SÖZLER – Yirmi Beşinci Söz -3 (584-606)

584

 Üçüncü Şule [gür ışık/alev]

Üç Ziyası var.

BİRİNCİ ZİYA

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] büyük bir vech-i i’câzı [mu’cizelik yönü] On Üçüncü Sözde beyan edilmiştir. Kardeşleri olan sair vücuh-u i’caziye [mu’cize olma yönleri] sırasına girmek için bu makama alınmıştır.

İşte, Kur’ân’ın herbir âyeti, birer necm-i sâkıp [karanlığı delip geçen parlak yıldız] gibi i’caz [mu’cize oluş] ve hidayet nurunu neşirle küfür ve gaflet zulümâtını dağıttığını görmek ve zevk etmek istersen, kendini Kur’ân’ın nüzulünden [Kur’ân’ın indirilmesi] evvel olan o asr-ı cahiliyette [cahiliye asrı] ve o sahrâ-yı bedeviyette [bedeviliğin hüküm sürdüğü yer, çöl] farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet [cehalet ve duyarsızlık karanlığı] altında, perde-i cumud-u tabiata [tabiatın donuk, cansız perdesi] sarılmış olduğu bir anda, birden Kur’ân’ın lisan-ı ulvîsinden

سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ * 1

يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ * 2

gibi âyetleri işit, bak: O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem [âlemdeki varlıklar] سَبَّحَ، يُسَبِّحُ sadâsıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar [uyanık] oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar.

Hem o karanlık gökyüzünde birer câmid [cansız] ateşpare [ateş parçası] olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkat تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ 3 sayhasıyla, [ses, sesleniş] işitenin nazarında nasıl gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ, [hikmet gösteren kelime] birer

585

nur-u hakikat-edâ; [hakikat nuru] ve arz bir kafa, ve ber [kara] ve bahir [açık, berrak] birer lisan, ve bütün hayvânat ve nebâtat [bitkiler] birer kelime-i tesbihfeşan [Allah’ı çok çok tesbih eden kelime] suretinde arz-ı didar [kendini gösterme] eder. Yoksa, bu zamandan tâ o zamana bakmakla mezkûr [adı geçen] zevkin dekaikini [incelikler] göremezsin. Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zamanla [zaman aşımı, zamanın geçmesi] ulûm-u müteârife [herkesçe bilinen bilgiler] hükmüne geçen ve sair neyyirât-ı İslâmiye [İslâmın nurlu hakikatleri] ile parlayan ve Kur’ân’ın güneşiyle gündüz rengini [rengârenk, süslü, parlak] alan bir vaziyetle veyahut sathî [sığ, yüzeysel] ve basit bir perde-i ülfetle [alışkanlık perdesi] baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’caz [mu’cizelik nağmesi ve ahengi] içinde ne çeşit zulümâtı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok envâ-ı i’câzı [mu’cizelik çeşitleri] içinde bu nevi i’câzını [mu’cize oluş] zevk edemezsin.

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] en yüksek derece-i i’câzına [mu’cizelik derecesi] bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki:

Gayet büyük ve garip ve gayetle yayılmış acip bir ağaç farz edelim ki, o ağaç geniş bir perde-i gayb [gayb perdesi] altında, bir tabaka-i mesturiyet [gizlilik tabakası] içinde saklanmıştır. Malûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, [uygunluk] bir muvazenet [denge] lâzımdır. Herbir cüz’ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir. İşte, hiç görülmeyen—ve hâlâ görünmüyor—o ağaca dair biri çıksa, perde üstünde onun herbir âzasına mukabil bir resim çekse, bir hudut çizse; daldan meyveye, meyveden yaprağa bir tenasüple [uygunluk] bir suret tersim etse ve birbirinden nihayet uzak mebde’ [başlangıç] ve müntehâsının [bir şeyin en uç noktası] ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla [resimlemeler] doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam bütün o gaybî ağacı gayb-âşinâ [gaybı bilen, görünmeyenden haberi olan] nazarıyla görür, ihata [herşeyi kuşatma] eder, sonra tasvir eder.

Aynen onun gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] dahi, hakikat-i mümkinâta [yaratılanların, var edilenlerin gerçeği] dair—ki o hakikat, dünyanın iptidâsından [başlangıç] tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve Arştan ferşe, [yer] zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] hakikatine

586

dair—beyanat-ı Kur’âniye o kadar tenasübü [uygunluk] muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık bir suret vermiştir ki, bütün muhakkikler [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] nihayet-i tahkikinde [araştırmanın sonu] Kur’ân’ın tasvirine “Mâşaallah, bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] deyip, “Tılsım-ı kâinatı [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] ve muammâ-yı hilkati [yaratılışta gizli olan sır] keşif ve fetheden yalnız sensin, ey Kur’ân-ı Kerîm” demişler.

وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1 temsilde kusur yok, esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfât-ı İlâhiye [Allah’ın sıfatları] ve şuûn [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ve ef’âl-i Rabbâniye bir şecere-i tûbâ-i nur [Cennetteki nurlu Tuba ağacı] hükmünde temsil edilmekle, o şecere-i nuraniyenin [nurlu ağaç] daire-i azameti [büyüklük dairesi] ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyâsı, [büyüklüğün sınırı, ucu] gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] fezâ-yı ıtlakta [uçsuz bucaksız gökyüzü, uzay] yayılıp ihata [herşeyi kuşatma] ediyor. Hudud-u icraatı [icraatın sınırı] يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ 2* فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوٰى 3 hududundan tut, ta وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ 4* خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ 5 hududuna kadar intişar [açığa çıkma, yayılma] etmiş o hakikat-i nuraniyeyi [nurlu gerçek] bütün dal ve budaklarıyla, gayat [gayeler] ve meyveleriyle, o kadar tenasüple, [uygunluk] birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş [korkma, çekinme] etmeyecek bir surette o hakaik-ı esmâ ve sıfâtı ve şuûn [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ve ef’âli [fiiler, davranışlar] beyan eder ki, bütün ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve hakikat ve daire-i melekûtta [eşyanın iç yüzüyle alakalı daire, gayb dairesi] cevelân [akma, dolaşma] eden bütün ashab-ı irfan ve hikmet, [ilim ve hikmet sahibi kimseler] o beyanat-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’ın açıklamaları] karşı “Sübhânallah” deyip “Ne kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık” diyerek tasdik ediyorlar.

Meselâ, bütün daire-i imkân [bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat] ve daire-i vücuba [hiç değişikliğe uğramayan varlığı zorunlu olan İlâhlık dairesi] bakan, hem o iki şecere-i azîmenin [büyük ağaç]

587

birtek dalı hükmünde olan imanın erkân-ı sittesi [altı esas] ve o erkânın dal ve budaklarının en ince meyve ve çiçekleri aralarında o kadar bir tenasüp [uygunluk] gözetilerek tasvir eder ve o derece bir muvazenet [denge] suretinde tarif eder ve o mertebe bir münasebet tarzında izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder ki, akl-ı beşer [insan aklı] idrakinden âciz ve hüsnüne [güzellik] karşı hayran kalır. Ve o iman dalının budağı hükmünde olan İslâmiyetin erkân-ı hamsesi [beş esas] aralarında ve o erkânın tâ en ince teferruatı, en küçük âdâbı ve en uzak gayâtı [gayeler] ve en derin hikemiyâtı [hikmetler] ve en cüz’î [ferdî, küçük] semerâtına [meyve] varıncaya kadar, aralarında hüsn-ü tenasüp [güzel bir uygunluk] ve kemâl-i münasebet [eksiksiz uyum ve bağlantı] ve tam bir muvazenet [denge] muhafaza ettiğine delil ise, o Kur’ân-ı câmiin [herşeyi içine alan Kur’ân] nusus [nasslar, açık hükümler] ve vücuhundan [vecihler, yönler] ve işârat [işaretler] ve rümuzundan [ince işaretler] çıkan şeriat-ı kübrâ-yı İslâmiyenin [İslâmın büyük ve yüce kanunları] kemâl-i intizamı [tam ve mükemmel düzen] ve muvazeneti [karşılaştırma/denge] ve hüsn-ü tenasübü ve rasaneti, [sağlamlık] cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez bir şahid-i âdil, [âdaletli şahit] şüphe getirmez bir burhan-ı kàtı’dır. [kesin delil]

Demek oluyor ki, beyanat-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın açıklamaları] beşerin ilm-i cüz’îsine, [az ve sınırlı ilim] bahusus [hususan, özellikle] bir ümmînin ilmine müstenid [dayanan] olamaz. Belki, bir ilm-i muhite [her şeyi kuşatan ilim] istinad ediyor; ve cemî [bütün] eşyayı birden görebilir, ezel ve ebed ortasında bütün hakaikı [doğru gerçekler] bir anda müşahede eder bir Zâtın kelâmıdır. Âmennâ[“iman ettik”]

İKİNCİ ZİYA

Hikmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hikmeti] karşısında meydan-ı muarazaya [sözle mücadele meydanı] çıkan felsefe-i beşeriyenin, [insanların geliştirdiği fikir, felsefe] hikmet-i Kur’ân‘a [Kur’ân’ın hikmeti] karşı ne derece sukut [alçalış, düşüş] ettiğini On İkinci Sözde izah ve bir temsil ile tasvir ve sair Sözlerde ispat ettiğimizden, onlara havale edip şimdilik başka bir cihette küçük bir muvazene [karşılaştırma/denge] ederiz. Şöyle ki:

Felsefe ve hikmet-i insaniye [insan aklının ürünü olan fen ve felsefe ilmi] [insanların geliştirdikleri fikir, felsefe ve ilim] dünyaya sabit bakar; mevcudatın [var edilenler, varlıklar] mahiyetlerinden, hâsiyetlerinden [özellik] tafsilen bahseder. Sâniine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] karşı vazifelerinden bahsetse de,

588

icmâlen [özet] bahseder. Adeta kâinat kitabının yalnız nakış [işleme] ve huruflarından [harfler] bahseder, mânâsına ehemmiyet vermez.

Kur’ân ise, dünyaya geçici, seyyal, [akıcı] aldatıcı, seyyar, kararsız, inkılâpçı [değişen] olarak bakar. Mevcudatın [var edilenler, varlıklar] mahiyetlerinden, surî [görünüşte] ve maddî hâsiyetlerinden [özellik] icmâlen [özet] bahseder. Fakat Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] tarafından tavzif [görevlendirme] edilen vezâif-i ubûdiyetkârânelerinden [kulluk görevleri] ve Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] isimlerine ne vech [cihet, yön, taraf] ile ve nasıl delâlet ettiklerini ve evâmir-i tekvîniye-i İlâhiyeye [Allah’ın yaratılışa âit emirleri] karşı inkıyadlarını [boyun eğme] tafsilen zikreder.

İşte, felsefe-i beşeriye [insanların geliştirdiği fikir, felsefe] ile hikmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hikmeti] şu tafsil ve icmal [kısaca, özet olarak] hususundaki farklarına bakacağız ki, mahz-ı hak [hakkın, doğru ve gerçeğin ta kendisi] ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] hangisidir, göreceğiz. İşte, nasıl elimizdeki saat, sureten [görünüş itibarıyla] sabit görünüyor; fakat içindeki çarkların harekâtıyla, daimî içinde bir zelzele ve âlet ve çarklarının ıztırapları vardır. Aynen onun gibi, kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] bir saat-i kübrâ[çok büyük saat] olan şu dünya, zâhirî sabitiyetiyle [sabitlik] beraber, daimî zelzele ve tagayyürde, [başkalaşım, değişme] fenâ ve zevâlde [batış, kayboluş] yuvarlanıyor. Evet, dünyaya zaman girdiği için, gece ve gündüz, o saat-i kübrânın [çok büyük saat] saniyelerini sayan iki başlı bir mil hükmündedir. Sene, o saatin dakikalarını sayan bir ibre vaziyetindedir. Asır ise, o saatin saatlerini tâdât [sayma] eden bir iğnedir. İşte, zaman, dünyayı emvâc-ı zevâl [kaybolup giden, yok olan dalgalar] üstüne atar. Bütün mazi [geçmiş] ve istikbali ademe verip yalnız zaman-ı hazırı [şimdiki zaman] vücuda bırakır.

Şimdi, zamanın dünyaya verdiği şu şekille beraber, mekân itibarıyla dahi, yine dünya zelzeleli, gayr-ı sabit [değişken, sabit olmayan] bir saat hükmündedir. Çünkü cevv-i hava [gökyüzü, atmosfer] mekânı çabuk tagayyür [başkalaşım, değişme] ettiğinden, bir halden bir hale sür’aten geçtiğinden, bazı günde birkaç defa bulutlarla dolup boşalmakla, saniye sayan milin suret-i tagayyürü [değişme şekli] hükmünde bir tagayyür [başkalaşım, değişme] veriyor.

Şimdi, dünya hanesinin tabanı olan mekân-ı arz [yeryüzü] ise, yüzü, mevt [ölüm] ve hayatça, nebat [bitki] ve hayvanca pek çabuk tebeddül [başkalaşma, değişme] ettiğinden, dakikaları sayan bir mil hükmünde, dünyanın şu ciheti geçici olduğunu gösterir. Zemin, yüzü itibarıyla böyle olduğu gibi, batnındaki [iç] inkılâbat [büyük değişimler] ve zelzelelerle ve onların neticesinde cibâlin [dağlar]

589

çıkmaları ve hasflar vuku bulması, saatleri sayan bir mil gibi, dünyanın şu ciheti ağırca mürur edicidir, [geçici] gösterir.

Dünya hanesinin tavanı olan semâ mekânı ise, ecramların [büyük cisimler] harekâtıyla, kuyruklu yıldızların zuhuruyla, küsufat [güneş tutulmaları] ve husufâtın [ay tutulması] vuku bulmasıyla, yıldızların sukut [alçalış, düşüş] etmeleri gibi tagayyürat [başkalaşmalar] gösterir ki, semâ dahi sabit değil; ihtiyarlığa, harabiyete gidiyor. Onun tagayyürâtı, [başkalaşmalar] haftalık saatte günleri sayan bir mil gibi, çendan [gerçi] ağır ve geç oluyor, fakat herhalde geçici ve zevâl [batış, kayboluş] ve harabiyete karşı gittiğini gösteriyor.

İşte, dünya, dünya cihetiyle şu yedi rükün [esas, şart] üzerinde bina edilmiştir. Şu rükünler [esas, şart] daim onu sarsıyor. Fakat şu sarsılan ve hareket eden dünya, Sâniine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] baktığı vakit, o harekât ve tagayyürat, [başkalaşmalar] kalem-i kudretin [Allah’ın kudret kalemi] mektubat-ı Samedâniyeyi [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] yazması için o kalemin işlemesidir. O tebeddülât-ı ahvâl [hallerin değişmesi] ise, esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] cilve-i şuûnâtını ayrı ayrı tavsifatla [bir sıfatla niteleme] gösteren, tazelenen âyineleridir.

İşte, dünya, dünya itibarıyla hem fenâya gider, hem ölmeye koşar, hem zelzele içindedir. Hakikatte akarsu gibi rıhlet [yolculuk, göç] ettiği halde, gafletle sureten [görünüş itibarıyla] incimad [donma] etmiş, fikr-i tabiatla [her şeyi tabiatın yarattığını kabul eden düşünce] kesafet [yoğunluk, katılık] ve küduret [bulanıklık] peydâ edip âhirete perde olmuştur. İşte, felsefe-i sakîme, [hastalıklı felsefe; yanlış yoldaki felsefe] tetkikat-ı felsefe [felsefe araştırmaları] ile ve hikmet-i tabiiye [tabiat bilgisi] ile ve medeniyet-i sefihenin [insanları zevk ve eğlenceye yönelten medeniyet; Batı medeniyeti] cazibedar lehviyatıyla, [eğlenceler, oyunlar] sarhoşâne hevesatıyla o dünyanın hem cumudetini [katılık, sertlik] ziyade edip gafleti kalınlaştırmış, hem küduretle [bulanıklık] bulanmasını taz’îf edip Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] ve âhireti unutturuyor.

Amma Kur’ân ise, şu hakikatteki dünyayı, dünya cihetiyle

اَلْقَارِعَةُ مَا الْقَارِعَةُ * 1* وَالطُّورِ * وَكِتَابٍ مَسْطُورٍ * 2 اِذَا وَقَعَتِ الْوَاقِعَةُ * 3

âyâtıyla pamuk gibi hallaç eder, atar.

590

اَوَ لَمْ يَنْظُرُوا فِى مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1 * اَفَلَمْ يَنْظُرُۤوا اِلَى السَّمَۤاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا 2 * اَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُۤوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا * 3

gibi beyanatıyla o dünyaya şeffafiyet [şeffaflık] verir ve bulanmasını izale [giderme] eder.

وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَۤا اِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ 4* اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ * 5

gibi nurefşan [nur saçan] neyyirâtıyla [nurlu hakikatler] câmid [cansız] dünyayı eritir. اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ 6 ve

اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ 7 ve اِذَا السَّمَۤاءُ انْشَقَّتْ 8

وَنُفِخَ فِى الصُّورِ فَصَعِقَ مَنْ فِى السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ مَنْ شَۤاءَ اللهُ * 9

mevt-âlûd [ölümcül, ölümle karışık] tabirleriyle dünyanın ebediyet-i mevhumesini [sonsuzluk kuruntusu] parça parça eder.

يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِى اْلاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَۤاءِ وَمَا يَعْرُجُ فِيهَا وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَمَا كُنْتُمْ وَاللهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ * 10

وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ سَيُرِيكُمْ اٰيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ * 11

Gök gürlemesi gibi sayhalarıyla, [ses, sesleniş] tabiat fikrini [materyalist düşünce; tabiat için söylenen, “insan faaliyetlerinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç” düşüncesi] tevlid [doğurma] eden gafleti dağıtır.
İşte, Kur’ân’ın baştan başa, kâinata müteveccih [yönelen] olan âyâtı şu esasa göre gider.

591

Hakikat-i dünya[dünyanın gerçeği] olduğu gibi açar, gösterir. Çirkin dünyayı, ne kadar çirkin olduğunu göstermekle, beşerin yüzünü ondan çevirtir, Sânie [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bakan güzel dünyanın güzel yüzünü gösterir, beşerin gözünü ona diktirir. Hakikî hikmeti ders verir, kâinat kitabının mânâlarını talim eder, hurufat ve nukuşlarına [işlemeler] az bakar. Sarhoş felsefe gibi çirkine âşık olup, mânâyı unutturup, hurufatın nukuşuyla [işlemeler] insanların vaktini mâlâyâniyatta [anlamsız, faydasız] sarf ettirmiyor.

ÜÇÜNCÜ ZİYA

İkinci Ziyada, hikmet-i beşeriyenin [insanın bilgi ve felsefesi] hikmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hikmeti] karşı sukutuna [alçalış, düşüş] ve hikmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hikmeti] i’câzına [mu’cize oluş] işaret ettik. Şimdi, şu Ziyada, Kur’ân’ın şakirtleri [öğrenci] olan asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve evliya ve hükemanın [âlimler, filozoflar] münevver [aydın] kısmı olan hükema-yı işrâkıyyunun [bilginin kaynağının mânevî aydınlanma, sezgi ve ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] olduğu görüşünü savunan filozoflar] hikmetleriyle Kur’ân’ın hikmetine karşı derecesini gösterip şu cihette Kur’ân’ın i’câzına [mu’cize oluş] muhtasar [kısa] bir işaret edeceğiz.

İşte, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ulviyetine [yüce] en sadık bir delil ve hakkaniyetine en zahir bir burhan [delil] ve i’câzına [mu’cize oluş] en kavî [güçlü, kuvvetli] bir alâmet şudur ki: Kur’ân, bütün aksâm-ı tevhidin [tevhidin kısımları] bütün merâtibini, [mertebeler] bütün levâzımâtıyla [bir işin gerçekleşmesi için gerekli olan şeyler] muhafaza ederek beyan edip muvazenesini [karşılaştırma/denge] bozmamış, muhafaza etmiş; hem bütün hakaik-ı âliye-i İlâhiyenin [İlâhî yüce hakikatler] muvazenesini [karşılaştırma/denge] muhafaza etmiş; hem bütün Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] iktiza [bir şeyin gereği] ettikleri ahkâmları [hükümler] cem [toplama, bir araya gelme] etmiş, o ahkâmın [hükümler] tenasübünü [uygunluk] muhafaza etmiş; hem rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] şuûnâtını [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] kemâl-i muvazene [tam bir denge] ile cem [toplama, bir araya gelme] etmiştir. İşte şu muhafaza ve muvazene [karşılaştırma/denge] ve cem, [toplama, bir araya gelme] bir hâsiyettir; [özellik] kat’iyen [kesinlikle] beşerin eserinde mevcut değil ve eâzım-ı insaniyenin [insanların ileri gelenleri] netâic-i efkârında [fikirlerin neticeleri] bulunmuyor. Ne melekûta [birşeyin iç yüzü, aslı, esası] geçen evliyaların eserinde, ne umurun [emirler] bâtınlarına geçen işrâkıyyunun [iç müşahede ve sezgiye dayalı olarak hakikatlere ulaşma, nurlanma] kitaplarında, ne âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] nüfuz eden ruhanîlerin maarifinde [bilgiler] hiç bulunmuyor. Güya bir taksimü’l-a’mâl [işbölümü]

592

hükmünde, herbir kısmı hakikatin şecere-i uzmâsından [en büyük ağaç] yalnız bir iki dalına yapışıyor, yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor.

Evet, hakikat-i mutlaka, [kesin ve kayıtsız gerçek] mukayyet [kayıt altında, bağlı] enzar [bakışlar, dikkatler] ile ihata [herşeyi kuşatma] edilmez. Kur’ân gibi bir nazar-ı küllî [herşeyi görebilen bakış] lâzım ki ihata [herşeyi kuşatma] etsin. Kur’ân’dan başka, çendan [gerçi] Kur’ân’dan da ders alıyorlar, fakat hakikat-i külliyenin, cüz’î [ferdî, küçük] zihniyle yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur. Ya ifrat [aşırılık] veya tefritle [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] hakaikın [doğru gerçekler] muvazenesini [karşılaştırma/denge] ihlâl edip tenasübünü [uygunluk] izale [giderme] eder. Şu hakikat Yirmi Dördüncü Sözün İkinci Dalında acip bir temsille izah edilmiştir. Şimdi de başka bir temsille şu meseleye işaret ederiz.

Meselâ, bir denizde, hesapsız cevherlerin aksâmıyla dolu bir definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas [dalgıç; çok gayretli, çalışkan] dalgıçlar, o definenin cevahirini [cevherler] aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas [dalgıç; çok gayretli, çalışkan] hükmeder ki, bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından, başka cevahiri [cevherler] işittiği vakit hayal eder ki, o cevherler bulduğu elmasın tâbileridir, fusus [yüzük taşları] ve nukuşlarıdır. [işlemeler] Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer. Başkası, murabba [dört köşeli] bir kehribar [birşeye hızlı bir şekilde sürüldüğü zaman hafif şeyleri kendine çeken değerli bir taş] bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu’zamı [birşeyin en büyük kısmı] itikad [inanç] edip, işittiklerini o hazinenin zevâid [fazlalıklar] ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın [doğru gerçekler] muvazenesi bozulur. Tenasüp [uygunluk] de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakikî rengini [rengârenk, süslü, parlak] görmek için tevilâta ve tekellüfâta [külfet, zahmet] muztar [çaresiz] kalır. Hattâ, bazan inkâr ve tâtile [Allah’ı inkâr etme] kadar giderler. Hükema-yı işrâkıyyunun [bilginin kaynağının mânevî aydınlanma, sezgi ve ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] olduğu görüşünü savunan filozoflar] kitaplarını ve sünnetin mizanıyla [ölçü] tartmayıp keşfiyat [keşifler] ve meşhudâtına [görünen] itimad eden mutasavvıfînin [tasavvuf ehli, kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimseler] kitaplarını teemmül [düşünme, inceden inceye araştırma] eden, bu hükmümüzü bilâşüphe [hiç şüphesiz, kuşkusuz] tasdik eder. Demek, hakaik-ı Kur’âniyenin [Kur’ân hakikatleri, esasları] cinsinden ve Kur’ân’ın dersinden aldıkları halde—çünkü Kur’ân değiller—böyle nâkıs [eksik] geliyor.

Bahr-i hakaik [gerçekler denizi] olan Kur’ân’ın âyetleri dahi o deniz içindeki definenin bir gavvâsıdır.

593

Lâkin onların gözleri açık; defineyi ihata [herşeyi kuşatma] eder. Definede ne var, ne yok, görür. O defineyi öyle bir tenasüp [uygunluk] ve intizam ve insicamla [uyum] tavsif [bir sıfatla niteleme] eder, beyan eder ki, hakikî hüsn-ü cemâli [güzellik] gösterir.

Meselâ, âyet-i

وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ * 1

يَوْمَ نَطْوِى السَّمَۤاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ * 2

ifade ettikleri azamet-i rububiyeti [Allah’ın bütün varlıkları terbiye ve idare ediciliğinin büyüklüğü] gördüğü gibi,

اِنَّ اللهَ لاَ يَخْفٰى عَلَيْهِ شَىْءٌ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ فِى السَّمَۤاءِ * هُوَ الَّذِى يُصَوِّرُكُمْ فِى اْلاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَۤاءُ 3 * مَا مِنْ دَۤابَّةٍ اِلاَّ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا 4 * وَكَأَيِّنْ مِنْ دَۤابَّةٍ لاَ تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ * 5

ifade ettikleri şümul-ü rahmeti [rahmetin kapsamı] görüyor, gösteriyor. Hem

خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ * 6

ifade ettiği vüs’at-i hallâkıyeti [yaratıcılığın genişliği] görüp gösterdiği gibi,

خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ * 7

ifade ettiği şümul-ü tasarrufu [tasarrufun kapsamı] ve ihata-i rububiyeti [rububiyetinin kapsayıcılığı] görüp gösterir.

يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا * 8

ifade ettiği hakikat-i azîme [büyük gerçek] ile

594

وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ * 1

ifade ettiği hakikat-i kerîmâneyi [ikram sahibi olana yakışırcasına olan gerçek ve doğru]

وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ * 2

ifade ettiği hakikat-i azîme-i [büyük gerçek] hâkimâne-i [hükmeder bir şekilde] âmirâneyi görür, gösterir.

اَوَلَمْ يَرَوْا اِلَى الطَّيْرِ فَوْقَهُمْ صَۤافَّاتٍ وَيَقْبِضْنَ مَايُمْسِكُهُنَّ اِلاَّ الرَّحْمَنُ اِنَّهُ بِكُلِّ شَىْءٍ بَصِيرٌ * 3

ifade ettikleri hakikat-i rahîmâne-i müdebbirâneyi

وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ وَلاَ يَؤُدُهُ حِفْظُهُمَا * 4

ifade ettiği hakikat-i azîme [büyük gerçek] ile

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ * 5

ifade ettiği hakikat-i rakîbâneyi

هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ * 6

ifade ettiği hakikat-i muhita gibi

وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ * 7

ifade ettiği akrebiyeti [pek yakınlık, Allah’ın varlıklara olan yakınlığı]

تَعْرُجُ الْمَلٰۤئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ * 8 *

595

işaret ettiği hakikat-i ulviyeyi [yüce gerçek]

اِنَّ اللهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَاْلاِحْسَانِ وَاِيتَۤائِ ذِى الْقُرْبٰى وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَۤاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْىِ * 1

ifade ettiği hakikat-i câmia [çok mânâları içinde toplayan hakikat] gibi bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve amelî erkân-ı sitte-i imaniyenin [imanın altı şartı] herbirisini tafsilen, erkân-ı hamse-i İslâmiyenin [İslâmın beş şartı] herbirisini kasten ve cidden ve saadet-i dâreyni [dünya ve ahiret mutluluğu] temin eden bütün düsturları [kâide, kural] görür, gösterir. Muvazenesini [karşılaştırma/denge] muhafaza edip, tenasübünü [uygunluk] idame edip, o hakaikın [doğru gerçekler] heyet-i mecmuasının [birşeyin geneli, bütün] tenasübünden [uygunluk] hasıl olan hüsün [güzellik] ve cemâlin menbaından, [kaynak] Kur’ân’ın bir i’câz-ı mânevîsi [mânevî mu’cizelik] neş’et [doğma] eder.

İşte şu sırr-ı azîmdendir [büyük sır] ki, ulema-i ilm-i kelâm, [kelâm âlimleri] Kur’ân’ın şakirtleri [öğrenci] oldukları halde, bir kısmı onar cilt olarak erkân-ı imaniyeye [iman esasları] dair binler eser yazdıkları halde, Mutezile gibi aklı nakle tercih ettikleri için, Kur’ân’ın on âyeti kadar vuzuhla [açıklık] ifade ve kat’î ispat ve ciddî ikna edememişler. Adeta onlar, uzak dağların altında lâğım yapıp, borularla tâ âlemin nihayetine kadar silsile-i esbabla [sebepler zinciri] gidip orada silsileyi keser, sonra âb-ı hayat [hayat suyu] hükmünde olan marifet-i İlâhiyeyi [Allah’ı bilme ve tanıma] ve vücud-u Vâcibü’l-Vücudu [varlığı zorunlu olan Cenâb-ı Hakkın varlığı] ispat ederler.

Âyet-i kerime ise, herbirisi birer asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi, her yerde suyu çıkarabilir, herşeyden bir pencere açar, Sâni-i Zülcelâli [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] tanıttırır. Kur’ân’ın bahrinden tereşşuh [sızma/sızıntı] eden Arabî Katre [damla] risalesinde ve sair Sözlerde şu hakikat fiilen ispat edilmiş ve göstermişiz.

İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umura [işlerin içyüzleri, görünmeyen yönleri] gidip, sünnet-i seniyyeye ittibâ [tâbi olma, bağlanma]

596

etmeyerek, meşhudatına [görünen] itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden firak-ı dâllenin [hak yoldan sapmış, inançsız gruplar] bütün imamları, hakaikın [doğru gerçekler] tenasübünü, [uygunluk] muvazenesini [karşılaştırma/denge] muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid’aya, [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşüp bir cemaat-i beşeriyeyi [insan topluluğu] yanlış yola sevk etmişler. İşte bunların bütün aczleri, âyât-ı Kur’âniyenin i’câzını [mu’cize oluş] gösterir.

ba

 Hâtime

Kur’ân’ın lemeât-ı i’câzından [mu’cizelik parıltıları] iki lem’a-i i’câziye [mu’cizelik parıltısı] On Dokuzuncu Sözün On Dördüncü Reşhasında [sızıntı] geçmiştir ki, bir sebeb-i kusur [kusur sebebi] zannedilen tekraratı [tekrarlar] ve ulûm-u kevniyede [kâinat ve dünya ile ilgili ilimler] icmâli, [özet] herbiri birer lem’a-i i’câzın [mu’cizelik parıltısı] menbaıdır. [kaynak] Hem Kur’ân’da, mu’cizât-ı enbiya [peygamberlerin gösterdikleri mu’cizeler] yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân, [Kur’ân’ın mu’cizelik parıltısı] Yirminci Sözün İkinci Makamında vâzıhan [açık] gösterilmiştir. Daha bunlar gibi, sair Sözlerde ve risale-i Arabiyemde [Arapça kitap] çok lemeât-ı i’câziye [Kur’ân’daki mu’cizelik parıltıları] zikredilip, onlara iktifâen [yeterli görerek] yalnız şunu deriz ki:

Bir mu’cize-i Kur’âniye [Kur’ân mu’cizeleri] daha şudur ki: Nasıl bütün mu’cizât-ı enbiya [peygamberlerin gösterdikleri mu’cizeler] Kur’ân’ın bir nakş-ı i’câzını [mu’cizelik nakşı] göstermiştir. Öyle de, Kur’ân, bütün mu’cizâtıyla bir mu’cize-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] (a.s.m.) olur ve bütün mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] (a.s.m.) dahi Kur’ân’ın bir mu’cizesidir ki, Kur’ân’ın Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] karşı nisbetini gösterir; ve o nisbetin zuhuruyla herbir kelimesi bir mu’cize olur. Çünkü, o vakit birtek kelime, bir çekirdek gibi, bir şecere-i hakaikı [gerçekler ağacı] mânen tazammun [içerme, içine alma] edebilir. Hem merkez-i kalb [kalbin merkezi] gibi, hakikat-i uzmânın [büyük hakikat] bütün âzâsına münasebettar [alâkalı, ilgili] olabilir. Hem bir ilm-i muhite [her şeyi kuşatan ilim] ve nihayetsiz bir iradeye istinad ettiği için, hurufuyla, [harfler] heyetiyle, vaziyetiyle, mevkiiyle hadsiz eşyaya bakabilir. İşte, şu sırdandır ki,

597

ulema-i ilm-i huruf, [harflerden mânâ çıkaran âlimler] Kur’ân’ın bir harfinden bir sahife kadar esrar bulduklarını iddia ederler ve dâvâlarını o fennin ehline ispat ediyorlar.

Risalenin başından şuraya kadar bütün Şuleleri, [gür ışık/alev] Şuaları, Lem’aları, [parıltı] Nurları, Ziyaları nazara topla, birden bak. Baştaki dâvâ, şimdi kat’î netice olarak, yani,

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا * 1

yı yüksek bir sadâ ile okuyup ilân ediyorlar.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

رَبَّناَ لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَأْنَا * 3

رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى * وَيَسِّرْ لِى اَمْرِى * وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى * يَفْقَهُوا قَوْلِى * 4

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ اَفْضَلَ وَاَجْمَلَ وَاَنْبَلَ وَاَظْهَرَ وَاَطْهَرَ وَاَحْسَنَ وَاَبَرَّ وَاَكْرَمَ وَاَعَزَّ وَاَعْظَمَ وَاَشْرَفَ وَاَعْلٰى وَاَزْكٰى وَاَبْرَكَ وَاَلْطَفَ صَلَوَاتِكَ، وَاَوْفىٰ وَاَكْثَرَ وَاَزْيَدَ وَاَرْقى ٰوَاَرْفَعَ وَاَدْوَمَ سَلاَمِكَ، صَلاَةً وَسَلاَمًا وَرَحْمَةً وَرِضْوَانًا وَعَفْوًا وَغُفْرَانًا تَمْتَدُّ وَتَزِيدُ بِوَابِلِ سَحَۤائِبِ مَوَاهِبِ جُودِكَ وَكَرَمِكَ، وَتَنْمُوا وَتَزْكُوا بِنَفَۤائِسِ شَرَۤائِفِ لَطَۤائِفِ جُودِكَ وَمِنَنِكَ، اَزَلِيَّةً بِاَزَلِيَّتِكَ لاَ تَزُولُ، اَبَدِيَّةً بِاَبَدِيَّتِكَ لاَ تَحُولُ، عَلٰى عَبْدِكَ وَحَبِيبِكَ وَرَسُولِكَ مُحَمَّدٍ خَيْرِ خَلْقِكَ، اَلنُّورِ الْبَاهِرِ اللاَّمِعِ، وَالْبُرْهَانِ الظَّاهِرِ الْقَاطِعِ، وَالْبَحْرِ الزَّاخِرِ، وَالنُّورِ الْغَامِرِ، وَالْجَمَالِ الزَّاهِرِ، وَالْجَلاَلِ الْقَاهِرِ، وَالْكَمَالِ الْفَاخِرِ،

598

صَلاَتَكَ الَّتِى صَلَّيْتَ بِعَظَمَةِ ذَاتِكَ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ كَذٰلِكَ، صَلاَةً تَغْفِرُبِهَا ذُنُوبَنَا، وَتَشْرَحُ بِهَا صُدُورَنَا، وَتُطَهِّرُ بِهَا قُلُوبَنَا، وَتُرَوِّحُ بِهَا اَرْوَاحَنَا، وَتُقَدِّسُ بِهَا اَسْرَارَنَا، وَتُنَزِّهُ بِهَا خَوَاطِرَنَا وَاَفْكَارَنَا، وَتُصَفِّى بِهَا كُدُورَاتِ مَا فىِۤ اَسْرَارِنَا، وَتَشْفِى بِهَا اَمْرَاضَنَا، وَتَفْتَحُ بِهَۤا اَقْفَالَ قُلُوبِنَا *1

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ * 2

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 3

اٰمِينَ , اٰمِينَ , اٰمِينَ

ba

599

Birinci Zeyl [ek]

Makam itibâriyle [özellik] Yirmi Beşinci Söze ilhak [ekleme] edilen zeyillerden [ilave, ek] Yedinci Şuânın Birinci Makamının On Yedinci Mertebesidir.

Bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz dünya seyyahı ve kainattan Rabbini soran yolcu, kendi kalbine dedi ki:

“Aradığımız zâtın sözü ve kelâmı denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim; ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan okuyan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan namındaki kitaba müracaat edip, o ne diyor bilelim. Fakat en evvel, bu kitap bizim Hâlıkımızın [her şeyi yaratan Allah] kitabı olduğunu ispat etmek lâzımdır” diye taharrîye [araştırma] başladı.

Bu seyyah, bu zamanda bulunduğu münasebetiyle, en evvel, mânevî i’câz-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] lem’aları [parıltı] olan Risale-i Nur’a baktı ve onun yüz otuz risaleleri, âyât-ı Furkaniyenin [Hak ile batılı ayıran Kur’ân’ın ayetleri] nükteleri [derin anlamlı söz] ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid [inatçı] ve mülhid [dinsiz] bir asırda, her tarafa hakaik-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] mücahidâne [cihad edercesine] neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından ispat eder ki, onun üstadı ve menbaı [kaynak] ve mercii ve güneşi olan Kur’ân, semâvîdir, beşer kelâmı değildir. Hattâ, Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerinden [delil] birtek hüccet-i Kur’âniyesi [Kur’ân’ın delili] olan Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektubun âhiri, Kur’ân’ın kırk vech [cihet, yön, taraf] ile mu’cize olduğunu öyle ispat etmiş ki, kim görmüşse, değil tenkit ve itiraz etmek, belki ispatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok senâ etmiş. Her ne ise…

Kur’ân’ın vech-i i’câzını [mu’cizelik yönü] ve hak kelâmullah [Allah kelâmı] olduğunu ispat etmek cihetini Risale-i Nur’a havale ederek, yalnız kısa bir işaretle, büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.

Birinci Nokta: Nasıl ki Kur’ân, bütün mu’cizatıyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikiyle, [doğru gerçekler] Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın bir mu’cizesidir. Öyle

600

de, Muhammed aleyhissalâtü vesselâm da, bütün mu’cizatıyla ve delâil-i nübüvvetiyle [peygamberlik delilleri] ve kemâlât-ı ilmiyesiyle, [ilimî mükemmellikler, olgunluklar] Kur’ân’ın bir mu’cizesidir ve Kur’ân kelâmullah [Allah kelâmı] olduğuna bir hüccet-i kàtıasıdır. [kesin delil]

İkinci Nokta: Kur’ân, bu dünyada, öyle nuranî ve saadetli ve hakikatli bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye [toplumsal hayatın değiştirilmesi] ile beraber, insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde [kişisel hayat] ve hem hayat-ı içtimaiyelerinde, [sosyal hayat] hem hayat-ı siyasiyelerinde [siyaset hayatı] öyle bir inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki, on dört asır müddetinde, her dakikada, altı bin altı yüz altmış altı âyetleri kemâl-i ihtiramla, [tam bir saygı ve hürmet] hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye [hatadan arındırma, temize çıkarma] ve kalblerini tasfiye ediyor, ruhlara inkişaf [açığa çıkma] ve terakki [ilerleme] ve akıllara istikamet [doğru] ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli [benzer] yoktur, harikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.

Üçüncü Nokta: Kur’ân, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] göstermiş ki, Kâbe’nin duvarında altınla yazılan en meşhur ediplerin “Muallâkat-ı Seb’a[yedi askı, Kur’ân nâzil olmadan önce, meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe’nin duvarına asılmış olanları] nâmıyla şöhretşiar [şöhret sahibi] kasidelerini [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] o dereceye indirdi ki, Lebid‘in [İslâm öncesi cahiliye devrinde şiirleriyle meşhur bir şair] kızı, babasının kasidesini [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] Kâbe’den indirirken demiş: “Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.”

Hem bedevî bir edip فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ 1 âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona dediler: “Sen Müslüman mı oldun?” O dedi: “Hayır, ben bu âyetin belâğatine [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] secde ettim.”2

Hem ilm-i belâğatın [belâğat ilmi] dâhilerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkâkî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhi imamlar ve mütefennin [bilgili, fen ilimlerine sahip] edipler, icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve ittifakla karar vermişler ki, “Kur’ân’ın belâğatı tâkat-i beşerin [insan gücü] fevkindedir; [üstünde] yetişilmez.”3

Hem o zamandan beri, mütemadiyen meydan-ı muarazaya [sözle mücadele meydanı] davet edip, mağrur ve enaniyetli ediplerin ve belîğlerin damarlarına dokundurup, gururlarını

601

kıracak bir tarzda der: “Ya birtek sûrenin mislini [benzer] getiriniz, veyahut dünyada ve âhirette helâket [mahvolma] ve zilleti [alçaklık] kabul ediniz” diye ilân ettiği halde, o asrın muannid [inatçı] beliğleri birtek sûrenin mislini [benzer] getirmekle kısa bir yol olan muaraza[karşı gelme, karşı koyma] bırakıp, uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri ispat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir.

Hem Kur’ân’ın dostları, Kur’ân’a benzemek ve taklit etmek şevkiyle; ve düşmanları dahi, Kur’ân’a mukabele [karşılama; karşılık verme] ve tenkit etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telâhuk-u efkâr [düşünce ve tecrübelerin birikimi] ile terakki [ilerleme] eden milyonlarla Arabî kitaplar ortada geziyor. Hiçbirisinin ona yetişemediğini, hattâ en âmi [basit, sıradan] adam dahi dinlese, elbette diyecek: “Bu Kur’ân, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil. Ya onların altında veya umumunun fevkinde [üstünde] olacak.” Umumunun altında olduğunu, dünyada hiçbir fert, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez. Demek, mertebe-i belâğati, [belâğat derecesi] umumun fevkındedir.

Hattâ bir adam, سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1 âyetini okudu. Dedi ki: “Bu âyetin harika telâkki [anlama, kabul etme] edilen belâğatını [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] göremiyorum.”

Ona denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.”

O da, kendini Kur’ân’dan evvel orada tahayyül [hayal etme] ederken gördü ki, mevcudat-ı âlem [âlemdeki varlıklar] perişan, karanlık, câmid [cansız] ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâli, [boş] hadsiz, hudutsuz bir fezada, [uzay] kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur’ân’ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü:

Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî [daimi, sürekli] ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara [akıl ve şuur sahibi] ders verip gösteriyor ki, bu kâinat, bir cami-i kebîr hükmünde, başta semâvât ve arz [gökler ve yer] olarak umum mahlûkatı hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş-u huruşla mes’udâne [mutlu bir şekilde] ve memnunâne [memnun bir şekilde] bir vaziyette bulunuyor, diye müşahede etti. Ve bu âyetin derece-i belâğatini [belağat derecesi] zevk ederek, sair âyetleri buna kıyasla,

602

Kur’ân’ın zemzeme-i belâğati [belâğat nağmesi] arzın nısfı [yarısı] [dünyanın yarısı] ve nev-i beşerin humsunu [beşte bir] istilâ ederek, haşmet-i saltanatı [saltanatın görkemi] kemâl-i ihtiramla [tam bir saygı ve hürmet] on dört asır bilâfasıla [fasılasız, aralıksız] idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.

Dördüncü Nokta: Kur’ân öyle hakikatli bir halâvet [tatlılık] göstermiş ki, en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’ân’ı tilâvet [okuma] edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilâveti halâvetini [tatlılık] ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] olup darb-ı mesel [atasözü] hükmüne geçmiş.

Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebâbet [gençlik] ve garabet [gariplik, hayret vericilik] göstermiş ki, on dört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nazil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor. Her asır, kendine hitap ediyor gibi bir gençlikte görmüş. Her taife-i ilmiye, [ilmiye sınıfı] ondan her vakit istifade etmek için kesretle [çokluk] ve mebzuliyetle [çok bulunan, bol] yanlarında bulundurdukları ve üslûb-u ifadesine [ifade tarzı] ittiba [tabi olma, uyma] ve iktida [uyma] ettikleri halde, o, üslûbundaki ve tarz-ı beyanındaki [açıklama biçimi] garabetini [gariplik, hayret vericilik] aynen muhafaza ediyor.

Beşinci Nokta: Kur’ân’ın bir cenahı [kanat] mazide, bir cenahı [kanat] müstakbelde, [gelecek] kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatleri olduğu ve bu onları tasdik ve teyid ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı hâliyle [hal dili] bunu tasdik ettikleri gibi; öyle de, evliya ve asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] gibi ondan hayat alan semereleri [meyve] ve hayattar tekemmülleriyle [mükemmelleşme] şecere-i mübarekelerinin [mübarek ağaç; Kur’an-ı Kerim ağacı (ki, Risale-i Nur onun bu asra uzanan bir dalıdır)] hayattar, feyizdar [feyizli, bereketli] ve hakikatmedar [doğruluk sebebi] olduğuna delâlet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velâyetin [velilik] bütün hak tarikatleri ve İslâmiyetin bütün hakikatli ilimleri, Kur’ân’ın ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve mecma-i hakaik [gerçeklerin toplandığı yer] ve câmiiyette [kapsayıcılık] misilsiz [benzer] bir harika olduğuna şehadet eder.

Altıncı Nokta: Kur’ân’ın altı ciheti [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] nuranîdir, sıdk [doğruluk] ve hakkaniyetini gösterir,

Evet, altında hüccet [delil] ve burhan [delil] direkleri, üstünde sikke-i i’caz lem’aları, [parıltı]

603

önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn [dünya ve ahiret mutluluğu] hediyeleri, arkasında nokta-i istinadı [dayanak noktası] vahy-i semâvî [Allah tarafından peygambere gelen vahiy] hakikatleri, sağında hadsiz ukul-ü müstakîmenin [doğru yolda olan akıllar] delillerle tasdikleri, solunda selim [sağlam, doğru] kalblerin ve temiz vicdanların ciddî itminanları [inanma, kalben tatmin olma] ve samimî incizapları [bir şeyin çekiciliğine kapılma] ve teslimleri, Kur’ân’ın fevkalâde hârika, metin [sağlam] ve hücum edilmez bir kal’a-i semaviye-i arziye [dünyanın semâya ait kalesi] olduğunu ispat ettikleri gibi altı makamdan dahi, onun ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve sadık olduğunu ve beşerin kelâmı olmadığını ve yanlışı bulunmadığını imza eden, başta, bu kâinatta daima güzelliği izhar, [açığa çıkarma, gösterme] iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterileri imha ve izale [giderme] etmek âdetini bir düstur-u faaliyet [faaliyet prensibi, kuralı] ittihaz [edinme, kabullenme] eden bu kâinatın Mutasarrıfı, [dilediği gibi idare eden] o Kur’ân’a, âlemde en makbul, en yüksek, en hâkimâne [hükmeder bir şekilde] bir makam-ı hürmet [hürmet ve saygı makamı] ve bir mertebe-i muvaffakiyet [başarı derecesi] vermesiyle onu tasdik ve imza ettiği gibi; İslâmiyetin menbaı [kaynak] ve Kur’ân’ın tercümanı olan zâtın (a.s.m.) herkesten ziyade ona itikad [inanç] ve ihtiramı [hürmet etme, saygı gösterme] ve nüzûlü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i nâimanede [uyku hâli, uykulu vaziyet] bulunması ve sâir kelâmları ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle [okuma yazma bilmeme] beraber gitmiş ve gelecek hakikî hâdisât-ı kevniyeyi [kâinatta meydana gelen hâdiseler] gaybiyâne, [gizli bir âlemden olarak] Kur’ân ile tereddütsüz ve itminan [inanma, kalben tatmin olma] ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarı altında, hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercüman bütün kuvvetiyle, Kur’ân’ın herbir hükmünü öyle iman ve tasdik edip hiçbir şey onu sarsmaması dahi Kur’ân’ın semâvî, hakkaniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîminin [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] mübarek kelâmı olduğunu imza ediyor.

Hem nev-i insanın [insan türü, insanlık] humsu, [beşte bir] belki kısm-ı âzamı, [büyük bir kısmı] göz önündeki o Kur’ân’a müncezibâne [kendini kaptırarak] ve dindarâne [dindarca] irtibatı ve hakikatperestâne [hakkı ve hakikatı severcesine] ve müştakane kulak vermesi ve çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın [keşifler] şehadetiyle, cin ve melek ve ruhanîler

604

dahi tilâveti [okuma] vaktinde pervane [korku] gibi etrafında hakperestâne [hakkı üstün tutarcasına] toplanmaları, Kur’ân’ın kâinatça makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.

Hem, nev-i beşerin umum tabakaları, en gabî [anlayışı kıt, zekâsı az] ve âmiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar herbirisi Kur’ân’ın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatleri fehmetmeleri ve yüzer fen ve ulûm-u İslâmiyenin [İslâm ilimleri] ve bilhassa Şeriat-ı Kübrânın [İslâmın büyük ve yüce kanunları] büyük müçtehidleri ve usulüddin [din usulü, kelâm] ve ilm-i kelâmın dâhi muhakkikleri [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] gibi her taife, kendi ilmine ait bütün hâcâtını ve cevaplarını Kur’ân’dan istihraç [çıkarma] etmeleri, Kur’ân menba-ı hak [hakkın ve doğrunun kaynağı] ve maden-i hakikat [gerçeklerin ve doğruların kaynağı] olduğuna bir imzadır.

Hem edebiyatça en ileri bulunan Arap edipleri şimdiye kadar Müslüman olmayanlar muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] pek çok muhtaç oldukları halde, Kur’ân’ın i’câzından [mu’cize oluş] yedi büyük vechi varken, yalnız birtek vechi olan belâğatinin, [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] tek bir sûrenin mislini [benzer] getirmekten istinkâfları; [çekimser kalma, uzak durma] ve şimdiye kadar gelen ve muaraza [karşı gelme, karşı koyma] ile şöhret kazanmak isteyen meşhur belîğlerin ve dâhi âlimlerin, onun hiçbir vech-i i’câzına [mu’cizelik yönü] karşı çıkamamaları ve âcizâne sükût etmeleri, Kur’ân mu’cize ve tâkat-i beşerin [insan gücü] fevkinde [üstünde] olduğuna bir imzadır.

Evet, bir kelâm, “Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?” denilmesiyle kıymeti ve ulviyeti [yüce] ve belâğati [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] tezahür etmesi noktasından, Kur’ân’ın misli [benzer] olamaz ve ona yetişilmez. Çünkü, Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbi ve bütün kâinatın Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] hitabı ve konuşması; ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu [yapmacık] ihsas [hissettirme] edecek hiçbir emare bulunmayan bir mukâlemesi; [konuşma] ve bütün insanların, belki bütün mahlûkatın namına meb’us ve nev-i beşerin en meşhur ve namdar [namlı, şan ve şöhret sahibi] muhatabı bulunan ve o muhatabın kuvvet ve vüs’at-i imanı [imanın kuvveti ve genişliği] koca İslâmiyeti tereşşuh [sızma/sızıntı] edip sahibini Kàb-ı Kavseyn [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Cenab-ı Hak ile görüşmüştür] makamına çıkararak muhatab-ı Samedâniyeye [Allah’ın muhatabı] mazhariyetle nüzul eden;

605

ve saadet-i dâreyne [dünya ve ahiret mutluluğu] dair ve hilkat-i kâinatın [evrenin yaratılışı] neticelerine ve ondaki Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] maksatlara ait mesâili [meseleler] ve o muhatabın bütün hakaik-i İslâmiyeyi [İslâmın gerçekleri] taşıyan en yüksek ve en geniş olan imanını beyan ve izah eden; ve koca kâinatın bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip, çevirip, onları yapan San’atkârı tavrıyla ifade ve talim eden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] elbette misl [benzer] ini getirmek mümkün değildir ve derece-i i’câzına [mu’cizelik derecesi] yetişilmez.

Hem, Kur’ân’ı tefsir eden ve bir kısmı otuz-kırk, hattâ yetmiş cilt olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı müdakkik [dikkatli] binlerle mütefennin [bilgili, fen ilimlerine sahip] ulemanın senetleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur’ân’daki hadsiz meziyetleri ve nükteleri [derin anlamlı söz] ve hâsiyetleri [özellik] ve sırları ve âli [yüce] mânaları ve umûr-u gaybiyenin [gayba ait, bilinmeyen işler] her nev’inden kesretli, [çokluk] gaybî ihbarları izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve ispat etmeleri; ve bilhassa Risale-i Nur’un yüz otuz kitabı herbiri, Kur’ân’ın bir meziyetini, bir nüktesini [derin anlamlı söz] kat’î burhanlarla [delil] ispat etmesi; ve bilhassa Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi şimendifer [tren] ve tayyare gibi medeniyetin harikalarından çok şeyleri Kur’ân’dan istihraç [çıkarma] eden Yirminci Sözün İkinci Makamı; ve Risale-i Nur’a ve elektriğe işaret eden âyetlerin işârâtını [işaretler] bildiren İşarât-ı Kur’âniye namındaki Birinci Şuâ; [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] ve huruf-u Kur’âniye [Kur’ân harfleri] ne kadar muntazam, esrarlı ve mânâlı olduğunu gösteren Rumuzât-ı Semaniye nâmındaki sekiz küçük risaleler; ve Sûre-i Fethin âhirki âyeti beş vech [cihet, yön, taraf] ile ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] cihetinde mu’cizeliğini ispat eden küçücük bir risale gibi Risale-i Nur’un herbir cüz’ü, Kur’ân’ın bir hakikatini, bir nurunu izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmesi, Kur’ân’ın misli [benzer] olmadığına ve mu’cize ve harika olduğuna ve bu âlem-i şehadette [görünen alem] âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] lisanı ve bir Allâmü’l-Guyûbun [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] kelâmı bulunduğuna bir imzadır.

İşte, altı noktada ve altı cihette [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] ve altı makamda işaret edilen Kur’ân’ın mezkûr [adı geçen] meziyetleri ve hâsiyetleri [özellik] içindir ki, haşmetli hakimiyet-i nuraniyesi [nurlu hakimiyet] ve azametli saltanat-ı kudsiyesi, [kutsal saltanat, egemenlik] asırların yüzlerini ışıklandırarak, zemin yüzünü dahi

606

bin üç yüz sene tenvir [aydınlatma] ederek kemâl-i ihtiramla [tam bir saygı ve hürmet] devam etmesi; hem o hâsiyetleri [özellik] içindir ki, Kur’ân’ın herbir harfi, hiç olmazsa on sevabı ve on haseneyi ve on meyve-i bâki [devamlı, kalıcı meyve] vermesi; hattâ bir kısım âyâtın ve sûrelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi; ve mübarek vakitlerde her bir harfin nuru ve sevabı ve kıymeti ondan yüzlere çıkması gibi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] imtiyazları kazanmış diye dünya seyyahı anladı ve kalbine dedi:

İşte böyle her cihetle mu’cizatlı bu Kur’ân, sûrelerinin icmâıyla ve âyâtının ittifakıyla ve esrar ve envârının [nurlar] tevâfukuyla ve semerat [meyveler] ve âsârının [eserler/asırlar] tetabukuyla, [uygunluk] birtek Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücuduna ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve sıfât ve esmâsına, delillerle ispat suretinde öyle şehadet etmiş ki, bütün ehl-i imanın [Allah’a inanan] hadsiz şehadetleri, onun şehadetinden tereşşuh [sızma/sızıntı] etmişler.

İşte, bu yolcunun, Kur’ân’dan aldığı ders-i tevhid [Allah’ın varlık ve birliğinden bahseden ders] ve imana kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Yedinci Mertebesinde böyle,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اَلْقُرْاٰنُ الْمُعْجِزُ الْبَيَانِ، اَلْمَقْبُولُ الْمَرْغُوبُ ِلاَجْنَاسِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَۤاۤنِّ، اَلْمَقْرُوءُ كُلُّ اٰيَاتِهِ فِى كُلِّ دَقِيقَةٍ بِكَمَالِ اْلاِحْتِرَامِ، بِأَلْسِنَةِ مِئَاۤتِ الْمَلاَيِينَ مِنْ نَوْعِ اْلاِنْسَانِ، اَلدَّاۤئِمُ سَلْطَنَتُهُ الْقُدْسِيَّةُ عَلٰۤى اَقْطَارِ اْلاَرْضِ وَاْلاَكْوَانِ، وَعَلٰى وُجُوهِ اْلاَعْصَارِ وَاْلاَزْمَانِ، وَالْجَارِى حَاكِمِيَّتُهُ الْمَعْنَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلٰى نِصْفِ اْلاَرْضِ وَخُمْسِ الْبَشَرِ فِى اَرْبَعَةَ عَشَرَ عَصْرًا بِكَمَالِ اْلاِحْتِشَامِ… وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ الْقُدْسِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ، وَبِاِتِّفَاقِ اٰيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ اْلاِلٰهِيَّةِ، وَبِتَوَافُقِ أَسْرَارِهِ وَأَنْوَارِهِ وَبِتَطَابُقِ حَقَۤائِقِهِ وَثَمَرَاتِهِ وَاٰثَارِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ * 1 denilmiştir.