud [ibadet edilen] da O olabilir.

Üçüncü fıkrada [bölüm] der: Ölmüş yeri ihyâ [diriltme, hayat verme] edip yüz binler ölmüş taifeleri ihyâ [diriltme, hayat verme] eden kimdir? Haktan başka ve bütün kâinatın Hâlıkından [her şeyi yaratan Allah] başka şu işi kim yapabilir? Elbette O yapar, O ihyâ [diriltme, hayat verme] eder. Madem Haktır; hukuku zayi etmeyecektir. Sizi bir mahkeme-i kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] gönderecektir. Yeri ihyâ [diriltme, hayat verme] ettiği gibi, sizi de ihyâ [diriltme, hayat verme] edecektir.

Dördüncü fıkrada [bölüm] der: Bu azîm kâinatı bir saray gibi, bir şehir gibi, kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] idare edip tedbirini gören, Allah’tan başka kim olabilir? Madem Allah’tan başka olamaz. Koca kâinatı bütün ecrâmıyla [büyük varlıklar, gök cisimleri] gayet kolay idare eden kudret o derece kusursuz, nihayetsizdir ki, hiçbir şerik ve iştirake ve muavenet [yardım] ve yardıma ihtiyacı olamaz. Koca kâinatı idare eden, küçük mahlûkatı başka ellere bırakmaz. Demek, ister istemez “Allah” diyeceksiniz.

İşte, birinci ve dördüncü fıkra [bölüm] Allah der, ikinci fıkra [bölüm] Rab der, üçüncü fıkra [bölüm] el-Hak der. فَذٰلِكُمُ اللهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ 2 ne kadar mu’cizâne düştüğünü anla. İşte, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] azîm tasarrufâtını, [faaliyetler, istediği şekilde yönlendirmeler] kudretinin mühim mensucatını [dokumalar] zikreder. Sonra da, o azîm âsârın, [eserler/asırlar] mensucatın [dokumalar] destgâhı, [iş yeri] فَذٰلِكُمُ اللهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ yani Hak, Rab, Allah isimlerini zikretmekle, o tasarrufât-ı azîmenin [büyük tasarruflar] menbaı[kaynak] gösterir.

561

İkincinin misallerinden:

اِنَّ فِى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتى تَجْرِى فِى الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَاۤ اَنْزَلَ اللهُ مِنَ السَّمَۤاءِ مِنْ مَۤاءٍ فَاَحْيَا بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَۤابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاۤءِ وَاْلاَرْضِ لاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ * 1

İşte bu âyet Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâl-i kudretini [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] ve azamet-i rububiyetini [Allah’ın bütün varlıkları terbiye ve idare ediciliğinin büyüklüğü] gösteren ve vahdâniyetine [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] şehadet eden, semâvât ve arzın [gökler ve yer] hilkatindeki [yaratılış] tecellî-i saltanat-ı ulûhiyet; [Allah’ın ilâhlık saltanatının yansıması] ve gece gündüzün ihtilâfındaki tecellî-i rububiyet; [Allah’ın rububiyetinin terbiye ve idare ediciliğinin görünümü] ve hayat-ı içtimaiye-i insana [insanların sosyal hayatı] en büyük bir vasıta olan gemiyi denizde teshir [boyun eğdirme] ile tecellî-i rahmet; [rahmet yansıması] ve semâdan âb-ı hayatı [hayat suyu] ölmüş zemine gönderip zemini yüz bin taifeleriyle ihyâ [diriltme, hayat verme] edip bir mahşer-i acaip [hayret uyandırıcı olayların toplandığı yeri] suretine getirmekteki tecellî-i azamet-i kudret; [Allah’ın kudretinin büyüklüğünün tecellîsi, yansıması] ve zeminde hadsiz, muhtelif hayvânâtı basit bir topraktan halk etmekteki tecellî-i rahmet [rahmet yansıması] ve kudret; ve rüzgârları, nebâtat [bitkiler] ve hayvânâtın teneffüs ve telkihlerine [aşılama] hizmet gibi vezaif-i azîme [büyük vazifeler] ile tavzif [görevlendirme] edip tedbir ve teneffüse salih vaziyete getirmek için tahrik ve idaresindeki tecellî-i rahmet [rahmet yansıması] ve hikmet; ve zemin ve âsüman [gök] ortasında, vasıta-i rahmet [rahmet aracı] olan bulutları bir mahşer-i acaip [hayret uyandırıcı olayların toplandığı yeri] gibi muallâkta [yüce] toplayıp dağıtmak, bir ordu gibi istirahat ettirip vazife başına davet etmek gibi teshirindeki [boyun eğdirme] tecellî-i rububiyet [Allah’ın rububiyetinin terbiye ve idare ediciliğinin görünümü] gibi mensucat-ı san’atı [san’at dokumaları] tâdât [sayma] ettikten sonra, aklı, onların hakaikına [doğru gerçekler] ve tafsiline sevk edip tefekkür ettirmek için لاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ der, onunla ukulü [akıllar] ikaz için akla havale eder.

562

ÜÇÜNCÜ MEZİYET-İ CEZÂLET: Bazan Kur’ân Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] fiillerini tafsil ediyor; sonra bir fezleke [hülasa, öz] ile icmal [kısaca, özet olarak] eder. Tafsiliyle kanaat verir; icmalle [kısaca, özet olarak] hıfzettirir, bağlar. Meselâ,

وَكَذٰلِكَ يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِنْ تَأْوِيلِ اْلاَحَادِيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلٰۤى اٰلِ يَعْقُوبَ كَمَۤا اَتَمَّهَا عَلٰۤى اَبَوَيْكَ مِنْ قَبْلُ اِبْرٰهِيمَ وَاِسْحٰقَ اِنَّ رَبَّكَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ * 1

İşte, Hazret-i Yusuf ve ecdadına edilen nimetleri şu âyetle işaret eder. Der ki:

Sizi bütün insanlar içinde makam-ı nübüvvetle [peygamberlik makamı] serfiraz, [benzerlerinden üstün olan] bütün silsile-i enbiya[peygamberler zinciri] silsilenize raptedip [bağlama] silsilenizi nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] içinde bütün silsilelerin serdarı, [kumandan] hanedanınızı ulûm-u İlâhiye [İlâhî ilimler] ve hikmet-i Rabbâniyeye [Allah’ın her şeyi bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması] bir hücre-i talim [eğitim hücresi] ve hidayet suretine getirip, o ilim ve hikmetle dünyanın saadetkârâne [mutlu bir şekilde] saltanatını, âhiretin saadet-i ebediyesiyle [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] sizde birleştirmek, seni ilim ve hikmetle Mısır’a hem aziz bir reis, hem âli [yüce] bir nebî, [peygamber] hem hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] bir mürşid etmek olan niâmat-ı İlâhiyeyi zikir ve tâdât [sayma] edip, ilim ve hikmetle onu, âbâ [babalar] ve ecdadını mümtaz [seçkin] ettiğini zikrediyor. Sonra, “Senin Rabbin Alîm ve Hakîmdir,” der. “Onun rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve hikmeti iktiza [bir şeyin gereği] eder ki, seni ve âbâ [babalar] ve ecdadını Alîm, Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ismine mazhar [erişme, nail olma] etsin.” İşte, o mufassal [ayrıntılı] nimetleri şu fezleke [hülasa, öz] ile icmal [kısaca, özet olarak] eder.

Hem meselâ, قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَۤاءُ 2 İşte şu âyet, Cenâb-ı Hakkın, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nev-i beşerin hayat-ı içtimaiyesindeki [sosyal hayat] tasarrufâtını [faaliyetler, istediği şekilde yönlendirmeler] şöyle gösteriyor ki:

563

İzzet ve zillet, [alçaklık] fakr ve servet, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] meşietine [dilek, arzu] ve iradesine bağlıdır. Demek, kesret-i tabakatın [çokluk tabakaları] en dağınık tasarrufâtına [faaliyetler, istediği şekilde yönlendirmeler] kadar, meşiet [dilek, arzu] ve takdir-i İlâhi ye iledir, tesadüf karışamaz. Şu hükmü verdikten sonra, insaniyet hayatında en mühim iş, onun rızkıdır. Şu âyet, beşerin rızkını doğrudan doğruya Rezzâk-ı Hakikînin [gerçek rızık verici Allah] hazine-i rahmetinden [Allah’ın rahmet hazinesi] gönderdiğini bir iki mukaddime [başlangıç] ile ispat eder. Şöyle ki:

Der: Rızkınız yerin hayatına bağlıdır. Yerin dirilmesi ise, bahara bakar. Bahar ise, şems ve kameri [ay] teshir [boyun eğdirme] eden, gece ve gündüzü çeviren Zâtın elindedir. Öyle ise, bir elmayı bir adama hakikî rızık olarak vermek, bütün yeryüzünü bütün meyvelerle dolduran o Zât verebilir. Ve O, ona hakikî Rezzâk [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] olur. Sonra da وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَۤاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ 1 der. Bu cümlede o tafsilât[ayrıntılar] fiilleri icmal [kısaca, özet olarak] ve ispat eder. Yani, size hesapsız rızık veren Odur ki, bu fiilleri yapar.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE-İ BELÂĞAT: Kur’ân kâh [bazan] olur, mahlûkat-ı İlâhiyeyi [Allah’ın yaratıkları] bir tertiple zikreder; sonra o mahlûkat içinde bir nizam, bir mizan [ölçü] olduğunu ve onun semereleri [meyve] olduğunu göstermekle, güya bir şeffafiyet, [şeffaflık] bir parlaklık veriyor ki, sonra o âyine-misal [ayna gibi] tertibinden cilvesi bulunan esmâ-i İlâhiyeyi [Allah’ın isimleri] gösteriyor. Güya o mahlûkat-ı mezkûre [adı geçen yaratıklar] elfazdır; [lafızlar, sözler] şu esmâ [Allah’ın isimleri] onun mânâları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hülâsalarıdırlar. [esas, öz] Meselâ,

وَلَقَدْخَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ مِنْ سُلاَلَةٍ مِنْ طِينٍ * ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فِى قَرَارٍ مَكِينٍ * ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ اَنْشَأْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَ فَتَبَارَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ * 2

İşte, Kur’ân, hilkat-i insan [insanın yaratılışı] ın o acip, garip, bedî, [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] muntazam, mevzun [ölçülü] etvârını [haller, tavırlar] öyle

564

âyine-misal [ayna gibi] bir tarzda zikredip tertip ediyor ki, فَتَبَارَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ 1 içinde kendi kendine görünüyor ve kendini dedirttiriyor. Hattâ, vahyin bir kâtibi, şu âyeti yazarken, daha şu kelime gelmezden evvel şu kelimeyi söylemiştir. “Acaba bana da mı vahiy gelmiş?” zannında bulunmuş.2 Halbuki, evvelki kelâmın kemâl-i nizam [mükemmel bir düzen] ve şeffafiyetidir [şeffaflık] ve insicamıdır [uyum] ki, o kelâm gelmeden kendini göstermiştir.

Hem meselâ,

اِنَّ رَبَّكُمُ اللهُ الَّذِى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ اَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَاْلاَمْرُ تَبَارَكَ اللهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ * 3

İşte, Kur’ân şu âyette, azamet-i kudret-i İlâhiye [Allah’ın kudretinin sonsuz büyüklüğü] ve saltanat-ı rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] öyle bir tarzda gösteriyor ki, güneş, ay, yıldızlar emirber [emre hazır] neferleri [asker] gibi emrine müheyyâ, [hazır] gece ve gündüzü beyaz ve siyah iki hat gibi veya iki şerit gibi birbiri arkasında döndürüp âyât-ı rububiyetini [rububiyet delilleri] kâinat sahifelerinde yazan ve Arş-ı Rububiyetinde [Allah’ın büyüklüğünün, hüküm ve egemenliğinin tecelli ettiği yer] duran bir Kadîr-i Zülcelâli [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] gösterdiğinden, her ruh işitse, “Bârekâllah, [“Allah ne mübarek yaratmış”] mâşaallah, fetebârekâllahü Rabbü’l-Âlemîn[âlemlerin Rabbi olan Allah] demeye hâhişger [istekli, arzulu] olur. Demek, تَبَارَكَ اللهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ sâbıkın [önceki, geçmiş] hülâsası, [esas, öz] çekirdeği, meyvesi ve âb-ı hayatı [hayat suyu] hükmüne geçer.

BEŞİNCİ MEZİYET-İ CEZÂLET: Kur’ân, bazan tagayyüre [başkalaşım, değişme] maruz ve muhtelif keyfiyâta medar [kaynak, dayanak] maddî cüz’iyatı zikreder. Onları hakaik-ı sabite suretine çevirmek için sabit, nuranî, küllî esmâ [Allah’ın isimleri] ile icmal [kısaca, özet olarak] eder, bağlar. Veyahut tefekküre ve ibrete teşvik eder bir fezleke [hülasa, öz] ile hâtime [son] verir.

565

Birinci mânânın misallerinden, meselâ

وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِاَسْمَۤاءِ هٰۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ * قَالُوا سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

İşte, şu âyet, evvelâ “Hazret-i Âdem’in hilâfet meselesinde melâikelere [melekler] rüçhaniyetine [üstünlük] medar, [kaynak, dayanak] ilmi olduğu” olan bir hadise-i cüz’iyeyi [ferdî, belirli bir bölgeye ait olay] zikreder. Sonra, o hadisede, melâikelerin [melekler] Hazret-i Âdem’e karşı ilim noktasında hadise-i mağlûbiyetlerini [mağlup olma hadisesi] zikreder. Sonra bu iki hadiseyi, iki ism-i küllî [büyük ve kapsamlı isim] ile icmal [kısaca, özet olarak] ediyor-yani اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ Yani, “Alîm ve Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Sen olduğun için Âdem’i talim ettin, bize galip oldu. Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] olduğun için bize istidadımıza [kabiliyet] göre veriyorsun, onun istidadına [kabiliyet] göre rüçhaniyet [üstünlük] veriyorsun.”

İkinci mânânın misallerinden, meselâ,

وَاِنَّ لَكُمْ فِى اْلاَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْقِيكُمْ مِمَّا فِى بُطُونِهِ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا

خَالِصًا سَۤائِغًا لِلشَّارِبِينَ * 2 ilâ âhir [sonuna kadar] .

فِيهِ شِفَۤاءٌ لِلنَّاسِ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ * 3

İşte şu âyetler, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] koyun, keçi, inek, manda, deve gibi mahlûklarını [varlıklar] insanlara hâlis, sâfi, leziz bir süt çeşmesi; üzüm ve hurma gibi masnuları da insanlara lâtif, [berrak, şirin, hoş] leziz, tatlı birer nimet tablaları ve kazanları; ve arı gibi küçük mu’cizât-ı kudretini [Allah’ın kudret mu’cizeleri] şifalı ve tatlı, güzel bir şerbetçi yaptığını âyet şöylece

566

gösterdikten sonra, tefekküre, ibrete başka şeyleri de kıyas etmeye teşvik için اِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ 1 der, hâtime [son] verir.

ALTINCI NÜKTE-İ BELÂĞAT: Kâh [bazan] oluyor ki, âyet, geniş bir kesrete [çokluk] ahkâm-ı rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan mâlikiyeti [sahiplik] ve rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] hükümleri] serer, sonra birlik ciheti hükmünde bir rabıta-i vahdetle [birlik bağı] birleştirir, veyahut bir kaide-i külliye [genel kural] içinde yerleştirir. Meselâ,

وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ وَلاَ يَؤُدُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظِيمُ * 2

İşte, Âyetü’l-Kürsîde on cümle ile on tabaka-i tevhidi [tevhid derecesi] ayrı ayrı renklerde ispat etmekle beraber مَنْ ذَا الَّذِى يَشْفَعُ عِنْدَهُۤ اِلاَّ بِاِذْنِهِ 3 cümlesiyle, gayet keskin bir şiddetle şirki ve gayrın müdahalesini keser, atar. Hem şu âyet İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] mazharı olduğundan, hakaik-ı İlâhiyeye [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] ait mânâları âzamî derecededir ki, âzamiyet derecesinde bir tasarruf-u rububiyeti [rububiyetin tasarruf ve idaresi] gösteriyor. Hem umum semâvât ve arza [gökler ve yer] birden müteveccih [yönelen] tedbir-i ulûhiyeti [Cenâb-ı Allah’ın ilâhlığıyla bütün varlık âlemini tedbiri, idaresi] en âzamî bir derecede, umuma şamil bir hafîziyeti [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] zikrettikten sonra, bir rabıta-i vahdet [birlik bağı] ve birlik ciheti, o âzamî tecelliyatlarının menbalarını وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظِيمُ ile hülâsa [esas, öz] eder.

Hem meselâ,

اَللهُ الَّذِى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ وَسَخَّرَ لَكُمُ الْفُلْكَ لِتَجْرِي فِى الْبَحْرِ بِاَمْرِهِ وَسَخَّرَ لَكُمُ اْلاَنْهَارَ * وَسَخَّرَ لَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ دَۤائِبَيْنِ وَسَخَّرَ لَكُمُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ * وَاٰتٰيكُمْ مِنْ

567

كُلِّ مَاسَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللهِ لاَ تُحْصُوهَا * 1

İşte şu âyetler, evvelâ Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insana karşı şu koca kâinatı nasıl bir saray hükmünde halk edip, semâdan zemine âb-ı hayatı [hayat suyu] gönderip, insanlara rızkı yetiştirmek için zemini ve semâyı iki hizmetkâr ettiği gibi, zeminin sair aktârında [bölgeler] bulunan herbir nevi meyvelerinden herbir adama istifade imkânı vermek, hem insanlara semere-i sa’ylerini [çalışmanın meyvesi, neticesi] mübadele [değiş tokuş] edip her nevi medar-ı maişetini [geçim kaynağı] temin etmek için gemiyi insana musahhar [boyun eğdirilmiş] etmiştir. Yani, denize, rüzgâra, ağaca öyle bir vaziyet vermiş ki, rüzgâr bir kamçı, gemi bir at, deniz onun ayağı altında bir çöl gibi durur. İnsanları gemi vasıtasıyla bütün zemine münasebettar [alâkalı, ilgili] etmekle beraber, ırmakları, büyük nehirleri insanın fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] birer vesait-i nakliyesi [taşıma araçları] hükmünde teshir, [boyun eğdirme] hem güneşle ayı seyrettirip mevsimleri ve mevsimlerde değişen Mün’im-i Hakikînin [gerçek nimet verici olan Allah] renk renk nimetlerini insanlara takdim etmek için iki musahhar [boyun eğdirilmiş] hizmetkâr ve o büyük dolabı çevirmek için iki dümenci hükmünde halk etmiş. Hem gece ve gündüzü insana musahhar, [boyun eğdirilmiş] yani hâb-ı rahatına [rahat uykusu] geceyi örtü, gündüzü maişetlerine [geçim] ticaretgâh hükmünde teshir [boyun eğdirme] etmiştir. İşte bu niam-ı İlâhiyeyi [Allah’ın nimetleri] tâdât [sayma] ettikten sonra, insana verilen nimetlerin ne kadar geniş bir dairesi olduğunu gösterip, o dairede de ne derece hadsiz nimetler dolu olduğunu, şu

وَاٰتيٰكُمْ مِنْ كُلِّ مَاسَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللهِ لاَ تُحْصُوهَا

fezleke [hülasa, öz] ile gösterir. Yani, istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve ihtiyac-ı fıtrî [doğal ihtiyaç] lisanıyla insan ne istemişse, bütün verilmiş. İnsana olan nimet-i İlâhiye [Allah’ın kullarına verdiği nimet] tâdât [sayma] ile bitmez, tükenmez. Evet, insanın madem bir sofra-i nimeti [nimet sofrası] semâvât ve arz [gökler ve yer] ise ve o sofradaki nimetlerden bir kısmı şems, kamer, [ay] gece, gündüz gibi şeyler ise, elbette insana müteveccih [yönelen] olan nimetler had ve hesaba gelmez.

YEDİNCİ SIRR-I BELÂĞAT: Kâh [bazan] oluyor ki, âyet, zâhirî sebebi icadın kabiliyetinden azletmek ve uzak göstermek için, müsebbebin [netice, eser, sebebin sonucu] gayelerini, semerelerini [meyve]

568

gösteriyor—tâ anlaşılsın ki, sebep yalnız zâhirî bir perdedir. Çünkü gayet hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] gayeleri ve mühim semereleri [meyve] irade etmek, gayet alîm, hakîm birinin işi olmak lâzımdır. Sebebi ise şuursuz, câmiddir.

Hem semere ve gayetini zikretmekle âyet gösteriyor ki, sebepler çendan [gerçi] nazar-ı zâhirîde [dışa dönük bakış] ve vücutta müsebbebatla [netice, eser, sebebin sonucu] muttasıl [bitişik] ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde [ara] uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin [netice, eser, sebebin sonucu] icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ [basit, aşağı] bir müsebbebin [netice, eser, sebebin sonucu] icadına yetişemez. İşte, sebep ve müsebbep [sebep olunan şey, sebebin sonucu] ortasındaki uzun mesafede, esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû [doğma] eder. Matlaları, [doğuş yeri] o mesafe-i mâneviyedir. [mânevî mesafe] Nasıl ki zâhir nazarda dağların daire-i ufkunda semânın etekleri muttasıl [bitişik] ve mukarin [beraber bulunan, bir arada olan] görünür. Halbuki, daire-i ufk-u cibalîden [dağın ufuk dairesi, çizgisi] semânın eteğine kadar, umum yıldızların matlaları [doğuş yeri] ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme [büyük mesafe] bulunduğu gibi, esbab [sebebler] ile müsebbebat [sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan şeyler, neticeler, sonuçlar] mabeyninde [ara] öyle bir mesafe-i mâneviye [mânevî mesafe] var ki, imanın dürbünüyle, Kur’ân’ın nuruyla görünür. Meselâ,

فَلْيَنْظُرِ اْلاِنْسَانُ اِلٰى طَعَامِهِ * اَنَّا صَبَبْنَا الْمَۤاءَ صَبًّا * ثُمَّ شَقَقْنَا اْلاَرْضَ شَقًّا * فَاَنْبَتْنَا فِيهَا حَبًّا * وَعِنَبًا وَقَضْبًا * وَزَيْتُونًا وَنَخْلاً * وَحَدَۤائِقَ غُلْبًا * وَفَاكِهَةً وَاَبًّا * مَتَاعًا لَكُمْ وَ ِلاَنْعَامِكُمْ * 1

İşte şu âyet-i kerime, mu’cizât-ı kudret-i İlâhiyeyi [Allah’ın kudret mu’cizeleri] bir tertib-i hikmetle [hikmetli düzenleme] zikrederek esbabı müsebbebâta [netice, eser, sebebin sonucu] raptedip, [bağlama] en âhirde مَتَاعًا لَكُمْ lâfzıyla [ifade, kelime] bir gayeyi gösterir ki, o gaye, bütün o müteselsil [zincirleme] esbab [sebebler] ve müsebbebat [sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan şeyler, neticeler, sonuçlar] içinde o gayeyi gören ve takip eden gizli bir Mutasarrıf [dilediği gibi idare eden] bulunduğunu ve o esbab [sebebler] Onun perdesi olduğunu ispat eder.

Evet, مَتَاعًا لَكُمْ وَِلاَنْعَامِكُمْ tabiriyle, bütün esbabı icad kabiliyetinden azleder.

569

Mânen der: Size ve hayvânâtınıza rızkı yetiştirmek için su semâdan geliyor. O suda, size ve hayvânâtınıza acıyıp, şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti olmadığından, su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak nebâtâtıyla [bitkiler] açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor; Birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, hububatı [tohum] yetiştirmekten pek çok uzak olduğundan, âyet gösteriyor ki, onlar bir Hakîm-i Rahîmin [her şeyi hikmetle yapan ve rahmeti herbir varlıkta tecelli eden Allah] perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, zîhayatlara [canlı] uzatıyor. İşte şu beyanattan Rahîm, Rezzâk, [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] Mün’im, [gerçek nimet verici olan Allah] Kerîm [cömert, ikram sahibi] gibi çok esmânın matlaları [doğuş yeri] görünüyor.

Hem meselâ,

اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللهَ يُزْجِى سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلاَلِهِ وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَۤاءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ فَيُصِيبُ بِهِ مَنْ يَشَۤاءُ وَيَصْرِفُهُ عَنْ مَنْ يَشَۤاءُ يَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِاْلاَبْصَارِ * يُقَلِّبُ اللهُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لَعِبْرَةً ِلاُولِى اْلاَبْصَارِ * وَاللهُ خَلَقَ كُلَّ دَۤابَّةٍ مِنْ مَۤاءٍ فَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلٰى بَطْنِهِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلٰى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلٰۤى اَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللهُ مَا يَشَۤاءُ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 1

İşte, şu âyet, mu’cizât-ı rububiyetin [Rablık mu’cizeleri; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesinin, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının mu’cizeleri] en mühimlerinden ve hazine-i rahmetin [Allah’ın rahmet hazinesi] en acip perdesi olan bulutların teşkilâtında, yağmur yağdırmaktaki tasarrufât-ı acîbeyi [hayret verici tasarruflar, işler] beyan ederken, güya bulutun eczaları cevv-i havada [gökyüzü, atmosfer] dağılıp saklandığı vakit, istirahate giden neferat [askerler] misillü, [benzer] bir boru sesiyle toplandığı gibi, emr-i İlâhî [Allah’ın emri]

570

ile toplanır, bulut teşkil eder. Sonra, küçük küçük taifeler bir ordu teşkil eder gibi, o parça parça bulutları telif [kaleme alma] edip, kıyamette seyyar dağlar cesamet [büyüklük] ve şeklinde ve rutubet ve beyazlık cihetinde kar ve dolu keyfiyetinde olan o sehab [bulut] parçalarından, âb-ı hayatı [hayat suyu] bütün zîhayata [canlı] gönderiyor. Fakat o göndermekte bir irade, bir kast görünüyor. Hâcâta göre geliyor; demek gönderiliyor. Cevv [atmosfer, yer ile gök arası] berrak, sâfi, hiçbir şey yokken, bir mahşer-i acaip [hayret uyandırıcı olayların toplandığı yeri] gibi, dağvâri parçalar kendi kendine toplanmıyor. Belki zîhayatı [canlı] tanıyan Birisidir ki, gönderiyor. İşte, şu mesafe-i mâneviyede [mânevî mesafe] Kadîr, Alîm, Mutasarrıf, [dilediği gibi idare eden] Müdebbir, [idare eden, çekip çeviren] Mürebbî, [eğitici, terbiye edici] Mugîs, [yardım dileyenler için yardıma yetişen Allah] Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] gibi esmâların matlaları [doğuş yeri] görünüyor.

SEKİZİNCİ MEZİYET-İ CEZÂLET: Kur’ân, kâh [bazan] oluyor ki, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] âhiretteki harika ef’allerini [fiiller, davranışlar] kalbe kabul ettirmek için ihzariye [hazırlama] hükmünde ve zihni tasdike müheyyâ [hazır] etmek için bir idadiye [hazırlama] suretinde, dünyadaki acaib-i ef’âlini [şaşırtıcı ve hayret uyandırıcı işler ve fiiler] zikreder. Veyahut istikbalî ve uhrevî olan ef’âl-i acîbe-i İlâhiyeyi [Cenab-ı Allah’ın şaşırtıcı ve hayret uyandırıcı harika fiilleri] öyle bir surette zikreder ki, meşhudumuz [görünen] olan çok nazireleriyle [benzer] onlara kanaatimiz gelir. Meselâ, اَوَلَمْ يَرَ اْلاِنْسَانُ اَنَّاخَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَخَصِيمٌ مُبِينٌ 1 tâ sûrenin âhirine kadar… İşte, şu bahiste, haşir meselesinde, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] haşri ispat için yedi sekiz surette, muhtelif bir tarzda ispat ediyor.

Evvelâ neş’e-i ûlâ[insanın ilk yaratılışı] nazara verir, der ki: Nutfeden [memelilerin yaratıldığı su] alâkaya, alâkadan mudgaya, [et parçası] mudgadan [et parçası]hilkat-i insaniyeye [insanın yaratılışı] kadar olan neş’etinizi [doğma] görüyorsunuz. Nasıl oluyor ki neş’e-i uhrâ[âhirette ikinci kez diriltilme] inkâr ediyorsunuz? O onun misli, [benzer] belki daha ehvenidir.

571

Hem Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insana karşı ettiği ihsânât-ı azîmeyi [çok büyük ihsanlar, ikramlar] 1 اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا kelimesiyle işaret edip der: Size böyle nimet eden bir Zât sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.

Hem remzen [ince işaret] der: Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip istib’âd [akıldan uzak görme] ediyorsunuz.

Hem semâvât ve arzı [gökler ve yer] halk eden, semâvât ve arzın [gökler ve yer] meyvesi olan insanın hayat ve memâtından [ölümler] âciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terk etmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat [yaratılış] şeceresini [ağaç] abes ve beyhude yapar mı zannedersiniz?

Der: Haşirde sizi ihyâ [diriltme, hayat verme] edecek Zât öyle bir zattır ki, bütün kâinat Ona emirber [emre hazır] nefer [asker] hükmündedir; emr-i كُنْ فَيَكُونُ 2 ‘a karşı kemâl-i inkıyadla [tam itaat] serfuru [baş eğme] eder. Bir baharı halketmek, [yaratmak] bir çiçek kadar Ona ehven [kolay] gelir. Bütün hayvânâtı icad etmek, bir sinek icadı kadar kudretine kolay gelir bir Zâttır. Öyle bir Zâta karşı مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ 3 deyip kudretine karşı tâcizle [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] meydan okunmaz.

Sonra, فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ 4 tabiriyle, herşeyin dizgini elinde, herşeyin anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitap sahifeleri gibi kolayca çevirir, dünya ve âhireti iki menzil gibi bunu kapar, onu açar bir Kadîr-i Zülcelâldir. [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah]

Madem böyledir. Bütün delâilin [deliller] neticesi olarak وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 5 yani, kabirden sizi ihyâ [diriltme, hayat verme] edip, haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] getirip huzur-u kibriyâsında [sonsuz büyüklük sahibi Allah’ın huzuru] hesabınızı görecektir.

572

İşte, şu âyetler, haşrin kabulüne zihni müheyyâ [hazır] etti, kalbi de hazır etti. Çünkü nezâirini [benzerler, örnekler] dünyevî ef’âl [fiiler, davranışlar] ile de gösterdi.

Hem kâh [bazan] oluyor ki, ef’âl-i uhreviyesini [âhirete ait işler] öyle bir tarzda zikreder ki, dünyevî nezâirlerini [benzerler, örnekler] ihsas [hissettirme] etsin, tâ istib’âd [akıldan uzak görme] ve inkâra meydan kalmasın. Meselâ اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ 1 ilh., [(ilâ âhir) sonuna kadar] ve اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ 2 ilh., [(ilâ âhir) sonuna kadar] ve اِذَا السَّمَۤاۤءُ انْشَقَّتْ 3

İşte, şu sûrelerde, kıyamet ve haşirdeki inkılâbât-ı azîmeyi [çok büyük değişimler] ve tasarrufât-ı rububiyeti [Allah’ın her şeyi dilediği gibi kullanması ve yönetmesi] öyle bir tarzda zikreder ki, insan onların nazirelerini [benzer] dünyada, meselâ güzde, baharda gördüğü için, kalbe dehşet verip akla sığmayan o inkılâbâtı [değişim, devrim] kolayca kabul eder. Şu üç sûrenin meâl-i icmâlîsine [kısaca açıklama] işaret dahi pek uzun olur. Onun için birtek kelimeyi nümune olarak göstereceğiz.

Meselâ اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ 4 kelimesi ifade eder ki, haşirde herkesin bütün a’mâli [ameller, işler] bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mesele, kendi kendine çok acaip olduğundan, akıl ona yol bulamaz. Fakat sûrenin işaret ettiği gibi, haşr-i baharîde [bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi] başka noktaların naziresi [benzer] olduğu gibi, şu neşr-i suhuf [haşir zamanı amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin hesabının görülmesi] naziresi [benzer] pek zâhirdir. Çünkü, her meyvedar ağacın, çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var, esmâ-i İlâhiyeyi [Allah’ın isimleri] ne şekilde göstererek tesbihat etmişse ubûdiyetleri [Allah’a kulluk] var. İşte, onun, bütün bu amelleri tarih-i hayatlarıyla [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp, başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisanıyla, gayet fasih [güzel, açık ve düzgün] bir surette, analarının ve asıllarının a’mâlini [ameller, işler] zikrettiği gibi, dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle, sahife-i a’mâlini [iş ve davranışların yazıldığı sahife] neşreder. İşte, gözümüzün önünde bu hakîmâne, [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] hafîzâne, müdebbirâne, [herşeyi idare ederek] mürebbiyâne, [eğiterek] lâtifâne [çok hoş ve güzel bir şekilde] şu işi yapan Odur ki, der: اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ

573

Başka noktaları buna kıyas eyle, kuvvetin varsa istinbat [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] et. Sana yardım için bunu da söyleyeceğiz: İşte, اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ 1 şu kelâm, tekvir [sarmak, toplamak] lâfzıyla, [ifade, kelime] yani “sarmak ve toplamak” mânâsıyla parlak bir temsile işaret ettiği gibi, nazirini [benzer] dahi ima eder.

Birinci: Evet, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafından adem [hiçlik, yokluk] ve esir ve semâ perdelerini açıp, güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlanta-misal [pırlanta gibi] bir lâmbayı, hazine-i rahmetinden [Allah’ın rahmet hazinesi] çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapandıktan sonra, o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak.

İkinci: Veya, ziya metâını neşretmek ve zeminin kafasına ziyayı zulmetle münavebeten [nöbetleşerek] sarmakla muvazzaf bir memur olduğunu ve her akşam o memura metâını toplattırıp gizlettiği gibi, kâh [bazan] olur bir bulut perdesiyle alışverişini az yapar, kâh [bazan] olur ay onun yüzüne karşı perde olur, muamelesini bir derece çeker; metâını ve muamelât [davranışlar] defterlerini topladığı gibi, elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisal [görevinden ayrılma] edecektir. Hattâ hiçbir sebeb-i azil [memurluktan çıkarılma sebebi] bulunmazsa, şimdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, güneş, yerin başına izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile sardığı ziyayı emr-i Rabbânî [Allah’ın emri] ile geriye alıp, güneşin başına sarıp, “Haydi, yerde işin kalmadı,” der. “Cehenneme git, sana ibadet edip senin gibi bir memur-u musahharı [emre itaat eden memur] sadakatsizlikle tahkir [aşağılama] edenleri yak” der, اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ fermanını lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur.

DOKUZUNCU NÜKTE-İ BELÂĞAT: Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] kâh [bazan] olur, cüz’î [ferdî, küçük] bazı maksatları zikreder; sonra, o cüz’iyat vasıtasıyla küllî makàsıda [gayeler, istenilen şeyler] zihinleri sevk etmek için, o cüz’î [ferdî, küçük] maksadı bir kaide-i külliye [genel kural] hükmünde olan Esmâ-i Hüsnâ [Allah’ın en güzel isimleri] ile takrir [yerleştirme] ederek tesbit eder, tahkik [araştırma, inceleme] edip ispat eder. Meselâ,

قَدْ سَمِعَ اللهُ قَوْلَ الَّتِى تُجَادِلُكَ فِى زَوْجِهَا وَتَشْتَكِۤى اِلَى اللهِ وَاللهُ يَسْمَعُ تَحَاوُرَكُمَا اِنَّ اللهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ * 2

574

İşte, Kur’ân der: Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Semî-i Mutlaktır; [herşeyi kayıtsız şartsız işiten Allah] herşeyi işitir. Hattâ, en cüz’î [ferdî, küçük] bir macera olan ve zevcinden teşekkî eden [şikâyet eden] bir zevcenin sana karşı mücadelesini Hak ismiyle işitir. Hem rahmetin en lâtif [berrak, şirin, hoş] cilvesine mazhar [erişme, nail olma] ve şefkatin en fedakâr bir hakikatine maden olan bir kadının haklı olarak zevcinden dâvâsını ve Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şekvâsını, [şikayet] umur-u azîme [çok büyük işler] suretinde, Rahîm ismiyle, ehemmiyetle işitir ve Hak ismiyle, ciddiyetle bakar.

İşte, bu cüz’î [ferdî, küçük] maksadı küllîleştirmek [genelleştirmek, kapsayıcı hale getirmek] için, mahlûkatın en cüz’î [ferdî, küçük] bir hadisesini işiten, gören, kâinatın daire-i imkânîsinden [bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat] hariç bir Zât, elbette herşeyi işitir, herşeyi görür bir zat olmak lâzım gelir. Ve kâinata Rab olan, kâinat içinde mazlum, küçük mahlûkların [varlıklar] dertlerini görmek, feryatlarını işitmek gerektir. Dertlerini görmeyen, feryatlarını işitmeyen, Rab olamaz. Öyle ise, اِنَّ اللهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ cümlesiyle iki hakikat-i azîmeyi [büyük gerçek] tesbit eder.

Hem meselâ,

سُبْحَانَ الَّذِۤى اَسْرٰى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ اْلاَقْصَا الَّذِى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَا اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ * 1

İşte, Kur’ân, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın miracının [Allah’ın huzuruna yükselme] mebdei [başlangıç] olan, Mescid-i Haramdan [Mekke’de içinde Kâbenin bulunduğu büyük mescid] Mescid-i Aksâya [Kudüs’te Hz. Süleyman tarafından yaptırılan mukaddes mescid] olan seyeranını [gezi, seyretme] zikrettikten sonra,

  اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ der. اِنَّهُ daki zamir, ya Cenâb-ı Hakkadır [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] veyahut Peygamberedir.

Peygambere göre olsa, şöyle oluyor ki: “Bu seyahat-i cüz’îde bir seyr-i umumî, [umumi, geniş bir yolculuk]  

575

bir uruc-u küllî [küllî, büyük yükseliş] var ki, tâ Sidretü’l-Müntehâya, [yedinci kat gökte olduğu rivâyet edilen ve Cebrail’in (a.s.) çıkabildiği en son makam]Kab-ı Kavseyne [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür] kadar merâtib-i külliye-i esmâiyede [Allah’ın isimlerinin büyük ve geniş mertebeleri] gözüne, kulağına tezahür eden âyât-ı Rabbâniyeyi ve acaib-i san’at-ı İlâhiyeyi [Allah’ın hayrette bırakan san’at eserleri] işitmiş, görmüştür” der. O küçük, cüz’î [ferdî, küçük] seyahati, küllî ve mahşer-i acaip [hayret uyandırıcı olayların toplandığı yeri] bir seyahatin anahtarı hükmünde gösteriyor.

Eğer zamir Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] râci [ait] olsa şöyle oluyor ki: Bir abdini bir seyahatte huzuruna davet edip bir vazife ile tavzif [görevlendirme] etmek için Mescid-i Haramdan [Mekke’de içinde Kâbenin bulunduğu büyük mescid] mecma-ı enbiya [peygamberlerin toplandığı yer] olan Mescid-i Aksâya [Kudüs’te Hz. Süleyman tarafından yaptırılan mukaddes mescid] gönderip, enbiyalarla görüştürüp, bütün enbiyaların usul-ü dinlerine [din prensipleri] vâris-i mutlak [mutlak mirasçı] olduğunu gösterdikten sonra, tâ Kab-ı Kavseyne [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür] kadar mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ve melekûtunda [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] gezdirdi. İşte, çendan [gerçi] o zat bir abddir; bir mirac-ı cüz’îde [küçük bir yükseliş] seyahat eder. Fakat bu abdde, bütün kâinata taalluk eden bir emanet beraberdir. Hem şu kâinatın rengini [rengârenk, süslü, parlak] değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kendi zâtını, “bütün eşyayı işitir ve görür” sıfatıyla tavsif [bir sıfatla niteleme] eder—tâ o emanet, o nur, o anahtarın cihanşümul [dünya çapında, evrensel] hikmetlerini göstersin.

Hem meselâ,

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ جَاعِلِ الْمَلٰۤئِكَةِ رُسُلاً اُولۤىِ اَجْنِحَةٍ مَثْنٰى وَثُلٰثَ وَرُبَاعَ يَزِيدُ فِى الْخَلْقِ مَا يَشَۤاءُ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ * 1

İşte, şu sûrede, “Semâvât ve arzın [gökler ve yer] Fâtır-ı Zülcelâli, [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] semâvât ve arzı [gökler ve yer] öyle bir tarzda tezyin [süsleme] edip âsâr-ı kemâlini [mükemmellik eserleri] göstermekle, hadsiz seyircilerinden Fâtırına [benzeri bulunmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah] hadsiz medh ü senâlar ettiriyor. Ve öyle de hadsiz nimetlerle süslendirmiş ki, semâ ve zemin bütün nimetlerin ve nimet-dîdelerin [nimete kavuşan] lisanlarıyla o Fâtır-ı Rahmân‘ına [rahmet ve şefkati sınırsız olan ve herşeyi yoktan yaratan Allah]  

576

nihayetsiz hamd ve sitayiş [övme, medih] ederler” dedikten sonra, yerin şehirleri ve memleketleri içinde Fâtırın [benzeri bulunmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah] verdiği cihazat ve kanatlarıyla seyr ü seyahat [hareket etme ve gezme] eden insanlarla hayvânat ve tuyur [kuşlar] gibi, semâvî saraylar olan yıldızlar ve ulvî memleketleri olan burçlarda gezmek ve tayeran [uçma, uçuş] etmek için, o memleketin sekeneleri [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] olan meleklerine kanat veren Zât-ı Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] elbette herşeye kadîr olmak lâzım gelir. Bir sineğe bir meyveden bir meyveye, bir serçeye bir ağaçtan bir ağaca uçmak kanadını veren, Zühreden [çiçek] Müşteriye, Müşteriden Zuhale [Satürn gezegeni] uçacak kanatları O veriyor.

Hem melâikeler, [melekler] sekene-i zemin [yeryüzü sakinleri] gibi cüz’iyete münhasır değiller. Bir mekân-ı muayyen [belirli bir mekân] onları kaydedemiyor. Bir vakitte dört veya daha ziyade yıldızlarda bulunduğuna işaret, مَثْنٰى وَثُلٰثَ وَرُبَاعَ 1 kelimeleriyle tafsil verir.

İşte, şu hadise-i cüz’iye [ferdî, belirli bir bölgeye ait olay] olan “melâikeleri [melekler] kanatlarla teçhiz etmek” tabiriyle, gayet küllî ve umumî bir azamet-i kudretin [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] destgâhına [iş yeri] işaret ederek اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ 2 fezlekesiyle [hülasa, öz] tahkik [araştırma, inceleme] edip tesbit eder.

ONUNCU NÜKTE-İ BELÂĞAT: Kâh [bazan] oluyor, âyet insanın isyankârâne amellerini zikreder, şedit [çok şiddetli] bir tehditle zecreder; [sakındırma] sonra, şiddet-i tehdit [tehdidin şiddeti] ye’se [ümitsizlik] ve ümitsizliğe atmamak için, rahmetine işaret eden bir kısım esmâ [Allah’ın isimleri] ile hâtime [son] verir, tesellî eder.

Meselâ,

قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُۤ اٰلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لاَبْتَغَوْا اِلٰى ذِى الْعَرْشِ سَبِيلاً * سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبِيرًا * تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ

577

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلٰكِنْ لاَتَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا * 1

İşte şu âyet der ki: De: Eğer dediğiniz gibi mülkünde şeriki olsaydı, elbette Arş-ı Rububiyetine [Allah’ın büyüklüğünün, hüküm ve egemenliğinin tecelli ettiği yer] el uzatıp, müdahale eseri görünecek bir derecede bir intizamsızlık olacaktı. Halbuki, yedi tabaka semâvâttan tut tâ hurdebinî [gözle görülmeyecek kadar küçük, mikroskobik] zîhayatlara [canlı] kadar herbir mahlûk, küllî olsun, cüz’î [ferdî, küçük] olsun, küçük olsun, büyük olsun, mazhar [erişme, nail olma] olduğu bütün isimlerin cilve [görünme, yansıma] ve nakışları [işleme] dilleriyle, o Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] Müsemmâ-i Zülcelâlini [güzel isimlerin sahibi ve sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan Allah] tesbih edip şerik ve nazirden [benzer] tenzih [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] ediyorlar.

Evet, nasıl ki semâ güneşler, yıldızlar denilen nurefşan [nur saçan] kelimâtıyla, [kelimeler] hikmet ve intizamıyla Onu takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ediyor, vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ediyor; ve cevv-i hava [gökyüzü, atmosfer] dahi bulutların sesiyle, berk [şimşek] ve raad [gök gürültüsü] ve katrelerin [damla] kelimâtıyla [kelimeler] Onu tesbih ve takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve vahdâniyetine [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] şehadet eder. Öyle de, zemin, hayvânat ve nebâtat [bitkiler] ve mevcudat [var edilenler, varlıklar] denilen hayattar kelimâtıyla [kelimeler] Hâlık-ı Zülcelâlini [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] tesbih ve tevhid etmekle beraber; herbir ağacı, yaprak ve çiçek ve meyvelerin kelimâtıyla [kelimeler] yine tesbih edip birliğine şehadet eder. Öyle de, en küçük mahlûk, en cüz’î [ferdî, küçük] bir masnu, [san’at eseri] küçüklüğü ve cüz’iyetiyle beraber, taşıdığı nakışlar [işleme] ve keyfiyetler işaretiyle pek çok esmâ-i külliyeyi [bütün varlık âleminde yansımaları görünen Allah’ın isimleri] göstermekle Müsemmâ-yı Zülcelâli tesbih edip vahdâniyetine [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] şehadet eder.

İşte, bütün kâinat birden, bir lisanla, müttefikan [birleşerek] Hâlık-ı Zülcelâlini [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] tesbih edip

578

vahdâniyetine [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] şehadet ederek kendilerine göre muvazzaf oldukları vazife-i ubûdiyeti [kulluk görevi] kemâl-i itaatle [tam bir itaat, mükemmel ve kusursuz bir şekilde boyun eğme] yerine getirdikleri halde, şu kâinatın hülâsa[esas, öz] ve neticesi ve nazdar [nazlı] bir halifesi ve nazenin [ince, duyarlı] bir meyvesi olan insan, bütün bunların aksine, zıddına olarak ettikleri küfür ve şirkin ne kadar çirkin düşüp ne derece cezaya şayeste [layık] olduğunu ifade edip bütün bütün ye’se [ümitsizlik] düşürmemek için, hem şunun gibi nihayetsiz bir cinayete, hadsiz çirkin bir isyana Kahhâr-ı Zülcelâl [haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye her zaman mutlak galip gelen ve kahretmeye gücü yeten Allah] nasıl meydan verip kâinatı başlarına harap etmediğinin hikmetini göstermek için اِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا 1 der. O hâtime [son] ile hikmet-i imhâli gösterip bir rica [ümit] kapısı açık bırakır.

ba

İşte, şu on işârât-ı i’câziyeden anla ki, âyetlerin hâtimelerindeki [son] fezlekelerde, [hülasa, öz] çok reşahât-ı hidayetiyle beraber çok lemeât-ı i’câziye [Kur’ân’daki mu’cizelik parıltıları] vardır ki, bülegaların en büyük dâhileri, şu bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] üslûplara karşı kemâl-i hayret [tam bir şaşkınlık] ve istihsanlarından [beğenme, güzel bulma] parmağını ısırmış, dudağını dişlemiş, “Mâ hâzâ kelâmu beşer” demiş;

اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى 2 ya hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] olarak iman etmişler. Demek, bazı âyette, bütün mezkûr [adı geçen] işaratla [işaretler] beraber, bahsimize girmeyen çok mezâyâ-yı âhari de tazammun [içerme, içine alma] eder ki, o mezâyânın icmâında öyle bir nakş-ı i’caz görünür ki, kör dahi görebilir.

İKİNCİ ŞULENİN [gür ışık/alev] ÜÇÜNCÜ NURU

Şudur ki: Kur’ân, başka kelâmlarla kabil-i kıyas [kıyası mümkün] olamaz. Çünkü, kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl [güzellik] cihetinden dört menbaı [kaynak] var: Biri

579

mütekellim, [konuşan] biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Ediplerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma.

Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü [güzellik] bu dört menbadan alır. Kur’ân’ın menbaına [kaynak] dikkat edilse, Kur’ân’ın derece-i belâğati, [belağat derecesi] ulviyet ve hüsnü [güzellik] anlaşılır. Evet, madem kelâm, mütekellime [konuşan] bakıyor. Eğer o kelâm emir ve nehiy [yasak] ise, mütekellimin [konuşan] derecesine göre irade ve kudreti de tazammun [içerme, içine alma] eder. O vakit söz mukavemetsûz [dirençsiz] olur, maddî elektrik gibi tesir eder; kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezayüd [artma] eder.

Meselâ يَۤا اَرْضُ ابْلَعِى مَۤاءَكِ وَيَاسَمَۤاءُ اَقْلِعِى 1 yani “Yâ arz! Vazifen bitti; suyunu yut. Yâ semâ! Hâcet [ihtiyaç] kalmadı; yağmuru kes.” Meselâ فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا قَالَتَۤا اَتَيْنَا طَۤائِعِينَ 2 yani “Yâ arz, yâ semâ! İster istemez geliniz, hikmet ve kudretime râm olunuz. Ademden çıkıp, vücutta meşhergâh-ı san’atıma [san’atın sergilendiği yer] geliniz’ dedi. Onlar da: “Biz kemâl-i itaatle [tam bir itaat, mükemmel ve kusursuz bir şekilde boyun eğme] geliyoruz. Bize gösterdiğin her vazifeyi Senin kuvvetinle göreceğiz.” İşte, kuvvet ve iradeyi tazammun [içerme, içine alma] eden hakikî ve nâfiz [derinlere işleyen; etkili] şu emirlerin kuvvet ve ulviyetine [yüce] bak. Sonra insanların اُسْكُنِى يَۤا اَرْضُ وَانْشَقِّى يَا سَمَۤاءُ وَقُومِۤى اَيَّتُهَا الْقِيٰمَةُ 3 gibi suret-i emirde [emir şekli] cemâdâta [cansız olan şeyler] hezeyanvâri [boş söz, saçmalama] muhaveresi, [karşılıklı konuşma] hiç o iki emre kabil-i kıyas [kıyası mümkün] olabilir mi? Evet, temennîden neş’et [doğma] eden arzular ve o arzulardan neş’et [doğma] eden fuzuliyâne emirler nerede, hakikat-i âmiriyetle [emredicilik gerçeği] muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] bir âmirin iş başında hakikat-i emri [gerçek emir] nerede? Evet, emr-i nâfiz, [etkili, tesir gücü olan emir] büyük bir âmirin mutî [emre uyan] ve büyük bir ordusuna “Arş![haydi!] emri nerede? Ve şöyle bir emir, âdi bir neferden [asker] işitilse, iki emir sureten [görünüş itibarıyla] bir iken, mânen bir neferle [asker] bir ordu kumandanı kadar farkı var.

580

Meselâ, اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ 1 Hem meselâ, وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰۤئِكَةِ اسْجُدُوا ِلاٰدَمَ 2 Şu iki âyette iki emrin kuvvet ve ulviyetine [yüce] bak, sonra beşerin emirler nev’indeki kelâmına bak. Acaba yıldız böceğinin güneşe nisbeti gibi kalmıyorlar mı? Evet, hakikî bir mâlikin iş başındaki bir tasviri ve hakikî bir san’atkârın [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] işlediği vakit san’atına dair verdiği beyanatı ve hakikî bir mün’imin [gerçek nimet verici olan Allah] ihsan [bağış] başında iken beyan ettiği ihsânâtı, yani, kavl [söz] ile fiili birleştirmek, kendi fiilini hem göze, hem kulağa tasvir etmek için şöyle dese: “Bakınız, işte bunu yaptım. Böyle yapıyorum. İşte bunu bunun için yaptım. Bu böyle olacak. Bunun için işte bunu böyle yapıyorum.” Meselâ,

اَفَلَمْ يَنْظُرُۤوا اِلَى السَّمَۤاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا وَمَالَهَا مِنْ فُرُوجٍ * وَاْلاَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَاَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ وَاَنْبَتْنَا فِيهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ * تَبْصِرَةً وَذِكْرٰى لِكُلِّ عَبْدٍ مُنِيبٍ * وَنَزَّلْنَا مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً مُبَارَكًا فَاَنْبَتْنَا بِهِ جَنَّاتٍ وَحَبَّ الْحَصِيدِ * وَالنَّخْلَ بَاسِقَاتٍ لَهَا طَلْعٌ نَضِيدٌ * رِزْقًا لِلْعِبَادِ وَاَحْيَيْنَا بِهِ بَلْدَةً مَيْتًا كَذٰلِكَ الْخُرُوجُ * 3

Kur’ân’ın semâsında, şu sûrenin burcunda [belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi] parlayan yıldız-misal [yıldız gibi] Cennet meyveleri gibi şu tasvirâtı, [tasvirler, anlatımlar] şu ef’alleri [fiiller, davranışlar] içindeki intizam-ı belâğatle çok tabaka delâilini [deliller] zikredip, neticesi olan haşri كَذٰلِكَ الْخُرُوجُ tabiriyle ispat edip, sûrenin başında haşri inkâr edenleri ilzam [susturma] etmek nerede; insanların fuzuliyâne, onlarla teması az olan ef’alden [fiiller, davranışlar] bahisleri nerede? Taklit suretinde çiçek resimleri, hakikî,

581

hayattar çiçeklere nisbeti derecesinde olamaz! Şu اَفَلَمْ يَنْظُرُوا dan, tâ كَذٰلِكَ الْخُرُوجُ a kadar güzelce meâli söylemek çok uzun gider. Yalnız bir işaret edip geçeceğiz. Şöyle ki:

Sûrenin başında, küffar, haşri inkâr ettiklerinden, Kur’ân onları haşrin kabulüne mecbur etmek için şöylece bast-ı mukaddemat eder, der: “Âyâ, [“acaba mümkün mü?” anlamında şüphe bildiren ünlem edatı] üstünüzdeki semâya bakmıyor musunuz ki, Biz ne keyfiyette, ne kadar muntazam, muhteşem bir surette bina etmişiz. Hem görmüyor musunuz ki, nasıl yıldızlarla, ay ve güneşle tezyin [süsleme] etmişiz, hiçbir kusur ve noksaniyet bırakmamışız. Hem görmüyor musunuz ki, zemini size ne keyfiyette sermişiz, ne kadar hikmetle tefriş [döşeme] etmişiz. O yerde dağları tesbit etmişiz, denizin istilâsından muhafaza etmişiz. Hem görmüyor musunuz, o yerde ne kadar güzel, rengârenk herbir cinsten çift hadravâtı, nebâtâtı [bitkiler] halk ettik, yerin her tarafını o güzellerle güzelleştirdik. Hem görmüyor musunuz, ne keyfiyette semâ canibinden [taraf, yön] bereketli bir suyu gönderiyoruz. O suyla bağ ve bostanları, hububatı, [tohum] yüksek, leziz meyveli hurma gibi ağaçları halk edip ibâdıma rızkı onunla gönderiyorum, yetiştiriyorum. Hem görmüyor musunuz, o suyla ölmüş memleketi ihyâ [diriltme, hayat verme] ediyorum, binler dünyevî haşirleri icad ediyorum. Nasıl bu nebâtâtı [bitkiler] kudretimle bu ölmüş memleketten çıkarıyorum; sizin haşirdeki hurucunuz da böyledir. Kıyamette arz ölüp, siz sağ olarak çıkacaksınız.”

İşte, şu âyetin ispat-ı haşirde gösterdiği cezâlet-i beyaniye—ki [anlatım ve ifadedeki akıcılık, güzellik] binden birisine ancak işaret edebildik—nerede, insanların bir dâvâ için serd ettikleri kelimat [ifadeler, sözler] nerede?

ba

Şu risalenin başında, şimdiye kadar tahkik [araştırma, inceleme] namına bîtarafâne [tarafsız] muhakeme suretinde Kur’ân’ın i’câzını [mu’cize oluş] muannid [inatçı] bir hasma kabul ettirmek için, Kur’ân’ın çok hukukunu gizli bıraktık. O güneşi mumlar sırasına getirip muvazene [karşılaştırma/denge] ediyorduk. Şimdi tahkik, [araştırma, inceleme] vazifesini ifa edip, parlak bir surette i’câzını [mu’cize oluş] ispat etti. Şimdi ise,

582

tahkik [araştırma, inceleme] namına değil, hakikat namına bir iki sözle, Kur’ân’ın muvazeneye [karşılaştırma/denge] gelmez hakikî makamına işaret edeceğiz.

Evet, sair kelâmların Kur’ân’ın âyâtına nisbeti, şişelerdeki görünen yıldızların küçücük akisleriyle yıldızların aynına nisbeti gibidir. Evet, herbiri birer hakikat-i sabiteyi tasvir eden, gösteren Kur’ân’ın kelimâtı [kelimeler] nerede, beşerin fikri ve duygularının âyineciklerinde kelimâtıyla [kelimeler] tersim ettikleri mânâlar nerede? Evet, envâr-ı hidayeti ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] eden ve şems ve kamerin [ay] Hâlık-ı Zülcelâlinin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] kelâmı olan Kur’ân’ın melâike-misal [melekler] zîhayat [canlı] kelimâtı [kelimeler] nerede; beşerin hevesâtını uyandırmak için sehhar [sihirbaz, büyücü] nefisleriyle, müzevver incelikleriyle ısırıcı kelimâtı [kelimeler] nerede? Evet, ısırıcı haşarat ve böceklerin mübarek melâike [melek] ve nuranî ruhanîlere nisbeti ne ise, beşerin kelimâtı [kelimeler] Kur’ân’ın kelimâtına [kelimeler] nisbeti odur. Şu hakikatleri, Yirmi Beşinci Sözle beraber, geçen yirmi dört adet Sözler ispat etmiştir. Şu dâvâmız mücerret [soyut] değil; burhanı, [delil] geçmiş neticedir. Evet, herbiri cevâhir-i hidayetin birer sadefi [içinde inci bulunan kabuk] ve hakaik-ı imaniyenin birer menbaı [kaynak] ve esâsât-ı İslâmiyenin [İslâm dininin esasları] birer madeni ve doğrudan doğruya Arşu’r-Rahmân’dan gelen ve kâinatın fevkinde [üstünde] ve haricinde insana bakıp inen ve ilim ve kudret ve iradeyi tazammun [içerme, içine alma] eden ve hitab-ı ezelî olan elfâz-ı Kur’âniye [Kur’ân’daki lâfızlar, [ifade, kelime] ifadeler, sözler] nerede; insanın hevâî, [nefsine boyun eğen, nefsinin zaafları [zayıflık, güçsüzlük] doğrultusunda hareket eden] hevaperestâne, vâhi, [zayıf, önemsiz] hevesperverâne [nefsin istek ve arzularına düşkün bir şekilde] elfâzı nerede?

Evet, Kur’ân, bir şecere-i tûbâ [Cennetteki tûba ağacı] hükmüne geçip, şu âlem-i İslâmiyeyi [İslâm âlemi] bütün mâneviyâtıyla, şeâir [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] ve kemâlâtıyla, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] desâtir [düsturlar, kanunlar] ve ahkâmıyla [hükümler] yapraklar suretinde neşredip, asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve evliyasını birer çiçek hükmünde o ağacın âb-ı hayatıyla [hayat suyu] taze, güzel gösterip, bütün kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve hakaik-ı kevniye ve İlâhiyeyi semere verip, meyvelerindeki çok çekirdekleri amelî birer düstur, [kâide, kural] birer program hükmüne

583

geçip, yine meyvedar ağaç hükmünde müteselsil [zincirleme] hakaikı [doğru gerçekler] gösteren Kur’ân nerede; beşerin malûmumuz olan kelâmı nerede? Eyne’s-serâ mine’s-Süreyyâ?

Bin üç yüz elli senedir, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bütün hakaikını [doğru gerçekler] kâinat çarşısında açıp teşhir ettiği halde, herkes, her millet, her memleket onun cevahirinden, [cevherler] hakaikından [doğru gerçekler] almıştır ve alıyorlar. Halbuki, ne o ülfet, ne o mebzuliyet, [bolluk] ne o mürur-u zaman, [zaman aşımı, zamanın geçmesi] ne o büyük tahavvülâtlar, [başka bir hâle geçme, dönüşme] onun kıymettar hakaikına, [doğru gerçekler] onun güzel üslûplarına halel [eksik, kusur] verememiş, ihtiyarlatmamış, kurutmamış, kıymetten düşürmemiş, hüsnünü [güzellik] söndürmemiştir. Şu hâl [çözüm] tek başıyla bir i’cazdır. [mu’cize oluş]

Şimdi biri çıksa, Kur’ân’ın getirdiği hakaikten [doğru gerçekler] bir kısmına kendi hevesince çocukça bir intizam verse, Kur’ân’ın bazı âyâtına muâraza [sözle karşı koyma, muhalefet] için nisbet etse, “Kur’ân’a yakın bir kelâm söyledim” dese, öyle ahmakane bir sözdür ki: Meselâ, taşları muhtelif cevahirden [cevherler] bir saray-ı muhteşemi [ihtişamlı, görkemli saray] yapan ve o taşların vaziyetinde umum sarayın nukuş-u âliyesine [yüksek nakışlar] bakan mizan[ölçü] nakışlarla [işleme] tezyin [süsleme] eden bir ustanın san’atıyla; o nukuş-u âliyeden [yüksek nakışlar] fehmi kasır, [köşk, saray] o sarayın bütün cevahir [cevherler] ve ziynetlerinden bîbehre [ehliyetsiz, bir konuda söz sahibi olmayan] bir âdi adam, âdi hanelerin bir ustası, o saraya girip, o kıymettar taşlardaki ulvî nakışları [işleme] bozup, çocukça hevesine göre, âdi bir hanenin vaziyetine göre bir intizam, bir suret verse ve çocukların nazarına hoş görünecek bazı boncukları taksa, sonra “Bakınız, o sarayın ustasından daha ziyade maharet ve servetim var ve kıymettar ziynetlerim var” dese, divanece bir hezeyan [boş söz, saçmalama] eden bir sahtekârın nisbet-i san’atı gibidir.