ŞUÂLAR – Sekizinci Şuâ (885-913)

885

Sekizinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

Üçüncü bir keramet-i Aleviye

BİR İFADE-İ MERAM

Mâlum olsun ki, ben Risale-i Nur’un kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmekle Kur’ân’ın hakikatlerini ve imanın rükünlerini [esas, şart] ilân etmek ve zaaf-ı imana düşenleri onlara davet etmek ve onların kuvvetlerini ve hakkaniyetlerini göstermek istiyorum. Yoksa, hâşâ, kendimi ve hiçbir cihetle beğenmediğim nefs-i emmâremi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] beğendirmek ve medhetmek değildir.

Hem Risale-i Nur zâhiren benim eserim olmak haysiyetiyle senâ etmiyorum. Belki yalnız Kur’ân’ın bir tefsiri ve Kur’ân’dan mülhem [ilham olunmuş] bir tercüman-ı hakikîsi ve imanın hüccetleri [delil] ve dellâlı [davetçi, ilan edici] olmak haysiyetiyle meziyetlerini beyan ediyorum. Hattâ, bir kısım risaleleri ihtiyarım haricinde yazdığım gibi Risale-i Nur’un ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız [irade dışı] hükmündeyim. İmam-ı Ali’nin (radıyallahu anh) Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] namını verdiği Yedinci Şuâ risalesini yazmakta çok zahmet çektiğime bir mükâfat-ı âcile ve bir alâmet-i makbuliyet ve bir medâr-ı teşvik olarak bu keramet-i Celcelûtiye, inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] tarafından verildiğine şüphem kalmamış. Tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] kàbilinden bunu Sekizinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olarak yazdım. Yoksa haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] dair mühim bir âyetin mu’cizeli olan burhanlarını [delil] yazacaktım.

ba

886

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 İmam-ı Ali’nin (radıyallahu anh) Risale-i Nur’a dair üçüncü bir kerametidir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik]

Evet, On Sekizinci ve Yirmi Sekizinci Lem’alarda [parıltı] izah ve ispat edilen iki zâhir kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] teyid ve takviye ederek Kaside-i Celcelûtiyesinde, Sirâcü’n-Nur‘dan [nur lâmbası] sarahat [açıklık] derecesinde haber verdiği gibi, yine o kasidede Sirâcü’n-Nur‘un [nur lâmbası] en namdar [namlı, şan ve şöhret sahibi] risalelerine parmak basıyor, âdetâ alkışlıyor; ve sekiz adet remizle [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] meşhur bir kısım risalelerini gösteriyor.

BİRİNCİSİ

Risale-i Nur’a tasrih [açık şekilde bildirme] eden تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً 1 fıkrasından [bölüm] sonra Süryânî [Âsurî halkından onların eski dinlerinden olanlar] lisanıyla Esmâ-i Hüsnâdan [Allah’ın en güzel isimleri] istimdat [medet isteme] ve suver-i Kur’âniye [Kur’ân’ın sûreleri] ile bir münâcât [Allah’a yalvarış, dua] yapıyor. Tam otuz üç sûrelerle öyle garip ve mânidar bir tarzda zikrediyor ki, bir kısım sırları ve gaybî haberleri dahi bildirmek istediği anlaşılıyor. Ben sıkıntılı bir zamanda İmam-ı Ali’nin (radıyallahu anh) Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] namını verdiği Yedinci Şuâyı bitirdiğim aynı vakitte, itikadımca [inanç] bana acele bir mükâfat ve bir ücret olarak, geceleyin Celcelûtiye’yi okudum. Birden bir ihtar-ı gaybî [gaybdan gelen hatırlatma] gibi kalbime denildi:

İmam-ı Ali (radıyallahu anh), Risale-i Nur ile çok meşguldür. Mecmuundan haber verdiği gibi, kıymettar risalelerine de işaret derecesinde remzedip [ince işaret] îma ediyor. Eğer sarîh [açık] bir surette gaybdan haber vermek (çok zararları bulunduğundan hikmete münâfi [aykırı] olduğu cihetle) hikmet-i İlâhiye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] tarafından yasak olmasaydı tasrih [açık şekilde bildirme] edecekti.

Meselâ, sûreleri tâdâd [sayma] ederken, yirmi beşinciye geldiği vakit diyor ki:

887

بِحَقِّ تَبَارَكَ ثُمَّ نُونٍ وَسَۤائِلٍ * وَبِسُورَةِ التَّهْمِيزِ وَالشَّمْسُ كُوِّرَتْ * وَبِالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰي * وَبِاِقْتَرَبَتْ لِىَ اْلاُمُورُ تَقَرَّبَتْ * وَبِسُوَرِ الْقُرْاٰنِ حِزْبًا وَاٰيَةً * عَدَدَ مَا قَرَأَ الْقَارِي وَمَا قَدْ تَنَزَّلَتْ * فَاَسْئَلُكَ يَا مَوْلاَىَ بِفَضْلِكَ الَّذِى * عَلٰى كُلِّ مَا اَنْزَلْتَ كُتْبًا تَفَضَّلَتْ * 1

İşte bu fıkralarda [bölüm] Eskişehir Ağırceza Mahkemesini hayrette bırakan ve üstünde gözle görünen bir kerametiyle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve kıyamet ve haşri ispat eden harika hüccetleriyle [delil] iştihar eden [meşhur olan] Yirmi Dokuzuncu Söze [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] Hazret-i İmam-ı Ali (radıyallahu anh), zikir ve tâdâd [sayma] ettiği sûrelerin yirmi dokuzuncu mertebesinde وَالشَّمْسُ كُوِّرَتْ ile ona işaret eder. Çünkü, kıyamet kopmasından gayet dehşetli haber veren 2 اِذاَ الشَّمْسُ كُوِّرَتْ sûresine tam mutabık bir surette, o Yirmi Dokuzuncu Söz, [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] kıyametin ve harab-ı âlemin [âlemi yıkıp bozma] ve mevt-i dünyanın [dünyanın ölümü] ve hayat-ı âhiretin ve ihyâ-yı emvâtın kat’î hüccetlerini [delil] beyan ederken, bu sûrenin dehşetli tasvirini zikretmesi, hem mânâda, hem yirmi dokuzuncu mertebede tetabukları [uygunluk] o işareti ispat eder.

Hem, tahavvülât-ı zerratta [atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri] boğulan maddiyyunları susturan ve zerrâtın [atomlar] tahavvülâtı ve harekâtını, vazife ve intizamlarını emsalsiz bir tarzda ispat eden “Otuzuncu Söz” nâmındaki Zerrat [atomlar] Risalesine Hazret-i İmam-ı Ali (radıyallahu anh), otuzuncu mertebede وَ بِا لذَّارِيَاتِ ذَرْوًا kasemiyle [yemin] ona işaret eder. Evet, bu işarette lâfzan [ifade, kelime] ve sureten [görünüş itibarıyla] sûre-i 3 وَالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا ve Risale-i Zerrat, [Sözler’de yer alan Otuzuncu Söz] birbirine

888

müşabehetle [benzeme] beraber, mânâ cihetiyle dahi münasebet var. Çünkü, sûre-i وَالذَّارِيَاتِ ‘ın başında, tesadüfî ve intizamsız zannedilen temevvücat-ı [dalgalanma] havâiye, gayet hikmetli ve vazifedar olarak rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] tekvînî [yaratmaya, var etmeye dâir] emirlerini etrafa yetiştirir diye ifade ettiği gibi, Risale-i Zerrat [Sözler’de yer alan Otuzuncu Söz] dahi, maddiyyunlar tarafından tesadüfî ve intizamsız telâkki [anlama, kabul etme] edilen harekât-ı zerrat [zerrelerin, atomların hareketleri] dahi, gayet hikmetli ve o zerreler muntazam vazifelerle vazifedar olduklarını gayet kuvvetli ve kat’î burhanlarla [delil] ispat ediyor.

Hem Mi’rac-ı Muhammedî aleyhissalâtü vesselâmı delâil-i akliye [aklî deliller] ile gayet mâkul ve kat’î bir surette ispat eden ve “Otuz Birinci Söz” nâmında ve mertebesinde bulunan Risale-i Mi’raca, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) otuz birinci mertebede Mi’rac-ı Ahmedî (a.s.m.) ve Kab-ı Kavseyndeki [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür] müşahede ve mükâlemeyi [karşılıklı konuşma] sarîh [açık] bir surette başlayan sûre-i وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰى 1 nın başında bulunan وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰى cümlesi ile sarahate [açıklık] yakın bir tarzda o risaleye işaret eder ve sûre-i وَالطُّورِ yi bırakarak وَالذَّارِيَاتِ den sonra وَالنَّجْمِ sûresini zikretmesi bu işareti kuvvetlendirir.

Hem Şakk-ı Kamer [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] Mu’cizesini münkirlere [Allah’a inanmayan] karşı kuvvetli delillerle ispat eden Mi’rac [Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk] Risalesinin zeyli [ek] bulunan “Şakk-ı Kamer [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] Risalesi” nâmında, otuz birinci mertebenin âhirinde olan o risaleye, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) şakk-ı kameri [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] nass-ı sarîhle [mânâsı çok açık ve kesin olan Kur’an hükmü] zikreden sûre-i اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ 2 den iktibas [alıntı] ederek otuz birinci mertebenin akabinde zikredilen وَبِاِقْتَرَبَتْ لِىَ اْلاُمُورُ تَقَرَّبَتْ 3 fıkrasıyla [bölüm] sarahate [açıklık] yakın işaret eder.

889

Malûmdur ki, Risale-i Nur, başta otuz üç adet Sözlerdir ve “Sözler” nâmıyla yâd edilir. Fakat, Otuz Üçüncü Söz müstakil [bağımsız] değil, belki otuz üç adet Mektubattan ibarettir. Ve “Mektubat” namıyla zikredilir. Sonra Otuz Birinci Mektup dahi müstakil [bağımsız] değil, belki otuz bir adet Lem’alardan [parıltı] mürekkeptir [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] ve “Lem’alar” [parıltı] adıyla müştehirdir. [meşhur, ünlü] Sonra Otuz Birinci Lem’a [parıltı] dahi müstakil [bağımsız] olmamış; o da inşaallah [Allah dilerse] otuz bir adet Şuâlardan mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] olacak. El-Âyetü’l-Kübrâ [en büyük âyet, delil] Yedinci ve bu risale Sekizinci Şuâlardır. Demek Sözlerin hâtimesi Otuz İkinci Sözdür.

Hem Risale-i Nur’un yıldızları içinde bir güneş hükmünde şakirtlerince [öğrenci] telâkki [anlama, kabul etme] edilen Otuz İkinci Söz nâmındaki üç mevkıf[bölüm, kısım] risale-i harika [harika kitap] ve câmia ve Sözler’in bir cihette hâtimesi ve cemiyetli neticesi olan o risaleye Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) onun fevkalâde ehemmiyetini ve câmiiyetini [kapsayıcılık] göstermek için Kur’ân’ın çok sûreleriyle birden otuz ikinci mertebede وَبِسُوَرِ الْقُرْاٰنِ حِزْبًا وَاٰيَةً 1 kasemiyle [yemin] otuz ikinci mertebede bulunan o câmi’ [kapsamlı] risaleye işaret eder.

Risale-i Nur’un Otuz Üçüncü Sözü ise, bundan evvel beyan ettiğimiz gibi otuz üç adet mektuplardan ibaret ve “Mektubat” namında otuz üç kitap ve yüzden ziyade risalelerdir.

İşte Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) otuz üçüncü mertebede ve kaseminde [yemin] Otuz Üçüncü Sözün eczaları olan o yüz on kitap ve Mektubat’a birden işaret etmek için yüz on semâvî suhuf [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] nâmında yüz on muhtasar [kısa] kitaplar ve o büyük mukaddes kitaplardan istimdat [medet isteme] mânâsında olan şu

فَاَسْئَلُكَ يَا مَوْلاَىَ بِفَضْلِكَ الَّذِى * عَلٰى كُلِّ مَۤا اَنْزَلْتَ كُتْبًا تَفَضَّلَتْ * 2

kelâmıyla işaret eder. Malûmdur ki, ilm-i belâğatte [belâğat ilmi] ve fenn-i beyanda [beyan ilmi; mecâz, teşbih, kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] gibi ifade ve anlatım üslûplarını ele alan belâgat ilminin bir dalı] uzak ve gizli mânâlara delâlet etmek için “karine[bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] tabir ettikleri emarelerden ve münasebetlerden birisi bulunsa, uzak bir mânâ ve gizli ve işârî olan bir mefhum, [anlam] karinenin [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] kuvvetine göre sarîh [açık] ve zâhir mânâsı gibi kabul edilir. İşte bu kaideye

890

binaen, bu işârî mânâların herbirisine müteaddit [bir çok] karineler, [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] emareler bulunduğu gibi, sair arkadaşları da ona karineler [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] olur. Risale-i Nur’un mecmuundan haber veren sarîh [açık] fıkralar [bölüm] dahi her birisine kuvvetli bir karinedir. [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret]

İKİNCİ REMİZ

Kur’ân’ın el-âyetü’l-kübra[(mânâca) en büyük âyet] olan

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 1

nin hakikat-ı kübrâsını [büyük hakikat] ve tefsir-i ekberini [büyük tefsir] gösteren ve Ramazan-ı Şerifin ilhâmî [Allah tarafından kalbe gelen mânâ] bir hediyesi bulunan Yedinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] risalesine Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) Mektubat’a işaretten sonra Lem’alar’a [parıltı] işaret içinde Şuâlar’a bakarak وَبِاْلاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِ نِىِ ّ مِنَ الْفَجَتْ 2 Haşiye [dipnot] deyip ilm-i belâğatçe [belâğat ilmi]müstetbeatü’t-terakîb[üslup içindeki cümle ve kelimelerin çağrıştırdıkları mânâlar] ve “maarîzü’l-kelâm[kapalı mânâlar; birden fazla anlamlı kelimelerin en uzak mânâsı] denilen mânâ-yı zâhirinin tebaiyetiyle [tabi olma, uyma] ve perdesinin arkasıyla müteaddit [bir çok] karinelerin [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] kuvvetine göre işaret eder. Ve o acip ve yüksek ve tevhidin hüccetü’l-kübrâsı [delil] ve el-âyetü’l-kübrânın [en büyük âyet, delil] bir alâmet-i kübrâ[büyük işaret] ve bir tefsir-i âzamı [çok büyük tefsir] olan risaleye “Âyetü’l-Kübrâ[en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] namı veriyor. Ve o namla, hem menbaı [kaynak] olan âyetü’l-kübrânın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] azametini, hem bu Yedinci Şuâ olan vahdâniyetin [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ve tevhidin burhan-ı âzamının [çok büyük ve kesin delil] fevkalâde kuvvetini ilân eder, haber verir. Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) bu büyük iltifatına, bu risalenin liyakatine her kimin bir şüphesi varsa, gelsin, bir defa o risaleyi okusun. Eğer “Evet, lâyıktır” demezse, bana tuh desin!

891

Evet Kur’ân’ın aleyhinde bin seneden beri müntakimâne [intikam almak tarzına] hazırlanan dinsizlerin itirazlarını ve kâfir feylesofların terâküm edip şimdi yol bularak intişar [açığa çıkma, yayılma] eden şüphelerini ve Kur’ân’ın dehşetli darbelerinden intikam besleyen muannid [inatçı] Yahudilerin ve mağrur bir kısım Hıristiyanların hücumlarını def edip mukabele [karşılama; karşılık verme] eden ve her asırda Kur’ân’ın pek çok kahramanları ve mânevî kal’aları [kale] vardı. Şimdi ihtiyaç bir-ikiden, yüze çıkmış. Ve müdafîler yüzden, iki-üçe inmiş.

Hem, hakaik-i imaniyeyi, [iman hakikatleri, esasları] ilm-i kelâmdan ve medreseden öğrenmek çok zamana muhtaç bulunduğundan, bu zamanda o kapı dahi kapandı. Hem çabuk, hem herkes anlayacak bir tarzda en derin hakikatleri talim eden Risale-i Nur, elbette İmam-ı Ali radıyallahu anhın bu iltifatına lâyıktır.

Hem İmam-ı Ali (r.a.) onuncu mertebe-i tâdâdında [sayı saymadaki sıra] onuncu sûre olarak ve kıyamet ve Leyle-i Berâta bakan وَبِسُورَةِ الدُّخَانِ فِيهَا سِرًّا قَدْ اُحْكِمَتْ 1 deyip mânâ-yı işârîsiyle [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] “Onuncu Söz” namında ve mertebesinde olan Haşir Risalesine [öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanmayı delilleriyle ispat eden risale, Sözler’de yer alan Onuncu Söz] işaretle beraber, o risalenin fevkalâde ehemmiyetini ve gayet muhkem [değiştirilemez] olduğunu ve o zamanın dumanlı karanlıklarını izale [giderme] eden bir Leyle-i Berâtın bir kandili hükmünde bulunmasına ve haşir ve kıyametin bir alâmeti olan duhan, [toz halindeki yoğun duman] hem Leyle-i Berâtın senevî [yıllık] olarak hikmetli tefrik ve taksim-i umûr [emirlerin ve işlerin taksimi] noktalarıyla ve başka karineler [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ile îmaen ve remzen [ince işaret] haber veriyor.

Evet, Onuncu Söz, çok ehemmiyetli bir belâyı def etti. Hürriyet-i efkâr [düşünce özgürlüğü] serbestiyeti ve harb-i umumî [Birinci Dünya Savaşı] sarsıntısı vaktinde haşri inkâr eden münafıklar, fırsat bulup çok yerlerde zehirli fikirlerini izhara [açığa çıkarma, gösterme] başladıkları bir zamanda Onuncu Söz çıktı ve tab [basma] edildi. Bin nüshası etrafa yayıldı, onu gören herkes kemâl-i iştiyak [tam bir istek ve arzu] ve merakla okudu. Zındıkların kâfirâne fikirlerini tam kırdı ve onları susturdu.

892

İmam-ı Ali radıyallahu anhın bu takdirine liyakatini ispat etti. Kimin şüphesi varsa, gelsin, onu dikkatle okusun, haşrin ne kadar kuvvetli bir burhanı [delil] olduğunu görsün.

Hem Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) on dokuzuncu sûre olarak Sûretü’n-Nur’u

بِسِرِّ حَوَامِيمِ الْكِتَابِ جَمِيعِهَا * عَلَيْكَ بِفَضْلِ النُّورِ يَانُورُ اُقْسِمَتْ * 1

fıkrasıyla [bölüm] zikrederek pek muhtasar [kısa] olan On Dokuzuncu Söze ve pek mükemmel bulunan On Dokuzuncu Mektuba işaret için nur lâfzını [ifade, kelime] tekrar etmekle mektupların mertebesi, yani On Dördüncü Mektup noksan kalmasına îmaen Sûre-i Nur’u on beşincide yine zikretmesiyle gayet lâtif [berrak, şirin, hoş] ve müdakkikane haber veriyor. Ve o iki risaleleri, Risale-i Nur’un büyük nurları olduklarını bildiriyor.

Evet, risalet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] aleyhissalâtü vesselâma dair olan On Dokuzuncu Söz, hem üç cihetle kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve harika olan On Dokuzuncu Mektup, elhak, Risale-i Nur’un en parlak birer nurudurlar. Ve Âişe-i Sıddîka radıyallahu anhânın beraati münasebetiyle, âyet-i Nur‘un [“Allah, göklerin ve yerin nûrudur” ifadesiyle başlayan, Nur Sûresinin 35. âyeti] مَثَلُ نُورِهِ kelimesindeki zamir, üç vecihten [yön] birisiyle Muhammed aleyhissalâtü vesselâma râci [ait] olmak haysiyetiyle, Sûre-i Nur, zât-ı Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamber olan şahsiyeti] aleyhissalâtü vesselâm ile ziyade alâkadar bulunduğundan, o sûre ile risalet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] aleyhissalâtü vesselâmı ispat eden o iki risaleye iki nur lâfzıyla, [ifade, kelime] belki üç nur kelimeleriyle yine aynen risalet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] aleyhissalâtü vesselâmı ispat eden Mi’rac [Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk] Risalesine dahi işaret etmiş.

Ben itiraf ediyorum ki, On Dördüncü Mektup noksan kaldığını unutmuştum. Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) aynı sûreyi iki defa tekrar etmesiyle tahattur [hatıra gelme] ettim ve işârâtındaki [işaretler] dikkatine hayran oldum. Fakat o tekrar, yalnız On Dokuzuncu Söz ve Mektup için sayılır; ondan sonrakilere nisbeten sayılmaz.

ÜÇÜNCÜ REMİZ

Yirmi Sekizinci Lem’ada [parıltı] izah ve ispat edilen

893

تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً * تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ * 1

بِنُورِ جَلاَلٍ بَازِخٍ وَشَرَنْطَخٍ * بِقُدُّوسِ بَرْكُوتٍ بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ * 2

fıkralarıyla [bölüm] Risale-i Nur’un üç ehemmiyetli vaziyetini haber veriyor. Bu fıkraların [bölüm] sarahate [açıklık] yakın bir surette hem cifir, hem mânâ cihetiyle Risale-i Nur’a işaretini On Sekizinci Lem’ada [parıltı] izahına binaen, burada ise orada zikredilmeyen ve İmam-ı Ali radıyallahu anhın nazar-ı dikkatini celb [çekme] eden yalnız üç sırrı beyan edilecek.

Birincisi: İslâmlar içinde, dellâllar [davetçi, ilan edici] elinde teşhir suretinde gezdirmeye lâyık olan Risale-i Nur, maatteessüf, [ne yazık ki] gayet gizli perde altında intişar [açığa çıkma, yayılma] ve istitara [gizlenme, perdelenme] mecbur olmasına işareten, İmam-ı Ali radıyallahu anh, iki defa سِرًّا بَيَانَةً ve

سِرًّا تَنَوَّرَتْ kelimeleriyle سِرًّا yani “Gizli intişar [açığa çıkma, yayılma] edebilir” müteaccibâne [şaşırarak, şaşkın bir şekilde] haber veriyor.

İkincisi: Risale-i Nur, İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] cilvesiyle ve ism-i Rahîm [Allah’ın herbir varlığa merhamet ve şefkati olduğunu bildiren ismi] ve Hakîmin tecellisiyle zuhur ettiğinden, imtiyazlı hassası اَللهُ اَكْبَرُ den iktibasen [alıntı] celâl ve kibriya, [büyüklük] بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 3 den istifâzaten merhamet ve şefkat,

وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ 4 den istifadeten hikmet ve intizamın esasları üzerine gidiyor. Onun ruhu ve hayatı onlardır. Sair meşreplerdeki [hareket tarzı, metod] aşk yerinde, Risale-i Nur’un meşrebinde [hareket tarzı, metod] müştakane şefkattir. Ve re’fetkârane [merhametli bir şekilde, çok acıyarak] muhabbettir. Nasıl ki

894

Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) sarîh [açık] bir surette Sirâcü’n-Nur‘un [nur lâmbası] tarih-i telifini [bir eserin yazılma tarihi] ve tekemmül [mükemmelleşme] zamanını ve meşhur ismini تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkrasıyla [bölüm] haber vermiş. Öyle de, بِنُورِ جَلاَلٍ بَازِخٍ وَشَرَنْطَخٍ (ilâ âhir) fıkrasıyla [bölüm] da Sirâcü’n-Nur‘un [nur lâmbası] esaslarından haber veriyor. Çünkü جَلاَلٍ بَازِخٍ izzet, [büyüklük, yücelik] azamet ve celâl ve kibriyadır. [büyüklük] شَرَنْطَخٍ Süryanice Rauf [herbir canlıya hususî şefkat ve ihsanı çok olan ve onlar üzerinde iltifatının incelikleri görünen Zât, Allah] ve بَرْكُوتٍ Rahîmdir. Demek Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh Sirâcü’n-Nur‘u [nur lâmbası] tarif ediyor “Hayatını ve nurunu, kibriya [büyüklük] ve azamet ve refet [esirgeme, koruma, acıma] ve rahîmiyetten [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] alıyor” diye mümtaz [seçkin] hasiyetini beyan eder.

Üçüncüsü: Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh, bu fıkrada [bölüm] بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ cümlesiyle diyor ki: 1354’te Sirâcü’n-Nur [nur lâmbası] (yani, Risale-i Nur’un nuru) ile dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tecavüz eden nârı inşaallah [Allah dilerse] sönecek. Yani, fitne-i diniye ateşini ya tahribattan vazgeçirecek veya ileri tecavüzatını [tecavüzler, saldırılar] kıracak.

Eğer hicrî [Kur’ân-ı Kerimin 15. sûresi] tarihi olsa, bundan iki sene evvel, dini dünyadan tefrik fırsatından istifade ile, dinin ve Kur’ân’ın zararına olarak ilerleyen dehşetli tasavvuratın [düşünceler] tecavüzatı [tecavüzler, saldırılar] tevakkuf [durağan olma] etmesi, elbette karşılarında kuvvetli bir seddin bulunmasındandır. O sed ise, bu zamanda çok intişar [açığa çıkma, yayılma] eden Risale-i Nur’un keskin hüccetleri [delil] ve kuvvetli burhanları [delil] olduğu çok emarelerle hissediliyor. Ve bu ikinci ihtimaldeki işaret-i Aleviye dahi onu teyid ediyor.Haşiye [dipnot]

895

Evet, cifirce بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ 1 : خ altı yüz (600), ت dört yüz (400), ر iki yüz (200), şeddeli [Arapça’da bir harfin üzerine konan ve o harfi iki kez okutan işaret] ن yüz (100), م kırk (40), د ve üç ا yedi (7), بِهِ deki ب iki, ه beş, yekûnu [bütün, toplam] bin üç yüz elli dört (1354) eder. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] Sirâcü’n-Nur‘un [nur lâmbası] el-Âyetü’l-Kübrâ[en büyük âyet, delil] gibi çok risaleleri var. Her biri kuvvetli birer lâmba hükmünde sırat-ı müstakimi [dosdoğru yol] gösterip İmam-ı Ali radıyallahu anhın haberini tasdik ediyorlar.

Bu üçüncü sırrın münasebetiyle aynen بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ gibi bin üç yüz elli dört (1354) tarihine makam-ı cifrîsiyle bakan ve Said’in (r.a.) iki mâruf [bilinen] lâkabına remzen [ince işaret] ve ismen îma eden ve “Kendini muhafaza et” emrini veren ve o tarihte herkesten ziyade müteaddit [bir çok] tehlikelere mâruz bulunacağını telvih eden Ercûze’nin âhirlerindeki

فَاسْئَلْ لِمَوْلاَكَ الْعَظِيمِ الشَّانِ * يَا مُدْرِكًا لِذَلِكَ الزَّمَانِ * بِاَنْ يَقِيكَ شَرَّ تِلْكَ الْفِتْنَةِ * وَشَرَّ كُلِّ كُرْبَةٍ وَمِحْنَةٍ * 2

fıkrasıyla [bölüm] diyor: “Yâ Said el-Kürdî! [Kürt milletinden olan] 1354 tarihine yetişirsen, Mevlâ-yı Azîminden, o zamanın ve o asrın fitne ve şerlerinden muhafazanı iste ve yalvar.”

Evet, On Sekizinci Lem’ada [parıltı] birinci keramet-i Aleviyenin izahında, Kaside-i Ercûziyenin Risale-i Nur ve müellifine [telif eden, kitap yazan] dair işârât-ı gaybiyesi [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] beyan edilmiş. İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ve “sekîne[içerisinde on dokuz harfli on dokuz âyet bulunan çok mühim, sükûnet ve emniyet veren bir dua] tabir ettiği esmâ-i sitte-i meşhuruyla daima meşgul olan bir şakirdiyle [talebe, öğrenci] konuştuğu ve teselli verdiği ve çok emareler ve karinelerle [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] o şakirt, [öğrenci] Said olduğu ispat edilmiş. Ve orada o şakirdine [talebe, öğrenci] demiş:

896

اَحْرُفُ عُجْمٍ سُطِّرَتْ تَسْطِيرًا بِتَّ بِهَا اْلاَمِيرُ وَالْفَقِيرَا

Yani, ecnebi hurufları [harfler] bin üç yüz kırk sekiz (1348)’de tâmim [genelleştirme, yayma] edilecek, çoluk-çocuk emirler ve fakirler icbar [zoraki, zorlama] suretinde, gece dersleriyle öğrenmeye çalışacaklar.

Evet, سُطِّرَتْ تَسْطِيرًا cümlesi tam tamına iki ت sekiz yüz (800), iki س yüz yirmi (120), iki ر dört yüz (400), iki ط on sekiz (18), bir ى on (10), mecmuu bin üç yüz kırk sekiz (1348)’dir. Aynı tarihte Lâtinî huruflarına [harfler] gece dersleriyle cebren çalıştırıldı.

Sonra İmam-ı Ali (r.a.) Sekîne [içerisinde on dokuz harfli on dokuz âyet bulunan çok mühim, sükûnet ve emniyet veren bir dua] ile meşgul olan Said’e (r.a.) bakar, konuşur. Akabinde يَا مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ der. İki-üç yerde kuvvetli işaretle Said (r.a.) ismini verdiği şakirdine [talebe, öğrenci] hitaben, “Kendini Sekîne [içerisinde on dokuz harfli on dokuz âyet bulunan çok mühim, sükûnet ve emniyet veren bir dua] ile dua edip muhafazaya çalış” Yâ-i nidâî‘den [Arapçada birisine seslenmeyi ifade eden ve “Ey” anlamına gelen iki harfli kalıp] sonra müteaddit [bir çok] karineler [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ve emarelerle Said var. Demek يَاسَعِيدُ مُدْرِكًا لِذٰلِكَ الزَّمَانِ 1 olur. Bu fıkra [bölüm] nasıl ki مُدْرِكًا kelimesiyle “el-Kürdî[Kürt milletinden olan] lâkabına hem lâfzan, [ifade, kelime] hem cifren bakar. Çünkü mim’siz دَرْكًا “Kürd”2 kalbidir. م ise ل , ve ى ye tam muvafıktır. Öyle de, diğer bir ismi olan “Bediüzzaman” lâkabına dahi “ez-zaman” kelimesiyle îma etmekle beraber, bin üç yüz elli dört (1354) veya bin üç yüz elli beş (1355) makam-ı cifrîsiyle Said’in (r.a.) hakikat-i halini [bir şeyin gerçek durumu] ve hilâf-ı âdet [âdete aykırı, kural dışı] vaziyetini ve hıfz u vikaye [koruma] için kesretli [çokluk] du-asını ve halvet [yalnızlık, tek başına kalma] ve inzivasını [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] tamamiyle tabir ve ifade ettiğinden, sarahate [açıklık] yakın bir surette parmağını onun başına o kasidede [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] teselli için basıyor. Burada da

897

بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olan Risale-i Nur’u alkışlıyor.

Malûm olsun ki, Celcelûtiye’nin esası ve ruhu olan اَلْقَسَمُ الْجَامِعُ وَالدَّعْوَةُ الشَّرِيفَةُ وَاْلاِسْمُ اْلاَعْظَمُ 2 İmam-ı Ali radıyallahu anhın en mühim ve en müdakkik [dikkatli] üveysî [Veysel Karânî Hazretleri gibi sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zâtı görmeden, gıyaben bağlanma, ders alma] bir şakirdi [talebe, öğrenci] ve İslâmiyetin en meşhur ve parlak bir hücceti [delil] olan Hüccetü’l-İslâm [delil] İmam-ı Gazâlî (r.a.) diyor ki: “Onlar vahiyle Peygambere (a.s.m.) nazil olduğu vakit, İmam-ı Ali’ye (r.a.) emretti, ‘Yaz’; o da yazdı, sonra nazmetti.” [diziliş, tertip]

İmam-ı Gazâlî (r.a.) diyor:

اِنَّ هٰذِهِ الدَّعْوَةَ الشَّرِيفَةَ وَالْوَفْقَ الْعَظِيمَ وَالْقَسَمَ الْجَامِعَ وَاْلاِسْمَ اْلاَعْظَمَ وَالسِّرَّ الْمَكْنُونَ الْمُعَظَّمَ بِلاَ شَكٍّ كَنْزٌ مِنْ كُنُوزِ الدُّنْيَا وَاْلاٰخِرَةِ * 3

İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Nureddin’den ders alarak bu Celcelûtiye’nin hem Süryânî [Âsurî halkından onların eski dinlerinden olanlar] kelimelerini, hem kıymetini ve hâsiyetini [özellik] şerh etmiş.

DÖRDÜNCÜ REMİZ

İmam-ı Ali (r.a.) Sirâcü’n-Nur‘dan [nur lâmbası] haber verdikten sonra, yine otuz üç ve bir cihetle otuz iki adet Süryânîce [Âsurî halkından onların eski dinlerinden olanlar] esmâyı tâdâd [sayma] ederken, Risale-i Nur’un en kuvvetli, en kıymettar olan Mu’cizat-ı Kur’âniye Risalesine ve Otuz İkinci Söze kuvvetli işaret ettiği gibi, sair risalelere de remzen [ince işaret] veya imâen veya telvihen bakar.

Evet, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) Risale-i Nur’a bakarak, Süryânî [Âsurî halkından onların eski dinlerinden olanlar] isimleri derc [yerleştirme] ederek diyor:

تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً * تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ * 4

898

بِنُورِ جَلاَلٍ بَازِخٍ وَشَرَنْطَخٍ * بِقُدُّوسِ بَرْكُوتٍ بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ * 1

بِيَاهٍ وَيَايُوهٍ نَمُوهٍ اَصَالِيًا * بِطَمْطَامٍ مِهْرَاشٍ لِنَارِ الْعِدَاسَمَتْ * 2

بِهَالٍ اَهِيلٍ شَلْعٍ شَلْعُوبٍ شَالِعٍ * طَهِىٍّ طَهُوبٍ طَيْطَهُوبٍ طَيَطَّهَتْ * 3

اَنُوخٍ بِيَمْلوُخٍ وَاَبْرُوخٍ اُقْسِمَتْ *بِتَمْلِيخِ * اٰيَاتٍ شَمُوخٍ تَشَمَّخَتْ اَبَاذِيخَ بَيْذُوخٍ وَذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا * خَمَارُوخٍ يَشْروُخٍ بِشَرْخٍ تَشَمَّخَتْ * 4

بِبَلْخٍ وَسِمْيَانٍ وَبَازُوخٍ بَعْدَهَا * بِذَيْمُوخٍ اَشْمُوخٍ بِهِ الْكَوْنُ عُمِّرَتْ * بِشَلْمَحَتِ اقْبَلْ دُعَۤائِى…

diye dua ile hatmeder. Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) başta sarahatle [açıklık] haber verdiği Risale-i Nur’u, Sirâcü’n-Nur [nur lâmbası] ve Siracü’s-Sürc [“Lambalar Lambası” anlamında Risale-i Nur’un diğer adı] namıyla birinci mertebede âşikâr onu gösterip tâdâd [sayma] ederken, tâ yirmi beşe geldiği vakit بِتَمْلِيخٍ اٰيَاتٍ شَمُوخٍ تَشَمَّخَتْ der. Âyât-ı Kur’âniyenin i’cazlarını [mu’cize oluş] beyan ve Kur’ân’ın kırk vech [cihet, yön, taraf] ile mu’cize olduğunu yedi adet küllî vecihlerde [yön] ispat eden Risale-i Nur’un en meşhur ve parlak risalesi olan Yirmi Beşinci Söz namındaki Mu’cizat-ı Kur’âniye Risalesine işaret eder. Çünkü başta Sirâcü’n-Nur‘un [nur lâmbası] birinci mertebede sayılması, hem بِتَمْلِيخِ اٰيَاتٍ fıkrasında [bölüm] اٰيَاتٍ kelimesinin bulunması, hem yirmi beşinci mertebede zikretmesi, kuvvetli bir karinedir [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ki, pek çok âyetleri zikredip i’cazları [mu’cize oluş] ve sırları beyan eden Yirmi Beşinci Söze mânâ-yı mecazî [asıl anlam dışında kast edilen diğer bir anlam] ile bakar. Ve sûrelerin tâdâdında [sayma] dahi yine yirmi beşinci mertebede ibareyi değiştirip, baştan başlar gibi بِحَقِّ تَبَارَكَ diyerek Risale-i Nur’un en mübarek

899

ve bereketli olan Yirmi Beşinci Sözün ehemmiyetini gösteriyor. Sonra yirmi altı ve yedide اَبَاذِيخَ بَيْذُوخٍ وَذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا der.

Sonra otuz ve otuz birincide بِبَلْخٍ وَسِمْيَانٍ وَبَازُوخٍ بَعْدَهَا deyip yine ibareyi değiştirip بَعْدَهَا kelimesini zikreder. Gayet zâhir ve kuvvetli bir karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ile, içtihada dair Yirmi Yedinci Sözün Sahabeler hakkındaki çok mühim ve kıymettar zeylini [ek] ve Mi’raca [Peygamberimizin (a.s.m.) Allah’ın huzuruna yükselişi ve bütün kâinat âlemlerini gezdiği yolculuk] dair Otuz Birinci Sözün şakk-ı kamere [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] dair ve ona çok ihtiyaç bulunan ehemmiyetli zeylini [ek] بَعْدَهَا kelimesiyle gösterir gibi, kuvvetli işaret eder. Ben itiraf ediyorum ki, ben bu zeyilleri [ilave, ek] unutmuştum. İmam-ı Ali’nin (r.a.) bu ihtarıyla tahattur [hatıra gelme] ettim. Şakk-ı kameri [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] sabıkan [bundan önce] yazdım. Şimdi bu anda Sahabeler hakkındaki zeyli [ek] hatırladım. İşte madem ilm-i belâğat [belâğat ilmi] ve fenn-i beyanda [beyan ilmi; mecâz, teşbih, kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] gibi ifade ve anlatım üslûplarını ele alan belâgat ilminin bir dalı] birtek karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ile mecazî bir mânâ murad olunabilir ve birtek münasebetle, bir mefhuma [anlam] işaret bulunsa, o mefhum [anlam] bir mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] olarak kabul edilir. Elbette zâhir ve çok karinelerden [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ve emârelerden kat-ı nazar, [bakmama, dikkate almama] yalnız bu iki yerde tam zeyillerin [ilave, ek] bulunduğu aynı makamda ve zeyl [ek] mânâsında olan بَعْدَهَا kelimesini tekrar suretinde ifadeyi değiştirerek söylemesi tam bir karinedir [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ki, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) mânâ-yı hakikîsinden [asıl kastedilen mânâ] başka, bir mânâ-yı mecazî [asıl anlam dışında kast edilen diğer bir anlam] ve işârîyi dahi ifade etmek istiyor.

Sonra yirmi dokuzuncu mertebede, heybetli bir tarzda خَمَارُوخِ يَشْرُوخٍ بِشَرْخٍ تَشَمَّخَتْ der. Yirmi beşte geçen ve sırları bilmek mânâsında olan تَشَمَّخَتْ kelimesini tekrarla sabıkan [bundan önce] beyan ettiğimiz harikalı Yirmi Dokuzuncu Söze [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] kuvvetli bir karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ile işaret eder.

Sonra otuz ikinci mertebede, sûrelerin tâdâdında [sayma] ehemmiyetle işaret ettiği

900

risale-i câmia [bir konu hakkında yazılan çok kapsamlı eser] olan Otuz İkinci Söze yine nazar-ı dikkati kuvvetli celb [çekme] etmek için ذَيْمُوخٍ اَشْمُوخٍ بِهِ الْكَوْنُ عُمِّرَتْ ve bir nüshada بِهِ الْكَوْنُ عُطِّرَتْ yani “ism-i Adl [Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi] ve ism-i Hakemin [Allah’ın haklıyı haksızdan ayırdığını, her hakkı yerine getirdiğini ve hüküm sahibi olduğunu ifade eden ismi] tecellîsiyle ve adalet ve mizanıyla [ölçü] ve intizam ve hikmetiyle dünya tamir edilir, tahripten kurtulur.” İkinci nüsha ile, “O iki ismin râyiha-i tayyibesiyle [güzel, hoş koku] ve çok hoş kokularıyla, dünya güzel kokular alır, attar dükkânı gibi râyiha-i tayyibe [güzel, hoş koku] verir.”

İşte, ism-i Adl [Allah’ın sonsuz adalet sahibi olduğunu bildiren ismi] ve ism-i Hakemin [Allah’ın haklıyı haksızdan ayırdığını, her hakkı yerine getirdiğini ve hüküm sahibi olduğunu ifade eden ismi] parlak bir âyineleri ve bir tefsirleri hükmünde olan Otuz İkinci Söze parmak basıyor ve mânâ-yı mecazî [asıl anlam dışında kast edilen diğer bir anlam] suretinde ifade eder. ذَيْمُوخٍ kelimesinin tekrarıyla, Sözler otuz üç iken bir mertebesi mektuplardan ibaret olduğuna ve Otuz İkinci Söz, son mertebesi bulunduğuna îma eder. Ben Süryânî [Âsurî halkından onların eski dinlerinden olanlar] kelimelerinin mânâlarını tamamıyla bilemediğimden ve İmam-ı Gazâlî (r.a.) dahi tamamıyla izah etmediğinden, Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) o kelimelerle sair risalelere işârâtını [işaretler] şimdilik bırakıyorum.

BEŞİNCİ REMİZ

Madem Celcelûtiye vahiyle Peygamber aleyhissalâtü vesselâma nazil olmuş ve Allâmü’l-Guyûbun [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] ilmiyle ifade-i mânâ [bir mânânın ifade edilmesi] eder. Hem madem Celcelûtiye اَقِدْ كَوْكَبِى 1 ve تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ 2 fıkralarında [bölüm] mânâ-yı mecazî [asıl anlam dışında kast edilen diğer bir anlam] ile o kasidenin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] hakikatini ispat eden Risale-i Nur’a sarîhan [açık] ve onun on üç ehemmiyetli risalelerine işareten haber vermekle beraber فَيَا حَامِلَ اْلاِسْمِ الَّذِى جَلَّ قَدْرُهُ 3 de dahi o kasidenin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] bir esası olan اَلْاِسْمُ الْمُعَظَّمْ ile çok iştigal [meşgul olma, uğraşma] ve istimdat [medet isteme] eden Risa-

901

le-i Nur Müellifine [telif eden, kitap yazan] ve bunun on üç ehemmiyetli vâkıât-ı hayatına [hayattaki olaylar] îmaen, remzen, [ince işaret] işareten, mânâ-yı mecazî [asıl anlam dışında kast edilen diğer bir anlam] ile haber veriyor. Hem madem mânâ-yı mecazî [asıl anlam dışında kast edilen diğer bir anlam] ile ve mefhum-u işârînin [işaret ile bildirilen anlam] murad olmasına bir zayıf karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ve bir gizli emare ve birtek münasebet kâfi [yeterli] geliyor. Hem madem Risale-i Nur ve risalelerine ve müellifi ve ahvâline [haller] olan işaretler birbirine karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] olur. Belki meselenin vahdeti [Allah’ın birliği] itibarıyla umum işaretler, karineleriyle [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] beraber her birisine kuvvetli bir karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ve kavî [güçlü, kuvvetli] bir emare hükmündedir. Elbette diyebiliriz ki, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) nasıl ki başta بَدَأْتُ بِبِسْمِ اللهِ رُوحِى بِهِ اهْتَدَتْ اِلٰى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ yani, “Hazine-i esrar [sırlar hazinesi] olan بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ile başladım. Ruhum, onunla o hazineyi keşfetti” diyerek sâir işarâtın [belirtiler] karinesiyle [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] bir mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ve bir medlûl-ü mecazî [mecaz yoluyla ifade edilen mânâ] suretinde Risale-i Nur’un Bismillâh’ı hükmünde ve fâtiha[başlangıç] ve besmelesi ve Bismillâh’daki büyük sırrın hakikatini beyan eden ve kısa ve gayet kuvvetli Birinci Söz namında olan Bismillâh Risalesine îma, belki remiz, [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] belki işaret ediyor. Aynen öyle de, sair işârâtın [işaretler] karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ve münasebetiyle ve huruf-u Kur’âniyenin [Kur’ân harfleri] esrarından bahseden ve Rumuzât-ı Semaniye namında bulunan sekiz küçük risalelerin mahiyetlerini andırır bir tarzda, ibareyi değiştirerek hurufların [harfler] esrarıyla istimdat [medet isteme] etmeye başlaması, karine-i lâtifesiyle [güzel, hoş belirti] muazzam dua ve münâcât [Allah’a yalvarış, dua] ve câmi’ [kapsamlı] kasem-i istimdadînin [yardımcı, kuvvetlendirici mânâsındaki yemin] âhirlerinde ve Sözlere ve Mektuplara işaretten sonra بِوَاحِ الْوَحَا بِالْفَتْحِ وَالنَّصْرِ اَسْرَعَتْ fıkrasıyla [bölüm] Yirmi Dokuzuncu Mektubun bir kısım esrar-ı huruf-u Kur’âniyeyi [Kur’ân harflerinde gizli olan sırlar] beyan eden Rumuzât-ı Semaniye namında sekiz küçük risalelerin en mühimleri ve feth-i Mekke [Mekke’nin fethi] ve feth-i Şam [Şam’ın fethi] ve feth-i Kudüs [Kudüs’ün fethi] ve feth-i İstanbul [İstanbul’un fethi] gibi çok fütuhat-ı İslâmiyeden [İslâm adına yapılan fetihler] gaybî haber veren

902

sûre-i اِذَا جَۤاءَ نَصْرُ اللهِ وَالْفَتْحُ 1 nun esrarını beyan ile, fütuhat-ı İslâmiyenin [İslâm adına yapılan fetihler] pehlivanı olan Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) nazar-ı dikkatini celb [çekme] eden Feth ve Nasr risalesine, [Nasr Sûresinin bazı sırlarının anlatıldığı, Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] Mecmuasında yer alan, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Beşinci Remzi] [ince işaret] hem sûre-i Feth’in en mühim ve en âhir âyetin beş vech [cihet, yön, taraf] ile i’câzını [mu’cize oluş] beyan ve ispat ile, kahraman-ı İslâm [İslâm kahramanı] Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) nazar-ı dikkatini celb [çekme] eden gayet kıymetli olan âyet-i Feth risalesi [Fetih Sûresinin bazı âyetlerinin açıklandığı Yedinci Lem’a] [parıltı] namındaki küçük bir risaleye îma, belki işaret eder itikadındayım. [inanç] Böyle itikada [inanç] iştirak edilmezse de itiraz edilmemeli.

ALTINCI REMİZ

Madem Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.), üstad-ı kudsîsinden [kutsal üstad, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aldığı derse binaen, Kur’ân’a taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden gelecek hâdisattan haber veriyor. Ve “Benden sorunuz” diye müteaddit [bir çok] ve doğru haberleri verip bir şah-ı velâyet [velilerin şahı; Hz. Ali] olduğunu öyle kerametlerle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ispat etmiş. Ve madem bu asırda Avrupa dinsizleri ve ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] münâfıkları, dehşetli bir surette Kur’ân’a hücumu hengâmında [ân, zaman] Risale-i Nur o seyl-i dalâlete [gürültü ve şiddetle akan inançsızlık, sapkınlık seli] karşı mukavemet edip, Kur’ân’ın tılsımlarını keşfederek hakikatini muhafaza ediyor. Ve madem

اَقِدْ كَوْكَبِى بِاْلاِسْمِ نُورًا وَبَهْجَةً * مَدَى الدَّهْرِ وَاْلاَيَّامِ يَا نُورُ جَلْجَلَتْ * 2

fıkrasıyla, [bölüm] Yirmi Sekizinci Lem’ada [parıltı] ispat edildiği gibi sarahata [açıklık] yakın bir surette Risale-i Nur’a işaret etmekle beraber, Sûre-i Nur’daki Âyetü’n-Nur‘un [Kur’ân-ı Kerim’in 24. sûresi olan Nur Sûresinin 35. âyeti] Risale-i Nur’a işaretine işaret eder. Ve madem اَقِدْ كَوْكَبِى بِاْلاِسْمِ نُورًا mânâ ve cifirce tam tamına Risale-i Nur’a tevafuk ediyor. Elbette diyebiliriz ki, bu fıkranın [bölüm] akabinde

903

باٰجٍ اَهُوجٍ جَلْمَهُوجٍ جَلاَلَةٍ * جَلِيلٍ جَلْجَلَيُّوتٍ جَمَاهٍ تَمَهْرَجَتْ * بِتَعْدَادٍ اَبْرُومٍ وَسِمْرَازٍ اَبْرَمٍ * وَبَهْرَةِ تِبْرِيزٍ وَاُمٍّ تَبَرَّكَتْ

fıkrasıyla [bölüm] Risale-i Nur’un bidayette On İki Söz namında iştihar ve intişar [açığa çıkma, yayılma] eden on iki küçük risalelerine اَقِدْ كَوْكَبِى 1 karinesiyle, [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] bu fıkradaki [bölüm] on iki Süryânî [Âsurî halkından onların eski dinlerinden olanlar] kelimeler onlara birer işarettir. Gerçi elimde bulunan Celcelûtiye nüshası en sahih ve en mutemeddir. [güvenilir] İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi çok imamlar Celcelûtiye’yi şerh etmişler. Fakat bu Süryânî [Âsurî halkından onların eski dinlerinden olanlar] kelimelerinin mânâsını tam bilmediğimden ve nüshalarda ihtilâf bulunduğundan, her birisinin vech-i işaretini [işaret yönü] ve münasebetini şimdilik bilmediğimden bırakıyorum.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) bir defa اَقِدْ كَوْكَبِى fıkrasıyla [bölüm] âhirzamanda Risale-i Nur’u dua ile Allah’tan niyaz eder, ister ve bidayette on iki risaleden ibaret bulunduğundan, yalnız on iki risalesine işaret ediyor. İkinci defada تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ 2 fıkrasıyla [bölüm] daha sarîh [açık] bir surette Risale-i Nur’u medh ü senâ ile göstererek, tekemmülüne [mükemmelleşme] işareten, umum Sözleri ve Mektupları ve Lem’aları [parıltı] remzen [ince işaret] haber verir.

Hem On İki Söz namıyla çok intişar [açığa çıkma, yayılma] eden o küçücük risaleler bu fıkradaki [bölüm] kelimeler gibi birbirine ismen ve sureten [görünüş itibarıyla] benzedikleri gibi, “bedi” mânâsında olan Celcelûtiye kelimesine mutabık olarak, her biri gayet bedi’ [güzel, eşsiz] bir tarzda, güzel bir temsille, büyük ve derin bir hakikat-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hakikati] tefsir ve ispat eder.

Eğer bir muannid [inatçı] tarafından denilse, “Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) bu umum mecazî mânâları irade etmemiş.” Biz de deriz ki:

Faraza Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) irade etmezse, fakat kelâm delâlet eder. Ve karinelerin [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] kuvvetiyle işârî ve zımnî delâletle mânâları içine dahil eder.

904

Hem madem o mecazî mânâlar ve işârî mefhumlar [anlam] haktır, doğrudur ve vâkıa mutabıktır; ve bu iltifata lâyıktırlar ve karineleri [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] kuvvetlidir. Elbette Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) böyle bütün işârî mânâları irade edecek küllî bir teveccühü [ilgi] faraza bulunmazsa—Celcelûtiye vahiy olmak cihetiyle—hakikî sahibi, Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) üstadı olan Peygamber-i Zîşanın [şan sahibi Hz. Muhammed (a.s.m.)] (a.s.m.) küllî teveccühü [ilgi] ve üstadının Üstad-ı Zülcelâlinin ihâta[kavrayış] ilmi onlara bakar, irade dairesine alır. Bu hususta benim hususi ve kat’î ve yakîn derecesindeki kanaatimin bir sebebi şudur ki:

Müşkülât-ı azîme [büyük zorluklar] içinde el-Âyetü’l-Kübrânın [en büyük âyet, delil] tefsir-i ekberi [büyük tefsir] olan Yedinci Şuâyı yazmakta çok zahmet çektiğimden, bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] teselli ve teşvike cidden çok muhtaçtım. Şimdiye kadar mükerrer tecrübelerle bu gibi haletlerimde [hal, durum] inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] imdadıma yetişiyordu. Risaleyi bitirdiğim aynı vakitte, hiç hatırıma gelmediği halde, birden bu keramet-i Aleviyenin zuhuru bende hiçbir şüphe bırakmadı ki, bu dahi benim imdadıma gelen sair inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] gibi Rabb-i Rahîmin [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] bir inâyetidir. İnâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ise aldatmaz, hakikatsiz olmaz.

YEDİNCİ REMİZ

Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) nasıl ki,

* …….. 
وَبِاْلاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِ نِىِ ّ مِنَ الْفَجَتْ * وَبِحَقِّ فَقَجٍ مَعَ مَخْمَةٍ يَا اِلٰهَنَا * وَبِاَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ * حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَتَشَامَخَتْ * وَاسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَتُ انْجَلَتْ * 1

diye birinci fıkrasıyla [bölüm] Yedinci Şuâya işaret etmiş. Öyle de, aynı fıkra [bölüm] ile “âlî [yüce] bir

905

tefekkürnâme [Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde varlıklar üzerinde düşünmeye sevk eden eser, yazı] ve tevhide dair yüksek bir mârifetname” [Allah’ı tanıma, bilme] namında olan Yirmi Dokuzuncu Arabî Lem’aya [parıltı] dahi işaret eder. İkinci fıkrasıyla [bölüm] İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] ve Sekîne [içerisinde on dokuz harfli on dokuz âyet bulunan çok mühim, sükûnet ve emniyet veren bir dua] denilen esmâ-i sitte-i meşhurenin [Cenâb-ı Allah’ın isimlerinden çok yaygın olarak bilinen ve anılan altı ismi; Ferd, Hayy, [diri, canlı] Kayyum, Hakem, [haklıyı haksızı ayıran, hükmeden, her hakkı yerine getiren hüküm sahibi Allah] Adl ve Kuddûs [her türlü kusur ve çirkinlikten uzak olan ve her şeyi temiz yapan Allah] isimleri] hakikatlerini gayet âlî [yüce] bir tarzda beyan ve ispat eden ve Yirmi Dokuzuncu Lem’a[parıltı] takip eyleyen Otuzuncu Lem’a [parıltı] namında altı nükte-i esmâ risalesine [Allah’ın altı isminde bulunan bazı ince mânâları anlatan risale; Otuzuncu Lem’a] وَبِاَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ cümlesiyle işaret ettiğinden, sonra akabinde risale-i esmâ[Allah’ın altı isminde bulunan bazı ince mânâları anlatan risale; Otuzuncu Lem’a] tâkip eden Otuz Birinci Lem’anın [parıltı] Birinci Şuâı olarak otuz üç âyet-i Kur’âniyenin [Kur’an âyeti] Risale-i Nur’a işârâtını [işaretler] kaydedip hesab-ı cifrî [cifir hesabı] münasebetiyle baştan başa ilm-i huruf [harflerin sırlarını ve hikmetlerini konu edinen ilim dalı] risalesi gibi görünen ve bir mu’cize-i Kur’âniye [Kur’ân mu’cizeleri] hükmünde bulunan risaleye حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَتَشَامَخَتْ kelimesiyle işaret edip, der’akap [derhal, hemen] وَاسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَتُ انْجَلَتْ 1 kelâmıyla dahi risale-i hurufiyeyi [harf ilminin anlatıldığı risale; Birinci Şua] takip eden ve el-Âyetü’l-Kübrâ‘dan [en büyük âyet, delil] ve başka Resâil-i Nuriyeden [Nur Risaleleri] terekküp [birleşme] eden ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] namını alan ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi, dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve şirkin sihirlerini iptal eden Risale-i Nur’un şimdilik en son ve âhir risalesine Âsâ-yı Mûsâ nâmını vererek işaretle beraber mânevî karanlıkları dağıtacağını müjde ediyor.

Evet, وَبِاْلاٰيَتِ الْكُبْرٰى kelimesiyle Yedinci Şuâya işareti kuvvetli karinelerle [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ispat edildiği gibi, aynı kelime, diğer bir mânâ ile elhak Risale-i Nur’un Âyetü’l-Kübrâ[en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] hükmünde ve ekser risalelerin ruhlarını cem [toplama, bir araya gelme] eden ve Arabî bulunan Yirmi Dokuzuncu Lem’aya [parıltı] bu kelâm “müstetbeâtü’t-terâkib[bir sözdeki kelimelerin çağrıştırdıkları mânâlar] kaidesiyle ona bakıyor, efradına [bireyler] dahil ediyor. Öyle ise; Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) dahi bu fıkradan [bölüm] ona bakıp işaret eder diyebiliriz.

906

Hem sair işârâtın [işaretler] karinesiyle, [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] hem Mektubat’tan sonra Lem’alar’a, [parıltı] başka bir tarz-ı ibare [açıklama şekli, ifade tarzı] ile îma ederek Lem’alar’ın [parıltı] en parlağının telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] dehşetli bir zamanda ve hapis ve idamdan kurtulmak ve emniyet ve selâmet [huzur] bulmak için mânâ-yı mecazî [asıl anlam dışında kast edilen diğer bir anlam] ve mefhum-u işârî [işaret ile bildirilen anlam] ile Hazret-i Ali (r.a.) kendi lisanını büyük tehlikelerde bulunan müellifin [telif eden, kitap yazan] hesabına istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ederek وَبِاْلاٰيَتِ الْكُبْرٰى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ 1 yani, “Yâ Rab, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] beni kurtar, emân ve emniyet ver” diye dua etmesiyle, tam tamına Eskişehir Hapishanesinde idam [hiçlik, yokluk] ve uzun hapis tehlikesi içinde telif [kaleme alma] edilen Yirmi Dokuzuncu Lem’anın [parıltı] ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] kelâm, zimnî ve işârî delâlet ettiğinden diyebiliriz ki, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) dahi bundan, ona işaret eder.

Hem Otuzuncu Lem’a [parıltı] namında ve altı nükte [derin anlamlı söz] olan risale-i esmâya [Allah’ın altı isminde bulunan bazı ince mânâları anlatan risale; Otuzuncu Lem’a] bakarak بِاَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى deyip sair işârâtın [işaretler] karinesiyle, [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] hem Yirmi Dokuzuncu Lem’aya [parıltı] takip karinesiyle, [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] hem ikisinin isimde ve esmâ [Allah’ın isimleri] lâfzında [ifade, kelime] tevafuk karinesiyle, [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] hem teşettüt-ü hale [dağınıklık, perişanlık] ve sıkıntılı bir gurbete ve perişaniyete düşen müellifi onun telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] bereketiyle teselli ve tahammül bulmasına ve mânâ-yı mecazî [asıl anlam dışında kast edilen diğer bir anlam] cihetinde Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) lisanıyla kendine dua olan وَبِاَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ 2 yani “İsm-i Âzam [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] olan o esmâ [Allah’ın isimleri] risalesinin bereketiyle beni teşettütten, [dağınıklık] perişaniyetten hıfz eyle yâ Rabbi” [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] meâli, tam tamına o risale ve sahibinin vaziyetine tevafuk karinesiyle [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] kelâm, mecazî delâlet ve İmam-ı Ali’nin (r.a.) ise gaybî işaret eder diyebiliriz.

Hem madem Celcelûtiye’nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor ve gaybî umûr-u istikbaliyeden [gelecekte meydana gelecek bilinmeyen işler] haber veriyor.

907

Ve madem Kur’ân itibarıyla bu asır dehşetlidir ve Kur’ân hesabıyla Risale-i Nur bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hadisedir.

Ve madem sarahat [açıklık] derecesinde çok karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ve emarelerle Risale-i Nur Celcelûtiye’nin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş.

Ve madem Risale-i Nur ve eczaları bu mevkie lâyıktırlar ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) nazar-ı takdirine [kıymet veren, değer bilen bakış] ve tahsinine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve onlardan haber vermesine liyakatleri ve kıymetleri var.

Ve madem Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) Sirâcü’n-Nur‘dan, [nur lâmbası] zâhir bir surette haber verdikten sonra, ikinci derecede perdeli bir tarzda Sözlerden sonra Mektuplardan, sonra Lem’alardan, [parıltı] risalelerdeki gibi aynı tertip, aynı makam, aynı numara tahtında, kuvvetli karinelerin [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] sevkiyle kelâm delâlet ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) işaret ettiğini ispat eylemiş.

Ve madem başta,

بَدَأْتُ بِبِسْمِ اللهِ رُوحِى بِهِ اهْتَدَتْ اِلٰى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ * 1

risalelerin başı ve Birinci Söz olan Bismillâh Risalesine baktığı gibi, kasem-i câmi’-i muazzamın âhirinde, risalelerin kısm-ı âhirleri [son kısım] olan son Lem’alara [parıltı] ve Şuâlara, hususan bir âyetü’l-kübra-yı tevhid [en büyük tevhid delili] olan Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i harika-i Arabiye [Arapça harika bir şekilde yazılmış olan Yirmi Dokuzuncu Lem’a] ve risale-i esmâ-i [Allah’ın altı isminde bulunan bazı ince mânâları anlatan risale; Otuzuncu Lem’a] sitte ve risale-i işarât-ı huruf-u Kur’âniye [bazı Kur’ân harflerinin işaret ettiği mânâları anlatan risale; Birinci Şuâ] ve bilhassa şimdilik en âhir Şuâ ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi, dalâletlerin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] bütün mânevî sihirlerini iptal edebilen bir mahiyette bulunan ve bir mânâda Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] namını alan risale-i harikaya [harika kitap] bakıyor gibi bir tarz-ı ifade [ifade etme tarzı] görünüyor.

Ve madem, bir tek meselede bulunan emâreler ve karineler, [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] meselenin vahdeti [Allah’ın birliği] haysiyetiyle, emareler birbirine kuvvet verir, zayıf bir münasebetle bir tereşşuh [sızma/sızıntı] dahi menbaına [kaynak] ilhak [ekleme] edilir.

908

Elbette, bu yedi adet esaslara istinaden deriz: Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) nasıl ki meşhur Sözlere tertipleri üzerine işaret etmiş ve Mektubat’tan bir kısmına ve Lem’alardan [parıltı] en mühimlerine tertiple bakmış. Öyle de, وَبِاَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ 1 cümlesiyle Otuzuncu Lem’aya, [parıltı] yani müstakil [bağımsız] Lem’alardan [parıltı] en son olan Esmâ-i Sitte Risalesine [Allah’ın altı isminde bulunan bazı ince mânâları anlatan risale, Otuzuncu Lem’a] [parıltı] tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ederek bakıyor ve حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَتَشَامَخَتْ 2 kelâmıyla dahi Otuzuncu Lem’a[parıltı] takip eden İşarât-ı Huruf-u Kur’âniye Risalesine [bazı Kur’ân harflerinin işaret ettiği mânâları anlatan risale; Birinci Şuâ] takdir edip işaretle tasdik ediyor.

وَاسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَتُ انْجَلَتْ 3 kelimesiyle dahi şimdilik en âhir risale ve tevhid ve imanın elinde Âsâ-yı Mûsâ gibi harikalı en kuvvetli burhan [delil] olan mecmua risalesini senâkârâne [överek ve medheder bir şekilde] remzen [ince işaret] gösteriyor gibi bir tarz-ı ifadeden [ifade etme tarzı] bilâperva [pervasız, çekinmeden] hükmediyoruz ki, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) hem Risale-i Nur’dan, hem çok ehemmiyetli risalelerinden mânâ-yı hakikî [asıl kastedilen mânâ] ve mecazî ile işârî ve remzî ve îmâî ve telvihî [kinaye, üstü kapalı bir bir şekilde açıklayıp göstererek] bir surette haber veriyor. Kimin şüphesi varsa, işaret olunan risalelere bir kere dikkatle baksın. İnsafı varsa şüphesi kalmaz zannediyorum. Buradaki mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ve medlûl-u [mânâ, anlam, işaret edilmiş olan] mecazîlere karinelerin [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] en güzeli ve lâtifi, [berrak, şirin, hoş] aynı tertibi muhafaza ile verilen isimlerin münasebetidir. Meselâ, yirmi dokuz, otuz ve otuz bir ve otuz iki mertebe-i tâdâdda [sayı saymadaki sıra] Yirmi Dokuz ve Otuz ve Otuz Bir ve Otuz İkinci Sözlere gayet münasip isimlerle ve başta Sözlerin başı olan Birinci Söze, aynı besmele sırrıyla ve âhirde şimdilik risalelerin âhirine, mâhiyetini gösterir lâyık birer isim vererek işaret etmesi gerçi gizli ise de, fakat çok güzeldir ve letafetlidir. [güzellik, hoşluk]

Ben itiraf ediyorum ki, böyle makbul bir eserin mazharı olmak, hiçbir vech [cihet, yön, taraf] ile o makama liyakatim yoktur. Fakat küçük, ehemmiyetsiz bir çekirdekten koca

909

dağ gibi bir ağacı halk etmek, kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] şe’nindendir [belirleyici özellik] ve âdetidir ve azametine delildir.

Ben kasemle [yemin] temin ederim ki, Risale-i Nur’u senâdan maksadım, Kur’ânın hakikatlerini ve imanın rükünlerini [esas, şart] teyid ve ispat ve neşirdir. Hâlık-ı Rahîmime [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] yüz binler şükrolsun ki, kendimi kendime beğendirmemiş. Nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş. Ve o nefs-i emmâreyi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. Kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fâni dünyaya riyakârâne bakması, acınacak bir hamakattir [ahmaklık] ve dehşetli bir hasârettir. [zarar] İşte bu hâlet-i ruhiye [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] ile yalnız hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] tercümanı olan Risale-i Nur’un doğru ve hak olduğuna lâtif [berrak, şirin, hoş] bir münasebet söyleyeceğim. Şöyle ki:

Celcelûtiye, Süryanice “bedi” demektir. Ve bedi’ [güzel, eşsiz] mânâsındadır. İbareleri bedi’ [güzel, eşsiz] olan Risale-i Nur, Celcelûtiye’de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı [belirti] göründüğünden, kasidenin [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki, eskiden beri benim liyakatim olmadığı halde, bana verilen “Bediüzzaman” lâkabı benim değildi. Belki Risale-i Nur’un mânevî bir ismiydi; zâhir bir tercümanına âriyeten [ödünç olarak] ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakikî sahibine iade edilmiş. Demek, Süryanice bedi’ [güzel, eşsiz] mânâsında ve kasidede [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] tekerrürüne binaen kasideye [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] verilen Celcelûtiye ismi, işârî bir tarzda, bid’at zamanında çıkan Bediülbeyan [beyanındaki görülmedik güzellik] ve Bediüzzaman olan Risale-i Nur’un hem ibare, hem mânâ, hem isim noktalarıyla bedîliğine münasebetdarlığını ihsas [hissettirme] etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin müsemmâsında [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için hak kazanmış olmasına tahmin ediyorum.

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَأْنَا * 1

SEKİZİNCİ REMİZ

Bu remzin [ince işaret] beyanından evvel en mühim, iki suale cevap yazılacak.

Birinci sual: Bütün kıymettar kitaplar içinde Risale-i Nur, Kur’ân’ın işaretine

910

ve iltifatına ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) takdir ve tahsinine [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve Gavs-ı Âzamın teveccüh [ilgi] ve tebşirine [müjdeleme] vech-i ihtisası [özel mazhariyetin sebebi] nedir? O iki zâtın kerametle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] Risale-i Nur’a bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermesinin hikmeti nedir?

Elcevap: Malûmdur ki, bazı vakit olur, bir dakika, bir saat; ve belki bir gün, belki seneler kadar; ve bir saat, bir sene, belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Meselâ, bir dakikada şehid olan bir adam, bir velâyet [velilik] kazanır. Ve soğuğun şiddetinden incimad [donma] etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda [dehşetli saldırı] bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir.

İşte, aynen öyle de, Risale-i Nur’a verilen ehemmiyet dahi, zamanın ehemmiyetinden, hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’tan getirdiği İslâm dini] (a.s.m.) ve şeâir-i Ahmediyeye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) sembol hükmündeki sünnetleri, prensipleri] (a.s.m.) ettiği tahribatın dehşetinden, hem bu âhirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiâze [Allah’a sığınma] etmesi cihetinden, hem o fitnelerin savletinden [saldırı] mü’minlerin imanlarını kurtarması noktasından, Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesb [elde etme, kazanma] etmiş ki; Kur’ân ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş. Ve Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) üç kerametle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ona beşaret [müjde] vermiş. Ve Gavs-ı Âzam (r.a.) kerametkârâne [keramet göstererek] ondan haber verip tercümanını teşci [cesaretlendirme] etmiş.

Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] olan itikadın [inanç] istinad kal’aları [kale] sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan, her mü’min, tek başıyla dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur, bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli burhanlarla [delil] ispat ederek, o iman-ı tahkikîyi [araştırma ve incelemeye dayanan iman] taşıyan hâlis ve sadık şakirtleri [öğrenci] dahi, bulundukları kasaba, karye [köy] ve şehirlerde, hizmet-i imaniye [iman hizmeti] itibarıyla âdetâ birer gizli kutup [esas, önder, direk, eksen] gibi, mü’minlerin mânevî birer nokta-i istinadı [dayanak noktası] olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i mâneviye-i itikadları [inançtaki mânevî kuvvet, dayanak] cesur birer zâbit [subay] gibi,

911

kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] ehl-i imanın [Allah’a inanan] kalblerine verip mü’minlere mânen mukavemet ve cesaret veriyorlar.

İkinci sual: Keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] izhar [açığa çıkarma, gösterme] edilmezse daha evlâ olduğu halde, neden sen ilân edersin?

Elcevap: Bu, bana ait bir keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] değildir. Belki, Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsinden [mânevî mu’cizelik] tereşşuh [sızma/sızıntı] ederek has bir tefsirinden keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] suretinde bizlere ve ehl-i imana [Allah’a inanan] bir ikram-ı Rabbânî ve in’âm-ı İlâhîdir. [Allah’ın ihsanı, nimet vermesi] Elbette mu’cize-i Kur’âniye [Kur’ân mu’cizeleri] ve onun lem’aları [parıltı] izhar [açığa çıkarma, gösterme] edilir. Ve nimet ise, şükür niyetiyle ilân etmek, bir tahdis-i nimettir. [ilahî nimeti şükrederek anlatma]

  وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ 1 âyeti izharına [açığa çıkarma, gösterme] emreder.

Benim için medâr-ı fahr [övünç kaynağı] ve gurur olacak bir liyakatim ve istihkakım [hak edilen pay] olmadığını kasemle [yemin] itiraf ediyorum. Ben çekirdek gibi çürüdüm ve kurudum. Bütün kıymet ve hayat ve şeref, o çekirdekten çıkan şecere-i Risale-i Nur [bir ağacı andıran Risale-i Nur Külliyatı] ve mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniyeye [Kur’ânın mânevî mu’cizesi, mânâ ve içerik yönünden mu’cize olma] geçmiş biliyorum. Ve öyle itikad [inanç] ettiğimden, i’câz-ı Kur’ânî [Kur’ân’ın mu’cize oluşu; Kur’ân’ın bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü] hesabına izhar [açığa çıkarma, gösterme] ederim. Bütün kıymet, bir mu’cize-i Kur’âniye [Kur’ân mu’cizeleri] olan Risale-i Nur’dadır. Hattâ, eskiden beri taşıdığım Bediüzzaman ismi onun imiş, yine ona iade edildi. Risale-i Nur ise, Kur’ân’ın malıdır ve mânâsıdır.

Bu remizde [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] hususî kanaatimi teyid eden ve kendime mahsus çok emare ve karineler [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] var. Fakat başkalara ispat edemediğimden yazamıyorum. Yalnız iki-üçüne işaret etmeye münasebet gelmiş.

Birincisi: Ben Celcelûtiye’yi okuduğum vakit, sâir münâcâtlara [Allah’a yalvarış, dua] muhalif olarak, kendim bizzat hissiyatımla münâcât [Allah’a yalvarış, dua] ediyorum diye hissederdim. Ve başkasının lisanıyla taklitkârâne [taklik ederek] olmuyordu. Benim için gayet fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ve dertlerime alâkadar ve tefekkürat-ı ruhiyeme [ruha ait tefekkürler] hoş bir zemin oluyordu. Birkaç sene sonra kerametini [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve Risale-i Nur ile münasebetini gördüm ve anladım ki, o hâlet, [durum] bu münasebetten ileri gelmiş.

912

İkincisi: Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) başta

رُوحِى بِهِ اهْتَدَتْ * اِلٰى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ * 1….

وَاَمْنِحْنِىِ يَا ذَا الْجَلاَلِ كَرَامَةً * بِاَسْرَارِ عِلْمٍ يَاحَلِيمُ بِكَ انْجَلَتْ 2ve ortalarında

مَقَالُ عَلِىٍّ وَابْنِ عَمِّ مُحَمَّدٍ * وَسِرُّ عُلُومٍ لِلْخَلاَئِقِ جُمِّعَتْ 3 ve âhirde

bir hazine-i ulûm [ilimler hazinesi] olarak gösteriyor. Halbuki, zâhirinde yalnız bir münâcâttır. [Allah’a yalvarış, dua] Hattâ İmam-ı Ali’nin (r.a.) hakikat-feşan [gerçekleri yayan] sair kasideleri [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] ve ilmî başka münâcâtları [Allah’a yalvarış, dua] gibi, esrar-ı ilmiye [ilmin sırları] ile tam münasebeti görünmüyor. Benim hususî kanaatım şudur ki: Celcelûtiye, madem Risale-i Nur’u içine almış ve sinesine basıp mânevî veled [çocuk] gibi kabul etmiş, elbette وَسِرُّ عُلُومٍ لِلْخَلاَئِقِ جُمِّعَتْ fıkra[bölüm] ile kendi hazinesinin bir kısım pırlantalarını âhirzamanda neşreden Risale-i Nur’u şahit gösterip Celcelûtiye’yi bir hazine-i ulûm [ilimler hazinesi] ve bir define-i ilmiyedir [ilim hazinesi] diye bihakkın [gerçek anlamıyla] medh ü senâ edebilir.

Üçüncüsü: Malûmdur ki, bazan gayet küçük bir emare, bazı şerait dahilinde gayet kuvvetli bir delil hükmüne geçer, yakîn derecesinde kanaat verir. Bana böyle kanaat veren çok misallerinden yalnız sabık [daha önceden geçen] beyan ettiğim birtek misal bana kâfi [yeterli] geliyor. Şöyle ki:

Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ fıkrasıyla [bölüm] Risale-i Nur’u tarihiyle ve ismiyle ve mahiyetiyle ve esaslarıyla ve hizmetiyle ve vazifesiyle gösterdikten sonra, Süryânîce [Âsurî halkından onların eski dinlerinden olanlar] isimleri tâdâd [sayma] ederek münâcât [Allah’a yalvarış, dua] eder. Otuz iki veya otuz üç adet isimlerde iki defa بَعْدَهَا kelimesini tekrar eder. Biri, yirmi yedincide وذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا diğeri, otuz birde وَبَازُوخٍ بَعْدَهَا der.

İşte Risale-i Nur’un Sözleri otuz üç ve bir cihette otuz iki ve Mektubat namındaki

913

risalelerin dahi bir cihette otuz iki ve bir cihette otuz üç olup bu münâcâtla [Allah’a yalvarış, dua] mutabık olması ve yalnız risale şeklinde iki adet zeyilleri [ilave, ek] bulunması ve o zeyillerin [ilave, ek] birisi Yirmi Yedinci Sözün ehemmiyetli zeyli [ek] ve diğeri Otuz Birinci Sözün kıymettar zeyli [ek] olması ve o iki zeyl [ek] risalesinin müstakil [bağımsız] mertebe ve numaraları bulunmaması ve بَعْدَهَا kelimesi dahi aynı yerde, aynı mânâda tevafuk etmesi bana iki kere iki dört eder derecesinde kanaat veriyor ki, Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] bir mânâ ile ve işârî bir mefhumla [anlam] Risale-i Nur’a, hattâ zeyillerine [ilave, ek] bakmak için öyle yapmış. Daha çok karineler [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] ve birer Söze işaret eden münasebetler var. Fakat gizli ve ince olduklarından zikredilmedi.Haşiye [dipnot]

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ * وَاللهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ * اَسْتَغْفِرُ الل مِنْ خَطَۤائِى وَخَطِيئَاتِى وَمِنْ سَهْوِي وَغَلَطَاتِى وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ بِعَدَدِ حَاصِلِ ضَرْبِ حُرُوفِ رَسَۤائِلِ النُّورِ الْمَقْرُوئَةِ وَالْمَكْتُوبَةِ وَالْمُتَمَثِّلَةِ فِى الْهَوَۤاءِ فِى عَاشِرَاتِ دَقَۤائِقِ حَيَاتِى فِى الدُّنْيَا وَالْبَرْزَخِ وَاْلاٰخِرَةِ * اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ بِعَدَدِهَا وَارْحَمْنَا وَارْحَمْ طَلَبَةَ رَسَۤائِلِ النُّورِ بِعَدَدِهَا اٰمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 1

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 2