ŞUÂLAR – Dokuzuncu Şuâ (241-257)

241

Dokuzuncu Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

(Onuncu Sözün mühim bir zeyli [ek] ve lâhikasının birinci parçası)

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

فَسُبْحَانَ اللهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ * يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ * وَمِنْ اٰيَاتِهِۤ أَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ اِذَۤا أَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ * وَمِنْ اٰيَاتِهِۤ أَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ أَنْفُسِكُمْ أَزْوَاجًا لِتَسْكُنُۤوا إِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةً إِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ * وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ أَلْسِنَتِكُمْ وَأَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ * وَمِنْ اٰيَاتِهِ مَنَامُكُمْ بِالَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَابْتِغَۤاؤُكُمْ مِنْ فَضْلِهِ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ * وَمِنْ اٰيَاتِهِ يُرِيكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَطَمَعًا وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَيُحْيِى بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ * وَمِنْ اٰيَاتِهِۤ اَنْ تَقُومَ السَّمَۤاءُ وَاْلاَرْضُ بِأَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَۤا أَنْتُمْ تَخْرُجُونَ * وَلَهُ مَنْ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ * وَهُوَ الَّذِى يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ أَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ * 1

242

İmanın bir kutbunu gösteren bu semâvî âyât-ı kübranın [büyük, yüce âyetler] ve haşri ispat eden şu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] berâhin-i uzmânın [büyük deliller] bir nükte-i ekberi [en büyük nükte, ince derin mânâ] ve bir hüccet-i âzamı [en büyük delil] bu Dokuzuncu Şuâda beyan edilecek. Lâtif [berrak, şirin, hoş] bir inâyet-i Rabbâniyedir [Allah’ın inayeti, yardımı] ki, bundan otuz sene evvel Eski Said, yazdığı tefsir mukaddimesi [başlangıç] Muhakemat namındaki eserin âhirinde, “İkinci Maksat: Kur’ân’da haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] işaret eden iki âyet tefsir ve beyan edilecek. نَخُو بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 1 ” deyip durmuş, daha yazamamış.

Hâlık-ı Rahîmime [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] delâil [deliller] ve emârât-ı haşriye [haşrin belirtileri, işaretleri] adedince şükür ve hamd olsun ki, otuz sene sonra tevfik [başarı] ihsan [bağış] eyledi. Evet bundan dokuz on sene evvel, o iki âyetten birinci âyet olan

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 2

ferman-ı İlâhînin [Allah’ın emir ve buyruğu] iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri [delil] ve tefsirleri bulunan Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Sözü [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] in’âm [nimet verme] etti. Münkirleri [Allah’a inanmayan] susturdu. Hem, iman-ı haşrînin [haşre iman] hücum edilmez o iki metin [sağlam] kal’asından, [kale] dokuz ve on sene sonra ikinci âyet olan başta mezkûr [adı geçen] âyât-ı ekberin [en büyük âyetler, deliller] tefsirini bu risale ile ikram etti. İşte bu Dokuzuncu Şuâ, [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] mezkûr [adı geçen] âyâtıyla işaret edilen dokuz âlî [yüce] makam ve bir ehemmiyetli mukaddimeden [başlangıç] ibarettir.3

243

 Mukaddime

 Haşir akîdesinin, [inanç] pek çok ruhî faidelerinden ve hayatî neticelerinden birtek netice-i câmia[çok kapsamlı netice] ihtisarla [kısaltma] beyan ve hayat-ı insaniyeye, [insan hayatı] hususan hayat-ı içtimaiyesine [sosyal hayat] ne derece lüzumlu ve zarurî olduğunu izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve bu iman-ıhaşrî akîdesinin [inanç] pek çok hüccetlerinden, [delil] bir tek hüccet-i külliyeyi [büyük ve kapsamlı delil] icmal [kısaca, özet olarak] ile göstermek ve o akîde-i haşriye [haşir inancı] ne derece bedîhi [açık] ve şüphesiz bulunduğunu ifade etmekten ibaret olarak İki Noktadır.

BİRİNCİ NOKTA

Âhiret akîdesi, [inanç] hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ve şahsiye-i insaniyenin [insanın şahsiyeti] üssü’l-esası [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] ve saadetinin ve kemâlâtının [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] esasatı [esaslar] olduğuna, yüzer delillerinden bir mikyas [ölçü] olarak yalnız dört tanesine işaret edeceğiz:

Birincisi: Nev-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefatlara karşı dayanabilirler. Ve gayet zayıf ve nazik vücutlarında bir kuvve-i mâneviye [mânevî güç] bulabilirler. Ve herşeyden çabuk ağlayan gayet mukavemetsiz [karşı konulmaz, direnilmez] mîzac-ı ruhlarında, [ruhun durumu, yaratılışı] o Cennet ile bir ümit bulup mesrurâne [mutlu] yaşayabilirler. Meselâ, Cennet fikriyle der: “Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennetin bir kuşu oldu. Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar.”1 Yoksa, her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri o zayıf biçarelerin endişeli nazarlarına çarpması, mukavemetlerini ve kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] zîr ü zeber [alt üst] ederek gözleriyle beraber, ruh, kalb, akıl gibi bütün letaifini [güzellikler, incelikler] dahi öyle ağlattıracak, ya mahvolup veya divâne bir bedbaht hayvan olacaktı.

İkinci delil: Nev-i insanın [insan türü, insanlık] nısfı [yarısı] olan ihtiyarlar, yalnız hayat-ı uhreviye [âhiret hayatı] ile

244

yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül edebilirler. Ve çok alâkadar oldukları hayatlarının yakında sönmesine ve güzel dünyalarının kapanmasına mukàbil bir teselli bulabilirler. Ve çocuk hükmüne geçen seriü’t-teessür [çabuk üzülen] ruhlarında ve mizaçlarında mevt [ölüm] ve zevâlden [batış, kayboluş] çıkan elîm ve dehşetli meyusiyete [ümitsiz] karşı, ancak hayat-ı bâkiye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ümidiyle mukabele [karşılama; karşılık verme] edebilirler. Yoksa, o şefkate lâyık muhteremler ve sükûnete ve istirahat-i kalbiyeye [kalp rahatlığı] çok muhtaç o endişeli babalar ve analar öyle bir vaveylâ-i ruhî [ruhtan gelen feryat] ve bir dağdağa-i kalbî [kalp sıkıntısı] hissedeceklerdi ki, bu dünya onlara zulmetli bir zindan ve hayat dahi kasavetli [sıkıntılı, üzüntülü] bir azap olurdu.

Üçüncü delil: İnsanların hayat-ı içtimaiyesinin [sosyal hayat] en kuvvetli medarı [kaynak, dayanak] olan gençler, delikanlılar, şiddet-i galeyanda [şiddetli coşkunluk, coşup taşma] olan hissiyatlarını ve ifratkâr [haddi aşan, ileri giden] bulunan nefis ve hevâlarını tecavüzattan [tecavüzler, saldırılar] ve zulümlerden ve tahribattan durduran ve hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] hüsn-ü cereyanını [güzel gidişat] temin eden, yalnız Cehennem fikridir. Yoksa, Cehennem endişesi olmazsa, “El-hükmü li’l-galib[hüküm galip ve kuvvetli olanındır] kaidesiyle, o sarhoş delikanlılar, hevesatları peşinde bîçare zaiflere, âcizlere, dünyayı cehenneme çevireceklerdi ve yüksek insaniyeti gayet süflî [alçak] bir hayvaniyete döndüreceklerdi.

Dördüncü delil: Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde [dünya hayatı] en cemiyetli merkez ve en esaslı zemberek [hareketi sağlayan güç kaynağı] ve dünyevî saadet için bir cennet, bir melce [sığınak] bir tahassungâh [korunma yeri, sığınak] ise, aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hane ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise; samimî ve ciddî ve vefadarâne [vefalı olarak] hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedakârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedî [daimi, sürekli] bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hudutsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, [babaya yakışır şekilde] ferzendâne, [evlada yakışır şekilde] kardeşâne, arkadaşâne münasebetlerin bulunmak fikriyle ve akîdesiyle [inanç] olabilir. Meselâ der: “Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta daimî bir refika-i hayatımdır. [hayat arkadaşı, eş] Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünkü ebedî bir

245

güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için herbir fedakârlığı ve merhameti yaparım” diyerek, o ihtiyare [yaşlı kadın] karısına, güzel bir hûri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele [karşılama; karşılık verme] edebilir. Yoksa, kısacık bir iki saat sûrî [görünüşte] bir refakatten sonra ebedî bir firak [ayrılık] ve müfarakate [ayrılık] uğrayan arkadaşlık, elbette gayet sûrî [görünüşte] ve muvakkat [geçici] ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye [insanın kendi cinsinden olana acıması] mânâsında ve bir mecazî merhamet ve sun’î [gerçek olmayan] bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi, başka menfaatler ve sair galip hisler, o hürmet ve merhameti mağlûp edip o dünya cennetini cehenneme çevirir.

İşte, iman-ı haşrînin [haşre iman] yüzer neticesinden birisi, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye [insanların sosyal hayatı] taallûk [ait olma, ilgilendirme] eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faidelerinden mezkûr [adı geçen] dört delile sairleri kıyas edilse anlaşılır ki, hakikat-ı haşriyenin [haşir gerçeği] tahakkuku [gerçekleşme] ve vukuu, insaniyetin ulvî hakikatı ve küllî hâceti [ihtiyaç] derecesinde kat’îdir. Belki, insanın midesindeki ihtiyacın vücûdu, taamların vücuduna delâlet ve şehadetinden daha zâhirdir. Ve daha ziyade tahakkukunu [gerçekleşme] bildirir. Ve eğer bu hakikat-ı haşriyenin [haşir gerçeği] neticeleri insaniyetten çıksa, o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayattar olan insaniyet mahiyeti, murdar ve mikrop yuvası bir lâşe [leş] hükmüne sukut [alçalış, düşüş] edeceğini isbat eder.

Beşerin idare ve ahlâk ve içtimaiyatı [bir araya gelme, toplanma] ile çok alâkadar olan içtimaiyyun [sosyologlar] ve siyasiyyun [siyasetçiler] ve ahlâkiyyunun [ahlâk bilimciler] kulakları çınlasın! Gelsinler, bu boşluğu neyle doldurabilirler? Ve bu derin yaraları neyle tedavi edebilirler?

İKİNCİ NOKTA

Hakikat-ı haşriyenin [haşir gerçeği] hadsiz burhanlarından, [delil] sair erkân-ı imaniyeden [iman esasları] gelen şehadetlerin hülâsasından [esas, öz] çıkan bir burhanı, [delil] gayet muhtasar [kısa] bir surette beyan eder. Şöyle ki:

Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın risaletine [elçilik, peygamberlik] delâlet eden bütün

246

mu’cizeleri ve bütün delâil-i nübüvveti [peygamberlik delilleri] ve hakkaniyetinin bütün burhanları, [delil] birden hakikat-ı haşriyenin [haşir gerçeği] tahakkukuna [gerçekleşme] şehadet ederek ispat ederler. Çünkü; bu zâtın bütün hayatında bütün dâvaları, vahdâniyetten [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] sonra haşirde temerküz [bir merkezde toplanma] ediyor. Hem, umum peygamberleri tasdik eden ve ettiren bütün mu’cizeleri ve hüccetleri [delil] aynı hakikate şehadet eder. Hem وَبِرُسُلِهِ 1 kelimesinden gelen şehadeti bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesine çıkaran وَكُتُبِهِ 2 şehadeti de aynı hakikate şehadet eder. Şöyle ki:

Başta Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın [açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hakkaniyetini ispat eden bütün mu’cizeleri, hüccetleri [delil] ve hakikatleri birden hakikat-i haşriyenin [haşir gerçeği] tahakkukuna [gerçekleşme] ve vukuuna şehadet edip ispat ederler. Çünkü, Kur’ân’ın hemen üçten birisi haşirdir. Ve ekser kısa sûrelerinin başlarında gayet kuvvetli âyât-ı haşriyedir. [haşirden bahseden âyetler] Sarîhan [açık] ve işareten binler âyâtıyla aynı hakikati haber verir, ispat eder, gösterir.

Meselâ,

اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ 3* يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَىْءٌ عَظِيمٌ 4* اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا 5* اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ 6* اِذَا السَّمَۤاءُ انْشَقَّتْ 7* عَمَّ يَتَسَۤاءَلُونَ 8* هَلْ أَتٰيكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ * 9

gibi, otuz kırk surelerin başlarında bütün kat’iyetle hakikat-ı haşriyeyi [haşir gerçeği] kâinatın

247

en ehemmiyetli ve vâcip bir hakikati olduğunu göstermekle beraber, sair âyetlerinde dahi o hakikatin çeşit çeşit delillerini beyan edip ikna eder.

Acaba birtek âyetin birtek işareti gözümüz önünde ulûm-u İslâmiyede [İslâm ilimleri] müteaddit [bir çok] ilmî ve kevnî [yaratılışla ilgili] hakikatleri meyve veren bir kitabın binler böyle şehadetleri ve dâvâları ile, güneş gibi zuhur eden iman-ı haşrî [haşre iman] hakikatsiz olması, güneşin inkârı belki kâinatın ademi gibi hiçbir cihet-i imkânı [mümkün olma yönü] var mı? Ve yüz derece muhal [bâtıl, boş söz] ve bâtıl olmaz mı? Acaba, bir sultanın birtek işareti yalan olmamak için bazan bir ordu hareket edip çarpıştığı halde, o pek ciddî ve izzetli [büyüklük, yücelik] sultanın binler sözleri ve vaadleri ve tehditlerini yalan çıkarmak hiçbir cihette kàbil [gibi] midir? Ve hakikatsız olmak mümkün müdür?

Acaba, on üç asırda fasılasız olarak hadsiz ruhlara, akıllara, kalblere, nefislere hak ve hakikat dairesinde hükmeden, terbiye eden, idare eden bu mânevî Sultan-ı Zîşânın [şan ve şeref sahibi Sultan, Allah] birtek işareti böyle bir hakikati ispat etmeye kâfi [yeterli] iken, binler tasrihat [açık şekilde bildirme] ile bu hakikat-ı haşriyeyi [haşir gerçeği] gösterip ispat ettikten sonra, o hakikati tanımayan bir echel [çok cahil] ahmak için Cehennem azabı lâzım gelmez mi? Ve ayn-ı adâlet [adaletin ta kendisi] olmaz mı?

Hem, birer zamana ve birer devre hükmeden bütün semâvî suhuflar [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] ve mukaddes kitaplar dahi, bütün istikbale ve umum zamanlara hükümran olan Kur’ân’ın tafsilâtla, [ayrıntılar] izahatla, tekrarla beyan ve ispat ettiği hakikat-i haşriyeyi [haşir gerçeği] asırlarına ve zamanlarına göre o hakikatı kat’î kabul ile beraber, tafsilâtsız [ayrıntılar] ve perdeli ve muhtasar [kısa] bir surette beyan, fakat kuvvetli bir tarzda iddia ve ispatları, Kur’ân’ın dâvâsını binler imza ile tasdik ederler.

Bu bahsin münasebetiyle Risale-i Münâcâtın [Münâcât Risalesi (Üçüncü Şuâ)] âhirinde: İmânûn bi’l-yevmi’l-âhir [“âhiret gününe iman”] rüknüne [esas, şart] sair rükünlerin, [esas, şart] hususan rusül ve kütübün [kitaplar] şehadeti, münacat [dua, Allah’a yakarış]

248

suretinde zikredilen pek kuvvetli ve hülâsa[esas, öz] ve bütün evhamları izale [giderme] eden bir hüccet-i haşriye [haşrin delili] aynen buraya giriyor. Şöyle ki, münâcâtta [Allah’a yalvarış, dua] demiş:

Ey Rabb-i Rahîmim! [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah]

Resûl-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dersiyle anladım ki: Başta Kur’ân ve Resûl-i Ekremin olarak, bütün mukaddes kitaplar ve peygamberler bu dünyada ve her tarafta nümuneleri görülen celâlî ve cemâlî isimlerinin tecellileri daha parlak bir sûrette ebedü’l-âbâdda [sonsuzlar sonsuzu] devam edeceğine ve bu fâni âlemde rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] cilveleri, nümuneleri müşahede edilen ihsanatının [bağış] daha şa’şaalı bir tarzda dar-ı saadette [mutluluk yeri] istimrarına [devam etme] ve bekàsına ve bu kısa hayat-ı dünyeviyede [dünya hayatı] onları zevk ile gören ve muhabbet ile refakat eden müştakların, [arzulu, aşırı istekli] ebedde dahi refakatlerine ve beraber bulunmalarına icma’ [fikir birliği] ve ittifak ile şehadet ve delâlet ve işaret ederler.

Hem, yüzer mu’cizat-ı bâhirelerine [ap açık mu’cizeler] ve âyât-ı kàtıalarına [kesin âyetler, deliller] istinaden, başta Resûl-i Ekrem ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] olarak bütün nuranî ruhların sahipleri olan peygamberler ve bütün münevver [aydın] kalblerin kutupları [esas, önder, direk, eksen] olan veliler ve bütün keskin ve nurlu akılların mâdenleri olan sıddıkînler, [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] bütün suhuf-u Semâviyede [bazı peygamberlere gelen sahifeler halindeki kitaplar] ve kütüb-ü mukaddesede [kutsal kitaplar] senin çok tekrar ile ettiğin binler vaadlerine ve tehditlerine istinaden, hem senin kudret ve rahmet ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve hikmet ve celâl ve cemâl gibi âhireti iktiza [bir şeyin gereği] eden kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatlarına ve şe’nlerine [belirleyici özellik] ve senin izzet-i celâline [büyüklük ve azametin izzeti] ve saltanat-ı rubûbiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] itimaden, hem âhiretin izlerini ve tereşşuhatını [belirti] bildiren

249

hadsiz keşfiyatlarına [keşifler] ve müşahedelerine ve ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ve aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesinde bulunan itikadlarına [inanç] ve imanlarına binaen saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] insanlara müjdeliyorlar. Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] için cehennem ve ehl-i hidâyet [doğru yolda olanlar, iman nimetine ermiş olanlar] için cennet bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar, kuvvetli iman edip şehadet ediyorlar.

Ey Kadîr-i Hakîm! [herşeyi hikmetle yapan ve herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] Ey Rahmân-ı Rahîm! [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] Ey Sâdıku’l-Vâ’dil Kerîm! [cömert, ikram sahibi] Ey izzet [büyüklük, yücelik] ve azamet ve celâl sahibi Kahhâr-ı Zülcelâl! [haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye her zaman mutlak galip gelen ve kahretmeye gücü yeten Allah]

Bu kadar sâdık dostlarını, bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfât ve şuûnâtını [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] yalancı çıkarmak, tekzib [yalanlama] etmek ve saltanat-ı rubûbiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] kat’î muktaziyatını [gerekçe] tekzib [yalanlama] edip yapmamak ve senin sevdiğin ve onlar dahi Seni tasdik ve itaat etmekle kendilerini sana sevdiren hadsiz makbul ibâdının âhirete bakan hadsiz dualarını ve dâvâlarını reddetmek, dinlememek ve küfür ve isyan ile ve Seni vaadinde tekzib [yalanlama] etmekle, Senin azamet ve kibriyâna [azamet, büyüklük] dokunan ve izzet-i celâline [büyüklük ve azametin izzeti] dokunduran ve ulûhiyetinin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] haysiyetine ilişen ve şefkat-i rubûbiyetini [herşeyi idare ve terbiye eden Allah’ın şefkati] müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] eden ehl-i dalâleti [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i küfrü haşrin inkârında, onları tasdik etmekten yüzbinler derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve âlisin. Böyle nihayetsiz bir zulümden ve nihayetsiz bir çirkinlikten senin o nihayetsiz adâletini ve nihayetsiz cemâlini ve hadsiz rahmetini hadsiz derece takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ediyoruz. Ve bütün kuvvetimizle iman ederiz ki; o yüzbinler sâdık elçilerin1 ve o hadsiz doğru

250

dellâl-ı saltanatın [saltanatın ilâncısı] olan enbiya, [nebiler, peygamberler] asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] evliyalar hakkalyakîn, [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] aynelyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] sûretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine, âlem-i bekàdaki [devamlı ve kalıcı âlem] ihsanatının [bağış] definelerine ve dar-ı saadette [mutluluk yeri] tamamiyle zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehadetleri hak ve hakikattır. Ve işaretleri doğru ve mutabıktır. Ve beşaretleri [müjde] sâdık ve vâkidir. Ve onlar bütün hakikatlerin mercii ve güneşi ve hâmîsi [koruyan, sahip çıkan Allah] olan Hak isminin en büyük bir şuâı; bu hakikat-ı ekber-i haşriye [büyük haşir gerçeği] olduğunu iman ederek senin emrin ile senin ibâdına hak dairesinde ders veriyorlar. Ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] olarak tâlim ediyorlar.

Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Bunların ders ve talimlerinin hakkı ve hürmeti için bize ve Risale-i Nur talebelerine iman-ı ekmel [en mükemmel iman] ve hüsn-ü hâtime [güzel son] ver. Ve bizleri onların şefaatlerine mazhar [erişme, nail olma] eyle. Âmin.

Hem nasıl ki Kur’ân’ın, belki bütün semâvî kitapların hakkaniyetini ispat eden umum deliller ve hüccetler [delil] ve Habibullahın, [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] belki bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] nübüvvetlerini [peygamberlik] ispat eden umum mu’cizeler ve burhanlar, [delil] dolayısıyla, en büyük müddeâları [dava, tez; iddia edilen şey] olan âhiretin tahakkukuna [gerçekleşme] delâlet ederler. Aynen öyle de, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücuduna ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet eden ekser deliller ve hüccetler, [delil] dolayısıyla rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] en büyük medarı [kaynak, dayanak] ve mazharı olan dâr-ı saadetin [mutluluk yeri; Cennet] ve âlem-i bekànın [devamlı ve kalıcı âlem] vücuduna, açılmasına şehadet ederler. Çünkü, gelecek makamatta beyan ve ispat edileceği gibi, Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] hem mevcudiyeti,

251

hem umum sıfatları, hem ekser isimleri, hem rububiyet, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ulûhiyet, [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] rahmet, inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] hikmet, adalet gibi vasıfları, şe’nleri, [belirleyici özellik] lüzum derecesinde âhireti iktiza [bir şeyin gereği] ve vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde bâki bir âlemi istilzam [gerektirme] ve zaruret derecesinde mükâfat ve mücâzât [ceza] için haşri ve neşri isterler.

Evet, madem ezelî ve ebedî bir Allah var; elbette saltanat-ı ulûhiyetinin [bütün varlıkların tek İlâhı olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı] sermedî [daimi, sürekli] bir medarı [kaynak, dayanak] olan âhiret vardır.

Ve madem bu kâinatta ve zîhayatta [canlı] gayet haşmetli ve hikmetli ve şefkatli bir rubûbiyet-i mutlaka [Allah’ın herşeyi kuşatan sınırsız ve sonsuz rablığı] var ve görünüyor. Elbette o rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] haşmetini sukuttan [alçalış, düşüş] ve hikmetini abesiyetten [anlamsızlık] ve şefkatini gadirden [zulüm, acımasızlık] kurtaran ebedî bir dâr-ı saadet [mutluluk yeri; Cennet] bulunacak ve girilecek.

Hem madem, gözle görünen bu hadsiz in’âmlar, [nimetlendirme] ihsanlar, [bağış] lütuflar, keremler, [cömertlik] inâyetler, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] rahmetler, perde-i gayb [gayb perdesi] arkasında bir Zât-ı Rahmân-ı Rahîmin [kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Zât, Allah] bulunduğunu sönmemiş akıllara, ölmemiş kalblere gösterir. Elbette in’âmı [nimetlendirme] istihzadan [alay etme] ve ihsanı [bağış] aldatmaktan ve inâyeti [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] adâvetten [düşmanlık] ve rahmeti azaptan ve lütuf ve keremi [cömertlik] ihanetten halâs [kurtulma] eden ve ihsanı [bağış] ihsan [bağış] eden ve nimeti nimet eden bir âlem-i bâkide [devamlı ve kalıcı âlem] bir hayat-ı bâkiye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] var ve olacaktır.

Hem madem bahar faslında, zeminin dar sahifesinde hatasız yüz bin kitabı birbiri içinde yazan bir kalem-i kudret [Allah’ın kudret kalemi] gözümüz önünde yorulmadan işliyor. Ve o kalem sahibi yüz bin defa ahd [söz, vaad] ve vaad etmiş ki, “Bu dar yerde ve karışık ve birbiri içinde yazılan bahar kitabından daha kolay olarak, geniş bir yerde güzel ve lâyemut [ölümsüz] bir kitabı yazacağım ve size okutturacağım” diye bütün fermanlarda o kitaptan bahsediyor. Elbette ve herhalde, o kitabın aslı yazılmış ve haşir ve neşir [âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve her şeyin ortaya çıkması] ile hâşiyeleri [dipnot] de yazılacak ve umumun defter-i a’mâlleri [amel defteri] onda kaydedilecek.

252

Hem madem bu arz, kesret-i mahlûkat [varlıkların çokluğu] cihetiyle ve mütemadiyen değişen yüz binler çeşit çeşit envâ-ı zevi’l-hayat [hayat sahibi olan canlıların türleri] ve zevi’l-ervâhın [ruh sahipleri] meskeni, menşei, [kaynak] fabrikası, meşheri, [sergi] mahşeri olması haysiyetiyle bu kâinatın kalbi, merkezi, hülâsası, [esas, öz] neticesi, sebeb-i hilkati [yaratılış sebebi] olarak gayet büyük öyle bir ehemmiyeti var ki, küçüklüğüyle beraber koca semâvâta karşı denk tutulmuş. Semâvî fermanlarda daima رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1 deniliyor.

Ve madem, bu mahiyetteki arzın her tarafına hükmeden ve ekser mahlûkatına tasarruf eden ve ekser zîhayat [canlı] mevcudatını [var edilenler, varlıklar] teshir [boyun eğdirme] edip kendi etrafına toplattıran ve ekser masnuatını [san’at eseri] kendi hevesatının hendesesiyle [geometri] ve ihtiyacatının düsturlarıyla [kâide, kural] öyle güzelce tanzim ve teşhir ve tezyin [süsleme] ve çok antika nevilerini liste gibi birer yerlerde öyle toplayıp süslettirir ki, değil yalnız ins ve cin nazarlarını, belki semâvât ehlinin [göklerde yaşayan manevî varlıklar] ve kâinatın nazar-ı dikkatlerini [dikkat içeren bakış] ve takdirlerini ve Kâinat Sahibinin [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] nazar-ı istihsanını [güzel bulan ve beğenen bakış] celbetmekle [çekmek] gayet büyük bir ehemmiyet ve kıymet alan ve bu haysiyetle bu kâinatın hikmet-i hilkati [yaratılış gayesi] ve büyük neticesi ve kıymetli meyvesi ve arzın halifesi [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] olduğunu fenleriyle, san’atlarıyla gösteren ve dünya cihetinde Sâni-i Âlemin [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] mu’cizeli san’atlarını gayet güzelce teşhir ve tanzim ettiği için, isyan ve küfrüyle [inançsızlık, inkâr] beraber dünyada bırakılan ve azabı tehir edilen ve bu hizmeti için imhal [süre verilme] edilip muvaffakiyet [başarı] gören nev-i beni Âdem [Âdemoğulları, insanlar] var.

Ve madem, bu mâhiyetteki nev-i benî Âdem, [Âdemoğulları, insanlık] mizaç ve hilkat [yaratılış] itibarıyla gayet zayıf ve âciz ve gayet acz ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyacâtı ve teellümâtı [elem çekme] olduğu halde, bütün bütün kuvvetinin ve ihtiyarının fevkinde [üstünde] olarak, koca

253

küre-i arzı, [yer küre, dünya] o nev-i insana [insan türü, insanlık] lüzumu bulunan her nevi madenlere mahzen [depo] ve her nevi taamlara ambar ve nev-i insanın [insan türü, insanlık] hoşuna gidecek her çeşit mallara bir dükkân suretine getiren gayet kuvvetli ve hikmetli ve şefkatli bir mutasarrıf [dilediği gibi idare eden] var ki, böyle nev-i insana [insan türü, insanlık] bakıyor, besliyor, istediğini veriyor.

Ve madem, bu hakikatteki bir Rab; hem insanı sever, hem kendini insana sevdirir. Hem bâkidir, hem bâki âlemleri var, hem adâletle her işi görür. Ve hikmetle herşeyi yapıyor.

Hem, bu kısa hayat-ı dünyeviyede [dünya hayatı] ve bu kısacık ömr-ü beşerde [insan ömrü] ve bu muvakkat [geçici] ve fâni zeminde o Hâkim-i Ezelînin [Ezel Hâkimi; hakimiyeti sonsuz olan Allah] haşmet-i saltanatı [saltanatın görkemi] ve sermediyet-i hâkimiyeti [egemenliğin devamlılığı] yerleşemiyor. Ve nev-i insanda [insan türü, insanlık] vuku bulan ve kâinatın intizamına ve adalet ve muvazenelerine [karşılaştırma/denge] ve hüsn-ü cemâline [güzellik] münâfi [aykırı] ve muhalif çok büyük zulümleri ve isyanları ve velinimetine ve onu şefkatle besleyene karşı ihanetleri, inkârları, küfürleri bu dünyada cezasız kalıp, gaddar, zâlim rahatla hayatını ve biçare mazlum meşakkatler içinde ömürlerini geçirirler. Ve umum kâinatta eserleri görünen şu adalet-i mutlakanın [sınırsız ve her alanda uygulamaları olan adalet] mâhiyeti ise, dirilmemek suretiyle o gaddar zâlimlerin ve meyus [ümitsiz] mazlumların vefat içindeki müsâvatlarına [eşitlik, denklik] bütün bütün zıttır, kaldırmaz, müsaade etmez.

Ve madem, nasıl ki Kâinatın Sahibi, [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] kâinattan zemini ve zeminden nev-i insanı [insan türü, insanlık] intihap [seçmek] edip gayet büyük bir makam, bir ehemmiyet vermiş. Öyle de, nev-i insandan [insan türü, insanlık] dahi makàsıd-ı rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutmasındaki maksat ve gayeler] tevafuk eden ve kendilerini iman ve teslim ile Ona sevdiren hakikî insanlar olan enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliya ve asfiya[hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] intihap [seçmek] edip kendine dost ve muhatap ederek onları mu’cizeler ve tevfiklerle [başarı] ikram ve düşmanlarını semâvî tokatlarla tazip [azap verme] ediyor. Ve bu kıymetli ve sevimli dostlarından

254

dahi, onların imamı ve mefhari [övünme sebebi, övünç kaynağı] olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmı intihap [seçmek] ederek, ehemmiyetli küre-i arzın [yer küre, dünya] yarısını ve ehemmiyetli nev-i insanın [insan türü, insanlık] beşten birisini uzun asırlarda onun nuruyla tenvir [aydınlatma] ediyor. Âdetâ bu kâinat onun için yaratılmış gibi, bütün gayeleri onunla ve Onun diniyle ve Kur’ân’ı ile tezahür ediyor. Ve o pek çok kıymettar ve milyonlar sene yaşayacak kadar hadsiz hizmetlerinin ücretlerini hadsiz bir zamanda almaya müstehak ve lâyık iken, gayet meşakkatler ve mücahedeler [Allah yolunda cihad etme] içinde, altmış üç sene gibi kısacık bir ömür verilmiş. Acaba hiçbir cihetle hiçbir imkânı, hiçbir ihtimali, hiçbir kàbiliyeti var mı ki, o zât, bütün emsâli ve dostlarıyla beraber dirilmesin? Ve şimdi de ruhen diri ve hayy [diri, canlı] olmasın, idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile mahvolsunlar? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Evet, bütün kâinat ve hakikat-i âlem [âlemin gerçek mahiyeti, esası, içyüzü] onun dirilmesini dâvâ eder ve hayatını Sahib-i Kâinattan [evrenin ve herşeyin sahibi olan Allah] talep ediyor.

Ve madem, Yedinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olan Âyetü’l-Kübrâ‘da [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] herbiri bir dağ kuvvetinde otuz üç adet icmâ-ı azîm [büyük fikir birliği] ispat etmişler ki, bu kâinat bir elden çıkmış ve bir tek Zâtın mülküdür. Ve kemâlât-ı İlâhiyenin [Allah’a ait mükemmellikler] medarı [kaynak, dayanak] olan vahdetini [Allah’ın birliği] ve ehadiyetini [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] bedahetle [ap açık bir şekilde] göstermişler. Ve vahdet [Allah’ın birliği] ve ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] ile, bütün kâinat o Zât-ı Vâhidin [bir ve tek olan Zât, Allah] emirber [emre hazır] neferleri [asker] ve musahhar [boyun eğdirilmiş] memurları hükmüne geçiyor. Ve âhiretin gelmesiyle, kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] sukuttan [alçalış, düşüş] ve adalet-i mutlaka[sınırsız ve her alanda uygulamaları olan adalet] müstehziyâne [alay edercesine] gadr-ı mutlaktan [tam zulüm ve merhametsizlik] ve hikmet-i âmmesi [genel gaye ve fayda; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması] sefahetkârâne [yasak zevk ve eğlenceye düşkün olarak, beyinsizce] abesiyetten [anlamsızlık] ve rahmet-i vâsia[Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti] lâhiyâne [eğlenircesine, oynarcasına] tâzipten [azap] ve izzet-i kudreti [kudretin izzet ve şerefi] zelilâne [aşağılanan] aczden kurtulurlar, takaddüs [kutsal olma, yüce ve temiz olma] ederler.

Elbette ve elbette ve herhalde iman-ı billâhın [Allah’a iman] yüzer nüktesinden, [derin anlamlı söz] bu altı “madem”lerdeki1 hakikatlerin muktezasıyla [bir şeyin gereği] kıyamet kopacak, haşir ve neşir [âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve her şeyin ortaya çıkması] olacak,

255

dar-ı mücazat [ceza yeri] ve mükâfat açılacak—tâ ki arzın mezkûr [adı geçen] ehemmiyeti ve merkeziyeti ve insanın ehemmiyeti ve kıymeti tahakkuk [gerçekleşme] edebilsin. Ve arz ve insanın Hâlıkı ve Rabbi olan Mutasarrıf-ı Hakîmin [herşeyi hikmetle yapan ve dilediği gibi kullanan sonsuz tasarruf ve yetki sahibi Allah] mezkûr [adı geçen] adaleti, hikmeti, rahmeti, saltanatı takarrur [karar bulma] edebilsin. Ve o bâki Rabbin mezkûr [adı geçen] hakiki dostları ve müştakları [arzulu, aşırı istekli] idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kurtulsun. Ve o dostların en büyüğü ve en kıymettarı, bütün kâinatı memnun ve minnettar eden kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetlerinin mükâfatını görsün. Ve Sultan-ı Sermedînin [egemenliğinin sonu olmayan Allah] kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] naks [eksiklik, noksanlık] ve kusurdan ve kudreti aczden ve hikmeti sefahetten [ahmaklık, beyinsizlik] ve adaleti zulümden tenezzüh [ferahlama, rahatlama] ve takaddüs [kutsal olma, yüce ve temiz olma] ve teberri [uzak olma] etsin.

Elhâsıl, [özetle, sonuç olarak] madem Allah var, elbette âhiret vardır.

Hem nasıl ki mezkûr [adı geçen] üç erkân-ı imaniye, [iman esasları] onları ispat eden bütün delilleriyle haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] şehadet ve delâlet ederler. Öyle de, وَبِمَلٰۤئِكَتِهِ وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالٰى 1 olan iki rükn-ü imanî [imanın şartı, esası] dahi haşri istilzam [gerektirme] edip kuvvetli bir surette âlem-i bekàya [devamlı ve kalıcı âlem] şehadet ve delâlet ederler. Şöyle ki:

Melâikenin [melekler] vücudunu ve vazife-i ubûdiyetlerini [kulluk görevi] ispat eden bütün deliller ve hadsiz müşahedeler mükâlemeler, [karşılıklı konuşma] dolayısıyla âlem-i ervahın [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] ve âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve âlem-i bekànın [devamlı ve kalıcı âlem] ve âlem-i âhiretin [âhiret âlemi] ve ileride cin ve ins ile şenlendirilecek olan dâr-ı saadetin [mutluluk yeri; Cennet] ve Cennet ve Cehennemin vücutlarına delâlet ederler. Çünkü melekler bu âlemleri izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile görebilirler ve girerler. Ve Hazret-i Cebrail gibi, insanlarla görüşen umum melâike-i mukarrebîn, [makam itibariyle Allah’a daha yakın olan melekler] mezkûr [adı geçen] âlemlerin vücutlarını

256

ve onlar, onlarda gezdiklerini müttefikan [birleşerek] haber veriyorlar. Görmediğimiz Amerika kıtasının vücudunu, ondan gelenlerin ihbarıyla bedihî [açık, aşikâr] bildiğimiz gibi, yüz tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] kuvvetinde bulunan melâike [melek] ihbaratıyla âlem-i bekànın [devamlı ve kalıcı âlem] ve dâr-ı âhiretin [âhiret âlemi] ve Cennet ve Cehennemin vücutlarına o kat’iyette iman etmek gerektir. Ve öyle de iman ederiz.

Hem, Yirmi Altıncı Söz olan Risale-i Kaderde [Kader Risalesi (Yirmi Altıncı Söz)] iman-ı bil-kader [kadere iman] rüknünü [esas, şart] ispat eden bütün deliller, dolayısıyla haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] ve neşr-i suhufa [haşir zamanı amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin hesabının görülmesi] ve mizan-ı ekberdeki [mahşer günü amellerin ölçüleceği büyük terazi] muvazene-i a’mâle [yapılan işlerin, amellerin tartılıp hesaplanması] delâlet ederler. Çünkü, herşeyin mukadderatını [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] gözümüz önünde nizam ve mizan [ölçü] levhalarında kaydetmek ve her zîhayatın [canlı] sergüzeşt-i hayatiyelerini [hayat serüveni] kuvve-i hafızalarında [bellek, hafıza duyusu] ve çekirdeklerinde ve sair elvâh-ı misâliyede [misâlî levhalar, mânevî kopyalama tabloları] yazmak ve her zîruhun, [ruh sahibi] hususan insanların defter-i a’mâllerini [amel defteri] elvâh-ı mahfuzada [her şeyin kaderinin muhafaza edildiği manevî levhalar] tesbit etmek ve geçirmek, elbette öyle muhit bir kader ve hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] bir takdir ve müdakkikane bir kayıt ve hafîzâne bir kitabet, [yazım] ancak mahkeme-i kübrâda [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] umumî bir muhakeme neticesinde daimî bir mükâfat ve mücazat [ceza] için olabilir. Yoksa, o ihata[herşeyi kuşatma] ve inceden ince olan kayıt ve muhafaza, bütün bütün mânâsız, faidesiz kalır, hikmete ve hakikate münâfi [aykırı] olur.

Hem, haşir gelmezse, kader kalemiyle yazılan bu kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] bütün muhakkak mânâları bozulur ki, hiçbir cihet-i imkânı [mümkün olma yönü] olamaz. Ve o ihtimal, bu kâinatın vücudunu inkâr gibi bir muhal, [bâtıl, boş söz] belki bir hezeyan [boş söz, saçmalama] olur.

Elhâsıl, [özetle, sonuç olarak] imanın beş rüknü [esas, şart] bütün delilleriyle haşir ve neşrin vukuuna ve vücuduna ve dâr-ı âhiretin [âhiret âlemi] vücuduna ve açılmasına delâlet edip isterler ve şehadet edip talep ederler.

257

İşte, hakikat-i haşriyenin [haşir gerçeği] azametine tam muvafık böyle azametli ve sarsılmaz direkleri ve burhanları [delil] bulunduğu içindir ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hemen hemen üçten birisi haşir ve âhireti teşkil ediyor. Ve onu, bütün hakaikine [doğru gerçekler] temel taşı ve üssü’l-esas [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] yapıyor. Ve herşeyi onun üstüne bina ediyor.

 (Mukaddime nihayet buldu)

ba

Onuncu Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

Bu şuâ, [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] On Beşinci Lem’a‘dan [parıltı] itibaren buraya kadar olan risâlelerin fihristidir.