SÖZLER – Yirmi Sekizinci Söz (669-677)

669

Yirmi Sekizinci Söz

“Cennete dairdir”

Şu sözün iki makamı var. Birinci Makam, Cennetin bazı letâifine [duygular] işaret eder. Fakat Onuncu Sözde on iki hakikat-i kàtıa [kesin gerçek] ile gayet kat’î bir surette ve bu Sözün İkinci Makamında, Onuncu Sözün hülâsa[esas, öz] ve esası, müteselsil [zincirleme] gayet metin [sağlam] Arabî bir burhan-ı kat’î1ile [kesin delil] gayet parlak bir tarzda vücudu ispat olunan Cennetin ispat-ı vücudundan [varlığın ispatı] bahis değil, belki şu makamda yalnız sual ve cevaba ve tenkide medar [kaynak, dayanak] olan birkaç ahvâl-i Cennetten [Cennet halleri] bahseder. Eğer tevfik-i İlâhî [Allah’ın yardım ederek başarılı kılması] refik [arkadaş, yoldaş, yardımcı] olsa, sonra azîm bir Söz, o muazzam hakikate dair yazılacaktır inşaallah. [Allah dilerse]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُو وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَۤا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ * 2

Cennet-i bâkiyeye [devamlı ve kalıcı olan Cennet] dair bazı suallere kısa cevaplardır.

Cennete dair, Cennetten daha güzel, hurilerinden daha lâtif, [berrak, şirin, hoş] selsebilinden [Cennette tatlı suyu olan bir çeşme] daha tatlı olan beyanat-ı âyât-ı Kur’âniye [Kur’an’ın âyetlerinin açıklamaları] kimseye söz bırakmamıştır ki, fazla birşey söylensin. Fakat o parlak, ezelî ve ebedî, yüksek ve güzel âyetleri fehme takrib [yaklaştırma]

670

için bazı basamakları, hem o cennet-i Kur’âniyeden nümune için, bazı çiçeklerin nümunesi nev’inden bazı nükteleri [derin anlamlı söz] söyleyeceğiz. Beş rümuzlu [ince işaretler] sual ve cevaba işaret edeceğiz.

Evet, Cennet, bütün lezâiz-i mâneviyeye medar [kaynak, dayanak] olduğu gibi, bütün lezâiz-i cismaniyeye de medardır. [kaynak, dayanak]

Sual: Kusurlu, noksaniyetli, mütegayyir, [değişen] kararsız, elemli cismaniyetin [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş] ebediyetle ve Cennetle ne alâkası var? Madem ruhun âli [yüce] lezâizi [lezzetler] vardır; ona kâfidir. Lezâiz-i cismaniye için bir haşr-i cismanî [bedenle birlikte diriliş] neden icab ediyor?

Elcevap: Çünkü, nasıl toprak suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, [bulanık, yoğun, katı] karanlıklıdır, fakat masnuât-ı İlâhiyenin [Allah’ın san’atla yarattığı varlıklar] bütün envâına [tür] menşe ve medar [kaynak, dayanak] olduğundan bütün anâsır-ı sairenin [] mânen fevkine [üstüne] çıktığı gibi; hem kesafetli [bulanık, yoğun, katı] olan nefs-i insaniye, [insanda bulunan ve onu kötülüğe yönelten duygu] sırr-ı câmiiyet [pek çok özelliğin bir arada bulunması ve zengin donanıma sahip olmasındaki sır] itibarıyla, tezekkî etmek şartıyla bütün letâif-i insaniyenin [insandaki ince ve yüce duygular] fevkine [üstüne] çıktığı gibi; öyle de, cismaniyet [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş] en câmi’, [kapsamlı] en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyedir. Bütün hazâin-i rahmetin [Allah’ın rahmet hazineleri] müddeharâtını [depolanmış, saklanmış] tartacak ve mizana [ölçü] çekecek âletler cismaniyettedir. [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş] Meselâ, dildeki kuvve-i zâika, [tad alma duyusu] rızık zevkinde, envâ-ı mat’umat [çeşit çeşit yiyecekler] adedince mizanlara [ölçü] menşe olmasaydı, herbirini ayrı ayrı hissedip tanımazdı, tadıp tartamazdı.

Hem ekser esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] tecelliyâtını hissedip bilmek, zevk edip tanımak cihâzâtı yine cismaniyettedir. [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş] Hem gayet mütenevvi [çeşit çeşit] ve nihayet derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek istidatlar [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] yine cismaniyettedir. [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş]

Madem şu kâinatın Sânii, [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] şu kâinatla bütün hazâin-i rahmetini [Allah’ın rahmet hazineleri] tanıttırmak ve bütün tecelliyât-ı esmâsını [Allah’ın isimlerinin tecellileri, yansımaları] bildirmek ve bütün envâ-ı ihsânâtını [bağış ve nimetlerin çeşitleri] tattırmak istediğini, kâinatın gidişatından ve insanın câmiiyetinden, [kapsayıcılık] On Birinci Sözde ispat edildiği gibi, kat’î anlaşılıyor. Elbette, şu seyl-i kâinatın bir havz-ı ekberi ve bu kâinat destgâhının [iş yeri] işlediği mahsulâtın bir meşher-i âzamı [çok büyük sergi yeri] ve şu mezraa-i dünyanın

671

bir mahzen-i ebedîsi [sonsuz kaynak] olan dâr-ı saadet, [mutluluk yeri; Cennet] şu kâinata bir derece benzeyecektir. Hem cismanî, hem ruhanî bütün esâsâtını [esaslar] muhafaza edecektir. Ve o Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] ve o Âdil-i Rahîm, [adâletle iş gören, sonsuz rahmet ve merhamet sahibi Allah] elbette cismanî âletlerin vezâifine [görevler] ücret olarak ve hidemâtına [hizmetler] mükâfat olarak ve ibâdât-ı mahsusalarına [hususî ibadetler] sevap olarak, onlara lâyık lezâizi [lezzetler] verecektir. Yoksa hikmet ve adalet ve rahmetine zıt bir hâlet [durum] olur ki, hiçbir cihetle Onun cemâl-i rahmetine [Allah’ın rahmetinin güzelliği] ve kemâl-i adaletine [adaletin mükemmelliği, kusursuzluğu] uygun değildir, kabil-i tevfik [bağdaşan] olamaz.

Sual: Cisim, eğer hayatî olsa, ecza-yı bedenî, [bedenin parçaları, organlar] daim terkip [birleşim, sentez] ve tahlildedir, inkıraza [dağılıp yok olma] mahkûmdur, ebediyete mazhar [erişme, nail olma] olamaz. Ekl [yeme] ve şürb, [içme] bekà-yı şahsî; [kişinin varlığının devamı] ve muamele-i zevciye [karı koca ilişkisi] ise, bekà-yı nev’î [türün varlığının devamı] içindir ki, şu âlemde birer esas olmuşlar. Âlem-i ebediyette [sonsuzluk âlemi] ve âlem-i uhrevîde [âhiret âlemi] şunlara ihtiyaç yoktur. Neden Cennetin en büyük lezâizi [lezzetler] sırasına geçmişler?

Elcevap: Evvelâ, şu âlemde cism-i zîhayatın [canlı bedeni] inkıraza [dağılıp yok olma] ve mevte [ölüm] mahkûmiyeti ise, varidat [gelirler] ve masarifin [masraflar, giderler] muvazenesizliğindendir. [karşılaştırma/denge] Çocukluktan sinn-i kemâle [olgunluk yaşı] kadar varidat [gelirler] çoktur. Ondan sonra masarif [masraflar, giderler] ziyadeleşir, muvazene [karşılaştırma/denge] kaybolur, o da ölür.

Âlem-i ebediyette [sonsuzluk âlemi] ise, zerrât-ı cisim [bedenin zerreleri, hücreleri] sabit kalıp, terkip [birleşim, sentez] ve tahlile maruz değil; veyahut muvazene [karşılaştırma/denge] sabit kalır,Haşiye varidatla [gelirler] masarif [masraflar, giderler] muvazenettedir. [karşılaştırma/denge] Devr-i daimî [devamlı dönüp dolaşan, döngü] gibi, cism-i zîhayat, [canlı bedeni] telezzüzat [lezzet alma] için hayat-ı cismaniye [maddî, bedene ait hayat] destgâhının [iş yeri] işlettirilmesiyle beraber ebedîleşir.

672

Ekl [yeme] ve şürb [içme] ve muamele-i zevciye, [karı koca ilişkisi] gerçi bu dünyada bir ihtiyaçtan gelir, bir vazifeye gider. Fakat o vazifeye bir ücret-i muaccele [peşin ücret] olarak, öyle mütenevvi [çeşit çeşit] leziz lezzet içlerine bırakılmıştır ki, sair lezâize [lezzetler] tereccuh [üstün gelme] ediyor. Madem bu dâr-ı elemde [elem ve sıkıntı yeri, dünya] bu kadar acib ve ayrı ayrı lezzetlere medar, [kaynak, dayanak] ekl [yeme] ve nikâhtır. [evlenmek] Elbette, dâr-ı lezzet [gerçek ve daimî lezzet yeri olan Cennet] ve saadet olan Cennette o lezzetler o kadar ulvî bir suret alıp ve vazife-i dünyeviyenin [dünyadaki vazife] uhrevî ücretini de lezzet olarak ona katarak ve dünyevî ihtiyacı dahi uhrevî bir hoş iştiha [arzu, istek] suretinde ilâve ederek, Cennete lâyık ve ebediyete münasip, en câmi’, [kapsamlı] hayattar bir maden-i lezzet [lezzet kaynağı] olur.

Evet, وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَۤا اِلاَّ لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ 1 sırrınca, şu dâr-ı dünyada [dünya yurdu] câmid [cansız] ve şuursuz ve hayatsız maddeler, orada şuurlu, hayattardırlar. Buradaki insanlar gibi orada da ağaçlar, buradaki hayvanlar gibi oradaki taşlar, emri anlar ve yapar. Sen bir ağaca desen, “Filân meyveyi bana getir”; getirir. Filân taşa desen, “Gel”; gelir. Madem taş, ağaç bu derece ulvî bir suret alırlar. Elbette, ekl [yeme] ve şürb [içme] ve nikâh [evlenmek] dahi, hakikat-i cismaniyelerini [gerçek cisim özelliği] muhafaza etmekle beraber, Cennetin dünya fevkindeki [üstünde] derecesi nisbetinde, dünyevî derecelerinden o derece yüksek bir suret almaları iktiza [bir şeyin gereği] eder.

Sual: اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ 2 sırrınca, dost dostuyla beraber Cennette bulunacaktır. Halbuki, basit bir bedevî, bir dakikada sohbet-i nebeviyede [Peygamberimizin (a.s.m.) sohbeti] lillâh için bir muhabbet peydâ eder; o muhabbetle, Cennette Peygamberin yanında bulunması lâzım gelir. Halbuki, gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] feyze mazhar [erişme, nail olma] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın feyzi, bir basit bedevî feyziyle nasıl birleşir?

Elcevap: Bir temsille şu ulvî hakikate şöyle bir işaret ederiz ki:

Meselâ, gayet güzel ve şâşaalı bir bağda, muhteşem bir zat, gayet büyük bir ziyafet, gayet müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir seyrangâh [gezi ve seyir yeri] öyle bir surette ihzar [hazırlama] etmiş ki, kuvve-i zâikanın [tad alma duyusu]

673

hissedecek bütün lezâiz-i mat’umâtı [yiyeceklerdeki lezzetler] câmi’, [kapsamlı] kuvve-i bâsıranın [görme duygusu] hoşuna gidecek bütün mehâsini [güzellikler] şâmil, [içine alan] kuvve-i hayaliyeyi [hayal gücü] keyiflendirecek bütün garaibi [tuhaf, hayret verici şeyler] müştemil, [içine alan, kapsayan] ve hâkezâ, bütün havass-ı zâhire ve bâtına[görünen ve görünmeyen hisler, duygular] okşayacak ve memnun edecek herşeyi içine koymuştur. Şimdi iki dost var, beraber o ziyafete giderler; bir locada, bir sofrada oturuyorlar. Fakat birisinin kuvve-i zâika[tad alma duyusu] pek az olduğundan, cüz’î [ferdî, küçük] zevk alır. Gözü de az görüyor. Kuvve-i şâmmesi [koku alma duyusu] yok. Sanayi-i garibeden [benzersiz ve hayranlık verici san’atlar] anlamaz, harika şeyleri bilmez. O nüzhetgâhın, [gezi ve dinlenme yeri] binden ve belki milyondan birisini, kabiliyeti nisbetinde ancak zevk ederek istifade eder. Diğeri ise, bütün zâhirî ve bâtınî duyguları, akıl ve kalb ve his ve lâtifeleri [berrak, şirin, hoş] o derece mükemmel ve o mertebe inkişaf [açığa çıkma] etmiştir ki, o seyrangâhtaki [gezi ve seyir yeri] bütün incelikleri, güzellikleri ve letâifi [duygular] ve garaibi [tuhaf, hayret verici şeyler] ayrı ayrı hissedip zevk ederek ayrı ayrı lezzet aldığı halde, o dostla omuz omuzadır.

Madem bu karma karışık, elemli ve daracık şu dünyada böyle oluyor. En küçükle en büyük beraberken, serâdan Süreyyaya [yerden Ülker yıldızına kadar; birbirine zıt ve uzak şeyler için söylenen bir ifadedir] kadar fark oluyor. Elbette, dâr-ı saadet [mutluluk yeri; Cennet] ve ebediyet olan Cennette, bittarîkı’l-evlâ, [en doğru ve tercihe değer yol ile] dost dostuyla beraberken, herbirisi istidadına [kabiliyet] göre sofra-i Rahmânü’r-Rahîmden, [dünya ve âhirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah’ın sofrası] istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] derecesinde hisselerini alırlar. Bulundukları Cennetler ayrı ayrı da olsa, beraber bulunmalarına mâni olmaz. Çünkü, Cennetin sekiz tabakası birbirinden yüksek oldukları halde, umumun damı Arş-ı Âzamdır1. [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] Nasıl ki, mahrutî [koni şeklinde] bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbirinin üstündedir, fakat birbirinin güneşi görmelerine mâni olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar. Öyle de, Cennetler de buna yakın bir tarzla olduğu, ehâdisin mütenevvi [çeşit çeşit] rivâyâtı [Peygamberimizden duyulan şeylerin nakledilmesi] işaret ediyor.

Sual: Ehâdiste denilmiş: “Huriler yetmiş hulleyi [Cennet elbisesi] giydikleri halde, bacaklarının kemiklerindeki ilikleri görünüyor.”2 Bu ne demektir? Ne mânâsı var? Nasıl güzelliktir?

674

Elcevap: Mânâsı pek güzeldir ve güzelliği pek şirindir. Şöyle ki:

Şu çirkin, ölü, câmid [cansız] ve çoğu kışır [kabuk] olan dünyada hüsün [güzellik] ve cemâl, yalnız göze güzel görünüp ülfete mâni olmazsa, yeter. Halbuki, güzel, hayattar, revnaktar, [göz alıcı güzellik] bütün kışırsız, [kabuk] lüb [öz, iç] ve kabuksuz iç olan Cennette, göz gibi bütün insanın duyguları, lâtifeleri, [berrak, şirin, hoş] cins-i lâtif [güzel cins, kadınlar] olan hurilerden ve huriler gibi ve daha güzel, dünyadan gelme, Cennetteki nisâ-i dünyeviyeden ayrı ayrı hisse-i zevklerini, çeşit çeşit lezzetlerini almak isterler. Demek, en yukarı hullenin [Cennet elbisesi] güzelliğinden tut, tâ kemik içindeki iliklere kadar, birer hissin, birer lâtifenin [berrak, şirin, hoş] medar-ı zevki olduğunu, hadis işaret ediyor.

Evet, “hurilerin yetmiş hulleyi [Cennet elbisesi] giymeleri ve bacaklarındaki kemiklerin ilikleri görünmesi” tabiriyle, hadis-i şerif işaret ediyor ki: İnsanın ne kadar hüsünperver [güzellik] ve zevkperest ve ziynete meftun [aşık] ve cemâle müştak [arzulu, aşırı istekli] duyguları ve hasseleri [duyu] ve kuvâları [duygular, hisler] ve lâtifeleri [berrak, şirin, hoş] varsa, umumunu memnun edip doyuracak ve herbirisini ayrı ayrı okşayıp mes’ut edecek, maddî ve mânevî her nevi ziynet ve hüsn-ü cemâle [güzellik] huriler câmidirler. Demek, huriler Cennetin aksâm-ı ziynetinden [süs çeşitleri] yetmiş tarzını, birtek cinsten olmadığından birbirini setretmeyecek [örtme] surette giydikleri gibi, kendi vücutlarından ve nefis ve cisimlerinden, belki yetmiş mertebeden ziyade ayrı ayrı hüsün [güzellik] ve cemâlin aksâmını gösteriyorlar, وَفِيهَا مَا تَشْتَهِيهِ اْلاَنْفُسُ وَتلَذُّ اْلاَعْيُنُ 1 işaretinin hakikatini gösteriyorlar.

Hem Cennette lüzumsuz, kışır[kabuk] ve fuzulî [lüzumsuz] maddeler olmadığından, ehl-i Cennetin ekl [yeme] ve şürbünden [içme] sonra kazuratı olmadığını2 hadis-i şerif beyan ediyor. Madem şu süflî [alçak] dünyada, en âdi zîhayat [canlı] olan ağaçlar, çok tagaddî [gıdalanma, beslenme] ettikleri halde kazuratsız oluyorlar. En yüksek tabaka-i hayat [hayat tabakası] olan Cennet ehli neden kazuratsız olmasın?

Sual: Ehâdis-i şerifede [hadis-i şerifler; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketleri veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışları] denilmiştir ki: “Bazı ehl-i Cennete dünya kadar bir yer veriliyor; yüz binler kasır, [köşk, saray] yüz binler huri ihsan [bağış] ediliyor.”3 Birtek adama bu kadar şeylerin ne lüzumu var, ne ihtiyacı var, nasıl olabilir ve ne demektir?

675

Elcevap: Eğer insan yalnız câmid [cansız] bir vücut olsaydı veyahut yalnız mideden ibaret nebatî [bitkisel] bir mahlûk olsaydı veyahut yalnız mukayyet, [kayıt altında, bağlı] ağır ve muvakkat [geçici] ve basit bir zât-ı cismaniye ve bir cism-i hayvanîden [canlı bedeni] ibaret olsaydı, öyle çok kasırlara, [köşk, saray] çok hurilere lâyık ve mâlik olmazdı. Fakat insan öyle câmi’ [kapsamlı] bir mu’cize-i kudrettir [Allah’ın kudret mu’cizesi] ki, hattâ şu dünya-yı fânide, şu kısa bir ömürde, şu inkişaf [açığa çıkma] etmemiş bazı letâifinin [duygular] ihtiyacı cihetiyle, bütün dünyanın saltanatı, serveti ve lezâizi [lezzetler] verilse, belki hırsı tok olmayacaktır. Halbuki, ebedî bir dâr-ı saadette, [mutluluk yeri; Cennet] nihayetsiz istidada mâlik, nihayetsiz ihtiyaçlar lisanıyla, nihayetsiz arzular eliyle, nihayetsiz bir rahmetin kapısını çalan bir insan, elbette ehâdiste beyan olunan ihsânât-ı İlâhiyeye [Allah’ın ihsanları, bağışları] mazhariyeti makuldür ve haktır ve hakikattir. Ve şu hakikat-i ulviyeye [yüce gerçek] bir temsil dürbünüyle rasat [büyük dürbün] edeceğiz. Şöyle ki:

Bu dere bahçesi gibi,Haşiye şu Barla bağ ve bahçelerinin herbirinin ayrı ayrı mâliki bulunduğu halde, Barla’da gıdası itibarıyla ancak bir avuç yeme mâlik olan herbir kuş, herbir serçe, herbir arı, “Bütün Barla’nın bağ ve bostanları benim nüzhetgâhım [gezi ve dinlenme yeri] ve seyrangâhımdır” [gezi ve seyir yeri] diyebilir. Barla’yı zaptedip daire-i mülküne [hükümetin sahip olduğu alan, vatan sınırları] dahil eder. Başkalarının iştiraki onun bu hükmünü bozmaz.

Hem insan olan bir insan diyebilir ki: “Benim Hâlıkım, [her şeyi yaratan Allah] bu dünyayı bana hane yapmış. Güneş benim bir lâmbamdır; yıldızlar benim elektriklerimdir; yeryüzü çiçekli miçekli halılarla serilmiş benim bir beşiğimdir” der, Allah’a şükreder. Sair mahlûkatın iştiraki, onun bu hükmünü nakzetmez. [bozma, yok sayma] Bilâkis, mahlûkat onun hanesini tezyin [süsleme] eder, hanenin müzeyyenâtı [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] hükmünde kalırlar.

Acaba, bu daracık dünyada, insan, insaniyet itibarıyla, hattâ bir kuş dahi, böyle bir daire-i azîmede [geniş ve büyük daire] bir nevi tasarruf dâvâ etse, cesîm [büyük] bir nimete mazhar [erişme, nail olma] olsa, geniş ve ebedî bir dâr-ı saadette, [mutluluk yeri; Cennet] ona beş yüz senelik bir mesafede bir mülk [birşeyin dış, görünen yüzü] ihsan [bağış] etmek nasıl istib’âd [akıldan uzak görme] edilebilir?

676

Hem nasıl ki, şu kesafetli, [bulanık, yoğun, katı] karanlıklı, dar dünyada, güneşin pek çok âyinelerde bir anda aynen bulunması gibi, öyle de, nuranî bir zat, bir anda çok yerlerde aynen bulunması (On Altıncı Sözde ispat edildiği gibi); meselâ Hazret-i Cebrail aleyhisselâm bin yıldızda bir anda, hem Arşta, hem huzur-u nebevîde, [Hz. Peygamberin hazır bulunduğu ortam] hem huzur-u İlâhîde [Allah’ın huzuru] bir vakitte bulunması; hem Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın haşirde bir anda ekser etkıya-i ümmetiyle [ümmet içinde takva sahibi kimseler] görüşmesi ve dünyada hadsiz makamlarda bir anda tezahür etmesi; ve evliyanın bir nevi garibi olan abdalların [Allah’a yönelmiş kimse, derviş] bir vakitte çok yerlerde görünmesi; ve avâmın rüyada, bazan bir dakikada bir sene kadar işler görmesi ve müşahede etmesi; ve herkesin kalb, ruh, hayal cihetiyle bir anda pek çok yerlerle temas edip alâkadarâne bulunması, malûm ve meşhud [görünen] olduğundan, elbette nuranî, kayıtsız, geniş ve ebedî olan Cennette, cisimleri ruh kuvvetinde ve hiffetinde [hafiflik] ve hayal sür’atinde olan ehl-i Cennet, bir vakitte yüz bin yerlerde bulunup yüz bin hurilerle sohbet ederek yüz bin tarzda zevk almak, o ebedî Cennete, o nihayetsiz rahmete lâyıktır ve Muhbir-i Sâdıkın [doğru haber verici olan Peygamberimiz (a.s.m)] (a.s.m.) haber verdiği gibi hak ve hakikattir. Bununla beraber, bu küçücük aklımızın terazisiyle o muazzam hakikatler tartılmaz.

İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.1

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

رَبَّنَا لاَ تُؤٰاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا 3* اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى حَبِيبِكَ الَّذِى فَتَحَ اَبْوَابَ الْجَنَّةِ بِحَبِيبِيَّتِهِ وَبِصَلاَتِهِ وَاَيَّدَتْهُ اُمَّتُهُ عَلٰى فَتْحِهَا بِصَلَوَاتِهِمْ عَلَيْهِ، عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ * اَللّٰهُمَّ ادْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلاَبْرَارِ بِشَفَاعَةِ حَبِيبِكَ الْمُخْتَارِ اٰمِينَ * 4

ba

677

Cennet Sözüne küçük bir zeyl [ek]

Cehenneme dairdir

İkinci ve Sekizinci Sözlerde ispat edildiği gibi, iman, mânevî bir cennetin çekirdeğini taşıyor. Küfür dahi, mânevî bir cehennemin tohumunu saklıyor. Nasıl ki küfür, Cehennemin bir çekirdeğidir. Öyle de, Cehennem, onun bir meyvesidir.

Nasıl ki küfür, Cehenneme duhulüne [girme] sebeptir. Öyle de, Cehennemin vücuduna ve icadına dahi sebeptir. Zira, küçük bir hâkimin küçük bir izzeti, [büyüklük, yücelik] küçük bir gayreti, küçük bir celâli bulunsa, bir edepsiz ona serkeşâne [baş kaldırır bir şekilde] dese, “Beni tedip [(terbiye etmek, ıslah etmek için) cezalandırma] etmezsin ve edemezsin”; herhalde, o yerde hapishane yoksa da, tek o edepsiz için bir hapishane teşkil edecek, onu içine atacaktır.

Halbuki, kâfir, Cehennemi inkârla, nihayetsiz izzet [büyüklük, yücelik] ve gayret ve celâl sahibi ve gayet büyük ve nihayetsiz Kadîr bir Zâtı tekzip ve isnad-ı acz [güçsüzlükle suçlama] ediyor, yalancılıkla ve aczle itham [suçlama] ediyor, izzetine [büyüklük, yücelik] şiddetle dokunuyor, gayretine dehşetli dokunduruyor, celâline âsiyâne ilişiyor. Elbette, farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, Cehennemin hiçbir sebeb-i vücudu [varlık sebebi] bulunmazsa da, şu derece tekzip ve isnad-ı aczi [güçsüzlükle suçlama] tazammun [içerme, içine alma] eden küfür için bir Cehennem halk edilecek, o kâfir içine atılacaktır.

رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ * 1