ŞUÂLAR – İkinci Şuâ (22-68)

22

Risale-i Nur Külliyatından

ŞUÂLAR

Bediüzzaman Said Nursî

23

İkinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

Eskişehir hapishanesinin son meyvesi

Otuz Birinci Lem’a‘nın [parıltı] İkinci Şuâı

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

On altı sene evvel, Eskişehir Hapishanesi’nde, arkadaşlarımın tahliyeleriyle yalnız kaldığım bir vakitte, şu Şuâ, [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] gayet acele, pek noksan kalemimle, sıkıntılı, rahatsızlık bir zamanda telif [kaleme alma] edildiğinden bir derece intizamsız olmakla beraber, bugünlerde tashih ederken, iman ve tevhid noktasında pek çok kıymettar ve kuvvetli ve ehemmiyetli gördüm.

Said Nursî

ba

24

Allahu Ehad [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] [Allah birdir ve her bir varlık üzerinde birliğinin izleri görülür] İsm-i Âzamına [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] dair yedinci nükte-i âzam [büyük ince ve anlamlı söz] ve altı İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] altı nüktesinin [derin anlamlı söz] yedincisi.

 İhtar

Bu risale benim nazarımda çok mühimdir. Çünkü, içinde çok mühim ve ince olan esrar-ıimaniye inkişaf [açığa çıkma] ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam imanını kurtarır inşaallah. [Allah dilerse] Maatteessüf, [ne yazık ki] ben burada kimseyle görüşemediğimden, kendime tebyiz [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] edip yazdıramadım. Bu risalenin kıymetini anlamak istersen, başta bulunan İkinci ve Üçüncü Meyve’yi ve âhirdeki Hâtime‘yi [son] ve Hâtime‘den [son] iki sahife evvelki Mesele’yi evvelce dikkatle okuduktan sonra tamamını teennî [düşünerek acelesiz iş görme, ağır davranma] ile mütalâa eyle.

Altı İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] altı nüktelerinin [derin anlamlı söz] Allahu Ehad [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] ‘e [Allah birdir ve her bir varlık üzerinde birliğinin izleri görülür] dair

yedinci nükte-i âzamıdır. [büyük ince ve anlamlı söz]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَبِهِ نَسْتَعِينُ * 1

فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 2 âyetinin bir muhteşem nüktesiyle, [derin anlamlı söz] meşhur bir kasem-i Nebevînin [Hz. Peygamberin yemini] işaretiyle ve ilhamıyla [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] hissettiğim gayet güzel ve çok şirin ve nihayet derecede lâtif [berrak, şirin, hoş] üç meyve-i tevhid [Allah’ın birliğini kabul etmenin sağladığı güzel netice] ve üç muktazîsi [gerekçe] ve üç hüccetine [delil] dair bir nüktedir. [derin anlamlı söz]

25

İşte, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm yemin ettiği vakit, en çok istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ve tekrarla her zaman ferman ettiği şu وَالَّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ 1 kasemidir. [yemin] Ve bu kasem [yemin] gösteriyor ki, şecere-i kâinatın [kainat ağacı] en geniş dairesi ve en müntehâ[bir şeyin en uç noktası] ve nihâyâtı ve teferruatı dahi Zât-ı Vâhid-i Ehad‘in [birliği herşeyi kapladığı gibi her bir şeyde de ayrı ayrı tecellîleri görülen Zât; Allah] kudretiyle ve iradesiyledir. Çünkü, mahlûkatın en müntehap [seçilmiş] ve en müstesnası olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın nefsi kendi kendine malik olmazsa ve ef’âlinde [fiiler, davranışlar] serbest bulunmazsa ve harekâtı başka bir ihtiyara bağlı ise, elbette hiçbir şey, hiçbir şe’n, [belirleyici özellik] hiçbir hal, hiçbir keyfiyet, cüz’î [ferdî, küçük] olsun küllî olsun, o muhît [her şeyi kuşatan] iktidarın, o şamil ihtiyarın daire-i tasarrufunun [tasarruf ve faaliyet dairesi, alanı] haricinde olamaz.

Evet, bu çok mânidar kasem-i Muhammedînin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) yemini] (a.s.m.) ifade ettiği, gayet muazzam ve muhît [her şeyi kuşatan] bir tevhid-i rububiyettir. [varlık âleminin terbiye, tedbir ve idaresindeki birlik ve bu birliğin bir olan Allah’tan gelmesi] Ve bu tevhidin ispatına dair yüz, belki bin bâhir [açık] burhanlar, [delil] sirâcü’n-nur [nur lâmbası] olan Risale-i Nur’da beyan edildiğinden, bu hakikat-i âliyenin [yüce gerçek] tafsilât [ayrıntılar] ve ispatını ona havale ederek, bu İkinci Şuâ’da, muhtasar [kısa] üç makam içinde, bu çok ehemmiyetli hakikat-i imaniyenin [iman gerçeği] Birinci Makamı’nda, gayet lâtif [berrak, şirin, hoş] ve tatlı ve çok kıymettar ve nurlu, hadsiz semerelerinden [meyve] üç küllî meyvelerini gayet muhtasar [kısa] bir surette beyanla, o meyvelere benim kalbimi sevk eden zevklerime ve hislerime işaret edilecek. İkinci Makam’da ise, bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hakikatin üç küllî muktazîsi [gerekçe] ve esbab-ı mucibesi [bir şeyi gerektirici sebepler] beyan edilir. Ve o üç muktazî, [gerekçe] üç bin muktazîlerin [gerekçe] kuvvetindedirler. Ve Üçüncü Makam’da, o hakikat-i tevhidiyenin [Allah’ın bir ve tek olduğu ve ondan başka ilâh olmadığı gerçeği] üç alâmetleri zikredilecek. Ve o üç alâmet, üç yüz alâmet ve emare ve delil kuvvetindedirler.

26

BİRİNCİ MAKAMIN BİRİNCİ MEYVESİ

Tevhid ve vahdette [Allah’ın birliği] cemâl-i İlâhî [İlâhî güzellik] ve kemâl-i Rabbânî [Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının mükemmelliği] tezahür eder. Eğer vahdet [Allah’ın birliği] olmazsa, o hazine-i ezeliye [başlangıcı olmayan sonsuz hazine] gizli kalır.

Evet, hadsiz cemâl ve kemâlât-ı İlâhiye [Allah’a ait mükemmellikler] ve nihayetsiz mehasin [güzellikler] ve hüsn-ü Rabbânî [Allah’ın bütün varlıkları terbiye etmesinin ve idaresi ve tasarrufu altında bulundurmasının güzelliği] ve hesapsız ihsanat ve bahâ-i Rahmânî [Cenâb-ı Hakkın herşeyi kuşatıcı olan rahmeti ve merhametinin güzelliği ve zerâfeti] ve gayetsiz kemâl-i cemâl-i Samedânî, [Cenâb-ı Hakkın hiçbir şeye muhtaç olmaması ve her şeyin Kendisine muhtaç olmasının mükemmel güzelliği] ancak vahdet [Allah’ın birliği] âyinesinde ve vahdet [Allah’ın birliği] vasıtasıyla, şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] nihâyâtındaki cüz’iyâtın [ferdler, küçük şeyler] simalarında temerküz [bir merkezde toplanma] eden cilve-i esmâda [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] görünür. Meselâ, iktidarsız ve ihtiyarsız [irade dışı] bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı [canlıların dışkısı] ortasından beyaz, sâfi, temiz bir süt göndermek olan cüz’î [ferdî, küçük] fiil ise, tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden, bütün yavruların pek çok harikulâde ve pek çok şefkatkârâne [şefkat dolu] olan küllî ve umumî iaşeleri ve validelerini onlara musahhar [boyun eğdirilmiş] etmeleriyle rahmet-i Rahmân‘ın [rahmeti sınırsız olan Allah’ın şefkat ve merhameti] cemâl-i lâyezâlîsi [son bulmayan güzellik] kemâl-i şâşaa [çok gösterişli, son derece görkemli] ile görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cemâl gizlenir ve o cüz’î [ferdî, küçük] iaşe dahi esbaba ve tesadüfe ve tabiata havale edilir, bütün bütün kıymetini, belki mahiyetini kaybeder.

Hem meselâ, müthiş bir hastalıktan şifa bulmak, eğer tevhid nazarıyla bakılsa, birden, zemin denilen hastahane-i kübrâda [en büyük hastane; bütün hastalıkların tedavisinin yapıldığı yer, dünya] bulunan bütün dertlilere, âlem denilen eczahane-i ekberden [en büyük eczane; her türlü ilâcın içinde bulunduğu büyük eczane, dünya] ilâçları ve dermanlarıyla şifa ihsan [bağış] etmek yüzünde, Rahîm-i Mutlakın [herbir varlığa hususî rahmet tecellisi olan sınırsız şefkat ve merhamet sahibi Allah] cemâl-i şefkati [şefkatten kaynaklanan güzellik] ve mehasin-i rahîmiyeti [Allah’ın sonsuz şefkat ve merhametini herbir varlıkta en güzel şekillerde göstermesi] küllî ve şâşaalı bir surette görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cüz’î [ferdî, küçük] fakat alîmâne, basîrâne, [görerek]

27

şuurkârâne [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] olan şifa vermek dahi, câmid [cansız] ilâçların hâsiyetlerine [özellik] ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata verilir, bütün bütün mahiyetini ve hikmetini ve kıymetini kaybeder.

Bu makam münasebetiyle hatıra gelen bir salâvatın [namazlar, dualar] bir nüktesini [derin anlamlı söz] beyan ediyorum. Şöyle ki:

Namaz tesbihatının âhirinde Şâfiîlerde [şifa verici] gayet müstamel [kullanılan] ve meşhur bir salâvat [namazlar, dualar] olan

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ كُلِّ دَۤاءٍ وَدَوَۤاءٍ وَبَارِكْ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلَيْهِمْ كَثِيرًا كَثِيرًا * 1

nın ehemmiyeti yüzündendir ki, insanın hikmet-i hilkati [yaratılış gayesi] ve sırr-ı câmiiyeti [pek çok özelliğin bir arada bulunması ve zengin donanıma sahip olmasındaki sır] ise, her zaman, her dakika Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] iltica ve yalvarmak ve hamd ve şükür etmek olduğundan, insanı dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] kamçı vurup sevk eden en keskin ve müessir sâik, [sevk eden, sürükleyen] hastalıklar olduğu gibi, insanı kemâl-i şevkle [tam bir istek ve arzu] şükre sevk eden ve tam mânâsıyla minnettar edip hamd ettiren tatlı nimetler ise, başta şifalar ve devâlar ve afiyetler olduğundan, bu salâvat-ı şerife [Peygamberimize edilen rahmet ve esenlik duaları] gayet müşerref ve mânidar olmuştur. Ben bazan بِعَدَدِ كُلِّ دَۤاءٍ وَدَوَۤاءٍ 2 dedikçe, küre-i arzı [yer küre, dünya] bir hastahane suretinde ve maddî ve mânevî bütün dertlerin ve ihtiyaçların dermanlarını ihsan [bağış] eden Şâfî-i Hakikînin [gerçek şifa veren Allah] pek âşikâr bir mevcudiyetini ve küllî bir şefkatini ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve geniş bir rahîmiyetini [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] hissediyorum.

Hem meselâ, dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] gayet müthiş mânevî elemini hisseden bir adama iman ile hidayet ihsan [bağış] etmek, eğer tevhid nazarıyla bakılsa, birden, o cüz’î [ferdî, küçük] ve fâni ve

28

âciz adam, bütün kâinatın Hâlıkı ve Sultanı olan Mâbudunun [ibadet edilen] muhatap bir abdi olmak ve o iman vasıtasıyla bir saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve şahane ve çok geniş ve şâşaalı bir mülk-ü bâki [kalıcı, sürekli mülk] ve bâki bir dünyayı ihsan [bağış] etmek; ve onun gibi bütün mü’minleri dahi derecelerine göre o lûtfa mazhar [erişme, nail olma] etmek olan bu ihsan-ı ekber [en büyük yardım, bağış] yüzünde ve simasında bir Zât-ı Kerîm [cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah] ve Muhsinin [bağış ve iyiliklerde bulunan] öyle bir hüsn-ü ezelîsi [sonsuz güzellik] ve öyle bir cemâl-i lâyezâlîsi [son bulmayan güzellik] görünür ki, böyle bir lem’asıyla [parıltı] bütün ehl-i imanı [Allah’a inanan] kendine dost ve has kısmını da âşık yapıyor. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cüz’î [ferdî, küçük] imanı, ya mütehakkim [delilsiz hükme varan, dayanaksız görüşleri olan] ve hodbin [bencil] Mutezileler gibi kendi nefsine veya bazı esbaba havale eder ki, hakiki fiyatı ve bahası Cennet olan o Rahmânî pırlanta, bir cam parçasına inip, âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ettiği kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] cemâlin lem’asını [parıltı] kaybeder.

İşte bu üç misale kıyasen, daire-i kesretin [çokluk dairesi, âlemi] müntehâsındaki [bir şeyin en uç noktası] cüz’iyâtın, [ferdler, küçük şeyler] cüz’iyât-ı ahvâlinde, [hâllerin incelikleri, ayrıntıları] tevhid noktasında cemâl-i İlâhînin [İlâhî güzellik] ve kemâl-i Rabbânînin [Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurmasının mükemmelliği] binler envâı [tür] ve yüz bin çeşitleri onlarda temerküz [bir merkezde toplanma] cihetinde görünür, anlaşılır, bilinir, tahakkuku [gerçekleşme] sabit olur.

İşte, tevhidde cemâl ve kemâl-i İlâhînin [İlâhî mükemmelik] kalben görünmesi ve ruhen hissedilmesi içindir ki, bütün evliya ve asfiya, [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] en tatlı zevklerini ve en şirin mânevî rızıklarını, kelime-i tevhid [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] olan Lâ ilâhe illâllah zikrinde ve tekrarında buluyorlar.

Hem kelime-i tevhidde [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] azamet-i kibriyâ [Allah’ın büyüklüğünün kuşatıcı olması, devamlı ve sonsuz derece yüce olması] ve celâl-i Sübhânî [bütün noksanlıklardan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] olan Cenab-ı Allah’ın celâli, haşmeti] ve saltanat-ı mutlaka-i rububiyet-i Samedâniye [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayan terbiye ediciliğinin sınırsız egemenliği] tahakkuk [gerçekleşme] etmesi içindir ki, Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm ferman etmiş:

29

اَفْضَلُ مَا قُلْتُ اَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلِى لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ * 1

Yani: “Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri, Lâ ilâhe illâllah kelâmıdır.”

Evet, bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, [bağış] bir nimet, bir rızık, bir küçük âyine [ayna] iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal [bağlanma; bağlantı, ilişki] ettiğinden, o nevi büyük âyineye dönüp, o nev’e mahsus cilvelenen bir çeşit cemâl-i İlâhîyi [İlâhî güzellik] gösterir. Ve fâni, muvakkat [geçici] olan güzellikle, bâki bir nevi hüsn-ü sermedîyi [sürekli, kalıcı güzellik] irâe eder. Ve Mevlânâ Celâleddîn’in dediği gibi,

اٰنْ خَيَالاٰتِى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْت عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْت * 2

sırrıyla, bir âyine-i cemâl-i [güzelliğin aynası] İlâhî [Allah tarafından olan] olur. Yoksa, eğer tevhid sırrı olmazsa, o cüz’î [ferdî, küçük] meyve tek başına kalır. Ne o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] cemâl, ne de o ulvî kemâli gösterir. Ve içindeki cüz’î [ferdî, küçük] bir lem’a [parıltı] dahi söner, kaybolur. Adeta baş aşağı olup elmastan şişeye döner.

Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] meyveleri olan zîhayatta [canlı] bir şahsiyet-i İlâhiye, [Allah’ın Zâtına ait yüce kişilik ve İlâhî şahsiyet] bir ehadiyet-i Rabbâniye [herşeyi terbiye ve idare edip egemenliği altında bulunduran Allah’ın bir oluşu] ve sıfât-ı seb’aca [yedi sıfat] mânevî bir sima-i Rahmânî [Rahmânî sima, alâmet, yüz] ve bir temerküz-ü esmâî [Allah’ın isimlerinin bir yerde toplanıp yansıması] ve اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 3 deki hitaba muhatap olan Zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] tezahür eder. Yoksa, o şahsiyet, o ehadiyet, [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] o sima, o taayyünün [belirleme] cilvesi inbisat [genişleme, yayılma] ederek kâinat nisbetinde genişlenir,

30

dağılır, gizlenir; ancak çok büyük ve ihatalı, [herşeyi kuşatma] kalbî gözlere görünür. Çünkü azamet ve kibriyâ [azamet, büyüklük] perde olur; herkesin kalbi göremez.

Hem o cüz’î [ferdî, küçük] zîhayatlarda [canlı] pek zahir bir surette anlaşılır ki, onun Sânii [herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah] onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Adeta, o zîhayatın [canlı] masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir Zâtın mânevî bir teşahhusu, [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] bir taayyünü, [belirleme] imana görünür.

Ve bilhassa zîhayattan [canlı] insanın mahlûkiyeti [yaratılmış olma] arkasında gayet âşikâr bir tarzda o mânevî teşahhus, [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] taayyün, [belirleme] sırr-ı tevhidle, [Allah’ın birlik sırrı] imanla müşahede olunur. Çünkü o teşahhus-u ehadiyetin [Cenâb-ı Hakkın birçok isminin bir şeyde tecellî etmesiyle, o şeyde mânevî şahsiyetinin görünmesi] esasları olan ilim ve kudret ve hayat ve sem’ [işitme] ve basar [görme] gibi mânâların hem numuneleri insanda var; o numunelerle onlara işaret eder. Çünkü, meselâ, gözü veren Zât, hem gözü görür, hem ince bir mânâ olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet, senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren Zât, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sair sıfatlar buna kıyas edilsin.

Hem esmânın nakışları [işleme] ve cilveleri insanda var; onlarla o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mânâlara şehadet eder.

Hem insan zaafıyla [zayıflık, güçsüzlük] ve acziyle ve fakrıyla ve cehliyle diğer bir tarzda âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] edip, yine zaafına, [zayıflık, güçsüzlük] fakrına merhamet eden ve medet veren Zâtın kudretine, ilmine, iradesine ve hâkezâ, sair evsafına [vasıflar, nitelikler] şehadet eder.

İşte, daire-i kesretin [çokluk dairesi, âlemi] müntehâsında [bir şeyin en uç noktası] ve en dağınık cüz’iyâtında, [ferdler, küçük şeyler] sırr-ı vahdetle [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] bin bir esmâ-i İlâhiye, zîhayat [canlı] denilen küçücük mektuplarda temerküz [bir merkezde toplanma] edip açık okunduğundan, o Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] zîhayat [canlı] nüshalarını çok teksir [çoğalma] ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan [canlı] küçüklerin taifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir [çoğalma] eder ve her tarafa neşreder.

Bu Birinci Meyve’nin hakikatine beni îsal [ulaştırma] ve sevk eden zevkî bir hissimdir. Şöyle ki:

31

Bir zaman, ziyade rikkatimden [acıma] ve fazla şefkatten ve acımak duygusundan, zîhayat [canlı] ve hususan onlardan zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ve bilhassa insanlar ve bilhassa mazlumlar ve musibete giriftar [tutulmuş, yakalanmış] olanların halleri çok ziyade rikkatime [acıma] ve şefkatime ve kalbime dokunuyordu. Kalben diyordum: “Bu âciz ve zayıf biçarelerin dertlerini, âlemde hükmeden bu yeknesak [değişmeyen, tekdüze, monoton] kanunlar dinlemedikleri gibi, istilâ edici ve sağır olan unsurlar, hadiseler dahi işitmezler. Bunların bu perişan hallerine merhamet edip hususî işlerine müdahale eden yok mu?” diye ruhum çok derin feryat ediyordu. Hem, “O çok güzel memlüklerin [köle] ve çok kıymettar malların ve çok müştak [arzulu, aşırı istekli] ve minnettar dostların işlerine bakacak ve onlara sahabet edecek ve himayet edecek bir mâlikleri, bir sahipleri, bir hakikî dostları yok mu?” diye kalbim bütün kuvvetiyle bağırıyordu.

İşte, ruhumun feryadına ve kalbimin vâveylâsına [çığlık, feryad] vâfi [yeterli] ve kâfi [yeterli] ve teskin edici ve kanaat verici cevap ise, sırr-ı tevhid [Allah’ın birlik sırrı] ile, Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâlin, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] umumî kanunların tazyikatları [baskılar] ve hâdisatın tehacümatı [her taraftan hücum etme] altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memlüklerine, [köle] kanunların fevkinde [üstünde] olarak, ihsanat-ı hususiyesi [özel hediye ve ikramlar] ve imdadat-ı hassa[özel yardımlar] ve doğrudan doğruya herşeye karşı rububiyet-i hususiyesi [Allah’ın her bir varlığı doğrudan doğruya her ihtiyacını karşılayıp özel olarak terbiye etmesi] ve herşeyin tedbirini bizzat kendisi görmesi ve herşeyin derdini bizzat dinlemesi ve herşeyin hakikî mâliki, sahibi, hâmîsi [koruyan, sahip çıkan Allah] olduğunu, sırr-ı Kur’ân [Kur’ân’ın sırrı] ve nur-u iman [iman aydınlığı] ile bildim. O hadsiz meyusiyet [ümitsizlik] yerinde, nihayetsiz bir mesruriyet hissettim. Ve herbir zîhayat, [canlı] öyle bir Mâlik-i Zülcelâle [sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan, her şeyin sahibi Allah] mensubiyeti ve memlûkiyeti [köle, kul] cihetiyle, nazarımda binler derece bir ehemmiyet, bir kıymet kesb [elde etme, kazanma] ettiler.

Çünkü, madem herkes efendisinin şerefiyle ve mensup olduğu zâtın makamıyla ve şöhretiyle iftihar eder, bir izzet [büyüklük, yücelik] peyda eder. Elbette, nur-u iman [iman aydınlığı] ile bu mensubiyetin ve memlûkiyetin [köle, kul] inkişafı [açığa çıkma] suretinde, bir karınca bir Firavun’u o mensubiyet kuvvetiyle mağlûp ettiği gibi, o mensubiyet şerefiyle dahi, gafil ve kendi

32

kendine mâlik ve başıboş kendini zanneden ve ecdadıyla ve mülk-ü Mısır [Mısır’ın mülkü ve yönetimi] ile iftihar eden ve kabir kapısında o iftiharı sönen bin Firavun kadar iftihar edebilir. Ve sinek dahi, Nemrut’un sekerat [can çekişme/ölüm anı] vaktinde azaba ve hicaba [örtü, perde] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eden iftiharına karşı kendi mensubiyetinin şerefini irâe edip, onunkini hiçe indirebilir.

İşte, اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ 1 âyeti, şirkte hadsiz ve çok büyük bir zulüm bulunduğunu ifade ile bildirir. Şirk öyle bir cürümdür ki, herbir mahlûkun hakkına ve şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür; ancak onu Cehennem temizler.

TEVHİDİN İKİNCİ MEYVESİ

Birinci Meyve Hâlik-ı Kâinat olan Zât-ı Akdese [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] baktığı gibi, İkinci Meyve dahi kâinatın zâtına [kâinatın bizzat kendisi] ve mahiyetine bakar.

Evet, sırr-ı vahdetle [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] kâinatın kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] tahakkuk [gerçekleşme] eder. Ve mevcudatın [var edilenler, varlıklar] ulvî vazifeleri anlaşılır. Ve mahlûkatın netice-i hilkatleri [yaratılış neticesi] takarrur [karar bulma] eder. Ve masnuatın [san’at eseri] kıymetleri bilinir. Ve bu âlemdeki makàsıd-ı İlâhiye [Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler] vücud bulur. Ve zîhayat [canlı] ve zîşuurların [akıl ve şuur sahibi] hikmet-i hilkatları [yaratılış gayesi] ve sırr-ı îcadları [icadın, yaratılışın sırrı] tezahür eder. Ve bu dehşet-engiz [dehşet verici] tahavvülât [başkalaşmalar] içinde kahhârâne fırtınaların hiddetli, ekşi simaları arkasında rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzleri görünür. Ve fenâ ve zevâlde [batış, kayboluş] kaybolan mevcudatın [var edilenler, varlıklar] neticeleri ve hüviyetleri ve mahiyetleri ve ruhları ve tesbihatları gibi çok vücutları kendilerine bedel âlem-i şehadette [görünen alem] bırakıp sonra gittikleri bilinir. Ve kâinat baştan başa gayet mânidar bir kitab-ı Samedânî [herşey Allah’a muhtaç olduğu halde, Allah’ın ise hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösteren kitap] ve mevcudat [var edilenler, varlıklar] ferşten [yer] Arşa kadar gayet mu’cizâne bir mecmua-i mektubat-ı Sübhaniye [bütün kusur ve noksanlardan münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] olan Allah’ın mektuplarının bir araya getirilmesiyle ortaya çıkan mecmua, yaratılan varlıklar] ve mahlûkatın

33

bütün taifeleri gayet muntazam ve muhteşem bir ordu-yu Rabbânî ve masnuatın [san’at eseri] bütün kabileleri mikroptan, karıncadan tâ gergedana, tâ kartallara, tâ seyyârâta [gezegenler] kadar Sultan-ı Ezelînin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] gayet vazifeperver memurları olduğu bilinmesi ve herbir şey, âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ve intisap [bağlanma] cihetiyle binler derece kıymet-i şahsiyesinden [kişisel değer] daha yüksek kıymet almaları ve “Seyl-i mevcudat [varlıkların bir nehir gibi akışı, gelip gidişi] ve kàfile-i mahlûkat [bütün varlıkların kàfileler şeklinde toplanmaları] nereden geliyor ve nereye gidecek ve niçin gelmişler ve ne yapıyorlar?” diye halledilmeyen tılsımlı suallerin mânâları ona inkişaf [açığa çıkma] etmesi, ancak ve ancak sırr-ı tevhid [Allah’ın birlik sırrı] iledir. Yoksa, kâinatın bu mezkúr [zikredilen, adı geçen] yüksek kemâlâtları [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] sönecek ve o ulvî ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hakikatleri zıtlarına inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] edecek.

İşte şirk ve küfür cinayeti, kâinatın bütün kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve ulvî hukuklarına ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hakikatlerine bir tecavüz olduğu cihetledir ki, ehl-i şirk [Allah’a ortak koşanlar] ve küfre [inançsızlık, inkâr] karşı kâinat kızıyor ve semâvât ve arz [gökler ve yer] hiddet ediyor ve onların mahvına anâsır [kâinattaki unsurlar, elementler] ittifak edip, kavm-i Nuh (aleyhisselâm) ve Âd ve Semud ve Firavun gibi ehl-i şirki [Allah’a ortak koşanlar] boğuyor, gark [boğma] ediyor. تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ1 âyetinin sırrıyla, Cehennem dahi ehl-i şirk [Allah’a ortak koşanlar] ve küfre [inançsızlık, inkâr] öyle kızıyor ve kızışıyor ki, parçalanmak derecesine geliyor. Evet, şirk kâinata karşı büyük bir tahkir [aşağılama] ve azîm bir tecavüzdür. Ve kâinatın kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifelerini ve hilkatin [yaratılış] hikmetlerini inkâr etmekle şerefini kırıyor. Nümune için binler misallerden birtek misale işaret edeceğiz.

Meselâ, sırr-ı vahdetle [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] kâinat öyle cesîm [büyük] ve cismanî bir melâike [melek] hükmünde olur ki, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] nevileri adedince yüz binler başlı ve her başında o nevide bulunan fertlerin sayısınca yüz binler ağız ve her ağzında o ferdin cihazat ve ecza [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] ve âzâ ve hüceyrâtı [hücrecikler] miktarınca yüz binler dillerle Sâniini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ederek tesbihat  

34

yapan İsrafilmisâl [İsrafil gibi] ubudiyyette ulvî bir makam sahibi bir acâibü’l-mahlûkat [varlıklar içinde en şaşırtıcı olanı] iken; hem sırr-ı tevhidle [Allah’ın birlik sırrı] âhiret âlemlerine ve menzillerine çok mahsulât yetiştiren bir mezraa [tarla] ve dar-ı saadet [mutluluk yeri] tabakalarına a’mâl-i beşeriye [insanların yaptığı iş ve ameller] gibi çok hasılatıyla levazımat [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] tedarik eden bir fabrika ve âlem-i bekàda, [devamlı ve kalıcı âlem] hususan Cennet-i Âlâdaki [Cennet katlarının en yükseği] ehl-i temâşâya [seyredenler, izleyenler] dünyadan alınma sermedî [daimi, sürekli] manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüz bin yüzlü sinemalı bir fotoğraf iken; şirk ise, bu çok acip ve tam mutî, [emre uyan] hayattar ve cismanî melâikeyi [melekler] câmid, [cansız] ruhsuz, fâni, vazifesiz, hâlik, [helâk olan, yokluğa giden] mânâsız hâdisatın hercümerci [alt üst olma] altında ve inkılâpların [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] fırtınaları içinde, adem [hiçlik, yokluk] zulümatında yuvarlanan bir perişan mecmua-i vâhiyesi, hem bu çok garip ve tam muntazam, menfaattar fabrikayı mahsulâtsız, neticesiz, işsiz, muattal, [boş, hareketsiz] karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin mel’abegâhı [oyun yeri] ve umum zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] matemhanesi ve bütün zîhayatın [canlı] mezbahası ve hüzüngâhı suretine çevirir. İşte اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ1 sırrıyla, şirk birtek seyyie [günah] iken ne kadar çok ve büyük cinayetlere medar [kaynak, dayanak] oluyor ki, Cehennemde hadsiz azaba müstehak eder. Her ne ise… Sirâcü’n-Nur‘da [nur lâmbası] bu ikinci meyvenin izahatı ve hüccetleri [delil] mükerreren [defalarca] beyan edildiğinden, o uzun kıssayı kısa bıraktık.

Bu İkinci Meyveye beni sevk edip îsal [ulaştırma] eden acip bir his ve garip bir zevktir. Şöyle ki:

Bir zaman, bahar mevsiminde temâşâ ederken gördüm ki: Zemin yüzünde haşir ve neşr-i âzamın [âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve hesaba çekilme] yüz binler nümunelerini gösteren bir seyeran [gezi, seyretme] ve seyelân [akış] içinde kàfile kàfile arkasında gelen geçen mevcudatın [var edilenler, varlıklar] ve bilhassa zîhayat [canlı] mahlûkatın, hususan küçücük zîhayatların [canlı] kısa bir zamanda görünüp der’akap [derhal, hemen]

35

kaybolmaları ve daimî bir faaliyet-i müdhişe [dehşet verici faaliyetler] içinde mevt [ölüm] ve zevâl [batış, kayboluş] levhaları bana çok hazin görünüp, rikkatime [acıma] şiddetle dokunarak beni ağlatıyordu. O güzel hayvancıkların vefatlarını gördükçe kalbim acıyordu: “Of, yazık! Ah yazık!” diyerek bu “ah”ların, “of”ların altında derinden derine bir vâveylâ-i [çığlık, feryad] ruhî hissediyordum. Ve bu âkıbete uğrayan hayat ise, ölümden beter bir azap gördüm.

Hem, nebatat [bitkiler] ve hayvanat âleminde gayet güzel, sevimli ve çok kıymettar san’atta olan zîhayatların [canlı] bir dakikada gözünü açıp bu seyrangâh-ı kâinata [bir gezinti yeri olan kâinat] bakar, dakikasıyla mahvolur, gider. Bu hali temâşâ ettikçe ciğerlerim sızlıyordu. Ağlamakla şekvâ [şikayet] etmek istiyor; “Neden geliyorlar, hiç durmadan gidiyorlar?” diye feleğe karşı kalbim dehşetli sualler soruyor ve böyle faidesiz, gayesiz, neticesiz, çabuk idam [hiçlik, yokluk] edilen bu masnucuklar gözümüz önünde bu kadar ihtimam ve dikkat ve san’at ve cihazat ve terbiye ve tedbir ile kıymettar bir surette icad edildikten sonra gayet ehemmiyetsiz paçavralar gibi parçalanıp hiçlik karanlıklarına atılmalarını gördükçe, kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] meftun [aşık] ve güzelliklere müptelâ [bağımlı] ve kıymettar şeylere âşık olan bütün lâtifelerim [berrak, şirin, hoş] ve duygularım feryad edip bağırıyorlardı ki: “Neden bunlara merhamet edilmiyor? Yazık değiller mi? Bu baş döndürücü deverandaki fenâ ve zevâl [batış, kayboluş] nereden gelip bu biçarelere musallat olmuş?” diye mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzünde bulunan elîm keyfiyetleriyle kadere karşı müthiş itirazlar başladığı hengâmda, [ân, zaman] birden nur-u Kur’ân, [Kur’ân nuru] sırr-ı îmân, lûtf-u Rahmân [rahmet ve şefkati sınırsız olan Allah’ın lûtfu, ihsanı] ile tevhid imdadıma yetişti, o karanlıkları aydınlattı, benim bütün o “ah” ve “of”larımı “oh”lara ve o ağlamalarımı sürurlara [mutluluk] ve o yazık demelerimi maşaallah, barekâllah‘lara [Allah ne mübarek yaratmış] çevirdi; “Elhamdü lillahi alâ nûri’l-îmân[iman nurunu veren Allah’a hamdolsun] dedirtti. Çünkü, sırr-ı vahdetle [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] şöyle gördüm ki:

Herbir mahlûk, hususan herbir zîhayatın [canlı] sırr-ı tevhidle [Allah’ın birlik sırrı] çok büyük neticeleri ve umumî faideleri vardır. Ezcümle:

Herbir zîhayat, [canlı] meselâ bu süslü çiçek ve şu tatlıcı sinek, öyle mânidar, İlâhî, [Allah tarafından olan]

36

manzum [düzenli] bir kasideciktir [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] ki, hadsiz zîşuurlar [akıl ve şuur sahibi] onu kemâl-i lezzetle [tam bir lezzet alarak] mütalâa ederler. Ve öyle kıymettar bir mu’cize-i kudrettir [Allah’ın kudret mu’cizesi] ve bir ilânname-i hikmettir [herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde olmasını ilân eden yazı] ki, Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] san’atını nihayetsiz ehl-i takdire [bir şeyin değerini bilenler, takdir edenler] cazibedarâne teşhir eder. Hem kendi san’atını kendisi temâşâ etmek ve kendi cemâl-i fıtratını [yaratılıştaki güzellik] kendisi müşahede etmek ve kendi cilve-i esmâsının [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] güzelliklerini âyineciklerde kendisi seyretmek isteyen Fâtır-ı Zülcelâlin [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] nazar-ı şuhuduna [bakıp şahit olma] görünmek ve mazhar [erişme, nail olma] olmak, gayet yüksek bir netice-i hilkatidir. [yaratılış neticesi] Hem kâinattaki hadsiz faaliyeti iktiza [bir şeyin gereği] eden tezahür-ü rububiyete [Allah’ın terbiye ediciliğinin tezahürü, görünmesi] ve tebarüz-ü kemâlât-ı İlâhiyeye [Allah’a ait mükemmel özelliklerin açık bir şekilde görünmesi, ortaya çıkarılması] (Yirmi Dördüncü Mektupta beyan edildiği gibi) beş vech [cihet, yön, taraf] ile hizmeti dahi, ulvî bir vazife-i fıtratıdır. [yaratılış görevi] Ve böyle faideleri ve neticeleri vermekle beraber, kendi yerinde, bu âlem-i şehadette [görünen alem] zîruh [ruh sahibi] ise ruhunu ve hadsiz hafızalarda ve sâir elvâh-ı mahfuzalarda [her şeyin kaderinin muhafaza edildiği manevî levhalar] suretini ve hüviyetini ve tohumlarında ve yumurtacıklarında mahiyetinin kanunlarını ve bir nevi müstakbel [gelecek] hayatını ve âlem-i gaybda [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve daire-i esmâda [Cenab-ı Hakkın isimlerinin tecelli ettiği daire] âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] ettiği kemâlleri ve güzellikleri bırakıp, mesrurâne [mutlu] terhis mânâsında bir zâhirî mevt [ölüm] ile bir zevâl [batış, kayboluş] perdesi altına girer, yalnız dünyevî gözlerden saklanır mahiyetinde gördüm; “Oh, elhamdü lillâh” dedim.

Evet, kâinatın bütün tabakatında ve umum nevilerinde gözle görünen ve her tarafa kök salan gayet esaslı ve çok kuvvetli ve kusursuz ve nihayet derecede parlak olan bu cemâller ve güzellikler, elbette şirkin iktiza [bir şeyin gereği] ettiği çok çirkin ve haşin ve gayet menfur ve perişan olan evvelki vaziyet muhal [bâtıl, boş söz] ve mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan]

37

olduğunu gösteriyor. Çünkü, böyle çok esaslı bir cemâl perdesi altında böyle dehşetli bir çirkinlik saklanamaz ve bulunamaz. Eğer bulunsa, o hakikatli cemâl, hakikatsiz, asılsız, vâhî [boş, anlamsız] ve vehmî [gerçekte olmayıp doğru sanılan kuruntu] olur. Demek şirkin hakikati yok, yolu kapalı, bataklıkta saplanır; hükmü muhal, [bâtıl, boş söz] mümtenidir. [imkansız]

Bu mezkûr [adı geçen] hissî olan hakikat-i imaniye, [iman gerçeği] tafsilâtla [ayrıntılar] ve kat’î burhanlar [delil] ile Sirâcü’n-Nur‘un [nur lâmbası] müteaddit [bir çok] risalelerinde beyan edildiğinden, burada bu kısacık işaretle iktifa [yetinme] ederiz.

ÜÇÜNCÜ MEYVE

Zîşuura [akıl ve şuur sahibi] ve bilhassa insana bakar, Evet, sırr-ı vahdetle [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] insan, bütün mahlûkat içinde büyük bir kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] sahibi ve kâinatın en kıymettar meyvesi ve mahlûkatın en nazenini [ince, duyarlı] ve en mükemmeli ve zîhayatın [canlı] en bahtiyarı ve en mes’udu ve Hâlik-ı Âlemin muhatabı ve dostu olabilir. Hattâ bütün kemâlât-ı insaniye [insana ait mükemmel özellikler] ve beşerin bütün ulvî maksatları tevhidle bağlıdır ve sırr-ı vahdetle [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] vücut bulur. Yoksa, eğer vahdet [Allah’ın birliği] olmazsa, insan mahlûkatın en bedbahtı ve mevcudatın [var edilenler, varlıklar] en süflîsi [alçak] ve hayvanatın en biçaresi ve zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] en hüzünlüsü ve azaplısı ve gamlısı olur. Çünkü, insan nihayetsiz bir aczi ve nihayetsiz düşmanları ve hadsiz bir fakrı ve hadsiz ihtiyaçları bulunmakla beraber, mahiyeti öyle çok ve mütenevvi [çeşit çeşit] âlâtla [aletler] ve hissiyatla teçhiz edilmiş ki, yüz bin çeşit elemleri hisseder ve yüz binler tarzlarda lezzetleri zevk ederek ister. Ve öyle maksatları ve arzuları var ki, bütün kâinata birden hükmü geçmeyen bir zât o arzuları yerine getiremez.

Meselâ, insanda gayet şedit [çok şiddetli] bir arzu-yu bekà [devamlı ve kalıcı olma arzusu, sonsuz yaşama isteği] var. İnsanın bu maksadını öyle bir zât verebilir ki, bütün kâinatı bir saray hükmünde tasarruf eder. Bir odanın kapısını kapayıp, diğer bir menzilin kapısını açmak gibi kolay bir surette dünya kapısını kapayıp âhiret kapısını açabilsin. Beşerin bu arzu-yu bekà [devamlı ve kalıcı olma arzusu, sonsuz yaşama isteği] gibi ebed tarafına uzanmış ve aktar-ı âleme [âlemin dört bir tarafı] yayılmış binler menfî ve müsbet [isbat edilmiş, sabit] arzuları var ki,

38

onları vermekle beşerin iki dehşetli yaraları olan aczini ve fakrını tedavi eden zât ise, ancak sırr-ı vahdetle [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] bütün kâinatı kabzasında [avuç] tutan Zât-ı Ehad [herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah] olabilir.

Hem beşerde, kalbinin selâmetine ve istirahatine ait öyle incecik ve gizli ve cüz’î [ferdî, küçük] matlapları [doğuş yeri] ve ruhunun bekàsına ve saadetine medar [kaynak, dayanak] öyle büyük ve muhit ve küllî maksatları var ki, onları öyle bir zât verebilir ki, kalbin en ince ve görünmez perdelerini görür, lâkayt [duyarsız] kalmaz. Hem en gizli ve işitilmez gayet mahfî [gizli] seslerini işitir, cevapsız bırakmaz.

Hem, semâvât ve arzı, [gökler ve yer] iki mutî [emre uyan] nefer [asker] gibi emrine musahhar [boyun eğdirilmiş] ederek küllî hizmetlerde çalıştıracak derecede muktedir olabilsin. Hem insanın bütün cihazatları ve hissiyatları, sırr-ı vahdetle [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] gayet yüksek bir kıymet alırlar ve şirk ve küfür ile gayet derecede sukut [alçalış, düşüş] ederler. Meselâ; insanın en kıymettar cihazı akıldır. Eğer sırr-ı tevhidle [Allah’ın birlik sırrı] olsa, o akıl, hem İlâhî, [Allah tarafından olan] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] defineleri, hem kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtarı olur. Eğer şirk ve küfre [inançsızlık, inkâr] düşse, o akıl, o halde geçmiş zamanın elîm hüzünlerini ve gelecek zamanın vahşî korkularını insanın başına toplattıran meş’um [kötü] ve sebeb-i tâciz [rahatsız etme sebebi, aracı] bir âlet-i belâ [belâ aracı] olur.

Hem meselâ: İnsanın en lâtif [berrak, şirin, hoş] ve şirin bir seciyesi [huy, karakter] olan şefkat, eğer sırr-ı tevhid [Allah’ın birlik sırrı] onun yardımına yetişmezse, öyle müthiş bir hırkat, [ayrılık ateşi] bir firkat, [ayrılık] bir rikkat, [acıma] bir musibet olur ki, insanı en bedbaht bir dereceye indirir. Tek bir güzel yavrusunu ebedî kaybeden bir gafil valide, bu hırkati [ayrılık ateşi] tam hisseder.

Hem meselâ: İnsanın en lezzetli ve tatlı ve kıymetli hissi olan muhabbet, eğer sırr-ı tevhid [Allah’ın birlik sırrı] yardım etse, bu küçücük insanı, kâinat kadar büyüttürür ve genişlik verir ve mahlûkata nazenin [ince, duyarlı] bir sultan yapar. Eğer şirk ve küfre [inançsızlık, inkâr] düşse—el’iyâzû billah!—öyle bir musibet olur ki, mütemadiyen zevâl [batış, kayboluş] ve fenâda mahvolan hadsiz mahbuplarının [sevgili] ebedî firaklarıyla [ayrılık] biçare kalb-i insanîyi [insan kalbi] her dakika parça parça eder. Fakat, gaflet veren lehviyatlar, [eğlenceler, oyunlar] muvakkaten [geçici] iptal-i his [hisleri uyuşturma, duyguları vazifelerini yapamaz hale getirme] nev’inden zahiren hissettirmiyor.

39

İşte, bu üç misale yüzer cihazat ve hissiyat-ı beşeriyeyi [insanın hisleri, duyuları] kıyas etsen, vahdet, [Allah’ın birliği] tevhid ne derece kemâlât-ı insaniyeye [insana ait mükemmel özellikler] medar [kaynak, dayanak] olduğunu anlarsın. Bu Üçüncü Meyve dahi Sirâcü’n-Nur‘un [nur lâmbası] belki yirmi risalelerinde gayet güzel bir tafsil ve hüccetli [delil] bir surette beyan edildiğinden burada kısa bir işaretle iktifa [yetinme] ederiz.

Beni bu meyveye sevk ve îsal [ulaştırma] eden şöyle bir histir:

Bir zaman yüksek bir dağ başındaydım. Gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhî [ruhî uyanış] vasıtasıyla, kabir tam mânâsıyla, ölüm bütün çıplaklığıyla ve zevâl [batış, kayboluş] ve fenâ ağlattırıcı levhalarıyla bana göründü. Herkes gibi fıtratımdaki fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] aşk-ı bekà, [devamlı olarak var olma, kalıcı olma aşkı] birden zevâle [batış, kayboluş] karşı isyan edip galeyana geldi. Ve muhabbet ve takdirle pek çok alâkadar olduğum ehl-i kemâlât [olgunluk ve mükemmellik sahibi kişiler] ve meşahir-i enbiya ve evliya [evliya ve peygamberlerin en meşhurları] ve asfiyanın [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] sönmelerine ve mahvolmalarına karşı mahiyetimdeki rikkat-i cinsiye [insanın kendi cinsinden olana acıması] ve şefkat-i nev’iye [insanın kendi cinsinden olana şefkat etmesi] dahi kabre karşı tuğyan [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] edip feveran etti. Ve altı cihete [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] istimdatkârâne [medet ve yardım istercesine] baktım; hiç bir teselli, bir medet göremedim. Çünkü, zaman-ı mâzi [geçmiş zaman] tarafı, bir mezar-ı ekber; [çok büyük mezar] ve müstakbel [gelecek] bir karanlık; ve yukarı bir dehşet; ve aşağı ve sağ ve sol taraflarından elîm ve hazîn haller, hadsiz muzır [zararlı] şeylerin tehâcümâtını [hücumlar, saldırılar] gördüm.

Birden sırr-ı tevhid [Allah’ın birlik sırrı] imdadıma yetişti, perdeyi açtı, hakikat-i halin [bir şeyin gerçek durumu] yüzünü gösterdi. “Bak” dedi.

En evvel, beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki, ölüm, ehl-i iman [Allah’a inanan] için bir terhistir. Ecel terhis tezkeresidir, bir tebdil-i mekândır, [mekân değişikliği] bir hayat-ı bâkiyenin [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] mukaddimesi [başlangıç] ve kapısıdır. Zindan-ı dünyadan [âhirete göre bir zindanı andıran dünya] çıkmak ve bağıstan-ı cinâna [Cennet bahçeleri] bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahmân‘a [Allah’ın huzuru] girmeye bir nöbettir ve dâr-ı saadete [mutluluk yeri; Cennet] gitmeye bir davettir diye kat’î anladığımdan, ölümü ve mevti sevmeye başladım.

40

Sonra zevâl [batış, kayboluş] ve fenâya baktım. Gördüm ki, sinema perdeleri gibi ve güneşe mukàbil akan kabarcıklar misillü, [benzer] lezzet verici bir teceddüd-ü emsaldir, [benzerlerinin yenilenmesi] bir tazelenmektir. Ve Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] çok hasnâ ve güzel cilvelerini tazelendirmek için âlem-i gaybdan [gayb âlemi, görünmeyen âlem] gelip âlem-i şehadette [görünen alem] vazifedârâne bir seyerandır, [gezi, seyretme] bir cevelândır. [akma, dolaşma] Ve cemâl-i rububiyetin [Allah’ın bütün mahlukâtı terbiye ediciliğinin güzelliği] hikmettârâne [hikmetli bir şekilde] bir tezahüratıdır. Ve mevcudatın [var edilenler, varlıklar] hüsn-ü sermedîye [sürekli olarak var olan güzellik] karşı bir âyinedarlığıdır, yakînen bildim.

Sonra altı cihete [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] baktım. Gördüm ki, sırr-ı tevhidle [Allah’ın birlik sırrı] o kadar nuranîdir ki, göz kamaştırıyor. Geçmiş zaman bir mezar-ı ekber [çok büyük mezar] olmadığını, belki, zaman-ı istikbale [gelecek zaman] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eden binler mecâlis-i münevvere [nurlu meclisler] ve mecma-i ahbap, [dostların toplandığı yer] binler menazır-ı nuraniye [nurlu manzaralar] gördüm.

Ve hakeza, bu iki madde gibi binler maddelerin hakikî yüzlerine baktım; sürur [mutluluk] ve şükürden başka bir tesir, bir keyfiyet vermediklerini gördüm.

Bu Üçüncü Meyveye ait bu zevkimi ve hissimi Sirâcü’n-Nur‘un [nur lâmbası] belki kırk risalelerinde cüz’î, [ferdî, küçük] küllî delillerle beyan etmişim. Ve bilhassa Yirmi Altıncı Lem’a [parıltı] olan İhtiyarlar Risalesinin on üç adet ricalarında [ümit] o derece kat’î ve güzel izah edilmiştir ki, daha fevkinde [üstünde] izah olmaz. Onun için bu pek uzun kıssayı bu makamda pek çok kısa kestim.

ba

41

İkinci Makam

Tevhidi ve vahdâniyeti [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ve vahdeti [Allah’ın birliği] kat’î bir surette iktiza [bir şeyin gereği] ve istilzam [gerektirme] ve icap [gerekli kılma] eden ve şirki ve iştiraki kabul etmeyen ve müsaade vermeyen deliller hadsizdirler. Onlardan yüzler, belki binler burhanlar [delil] Risale-i Nur’da tafsilen ispat edildiğinden, burada muktazîlerin [gerekçe] üç adedine icmalen [kısaca, özet olarak] işaret edilecek.

BİRİNCİSİ

Bu kâinatta, gözle görünen hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] ef’âlin [fiiler, davranışlar] ve basîrâne [görerek] tasarrufatın [dilediği gibi kullanma ve idare etme] şehadetiyle, bu masnuat, [sanat eseri] bir Hâkim-i Hakîmin, [herşeyi hikmetle yapan ve herşeye hükmeden] bir Kebîr-i Kâmilin [sonsuz büyüklük ve mükemmellik sahibi Allah] hudutsuz sıfât ve isimleriyle ve nihayetsiz, mutlak olan ilim ve kudretiyle yapılıyor, icad ediliyor.

Evet, bir hads-i kat’î [doğru ve kesin sezgi] ile, bu eserlerden, o Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] hem rububiyet-i âmme [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi] derecesinde hâkimiyeti ve âmiriyeti, [âmirlik, yöneticilik] hem ceberutiyet-i mutlaka [Cenab-ı Allah’ın herşeyi kayıtsız şartsız Kendisine itaat ettiren sonsuz büyüklüğü, haşmeti] derecesinde kibriya[büyüklük] ve azameti, hem ulûhiyet-i mutlaka [hiç bir kayda ve şarta bağlı olmaksızın ilâh olma, mutlak ilâhlık] derecesinde kemâli ve istiğnâsı, [bir başkasına ihtiyaç duymama] hem hiçbir kayıt altına girmeyen ve hiçbir hadd-i nihayet [son sınır] bulunmayan faaliyeti ve saltanatı var olduğu anlaşılır ve kat’î bilinir, belki görünür. Hâkimiyet ve kibriya [büyüklük] ve kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ve istiğnâ [bir başkasına ihtiyaç duymama] ve ıtlak [belli bir sınırın konulmaması; genel bırakma] ve ihata [herşeyi kuşatma] ve nihayetsizlik ve hadsizlik ise, vahdeti [Allah’ın birliği] istilzam [gerektirme] edip, iştirake zıttırlar. Amma hâkimiyet ve âmiriyetin [âmirlik, yöneticilik] vahdete [Allah’ın birliği] şehadetleri ise, Risale-i Nur’un çok yerlerinde gayet kat’î bir surette ispat edilmiş. Hülâsatü’l-hülâsası [esas, öz] şudur ki:

Hâkimiyetin şe’ni [belirleyici özellik] ve mukteza[bir şeyin gereği] istiklâliyet [bağımsızlık] ve infiraddır [tek başına olma] ve gayrın müdahalesini reddir. Hattâ, aczleri için muavenete [yardım] fıtraten muhtaç olan insanlar dahi, o hâkimiyetin bir gölgesi cihetiyle gayrın müdahalesini red ve istiklâliyetini [bağımsızlık]

42

muhafaza etmek için, bir memlekette iki padişah, bir vilâyette iki vali, bir nahiyede iki müdür, hattâ bir mahallede iki muhtar bulunmuyor. Eğer bulunsa hercümerc [alt üst olma] olur, ihtilâl başlar, intizam bozulur.

Madem hâkimiyetin bir gölgesi, âciz ve muavenete [yardım] muhtaç olan insanlarda bu derece müdahale-i gayrı [başkasının müdahalesi] ve iştiraki reddedip kabul etmezse, elbette aczden münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] bir Kadîr-i Mutlakta, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] suretindeki hâkimiyet, hiçbir cihetle iştiraki ve müdahale-i gayrı [başkasının müdahalesi] kabul etmez. Belki gayet şiddetle reddeder ve şirki tevehhüm [kuruntu] ve itikad [inanç] edenleri gayet hiddetle dergâhından [Allah’ın yüce katı] tard [kovma] eder. İşte, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ehl-i şirk [Allah’a ortak koşanlar] aleyhinde gayet şiddet ve hiddetle beyanatı bu mezkûr [adı geçen] hakikatten ileri geliyor.

Amma, kibriya [büyüklük] ve azamet ve celâlin vahdete [Allah’ın birliği] şehadetleri ise, o dahi Risale-i Nur’da parlak burhanlarıyla [delil] beyan edilmiş. Burada gayet muhtasar [kısa] bir meâline işaret edilecek.

Meselâ, nasıl ki, güneşin azamet-i nuru [nurun, parlaklığın büyüklüğü] ve kibriya-yı ziyası, [ışığın büyüklüğü] perdesiz ve yakınında bulunan başka zayıf nurlara hiçbir cihetle ihtiyaç bırakmadığı ve tesir vermediği gibi, öyle de, kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] azamet ve kibriya[büyüklük] dahi, ayrı hiçbir kuvvete, hiçbir kudrete ihtiyaç bırakmadığı gibi, onlara hiçbir icadı, hiçbir hakikî tesiri vermez. Ve bilhassa kâinattaki bütün makàsıd-ı Rabbaniyenin temerküz [bir merkezde toplanma] ettiği yeri ve medarları [kaynak, dayanak] olan zîhayat [canlı] ve zîşuurları [akıl ve şuur sahibi] başkalara havalesi kàbil [gibi] değil. Hem hilkat-ı insaniyenin [insanın yaratılışı] ve hadsiz enva-ı nimetin icadındaki gayelerin tezahür ettiği yerleri, menşeleri olan zîhayatların [canlı] cüz’iyatındaki ahval [durumlar] ve semeratı [meyve] ve neticeleri başka ellere havalenin hiçbir cihet-i imkânı [mümkün olma yönü] yoktur. Meselâ, bir zîhayat, [canlı] cüz’î [ferdî, küçük] bir şifası veya bir rızkı veya bir hidayeti için Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] başkasına

43

hakikî minnettar olmak ve başkasına perestişkârâne [taparcasına] medih [övgü] ve senâ etmek, rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] azametine dokunur ve ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] kibriyasına [büyüklük] ilişir ve mâbudiyet-i mutlakanın [sınırsız olarak ibadet edilmeye lâyık olma] haysiyetine dokundurur, celâlini müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] eder.

Amma kemâlin sırr-ı vahdete [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] işareti ise, yine Risale-i Nur’da çok parlak burhanlarıyla [delil] beyan edilmiştir. Gayet muhtasar [kısa] bir meâli şudur ki:

Semâvât ve arzın [gökler ve yer] hilkatı, bilbedahe [açıkça] gayet kemâlde bir kudret-i mutlaka[Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] ister. Belki, her bir zîhayatın [canlı] acaip cihazatı dahi kemâl-i mutlakta [her yönüyle mükemmel olma] bir kudreti iktiza [bir şeyin gereği] eder. Ve aczden münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve kayıttan müberrâ [arınmış, temiz] bir kudret-i mutlakadaki [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] ise, elbette vahdeti [Allah’ın birliği] istilzam [gerektirme] eder. Yoksa, kemâline nakîse [eksiklik, noksanlık] ve ıtlakına kayıt konmak ve nihayetsizliğine nihayet vermek ve en kavî [güçlü, kuvvetli] bir kudreti en zayıf bir acze sukut [alçalış, düşüş] ettirmek ve nihayetsiz bir kudrete, nihayetsiz olduğu bir vakitte, bir mütenâhi [sınırlı] ile nihayet vermek lâzım gelecek. Bu ise, beş vech [cihet, yön, taraf] ile muhâl [imkansız] içinde muhâldır.

Amma, ıtlak [belli bir sınırın konulmaması; genel bırakma] ve ihâta [kavrayış] ve nihayetsizliğin vahdete [Allah’ın birliği] şehadetleri ise, o dahi Sirâcü’n-Nur [nur lâmbası] risalelerinde tafsilen zikredilmiş. Bir muhtasar [kısa] meâli şudur:

Madem, kâinattaki ef’âlin [fiiler, davranışlar] herbiri, kendi eserinin etrafa istilâkârâne [her şeyi ele geçirir bir şekilde] yayılmasıyla herbir fiilin ihatasını [herşeyi kuşatma] ve ıtlakını ve hadsiz bulunduğunu ve kayıtsızlığını gösterir. Ve madem, iştirak ve şirk ise, o ihata[herşeyi kuşatma] inhisar [sınırlandırma, kayıt altına alma] altına ve o ıtlakı kayıt altına ve o hadsizliği had altına alıp ıtlakın hakikatını ve ihâtının mahiyetini bozuyor. Elbette mutlak ve muhit olan o ef’alde [fiiller, davranışlar] iştirak muhâldir, imkânı yoktur.

Evet, ıtlakın mahiyeti iştirake zıttır. Çünkü, ıtlakın mânâsı, hattâ mütenahi [sona eren, biten] ve maddî ve mahdut [sınırlanmış] birşeyde dahi olsa, yine istilâkârâne [her şeyi ele geçirir bir şekilde] ve istiklâldârâne [bağımsız bir şekilde] etrafa,

44

her yere yayılır, intişar [açığa çıkma, yayılma] eder. Meselâ, hava ve ziya ve nur ve hararet, hatta su, ıtlaka mazhar [erişme, nail olma] olsalar, her tarafa yayılırlar.

Madem ıtlak [belli bir sınırın konulmaması; genel bırakma] ciheti, cüz’îde [ferdî, küçük] dahi olsa, maddîleri, mahdutları [sınırlanmış] böyle müstevli yapıyor. Elbette küllî bir ıtlak-ı hakiki, [gerçek sınırsızlık] böyle hem nihayetsiz, hem maddeden münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] , [maddî yapısı olmayan] hem hudutsuz, hem kusurdan müberrâ [arınmış, temiz] olan sıfatlara öyle bir istilâ ve ihata [herşeyi kuşatma] verir ki, şirk ve iştirakın hiçbir cihet-i imkânı [mümkün olma yönü] ve ihtimali olamaz.

Elhasıl, [kısaca, özetle] kâinatta görünen binlerle ef’âl-i umumiyenin [genel fiiller, işler] ve cilveleri görünen yüzer esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] herbirinin hem hâkimiyeti, hem kibriyası, [büyüklük] hem kemâli, hem ihatası, [herşeyi kuşatma] hem ıtlakı, hem nihayetsizliği vahdetin [Allah’ın birliği] ve tevhidin gayet kuvvetli birer burhanıdırlar. [delil]

Hem nasıl ki bir fevkalâde kuvvet, faaliyete girmek için istilâ etmek ister, başka kuvvetleri dağıtır. Öyle de, herbir fiil-i rububiyet [Cenab-ı Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan terbiye ve idare edicilik fiili] ve herbir cilve-i esmâ-i ulûhiyet, [ibadete ve itaat edilmeye lâyık olan Allah’ın isimlerinin varlıklar üzerindeki yansımaları] o derece fevkalâde kuvvetleri, eserlerinde görünüyor ki, eğer hakîmiyet-i âmme ve adalet-i mutlaka [sınırsız ve her alanda uygulamaları olan adalet] olmasaydı ve onları durdurmasaydı, herbiri umum mevcudatı [var edilenler, varlıklar] istilâ edecekti.

Meselâ, kavak ağacını umum zeminde halk eden ve tedbirini gören bir kuvvet, hiç mümkün müdür ki, onun yanında ve efradı [bireyler] içinde yayılmış ve karışmış olan ceviz ve elma ve zerdali misil[benzer] ağaçların kavağa bitişik olan cüz’î [ferdî, küçük] fertlerini, o kavak nev’ini tamamen, birden zapteden küllî kuvveti altına ve tedbiri içine almasın ve istilâ etmesin ve başka kuvvetlere kaptırsın.

Evet, herbir nev’i mahlûkatta, belki herbir fertte tasarruf eden öyle bir kuvvet ve kudret hissediliyor ki, bütün kâinatı istilâ ve bütün eşyayı zapt ve bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] hükmü altına alabilir bir mahiyette görünüyor. Elbette böyle bir kuvvet, iştiraki hiç bir cihette kabul edemez, şirke meydan vermez.

Hem nasıl ki bir meyvedar ağacın sahibi, o ağaçtan en ziyade ehemmiyet verdiği ve alâkadarlık gösterdiği cihet ve madde, o ağacın meyveleri ve dallarının

45

uçlarındaki semereleri [meyve] ve tohumluk için o meyvelerin kalblerinde ve bizzat kalbleri olan çekirdekleridir. Ve onun mâliki, aklı varsa, o dallardaki meyveleri başkalara daimî temlik edip boş boşuna malikiyetini bozmaz. Aynen öyle de, şu kâinat denilen ağacın dalları olan unsurlar ve unsurların uçlarında bulunan ve çiçekleri ve yaprakları hükmünde olan nebatat [bitkiler] ve hayvanat ve o yaprakların ve çiçeklerin en yukarısındaki meyveler olan insanlar ve o meyvelerin en mühim meyveleri ve semereleri [meyve] ve netice-i hilkatleri [yaratılış neticesi] olan ubudiyetlerini [Allah’a kulluk] ve şükürlerini ve bilhassa o meyvelerin cemiyetli çekirdekleri olan kalblerini ve zahr-ı kalb [“kalbin dışı”, yani hafıza duyusu] denilen kuvve-i hafızalarını [bellek, hafıza duyusu] başka kuvvetlere hiçbir cihetle kaptırmaz ve kaptırmakla saltanat-ı rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] kırmaz ve kırmakla mâbudiyetini [ibadet edilen] bozmaz.

Hem daire-i mümkinatın [imkân alemi; varlığı ve yokluğu imkân dahilinde olan ve Allah tarafından yaratılan varlıklar âlemi] ve kesretin [çokluk] en müntehâsında [bir şeyin en uç noktası] bulunan cüz’iyatta, belki o cüz’iyatın cüz’iyat-ı ahvâlinde ve keyfiyatında makàsıd-ı rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutmasındaki maksat ve gayeler] temerküz [bir merkezde toplanma] ettiğinden, hem de mâbudiyete [ibadet edilen] uzanan ve Mâbuda [ibadet edilen] bakan minnettarlıkların ve teşekküratların [teşekkürler] ve perestişliklerin [aşırı derece sevme] menşeleri onlar olduğundan, elbette onları başka ellere vermez ve vermekle hikmetini iptal etmez. Ve hikmetini iptal etmekle ulûhiyetini [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] iskat [düşürme] etmez. Çünkü mevcudatın [var edilenler, varlıklar] icadındaki en mühim makâsıd-ı Rabbâniye, kendini zîşuurlara [akıl ve şuur sahibi] tanıttırmak ve sevdirmek ve medh ü senâsını ettirmek ve minnettarlıklarını kendine celb [çekme] etmektir.

Bu ince sır içindir ki, şükrü ve perestişi [aşırı derece sevme] ve minnettarlığı ve muhabbeti ve medhi ve ubudiyeti [Allah’a kulluk] intac [netice verme] eden rızık ve şifa ve bilhassa hidâyet ve iman gibi daire-i kesretin [çokluk dairesi, âlemi] en âhirindeki cüz’î [ferdî, küçük] ve küllî bu gibi fiiller ve in’âmlar, [nimetlendirme] doğrudan doğruya Kâinat Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] ve umum mevcudat [var edilenler, varlıklar] Sultanının eseri ve ihsanı [bağış] ve in’âmı [nimetlendirme] ve hediyesi ve fiili olduğunu göstermek için, Kur’ân-ı Mucizü’l-BeyanHaşiye [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim]

46

tekrar ile rızkı ve hidâyeti ve şifayı Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] veriyor. Ve onları ihsan [bağış] etmek “Ona mahsus ve Ona münhasırdır” diyor. Ve gayet şiddetle gayrın müdahalesini reddediyor.

Evet, ebedî bir dâr-ı saadeti [mutluluk yeri; Cennet] kazandıran iman nimetini veren, elbette ve herhalde o dâr-ı saadeti [mutluluk yeri; Cennet] halk eden ve imanı ona anahtar yapan bir Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] nimeti olabilir. Başkası bu derece büyük bir nimetin mün’imi [gerçek nimet verici olan Allah] olarak mâbudiyetin [ibadet edilen] en büyük penceresini kapayıp, en ehemmiyetli vesilesini kapamaz ve çalamaz.

Elhâsıl, [özetle, sonuç olarak] şecere-i hilkatin [yaratılış ağacı] en müntehâsındaki [bir şeyin en uç noktası] en cüz’î [ferdî, küçük] ahvâl [haller] ve semerat, [meyveler] iki cihetle tevhide ve vahdete [Allah’ın birliği] işaret ve şehadet ederler:

Birincisi: Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] kâinattaki maksatları onlarda tecemmu [bir araya gelip toplanma] ve gayeleri onlarda temerküz [bir merkezde toplanma] ve ekser Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] cilveleri ve zuhurları ve taayyünleri [belirleme] ve hilkat-i mevcudatın [varlıkların yaratılması] neticeleri ve faideleri onlarda içtima [bir araya gelme, toplanma] ettiğinden, onların herbirisi bu temerküz [bir merkezde toplanma] noktasından der: “Ben bütün kâinatı halk eden Zâtın malıyım, fiiliyim, eseriyim.”

İkinci cihet ise: O cüz’î [ferdî, küçük] meyvenin kalbi, hem hadîsçe “zahr-ı kalb“1 [“kalbin dışı”, yani hafıza duyusu] denilen insanın hafızası, ekser envaın bir çeşit muhtasar [kısa] fihristesi ve bir küçük nümune haritası ve şecere-i kâinatın [kainat ağacı] bir mânevî çekirdeği ve ekser esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] incecik bir âyinesi [aynası] olduğu, hem o kalbin ve hafızanın emsalleri ve sikkeleri [mühür] bir tarzda bulunan bütün kalblerin ve hafızaların kâinat yüzünde müstevliyâne [istila eder bir şekilde] intişarları, [açığa çıkma, yayılma] elbette bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda [tasarrufu altında] tutan bir Zâta bakar ve “Yalnız Onun eseriyim ve Onun san’atıyım” derler.

Elhâsıl: [özetle, sonuç olarak] Nasıl ki bir meyve, faideliliği cihetiyle, tamam ağacının mâlikine bakar. Ve çekirdeği cihetiyle, bütün o ağacın ecza [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] ve âzâ ve mâhiyetine nazar eder. Ve bütün emsalinde aynı bulunan yüzündeki sikkesi [mühür] cihetiyle, o ağacın

47

bütün meyvelerini temâşâ eder, “Biz biriz ve bir elden çıkmışız, bir tek Zâtın malıyız. Ve birimizi yapan, elbette umumumuzu O yapar” derler. Öyle de, daire-i kesretin [çokluk dairesi, âlemi] nihayetlerindeki zîhayat [canlı] ve zîhayatın [canlı] ve hususan insanın yüzündeki sikke [mühür] ve kalbindeki fihristiyet [fihriste olma özelliği] ve mahiyetindeki neticelik ve meyvelik cihetiyle, doğrudan doğruya bütün kâinatı kabza-i rububiyetinde [rububiyet eli] tutan Zâta bakar ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet eder.

VAHDÂNİYETİN İKİNCİ MUKTAZİSİ

Vahdette [Allah’ın birliği] vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde bir suhulet, [kolaylık] bir kolaylık ve şirkte imtinâ derecesinde bir suubet [zorluk] ve müşkülât bulunmasıdır. Bu hakikat ise, İmam-ı Ali radıyallahu anhın tâbirince, Sirâcü’n-Nur‘un [nur lâmbası] çok risalelerinde ve bilhassa Yirminci Mektupta tafsilen ve Otuzuncu Lem’anın [parıltı] Dördüncü Nüktesinde [derin anlamlı söz] icmalen, [kısaca, özet olarak] gayet kat’î ve parlak bir sûrette ispat ve izah edilmiş ve gayet kuvvetli burhanlarla [delil] gösterilmiştir ki:

Bütün eşya bir tek Zâta verilse, bu kâinatın icadı ve tedbiri, bir ağaç kadar kolay; ve bir ağacın halkı ve inşası, bir meyve kadar suhuletli; [kolaylık] ve bir baharın ibdâı [Allah’ın bir şeyi hiçten, yoktan ve benzersiz yaratması] ve idaresi, bir çiçek kadar âsân; [kolay] ve hadsiz efradı [bireyler] bulunan bir nev’in terbiyesi ve tedbiri, bir fert kadar müşkülâtsız olur.

Eğer, şirk yolunda esbâb [sebepler] ve tabiata verilse, bir ferdin icadı, bir nevi, belki neviler kadar, ve bir çiçeğin hayattar ibdâı [Allah’ın bir şeyi hiçten, yoktan ve benzersiz yaratması] ve teçhizi bir bahar, belki baharlar kadar; ve bir meyvenin inşa’ ve ihyâsı, [diriltme, hayat verme] bir ağaç, belki yüz ağaç kadar; ve bir ağacın icad ve inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ve ihya [diriltme] ve idare ve terbiye ve tedbiri kâinat kadar, belki daha ziyade müşkül [zorluk] olur.

Madem Sirâcü’n-Nur‘da [nur lâmbası] hakikat-ı hal [bir durumun gerçek yönü] böyle ispat edilmiş ve madem, bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] gözümüz önünde görüyoruz ki, gayet derecede san’atlı ve kıymettarlıkla [değerli olma] beraber nihayet derecede bir mebzuliyet [bolluk] var. Ve her bir zîhayat [canlı] fevkalâde mu’cizâne ve harika ve çok cihazatları bulunan birer makine-i acîbe [hayrette bırakan makina] olmakla beraber,

48

sehâvet-i mutlaka [sınırsız cömertlik] içinde, kibrit çakar gibi bir sür’at-i hârika [hayret uyandıran hız] ile gayet derecede kolaylık ve suhûlet [kolaylık] ve külfetsiz bir surette vücuda geliyorlar. Elbette, bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] ve bilbedahe [açıkça] gösterir ki, o mebzuliyet [bolluk] ve o suhulet, [kolaylık] vahdetten [Allah’ın birliği] ve birtek Zâtın işleri olmasından ileri geliyor. Yoksa, değil ucuzluk ve çokluk ve çabukluk ve kolaylık ve kıymettarlık, [değerli olma] belki şimdi beş parayla alınan bir meyve, beş yüz lira ile alınmayacaktı; belki bulunmayacak derecede nâdir olacaktı. Ve şimdi saati kurmak ve elektriğin düğmelerine dokunmakla işleyen muntazam makineler gibi vücutları, icadları kolay ve âsân [kolay] olan zîhayat [canlı] şeyler, imtinâ derecesinde suubetli, [zorluk] müşkülâtlı olacak ve bir günde ve bir saatte ve bir dakikada bütün cihazat ve şerait-i hayatıyla [hayat şartları] vücûda gelen bir kısım hayvanlar bir senede, belki bir asırda, belki hiç gelmeyecekti. Sirâcü’n-Nur‘un [nur lâmbası] yüz yerinde, en muannid [inatçı] bir münkiri [Allah’a inanmayan] dahi susturacak bir kat’iyetle ispat edilmiş ki, bütün eşya birtek Zât-ı Vâhid-i Ehade [birliği herşeyi kapladığı gibi her bir şeyde de ayrı ayrı tecellîleri görülen Zât; Allah] verilse, birtek şey gibi kolay ve çabuk ve ucuz olur. Eğer esbaba ve tabiata dahi hisse verilse, birtek şeyin icadı bütün eşya kadar çetin ve geç ve ehemmiyetsiz ve pahalı olacak.

Bu hakikatın burhanlarını [delil] görmek istersen, Yirminci ve Otuz Üçüncü Mektuplara ve Yirmi İkinci ve Otuz İkinci Sözlere ve tabiata dair Yirmi Üçüncü ve İsm-i Âzama [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] dair Otuzuncu Lem’alara [parıltı] ve bilhassa Otuzuncu Lem’anın [parıltı] ism-i Ferd [Allah’ın eşi benzerinin olmadığını, tek olduğunu ifade eden ismi] ve ism-i Kayyûma [Allah’ın herşeyi kendi varlığıyla ayakta tutan ve varlıklarını devam ettiren ismi] dair Dördüncü ve Altıncı Nüktelerine [derin anlamlı söz] baksan göreceksin ki, iki kere iki dört eder kat’iyetinde bu hakikat ispat edilmiştir. Burada, o yüzer bürhanlarından [güçlü delil, sarsılmaz kanıt] bir tanesine işaret edilecek. Şöyle ki:

Eşyanın icadı ya ademden olur, ya terkip [birleşim, sentez] suretinde sair anâsırdan [kâinattaki unsurlar, elementler] ve mevcudattan [var edilenler, varlıklar] toplanır.

Eğer birtek zâta verilse, o vakit herhalde o zâtın herşeye muhit bir ilmi ve herşeye müstevli bir kudreti bulunacak. Ve bu surette, onun ilminde suretleri ve vücud-u ilmîleri [ilim halinde olan varlık] bulunan eşyaya vücud-u haricî [dış dünya, görünen varlık âlemi] vermek ve zahir bir ademden çıkarmak ise, bir kibrit çakar gibi veya göze görünmeyen bir yazıyla yazılan bir

49

hattı göze göstermek için gösterici bir maddeyi üstüne geçirmek ve sürmek gibi veya fotoğrafın âyinesindeki sureti kâğıt üstüne nakleden kolay ameliyat gibi gayet kolay bir sûrette, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ilminde plânları ve programları ve mânevî miktarları bulunan eşyayı, emr-i كُنْ فَيَكُونُ 1 ile adem-i zahirîden [görünürde yokluk] vücud-u haricîye [dış dünya, görünen varlık âlemi] çıkarır.

Eğer inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ve terkip [birleşim, sentez] sûretinde olsa ve hiçten, ademden icad etmeyip belki anâsırdan [kâinattaki unsurlar, elementler] ve etraftan toplamak suretiyle yapsa, yine nasıl ki bir taburun istirahat için her tarafa dağılmış olan efratlarının [fertler] bir boru sadasıyla toplanmaları ve muntazam bir vaziyete girmeleri ve o sevkiyatı teshil [kolaylaştırma] ve o vaziyeti muhafaza hususunda bütün ordu kendi kumandanının kuvveti ve kanunu ve gözü hükmünde olduğu gibi; aynen öyle de, Sultan-ı Kâinatın [kâinatın sultanı olan Allah] kumandası altındaki zerreler, Onun kaderî [kaderde olan, Allah tarafından belirlenen] ve ilmî düsturlarıyla [kâide, kural] ve müstevlî [istila eden, bir alanı ele geçiren] kudretinin kanunlarıyla ve temas ettikleri sair mevcudat [var edilenler, varlıklar] dahi o Sultanın kuvveti ve kanunu ve memurları gibi teshilâtçı [kolaylaştırma] olarak o zerreler sevk olunup gelirler. Bir zîhayatın [canlı] vücudsunu teşkil etmek için, ilmî ve kaderî [kaderde olan, Allah tarafından belirlenen] birer mânevî kalıp hükmünde bir miktar-ı muayyen [belirlenmiş miktar] içine girerler, dururlar.

Eğer eşya ayrı ayrı ellere ve esbaba ve tabiat gibi şeylere havale edilse, o halde, bütün ehl-i aklın [akıl sahipleri] ittifakıyla, hiçbir sebep, hiçbir cihetten, hiçten, ademden icad edemez. Çünkü o sebebin muhit bir ilmi, müstevlî [istila eden, bir alanı ele geçiren] bir kudreti olmadığından, o adem ise, yalnız zahirî ve haricî bir adem [hiçlik, yokluk] olmaz. Belki adem-i mutlak [sınırsız tam bir yokluk] olur. Adem-i mutlak [sınırsız tam bir yokluk] ise, hiçbir cihetle menşe-i vücud [var olma kaynağı, varlık sebebi] olamaz. Öyle ise, herhalde terkip [birleşim, sentez] edecek. Halbuki inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ve terkip [birleşim, sentez] suretinde bir sineğin, bir çiçeğin cesedini, cismini zeminin yüzünden toplamak ve ince bir elekle eledikten sonra binler müşkülâtla o mahsus zerreler gelebilirler. Hem geldikten sonra dahi, o cisimde dağılmadan muntazam bir vaziyeti muhafaza etmek için—mânevî ve ilmî kalıpları

50

bulunmadığından—maddî ve tabiî bir kalıp, belki, âzâları adedince kalıplar lâzımdır—tâ ki o gelen zerreler o cism-i zîhayatı [canlı bedeni] teşkil etsinler.

İşte, bütün eşya birtek zâta verilmesi, vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ve lüzum derecesinde bir kolaylık; ve müteaddit [bir çok] esbâba [sebepler] verilmesi, imtinâ ve muhal [bâtıl, boş söz] derecesinde müşkülâtlar bulunduğu gibi, herşey Zât-ı Vâhid-i Ehade [birliği herşeyi kapladığı gibi her bir şeyde de ayrı ayrı tecellîleri görülen Zât; Allah] verilse, nihayet derecede ucuzluk içinde gayet derecede kıymettar ve fevkalâde san’atlı ve çok mânidar ve gayet kuvvetli olur. Eğer şirk yolunda müteaddit [bir çok] esbaba ve tabiata havâle edilse, nihayet derece pahalılık içinde, gayet derecede ehemmiyetsiz, san’atsız, mânâsız, kuvvetsiz olur.

Çünkü, nasıl bir adam askerlik haysiyetiyle bir kumandan-ı âzama [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] intisap [bağlanma] ve istinat ettiğinden, hem bir ordu onun arkasında—lüzum olursa—tahşid edilebilir bir kuvve-i mâneviyeyi, [mânevî güç] hem o kumandanın ve ordunun kuvveti onun ihtiyat [dikkat, tedbir] kuvveti olmasıyla, kuvvet-i şahsiyesinden [kişisel kuvvet] binler defa ziyade maddî bir kudreti, hem o ehemmiyetli kuvvetinin menâbiini ve cephanesini ordu taşıdığı için kendisi taşımaya mecbur olmadığından fevkalâde işleri yapabilecek bir iktidarı kazandığından, o tek nefer, [asker] düşman olan bir müşiri esir ve bir şehri tehcir [bir topluluğu yurdundan çıkarma, sürgün etme] ve bir kal’a[kale] teshir [boyun eğdirme] edebilir. Ve eseri, harika ve kıymettar olur. Eğer askerliği terk edip kendi kendine kalsa, o harika kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] ve o fevkalâde kudreti ve o mu’cizekâr iktidarı birden kaybederek, âdi bir başıbozuk gibi, kuvvet-i şahsiyesine [kişisel kuvvet] göre cüz’î, [ferdî, küçük] kıymetsiz, ehemmiyetsiz işleri görebilir. Ve eseri de o nisbette küçülür.

Aynen öyle de, tevhid yolunda herşey Kadîr-i Zülcelâle [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] intisap [bağlanma] ve istinat ettiğinden, bir karınca bir Firavunu, bir sinek bir Nemrut’u, bir mikrop bir cebbarı [zorba] mağlûb ettikleri gibi, tırnak gibi bir çekirdek dağ gibi bir ağacı omuzunda taşıyarak o ağacın bütün âlât [aletler] ve cihazatının menşei [kaynak] ve mahzeni [depo] bir destgâh [iş yeri] olmakla beraber; herbir zerre dahi, yüz bin san’atlarda ve tarzlarda bulunan cisimleri ve

51

suretleri teşkil etmek hizmetinde bulunmak olan hadsiz vazifeleri o intisap [bağlanma] ve istinatla görebilir. Ve o küçücük memurların ve bu incecik askerlerin mazhar [erişme, nail olma] oldukları eserler gayet mükemmel ve san’atlı ve kıymettar olur. Çünkü, o eserleri yapan zât, Kadîr-i Zülcelâldir, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] onların ellerine vermiş, onları perde yapmış.

Eğer şirk yolunda esbâba [sebepler] havale edilse, karıncanın eseri karınca gibi ehemmiyetsiz; ve zerrenin san’atı, zerre kadar kıymeti kalmaz ve herşey mânen sukut [alçalış, düşüş] ettiği gibi maddeten dahi o derece sukut [alçalış, düşüş] edecekti ki, koca dünyayı beş parayla kimse almazdı.

Madem hakikat budur ve madem herşey nihayet derecede hem kıymettar, hem san’atlı, hem mânidar, hem kuvvetli görünüyor; gözümüzle görüyoruz. Elbette tevhid yolundan başka yol yoktur ve olamaz. Eğer olsa, bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] değiştirmek ve dünyayı ademe boşaltıp, yeniden ehemmiyetsiz muzahrafatla [atıklar] doldurmak lâzım gelecek, tâ ki şirke yol açılabilsin.

İşte, İmam-ı Ali’nin (r.a.) tabirince “Sirâcü’n-Nur[nur lâmbası] ve “Siracû’s-Sürc” [kandil, lamba] olan Resâilü’n-Nur’da [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] tevhide dair beyan ve izah edilen yüzler burhanlardan [delil] birtek burhanın [delil] icmalini [kısaca, özet olarak] işittin; ötekileri kıyas edebilirsin.

TEVHİDİN ÜÇÜNCÜ MUKTAZİSİ

Herşeyde, hususan zîhayat [canlı] masnulardaki hilkat [yaratılış] fevkalâde san’atkârane [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] olmakla beraber, bir çekirdek bir meyvenin ve bir meyve bir ağacın ve bir ağaç bir nev’in ve bir nev’ bir kâinatın bir küçük nümunesi, bir misâl-i musağğarası, bir muhtasar [kısa] fihristesi bir mücmel [kısa, kısaca] haritası, bir mânevî çekirdeği ve ilmî düsturlarla [kâide, kural] ve hikmet mizanlarıyla [ölçü] kâinattan süzülmüş, sağılmış, toplanmış birer câmi’ [kapsamlı] noktası ve mâyelik [asıl, esas, maya] birer katresi [damla] olduğundan, onlardan birisini icad eden zât, herhalde bütün kâinatı icad eden aynı zâttır. Evet, bir kavun çekirdeğini halk eden Zât, bilbedahe [açıkça] kavunu halk edendir; ondan başkası olamaz ve olması muhal [bâtıl, boş söz] ve imkânsızdır.

52

Evet, biz bakıyoruz, görüyoruz ki, kanda her bir zerre o kadar muntazam ve çok vazifeleri görüyor ki, yıldızlardan geri kalmıyor. Ve kanda bulunan her bir küreyvât-ı hamrâ [alyuvarlar] ve beyzâ, o derece şuurkârâne [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] ceset için muhafaza ve iaşe hususunda öyle işleri görüyor ki, en mükemmel erzak memurlarından ve muhafaza askerinden daha mükemmeldir.

Ve cisimdeki hüceyrelerinin [hücre] her birisi o derece muntazam muamelâta [davranışlar] ve vâridat [gelirler] ve sarfiyata mazhardır ki, en mükemmel bir cesetten ve bir saraydan daha mükemmel idare edilir.

Ve hayvanatın ve nebatatın [bitki] her bir ferdi, yüzünde öyle bir sikkeyi [mühür] ve içinde ve sînesinde öyle bir makineyi taşıyor ki, bütün hayvanları ve nebatları [bitki] icad eden bir zât, ancak o sikkeyi [mühür] o yüzde ve o makineyi o sîne içinde yapabilir.

Ve zîhayattan [canlı] her bir nevi o derece zemin yüzünde muntazaman yayılmış ve sâir nevilere münasebettarâne [alâkalı, ilgili] karışmış ki, bütün o envaı birden icad, idare, tedbir, terbiye etmeyen ve zemin yüzünü örten ve dört yüz bin nebatî [bitkisel] ve hayvanî olan atkı ipleriyle dokunan gayet nakış[işleme] ve san’atlı hayattar bir haliçeyi [ince dokunmuş küçük halı] nesc [dokuma] ve icad edemeyen, o tek nev’i icad ve idare edemez.

Daha bunlara başka şeyler kıyas edilse, anlaşılır ki, kâinat mecmuası, halk ve icad cihetinde tecezzî [bölünme, parçalanma] kabul etmez bir külldür ve tedbir ve rubûbiyet [Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] cihetinde inkısamı [bölünme, kısımlara ayrılma] imkânsız bir küllîdir.

Bu Üçüncü Muktazî, [gerekçe] Sirâcü’n-Nur‘un [nur lâmbası] çok risalelerinde, hususan Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfında [bölüm, kısım] o kadar kat’î ve parlak izah ve ispat edilmiştir ki, güneşin akisleri gibi herşeyin âyinesinde bir burhan-ı vahdet [birliğin güçlü delili] temessül [belirme, görünme] ve bir hüccet-i tevhid [Allah’ın birliğini gösteren kesin delil] in’ikâs [yansıma] ediyor. Biz, o izaha iktifaen, [yetinme] burada o uzun kıssayı kısa kestik.

ba

53

Üçüncü Makam

Bu makam, tevhidin üç küllî alâmetini icmalen [kısaca, özet olarak] beyan edecek.

 Vahdetin tahakkukuna [gerçekleşme] ve vücuduna delâlet eden deliller ve alâmetler ve hüccetler [delil] had ve hesaba gelmez. Onlardan binler burhanlar [delil] Sirâcü’n-Nur‘da [nur lâmbası] tafsilen beyan edildiğinden, bu Üçüncü Makamda yalnız üç küllî hüccetlerin [delil] icmalen [kısaca, özet olarak] beyanıyla iktifa [yetinme] edildi.

BİRİNCİ ALÂMET VE HÜCCET [delil] ki, وَحْدَهُ 1 kelimesi onun neticesidir.

Her şeyde bir vahdet [Allah’ın birliği] var. Vahdet [Allah’ın birliği] ise, bir vâhide delâlet ve işaret eder. Evet, vâhid bir eser, bilbedahe [açıkça] vâhid [bir] bir sâniden [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] sudur [bir şeyden çıkma, olma] eder. Bir, elbette birden gelir. Her şeyde bir birlik bulunduğundan, elbette birtek zâtın eseri ve san’atı olduğunu gösterir.

Evet, bu kâinat bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir. Belki esmâ [Allah’ın isimleri] ve ef’âl-i umumiye-i İlâhiyenin [bütün varlıklar âleminde varlıkları ortaya çıkaran İlâhî [Allah tarafından olan] fiiller] adedince vahdetleri [Allah’ın birliği] giymiş birtek insan-ı ekberdir. [büyük insan] Belki, envâ-ı mahlûkat [bütün yaratılmış varlık türleri] sayısınca dallarına vahdetler, [Allah’ın birliği] birlikler asılmış bir şecere-i tûbâ-i hilkattir. [Tûbâ ağacını andıran yaratılış ağacı]

Evet, kâinatın idaresi bir ve tedbiri bir ve saltanatı bir ve sikkesi [mühür] bir, bir, bir, bir, tâ bin bir bir birler kadar…

Hem bu kâinatı çeviren isimler ve fiiller bir iken, her biri kâinatı veya ekserisini ihata [herşeyi kuşatma] eder. Yani, içinde işleyen hikmeti bir ve inayeti [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] bir ve tanzimatı bir ve iaşesi bir ve muhtaçlarının imdatlarına koşan rahmet bir ve o rahmetin bir şerbetçisi olan yağmur bir—ve hâkeza, bir, bir, bir, tâ binler bir birler…

Hem bu kâinatın sobası olan güneş bir, lâmbası olan kamer [ay] bir, aşçısı olan ateş bir, levazımat [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] deposu ve hazineli direği olan dağ bir, sakacı ve sucusu bir ve bağları sulayan süngeri bir—ve hâkeza, bir, bir, bir, tâ bin bir birler kadar…

54

İşte, âlemin bu kadar birlikleri ve vahdetleri [Allah’ın birliği] güneş gibi zâhir birtek Vâhid-i Ehade [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] işaret ve delâlet eden bir hüccet-i bâhiredir. [ap açık kesin delil]

Hem kâinat unsurlarının ve nevilerinin herbirisi bir olmasıyla beraber, zeminin yüzünü ihata [herşeyi kuşatma] etmesi ve birbirinin içine girmesi ve münasebettarâne [alâkalı, ilgili] ve belki muavenetkârâne [yardımlaşarak] birleşmesi, elbette mâlik ve sâhip ve sânilerinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir olmasına bir alâmet-i zâhiredir. [gözle görülen belirti]

İKİNCİ ALÂMET VE HÜCCET [delil] ki, لاَ شَرِيكَ لَهُ 1 kelimesini intaç [netice verme] ediyor.

Bütün kâinatta, zerrelerden tâ yıldızlara kadar herşeyde kusursuz bir intizam-ı ekmel [çok mükemmel düzen] ve noksansız bir insicam-ı ecmel [çok güzel uyumluluk, hiç pürüzü olmama] ve zulümsüz bir mizan-ı âdilin [adâletli terâzi] bulunmasıdır.

Evet, kemâl-i intizam, [tam ve mükemmel düzen] insicam-ı mizan ise, yalnız vahdetle [Allah’ın birliği] olabilir. Müteaddit [bir çok] eller birtek işe karışırsa, karıştırır. Sen gel, bu intizamın haşmetine bak ki, bu kâinatı gayet mükemmel öyle bir saray yapmış ki, herbir taşı bir saray kadar san’atlı. Ve gayet muhteşem öyle bir şehir etmiş ki, hadsiz olan vâridat [gelirler] ve sarfiyatı ve nihayetsiz kıymettar malları ve erzakı, bir perde-i gaybdan [gayb perdesi] kemâl-i intizamla, [tam ve mükemmel düzen] vakti vaktine, umulmadığı yerlerden geliyor. Ve gayet mânidar öyle mu’cizâne bir kitaba çevirmiş ki, herbir harfi yüz satır ve herbir satırı yüz sahife ve her sahifesi yüz bab [bir kitabın bölümlerinden her biri] ve her babı yüz kitap kadar mânâları ifade eder. Hem bütün babları, sahifeleri, satırları, kelimeleri, harfleri birbirine bakar, birbirine işaret ederler.

Hem sen gel, bu intizam-ı acip [hayrette bırakan düzen] içinde şu tanzimin kemâline bak ki, bu koca kâinatı ter temiz medenî bir şehir, belki temizliğine gayet dikkat edilen bir güzel kasır, [köşk, saray] belki yetmiş süslü hulleleri [Cennet elbisesi] birbiri üstüne giymiş bir hûri’l-în, [güzel gözlü Cennet kızı] belki, yetmiş lâtif, [berrak, şirin, hoş] ziynetli perdelere sarılmış bir gül goncası gibi pâk ve temizdir.

Hem sen gel, bu intizam ve nezafet [temizlik] içindeki bu mizanın [ölçü] kemâl-i adaletine [adaletin mükemmelliği, kusursuzluğu] bak ki, bin derece büyütmekle ancak görülebilen küçücük ve incecik mahlûkları [varlıklar] ve

55

huveynâtı ve bin defa küre-i arzdan [yer küre, dünya] büyük olan yıldızları ve güneşleri, o mizanın [ölçü] ve o terazinin vezniyle [ölçü, tartı] ve ölçüsüyle tartılır ve onlara lâzım olan herşeyleri noksansız verilir. Ve o küçücük mahlûklar, [varlıklar] o fevkalâde büyük masnularla beraber, o mizan-ı adâlet [adâlet terâzisi] karşısında omuz omuzadırlar. Halbuki, o büyüklerden öyleleri var ki, eğer bir saniye kadar muvazenesini [karşılaştırma/denge] kaybetse, muvazene-i âlemi [âlemdeki her şeyin denge içinde olması] bozacak ve bir kıyameti koparacak kadar bir tesir yapabilir.

Hem sen gel, bu intizam, nezafet, [temizlik] mizanın [ölçü] içinde bu fevkalâde câzibedar cemâle ve güzelliğe bak ki, bu koca kâinatı gayet güzel bir bayram ve gayet süslü bir meşher [sergi] ve çiçekleri yeni açılmış bir bahar şeklini vermiş. Ve koca baharı, gayet güzel bir saksı, bir gül destesi yapmış ki, her bahara, zeminin yüzünde mevsim be mevsim [her mevsim] açılan yüzbinler nakış[işleme] bir muhteşem çiçek suretini vermiş. Ve o baharda herbir çiçeği çeşit çeşit zinetlerle güzelleştirmiş.

Evet, nihayet derecede hüsün [güzellik] ve cemâlleri bulunan Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] güzel cilveleriyle kâinatın herbir nev’i, hattâ herbir ferdi, kàbiliyetine göre öyle bir hüsne [güzellik] mazhar [erişme, nail olma] olmuşlar ki, Hüccetü’l-İslâm [delil] İmam-ı Gazâlî demiş:

لَيسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ Yani, “Daire-i imkânda [bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat] bu mükevvenattan daha bedî, [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] daha güzel yoktur.”

İşte, bu muhit ve câzibedar olan hüsün [güzellik] ve bu umumî ve hârikulâde nezafet [temizlik] ve bu müstevlî [istila eden, bir alanı ele geçiren] ve şümul[kapsam] ve gayet hassas mizan [ölçü] ve bu ihata[herşeyi kuşatma] ve her cihetle mu’cizâne intizam ve insicam, [uyum] vahdete [Allah’ın birliği] ve tevhide öyle bir hüccettir, [delil] bir alâmettir ki, gündüzün ortasındaki ziyanın güneşe işaretinden daha parlaktır.

Bu makama ait gayet mühim iki şıklı bir suâle gayet muhtasar [kısa] ve kuvvetli bir cevaptır.

Suâlin Birinci Şıkkı

Bu makamda diyorsun ki: “Kâinatı hüsün [güzellik] ve cemâl ve güzellik ve adalet ihata [herşeyi kuşatma] etmiştir. Halbuki, gözümüz önünde bu kadar çirkinliklere ve musibetlere ve hastalıklara ve beliyyelere [belâ] ve ölümlere ne diyeceksin?”

56

Elcevap: Çok güzellikleri intaç [netice verme] veya izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden bir çirkinlik dahi, dolayısıyla bir güzelliktir. Ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebep olan bir çirkinliğin yok olması, görünmemesi, yalnız bir değil, belki müteaddit [bir çok] defa çirkindir. Meselâ, vâhid-i kıyasî [ölçü birimi] gibi bir kubh [çirkinlik] bulunmazsa, hüsnün [güzellik] hakikatı bir tek nevi olur; pek çok mertebeleri gizli kalır. Ve kubhun [çirkinlik] tedahülü [iç içe geçme] ile mertebeleri inkişaf [açığa çıkma] eder. Nasılki soğuğun vücuduyla hararetin mertebeleri ve karanlığın bulunmasıyla ziyanın dereceleri tezahür eder. Aynen öyle de, cüz’î [ferdî, küçük] şer ve zarar ve musibet ve çirkinliğin bulunmasıyla, küllî hayırlar ve küllî menfaatler ve küllî nimetler ve küllî güzellikler tezahür ederler.

Demek çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir. Çünkü, neticelerin çoğu güzeldir. Evet, yağmurdan zarar gören tembel bir adam, yağmura rahmet namını verdiren hayırlı neticelerini hükümden iskat [düşürme] etmez, rahmeti zahmete çeviremez.

Amma, fena ve zevâl [batış, kayboluş] ve mevt [ölüm] ise, Yirmi Dördüncü Mektupta gayet kuvvetli ve kat’î burhanlarla [delil] ispat edilmiş ki, onlar umumî rahmete ve ihata[herşeyi kuşatma] hüsne [güzellik] ve şümûl[kapsam] hayra münâfi [aykırı] değiller; belki muktezalarıdırlar. [bir şeyin gereği] Hattâ şeytanın dahi, mânevî terakkiyat-ı beşeriyenin zembereği olan müsabakaya ve mücahedeye [Allah yolunda cihad etme] sebep olduğundan, o nev’in icadı dahi hayırdır, o cihette güzeldir. Hem, hattâ kâfir, küfürle bütün kâinatın hukukuna bir tecavüz ve şerefini tahkir [aşağılama] ettiğinden, ona cehennem azabı vermek güzeldir. Başka risalelerde bu iki nokta tamamen tafsil edildiğinden, burada bir kısa işaretle iktifa [yetinme] ediyoruz.

Suâlin İkinci ŞıkkıHaşiye

Haydi şeytana ve kâfire ait bu cevabı umumî noktasında kabul edelim. Fakat, Cemîl-i Mutlak [sınırsız güzellik sahibi Allah] ve Rahîm-i Mutlak [herbir varlığa hususî rahmet tecellisi olan sınırsız şefkat ve merhamet sahibi Allah] ve hayr-ı mutlak [her yönüyle hayırlı olan] olan Zât-ı Ganiyy-i Ale’l-Itlak, [her cihetle hiçbir şeye muhtaç olmayan Zât, Allah] nasıl oluyor ki, bîçare cüz’î [ferdî, küçük] ferdleri ve şahısları musibete, şerre, çirkinliğe müptelâ [bağımlı] ediyor?

57

Elcevap: Ne kadar iyilik ve güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya o Cemîl [bütün güzelliklerin kaynağı ve sonsuz güzellik sahibi olan Allah] ve Rahîm-i Mutlakın [herbir varlığa hususî rahmet tecellisi olan sınırsız şefkat ve merhamet sahibi Allah] hazine-i rahmetinden [Allah’ın rahmet hazinesi] ve ihsanat-ı hususiyesinden [özel hediye ve ikramlar] gelir. Ve musibet ve şerler ise, saltanat-ı rubûbiyetin, [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] âdetullah [Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri [temsilci] olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek tük cüz’î [ferdî, küçük] neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz’î [ferdî, küçük] muktezaları [bir şeyin gereği] olduğundan, elbette küllî maslahatlara [amaç, yarar] medar [kaynak, dayanak] olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için, o şerli, cüz’î [ferdî, küçük] neticeleri dahi halk eder. Fakat o cüz’î [ferdî, küçük] ve elîm neticelere karşı, imdâdât-ı hassa-i Rahmâniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbâniye [Allah’ın terbiye ve idaresinin özel yardım ve bağışları] ile, musibete düşen efradın [bireyler] feryatlarına ve beliyyelere [belâ] giriftâr olan eşhasın [kişiler] istiğaselerine [yardım dileme] yetişir. Ve fâil-i muhtar [dilediğini yapmakta serbest olan] olduğunu ve herbir şeyin herbir işi, onun meşîetine [dileme, irade, istek] bağlı bulunduğunu ve umum kanunları dahi daima irade ve ihtiyarına tâbi bulunmalarını ve o kanunların tazyikinden feryat eden fertleri, bir Rabb-i Rahîm [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] dinlediğini ve imdatlarına ihsanıyla [bağış] yetiştiğini göstermekle; Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] kayıtsız ve hadsiz cilvelerine hadsiz ve kayıtsız bir meydan açmak için o küllî âdetullah [Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] düsturlarının [kâide, kural] ve o umumî kanunların şüzuzâtıyla [kural dışı kalmak] ve hem, şerli cüz’î [ferdî, küçük] neticeleriyle, hususî ihsanat ve hususî teveddüdat, [Allah’ın kullarına kendisini sevdirmek için sunduğu nimetler] yani sevdirmekle hususi tecelliyat kapılarını açmıştır.

Bu ikinci alâmet-i tevhid, [Allah’ın birliğini gösteren işaret] Sirâcü’n-Nur‘un [nur lâmbası] belki yüz yerlerinde beyan edildiğinden, burada hafif bir işaretle iktifa [yetinme] ettik.

ÜÇÜNCÜ ALÂMET VE HÜCCET [delil]

لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ 1 ile işaret edilen, had ve hesaba gelmeyen tevhid sikkeleridir. [mühür]

58

Evet, herşeyin yüzünde, cüz’î [ferdî, küçük] olsun küllî olsun, zerrattan [atomlar]seyyarata [gezegenler] kadar öyle bir sikke [mühür] var ki, âyinede güneşin cilvesi güneşi gösterdiği gibi, öyle de, o sikke [mühür] âyinesi [aynası] dahi, Şems-i Ezel ve Ebede [Ezel ve Ebed Güneşi; bu tabir ezelden ebede bütün varlık âlemini aydınlatan Cenâb-ı Hak için bir benzetme olarak kullanılır] işaret ederek vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet eder. O hadsiz sikkelerden [mühür] pek çokları Sirâcü’n-Nur‘da [nur lâmbası] tafsilen beyan edildiğinden, burada yalnız kısa bir işaretle üç tanesine bakacağız. Şöyle ki:

Mecmu-u kâinatın yüzüne, envâın [tür] birbirine karşı gösterdikleri teavün, [yardımlaşma] tesanüd, [dayanışma] teşabüh, [birbirine benzeme] tedahülden [iç içe geçme] mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] geniş bir sikke-i vahdet [Allah’ın birliğini gösteren damga] konulduğu gibi, zeminin yüzüne de, dört yüz bin hayvanî ve nebatî [bitkisel] taifelerden mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir ordu-yu Sübhânînin [eksik ve kusurlardan uzak olan Allah’ın ordusu] ayrı ayrı erzak, esliha, [silâhlar] elbise, talimat, terhisat [askerliğin bitişiyle salıverilme] cihetinde gayet intizamla, hiçbirini şaşırmayarak, vakti vaktine verilmesiyle koyduğu o sikke-i tevhid [Allah’ın birliğini gösteren işaret, damga] misillü, [benzer] insanın yüzüne de, her bir yüzün umum yüzlere karşı birer alâmet-i fârika bulunmasıyla koyduğu sikke-i vahdâniyet [Allah’ın Zâtının bir olduğunu gösteren mühür] gibi, her bir masnuun yüzünde, cüz’î [ferdî, küçük] olsun küllî olsun, birer sikke-i tevhid [Allah’ın birliğini gösteren işaret, damga] ve her bir mahlûkun başında, büyük olsun küçük olsun, az ve çok olsun, birer hâtem-i ehadiyet [Allah’ın her bir varlıkta birliğini gösteren mührü] müşahede edilir. Ve bilhassa zîhayat [canlı] mahlûkların [varlıklar] sikkeleri [mühür] çok parlaktırlar. Belki, her bir zîhayat [canlı] kendisi dahi, birer sikke-i tevhid, [Allah’ın birliğini gösteren işaret, damga] birer hâtem-i vahdet, [Allah’ın birlik mührü] birer mühr-ü ehadiyet, [Allah’ın birliğinin herbir varlıkta ayrı ayrı tecellî ettiğini gösteren mühür] birer turra-i samediyettirler. [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması mânâsındaki sıfatını gösteren özel işaret mühür]

Evet, her bir çiçek, her bir meyve, her bir yaprak, her bir nebat, [bitki] her bir hayvan öyle birer mühr-ü ehadiyet, [Allah’ın birliğinin herbir varlıkta ayrı ayrı tecellî ettiğini gösteren mühür] birer hâtem-i samediyettir [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olmasını gösteren damga] ki, her bir ağacı birer mektub-u Rabbânî [Allah’ın bir mektup gibi yazdığı ve san’atla yarattığı eser, varlık] ve her bir tâife-i mahlûkatı birer kitab-ı Rahmânî [Allah’ın sonsuz rahmet ve merhamet sahibi olduğunu anlatan kitap] ve her bir bahçeyi birer ferman-ı Sübhânî [her türlü eksiklikten sonsuz derecede yüce olan Allah’ın fermanı, buyruğu] sûretine çevirerek, o ağaç mektubuna, çiçekleri adedince mühürler ve meyveleri sayısınca imzalar ve yaprakları miktarınca turralar [mühür, nişan]

59

basılmış. Ve o nev’ ve tâife kitabına dahi, onun kâtibini göstermek, bildirmek için ferdleri adedince hâtemler basılmış. Ve o bahçe fermanına, onun sultanını tanıttırmak, tarif etmek için o bağ içinde bulunan nebat, [bitki] ağaç, hayvan sayısınca sikkeler [mühür] basılmış. Hattâ her bir ağacın mebde‘inde [başlangıç] ve müntehasında [en son nokta] ve üstünde ve içinde هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ 1 isimlerinin işaret ettikleri dört sikke-i tevhid [Allah’ın birliğini gösteren işaret, damga] var.

· İsm-i Evvel ile işaret edildiği gibi, her bir meyvedar ağacın menşe-i aslîsi [asıl kökü] olan çekirdekHaşiye öyle bir sandukçadır [küçük sandık] ki, o ağacın programını ve fihristesini ve plânını; ve öyle bir destgâhtır [iş yeri] ki, onun cihazatını ve levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] ve teşkilâtını ve öyle bir makinedir ki, onun iptidadaki [başlangıç] incecik vâridatını [gelirler] ve lâtifâne [çok hoş ve güzel bir şekilde] masârifini ve tanzimatını taşıyor.

· Ve ism-i Âhir‘le [Allah’ın her herşeyin sonunu hayırlı ve verimli sonuçlarla donattığını ifade eden ismi] işaret edildiği gibi, her bir ağacın neticesi ve meyvesi öyle bir tarifenamedir ki, o ağacın eşkâlini ve ahvâlini [haller] ve evsafını, [vasıflar, nitelikler] ve öyle bir beyannamedir ki, onun vazifelerini ve menfaatlerini ve hassalarını; ve öyle bir fezlekedir [hülasa, öz] ki, o ağacın emsalini ve ensâlini [nesiller] ve nesl-i âtisini [gelecek nesil] o meyvenin kalbinde bulunan çekirdeklerle beyan ediyor, ders veriyor.

· Ve ism-i Zâhir [açık isim] ile işaret edildiği gibi, her ağacın giydiği suret ve şekil, öyle musannâ [san’atla yapılmış] ve münakkaş [nakışlanmış] bir hulledir, [Cennet elbisesi] bir libastır [elbise] ki, o ağacın dal ve budak ve

60

· âzâ ve eczasıyla tam kàmetine [boy, endam] göre biçilmiş, kesilmiş, süslendirilmiş. Ve öyle hassas ve mizan[ölçü] ve mânidardır ki, o ağacı bir kitap, bir mektup, bir kaside [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] suretine çevirmiştir.

· Ve ism-i Bâtın [Allah’ın herbir varlığın iç yüzünü mükemmel bir şekilde yarattığını bildiren ismi] ile işaret edildiği gibi, her ağacın içinde işleyen destgâh [iş yeri] öyle bir fabrikadır ki, o ağacın bütün ecza [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] ve âzâsını teşkil ve tedvir [çekip çevirme] ve tedbirini gayet hassas mizanla [ölçü] ölçtüğü gibi, bütün ayrı ayrı âzâlarına lâzım olan maddeleri ve rızıkları, gayet mükemmel bir intizam altında sevk ve taksim ve tevzi [(sahiplerine) dağıtma] ile beraber akılları hayret içinde bırakan şimşek çakmak gibi bir sür’at ve saati kurmak gibi bir sühulet [kolaylık] ve bir orduya arş demek gibi bir birlik ve beraberlik ile o hârika fabrika işliyor.

Elhâsıl; [özetle, sonuç olarak] her bir ağacın evveli, öyle bir sandukça [küçük sandık] ve program, ve âhiri, öyle bir târifename ve nümune; ve zahiri, öyle bir musannâ [san’atla yapılmış] hulle [Cennet elbisesi] ve bir münakkaş [nakışlanmış] libas; [elbise] ve bâtını, öyle bir fabrika ve destgâhtır [iş yeri] ki, bu dört cihet öyle birbirine bakıyorlar. Ve dördün mecmuundan öyle bir sikke-i âzam, [büyük mühür] belki bir ism-i âzam tezahür eder ki, bilbedahe, [açıkça] bütün kâinatı idare eden bir Sâni-i Vâhid-i Ehadden [birliği herşeyi kapladığı gibi herbir şeyde de görülen ve her şeyi san’atla yaratan Allah] başkası o işleri yapamaz. Ve ağaç gibi her zîhayatın [canlı] evveli, âhiri, zâhiri, bâtını birer sikke-i tevhid, [Allah’ın birliğini gösteren işaret, damga] birer hâtem-i vahdet, [Allah’ın birlik mührü] birer mühr-ü ehadiyet, [Allah’ın birliğinin herbir varlıkta ayrı ayrı tecellî ettiğini gösteren mühür] birer turra-i vahdâniyet [Allah’ın Zâtının birliğini ve tekliğini gösteren mühür] taşıyor.

İşte, bu üç misaldeki ağaca kıyasen, bahar dahi çok çiçekli bir ağaçtır. Güz mevsiminin eline emanet edilen tohumlar, çekirdekler, kökler, ism-i Evvelin [Allah’ın başlangıcı olmadığı gibi, bütün varlıkların başlangıcı da Onun ilim ve kudretine bağlı olduğunu bildiren ismi] sikkesini; [mühür] ve yaz mevsiminin kucağına dökülen, eteğini dolduran meyveler, hububat ve sebzevatlar ism-i Âhir‘in [Allah’ın her herşeyin sonunu hayırlı ve verimli sonuçlarla donattığını ifade eden ismi] hâtemini ve bahar mevsimi, hûri’l-în [güzel gözlü Cennet kızı] misil[benzer] birbiri üstüne giydiği sündüs-misâl hulleler [Cennet elbisesi] ve yüzbin nakışlarla [işleme] süslenmiş fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] libaslar [elbise] ism-i Zâhirin [açık isim] mührünü ve baharın içinde ve zeminin batnında [iç] işleyen

61

Samedânî [hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin kendisine muhtaç olduğu Allah’a ait olan] fabrikalar ve kaynayan rahmânî kazanlar ve yemekleri pişirttiren Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] matbahlar, ism-i Bâtının [Allah’ın herbir varlığın iç yüzünü mükemmel bir şekilde yarattığını bildiren ismi] turrasını [mühür, nişan] taşıyorlar.

Hattâ her bir nevi—meselâ, nev-i beşer—dahi bir ağaçtır. Kökü ve çekirdeği mazide ve semereleri, [meyve] neticeleri müstakbelde [gelecek] olarak hayat-ı cinsiye [aynı alt türdeki varlıkların hayatı] ve bekà-yı nev’î [türün varlığının devamı] içinde gayet muntazam kanunların bulunması gibi, hâl-i hazır [şimdiki zaman] vaziyeti dahi, hayat-ı şahsiye [kişisel hayat] ve hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] düsturlarının [kâide, kural] hükmü altında bir sikke-i tevhid [Allah’ın birliğini gösteren işaret, damga] ve zâhirî karışıklıklar altında gizli, muntazam bir hâtem-i vahdet [Allah’ın birlik mührü] ve müşevveş [dağınık, karışık] ahvâl-i beşeriye [insanların halleri, durumları] altında mukadderat-ı hayatiye denilen kaza ve kaderin düsturlarının [kâide, kural] hükmü altında bir mühr-ü vahdâniyet [Allah’ın bir oluşu, ortağının bulunmayışını gösteren mühür] taşıyor.

ba

62

 Hâtime

 Sırr-ı tevhid içinde sair erkân-ı imaniyeye [iman esasları] birer kelâmla kısacık birer işarettir.

Ey insan-ı gafil! [sorumsuz, âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olan insan] Gel bir kere düşün ve bu risalenin üç makamında beyan edilen Üç Meyve, Üç Muktazî, [gerekçe] Üç Hücceti [delil] nazara al, bak ki, bu kâinatta tasarruf eden ve en cüz’î [ferdî, küçük] bir şifayı ve en küçük bir şükrü dahi nazara alan ve sinek kanadı gibi en az bir san’atı başkalarına havale etmeyen ve vermeyen ve lâkayt [duyarsız] kalmayan ve en basit bir tohuma bir ağaç kadar vazifeler ve hikmetler takan ve kendi Rahmâniyetini ve Rahîmiyetini [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] ve Hakîmliğini herbir san’atıyla ihsas [hissettirme] eden ve kendini herbir vesileyle tanıttıran ve herbir nimetle sevdiren bir Sâni-i Kadîr, [herşeye gücü yeten ve herşeyi san’atla yaratan Allah] Hakîm, Rahîm, Alîm, hiç mümkün müdür ki ve hiçbir cihetle kàbil [gibi] midir ki, kâinatı mânen istilâ eden mehâsin-i hakikat-ı Muhammediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) bütün kâinatı kaplayan hakikatinin güzellikleri] (a.s.m.) ve tesbihat-ı Ahmediyeye [Peygamber Efendimizin Allah’ı şanına lâyık derin ifadelerle anması] (a.s.m.) ve envar-ı İslâmiyeye [İslâmiyetin insanlığı aydınlatan nurları] karşı lâkayd kalsın?

Ve hiçbir cihetle mümkün müdür ki, bütün masnuatını [san’at eseri] yaldızlayan ve bütün mahlûkatını sevindiren ve kâinatı ışıklandıran ve semâvât ve arzı [gökler ve yer] velveleye veren ve küre-i arzın [yer küre, dünya] yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini ondört asır bilâ fasıla [fasılasız, aralıksız] saltanat-ı maddiye ve mâneviyesi [maddî ve mânevî yönlerden kurulan egemenlik, hakimiyet] altına alan ve daima o muhteşem saltanatı Hâlık-ı Kâinat [bütün âlemleri yaratan Allah] hesabına ve namına süren Risalet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) o Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] en mühim bir maksadı, bir nuru, bir âyinesi [aynası] olmasın? Hem Muhammed (a.s.m.) gibi aynı hakikata hizmet eden enbiyalar [nebiler, peygamberler] dahi o Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] elçileri ve dostları ve memurları olmasın? Hâşâ, mu’cizat-ı enbiya adedince hâşâ ve kellâ!

63

Hem hiçbir cihetle mümkün müdür ki, dal ve budak gibi en cüz’î [ferdî, küçük] birşeye yüz hikmetleri ve meyveleri takan ve kendi rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] fevkalâde hikmetleriyle ve umumî Rahmâniyetiyle tanıttırıp sevdiren bir Hâlık-ı Hakîm-i Rahîm, [her şeyin yaratıcısı olan, her şeyi hikmetle yaratan ve herbir şeye özel rahmet ve merhamet tecellîsi olan Allah] kudretine nisbeten bir bahar kadar kolay olan haşri getirmeyerek, bir dâr-ı saadet, [mutluluk yeri; Cennet] bir menzil-i bekà [sonsuzluğun bulunduğu yer] açmayıp, bütün hikmetlerini ve rahmetlerini, hattâ rubûbiyetini [Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] ve kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] inkâr etsin ve ettirsin ve çok sevdiği bütün mahbub [sevimli/sevgili] mahluklarını ebedî bir sûrette idam [hiçlik, yokluk] etsin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! O cemâl-i mutlak, [sınırsız güzellik] böyle bir kubh-u mutlaktan [mutlak çirkinlik] yüz binler derece münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve mukaddestir.

UZUNCA BİR HÂŞİYE

Haşir münasebetiyle bir suâl:

Kur’ân’da mükerreren [defalarca] اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً 1 hem وَمَۤا أَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ 2 fermanları gösteriyor ki, haşr-i âzam [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] bir anda, zamansız vücuda geliyor. Dar akıl ise, bu hadsiz derece harika ve emsalsiz olan meseleyi iz’an [kesin şekilde inanma] ile kabul etmesine medar [kaynak, dayanak] olacak meşhud [görünen] bir misal ister.

Elcevap: Haşirde ruhların cesetlere gelmesi var; hem cesetlerin ihya[diriltme] var; hem cesetlerin inşası var. Üç meseledir.

BİRİNCİ MESELE

Ruhların cesetlerine gelmesine misâl ise, gayet muntazam bir ordunun efradı [bireyler] istirahat için her tarafa dağılmışken, yüksek sadalı bir boru sesiyle toplanmalarıdır.

Evet, İsrafil’in borusu olan sûru, ordunun borazanından geri olmadığı gibi,

64

ebedler tarafında ve zerreler âleminde iken, ezel cânibinden [taraf, yön] gelen, اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ 1 hitabını işiten ve قَالُوا بَلٰى 2 ile cevap veren ervahlar, [ruhlar] elbette ordunun neferatından [asker] binler derece daha musahhar [boyun eğdirilmiş] ve muntazam ve mutîdirler. [emre uyan] Hem değil yalnız ruhlar, belki bütün zerreler dahi bir ordu-yu Sübhânî [eksik ve kusurlardan uzak olan Allah’ın ordusu] ve emirber [emre hazır] neferleri [asker] olduğunu gayet kat’î burhanlarla [delil] Otuzuncu Söz ispat etmiş.

İKİNCİ MESELE

Cesedlerin ihya[diriltme] misâli ise, çok büyük bir şehirde, şenlik bir gecede, birtek merkezden yüz bin elektrik lâmbaları âdeta zamansız bir anda canlanmaları ve ışıklanmaları gibi, bütün küre-i arz [yer küre, dünya] yüzünde dahi, birtek merkezden yüz milyon lâmbalara nur vermek mümkündür. Madem Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] elektrik gibi bir mahlûku ve bir misafirhanesinde bir hizmetkârı ve bir mumdarı, [ışık veren] Hâlıkından [her şeyi yaratan Allah] aldığı terbiye ve intizam dersiyle bu keyfiyete mazhar [erişme, nail olma] oluyor. Elbette, elektrik gibi, binler nuranî hizmetkârlarının temsil ettikleri hikmet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] muntazam kanunları dairesinde, haşr-i âzam [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] tarfetü’l-aynda [bir göz açıp kapayıncaya kadar olan an] vücuda gelebilir.

ÜÇÜNCÜ MESELE

Ecsâdın [cesetler] def’aten [âni, birden bire] inşasının misâli ise:

Bahar mevsiminde, birkaç gün zarfında, nev-i beşerin umumundan bin derece ziyade olan umum ağaçların, bütün yapraklarıyla beraber, evvelki baharın aynı gibi, birden mükemmel bir surette inşaları ve yine umum ağaçların umum çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları, geçmiş baharın mahsulâtı gibi, berk [şimşek] gibi bir sür’atle icadları…

Hem o baharın mebde‘leri [başlangıç] olan hadsiz tohumcukların, çekirdeklerin, köklerin birden, beraber intibahları [uyanış] ve inkişafları [açığa çıkma] ve ihyaları, [diriltme] hem kemiklerden ibaret olarak, ayakta duran emvât [ölüler] gibi bütün ağaçların cenazeleri, bir emirle def’aten [âni, birden bire]

65

ba’sü bâde’l-mevt[öldükten sonra tekrar diriltilme] sırrına mazhariyetleri ve neşirleri, hem küçücük hayvan taifelerinin hadsiz efratlarının [fertler] gayet derecede san’atlı bir surette ihyaları, [diriltme] hem bilhassa sinekler kabilelerinin haşirleri ve bilhassa daima yüzünü, gözünü, kanadını temizlemekle bize abdesti ve nezafeti [temizlik] ihtar eden ve yüzümüzü okşayan, gözümüz önündeki kabilenin bir senede neşr olan efradı, [bireyler] benî Âdemin [Âdemoğlu, insan] Âdem zamanından beri gelen umum efradından [bireyler] fazla olduğu halde, her baharda sair kabilelerle beraber birkaç gün zarfında inşaları ve ihyaları, [diriltme] haşirleri, elbette kıyamette ecsâd-ı insaniyenin [insan cesetleri] inşasına bir misâl değil belki binler misâldirler.

Evet, dünya dârü’l-hikmet [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] ve âhiret dârü’l-kudret [kudret yeri; herbir şeyin maddeye, zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakılmadan, birden yaratıldığı âhiret yurdu] olduğundan, dünyada Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Mürettib, [herşeyi tertip ve düzene sokan Allah] Müdebbir, [idare eden, çekip çeviren] Mürebbî [eğitici, terbiye edici] gibi çok isimlerin iktizasıyla, [bir şeyin gereği] dünyada icad-ı eşya [eşyaya vücut vermek] bir derece tedrici [yavaş yavaş, derece derece] ve zamanla olması, hikmet-i Rabbâniyenin [Allah’ın her şeyi bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması] muktezasıyla [bir şeyin gereği] olmuş. Âhirette ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezahürleri için, maddeye ve müddete ve zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan, birden eşya inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ediliyor. Burada bir günde ve bir senede yapılan işler, âhirette bir anda ve bir lemhada [bir göz atış] inşasına işareten, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] وَمَۤا أَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ أَقْرَبُ 1 ferman eder.

Eğer haşrin gelmesini gelecek baharın gelmesi gibi kat’î bir sûrette anlamak istersen, haşre dair Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Söze [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] dikkatle bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmazsan, gel, parmağını gözüme sok!

AMMA BİR DÖRDÜNCÜ MES’ELE olan mevt-i dünya [dünyanın ölümü] ve kıyamet kopması ise:

Bir anda bir seyyare [gezegen] veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbânî [Allah’ın emri] ile küremize, misafirhanemize çarpması, bu hanemizi harap edebilir: On senede yapılan bir saray bir dakikada harap olması gibi.

66

Bu haşrin dört meselesinin icmali [kısaca, özet olarak] şimdilik yeter. Yine sadedimize [asıl konu, esas mânâ] dönüyoruz.

Hem hiç mümkün müdür ki, kâinatın bütün hakiki ve âlî [yüce] hakikatlerinin beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] tercümanı ve Hâlık-ı Kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] bütün kemâlâtının [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] mu’ciz lisanı ve bütün maksatlarının hârika mecmuası olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] o Hâlıkın kelâmı olmasın? Hâşâ, âyâtının esrarı adedince hâşâ!

Hem hiç mümkün müdür ki, bir Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] bütün zîhayat, [canlı] zîşuur [akıl ve şuur sahibi] masnularını birbiriyle konuştursun ve dillerinin binler çeşitleriyle birbiriyle söyleştirsin ve onların sözlerini ve seslerini bilsin ve işitsin ve efâliyle ve in’âmıyla [nimetlendirme] zâhir bir sûrette cevap versin, fakat kendisi konuşmasın ve konuşamasın? Hiç kàbil [gibi] midir ve hiç ihtimali var mı?

Madem bilbedahe [açıkça] konuşur ve madem konuşmasına karşı tam anlayışlı muhatap en başta insandır. Elbette, başta Kur’ân olarak meşhur kütüb-ü mukaddese [kutsal kitaplar] onun konuşmalarıdır.

Hem hiç mümkün müdür ki, bir Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve medh ü senâsını ettirmek ve envâ-ı ihsanatıyla [bağışların türleri] zîhayatları [canlı] mesrur [mutlu] ve memnun etmekle minnettarlıklarını ve şükürlerini rubûbiyetine [Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] mühim bir medar [kaynak, dayanak] yapmak için, koca kâinatı, envâıyla, [tür] erkânıyla [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] zîhayata [canlı] musahhar [boyun eğdirilmiş] bir hizmetkâr, bir mesken, bir meşher, [sergi] bir ziyafetgâh yaptıktan sonra, zîhayatların [canlı] çeşit çeşit, binlerce envâlarının nüshalarını o derece teksirini [çoğalma] istiyor ki, kavak ve karaağaç gibi meyvesizlerin bir kısım yapraklarından herbir yaprağı bir tabur sineklere, yani havada zikreden zîhayatlara [canlı] hem beşik, hem rahm-ı mâder, [ana rahmi] hem erzaklarının mahzeni [depo] yaptığı halde; bu ziynetli semâvâtı ve bu nurânî yıldızları sahipsiz, hayatsız, ruhsuz, sekenesiz, [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] boş, hâlî, [boş] faidesiz yani melâikesiz, [melekler] ruhânîsiz bıraksın? Hâşâ, melekler ve ruhânîler adedince hâşâ ve kellâ!

Hem hiç mümkün müdür ki, bir Sâni-i Hakîm-i Müdebbir, [her şeyi san’atlı olarak belli gaye ve hikmet doğrultusunda yaratan ve idare eden Allah] en ehemmiyetsiz bir nebatın, [bitki] en küçük bir ağacın mebde‘lerini [başlangıç] ve müntehâlarını [bir şeyin en uç noktası] kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen]

67

içinde mukadderat-ı hayatiyesini, çekirdeğinde ve meyvesinde kalem-i kaderle [kader kalemi] yazmakla beraber, koca baharı birtek ağaç gibi, mukaddematını [evvel, önce] ve neticelerini kemâl-i imtiyaz ve intizamla yazsa ve en ehemmiyetsiz şeylere de lâkayt [duyarsız] kalmazsa, fakat kâinatın neticesi ve arzın halifesi [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] ve envâ-ı mahlûkatın [varlık türleri] nâzırı ve zâbiti [subay] olan insanın çok ehemmiyetli bulunan ef’âlini [fiiler, davranışlar] ve harekâtını yazmasın, daire-i kaderine [kader dairesi] almasın, onlara lâkayt [duyarsız] kalsın? Hâşâ, insanların mizana [ölçü] girecek olan amelleri adedince hâşâ ve kellâ!

Elhasıl, [kısaca, özetle] kâinat bütün hakaikiyle [doğru gerçekler] bağırarak diyor:

اٰمَنْتُ بِاللهِ وَمَلٰۤئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَبِالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالٰى وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ اَشْهَدُ اَنْ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ صَلَّ اللهُ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَاِخْوَانِهِ وَسَلِّمْ اٰمِينَ * 1

TEVHİDÎ BİR MÜNÂCÂT [Allah’a yalvarış, dua] VE MUKADDİMESİ

Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh ve kerremallahu vechehu, [“Allah şerefini yüksek kılsın” anlamında Hz. Ali için söylenen bir ifade] Kaside-i Celcelûtiyesinde kerametkârâne [keramet göstererek] Risale-i Nur’dan haber verdiği yerde, Risale-i Nur’u “Sirâcü’n-Nur[nur lâmbası] ve “Siracüssürc” [kandil, lamba] namlarıyla tesmiye [isimlendirme] ederek, Risale-i Nur’un üç ismine iki isim ilâve etmesi cihetiyle ve bu risalede “Sirâcü’n-Nur[nur lâmbası] namı tekrarı münasebetiyle, bu risalenin âhirinde İmam-ı Ali radıyallahu anhın en mühim bir münâcâtını [Allah’a yalvarış, dua] iki derece tevsî [genişletme] ederek onun ulvî lisanıyla ve dilimizi onun bir dili hesabıyla istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edip, bu gelen münâcâtı [Allah’a yalvarış, dua] dergâh-ı Vâhid-i Ehade [bir olan ve birliği her bir şeyde görülen Allah’ın huzuru] takdim ederiz.

ba

68

Münâcât [Allah’a yalvarış, dua]

اَللّٰهُمَّ إِنَّهُ لَيْسَ فِى السَّمٰوَاتِ دَوَرَاتٌ وَنُجُومٌ وَمُحَرَّكَاتٌ سَيَّارَاتٌ * وَلاَ فِى الْجَوِّ سَحَابَاتٌ وَبُرُوقٌ مُسَبِّحَاتٌ وَرَعَدَاتٌ * وَلاَ فِى اْلاَرْضِ غَمَرَاتٌ وَحَيَوَانَاتٌ وَعَجَۤائِبُ مَصْنُوعَاتٍ * وَلاَفِى الْبِحَارِ قَ طَ رَاتٌ وَسَمَكَاتٌ وَغَرَۤائِبُ مَخْلُوقَاتٍ وَلاَ فِى الْجِبَالِ حَجَرَاتٌ وَنَبَاتَاتٌ وَمُدَخَّرَاتُ مَعْدَنِيَّاتٍ * وَلاَ فِى اْلاَشْجَارِ وَرَقَاتٌ وَزَهَرَاتٌ مُزَيَّنَاتٌ وَثَمَرَاتٌ * وَلاَ فِى اْلاَجْسَامِ حَرَكَاتٌ وَ اٰلاَتٌ وَمُنَظَّمَاتُ جِهَازَاتٍ * وَلاَ فِى الْقُلُوبِ خَطَرَاتٌ وَاِلْهَامَاتٌ وَمُنَوَّرَاتُ إِعْتِقَادَاتٍ *.. اِلاَّ وَهِىَ كُلُّهَا عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِكَ شَاهِدَاتٌ وَعَلٰى وَحْدَانِيَّتِكَ دَۤالاَّتٌ وَفِى مُلْكِكَ مُسَخَّرَاتٌ فَبِالْقُدْرَةِ الَّتِى سَخَّرْتَ بِهَا اْلاَرَضِينَ وَالسَّمٰوَاتِ سَخِّرْ لِى نَفْسِى وَسَخِّرْلِى مَطْلُوبِى وَسَخِّرْ لِرَسَۤائِلِ النُّورِ وَلِخِدْمَةِ الْقُرْاٰنِ وَاْلاِيمَانِ قُلُوبَ عِبَادِكَ وَقُلُوبَ الْمَخْلُوقَاتِ الرُّوحَانِيَّاتِ مِنَ الْعُلْوِيَّاتِ وَالسُّفْلِيَاتِ يَا سَمِيعُ يَا قَرِيبُ يَا مُجِيبَ الدَّعَوَاتِ.. اٰمِينَ. وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 1

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2