ŞUÂLAR – Yirmi Dokuzuncu Lem’adan İkinci Bab (914-922)

914

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1

Yirmi Dokuzuncu Lem’adan [parıltı]

İkinci Bab [bir kitabın bölümlerinden her biri]

Bu İkinci Bab, [bir kitabın bölümlerinden her biri] “Elhamdü lillâh” hakkındadır.2

 İkinci Bab [bir kitabın bölümlerinden her biri] ile tâbir edilen şu risalecikte “Elhamdü lillâh” cümlesini insanlara dedirten imanın sonsuz fayda ve nurlarından, yalnız dokuz tane beyan edilecektir.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Birinci nokta

Evvelâ iki şey ihtar edilecektir.

1. Felsefe, herşeyi çirkin, korkunç gösteren siyah bir gözlüktür. İman ise, herşeyi güzel, ünsiyetli [cana yakın, dost] gösteren şeffaf, berrak, nuranî bir gözlüktür.

2. Bütün mahlûkatla alâkadar ve herşeyle bir nevi alışverişi olan ve kendisini abluka eden şeylerle lâfzan [ifade, kelime] ve mânen görüşmek, konuşmak, komşuluk etmeye hilkaten mecbur olan insanın sağ, sol, ön, arka, alt, üst olmak üzere altı ciheti [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] vardır.

İnsan, mezkûr [adı geçen] iki gözlüğü gözüne takmakla, mezkûr [adı geçen] cihetlerde bulunan mahlûkatı, ahvâli [haller] görebilir.

Sağ cihet: Bu cihetten maksat, geçmiş zamandır. Binaenaleyh, felsefe gözlüğü ile sağ cihete bakıldığı zaman, mâzi ülkesinin kıyameti kopmuş, altı üstüne çevrilmiş, karanlıklı, korkunç, büyük bir mezaristanı andıran bir şekilde görünecektir. Ve bu görünüşte insan pek büyük bir dehşete, vahşete, meyusiyete [ümitsiz] maruz kaldığında şüphe yoktur.

Fakat iman gözlüğüyle o cihete bakıldığı zaman, hakikaten o ülkenin altı üstüne çevrilmiş bir şekilde görünürse de, fakat can telefi yoktur. Mürettebatı, sâkinleri [içecek servisi yapan, sunan kişi] daha güzel, nuranî bir âleme nakledilmiş oldukları anlaşılıyor. Ve o kabirler, çukurlar da, nuranî bir âleme girmek için kazılan yeraltı tünelleri şeklinde

915

telâkki [anlama, kabul etme] edilecektir. Demek imanın insanlara verdiği sürur, [mutluluk] ferahlık, itmi’nan, [huzur bulma] inşirah, [ferah, rahatlık, sevinç] binlerce “Elhamdü lillâh” dedirten bir nimettir.

Sol cihet: Yani, gelecek zamana, felsefe gözlüğü ile bakıldığı zaman, bizleri çürütecek, yılan ve akreplere yedirip imha edecek, zulümatlı, korkunç, büyük bir kabir şeklinde görünecektir.

Fakat iman gözlüğüyle bakılırsa, Cenâb-ı Hakkın, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Hâlık, [her şeyi yaratan Allah] Rahmân, Rahîmin insanlara ihzar [hazırlama] ettiği çeşit çeşit nefis, leziz, me’külât [yenilen şeyler, yiyecekler] ve meşrubata zarf olan bir mâide [Kur’ân-ı Kerimin 5. sûresi] ve bir sofra-i Rahmânî [Cenâb-ı Hakkın rahmet sofrası] şeklinde görünecektir. Ve binlerce “Elhamdü lillâh” okutturarak tekrar ettirecektir.

Üst cihet: Yani, semâvât cihetine felsefe ile bakan bir adam, şu sonsuz boşlukta, milyarlarca yıldız ve kürelerin at koşusu gibi veya askerî bir manevra gibi yaptıkları pek sür’atli ve muhtelif hareketlerinden büyük bir dehşete, vahşete, korkuya mâruz kalacaktır.

Fakat imanlı bir adam baktığı vakit o garip, acip manevranın bir kumandanın emri ile nezareti altında yapıldığı gibi, semâvât âlemini tezyin [süsleme] eden ve o yıldızların bize de ziyadar [ışıklı] kandiller şeklinde olduklarını görecek ve o atlar koşusunda korku, dehşet değil, ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve muhabbet edecektir. Âlem-i semâvâtı [gökler âlemi] şöylece tasvir eden iman nimetine elbette binlerce “Elhamdü lillâh” söylemek azdır.

Alt cihet: Yani, arz âlemine felsefe gözüyle bakan insan, küre-i arzı [yer küre, dünya] başıboş, yularsız, şemsin etrafında serseri gezen bir hayvan gibi veya tahtası kırık, kaptansız bir kayık gibi görür ve dehşete, telâşa düşer.

Fakat iman ile bakarsa, arzın Rahmânî bir sefine [gemi] olup, Allah’ın kumandası altında bütün me’külât, [yenilen şeyler, yiyecekler] meşrubat, melbûsatıyla [giyecekler, elbiseler] beraber, nev-i beşeri tenezzüh [ferahlama, rahatlama] için şemsin etrafında gezdiren bir sefine [gemi] şeklinde görür. Ve imandan neş’et [doğma] eden şu büyük nimete büyük büyük elhamdü lillâh’ları söylemeye başlar.

Ön cihet: Felsefeci bir adam bu cihete bakarsa görür ki, bütün canlı mahlûkat—insan olsun, hayvan olsun—kàfile-bekàfile, büyük bir sür’atle o cihete

916

gidip kaybolurlar. Yani, ademe gider, yok olurlar. Kendisinin de o yolun yolcusu olduğunu bildiğinden, teessüründen [üzülme, etkilenme] çıldıracak bir hale gelir.

Fakat iman nazarıyla bakan bir mü’min, insanların o cihete gidişleri, seyahatleri adem [hiçlik, yokluk] âlemine değil, göçebeler gibi bir yayladan bir yaylaya bir intikaldir. Ve fâni menzilden bâki menzile, hizmet çiftliğinden ücret dairesine, zahmetler memleketinden rahmetler memleketine göç etmek olup, adem [hiçlik, yokluk] âlemine gitmek değil diye bu ciheti memnuniyetle karşılar. Fakat yol esnasında ölüm, kabir gibi görünen meşakkatler netice itibarıyla saadetlerdir. Çünkü, nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir. Meselâ, Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur.

Ve kezâ, rahm-ı mâderden [ana rahmi] dünyaya gelen çocuk, mâhut [anılan, bilinen] tünelde çektiği sıkıcı, ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nâil oluyor.

Arka cihet: Yani geride gelenlere felsefe nazarıyla bakılsa, “Yâhu, bunlar nereden nereye gidiyorlar ve niçin dünya memleketine gelmişlerdir?” diye edilen suale bir cevap alınamadığından, tabiî, hayret ve tereddüt azabı içinde kalınır.

Fakat nur-u iman [iman aydınlığı] gözlüğüyle bakarsa, insanların kâinat sergisinde teşhir edilen garip, acip kudretin mu’cizelerini görmek ve mütalâa etmek için Sultan-ı Ezelî [hüküm ve saltanatının başlangıcı olmayan Allah] tarafından gönderilmiş mütalâacı olduklarını anlar.

Ve bunlar o mu’cizenin derece-i kıymet [kıymet derecesi] ve azametine ve Sultan-ı Ezelînin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] azametine derece-i delâletlerine [yol gösterme derecesi] kesb-i vukuf [vukuf kazanmak, öğrenmek] ettikleri nisbetinde derece ve numara aldıktan sonra, yine Sultan-ı Ezelînin [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] memleketine dönüp gideceklerini anlar ve bu anlayış nimetini kendisine îras eden [netice veren, bırakan] iman nimetine “Elhamdü lillâh” diyecektir.

Mezkûr [adı geçen] zulmetleri izale [giderme] eden iman nimetine “Elhamdü lillâh” diye edilen hamd dahi bir nimet olduğundan, ona da bir hamd lâzımdır. Bu ikinci hamd’e de üçüncü bir hamd, üçüncüye dördüncü hamd lâzım. وَهَلُّمَ جَرًّا 1

917

Demek, bir hamd-i vâhidden [bir “hamd”] doğan hamdlerden ibaret gayr-i mütenâhi [sonsuz] bir silsile-i hamdiye [“hamd” silsilesi] husule [meydana gelme] geliyor.

İkinci nokta

Cihât-ı sitteyi [altı yön] tenvir [aydınlatma] eden iman nimetine de “Elhamdü lillâh” demesi lazımdır. Çünkü, iman cihât-ı sittenin [altı yön] zulümatını izale [giderme] etmekle def-i belâ [belânın def edilmesi, giderilmesi] kabilinden [gibisinden, türünden] büyük bir nimet sayıldığı gibi, tabiî o cihât-ı sitteyi [altı yön] tenvir [aydınlatma] ettiği cihetle de celbü’l-menâfi [menfaatleri çekme] kabilinden [gibisinden, türünden] ikinci bir nimet sayılır. Binaenaleyh insan fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir medeniyete sahip olduğundan, cihât-ı sittede [altı yön] bulunan mahlûkatla alâkadar olur ve iman nimetiyle de cihât-ı sitteden [altı yön] istifade edebilmesi imkânı vardır.

Binaenaleyh, فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللهِ 1 âyet-i kerîmesinin sırrıyla, cihât-ı sitteden [altı yön] herhangi bir cihette olursa insan tenevvür [aydınlanma, nurlanma] eder.

Hattâ mü’min olan bir insanın dünyanın kuruluşundan sonuna kadar uzanan mânevî bir ömrü vardır. Ve insanın bu mânevî ömrü, ezelden ebede uzanan bir hayat nurundan medet ve yardım alır.

Ve kezâ cihât-ı sitteyi [altı yön] tenvir [aydınlatma] eden iman sayesinde, insanın şu dar zaman ve mekânı [içinde bulunulan yer ve zaman] geniş ve rahat bir âleme inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder. Bu büyük âlem bir insanın hanesi gibi olur ve mâzi, müstakbel [gelecek] zamanları, insanın ruhuna, kalbine bir zaman-ı hâl [şimdiki hâl, içinde bulunduğumuz hâl] hükmünde olur. Aralarında uzaklık kalkıyor.

Üçüncü nokta

İmanın istinad ve istimdat [medet isteme] noktalarını hâvi [içeren, içine alan] olmasından, “Elhamdü lillâh” demesi iktiza [bir şeyin gereği] eder.

Evet, nev-i beşer, [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] aczi ve düşmanların kesreti [çokluk] dolayısıyla dayanacak bir nokta-i istinada [dayanak noktası] muhtaçtır ki, düşmanlarını def için o noktaya iltica etsin. Ve kezâ, kesret-i hâcât [ihtiyaçların çokluğu] ve şiddet-i fakr [fakirliğin şiddetli olması] dolayısıyla da istimdat [medet isteme] edecek bir nokta-i istimdada [medet noktası; yardım alınan nokta] muhtaçtır ki, onun yardımıyla ihtiyaçlarını def etsin.

918

Ey insan! Senin nokta-i istinadın [dayanak noktası] ancak ve ancak Allah’a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdat [yardım alınacak yer] ise ancak âhirete olan imandır. Binaenaleyh, bu her iki noktadan haberi olmayan bir insanın kalbi, ruhu tevahhuş [korkma, çekinme] eder, vicdanı daima muazzep [eziyet çeken, sıkıntı gören] olur.

Lâkin, birinci noktaya istinad ve ikincisinden de istimdat [medet isteme] eden adam, kalben ve ruhen pek çok zevk ve lezzetleri, ünsiyetleri [alışkanlık, âşinalık / dostluk] hisseder ki, hem mütesellî, [teselli bulan] hem vicdanı mutmain [şüphesiz, tam kanaatle inanma] olur.

Dördüncü nokta

İman nuru, lezâiz-i meşrûanın [İslâmın izin verdiği helâl lezzetler] zevâle [batış, kayboluş] başladıkları zaman hasıl olan elemleri, emsalinin vücut ve gelmekte olduklarını göstermekle izale [giderme] eder.

Ve kezâ, nimetlerin devam edip tenakus [eksilme, noksanlaşma] etmemesini, nimetlerin menbaı[kaynak] göstermekle temin eder.

Ve kezâ, firak [ayrılık] ve ayrılmaların elemlerini, teceddüd-ü emsalinin [benzerlerinin yenilenmesi] lezzetini göstermekle izale [giderme] eder. Yani zeval [geçip gitme] düşüncesiyle bir lezzette çok elemler olur ki, iman o elemleri teceddüd-ü emsaliyle [benzerlerinin yenilenmesi] ihtar ve izale [giderme] eder. Maahâzâ, [bununla beraber] lezzetlerin teceddüdünde [yenileme] de başka lezzetler vardır. Evet, bir semerenin [meyve] şeceresi [ağaç] olmasa, o semerede [meyve] münhasır kalan lezzet, onun yemesiyle zâil [geçici, yok olucu] olur ve zevâli [batış, kayboluş] de mûcib-i teessür [üzüntü verici] olur. Fakat o semerenin [meyve] şeceresi [ağaç] mâruf [bilinen] ise, o semerenin [meyve] zevâlinden [batış, kayboluş] elem hasıl olmuyor; çünkü yerine gelen var. Ve aynı zamanda, teceddüd [yenileme] haddizâtında bir lezzettir.

Ve kezâ ruh-u beşeri [insan ruhu] en ziyade sıkan, ayrılmalardan neş’et [doğma] eden elemlerdir. Nur-u iman [iman aydınlığı] o elemleri teceddüd-ü emsal [benzerlerinin yenilenmesi] ve tahaddüs-ü visâl [her ayrılıktan sonra kavuşmanın olması] ümidiyle izale [giderme] eder.

Beşinci nokta

İnsan şu mevcudatta [var edilenler, varlıklar] kendisine düşman ve ecnebî tevehhüm [kuruntu] ettiği veya ölüler, yetimler gibi hayatsız perişan vehmettiği şeyleri nur-u iman, [iman aydınlığı] ahbap ve kardeş sıfatıyla gösterir ve hayattar tesbihhân [tesbih eden] şeklinde irâe eder.

919

Yani, gafletle bakan adam, âlemin mevcudâtını [varlıklar] düşman gibi muzır [zararlı] telâkki [anlama, kabul etme] ederek tevahhuş [korkma, çekinme] eder. Ve eşyayı ecnebîler gibi görür. Çünkü, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] nazarında mâzi ve istikbâl zamanlarındaki eşya arasında uhuvvet, [kardeşlik] kardeşlik rabıta[bağ] ve bağlanış yoktur. Ancak zaman-ı halde [şimdiki zaman] eşya arasında küçük, cüz’î [ferdî, küçük] bir alâka olur. Binaenaleyh, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] yekdiğerine [bir diğer şey] olan uhuvvetleri, [kardeşlik] binler senelik uzun bir zamanda bir dakika kadardır.

Ve kezâ, iman nazarında bütün ecrâmı, [büyük varlıklar, gök cisimleri] hayattar ve birbirine ünsiyetli [cana yakın, dost] olduklarını görüyor. Ve her bir cirmin [büyük cisim] lisan-ı haliyle [beden dili] Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] tesbihat yapmakta olduğunu gösteriyor. İşte, bu itibarla, bütün ecramın [büyük cisimler] kendilerine göre bir nevi hayat ve ruhları vardır. Binaenaleyh imanın şu görüşüne nazaran o ecramda [büyük cisimler] dehşet, vahşet yoktur, ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ve muhabbet vardır.

Dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] nazarı, matluplarını [istek] tahsil etmekten âciz olan insanların sahipsiz, hâmîsiz [koruyan, sahip çıkan Allah] olduklarını telâkki [anlama, kabul etme] eder ve hüzün, keder, aczlerinden dolayı ağlayan yetimler gibi zanneder. İman nazarı ise, canlı mahlûkata, ağlar yetimler gibi değil, ancak mükellef memur, muvazzaf zâkir [zikreden] ve tesbihhân [tesbih eden] ibâd [ibadet edenler] sıfatıyla bakar.

Altıncı nokta

Nur-u iman, [iman aydınlığı] dünya ve âhiret âlemlerini çeşit çeşit nimetlere mazhar [erişme, nail olma] iki sofra ile tasvir eder ki, mü’min olan kimse iman eliyle ve zâhirî, bâtınî duygularıyla ve mânevî, ruhî olan letaifiyle [güzellikler, incelikler] o sofralardan istifade ediyor. Dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] nazarında ise, zevilhayatın [canlılar] daire-i istifadesi [yararlanma alanı] küçülür, maddî lezzetlere münhasırdır.

İman nazarında, semâvât ve arzı [gökler ve yer] ihâta [kavrayış] eden bir daire kadar tevessü [genişleme, yayılma] eder. Evet, bir mü’min, güneşi kendi hanesinin damında asılmış bir lüküs, [eskiden kullanılan hava basınçlı bir aydınlatma aracı] kameri [ay] bir idare lâmbası addedebilir. Bu itibarla şems, kamer, [ay] kendisine bir nimet olur. Binaenaleyh mü’min olan zâtın daire-i istifadesi [yararlanma alanı] semâvâttan daha geniş olur.

920

Evet, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] وَسَخَّرَ لَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ 1 * سَخَّرَ لَكُمْ مَا فِى اْلاَرْضِ 2 âyetlerin belâğatı [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] ile, imandan neş’et [doğma] eden şu harika ihsanlara, [bağış] in’âmlara [nimetlendirme] işaret ediyor.

Yedinci nokta

Nur-u iman [iman aydınlığı] ile bilinir ki, Allah’ın varlığı bütün nimetlerin fevkinde [üstünde] öyle büyük bir nimettir ki, sonsuz nimetlerin envâını, [tür] nihayetsiz ihsanların [bağış] cinslerini, sayısız atiyyelerin [hediye, bağış, ihsan] [bağış] sınıflarını hâvi [içeren, içine alan] bir menba, bir kaynaktır.

Binaenaleyh, zerrât-ı âlemin [evrendeki zerreler] adedince iman nimetlerine hamd ü senâ etmek bir borçtur. Risale-i Nur’un eczasında bir kısmına işaretler yapılmıştır. Maahâzâ, [bununla beraber] iman-ı billâhdan [Allah’a iman] bahseden Risale-i Nur’un cüzleri, bu nimetten perdeyi kaldırarak gösteriyor.

“Elhamdü lillâh” lâm-ı istiğrakla [Arapça, başına geldiği kelimeyi umûmileştiren “lâm”] işaret ettiği umum hamdlerle hamd edilmesi lâzım olan nimetlerden birisi de, Rahmâniyet nimetidir. Evet, Rahmâniyet, zevilhayattan [canlılar] rahmete mazhar [erişme, nail olma] olanların sayısınca nimetleri tazammun [içerme, içine alma] etmiştir. Çünkü bilhassa insan, her bir zîhayatla [canlı] alâkadardır. Bu itibarla insan her zîhayatın [canlı] saadetiyle saidleşir ve elemleriyle müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olur. Öyle ise, herhangi bir fertte bulunan bir nimet, arkadaşlarına da bir nimettir. Ve kezâ, validelerin şefkatleriyle nimetlenen çocukların sayısınca nimetleri tazammun [içerme, içine alma] edip ona göre hamdlere, senâlara kesb-i istihkak [hak kazanma] edenlerden birisi de Rahîmiyettir. [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] Evet, annesiz aç bir çocuğun ağlamasından müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] ve acıyan bir vicdan sahibi, elbette validelerin çocuklarına olan şefkatlerinden zevk alır, memnun ve mahzuz olur. İşte, bu gibi zevkler birer nimettir, hamd ve şükürler ister. Ve kezâ, kâinatta mündemiç [içinde bulunan]

921

hikmetlerin bütün envâ [tür] ve efradı [bireyler] adedince hamd ve şükürleri iktiza [bir şeyin gereği] edenlerden birisi de hakîmiyettir. Zira insanın nefsi, Rahmâniyetin cilveleriyle, kalbi de Rahîmiyetin [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] tecelliyatıyla nimetlendikleri gibi, insanın aklı da hakîmiyetin letaifiyle [güzellikler, incelikler] zevk alır, telezzüz [lezzet alma] eder. İşte, bu itibarla ağız dolusu ile “Elhamdü lillâh” söylemekle hamd ü senâları istilzam [gerektirme] eder.

Ve kezâ, Esmâ-i Hüsnâdan [Allah’ın en güzel isimleri]Vâris[Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] isminin tecelliyatı adedince ve babalar gibi usulün zevâlinden [batış, kayboluş] sonra bâki kalan fürûatın [dallar, kollar] sayısınca ve âlem-i âhiretin [âhiret âlemi] mevcudatı [var edilenler, varlıklar] adedince ve uhrevî mükâfatları almaya medar [kaynak, dayanak] olmak üzere hıfzedilen beşerin amelleri sayısınca, sadâsı ile şu feza[uzay] dolduracak kadar büyük bir “Elhamdü lillâh” ile hamd edilecek Hafîziyet [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] nimetidir. Çünkü, nimetin devamı, nimetin zâtından daha kıymetlidir. Lezzetin bekàsı, lezzetten daha lezizdir. Cennette devam, cennetin fevkindedir. [üstünde] Ve hâkeza… Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Hafîziyeti [Allah’ın her şeyi koruyup saklaması] tazammun [içerme, içine alma] ettiği nimetler, bütün kâinatta mevcut, bütün nimetlerden daha çok ve daha üstündedir. Bu itibarla dünya dolusu ile bir “Elhamdü lillâh” ister.

Şu zikredilen dört isme, bâki kalan Esmâ-i Hüsnâ[Allah’ın en güzel isimleri] kıyas et ki, her bir isminde sonsuz nimetler bulunduğu için sonsuz hamdleri, şükürleri istilzam [gerektirme] eder.

Ve kezâ, bütün nimet hazinelerini açmak salâhiyetinde [yetki] olan, nimet-i imana [iman nimeti] vesile olan Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm dahi öyle bir nimettir ki, nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] ilelebed o zâtı (a.s.m.) medh ü senâ etmeye borçludur. Ve kezâ, maddî ve mânevî bütün nimetlerin envâına [tür] fihriste ve kaynak olan İslâmiyet ve Kur’ân nimeti de gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] hamdleri bil’istihkak [hak etmek suretiyle] istilzam [gerektirme] eder.

922

Sekizinci nokta

Öyle bir Allah’a hamd olsun ki, kâinat ile tâbir edilen şu kitab-ı kebîr [büyük bir kitabı andıran kâinat] ve onun tefsiri olan Kur’ân-ı Azîmüşşanın [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] beyanına göre bütün babları ile fasılları ve bütün sayfaları ile satırları ve bütün kelimatı [ifadeler, sözler] ile harfleri, o Zât-ı Akdese, [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] sıfât-ı cemâliye [Cenâb-ı Hakkın güzellik sıfatı] ve kemâliyesini izhar [açığa çıkarma, gösterme] ile hamd ü senâhandır. Şöyle ki:

O kitab-ı kebîrin [büyük bir kitabı andıran kâinat] her bir nakşı, küçük olsun, büyük olsun, (karınca kaderince), Vâhid [bir] ve Samed [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] olan Nakkaşının [her bir varlığı nakışlı şekilde yaratan Allah] evsaf-ı celâliyesini [Cenâb-ı Allah’ın haşmetine ait vasıfları] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ile hamd-ü senâlar eder. Ve kezâ, o kitabın her bir yazısı, Rahmân ve Rahîm olan Kâtibinin evsâf-ı cemâlini [Cenâb-ı Allah’ın güzelliğine ait sıfatları] göstermekle senâhan oluyor. Ve kezâ, o kitabın bütün yazıları noktaları, nakışları, [işleme] Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] tecelliyat ve cilvelerine mâkes [yansıma yeri] ve mazhar [erişme, nail olma] olmak cihetiyle, o Zât-ı Akdesi [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] takdis, [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] tahmid, [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] temcid [yüceltme] ile senâhandır. Ve kezâ, o kitabın her bir nazmı, kasidesi, [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] Kadîr, Alîm olan Nâzımını [düzenleyen] takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ile tahmid [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] eyler.

Dokuzuncu nokta…