ŞUÂLAR – On Beşinci Şuâ -1 (733-779)

733

On Beşinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

 El-Hüccetü’z-Zehra

İki makamdır

Bu ders zâhiren küçük, hakikaten pek büyük ve çok kuvvetli ve çok geniş bir risaledir. Hem benim tefekkürî [düşünme ve ibret alma şeklinde] hayatımın, hem Nurun tahkikî hayat-ı mâneviyesinin [maddî olmayan hayat] ilmelyakîn-aynelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ittihadından [birleşme] çıkan bir meyve-i imaniye [imanın meyvesi] ve firdevsî [cennet; eşsiz güzellikteki bahçe] bir semere-i Kur’âniyedir. [Kur’ân meyvesi]

 Said Nursî

Birinci Makam

Üç kısımdır

Yirminci Mektubun hülâsatü’l-hülâsası, [esas, öz] üçüncü medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] verilen dersin birinci kısmıdır.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * وَبِهِ نَسْتَعِينُ * 1

Afyon hapsinde on bir ay tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] bulunduğuma dair Mahkeme-i Temyize [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] yazdığım istida [dilekçe] bahanesiyle otuz beş sene inzivada, [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] hususan gecelerde dünyayı unutmakta bulunan ve garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] tarassutlarla [baskı ve gözetim altında tutma] yirmi üç sene sıkıntı çekmesinden insanlardan tevahhuş [korkma, çekinme] edip yalnız tek başına kalarak, hizmetçisinden ve Nur dersini iştiyakla [arzu, istek] arzulayandan başka kimseyle bir saat beraber bir yerde bulunmasından çok sıkılan benim gibi bir bîçareyi, beşinci koğuşa cebren

734

nakil ve kardeşlerimin yanıma gelmelerini yasak ettiler. O kalabalık içinde yaşayamayacağım diye çok telâş ederken, birden bir alâmet-i hiddet ve gadap olarak soğuk o derece şiddetlendi ki, eğer o eski yerimde kalsaydım hiç dayanamayacaktım.

O zahmet, benim hakkımda rahmete döndü. Kalbe geldi ki: “Gerçi Nur şakirtleri, [öğrenci] her koğuşta hem kendileri hesabına, hem senin bedeline tam Nur dersleriyle çalışıyorlar. Fakat bu beşinci koğuş, bir nevi tecrithane olmasından, tazeleniyor, değişiyor; Nur dersine daha ziyade muhtaçtır. Hem Rus’un dehşetli bir inkârla ve Allah’ı tanımamakla hücumunu yazan gazetelerin yazılarını okuyan gençler ve ihtiyarlar, elbette iman-ı billâhtaki [Allah’a iman] mevcudiyet ve vahdâniyet-i İlâhiyeye [Allah’ın bir ve tek olması] dair gayet kat’î ve kuvvetli derslere pek ziyade ihtiyaçları var” diye tesbihatta kalbe geldi. Ben de sabah namazından sonra eskiden beri on defa okuduğum ve koca Yirminci Mektup Risalesi, on bir kelimesinde hem on bir burhan-ı vücub-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu oluşunun ve var olmak için bir sebebe muhtaç olmamasının delili] ve vahdet-i Rabbâniye, [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın birliği] hem on bir müjde gayet parlak, güneş gibi tafsilâtla [ayrıntılar] gösteren ve bir rivâyette İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] taşıyan bu tehlil [“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” mânâsındaki “lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme] ve tevhid-i muazzam, [büyük tevhid; birleme, herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma]

لاَ إِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَشَرِيكَ لَهُ، لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَيُمِيتُ وَهُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ * 1

kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] cümleyi mütefekkirâne [gerçek nimet verici olan Allah’ı düşünürek] tekrar edip Yirminci Mektubun kısa bir hülâsatü’l-hülâsasını [esas, öz] beraber düşünüyordum. Birden kalbe geldi ki: “Bu kısacık hülâsa[esas, öz] Nadir Hocaya ve buradaki gençlere ders ver.” Ben de Bismillâh deyip başladım. Dedim:

Bu kelâm-ı tevhidde [Allah’ın birliğini ifade eden kelime] on bir müjde, on bir hüccet-i imaniye var. Şimdi, yalnız hüccetlere gayet kısa bir işaret edip, izahını ve müjdeleri Yirminci Mektup ve

735

Nur eczalarına havale edeceğim. Fakat şimdi, o dersi yazdığım zaman onlara söylemediğim bazı kelimeleri ve nükteleri [derin anlamlı söz] dahi yazmayı münasip gördüm. İşte o kelâm-ı tevhidin [Allah’ın birliğini ifade eden kelime] on bir kelimesinden,

BİRİNCİ KELİME

لاَ إِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 1 tır. Bundaki hüccet [delil] ise matbu Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] Risalesidir. O emsalsiz hüccetin [delil] harikalığı içindir ki, İmam-ı Ali (r.a.), Nurun eczalarından haber verdiği sırada وَبِاْلاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتِ 2 deyip o Âyetü’l-Kübrâ‘yı [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] şefaatçi yaparak Nur şakirtlerinin [öğrenci] Denizli hapsinde, o risalenin hem Ankara, hem Denizli Mahkemelerinde galebesiyle [üstün gelme] ve perde altında tesirli intişarıyla [açığa çıkma, yayılma] talebelerine beraat kazandırmaya sebep olduğu gibi, onun gizli tab’ı [baskı basma] da, şakirtlerinin [öğrenci] dokuz ay mevkufiyetlerine [tevkif edilmiş, tutuklu] vesile olmasıyla İmam-ı Ali’nin (r.a.), hem keramet-i gaybiyesini, [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] hem Nur şakirtlerinin [öğrenci] bedeline duasını pek zâhir bir surette tasdik etti.

Evet, Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] Şuâı, otuz üç icmâ-ı azîmi [büyük fikir birliği] ve küllî hüccetleri [delil] mevcudatın [var edilenler, varlıklar] heyet-i mecmuasında [birşeyin geneli, bütün] gösterip, her bir hüccet-i külliyede [büyük ve kapsamlı delil] hadsiz burhanlara [delil] işaret ederek başta semâvât, yıldızlar kelimeleriyle; arz, hayvanat ve nebatat [bitkiler] kelâmları ve cümleleriyle; git gide tâ kâinat mecmuası, müştemilât [içindekiler] ve mevcudat [var edilenler, varlıklar] ve hudûs [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] ve imkân ve tagayyür [başkalaşım, değişme] hakikatlerinin kelimeleriyle Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] mevcudiyetini ve vahdâniyetini [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] güneş zuhurunda ve gündüz kat’iyetinde ispat ediyor. Sarsılmaz bir iman isteyen ve dinsiz anarşistliğe karşı kırılmaz bir kılıç arayanlar, Âyetü’l-Kübrâ‘ya [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] müracaat etsinler.

736

İKİNCİ KELİME

وَحْدَهُ 1 dur. Bundaki hüccete [delil] gayet kısa bir işaret şudur:

Bu kâinatta, her cihette bir birlik, bir vahdet [Allah’ın birliği] görünüyor. Meselâ, kâinat bir muntazam şehir, bir muhteşem saray, bir mücessem [cisimleşmiş] mânidar kitap, bir cismânî ve her âyeti, hattâ herbir harfi ve herbir noktası mu’cizekâr bir Kur’ân hükmünde bulunmasıyla bir vahdet [Allah’ın birliği] ve birlik gösterdiği gibi, o sarayın lâmbası bir ve takvimci [program] kandili bir ve ateşli aşçısı bir ve sakacı süngeri, sucusu bir, bir bir bir, tâ bin birler kadar birlikleri ve vahdetleri [Allah’ın birliği] göstermekle, o sarayın ve şehrin, o kitabın, o cismânî Kur’ân-ı Kebîrin [büyük bir kitap gibi yazılmış olan kâinat] sahibi, hâkimi, kâtibi, musannifi [sınıflandıran, düzenleyen] bilbedahe [açıkça] mevcut ve vâhid [bir] ve birdir diye kat’î ispat eder.

ÜÇÜNCÜ KELİME

لاَشَرِيكَ لَهُ 2 dur. Bundaki hüccete [delil] gayet kısa bir işaret şudur ki:

Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] Şuâının madeni, üstadı, esası ve “Âyetü’l-Kübrâ[en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] namında olan قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُۤ اٰلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ إِذًا لاَ بْتَغَوْا اِلٰى ذِى الْعَرْشِ سَبِيلاً 3 (ilâ âhir) âyet-i ekberidir. Yani, “Eğer şeriki olsa ve başka parmaklar icada ve rububiyete [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] karışsaydılar, intizam-ı kâinat [kâinatın düzeni] bozulacaktı.” Halbuki, küçücük sineğin kanadından ve gözbebeğindeki hüceyrecikten [hücre] tut, tâ tayyare-i cevviye olan hadsiz kuşlara, tâ manzume-i şemsiyeye [güneş sistemi] kadar her şeyde cüz’î [ferdî, küçük] küllî, küçük ve büyük, en mükemmel bir intizam bulunması, şeksiz [şüphesiz] ve kat’î bir surette şeriklerin muhaliyetine [imkansızlık] ve mâdumiyetine [yok] delâlet ettiği gibi, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] mevcudiyetine ve vahdetine [Allah’ın birliği] bilbedahe [açıkça] şehadet eder.

737

DÖRDÜNCÜ KELİME

1 لَهُ الْمُلْكُ dür. Bundaki uzun hüccete [delil] gayet kısa bir işaret:

Evet, gözümüzle görüyoruz ki, zemin yüzünü bir tarla yapıp içinde, her bir baharda yüzbin nevi nebatatın [bitki] tohumlarını beraber, karışık olarak o pek geniş tarlada ekiyor. Ve mahsulâtlarını ayrı ayrı, hiç karıştırmayarak, şaşırmayarak, kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] kaldırıp iki yüz bin nevi hayvanatına ondan erzak ve tâyinatı, rahmet ve hikmet eliyle, ihtiyaçlarına göre tevzi [(sahiplerine) dağıtma] eden hadsiz kudret ve ilim sahibi bir Mutasarrıf [dilediği gibi idare eden] perde arkasında var ki, bu geniş ve zengin mülkünde, hususan zemin tarlasında bu tasarrufatı [dilediği gibi kullanma ve idare etme] yapıyor. Bu Mutasarrıf-ı Hakîmi [herşeyi hikmetle yapan ve dilediği gibi kullanan sonsuz tasarruf ve yetki sahibi Allah] ve Mâlik-i Rahîmi [özel şefkat ve merhameti olan ve herşeyin sahibi Allah] tanımayan, bu zemini, ahmak sofestâîler [kâinatın Yaratıcısını kabul etmemek için herşeyi, hattâ kendini dahi inkâr eden bir felsefî ekole bağlı kimse] gibi mahsulâtıyla inkâr etmeye mecbur olur.

BEŞİNCİ KELİME

وَلَهُ الْحَمْدُ 2 dür. Bundaki pek geniş hüccete [delil] gayet kısa bir işarettir:

Evet, gözümüzle görüyoruz ve aklımızla bedahetle [ap açık bir şekilde] biliyoruz ki, bu kâinat şehrinde ve zemin mahallesinde ve insan ve hayvanat kışlasında öyle bir Rezzâk-ı Rahîm [herşeyin rızkını veren, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah] ve Muhsin-i Kerîm [yarattıklarına sonsuz bağış ve ikramda bulunan Allah] tasarruf ve nezaret ve terbiye eder ki, Kendi nimetlerine mukàbil hamd ve şükrettirmek için, zemini bir sefine-i tüccariye [ticaret gemisi] ve erzak getiren bir şimendifer [tren] ve yüzündeki bahar mevsimini bir vagon tarzında yüz bin nevi taamlarla ve memeler denilen konserve paketleriyle doldurup, kış âhirinde erzakları biten muhtaç zîhayatlara [canlı] yetiştiren bir Rezzâk-ı Rahîmin [herşeyin rızkını veren, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah] işleri olduğunu, zerre kadar aklı bulunan tasdik eder. Ve tasdik etmeyip inkâra sapan, elbette zemin yüzünde vesile-i hamd ve şükran [hamd ve şükür vesilesi, sebebi] olan bütün muntazam nimetleri ve muayyen rızıkları inkâr etmeye mecbur olarak ahmak bir muzır [zararlı] hayvan olur.

738

ALTINCI KELİME

يُحْيِى 1 dir. Hüccetine, [delil] gayet kısa bir işaret:

Evet, Onuncu Sözde ve Nur eczalarında burhanlarıyla [delil] ispat edilmiş ki, her baharda, zîhayattan [canlı] üç yüz bin nevi ve çeşit çeşit tarzlarda ve hadsiz efradı [bireyler] bulunan bir ordu-yu Sübhânî, [eksik ve kusurlardan uzak olan Allah’ın ordusu] rû-yi zeminde [yeryüzü] ihya [diriltme] ediliyor. Onlara hayat ve levazımat-ı hayatiye [hayat için gerekli şeyler] kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] veriliyor. Haşr-i âzamın [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] yüz bin nümunelerini, belki emarelerini gösterip, o ayrı ayrı hadsiz mahlûkatı beraber, birbiri içinde, sehivsiz, [hatasız] yanlışsız, noksansız, hiç şaşırmayarak, karışık iken hiç karıştırmayarak, unutmayarak kemâl-i mîzan ve nizamla [mükemmel ölçü ve düzen] dirilten ve hayat veren ve nutfe [memelilerin yaratıldığı su] denilen mütemasil [benzer] su katrelerinden [damla] ve toprak müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] tohumlarından ve az farklı habbeciklerinden ve sineklerin birbirinin aynı olan yumurtacıklarından ve kuşların aynı havadan, birbirinin aynı nutfelerinden, [memelilerin yaratıldığı su] hem birbirinin misli [benzer] veya az farklı yumurtalarından o hadsiz efradı [bireyler] bulunan ve birbirinden suretçe, [şekilce] sanatça ve maişetçe [geçim] ayrı ayrı yüz binler zîhayatları [canlı] dirilten ve zemin ve bahar sahifesinde yüz bin başka başka kitapları beraber, birbiri içinde, hatâsız, gâyet mükemmel yazan, hadsiz bir dikkat ve nihayetsiz bir hikmetle iş gören, tasarruf eden bir Zât-ı Hayy-ı Kayyûm [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] ve Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] bir Hallâk-ı Alîm [küçük büyük, gizli açık, geçmiş ve gelecek her şeyi hakkıyla bilen ve kâinatta her şeyi yaratan Allah] olduğuna kanaat getirmeyen, elbette hem kendini, hem bütün zeminde ve zaman şeridine asılan bütün geçmiş baharlarda ve hayatlı zemin ve feza [uzay] yüzlerinde bulunmuş bütün zîhayatları [canlı] inkâr etmeye ve en ahmak ve bedbaht bir zîhayat [canlı] olmaya mecburdur.

YEDİNCİ KELİME

وَيُمِيتُ 2 dür. Bunun hüccetine [delil] gayet kısa bir işaret:

Evet, görüyoruz ki, güz mevsiminde üç yüz bin nevi zîhayat [canlı] vefat namıyla terhis  

739

edilirken, her bir nevi ve ferdin sahife-i amellerinin [amellerin yazıldığı sahife] kutucukları ve işlediklerinin fihristeleri ve gelen baharda işleyeceklerinin listeleri ve bir cihette bir nevi ruhları olan tohumlarını onların yerlerinde Hafîz-i Zülcelâlin [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, büyük küçük herşeyi kaydedip koruyan Allah] yed-i hikmetine [hikmet eli] emanet edildiğini ve incirin tohum ve çekirdekleri gibi zerrecik o küçücük tohumları birer ruh-u bâki [devamlı ve kalıcı ruh] gibi incir ağacının bütün kavânin-i hayatiyesini [hayat kanunları] taşıyan ve bir kitap kadar kuvve-i hafızada [bellek, hafıza duyusu] yazı misil[benzer] ağacın tarihçe-i hayatını [hayat hikayesi] onda kader kalemiyle yazan, büyük bir kitap hükmüne getiren bir Hallâk-ı Hakîm, [herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Yaratıcı] bir Hayy-ı Lâyemutu tanımayan, elbette değil ahmak bir insan ve divâne bir hayvan, belki Cehennem ateşini karıştıran bir serseri şeytandan daha bedbaht ve ebedî ölüme mahkûm olur.

Evet, bu kelimelerin hüccetlerine [delil] işaret eden küllî, ihâta[kavrayış] ve hadsiz harika ve nihayetsiz harikaları, mu’cizeleri ihtiva eden bu mezkûr [adı geçen] hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] ef’âl, [fiiler, davranışlar] fâilsiz [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olmaları yüz derece muhal [bâtıl, boş söz] ve bâtıl olduğu gibi, kör, âciz, şuursuz, sağır, câmid, [cansız] karma karışık, intizamsız, karışık, istilâcı olan esbaba isnad etmek bin derece mümteni, [imkansız] esassızdır. Yoksa, toprağın her bir zerresinde hadsiz bir kudret, bir hikmet ve bütün otlar ve çiçeklerin teşkilatına dair pek harika ve küllî bir sanatkârlık bulunmak, havanın her bir zerresinde—Rehberdeki Hüve [“O”, Allah] Nüktesinin [derin anlamlı söz] dediği gibi—bütün konuşmaları ve telefon ve radyoların kelimelerini bilecek ve sair zerrelere ders verecek bir kàbiliyet bulunmak lâzım gelir. Bu acip fikri ise, hiçbir şeytan, hiçbir kimseye kabul ettiremez. Ve bu derece akıldan, hakikatten uzak ve bütün mevcudata [var edilenler, varlıklar] karşı bir tahkir [aşağılama] ve tecavüz olan küfür ve inkârın cezası, ancak dehşetli Cehennem olabilir ve ayn-ı adalettir. [adaletin ta kendisi] Elbette öyle münkirler [Allah’a inanmayan] için, “Yaşasın Cehennem!” dememiz lâzım.

740

SEKİZİNCİ KELİME

وَهُوَ حَىٌّ لاَيَمُوتُ 1 tur. Bundaki hüccete [delil] gayet kısa bir işaret şudur:

Meselâ, nasıl gündüzde çalkanan bir deniz yüzünde ve akan bir nehir üstündeki kabarcıklarda görünen güneşcikler gitmeleriyle arkalarından gelen yeni kabarcıklar, aynen gidenler gibi güneşçikleri gösterip gökteki güneşe işaret ve şehadet ederler ve zevâl [batış, kayboluş] ve vefatlarıyla bir daimî güneşin mevcudiyetine ve bekàsına delâlet ederler. Aynen öyle de, her vakit değişen kâinat denizinin yüzünde ve tazelenen hadsiz fezasında [uzay] ve zerrat [atomlar] tarlasında ve bütün hâdisatı ve fâni mevcudatı [var edilenler, varlıklar] kucağına alarak beraber çalkanan zaman nehrinin içinde mahlûkat, mütemadiyen sür’atle akıp gidiyorlar, zâhirî sebepleriyle beraber vefat ediyorlar. Her sene, hergün bir kâinat ölür, bir tazesi yerine gelir. Ve zerrat [atomlar] tarlasında, mütemadiyen seyyar dünyalar ve seyyal [akıcı] âlemler mahsulâtı alındığından, elbette kabarcıklar ve güneşcikler zevâlleriyle [batış, kayboluş] daimî bir güneşi gösterdikleri gibi, o hadsiz mahlûkat ve mahsulâtın vefatları ve zâhirî sebepleriyle beraber kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] terhisleri, gündüz gibi şüphesiz, güneş gibi zâhir bir kat’iyette bir Hayy-ı Lâyemutun, bir Şems-i Sermedînin, [devamlı ve sürekli güneş] bir Hallâk-ı Bâkînin [hiçbir zaman yok olmayan, varlığı kalıcı ve devamlı olan, her şeyi sürekli olarak çokça yaratan Allah] ve bir Kumandan-ı Akdesin [bütün varlıkları emri altında tutan ve her türlü eksiklikten ve âcizlikten yüce olan Allah] vücub-u vücudu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdeti [Allah’ın birliği] ve mevcudiyeti, kâinatın mevcudiyetinden bin derece zâhir ve kat’îdir diye bütün mevcudat [var edilenler, varlıklar] ayrı ayrı ve beraber şehadet ederler.

İşte, kâinatı dolduran bu yüksek sesleri ve kuvvetli şehadetleri işitmeyen ve kulak vermeyen, ne derece sağır ve ahmak ve câni olduğunu elbette anladınız.

DOKUZUNCU KELİME

بِيَدِهِ الْخَيْرُ 2 dır. Bundaki hüccete [delil] gayet kısa bir işaret şudur:

Görüyoruz ki, bu kâinatta her daire, her nevi, her tabaka, hattâ her fert, her

741

âzâ, hattâ her bedendeki herbir hüceyrenin [hücre] ihtiyat [dikkat, tedbir] rızkını taşıyan bir mahzeni, [depo] bir deposu ve levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] yetiştiren, muhafaza eden bir tarlası ve hazinesi var ki, gayet intizam ve mîzanla [denge, ölçü] ve nihayetsiz hikmet ve inayetle, [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] vakti vaktine, muhtacın iktidar ve ihtiyarı haricinde, bir dest-i gaybî [görünmeyen el] tarafından o muhtacın eline veriliyor.

Meselâ, dağlar, zîhayata [canlı] ve insana lâzım olan bütün madenleri, ilâçları ve hayata lâzım şeyleri taşıyor ve birinin emriyle ve tedbiriyle gayet mükemmel bir hazine, bir ambar olduğu gibi; zemin dahi bütün o zîhayatın [canlı] erzaklarını bir Rezzâk-ı Hakîmin [herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan ve bütün varlıkların rızıklarını bol bir şekilde tekrar tekrar veren ve ihtiyaçlarını karşılayan Allah] kuvvetiyle yetiştiren kemâl-i mîzan ve intizamla bir tarla, bir harman, bir matbahtır. [mutfak] Hattâ her insanın ve cismindeki herbir uzvun bir deposu ve mahzeni, [depo] hattâ bir hüceyrenin [hücre] dahi bir ihtiyat [dikkat, tedbir] mahzenciği [depo] bulunması gibi, git gide tâ dâr-ı âhiretin [âhiret âlemi] bir mahzeni [depo] dünyadır; ve Cennetin bir tarlası ve deposu, bu âlemdeki hüsünleri [güzellik] ve hasenatları ve nurları mahsul veren âlem-i İslâmiyet [İslâm âlemi] ve hakikatli insaniyet; ve Cehennemin bir ambarı ise, şerleri ve çirkinleri ve küfürleri mahsul veren ve şer olan ademden gelen ve hayır olan vücut âlemlerini telvis eden [kirleten] pis maddeler, taifeler; ve yıldızların hararet mahzeni, [depo] Cehennem; ve nurlar hazinesi, bir Cennettir ki, بِيَدِهِ الْخَيْرُ 1 kelimesi, bütün o hadsiz hazinelere işaretle pek parlak bir hücceti [delil] gösteriyor.

Evet, bu kelime ile ve بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَىْءٍ cümlesiyle (yani, “Her şeyin anahtarı Onun elindedir”) nihayetsiz geniş ve hadsiz harikalı bir hüccet-i rububiyet ve vahdet [Allah’ın birliği] , [Allah’ın Rablık ve birlik delili] bütün bütün kör olmayana gösterir. Meselâ, hadsiz o hazine ve ambarlardan yalnız buna bak ki, herbiri bir koca ağacın veya bir parlak çiçeğin cihazatını ve mukadderatının [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] programını taşıyan küçücük mahzencikler [depo] olan çekirdekler ve tohumların anahtarları elinde bulunan bir Mutasarrıf-ı Hakîm, [herşeyi hikmetle yapan ve dilediği gibi kullanan sonsuz tasarruf ve yetki sahibi Allah] bir çekirdeğin kapıcığını “Uyan!” emriyle ve irade anahtarıyla tam mizan-ı nizamla [düzen ölçüsü, terazisi]

742

açtığı gibi, zemin hazinesini dahi yağmur anahtarıyla açarak, mahzencikleri [depo] ve nebatatın [bitki] nutfeleri [memelilerin yaratıldığı su] olan bütün habbeleri ve hayvanatın menşeleri ve kuşların ve sineklerin su ve havadan nutfeleri [memelilerin yaratıldığı su] olan bütün inkişaf [açığa çıkma] emrini alan katreler [damla] mahzenciklerini [depo] beraber, hatâsız açtığı vakitte, kâinatta küllî ve cüz’î, [ferdî, küçük] maddî ve mânevî bütün hazine ve depoları hikmet ve irade ve rahmet ve meşîet [dileme, irade, istek] eliyle her birine mahsus bir anahtarla açtığını bilmek ve görmek istersen, senin bir nevi mahzenciklerin [depo] olan kendi kalbine ve dimağına [akıl, beyin] ve cesedine ve midene ve bahçene ve zeminin çiçeği olan bahara ve ondaki çiçeklere ve meyvelere bak ki, kemâl-i nizam [mükemmel bir düzen] ve mîzan [denge, ölçü] ve rahmet ve hikmetle bir dest-i gaybî [görünmeyen el] tarafından emr-i كُنْ فَيَكُونُ 1 tezgâhından gelen ayrı ayrı anahtarlarla açıyor. Bir dirhem kadar bir kutucuktan bir batman, [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] belki bazan yüz batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] taamları kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] çıkarıyor, zîhayatlara [canlı] ziyafet veriyor. Acaba böyle muntazam, alîmâne, basîrâne [görerek] nihayetsiz bir fiile ve tesadüfsüz, tam hikmetli bir san’ata ve yanlışsız, tam mizan[ölçü] bir tasarrufa ve zulümsüz, tam adaletli bir rububiyete, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] hiç mümkün müdür ki, kör kuvvet, sağır tabiat, serseri tesadüf; câmid, [cansız] cahil, âciz esbab [sebebler] müdahale edebilsin? Ve bütün eşyayı birden görüp ve beraber idare edemeyen ve zerratla [atomlar] seyyarat [gezegenler] yıldızları emrinde bulunmayan bir mevcut, bu her cihetle hikmetli, mu’cizeli, mizan[ölçü] tasarrufa ve idareye karışabilsin?

İşte, her hayır elinde, her şeyin anahtarı yanında bulunan böyle bir Mutasarrıf-ı Rahîmi, [varlıklar üzerinde merhamet ve rahmetinin çok özel tecellîleri bulunan sonsuz tasarruf ve yetki sahibi Allah] bir Rabb-i Hakîmi [her işi hikmetle yapıp herşeyi idare ve terbiye eden Allah] tanımayan ve inkâra sapana, elbette

743

تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ 1 âyetinin dediği gibi, Cehennem ona kızıyor ve kızışıyor ve hadsiz azabıma müstehaktır, merhamete hiç lâyık değildir diye lisan-ı hal [beden dili] ile der.

ONUNCU KELİME

وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ 2 dir. Bundaki hüccete [delil] gayet kısa bir işaret şudur:

Bu misafirhane-i dünyaya [dünya misafirhanesi] gelen her zîşuur, [akıl ve şuur sahibi] gözünü açtıkça görür ki, bir kudret, bütün kâinatı kabzasında [avuç] tutmuş. Ve nihayetsiz, hiç şaşırmayan ezelî, ihâta[kavrayış] bir ilim ve gayet dikkatli, hiç mizansız, [ölçü] faidesiz hareket etmeyen bir sermedî [daimi, sürekli] hikmet ve inayet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] o kudretin içinde bulunup zerrat [atomlar] ordusundan birtek zerreyi meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] Mevlevî gibi döndürerek çok vazifelerde istihdam [çalıştırma] ettiği gibi; küre-i arzı [yer küre, dünya] aynı anda, aynı kanunla bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede, yine bir meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] Mevlevî misil[benzer] gezdirir. Mevsimlerin mahsulâtlarını hayvan ve insanlara getirdiği aynı kanunla, aynı zamanda güneşi bir mekik, [dokuma âleti] bir çıkrık yaparak, merkezinde cezbedarâne ve câzibekârâne döndürüp manzume-i şemsiye [güneş sistemi] ordusu olan seyyarat [gezegenler] yıldızlarını kemâl-i mizan [mükemmel ve kusursuz bir ölçü] ve intizamla vazifelerde çalıştırır.

Ve aynı kudret, aynı zamanda, aynı kanun-u hikmetle [hikmetli ve bilimsel kanun] zemin sahifesinde, yüz binler kitap hükmünde yüz binler nevileri beraber, birbiri içinde, iltibassız, [karıştırmadan] sehivsiz [hatasız] yazar, haşr-i âzamın [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] binler nümunelerini izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder.

Ve aynı kudret, aynı zamanda, hava sahifesini bir yazar-bozar tahtasına çevirir. Bütün zerrelerini birer kalem uçları ve o kitabın noktaları hükmünde, emir ve iradenin onlara tayin ettiği vazifelerinde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ederek ve bütün o zerrelere herbirine öyle bir kàbiliyet vermiş ki, güya bütün sözleri ve konuşmaları bilir

744

gibi alır, neşreder, şaşırmaz, küçücük birer kulak, incecik birer lisan olarak istihdam [çalıştırma] edip unsur-u hava, [hava maddesi] emir ve irade-i İlâhînin [Allah’ın iradesi, dilemesi] bir arşı olduğunu ispat eder.

İşte, bu kısa işarete kıyasen, bu kâinatı bir muntazam şehir, bir mükemmel apartman ve misafirhane, bir mu’cizatlı kitap ve Kur’ân hükmüne getirip heyet-i mecmuasından [birşeyin geneli, bütün] tâ bir zerreye kadar bütün mahlûkat tabakalarını ve dairelerini ve taifelerini mizan-ı ilim [ilim ölçüsü] ve nizam-ı hikmetle [Canab-ı Hakkın koyduğu tanzim ettiği, her şeyin bir sebebe gaye ve faydaya dayandığı hikmetli düzen] kabzasına [avuç] alan, tasarruf eden, kudreti içinde hikmetini, rahmetini gösteren ve rububiyet-i mutlaka[Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] içinde mevcudiyetini ve vahdâniyetini [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] güneş ve gündüz gibi bildirip tanıttırmasına mukàbil imanla tanımak ve sevdirmesine mukàbil ubudiyetle [Allah’a kulluk] sevmek ve ihsanatlarına [bağış] mukàbil şükür ve hamd isteyen böyle bir Rahmân-ı Rahîmi [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] tanımayan ve ubudiyetle [Allah’a kulluk] Onu sevmeye çalışmayan, belki inkârla Ona bir nevi adavet [düşmanlık] taşıyan insan suretindeki şeytanlar, birer küçük Nemrut ve Firavun hükmünde nihayetsiz bir azaba elbette müstehak olur.

ON BİRİNCİ KELİME

وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ dir.

Yani, “Daire-i huzuruna [huzur dairesi] ve âlem-i bâkisine [devamlı ve kalıcı âlem] ve âhiretine ve sermedî [daimi, sürekli] dâr-ı saadetine [mutluluk yeri; Cennet] gidileceği gibi, bütün kâinattaki mahlûkatın mercii Odur. Bütün esbab [sebebler] silsileleri Ona dayanıyor ve kudretine istinad eder ve o kudretinin tasarrufatına [dilediği gibi kullanma ve idare etme] birer perdedirler. O kudret-i kudsiyenin [her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın güç ve iktidarı] izzetini [büyüklük, yücelik] ve haşmetini muhafaza için bütün zâhirî sebepler yalnız birer perdedirler; icadda da hiç tesirleri yoktur. Emir

745

ve iradesi olmazsa hiçbir şey, hattâ hiçbir zerre hareket edemez” demektir. Bu kelimedeki hüccete [delil] gayet kısa bir işaret ederiz.

Evvelâ: Bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kelimenin ifade ettiği haşir ve âhiret ve hayat-ı bâkiye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] hakikatinin bu gelen bahar gibi kat’î ve şüphesiz tahakkukunu [gerçekleşme] ve geleceğini tam iman ettirmek ve ispat etmek cihetini Onuncu Söz ve zeyillerine [ilave, ek] ve Yirmi Dokuzuncu Söze [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] ve Meyvenin Yedinci Meselesine ve Münâcât [Allah’a yalvarış, dua] Şuâına ve Nurun imanî risalelerine havale ederiz. Elhak, onlar, bu rükn-ü imanîyi [imanın şartı, esası] öyle bir tarzda hadsiz hüccetlerle [delil] ispat etmişler ki, dünyanın mevcudiyeti derecesinde âhiretin tahakkukunu, [gerçekleşme] en muannid [inatçı] münkirleri [Allah’a inanmayan] de tasdike mecbur eden bir surette ispat etmişler.

Saniyen: [ikinci olarak] Mu’cizü’l-Beyân-ı Kur’ân’ın üçten birisi haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] ve âhirete bakar, her dâvâyı ona bina eder. Öyle ise, Kur’ân’ın hakkaniyetini ispat eden bütün mu’cizeleri ve hüccetleri, [delil] âhiretin vücuduna dahi delâlet ettikleri gibi, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın nübüvvetine [peygamberlik] şehadet eden bütün mu’cizeleri ve umum delâil-i nübüvveti [peygamberlik delilleri] ve sıdkının [doğruluk] bütün hüccetleri, [delil] haşir ve âhirete dahi şehadet ederler. Çünkü, o zâtın (a.s.m.) bütün hayatında daimî bir büyük dâvâsı âhiret olduğu gibi, bütün yüz yirmi dört (124) bin peygamberler (aleyhimüsselâm) dahi hayat-ı bâkiye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] dâvâ edip beşere müjde ederek hadsiz mu’cizelerle ve kat’î delillerle ispat ettiklerinden, elbette onların peygamberliklerine ve sadıkıyetlerine [doğruluk] delâlet eden bütün mu’cizeleri ve hüccetleri, [delil] onların en büyük ve daimî dâvâları olan âhirete ve hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] şehadet ederler. Buna kıyasen, sâir erkân-ı imaniyeyi [iman esasları] ispat eden bütün deliller dahi haşrin vukuuna ve dâr-ı saadetin [mutluluk yeri; Cennet] açılmasına şehadet ederler.

Salisen: [üçüncü olarak] Hiç mümkün müdür ki, kendi kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve kudret ve rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi]

746

izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek için bu kâinatı bütün zerrat [atomlar] ve seyyarat [gezegenler] ve ecza [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] ve tabakatıyla halk edip kemâl-i hikmetle [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] herbirisini bir vazifeyle, belki çok vazifelerle mütemâdiyen [aralıksız, devamlı] çalıştıran ve sermedî, [daimi, sürekli] hadsiz cilve-i esmâsını [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] göstermek için kàfile kàfile arkasında, belki seyyar müteceddid [yenilenen, tazelenen] dünya dünya arkasında ve mahlûkat taifelerini bu misafirhane-i âleme [dünya misafirhanesi] ve hayat-ı dünyeviye [dünya hayatı] meydan-ı imtihanına [imtihan meydanı] gönderip âlem-i misalde [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] kurulan uhrevî sinemalar ve berzahî [iki şey arasındaki geçiş yeri] fotoğraflarla suretlerini ve amellerini ve vaziyetlerini alarak onları terhisten sonra, başka taife ve kàfile ve seyyal [akıcı] ve seyyar bir nevi dünyaları o meydana vazifeler ve cilve-i esmâsına [Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansıması] âyineler olmak için gönderen bir Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir Hâlık-ı Zülcemâl, bir Allah-ı Zülkemâl, bu fâni dünyada şuur ve akıl ile o Hâlıkın bütün maksatlarına karşı mukabele [karşılama; karşılık verme] eden ve bütün istidadıyla [kabiliyet] o Hâlıkı sevip sevdirip, tanıyıp tanıttırıp, hadsiz dualarla bekà-i âhiret saadetini yalvaran ve akıl sebebiyle nihayetsiz elemler aldığından, bütün fıtratı ve ruhu ve istidadı [kabiliyet] ile ayn-ı lezzet [lezzetin tâ kendisi] olan hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] isteyen bu nev-i insan [insan türü, insanlık] için bir dâr-ı mükâfat [mükâfat yurdu] ve mücâzât, [ceza] bir haşir neşir olmasın? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ!

İşte, bu kısacık işaretin izahatı ve tafsilâtı [ayrıntılar] ve hüccetleri [delil] parlak ve kuvvetli bir surette Risale-i Nur’da bulunmasından, ona havale ederek bu pek uzun kıssayı kısa kesiyoruz.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

ba

747

Fâtiha-i [başlangıç] Şerifenin bir muhtasar [kısa] hülâsa[esas, öz]

 Üçüncü medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] muvakkat [geçici] pek az bir zamanda tecridden temasa naklimde verilen yalnız bir tek dersin ikinci kısmı.

Hapiste Nur şakirtlerine [öğrenci] kısacık bir ders nümunesidir. O da şudur:

Fâtiha-i [başlangıç] Şerife denizinden bir katre [damla] ve güneşindeki elvan-ı seb’a, [yedi renk] yani ziyasındaki yedi renginden [rengârenk, süslü, parlak] bir tek lem’a [parıltı] beyan etmeyi, namazdaki Fâtiha [başlangıç] kalbe emretti. Gerçi Yirmi Dokuzuncu Mektubun bir kısmında, hususan “na’büdü” ن ‘undaki seyahat-ı hayaliye ve Rumuz-u Semaniye‘de [Kur’ân’ın gizli sırları ile ilgili sekiz remzi; 29. Mektubun 8. Kısmı] ve İşarâtü’l-İ’câz tefsirinde ve sair Nur eczalarında bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hazinenin çok tatlı ve güzel nüktelerini [derin anlamlı söz] yazmışız. Fakat o pek şirin hülâsa-i Kur’âniyeden yalnız imanın rükünlerine [esas, şart] ve hüccetlerine [delil] işârâtını, [işaretler] gayet kısa bir muhtasar [kısa] hülâsasını, [esas, öz] birinci kısımdaki tarz-ı ifade [ifade etme tarzı] gibi, kendim namazdaki tefekkürümü yazmasına bir cihette mecbur oldum.

1 بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ kelimesini Nurun iki üç risalelerine havale edip اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ 2 den başlıyorum.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ …الخ * 3

BİRİNCİ KELİME

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ dır. Bundaki hüccet-i imaniyeye gayet kısa bir işaret:

Evet, kâinatta medâr-ı hamd [şükür sebebi] ve şükür olan kastî in’âmlar [nimetlendirme] ve nimetler, hususan

748

kan ve fışkı [canlıların dışkısı] içinden sâfî, temiz, gıdalı sütü âciz yavrulara göndermek ve ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] ihsanlar [bağış] ve hediyeler ve merhametli ikramlar ve ziyafetler zemin yüzünü, belki kâinatı doldurmuş. Onların fiyatı dahi, başta Bismillâh, âhirde Elhamdü lillâh, ortada nimette in’âmı [nimetlendirme] hissetmek ve Rabbini onunla tanımaktır.

Sen kendi nefsine, midene, duygularına bak. Ne kadar şeylere, nimetlere muhtaçtırlar. Ve ne derece hamd ve şükür fiyatıyla rızıkları, lezzetleri isterler, gör; her zîhayatı [canlı] kendine kıyas eyle. İşte bu umumî in’âmlar [nimetlendirme] mukàbilinde hal ve kàl [dil, söz, kelâm] dilleriyle edilen hadsiz hamdler, pek kat’î bir surette bir Mâbud-u Mahmud, bir Mün’im-i Rahîmin [sonsuz şefkat ve merhamet sahibi ve gerçek nimet verici olan, Allah] mevcudiyetini ve umumî rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] güneş gibi gösterir.

İKİNCİ KELİME

رَبِّ الْعَالَمِينَ 1 dir. Bundaki hüccete [delil] gayet kısa bir işaret:

Evet, biz gözümüzle görüyoruz ki, bu kâinatta binler değil, belki milyonlar âlemler, küçük kâinatlar, ekseri birbiri içinde, her birinin idaresi ve tedbirinin şeraiti ayrı ayrı olduğu halde, öyle bir mükemmel terbiye, tedbir, idare ediliyor ki, bütün kâinat bir sahife gibi her an nazarında ve bütün âlemler birer satır gibi kalem-i kudret [Allah’ın kudret kalemi] ve kaderiyle yazılır, tazelenir, değişir. Bir nihayetsiz rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] içinde nihayetsiz bir ilim ve hikmet ve ihata[herşeyi kuşatma] hadsiz bir rahmet ve dikkatle bu milyonlar âlemleri ve seyyal [akıcı] kâinatları idare eden bir Rabbü’l-Âlemînin [âlemlerin Rabbi olan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] küllî ve cüz’î [ferdî, küçük] şehadetler, zerreler ve zerrelerden terekküp [birleşme] eden mevcutlar adedince hadsiz, nihayetsiz şehadetler her an ve zaman

749

geliyorlar. Zerrat [atomlar] tarlasından tâ manzume-i şemsiyeye, [güneş sistemi] tâ Samanyolu denilen kehkeşan [samanyolu] dairesine ve bir hüceyre-i bedenden [bedeni oluşturan hücrecik] tâ zemin mahzenine, [depo] tâ kâinat heyet-i mecmuasına [birşeyin geneli, bütün] kadar aynı kanun, aynı rububiyet, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] aynı hikmetle beraber idare ve terbiye eden bir rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] tasdik ve hissetmeyen, bilmeyen, görmeyen bir insan, elbette hadsiz bir azaba kendini müstehak eder ve merhamete liyakatini selb [ortadan kaldırma] eder.

ÜÇÜNCÜ KELİME

اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 1 dir. Bundaki hüccete [delil] gayet kısa bir işaret:

Evet, kâinatta hadsiz rahmetin mevcudiyeti ve hakikatı, aynen güneşin ziyası gibi görünür. Ve ziyanın güneşe kat’î şehadeti misillü, [benzer] bu geniş rahmet dahi, perde arkasında bir Rahmân-ı Rahîme [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] şehadet eder. Evet, rahmetin bir ehemmiyetli kısmı rızıktır ki, Rahmân’a “Rezzâk[bütün canlıların rızıklarını veren Allah] mânâsı verilir. Rızık ise, o derece zâhir bir tarzda bir Rezzâk-ı Rahîmi [herşeyin rızkını veren, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah] gösterir ki, zerre kadar şuuru bulunan, tasdike mecbur olur.

Meselâ, bütün zîhayatın, [canlı] hususan âcizlerin ve bilhassa yavruların, bütün zeminde ve fezada [uzay] ihtiyar ve iktidarlarının haricinde, gayet harika bir tarzda hiçten ve mütemasil [benzer] çekirdeklerden ve su katrelerinden [damla] ve toprak habbeciklerinden yetiştiriyor. Hattâ ağacın başındaki yuvada kanatsız, zayıf kuşçuklara annelerini emirber [emre hazır] nefer [asker] gibi gezdirir, rızıklarını getirttirir. Ve aç bir arslanı yavrusuna musahhar [boyun eğdirilmiş] eder, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna yedirir. Ve sair hayvanatın ve insanın yavrularına memeler musluğundan âb-ı kevser [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] gibi hoş, mugaddî, [gıdalı, besleyici] sâfî, halis, beyaz sütleri kırmızı kan ve mülevves [kirli, pis] fışkı [canlıların dışkısı] içinden bulaşmadan, bulandırmadan

750

imdatlarına gönderir, validelerinin şefkatlerini yardımcı verir. Ve bir nevi rızık isteyen umum ağaçlara, münasip rızıklarını onlara pek harika bir tarzda koşturduğu gibi, bir nevi maddî ve mânevî rızık isteyen insanın duygularına, akıl, kalb, ruhlarına dahi pek geniş bir sofra-i erzak [herkesin istifade ettiği rızık sofrası] onlara ihsan [bağış] ediliyor. Güya kâinat, gül çiçeğinin yaprakları ve mısır sümbülünün gömlekleri gibi birbiri içinde sarılı, yüz binler ayrı ayrı, çeşit çeşit sofralardır ki, o sofralar adedince ve onlardaki taamlar ve nimetler miktarınca dillerle ve ayrı ayrı, küllî ve cüz’î [ferdî, küçük] lisanlarla bir Rahmân-ı Rezzâkı, [rahmet ve merhameti bütün varlıkları kuşatan ve bütün varlıkların rızıklarını bol bir şekilde tekrar tekrar veren ve ihtiyaçlarını karşılayan Allah] bir Rahîm-i Kerîmi [herbir varlığa rahmet ve merhametiyle tecelli eden ve cömertlik sahibi Allah] bütün bütün kör olmayana gösterir.

Eğer denilse, “Bu dünyadaki musibetler, çirkinlikler, şerler, o ihata[herşeyi kuşatma] rahmete münâfidir, [aykırı] bulandırıyor.”

Elcevap: Risale-i Kader [Kader Risalesi (Yirmi Altıncı Söz)] gibi Nurun risalelerinde bu dehşetli suale tam cevap verilmiş. Onlara havale ile, kısacık bir işareti şudur:

Her bir unsurun, her bir nev’in, her bir mevcudun, küllî ve cüz’î [ferdî, küçük] müteaddit [bir çok] vazifeleri ve o her bir vazifenin çok neticeleri ve meyveleri var. Ve ekseriyet-i mutlakası, [büyük çoğunluk] maslahat [amaç, yarar] ve güzel ve hayır ve rahmettirler. Ve az bir kısmı, kàbiliyetsizlere ve yanlış mübaşeret [bir işe başlama, girişim, temas etme] edenlere veya ceza ve terbiyeye müstehak olanlara veya çok hayırları sümbül vermeye vesile olanlara rastgelir; zâhirî, cüz’î [ferdî, küçük] bir şer, bir çirkinlik olur, bir merhametsizlik görünür. Eğer o cüz’î [ferdî, küçük] şer gelmemek için rahmet tarafından o unsur ve küllî mevcut o vazifesinden men edilse, o vakit bütün hayırlı, güzel sair neticeleri vücut bulmaz. Bir hayrın ademi, şer ve bir güzelliğin bozulması, çirkinlik olması itibarıyla, o neticeler adedince şerler, çirkinlikler, merhametsizlikler husul [meydana gelme] bulur. Demek birtek şer gelmemek için yüzer şerler, merhametsizlikler irtikâp [kötü iş işleme] edilir ki, bütün bütün hikmete, maslahata, [amaç, yarar] rububiyetteki [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] rahmete muhalif düşer. Meselâ, kar, soğuk, ateş, yağmur gibi nevilerin yüzer hikmetleri, maslahatları [amaç, yarar] içinde bazı dikkatsiz ve ihtiyatsızlar, [dikkat, tedbir] su-i ihtiyarlarıyla [iradenin kötüye kullanımı]

751

kendileri hakkında şer yapsa, meselâ elini ateşe soksa, “Ateşin hilkatinde [yaratılış] rahmet yoktur” dese, ateşin had ve hesaba gelmeyen hayırlı, maslahatlı, [amaç, yarar] merhametli faideleri onu tekzip edip ağzına vurur.

Hem insanın hodgâm [bencil] hevesatı ve süflî [alçak] ve âkıbeti görmeyen hissiyatı, kâinatta cereyan eden Rahmâniyet ve hâkimiyet ve rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] kanunlarına mikyas [ölçü] ve mihenk [ölçü] ve mizan [ölçü] olamaz. Kendi âyinesinin rengine [rengârenk, süslü, parlak] göre görür. Merhametsiz siyah bir kalb, kâinatı ağlar, çirkin, zulüm ve zulümat suretinde görür. Fakat iman gözüyle baksa, yetmiş güzel hulleleri [Cennet elbisesi] giymiş bir cennet hûrisi gibi, rahmetler ve hayırlar ve hikmetlerden dikilmiş yetmiş binler güzel libasları [elbise] birbiri üstüne giymiş, daima güler, rahmetle tebessüm eder bir insan-ı ekber [büyük insan] ve ondaki insan nev’ini bir kâinat-ı suğrâ [küçük kâinat, evren; insan türü] ve herbir insanı bir âlem-i asgar [en küçük âlem] müşahede eder. Bütün ruh u canıyla, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * اَلرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ 1 der.

DÖRDÜNCÜ KELİME

مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ 2 dir. Hüccetine [delil] gayet kısa bir işaret:

Evvelâ: Bu dersin birinci kısmının âhirinde وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ 3 hüccetine [delil] ve haşir ve âhirete şehadet eden bütün deliller, aynen مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ in işaret ettiği imanî ve geniş hakikate şehadet ederler.

752

Saniyen: [ikinci olarak] Onuncu Sözün âhirinde denildiği gibi, bu kâinat Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] sermedî [daimi, sürekli] rububiyeti, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] rahmeti, hikmeti, ezelî, ebedî cemâli, celâli, kemâli ve nihayetsiz sıfatları ve yüzer isimleri âhireti kat’î bir surette istediği gibi; Kur’ân, binler âyât ve burhanlarıyla [delil] ve Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, yüzer mu’cizat ve hüccetleriyle [delil] ve bütün enbiya [nebiler, peygamberler] aleyhimüsselâm ve semâvî kitaplar ve suhuflar, [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] hadsiz delilleriyle şehadet ettikleri dâr-ı âhiretteki [âhiret âlemi] hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] inanmayan bir insan, kendini dünyada dahi küfürden neş’et [doğma] eden bir mânevî cehenneme atar, daima azap çeker. Rehberde izah edildiği gibi, bütün geçmiş ve gelecek zamanlar ve mahlûklar [varlıklar] ve kâinatlar, zevâl [batış, kayboluş] ve firaklarıyla [ayrılık] mütemadiyen onun ruh ve kalbine hadsiz elemleri yağdırıyorlar, Cehenneme gitmeden evvel Cehennem azabını çektiriyorlar.

Salisen: [üçüncü olarak] يَوْمِ الدِّينِ 1 remziyle [ince işaret] büyük ve kuvvetli bir hüccet-i haşriyeye [haşrin delili] işaret eder. Fakat bu makamda birden bir hal, o hücceti başka zamana tehirine sebep oldu; belki de ona daha ihtiyaç kalmadı. Çünkü, Nur Risaleleri, [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] geceden sonra gündüzün, kıştan sonra baharın gelmesi kat’iyetinde yüzer kuvvetli hüccetlerle [delil] haşir ve neşrin sabahını, baharını ispat etmişler.

BEŞİNCİ KELİME

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 2 dir. Bundaki hüccete [delil] işaretten evvel hakikatli bir seyahat-ı hayâliyeyi Yirmi Dokuzuncu Mektubun izahına binaen kısaca beyan etmek kalbe geldi. Şöyle ki:

753

Bir zaman, Kur’ân’ın mu’cizelerini ararken, Risale-i Nur’da, hususan İşarâtü’l-İ’câz tefsir-i Nurîde [Risale-i Nur Külliyatı’nda yer alan bir eser] ve Rumuz-u Semaniye‘de [Kur’ân’ın gizli sırları ile ilgili sekiz remzi; 29. Mektubun 8. Kısmı] beyanları gibi, Sûre-i Fethin âhirindeki âyette dört beş mu’cize ve ihbar-ı gaybîyi, [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] hattâ اَلْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ 1 cümlesinde bir tarihî mu’cizeyi, hattâ çok kelimelerinde müteaddit [bir çok] i’caz [mu’cize oluş] lem’alarını [parıltı] ve bazı harflerinde mu’cizâne nükteleri [derin anlamlı söz] bulduğum bir zamanda, namazda Fâtiha[başlangıç] okurken نَعْبُدُ ..نَسْتَعِينُ 2 deki ن un bir mu’cizesini bana bildirmek için bir sual kalbime geldi:

Neden اَعْبُدُ ..اَسْتَعِينُ yani, “Ben ibadet ve istiâne [yardım dileme] ederim” denilmedi, nun-u mütekellim-i maalgayr [birinci çoğul şahıs, “biz”] ile, yani, “Biz sana ibadet ve istiâne [yardım dileme] ederiz” demiş?

Birden, o ن kapısıyla bir seyahat-ı hayaliye meydanı açıldı; namazdaki cemaatın azîm sırrını ve büyük menfaatini ve bu tek harf bir mu’cize olduğunu şuhud [görme] derecesinde bildim ve gördüm. Şöyle ki:

Ben, o zaman İstanbul’da Bayezid Camiinde namaz kılarken, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 3 dedim. Baktım, o camideki [cansız] cemaat, benim gibi diyerek bu dâvâma ve اِهْدِنَا 4 daki duama tamamen iştirak edip tasdik ettikleri zamanda, bir perde daha açıldı. Gördüm ki, İstanbul’un bütün mescidleri büyük bir Bayezid hükmüne geçtiler. Aynen benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyip benim dâvâlarıma ve dualarıma imza basıyorlar, âmin diyorlar. Ve bana bir nevi şefaatçi suretini almaları içinde, hayalime bir perde daha açıldı.

Gördüm ki, âlem-i İslâm, [İslâm âlemi] büyük bir mescid suretini aldı. Mekke, Kâbe mihrab [câmide cemaatle namaz kılarken imamın bulunduğu yer] hükmüne geçti. Bütün namaz kılan Müslümanların safları, dairevî bir tarzda o

754

kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mihraba [câmide cemaatle namaz kılarken imamın bulunduğu yer] teveccüh [ilgi] ederek, benim gibi اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 1 * اِهْدِنَا 2 deyip, herbiri umum namına hem dua, hem dâvâ, hem tasdik eder, hem onları kendine şefaatçi yapar. Hem, “bu kadar azîm bir cemaatin yolu, dâvâsı yanlış olamaz ve duası reddedilmez; şeytanî vesveseleri tard [kovma] eder” diye düşünürken ve namazda cemaatin büyük menfaatlerini bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] tasdik ederken, bir perde daha açıldı.

Gördüm ki, kâinat bir cami-i ekber [büyük cami] ve bütün mahlûkat tâifeleri bir salât-ı kübrâda, [büyük namaz] cemaatle, herbiri kendine mahsus bir ibadetle ve hal diliyle bir nevi namaz kılıyorlar gibi, Mâbud-u Zülcelâlin muhit rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] karşı çok geniş bir ubudiyetle [Allah’a kulluk] mukabele [karşılama; karşılık verme] için herbiri umumun şehadetlerini ve tevhidlerini tasdik eder ki, aynı neticeyi ispat tarzında vaziyet alıyorlar diye müşahede ederken, birden bir perde daha açıldı.

Gördüm ki, nasıl bir insan-ı ekber [büyük insan] olan kâinat, lisan-ı hal [beden dili] ve çok eczaları, istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve ihtiyac-ı fıtrî [doğal ihtiyaç] lisanıyla ve zîşuur [akıl ve şuur sahibi] mevcudatları, [var edilenler, varlıklar] lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ile اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyorlar ve Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] merhametkârâne rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] karşı ubudiyetlerini [Allah’a kulluk] gösteriyorlar; aynen öyle de, birer küçücük kâinat hükmünde o cemaat-ı uzmâda [büyük cemaat] herbir arkadaşımın cesedi gibi benim cesedimdeki zerreler ve kuvveler ve duygularım dahi Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] karşı itaat ve ihtiyaçlarının lisan-ı haliyle [beden dili] اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyerek emir ve irade-i İlâhiyeye [Allah’ın iradesi, dilemesi] göre hareket ettiklerini ve her anda Hâlıklarının [her şeyi yaratan Allah] inayetine [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve rahmetine ve yardımına muhtaç olduklarını gösteriyorlar gördüm. Hem namazdaki cemaatin kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sırrını, hem ن ‘un güzel mu’cizesini hayretle müşahede edip, ن kapısıyla

755

girdiğim gibi çıktım, “Elhamdü lillâh” dedim. اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 1 cümlesini, o üç cemaatin ve o büyük ve küçücük arkadaşlarım hesabına da söylemeye alıştım.

Şimdi mukaddime [başlangıç] bitti, sadede [asıl konu, esas mânâ] geliyoruz.

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ in işaret ettikleri hüccete [delil] gayet kısa bir işarettir:

Evvelâ: Biz gözümüzle görüyoruz: Kâinatta, hususan zemin yüzünde, dehşetli ve daimî bir faaliyet ve hallâkıyetin [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] intizamla cereyanı içinde merhametkârâne, müdebbirâne [herşeyi idare ederek] bir rububiyet-i mutlaka, [Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] hadsiz zîhayatların [canlı] istiânelerine [yardım dileme] ve fiilen ve halen ve kàlen [sözle] istimdatlarına [medet isteme] ve dualarına kemâl-i hikmet [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] ve inayetle [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] imdat ve her birine fiilen cevap vermek tezahürü içinde bir ulûhiyet-i mutlaka, [hiç bir kayda ve şarta bağlı olmaksızın ilâh olma, mutlak ilâhlık] bir mâbudiyet-i âmmenin [yaratılan tüm varlıkların Allah’a ibadet etmesi] tecelliyatı, umum mahlûkatın, hususan zîhayatın [canlı] ve bilhassa insan taifelerinin fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ve ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] binler tarzdaki ibadetlerine mukabelesini [karşılama; karşılık verme] akl-ı selim [sağduyu; sağlıklı ve istikametli [doğru] düşünce] ve iman gözü gördüğü gibi, bütün semâvî fermanlar ve enbiyalar [nebiler, peygamberler] haber veriyorlar.

Saniyen: [ikinci olarak] نَعْبُد ُ , ن ‘unun remziyle [ince işaret] mukaddimede [başlangıç] mezkûr [adı geçen] üç cemaatten her biri ve umumu, beraber, çeşit çeşit, fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ve ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] ibadetlerle meşgul olmaları, şeksiz, [şüphesiz] bedahetle [ap açık bir şekilde] bir mâbudiyete [ibadet edilen] karşı şâkirâne [şükreder bir şekilde] bir mukabele [karşılama; karşılık verme] ve bir Mâbud-u Mukaddesin [her türlü kusur ve noksandan yüce ve ibadet edilmeye lâyık olan Allah] mevcudiyetine hadsiz ve şüphesiz bir şehadettir. Ve نَسْتَعِينُ , ن ‘unun remziyle, [ince işaret] mezkûr [adı geçen] üç cemaatin, yani mecmu-u kâinattan tâ bir cesetteki zerrelerin

756

cemaatinden her bir taifenin, her bir ferdin fiilî ve halî [bir şeyden uzak, boş, ıssız] istianeleri [yardım dileme] ve duaları var. Ve onların muavenetlerine [yardım] koşan ve dualarına kabul ile cevap veren bir şefkatli Müdebbire, [idare eden, çekip çeviren] şüphesiz şehadet eder. Meselâ, Yirmi Üçüncü Sözün dediği gibi, zemindeki umum mahlûkatın üç nevi duaları pek harika ve ümidin haricinde kabul olması, bir Rabb-i Rahîm [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] ve Mucîbe [isteyeni istediğine kavuşturan, yaratıklarının isteklerine cevap veren, Allah] kat’î şehadet eder.

Evet, tohumlar ve çekirdekler, istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] lisanıyla, her biri birer ağaç ve birer sümbüle olmayı Hâlıkından [her şeyi yaratan Allah] isteyip duaları gözümüz önünde kabul olması gibi, bütün hayvanatın ihtiyac-ı fıtrî [doğal ihtiyaç] lisanıyla elleri yetişmediği yerlerden rızıklarını ve hayatlarına lüzumu bulunan ve iktidarlarının haricindeki matluplarını [istek] birisinden isteyip o fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ihtiyaç diliyle ettikleri bütün dualarını gözümüz önünde kabul eden ve imdatlarına acip ve şuursuz mahlûkatı vakti vaktine hikmetle koşturan bir Hâlık-ı Kerîme [her şeyi yaratan ve sonsuz cömertlik sahibi olan Allah] zâhir şehadet eder.

İşte bu iki kısma kıyasen, lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ile edilen duaların bütün nevileri, hususan enbiyaların [nebiler, peygamberler] (aleyhimüsselâm) ve havasların harika bir surette makbuliyeti, [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ 1 deki hüccet-i vahdâniyete [Allah’ın birliğinin delili] şehadet eder.

ALTINCI KELİME

اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ 2 dir. Bundaki hüccete [delil] gayet kısa bir işaret şudur:

Evet, nasıl bir yerden bir yere giden yolların ve bir noktadan uzak bir noktaya çekilen hatların en kısası [ödeşmek, hakkını almak] ise, en doğrusudur ve müstakîmidir. [doğru, istikametli] Aynen öyle de, mâneviyatta ve mânevî yollarda ve kalbî mesleklerde en doğrusu, en müstakîmi [doğru, istikametli] ise en kısa ve en kolayıdır. Meselâ, Risale-i Nur’da bütün muvazeneleri [karşılaştırma/denge] ve küfür ve iman yollarının mukayeseleri kat’î gösteriyorlar ki, iman ve tevhid yolu gayet kısa ve doğru ve müstakîm [doğru, istikametli] ve kolaydır ve küfür ve inkâr yolları gayet uzun ve müşkülâtlı ve tehlikelidir.

757

Demek bu istikametli [doğru] ve hikmetli ve her şeyden en kısa ve kolay yolda sevk edilen bu kâinatta, elbette şirk ve küfrün [inançsızlık, inkâr] hakikatleri olamaz. Ve iman ve tevhidin hakikatleri, bu kâinata güneş gibi lâzım ve vaciptir.

Hem ahlâk-ı insaniyede [insan ahlakı] en rahat, en faideli, en kısa, en selâmetli yol ise, sırat-ı müstakîmde, [dosdoğru yol] istikamettedir. [doğru] Meselâ, kuvve-i akliye, [akıl duygusu] hadd-i vasat [orta çizgi, orta yol] olan hikmeti ve kolay, faideli istikameti [doğru] kaybetse, ifrat [aşırılık] veya tefritle [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] muzır [zararlı] bir cerbezeye [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ve belâlı bir belâhete [aptallık] düşer, uzun yollarında tehlikeleri çeker.

Ve kuvve-i gadabiye, [öfke duygusu] hadd-i istikamet [doğru yolu gösteren sınır] olan şecaati [yiğitlik, cesaret] takip etmezse, ifratla çok zararlı ve zulümlü tehevvüre [maddî ve mânevî korkusuzluk, saldırganlık] ve tecebbüre [büyüklenme, zalim ve gaddar olmak] ve tefritle [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] çok zilletli [alçaklık] ve elemli cebanet [korkaklık, ürkeklik] ve korkaklığa düşer, istikameti [doğru] kaybetmesinin, hatâsının cezası olarak daimî vicdanî bir azabı çeker.

Ve insandaki kuvve-i şeheviye [şehvet duygusu] selâmetli istikameti [doğru] ve iffeti zâyi etse, ifratla musibetli, rezaletli fücûra, fuhşa ve tefritle [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] humûda, yani nimetlerdeki zevk ve lezzetten mahrum düşer ve o mânevî hastalığın azabını çeker.

İşte bunlara kıyasen, hayat-ı şahsiye [kişisel hayat] ve hayat-ı içtimaiyede, [sosyal hayat] bütün yollarında istikamet [doğru] en faideli ve kolay ve kısadır. Ve sırat-ı müstakîmi [dosdoğru yol] kaybedilse, o yollar pek belâlı ve uzun ve zararlı olur.

Demek اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ 1 pek çok câmi’ [kapsamlı] ve geniş bir dua, bir ubudiyet [Allah’a kulluk] olduğu gibi, bir hüccet-i tevhide [Allah’ın birliğini gösteren kesin delil] ve bir ders-i hikmete [hikmet dersi] ve bir tâlim-i ahlâka [ahlâk dersi, eğitimi] işaret eder.

YEDİNCİ KELİME

صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ 2 dir. Bundaki hüccete [delil] gayet kısa bir işaret:

758

Evvelâ: 1 عَلَيْهِمْ kimlerdir diye, مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَۤاءِ وَالصَّالِحِينَ 2 âyeti beyan ederek, nev-i beşerde istikamet [doğru] nimetine mazhar [erişme, nail olma] dört taifeyi beyan içinde, o taifelerin reislerine النَّبِيِّينَ ile Muhammed aleyhissalâtü vesselâma, وَالصِّدِّيقِينَ ile Ebu Bekir-i Sıddık’a (r.a.), وَالشُّهَدَۤاءِ ile Ömer, Osman, Ali’ye (r.a.) işaret edip, Peygamberden (a.s.m.) sonra Sıddık, sonra Ömer, Osman, Ali (r.a.), üçü hem şehid, hem halife olacaklar diye, gaybî ihbarla bir lem’a-i i’câz [mu’cizelik parıltısı] gösterir.

Saniyen: [ikinci olarak] Nev-i beşerin en yüksek, en müstakîm, [doğru, istikametli] en sadık bu dört taifesi, Âdem (a.s.) zamanından beri hadsiz hüccetler, [delil] mu’cizeler, kerametler, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] deliller, keşfiyatlarla [keşifler] bütün kuvvetleriyle dâvâ edip ve beşerin ekseri onları tasdik ettikleri hakikat-ı tevhid, [herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma hakikati, gerçeği] elbette güneş gibi kat’îdir. Bu hadsiz meşahir-i insaniye, [insanların meşhurları] yüz binler mu’cizelerle ve hadsiz hüccetlerle [delil] doğruluklarını ve hakkaniyetlerini gösterip tevhid ve vücub-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdet-i Hâlık gibi müsbet [isbat edilmiş, sabit] meselelerde ittifakları ve icmâları [özet] öyle bir hüccettir [delil] ki, hiçbir şüpheyi bırakmaz. Acaba, kâinatın ehemmiyetli netice-i hilkati [yaratılış neticesi] ve zeminin halifesi ve zîhayatların [canlı] istidatça [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] en cemiyetli ve yükseği olan nev-i beşerin en müstakîmleri, [doğru, istikametli] en sadık ve musaddak [doğrulanan] mürşidleri ve kemâlâtta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] reisleri olan mezkûr [adı geçen] o dört taifenin icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve ittifakla iman edip haber verdikleri ve kâinatı bütün mevcudatıyla [var edilenler, varlıklar] delil gösterip hakkalyakîn, [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme]

759

aynelyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] itikad [inanç] ettikleri ve sarsılmaz kanaat getirdikleri bir hakikati tanımayan ve inkâr eden, hadsiz bir cinayet ve nihayetsiz bir azaba müstehak olmaz mı?

SEKİZİNCİ KELİME

غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّۤالِّينَ 1 dir. Bundaki hüccete [delil] kısa bir işarettir:

Evet, tarih-i beşer [insanlık tarihi] ve kütüb-ü mukaddese, [kutsal kitaplar] tevatürlere [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] ve küllî ve kat’î hâdisat ve malûmat ve müşahedat-ı beşeriyeye [insanların gözlemleri, şahit olduğu olaylar] istinaden bilittifak, [ittifakla, fikir birliğiyle] sarih [açık] ve kat’î bir sûrette haber veriyorlar ki, sırat-ı müstakîm [dosdoğru yol] ehli olan peygamberlere (aleyhimüsselâm) binler vâkıatta istimdatlarına [medet isteme] harika bir tarzda gaybî imdat gelmesi ve onların istedikleri aynen verilmesi ve düşmanları olan münkirlere [Allah’a inanmayan] yüzer hâdisatta aynı zamanda gazap gelmesi ve semâvî musibet başlarına inmesi, kat’î, şeksiz [şüphesiz] gösterir ki, bu kâinatın ve içindeki nev-i beşerin hâkim ve âdil ve muhsin [bağış ve iyiliklerde bulunan] ve kerîm [cömert, ikram sahibi] ve azîz [izzet, şeref ve haysiyet sahibi Allah] ve kahhar [herşeye boyun eğdiren, mutlak galip gelen, kahreden] bir mutasarrıfı, [dilediği gibi idare eden] bir Rabbi var ki, Nuh ve İbrahim, Mûsâ ve Hûd ve Salih gibi (aleyhimüsselâm) çok nebîlere [peygamber] pek harika bir surette tarihî ve geniş hadiselerle muzafferiyet ve necatları [kurtuluş] vermiş; ve Semûd ve Âd ve Firavun kavimleri [insan topluluğu] gibi çok zâlimlere ve münkirlere [Allah’a inanmayan] dahi, peygamberlere isyanlarına mukàbil dünyada dahi bir ceza olarak başlarına dehşetli semâvî musibetler indirmiş.

760

Evet, Âdem (a.s.) zamanından beri, beşeriyette, iki cereyan-ı azîm [büyük akım] birbiriyle çarpışarak gelmiş. Biri istikamet [doğru] yolunu takiple nimet ve saadet-i dâreyne [dünya ve ahiret mutluluğu] mazhar [erişme, nail olma] olan ehl-i nübüvvet [peygamberler] ve salâhat [dindarlıkta çok ileri olma hali] ve iman, kâinatın hakikî güzelliğine ve intizam ve kemâline mutabık olarak istikamette [doğru] hareket ettiklerinden, hem Kâinat Sahibinin [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] lütuflarına, hem iki cihanın saadetine mazhar [erişme, nail olma] olup, beşeri melekler derecelerine, belki fevkine [üstüne] terakki [ilerleme] ettirmeye vesile olarak dünyada iman hakikatleriyle mânevî bir cennet, âhirette bir saadet kazanıp ve kazandırmışlar.

İkinci cereyan, istikameti [doğru] bırakıp ifrat [aşırılık] ve tefritle [bir şeye aşırı seviyede ilgisiz kalma] aklı bir vesile-i azap [eziyete sebep olan] ve elemler toplayıcı bir âlete çevirmesinden, insaniyeti en bedbaht bir hayvaniyetten aşağı düşürüp dünyada zulümlerine mukàbil gazab-ı İlâhî [Allah’ın gazabı] ve musibet tokatlarını yemekle beraber, dalâleti cihetinden, akıl alâkadarlığıyla kâinatı bir hüzüngâh ve matemhâne-i umumiye ve zevâlde [batış, kayboluş] yuvarlanan zîhayatlar [canlı] için bir mezbaha, selhhane ve gayet çirkin ve karışık görüp ruhu, vicdanı dünyada bir mânevî cehennemde olup, âhirette daimî bir azap çekmeye kendini müstahak eder.

İşte, Fâtiha-i [başlangıç] Şerifenin âhirinde

اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّۤالِّينَ * 1

âyeti, bu iki cereyan-ı azîmi [büyük akım] ders veriyor. Ve Risale-i Nur’daki bütün muvazenelerin [karşılaştırma/denge] menbaı [kaynak] ve esası ve üstadı bu âyettir. Madem yüzer muvazenelerle [karşılaştırma/denge] Nurlar bu âyeti tefsir etmişler; biz dahi izahını ona havale ederek, bu kısa işarete iktifa [yetinme] ederiz.

DOKUZUNCU KELİME

  اٰمِينَ dir. Buna kısacık bir işaret:

Madem نَعْبُدُ… نَسْتَعِينُ 2 deki ن , üç cemaat-ı azîmeyi, bilhassa âlem-i İslâm [İslâm âlemi]

761

camiindeki muvahhidîn [Allah’ın varlığına ve birliğe inananlar] cemaatini, hususan o vakit namazda bulunan milyonlar cemaatini bize gösterip bizi içlerinde bulunduruyor ve dualarına ve söylediklerimizi aynen söylemeleriyle tasdiklerine ve bir nevi şefaatlerine hissedar olmamıza yol açıyor. Biz dahi, bu “Âmin” kelimesiyle o cemaat-ı muvahhidîn ve musallînin [Cenâb-ı Hakkın birliğine inanıp dua ve niyazda bulunan ve namaz kılan topluluk] dualarına yardım ve dâvâlarına tasdik ve şefaatlerinin ve istiânelerinin [yardım dileme] makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] o “Âmin” ile bir rica [ümit] etmemizle, bizim cüz’î [ferdî, küçük] ubudiyet [Allah’a kulluk] ve dua ve dâvâmızı küllî, geniş bir ubudiyete [Allah’a kulluk] çevirip küllî, umumî rububiyete [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] mukabele [karşılama; karşılık verme] ettirir. Demek uhuvvet-i imaniye [imandan gelen kardeşlik] ve vahdet-i İslâmiye [İslâm birliği] sırrıyla, her namaz vaktinde âlem-i İslâm [İslâm âlemi] mescidinde milyonlarla efradı [bireyler] bulunan bir cemaatin rabıta-i vahdet [birlik bağı] itibarıyla ve mânevî radyolar vasıtasıyla Fâtiha‘daki [başlangıç] “Âmin” külliyet kesb [elde etme, kazanma] eder, milyonlarla “Âmin”ler hükmüne geçebilir.Haşiye [dipnot]

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 1

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2

762

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * وَبِهِ نَسْتَعِينُ * 1

Üçüncü Medrese-i Yusufiyenin [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] tek bir dersinin üçüncü kısmı

 Mukaddime

Namazdaki Fâtiha‘nın [başlangıç] mânevî emriyle اَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ 2 feyziyle İkinci Kısım yazıldığı gibi, namazdaki teşehhüd [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] dahi وَأَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ 3 cümlesinin diliyle, mânevî ihtarıyla ve Sûre-i Fethin âhirinde

هُوَ الَّذِۤى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَكَفٰى بِاللهِ شَهِيدًا * مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ وَالَّذِينَ مَعَهُۤ أَشِدَّۤاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَۤاءُ بَيْنَهُمْ… الخ * 4

beş mu’cize-i gaybiyeyi [gaybî olarak haber verilen ve zamanı gelince ortaya çıkan mu’cize] gösteren büyük âyetin nuruyla dersin üçüncü kısmını yazmaya, şimdi beyanına iznim olmayan üç sebep için mecbur oldum. Tafsilâtını, [ayrıntılar] izahatını, senetli hüccetlerini [delil] Risalet-i Muhammediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] dair Zülfikar, [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] ve Ayetü’l-Kübrâ, [en büyük delil; Risale-i Nur Külliyatı’nda Şuâlar Mecmuasında yer alan Yedinci Şuâ] Arabî Hizb-i Nuriyeye havale edip, yalnız gayet muhtasar, [kısa] kısacık üç işaretle Arabî Hizb-i Nuriyenin hülâsasının [esas, öz] bir hülâsa[esas, öz] ve tesbihatta tekrar ettiğim kelime-i tevhid [“Allah’tan başka ilâh yoktur” anlamına gelen “Lâ ilâhe illallah” cümlesi.] ile daimî virdim [devamlı yapılan zikir] bir tefekkür-ü Arabî [Arapça olarak yazılan, tefekkür ile ilgili olan bölüm] olarak burada yazılan risaleciğinin مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ 5 şehadetine dair parçaların bir nevi tercümesi, İkinci ve Üçüncü İşarette yazılacak.

763

BİRİNCİ İŞARET

Bu Kâinat Sahibinin [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] tezahür-ü rububiyetine [Allah’ın terbiye ediciliğinin tezahürü, görünmesi] ve sermedî [daimi, sürekli] ulûhiyetine [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] ve nihayetsiz ihsanatına [bağış] küllî bir ubûdiyet [Allah’a kulluk] ve tanıttırmakla mukabele [karşılama; karşılık verme] eden Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, bu kâinatta güneşin lüzumu gibi elzemdir ki, nev-i beşerin üstad-ı ekberi [büyük üstad] ve büyük peygamberi (a.s.m.) ve Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] ve لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ 1 hitabına mazhar [erişme, nail olma] ve hakikat-i Muhammediyesi [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] hem sebeb-i hilkat-i âlem, [âlemin yaratılış nedeni] hem neticesi ve en mükemmel meyvesi olduğu gibi, bu kâinatın hakikî kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve sermedî [daimi, sürekli] bir Cemîl-i Zülcelâlin [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] bâki âyineleri ve sıfatlarının cilveleri ve hikmetli ef’âlinin [fiiler, davranışlar] vazifedar eserleri ve çok mânidar mektupları olması ve bâki bir âlemi taşıması ve bütün zîşuurların [akıl ve şuur sahibi] müştak [arzulu, aşırı istekli] oldukları bir dâr-ı saadet [mutluluk yeri; Cennet] ve âhireti netice vermesi gibi hakikatleri, hakikat-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] (a.s.m.) ve risalet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] ile tahakkuk [gerçekleşme] ettiğinden, nasıl bu kâinat onun risaletine gayet kuvvetli ve kat’î şehadet eder; öyle de, başta âlem-i İslâm, [İslâm âlemi] bütün beşer ve bütün zîşuur, [akıl ve şuur sahibi] Cehennemden acı ve korkunç olan ademden, hiçlikten, idam-ı ebedîden, [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] fena-yı mutlaktan [sonsuz yok oluş] kurtulmak için, daimî aşk ve şevkle her zamanda ve câmi’ [kapsamlı] mâhiyetinin bütün kuvvetleriyle, bütün istidadat lisanlarıyla bütün dualar ve ibadetler ve ricalarının [ümit] dilleriyle istedikleri hayat-ı bâkiyeyi [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] kuvvetli, kat’î beşaret [müjde] veren risalet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) ve hakikat-i Muhammediyeye [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] (a.s.m.) şehadet edip nev-i beşerin medâr-ı iftiharı, eşref-i mahlûkat [yaratılmışların en şereflisi] olduğuna imza bastığı gibi, her zamanda üç yüz elli milyon ehl-i imanın [Allah’a inanan]

764

اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ 1 sırrınca, hergün işledikleri bütün hasenatlar ve hayırların bir misli [benzer] Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın defter-i hasenatına [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] girmesi ve o tek şahsiyet-i Muhammediye [Hz. Muhemmed’in (a.s.m.) kişiliği] (a.s.m.), yüzer milyon, belki milyar âbid-i muhsin [Allah’ı görür gibi Ona ibadet eden] kadar küllî bir ubudiyete [Allah’a kulluk] ve füyuzâtına [feyizler, mânevî bolluk ve bereketler] mazhar [erişme, nail olma] bir makam kazanması, o zâtın risaletine [elçilik, peygamberlik] pek kuvvetli şehadet edip imza basar. [görme]

İKİNCİ İŞARET

Benim virdimde [devamlı yapılan zikir] her vakit tefekkürle baktığım yirmiden ziyade şehadetlere işaret eden:

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ صَادِقُ الْوَعْدِ اْلاَمِينُ بِشَهَادَةِ ظُهُورِهِ دَفْعَةً مَعَ اُمِّيَّتِهِ بِاَكْمَلِ دِينٍ وَاِسْلاَمِيَّةٍ وَشَرِيعَةٍ وَبِاَقْوٰى اِيمَانٍ وَاِعْتِقَادٍ وَعِبَادَةٍ وَبِاَعْلٰى دَعْوَةٍ وَمُنَاجَاةٍ وَدَعَوَاتٍ وَبِاَعَمِّ تَبْلِيغٍ وَاَتَمِّ مَتَانَةٍ خَارِقَاتٍ مُثْمِرَاتٍ لاَمِثْلَ لَهَا * 2

Kısa bir nevi tercümesi ve meâli, yani Muhammed’in (a.s.m.) risaletine [elçilik, peygamberlik] şehadet eden,

Birincisi: On bir hâlâtından [durumlar, haller] çıkan bir hüccet-i risalettir. [peygamberliğin delili] Evet, okumak yazmak öğrenmediği ve ümmî olduğu halde, on dört asrın ukalâsını, [akıllılar, akıl sahipleri] feylesoflarını hayrette bırakan ve edyân-ı semâviyede [İlâhî dinler] birinciliği kazanan bir din ile birden, tecrübesiz, def’aten [âni, birden bire] meydana çıkması emsal kabul etmez bir hâlet [durum] olduğu gibi, sözlerinden, fiillerinden, hallerinden çıkan İslâmiyet her zamanda üç yüz elli milyon insanın ruhlarına, nefislerine, akıllarına terbiyekârâne [terbiye ederek] ders vermesi ve mânevî terakkiyata [ilerleme] sevk etmesi, emsalsiz bir hâlettir. [durum]

Hem öyle bir şeriatla meydana gelmiş ki, âdilâne kanunlarıyla nev-i beşerin beşten birisini on dört asırda maddî ve mânevî terakki [ilerleme] içinde idare etmesi misilsiz [benzer]

765

bir hâlet [durum] olduğu gibi; o zât (a.s.m.) öyle bir iman ve itikadla [inanç] meydana çıktı ki, bütün ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] her zaman onun mertebe-i imanından [iman mertebesi, derecesi] feyz almalarıyla beraber en yüksek ve en kuvvetli bir derecededir diye müttefikan [birleşerek] tasdikleri ve o zamanda hadsiz muarızlarının [itiraz eden, karşı gelen] ona muhalefeti zerre kadar bir telâş, bir vesvese, bir şüphe vermemesi gösteriyor ki, kuvvet-i imaniyede [iman gücü] dahi onun emsali yok ve o küllî yüksek imanı misilsizdir. [benzer]

Hem öyle bir ubudiyet [Allah’a kulluk] ve ibadet gösterdi ki, iptida [başlangıç] ve intihayı birleştirip hiç kimseyi taklit etmeyerek, ibadetin en ince esrarını görüp müraat [gözetme, riayet etme] ederek en dağdağalı [karışık, gürültülü] zamanlarda dahi tam tamına ubudiyeti [Allah’a kulluk] yapması emsalsiz bir hâlet [durum] olması gibi, Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] karşı öyle daavât [dualar] ve münâcât [Allah’a yalvarış, dua] ve ricalar [ümit] yapmış ki, bu zamana kadar telâhuk-u efkârla [düşünce ve tecrübelerin birikimi] beraber o mertebeye yetişilmemiş. Meselâ, Cevşenü’l-Kebîr münâcâtında [Allah’a yalvarış, dua] bin bir esmâ-i İlâhiyeyi [Allah’ın isimleri] şefaatçi ederek Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] öyle bir tarzda tavsif [bir sıfatla niteleme] ve tarif eder ki, emsali yok. Ve mârifetullahta [Allah’ı tanıma, bilme] kimse ona yetişememesi, misilsiz [benzer] bir hâlettir. [durum]

Hem, öyle bir metanetle [gayret, kararlılık] insanları dine dâvet ve öyle bir cür’etle risaletini [elçilik, peygamberlik] tebliğ etmiş ki; kavmi ve amcası ve dünyanın büyük devletleri ve eski dinlerin etba‘ları [tabi olanlar, uyanlar] ona muarız [itiraz eden, karşı gelen] ve düşman oldukları halde, zerre kadar korkmayarak, çekinmeyerek umumuna meydan okuması ve başa da çıkarması emsalsiz bir hâlettir. [durum]

İşte, onun sıdkına [doğruluk] ve nübüvvetine [peygamberlik] bu harika, emsâlsiz sekiz hâletin [durum] mecmuu gayet kuvvetli bir şehadettir. Ve bu hâletler, [durum] o zâtın (a.s.m.) nihayet derecede ciddiyetine ve itmi’nanına [huzur bulma] ve kemâl-i sıdkına [tam ve mükemmel doğruluk] ve hakkaniyetine kat’î kanaati var olduğunu gösteriyor. Âlem-i İslâm, [İslâm âlemi] her günde, her teşehhüdde [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] milyonlar lisanla اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ 1 der. Ve onun memuriyetine teslimiyetini ve getirdiği saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] beşaretini [müjde] tasdik ettiğini ve beşeriyetin

766

derin bir aşkla ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ve istidadî [kabiliyet] pek kuvvetli bir iştiyakla [arzu, istek] aradığı hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] sağlam bir yol açtığına karşı âlem-i İslâm [İslâm âlemi] minnettarâne, müteşekkirâne [teşekkür ederek] اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ 1 ile bir mânevî ziyaret ve görüşmek ve üç yüz elli milyon, belki milyarlar namına onu tebrik eder.

Yirmi küllî şehadetlerden ve çok şehadetleri ihtiva eden,

İkinci şehadet:

وَبِشَهَادَةِ جَمِيعِ حَقَۤائِقِ اَرْكَانِ اْلاِيمَانِ عَلٰى تَصْدِيقِهِ Yani, “İmanın altı rükünlerinin [esas, şart] hakikatleri ve tahakkukları [gerçekleşme] ve hakkaniyetleri, Muhammed’in (a.s.m.) risaletine [elçilik, peygamberlik] ve hakkaniyetine kat’î şehadet eder.” Çünkü onun risalet [elçilik, peygamberlik] hayatının şahsiyet-i mâneviyesi [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] ve bütün dâvâlarının esası ve mahiyet-i nübüvveti, [peygamberliğin mahiyeti, niteliği] o altı rükündür. [esas, şart] Öyle ise o rükünlerin [esas, şart] tahakkuklarına [gerçekleşme] delâlet eden bütün delilleri, Muhammed’in (a.s.m.) risaletinin [elçilik, peygamberlik] hak olduğuna ve onun sadıkıyetine [doğruluk] dahi delâlet ederler. Hem âhiretin tahakkukuna [gerçekleşme] sair rükünlerinin [esas, şart] delâletini Meyve Risalesi [On Birinci Şuâ] ve Onuncu Sözün zeyilleri [ilave, ek] beyan ettikleri gibi, öyle de herbir rükün, [esas, şart] hüccetleriyle [delil] beraber onun risaletine [elçilik, peygamberlik] bir hüccettir. [delil]

Binler şehadetleri ihtiva eden,

Üçüncü küllî şehadet:

وَبِشَهَادَةِ ذَاتِهِ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِاٰلاَفِ مُعْجِزَاتِهِ وَكَمَالاَتِهِ وَعُلُوِّ اَخْلاَقِهِ

Yani, “O zât (a.s.m.) güneş gibi kendi kendine delildir. Binler mu’cizat ve kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve yüksek, güzel ahlâkıyla risaletine [elçilik, peygamberlik] ve sadıkıyetine [doğruluk] pek kuvvetli şehadet eder.”

Evet, “Mu’cizat-ı Ahmediye[Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] risale-i harikada [harika kitap] üç yüzden ziyade nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ispat ettiği gibi, o zât (a.s.m.) وَانْشَقَّ الْقَمَرُ 2 ve

767

وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ رَمٰى 1 âyetlerinin sarahatiyle, [açıklık] avucunun bir parmağıyla kamer [ay] iki parça olması; ve nakl-i sahih [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ve tevatürle, [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] aynı avucun beş parmağından beş çeşme su akması ve susuz kalan bütün ordusu o sudan içmesi ve şahit olması ve bu acîb hârika iki defa başka yerde vuku bulması; ve aynı avuçla bir parça toprağı, hücum eden düşman ordusuna atarak, her birisinin gözüne bir avuç toprak girmesiyle hücumda iken kaçmaları; ve aynı avuçta küçük taşlar, insanlar gibi tesbih edip Sübhânallah demeleri gibi nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ve bir kısmı tevatürle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] tarihlerde kat’iyen [kesinlikle] vukua gelen yüzer ve ehl-i tahkikin [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] yanında bine kadar mu’cizat, elinde zuhuru; ve dost ve düşmanların ittifakıyla, onda güzel hasletlerin [huy, karakter] ve ahlâk-ı hasenenin [güzel ahlâk] en yüksek derecesindeHaşiye bulunması; ve arkasında tebaiyetle [tabi olma, uyma] sülûk [mânevî yol alma] edip kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] erişen ve hakikate aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] yetişen bütün ehl-i tahkik, [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] ittifakla kemâlât-ı Muhammediye [Hz Muhammed’e (a s m ) mahsus mükemmellikler, faziletler] (a.s.m.) en yüksek derecede bulunduğuna hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] tasdikleri; ve onun dininden gelen âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] füyuzâtı [feyizler, mânevî bolluk ve bereketler] ve koca İslâmiyetin hakikatleri onun harika kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] delâlet eder. Elbette o zât (a.s.m.), bizzat kendi risaletine [elçilik, peygamberlik] gayet parlak ve küllî, geniş şehadet eder demektir.

Pek çok kuvvetli şehadetleri ihtiva eden,

Dördüncü şehadet:

وَبِشَهَادَةِ الْقُرْاٰنِ بِمَا لاَ يُحَدُّ مِنْ حَقَۤائِقِهِ وَبَرَاهِينِهِ * 2

768

Yani, “Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] hadsiz hakikatler ve hüccetleriyle [delil] risaletine, [elçilik, peygamberlik] sadıkıyetine [doğruluk] şehadet eder.”

Evet, kırk vech [cihet, yön, taraf] ile mu’cize olduğu Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] mecmuasında ispat edilen ve on dört asrı nurlandıran; ve nev-i beşerin beşten birisini tebeddül [başkalaşma, değişme] etmeyen kanunlarıyla idare eden; ve o zamandan şimdiye kadar bütün muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] meydan okuyup hiç kimse, hattâ bir sûresinin mislini [benzer] getirmeye cesaret etmeyen; ve Âyetü’l-Kübrada ispat edildiği gibi, altı ciheti [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] nuranî, şüpheler giremeyen ve altı makam-ı kübrâ [büyük makam] hakkaniyetine imza basan ve sarsılmaz altı hakikatlere dayanan; ve her zamanda yüzer milyon lisanlarla şevk ve hürmetle okunan ve her dakikada milyonlar hâfızların kalblerinde kudsiyetle [kutsal, kusursuz ve yüce] yazılan; ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] bütün şehadetleri ve imanları onun şehadetinden tereşşuh [sızma/sızıntı] eden; ve bütün ulûm-u imaniye [iman ilimleri] ve İslâmiye onun menbaından [kaynak] akan; ve o, eski semâvî kitapları tasdik ettiği gibi, bütün kütüb [kitaplar] ve suhuf-u semâviyenin [bazı peygamberlere gelen sahifeler halindeki kitaplar] mânevî tasdiklerine mazhar [erişme, nail olma] bulunan Kur’ân-ı Azîmüşşan, [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] bütün hakikatleriyle ve hakkaniyetini ispat eden bütün hüccetleriyle, [delil] Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın sıdkına [doğruluk] ve risaletine [elçilik, peygamberlik] şehadet eder demektir.

Beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci küllî şehadetler:

وَبِشَهَادَةِ الْجَوْشَنِ بِقُدْسِيَّةِ اِشَارَاتِهِ وَرَسَۤائِلِ النُّورِ بِقُوَّةِ دَلاَئِلِهَا وَالْمَاضِى بِتَوَاتُرِ اِرْهَاصَاتِهِ وَاْلاِسْتِقْبَالِ بِتَصْدِيقِ اٰلاَفِ حَادِثَاتِهِ * 1

Yani, bin bir esmâ-i İlâhiyeye sarîhan [açık] ve işareten bakan ve bir cihette Kur’ân’dan çıkan bir harika münâcât [Allah’a yalvarış, dua] olan ve mârifetullahta [Allah’ı tanıma, bilme] terakki [ilerleme] eden bütün âriflerin münâcâtlarının [Allah’a yalvarış, dua] fevkinde [üstünde] bulunan ve bir gazvede: [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bizzat katıldığı savaşlar] “Zırhı çıkar, onun yerine

769

bu Cevşen’i oku” diye Cebrail vahy getiren Cevşenü’l Kebîr [büyük] Münâcâtı [Allah’a yalvarış, dua] içindeki hakikatler ve tam tamına Rabbine karşı tavsifler, [bir sıfatla niteleme] Muhammed’in (a.s.m.) risaletine [elçilik, peygamberlik] ve hakkaniyetine şehadet ettiği gibi; Kur’ân’dan tereşşuh [sızma/sızıntı] eden ve bir cihette Cevşen’den feyiz alan ve tevellüd [doğma] eden Resâili’n-Nuriye, [Risale-i Nur’un diğer adı] yüz otuz parçasıyla risalet-i Muhammediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) birtek hüccet [delil] olarak risaletinin [elçilik, peygamberlik] bütün hakikatlerini aklen ve mantıken ispatıyla, hattâ felsefenin nazarında akıldan pek uzak meselelerini göz önünde gibi gayet kolay ve mâkul bir tarzda ders vermesiyle, Muhammed’in (a.s.m.) sadıkıyetine [doğruluk] ve risaletine [elçilik, peygamberlik] küllî bir surette şehadet eder.

Hem zaman-ı mâzi [geçmiş zaman] dahi risaletine [elçilik, peygamberlik] bir küllî şahittir ki, irhâsât [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğinden evvel meydana gelen ve peygamber olacağına işaret eden harika haller, belirtiler] denilen nübüvvetten [peygamberlik] evvel zuhur eden ve gelecek peygamberin mu’cizatı sayılan harikalar, tarihlerde ve siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] kitaplarında kat’î tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] tarzında nakledilen pekçok vakıalar, gayet sağlam bir surette risaletine [elçilik, peygamberlik] şehadet eder ve çok nevileri var. Bir kısmı, gelecek Şehadetlerde beyan edilecek; bir kısmı da Zülfikar‘da [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve tarih kitaplarında sahih bir surette nakledilmiş. Meselâ, velâdet-i Peygamberiyeye [Peygamberimizin doğuşu, dünyaya gelişi] (a.s.m.) yakın bir vakitte Kâbe’yi tahrip etmeye gelen Ebrehe askerinin başlarına ebâbil kuşlarının elleriyle taşların yağması ve velâdet [doğum] gecesinde Kâbe’deki sanemlerin [put] baş aşağı düşmesi ve Kisrâ-yı Fars sarayının harap olması ve ateşperest Mecûsîlerin bin seneden beri yanması devam eden ateşi o gece sönmesi ve Bahîra-yı Râhip ve Halime-i Sa’diyenin kat’î ihbarlarıyla, bulutlar başına gölge etmesi gibi çok hadiseler, nübüvvetinden [peygamberlik] evvel nübüvvetini [peygamberlik] haber vermişler.

Hem istikbâl, yani, vefatından sonra onun haber verdiği hadiseler pek çoktur ve çok nevileri var. Birisi, Âl-i Beytine ve Ashâbına ve fütuhat-ı İslâmiyeye [İslâm adına yapılan fetihler] ait

770

ihbarat-ı gaybiyesidir ki, Zülfikar‘da, [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] Mu’cizat-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] kısmında nakl-i sahih [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ile seksen vâkıanın aynen haber verdiği gibi çıkması, meselâ Hz. Osman (r.a.) mushaf [Kur’ân] okurken, Hz. Hüseyin (r.a.) Kerbelâ’da şehid edilmeleri ve Şam ve İran ve İstanbul’un fetihleri ve Abbâsî Devletinin zuhuru ve Cengiz ve Hülâgû onu mağlûp ve mahvetmesi gibi seksen ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] mu’cizatı, nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ve tarih ve siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] kitaplarına istinaden tafsilen yazması gibi, ihbar-ı gaybînin [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] sair nevileriyle ve Muhammed’in (a.s.m.) hakkaniyetine delâlet eden pekçok vakıat-ı istikbaliye [gelecekteki olaylar] ile zaman-ı istikbal [gelecek zaman] dahi kuvvetli ve küllî bir surette risalet-i Muhammediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) ve sadıkıyetine [doğruluk] şehadet eder demektir.

Dokuzuncu, onuncu, on birinci, on ikinci şehadetlere işaret eden,

وَبِشَهَادَةِ اْلاٰلِ بِقُوَّةِ يَقِينِيَّاتِهِمْ فِى تَصْدِيقِهِ بِدَرَجَةِ حَقِّ الْيَقِينِ. وَاْلاَصْحَابِ بِكَمَالِ اِيمَانِهِمْ فِى تَصْدِيقِهِ بِدَرَجَةِ عَيْنِ الْيَقِينِ.. وَاْلاَصْفِيَاءِ بِقُوَّةِ تَحْقِيقَاتِهِمْ فِى تَصْدِيقِهِ بِدَرَجَةِ عِلْمِ الْيَقِينِ. وَاْلاَقْطَابِ بِتَطَابُقِهِمْ عَلٰى رِسَالَتِهِ بِالْكَشْفِ وَالْمُشَاهَدَاتِ بِالْيَقِينِ * 1

Yani, Muhammed’in (a.s.m.) sadıkıyetine [doğruluk] ve hakkaniyetine küllî şehadetlerden,

Dokuzuncusu: عُلَمَۤاءُ اُمَّتِى كَأَنْبِيَۤاءِ بَنِى اِسْرَۤائِيلَ 2 sırrına mazhar [erişme, nail olma] ve salâvatlarda [namazlar, dualar]

771

Âl-i İbrahim [Hz. İbrahim’in ailesi ve onun soyundan gelenler] aleyhisselâma mukàbil olan Âl-i Muhammed [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) soyu, ailesi] aleyhissalâtü vesselâmın içindeki büyük evliya ve Ali (r.a.) ve Hasan (r.a.) ve Hüseyin (r.a.) ve Ehl-i Beytin on iki imamı ve Gavs-ı Âzam (k.s.) ve Ahmed-i [çokça medhedilen, övülen] Rüfâî (k.s.), Ahmed-i [çokça medhedilen, övülen] Bedevî (k.s.), İbrahim-i Dessûkî (k.s.), Ebu’l-Hasan-ı Şâzelî gibi aktâblar ve imamlar, ittifakla, hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] bir itikadla [inanç] ve keşfiyat [keşifler] ve müşahedatla [gözlem yapmalar] ve ümmette gösterdikleri harika irşadat [insanlara doğru yolu gösteren sözler] ve kerametlerle, [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] risalet [elçilik, peygamberlik] ve hakkaniyet ve sadıkıyet-i Muhammediyeye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) doğruluğu] (a.s.m.) imanları ve şehadetleriyle imza basıyorlar.

Onuncu: Enbiyadan [nebiler, peygamberler] sonra en muhterem ve yüksek taife ve ümmî ve bedevî oldukları halde az bir zamanda nur-u Muhammedî [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru] (a.s.m.) ile şarktan garba [doğudan batıya] kadar âdilâne idare edip, cihangir devletleri mağlûp ederek müterakki, fenli, medenî, siyasî milletlere üstad, muallim, diplomat, hâkim-i âdil [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] olarak o asrı bir asr-ı saadet [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] hükmüne getiren sahabeler, Muhammed’in (a.s.m.) her halini tetkik ve taharrîden [araştırma] sonra gözleriyle gördükleri çok mu’cizatın kuvvetiyle eski düşmanlıklarını ve ecdatlarının mesleklerini ve çokları (Halid ibni Velid ve İkrime ibni Ebu Cehil [bilgisizlik] gibi) pederlerinin taraftarlıklarını, kavim [insan topluluğu] ve kabilelerini tamamıyla bırakıp bütün ruh u canlarıyla, gayet fedakârâne bir surette İslâmiyete girerek aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesinde Muhammed’in (a.s.m.) sadıkıyetine, [doğruluk] risaletine [elçilik, peygamberlik] imanları, sarsılmaz, küllî bir şehadettir.

On birinci: Asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve sıddîkîn [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] denilen müçtehidler, imamlar, allâmeler; [büyük âlim]

772

İbni Sina, İbni Rüşd gibi dâhî feylesoflar misil[benzer] binler ehl-i tahkik, [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] aklî ve mantıkî bir tarzda, her biri ayrı bir meslekte şüphesiz binler hüccetlere [delil] ve kat’î burhanlara [delil] istinaden ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] derecesinde Muhammed’in (a.s.m.) risaletine [elçilik, peygamberlik] ve hakkaniyetine imanları öyle küllî bir şehadettir ki, onların umumu kadar bir zekâsı bulunmayan, karşılarına çıkamaz.

İşte o hadsiz şahitlerden birisi, bu zamanda Risale-i Nur’dur ki, münkirler [Allah’a inanmayan] ona karşı hiçbir çare bulamadıklarından, zabıta ve adliyeyi aldatıp mahkeme eliyle susturmasına çalışıyorlar.

On ikinci: Âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] her biri ümmetin ehemmiyetli bir kısmını daire-i dersine [ders dairesi] alıp, harika irşad [doğru yol gösterme] ve kerametlerle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] mânevî terakki [ilerleme] ettiren ve hüccetler [delil] yerinde müşahedata, [gözlem yapmalar] keşfiyata [keşifler] dayanan ve aktâb denilen en derin ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] ve hakikat, ruhânî terakkilerinde [ilerleme] Muhammed’in (a.s.m.) risaletini [elçilik, peygamberlik] ve sadıkıyetini [doğruluk] ve en yüksek mertebe-i hakkaniyette [hak ve adalet mertebesi] bulunduğunu keşfen ve şuhuden [görme] görüp müttefikan [birleşerek] ve mütetabıkan [birbirine uygunluk içinde] nübüvvetine [peygamberlik] şehadetleri öyle bir imzadır ki, onların umumu kadar bir yüksek mertebe-i kemâlâtı [kemâl mertebesi] kazanmayan, o imzayı bozamaz.

On üçüncü şehadet: Dört küllî ve çok geniş ve kat’î hüccetlerden [delil] ibarettir:

وَبِشَهَادَةِ اْلاَزْمِنَةِ الْمَاضِيَةِ بِتَوَاتُرِ بَشَارَاتِ الْكَوَاهِنِ وَالْهَوَاتِفِ وَالْعُرَفَۤاءِ فِى اْلاَدْوَارِ السَّالِفِينَ وَبِمُشَاهَدَةِ بَشَارَاتِ الرُّسُلِ وَاْلاَنْبِيَۤاءِ وَبِشَهَادَتِهِمْ وَبَشَارَتِهِمْ عَلَيْهِمُ السَّلاَمُ بِرِسَالَةِ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ فِى الْكُتُبِ الْمُقَدَّسَةِ * 1

Bu fıkranın [bölüm] kısaca bir meâli burada beyan edilecek. Ve izahatı ve senetleri, Zülfikar‘ın [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] Mu’cizat-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] kısmının âhirinde mükemmel var.

773

Yani, geçmiş zamanlarda nev-i beşerin meşahir [meşhurlar, ünlüler] ve namdarlarından, [namlı, şan ve şöhret sahibi] başta enbiya [nebiler, peygamberler] olarak ârifler, kâhinler, hâtifler [gelecekten haber veren cinnî] müttefikan [birleşerek] Muhammed’in (a.s.m.) risaletine [elçilik, peygamberlik] ve geleceğine irhâsât [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğinden evvel meydana gelen ve peygamber olacağına işaret eden harika haller, belirtiler] nev’inden gayet sarîh [açık] ve mükerrer haber verdiklerini nakl-i sahih [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] ve bir kısmı tevatürle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] tarih ve siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] ve hadîs kitaplarında kayıt ve kabul edilmesine ve Mu’cizat-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] Risalesinde o binler ihbaratın en kuvvetli ve kat’î kısmını tafsilen beyanına binaen ona havale edip gayet kısa bir işaretle deriz ki:

Enbiyalar, [nebiler, peygamberler] mukaddes, semâvî kitaplarda Muhammed’in (a.s.m.) nübüvvetine [peygamberlik] dair Tevrat, İncil, Zebur’un yüzer âyetlerinde sarahata [açıklık] yakın kısmından yirmi âyetleri On Dokuzuncu Mektupta yazılmış. Hıristiyan ve Yahudiler tarafından çok tahrifatıyla beraber, yine nübüvvet-i Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] haber veren yüz âyeti Hüseyin-i Cisrî kitabında yazmış.

Kâhinler ise, başta meşhur Şık ve Satîh olarak, ruhânî ve cin vasıtasıyla gaybdan haber veren ve şimdi medyum [gelecekten haber veren kimse] denilen, tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] bir nakl-i sahihle [bir hadis-i şerifin Peygamber Efendimizden (a.s.m.) doğru ve sağlam kanallarla aktarılması] Peygamberin (a.s.m.) geleceğine ve Fars devletini kaldıracağına sarîh [açık] bir surette haber verdikleri ve şüphe kaldırmaz bir tarzda, yakında bir Peygamber Hicaz’da zuhurunu mükerrer söyledikleri gibi; ârif-i billâh [Allah’ı tanıyan] kısmından, Peygamberin (a.s.m.) cedlerinden Kâ’b ibni Lüeyy ve Yemen ve Habeş padişahlarından Seyf [kılıç] ibni Zîyezen ve Tübba’ gibi çok ârifler, o zaman evliyaları, pek sarîh [açık] bir surette, Muhammed’in (a.s.m.) risaletinden [elçilik, peygamberlik] haber verip şiirlerle ilân etmişler. On Dokuzuncu Mektupta, ehemmiyetli ve kat’î bir kısmı yazılmış. Hattâ o padişahlardan birisi demiş: “Ben Muhammed’e (a.s.m.) hizmetkâr olmasını, bu saltanata tercih ederim.” Birisi de demiş: “Ah! Ben ona yetişseydim, onun ammizâdesi [amca çocuğu] olurdum.”

774

Yani, Hazret-i Ali (r.a.) gibi fedai bir hizmetkârı ve veziri olurdum. Her ne ise, tarih ve siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] kitapları bu haberleri tamamen neşr ile, bu ârifler, risalet-i Muhammediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) kuvvetli ve küllî bir şehadetle sadıkıyetine [doğruluk] imza basıyorlar.

Hem o ârifler ve kâhinler gibi risalet-i Muhammediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] gaybî haber veren ve sözleri işitilen ve şahısları görünmeyen, “hâtif[gelecekten haber veren cinnî] denilen ruhânîler, pek sarîh [açık] bir surette, Muhammed’in (a.s.m.) nübüvvetinden [peygamberlik] haber verdikleri gibi, çok muhbirler, hattâ saneme [put] kesilen kurbanlar [yakın] ve sanemler [put] ve mezar taşları nübüvvetinden [peygamberlik] haber vermeleriyle onun risaletine [elçilik, peygamberlik] ve hakkaniyetine imza basıp tarih lisanıyla şehadet etmişler.

On dördüncü şehadet: Kâinatın kuvvetli şehadetine işaret eden bu Arabî fıkra: [bölüm]

وَبِشَهَادَةِ الْكَۤائِنَاتِ بِغَايَاتِهَا وَبِالْمَقَاصِدِ اْلاِلٰهِيَّةِ فِيهَا عَلَى الرِّسَالَةِ الْمُحَمَّدِيَّةِ الْجَامِعَةِ؛ بِسَبَبِ تَوَقُّفِ حُصُولِ غَايَاتِ الْكَۤائِنَاتِ وَالْمَقَاصِدِ اْلاِلٰهِيَّةِ مِنْهَا وَتَقَرُّرُ قِيمَتِهَا وَوَظَۤائِفِهَا وَتَبَارُزِ حُسْنِهَا وَكَمَالِهَا وَتَحَقُّقِ حِكَمِ حَقَۤائِقِهَا عَلَى الرِّسَالَةِ اْلاِنْسَانِيَّةِ لاَسِيَّمَا عَلَى الرِّسَالَةِ الْمُحَمَّدِيَّةِ؛ اِذْ هِىَ الْمُظْهِرَةُ وَالْمَدَارُ اْلاَتَمُّ لَهَا، وَلَوْلاَهَا لَصَارَتْ هٰذِهِ الْكَۤائِنَاتُ الْمُكَمَّلَةُ وَالْكِتَابُ الْكَبِيرُ ذُو الْمَعَانِى السَّرْمَدِيَّةِ هَبَۤاءً مَنْثُورًا مُتَطَايِرَةَ الْمَعَانِى مُتَسَاقِطَةَ الْكَمَالاَتِ وَهُوَ مُحَالٌ مِنْ وُجُوهٍ وَجِهَاتٍ * 1

Âyetü’l-Kübrâ, [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] bu Arabî fıkranın [bölüm] meâline dair demiş: Bu kâinat nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray, bir kitap gibi,

775

bir sergi, bir temaşagâh [seyir yeri] gibi tasarruf eden Sâniine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve Kâtibine ve Nakkaşına [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] delâlet eder; öyle de, kâinatın hilkatindeki [yaratılış] makàsıd-ı İlâhiyeyi [Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler] bilecek, bildirecek ve tahavvülâtındaki [başka bir hâle geçme, dönüşme] Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] hikmetlerini tâlim edecek ve vazifedârâne harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın [var edilenler, varlıklar] kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ilân edecek ve “Nereden geliyorlar? Ve nereye gidecekler? Ve niçin buraya geliyorlar ve çok durmuyorlar, gidiyorlar?” diye dehşetli suallere cevap verecek ve o kitab-ı kebîrin [büyük bir kitabı andıran kâinat] mânâlarını ve âyât-ı tekvîniyesinin [kâinatta Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar] hikmetlerini tefsir edecek bir yüksek dellâl, [davetçi, ilan edici] bir doğru keşşaf, [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] bir muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza [bir şeyin gereği] ettiği ve herhalde bulunmasına delâlet ettiği cihetle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın hakkaniyetine ve bu Kâinat Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna kuvvetli ve küllî şehadet edip اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ 1 der.

Evet, Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği nur ile kâinatın mâhiyeti, kıymeti, kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve içindeki mevcudatın [var edilenler, varlıklar] vazifeleri ve neticeleri ve memuriyetleri ve kıymetleri bilinir, tahakkuk [gerçekleşme] eder. Ve kâinat, baştan başa gayet mânidar mektubat-ı İlâhiye [İlahî mektuplar, mesajlar] ve mücessem [cisimleşmiş] bir Kur’ân-ı Rabbânî [Rab olan Allah’ın Kur’ân’ı] ve muhteşem bir meşher-i âsâr-ı Sübhâniye [Cenab-ı Hakkın eserlerinin teşhir yeri] olur. Yoksa, adem [hiçlik, yokluk] ve hiçlik ve zevâl [batış, kayboluş] ve fena karanlıklarında yuvarlanan karma karışık vahşetli bir virâne, dehşetli bir matemhane mahiyetine düşer. Bu hakikate binaen, kâinatın kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve hikmetli tahavvülâtı [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve sermedî [daimi, sürekli] mânâları, kuvvetli bir tarzda نَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ 2 der.

776

On beşinci şehadet: Pek çok kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] şehadetleri ihtiva eden, bu kâinatta tasarruf ederek zerrattan [atomlar] seyyarata [gezegenler] kadar bütün tahavvülât [başkalaşmalar] ve harekât ve sekenât [durgunluklar] ve hayat ve memat [ölüm] gibi bütün tasarrufat, [dilediği gibi kullanma ve idare etme] emriyle, iradesiyle, kuvvetiyle bulunan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] icraat-ı rububiyeti [rububiyetin gereği olan icraatlar, işler] ve ef’âl-i Rahmâniyeti cihetinde risalet-i Muhammediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) mukaddes şehadetine işaret eden, bu gelen Arabî fıkradır: [bölüm]

وَبِشَهَادَةِ صَاحِبِ الْكَۤائِنَاتِ وَخَلاَّقِهَا وَمُتَصَرِّفِهَا عَلَى الرِّسَالَةِ الْمُحَمَّدِيَّةِ؛ بِاَفْعَالِ رَحْمَانِيَّتِهِ وَبِاِجْرَاءَاتِ رُبُوبِيَّتِهِ؛ كَفِعْلِ الرَّحْمَانِيَّةِ بِاِنْزَالِ الْقُرْاٰنِ الْمُعْجِزِ الْبَيَانِ عَلَيْهِ، وَبِاِظْهَارِ اَنْوَاعِ الْمُعْجِزَاتِ عَلٰى يَدَيْهِ، وَبِتَوْفِيقِهِ وَحِمَايَتِهِ فِى كُلِّ حَالاَتِهِ، وَبِاِدَامَةِ دِينِهِ بِكُلِّ حَقَۤائِقِهِ، وَبِاِعْلاَءِ مَقَامِ حُرْمَتِهِ وَشَرَفِهِ وَاِكْرَامِهِ عَلٰى جَمِيعِ الْمَخْلُوقَاتِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ، وَكَفِعْلِ رُبُوبِيَّتِهِ بِجَعْلِ رِسَالَتِهِ شَمْسًا مَعْنَوِيَّةً لِكَۤائِنَاتِهِ، وَبِجَعْلِ دِينِهِ فِهْرِسْتَةَ كَمَالاَتِ عِبَادِهِ، وَبِجَعْلِ حَقيقَتِهِ مِرْاٰةً جَامِعَةً لِتَجَلِّيَاتِ اُلُوهِيَّتِهِ، وَبِتَوْظِيفِهِ بِوَظَۤائِفَ ضَرُورِيَّةٍ لاَزِمَةٍ لِوُجُودِ الْمَخْلُوقَاتِ فِى هٰذِهِ الْكَۤائِنَاتِ كَلُزُومِ الرَّحْمَةِ وَالْحِكْمَةِ وَالْعَدَالَةِ وَكَضَرُورَةِ لُزُومِ الْغِذَاءِ وَالْمَاءِ وَالْهَوَاءِ وَالضِّيَاءِ * 1

Bu pek kat’î ve çok geniş ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] şehadetin tafsilâtını [ayrıntılar] Risale-i Nur’a havale edip, gayet kısacık bir işaretle meal-i icmalîsine bakacağız:

777

Evet, bu kâinatta, gözümüz önünde bu muntazam tasarrufatı [dilediği gibi kullanma ve idare etme] içinde adalet ve hikmetle ve rahmet ve inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve himayetle her zaman iyileri himaye ve fenaları ve yalancıları tokatlamak, rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] bir âdeti olmasından, ef’âl-i Rahmâniyet muktezasıyla [bir şeyin gereği] bir Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânı, [açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] Muhammed’in (a.s.m.) eline vermesi; ve bine yakın mu’cizelerin pekçok envaını ona vermesi; ve bütün hâlâtında [durumlar, haller] ve en tehlikeli vaziyetlerinde şefkatkârâne [şefkat dolu] himaye ve hattâ güvercin ve örümcekle muhafaza etmesi; ve büyük vazifelerinde onu tam muvaffak etmesi; ve dinini bütün hakikatleriyle idâmesi; ve İslâmiyetini zeminin ve nev-i beşerin başına geçirmesi; ve bütün mahlûkat üstünde bir makam-ı şeref ve meşahir-i insaniyenin [insanların meşhurları] fevkinde [üstünde] daimî bir rütbe-i makbuliyet ve dost ve düşmanın ittifakıyla en yüksek hasletleri [huy, karakter] taşıyan bir şahsiyeti vermekle, beşerin beşten birisini ona ümmet etmesi, gayet kat’î bir tarzda sadıkıyetine [doğruluk] ve risaletine [elçilik, peygamberlik] şehadet ettiği gibi; ef’âl-i rububiyet cihetinde dahi görüyoruz ki, bu âlemin Mutasarrıfı [dilediği gibi idare eden] ve Müdebbiri, [idare eden, çekip çeviren] Muhammed’in (a.s.m.) risaletini [elçilik, peygamberlik] bu kâinata bir mânevî güneş yapıp, Nur Risalelerinde [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] ispat edildiği gibi, onunla bütün karanlıkları izale [giderme] ve nuranî hakikatlerini gösterip ve bütün zîşuuru, [akıl ve şuur sahibi] belki kâinatı hayat-ı bâkiye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] müjdesiyle sevindirdiği gibi; dinini dahi bütün makbul ehl-i ibadetin fihriste-i kemâlâtı ve harekât-ı ubudiyette sağlam bir program yapması gibi Muhammed’in (a.s.m.) şahsiyet-i mâneviyesi [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] olan hakikatini, Kur’ân’ın ve Cevşen’in delâletiyle tecelliyat-ı ulûhiyetine bir âyine-i câmia [kapsamlı ayna] yapması; ve sabıkan [bundan önce] işaret ettiğimiz hakikatlerin ve on dört asırda hergün ümmetinin bütün hasenatlarının bir mislini [benzer]             

778

kazanmasının ve hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ve mâneviye-i beşeriyedeki [insanlığın mânevî dünyası] âsârının [eserler/asırlar] delâletiyle, nev-i beşere en yüksek reis ve mukteda ve üstad yapması; ve onu büyük ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifelerle beşerin imdadına gönderip rahmet, hikmet, adalet, gıda, hava, mâ, ziya derecesinde insanları onun dinine, şeriatına, İslâmiyetteki hakikatlerine muhtaçHaşiye yapması ile on iki küllî ve kat’î hüccetlerle [delil] risalet-i Muhammediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] şehadet ettiği halde, acaba hiç mümkün müdür ki, sinek kanadının ve bir çiçeğin tanziminden lâkayt [duyarsız] kalmayan bu Kâinat Sahibinin [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] bu derece küllî ve geniş şehadetlerine mazhar [erişme, nail olma] olan risalet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.), kâinatın mânevî bir güneşi olmasın?

İşte bu on beş küllî şehadetler, her biri pek çok şehadetleri, hattâ Üçüncü Şehadet, mu’cizat lisanıyla bin şehadeti ihtiva edip öyle bir kat’iyetle ve kuvvetle اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ 1 olan dâvâyı ispat ve tahakkukunu [gerçekleşme] ve kıymetini ve ehemmiyetini ilân etmiş ki, hergün beş defa âlem-i İslâm, [İslâm âlemi] yüzer milyon lisanlarla teşehhüdde [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] o dâvâyı kâinata ilân ettiği gibi; o dâvânın esası olan hakikat-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] (a.s.m.), kâinatın çekirdek-i aslîsi, [asıl çekirdek, tohum] bir sebeb-i hilkati [yaratılış sebebi] ve en mükemmel meyvesi olduğunu milyarlar ehl-i iman [Allah’a inanan] tereddütsüz tasdik ederek kabul

779

etmişler. Ve bu kâinatın Sahibi [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] (celle celâluhu) o şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) mânevî şahsiyeti, varlığı] (a.s.m.) saltanat-ı rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] bir yüksek dellâl [davetçi, ilan edici] ve kâinat tılsımının ve hilkat [yaratılış] muammasının bir doğru keşşafı [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] ve lütuf ve rahmetinin bir parlak misali ve şefkat ve muhabbetinin bir beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] lisanı ve âlem-i bâkideki [devamlı ve kalıcı âlem] hayat-ı daime [devamlı hayat] ve saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] en kuvvetli müjdecisi ve elçilerinin en son ve en büyük bir resul [Allah’ın elçisi] eylemiş. Acaba bu mahiyetteki bir hakikate kanaat etmeyen veya ehemmiyet vermeyen, ne derece hasâret [zarar] ve hata ve belâhet [aptallık] ve cinayet ettiğini kıyas edilsin!

İşte, namazdaki Fâtiha, [başlangıç] nasıl İkinci Kısımda işârâtıyla, [işaretler] teşehhüdde [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] اَشْهَدُ اَنْ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ 1 taki hakikat-ı tevhid [herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma hakikati, gerçeği] dâvâsına kat’î hüccetleri [delil] gösterir, hadsiz imzalar basar; [görme] bu Üçüncü Kısımda dahi yine teşehhüdde [namazda her iki rekâtın sonunda oturulan bölüm] وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ 2 ta hakikat-i risalet [peygamberlik, elçilik gerçeği] dâvâsına kuvvetli şahitleri getirip nihayetsiz tasdik imzalarını bastırır.

Yâ Erhamerrâhimîn, [ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah] bu Resul-i Ekremin (a.s.m.) hürmetine, bizi onun şefaatine mazhar [erişme, nail olma] ve sünnetinin ittibaına [tabi olma, uyma] muvaffak ve dâr-ı saadette [mutluluk yeri; Cennet] onun âl [aile, soy] ve ashâbına komşu eyle! Âmin, âmin, âmin.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ بِعَدَدِ حُرُوفِ الْقُرْاٰنِ الْمَقْرُوءَةِ وَالْمَكْتوُبَةِ اٰمِينَ * 3

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 4