TARİHÇE-İ HAYAT – İkinci Kısım – Barla (189-268)

189

İkinci Kısım

Barla hayatı

190

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Barla’da 8.5 Sene Kaldığı Nur’un 
İlk Medresesi, Önündeki Muhteşem Çınar Ağacı İle Dallar Arasında 
Tefekkür ve İbadet Ettiği Köşkü

191

Risale-i Nur’un zuhuru

Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin Şarkî Anadolu‘da [Doğu Anadolu] dünyaya gelişinden itibaren geçirdiği hayat safhalarını buraya kadar birer birer gördük, temaşa ettik. Şimdi, geçen kırk-elli senelik hayatının neticesi ve meyvesi hükmünde, tarihin pek ender kaydettiği cihan vüs’atindeki [genişlik] muazzam bir dâvâya giriyoruz. Bütün maddî ve mânevî zulmetleri izale [giderme] edip âlemi nuruyla ziyalandıracak olan Risale-i Nur meydana çıkıyor; dünya ilim ve irfan [bilgi, anlayış] sahasına Türkiye’den bir güneş doğuyor!

ba

Bediüzzaman Hazretlerinin vilâyât-ı şarkiyeden [doğu illeri] Garbî Anadolu’ya nefyedilmesi, [gönderilme, sürgün] Risale-i Nur’un zuhuru, telif [kaleme alma] ve neşri

Van’da, mezkûr [adı geçen] mağarada yaşamakta iken, şarkta ihtilâl ve isyan hareketleri oluyor. “Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir” diyerek yardım isteyen bir zatın mektubuna, “Türk milleti asırlardan beri İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez. Siz de çekmeyiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad [doğru yol gösterme] ve tenvir [aydınlatma] edilmelidir” diye cevap gönderiyor. Fakat yine, hükûmet, Bediüzzaman’ı Garbî Anadolu’ya nefyediyor. [gönderilme, sürgün]

Van’da mağaradan çıkarılıp Anadolu’ya hareket etmek üzere jandarmalarla sevk edilirken, yollara dökülüp “Aman, efendi hazretleri, bizi bırakıp gitme. Müsaade buyur, sizi göndermeyelim. Arzu ederseniz Arabistan’a götürelim” diye yalvaran silâhlı gruplara, ahaliye ve ileri gelen zatlara, “Ben Anadolu’ya gideceğim, onları istiyorum” diyerek, hepsini teskin ediyor. Evvelâ Burdur vilâyetine askerî muhafızlarla nefyediliyor. [gönderilme, sürgün] Burdur’da zulüm ve tarassutlar [baskı ve gözetim altında tutma] altında işkenceli bir esaret hayatı geçiriyor. Fakat asla boş durmuyor; on üç ders olan Nurun İlk Kapısı kitabındaki hakikatları bir kısım ehl-i imana [Allah’a inanan] ders verip, gizli olarak kitap haline getiriyor. Bu hikmet cevherlerinin kıymetini takdir eden müştak [arzulu, aşırı istekli] ehl-i iman, [Allah’a inanan] el yazılarıyla bu kitabı çoğaltıyorlar. Nihayet, “Burada Said Nursî

192

boş durmuyor, dinî musahabelerde [karşılıklı sohbet etme] bulunuyor” diye, gizli din düşmanları tarafından rapor tanzim ettiriliyor. Ve burada da, “Ücra bir köşede, mahrumiyetler, kimsesizlik ve gurbet hayatı içinde kendi kendine ölür gider” düşüncesiyle dağlar arasında tenha bir yer olan Isparta vilâyetine bağlı Barla nahiyesine gönderilmeye karar veriliyor.

Bediüzzaman Said Nursî Burdur’da iken, birgün, o zamanın Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Mareşal Fevzi Çakmak Burdur’a geliyor. Vali, Mareşale, “Said Nursî hükûmete itaat etmiyor; gelenlere dinî dersler veriyor” diye şekvâda [şikayet] bulunuyor. Mareşal Fevzi Çakmak, Bediüzzaman’ın ne kadar dâhi ve ne kadar mânevî büyük ve müstakim [doğru ve düzgün] bir zat olduğunu bildiği için diyor ki: “Bediüzzaman’dan zarar gelmez. İlişmeyiniz, hürmet ediniz.”

Sürgün edildiği bütün yerlerde, Bediüzzaman aleyhinde cebirle, [Cebriye mezhebi] resmî kimseler vasıtasıyla dehşetli propagandalar yaptırılarak, ehl-i imanın [Allah’a inanan] Üstad Bediüzzaman’a yaklaşmamaları ve dinî derslerinden istifade etmemeleri için çok menfî gayretler sarf ediliyor. Fakat Üstadın imanî derslerinin nüfuz ve kıymeti, ahali arasında kalbden kalbe sirayet [bulaşma] ediyor ve eserlerine olan aşk ve muhabbet, kalbleri istilâ ediyor.

 Barla

Barla, ehl-i imanın [Allah’a inanan] mânevî imdadına gönderilen Risale-i Nur Külliyatının telif [kaleme alma] edilmeye başlandığı ilk merkezdir. Barla, millet-i İslâmiyenin, [İslâm milleti] hususan Anadolu halkının başına gelen dehşetli bir dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve dinsizlik cereyanına karşı, Kur’ân’dan gelen bir hidayet nurunun, bir saadet güneşinin tulû [doğma] ettiği beldedir. Barla, rahmet-i İlâhiyenin ve ihsan-ı Rabbanînin ve lûtf-u Yezdânînin bu mübarek Anadolu hakkında, bu kahraman İslâm milletinin evlâtları ve âlem-i İslâm [İslâm âlemi] hakkında, hayat ve mematlarının, [ölüm] ebedî saadetlerinin medarı [kaynak, dayanak] olan eserlerin lemean ettiği bahtiyar yerdir.

193

Bediüzzaman Said Nursî, Barla nahiyesinde daimî ve çok şiddetli bir istibdat [baskı, zulüm] ve zulüm ve tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] altında bulunduruluyordu. Barla’ya nefiy [inkâr] sebebi ise, kalabalık şehirlerden uzaklaştırıp böyle ücra bir köye atılarak, ruhunda mevcut hamiyet-i İslâmiyenin feveran etmesine mani olmak, onu konuşturmamak, söyletmemek, İslâmî, imanî eserler yazdırmamak, âtıl bir vaziyete düşürüp dinsizlerle mücahededen [Allah yolunda cihad etme] ve Kur’ân’a hizmetten men etmek idi. Bediüzzaman ise, bu plânın tamamen aksine hareket etmekte muvaffak oldu. Bir an bile boş durmadan, Barla gibi tenha bir yerde Kur’ân ve iman hakikatlerini ders veren Risale-i Nur eserlerini telif [kaleme alma] ederek perde altında neşrini temin etti. Bu muvaffakiyet [başarı] ve bu muzafferiyet ise, çok muazzam bir galibiyet idi. Zira o pek dehşetli dinsizlik devrinde, hakikî birtek dinî eser bile yazdırılmıyordu. Din adamları susturulup yok edilmeye çalışılıyordu. Dinsizler Bediüzzaman’ı yok edememişler, uyuşmuş kalb ve akılları ihtizaza getiren İslâmî ve imanî neşriyatına mâni olamamışlardı. Bediüzzaman’ın yaptığı bu dinî neşriyat, yirmi beş senelik eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ve istibdad-ı mutlak devrinde hiçbir zatın yapamadığı bir iş idi.

Bediüzzaman, Barla’ya 1926-1927 senelerinde nefyedilmiştir.1 [gönderilme, sürgün] Bu tarihler, Türkiye’de yirmi beş sene devam edecek bir istibdad-ı mutlakın icrâ-yı faaliyetinin ilk seneleri idi. Gizli dinsiz komiteleri, “İslâmî şeairleri birer birer kaldırarak İslâm ruhunu yok etmek, Kur’ân’ı toplatıp imha etmek” plânlarını güdüyorlardı. Buna muvaffak olunamayacağını iblisane düşünerek, “Otuz sene sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur’ân’ı imha etmesini intaç [netice verme] edecek bir plân yapalım” demişler ve bu plânı tatbike koyulmuşlardı. İslâmiyeti yok etmek için, tarihte görülmemiş bir tahribat ve tecavüzat [tecavüzler, saldırılar] hüküm sürmüştür.

Evet, altı yüz sene, belki Abbâsîler zamanından beri, yani bin seneden beri Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bir bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyan Türk milletini, bu vatan evlâtlarını, İslâmiyetten uzaklaştırmak ve mahrum bırakmak için, Müslümanlığa ait her türlü bağların koparılmasına çalışılıyor ve bilfiil de muvaffak olunuyordu. Bu vâkıa cüz’î [ferdî, küçük] değil, küllî ve umumî idi. Milyonlarca insanın, hususan gençlerin ve milyonlar mâsumların, talebelerin iman ve itikadlarına [inanç]

194

dünyevî ve uhrevî felâketlerine taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden çok geniş ve şümul[kapsam] bir hadise idi. Ve kıyamete kadar gelip geçecek Anadolu halkının ebedî hayatlarıyla alâkadardı. O zaman ve o senelerde, bin yıllık parlak mâzinin delâlet ve şehadetiyle, Kur’ân’ın bayraktarı olarak en yüksek bir mevki-i muallâyı ihraz [kazanma, elde etme] etmiş bulunan kahraman bir milletin hayatında, İslâmiyet ve Kur’ân aleyhinde dehşetli tahavvüller [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve tahripler yapılıyor ve cihanın en namdar [namlı, şan ve şöhret sahibi] ordusunun bin senelik cihad-ı diniye ile geçen parlak mâzisi ve o mâzide medfun muhterem ecdadı, yeni nesillere ve mektepli talebelere unutturulmaya çalışılıyor ve mâzi ile irtibatları kesilerek birtakım maskeli ve sûretâ parlak kelâmlarla iğfalâtta [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] bulunularak, komünizm rejimine zemin hazırlanıyordu. İslâmiyetin hakikatinde mevcut maddî-mânevî en yüksek terakkî [ilerleme] ve medeniyet umdeleri yerine, dinsiz felsefenin bataklığındaki nursuz prensipler, edepsiz edip ve feylesofların fikir ve ideolojileri, gizli komünistler, farmasonlar, dinsizler tarafından telkin ediliyor ve çok geniş bir çapta tedris [öğrenim, eğitim] ve talime çalışılıyordu. Bilhassa İngiliz, Fransız gibi İslâm düşmanlarının İslâm âlemini maddeten ve mânen yıpratmak, sömürmek emellerinin başında, kahraman Türk milletinin dinî bağlardan uzaklaştırılması, örf-âdet, an’ane ve ahlâk bakımından tamamen İslâmiyete zıt bir duruma getirilmek plânları vardı ve bu plânlar maalesef tatbik sahasına konmuştu.

İşte, Bediüzzaman Said Nursî’nin, Risale-i Nur’la Anadolu’daki hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve Kur’âniyesine cansiperane çalışan bir fedai-yi İslâm olarak başladığı seneler ki, zemin yüzünün görmediği pek dehşetli bir dinsizlik devrinin başlangıcı ve teessüs [kurulma, bina edilme, yapılanma] zamanı idi. Bunun için, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’la hizmetine nazar edildiği vakit, böyle dehşetli bir zamanı göz önünde bulundurmak icap [gerekli kılma] eder. Zira, tarihte emsali görülmemiş bu kadar ağır şerait tahtında yapılan zerre kadar hizmet, dağ gibi bir kıymet kazanabilir; ufacık bir hizmet, büyük bir değeri ve neticeyi haiz olabilir.

İşte Risale-i Nur, böyle dehşetli ve ehemmiyetli bir zamanın mahsulü ve neticesidir. Risale-i Nur’un müellifi, yirmi beş senelik din yıkıcılığının hükmettiği

195

dehşetli bir devrin cihad-ı diniye meydanının en büyük kahramanı ve tâ kıyamete kadar ümmet-ı Muhammediyeyi (a.s.m.) dârüsselâma [esenlik yurdu, Cennet] davet eden ve beşeriyete yol gösteren rehber-i ekmelidir. [en mükemmel rehber] Ve hem Risale-i Nur, Kur’ân’ın elmas bir kılıncıdır ki, zaman ve zemin ve fiiliyat bunu kat’iyetle ispat etmiş ve gözlere göstermiştir. İşte öyle elîm ve fecî ve dehşetli bir devri ihdas [icat etme, yaratma] eden dinsizlerin icraatı olan pek ağır şartlar dahilinde Bediüzzaman’ın inayet-i Hakla telife muvaffak olduğu Risale-i Nur eserleri, dinsizliğin istilâsına karşı, yıkılması gayr-ı kabil [imkânsız] olan muazzam ve muhteşem bir sed teşkil etmiştir. Risale-i Nur, maddiyunluk, tabiiyunluk gibi dine muarız [itiraz eden, karşı gelen] felsefenin muhal, [bâtıl, boş söz] bâtıl ve mümtenî olduğunu, cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez burhanlarla, [delil] aklî, mantıkî delillerle ispat ederek en dinsiz feylesofları dahi ilzam [susturma] etmiştir. Küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] mağlûbiyete duçar etmiş, dinsizliğin istilâsını durdurmuştur.

Evet, Bediüzzaman’a yapılan o tarihî zulüm ve işkence ve ihanetler altında feveran edip parlayan Risale-i Nur, bu zamanda ve istikbalde bir seyfü’l-İslâmdır. [kılıç] Risale-i Nur, ruhların sevgilisi, kalblerin mahbubu, âşıkların mâşuku, [aşık olunan, sevgili] canların cânânı olmuş; icabında bu cânan için canlar feda edilmiştir. Risale-i Nur, beşerin sertacı ve halaskârı mevki-i muallâsında hizmet yapmış ve yapmaktadır. Risale-i Nur, Kur’ân’ın son asırlarda beklenen bir mu’cize-i mânevîsi olarak tulû [doğma] etmiş ve başta müellifi Bediüzzaman Said Nursî olarak milyonlarla talebeleri ve kardeşleri, bu hakikat-i Kur’âniye [Kur’ân gerçeği] etrafında pervaneler [korku] gibi dönerek onun nuruyla nurlanmışlar, ondaki Kur’ân ve iman hakikatlerini massetmişler (emmişler), imanlarını kuvvetlendirmişler ve bu hakikat-i kübrâ[en büyük gerçek] bütün dünyaya ilân etmek ve ölünceye kadar onu okumak ve ona hizmet etmek gayesini azmetmişlerdir.

196

Evet, Türk milletini ve bu vatan ahalisini ve âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] ebede kadar şerefle yaşatacak ve mâzide olduğu gibi istikbalde de tarihin altın sahifelerine, Kur’ân ve İslâmiyet hizmetinde âlem-i İslamın pişdarı [öncü] ve namdar [namlı, şan ve şöhret sahibi] kumandanı olarak kaydettirecek medar-ı iftiharı [övünç kaynağı] Risale-i Nur’dur. Büyük bir vüs’at [genişlik] ve külliyeti taşıyan ve Anadolu’da ve İslâm âleminde zuhur edip her tarafta hüsn-ü kabule [güzel kabul görmek] ve tesire mazhariyetle gittikçe inkişaf [açığa çıkma] ve intişar [açığa çıkma, yayılma] eden bu eser, Kur’ân’ın malıdır, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] malıdır ve bu vatan ahalisinin İslâmî bir medar-ı iftiharıdır. [övünç kaynağı] Bu memlekette hükmeden bir hükûmetin nokta-i istinadı, [dayanak noktası] hem aynı zamanda bütün dünyaya duyuracağı muazzam hakikatler manzumesidir [düzenli] ki, inşaallah [Allah dilerse] bir zaman gelip radyoyla bütün âlemlere ders verilecek ve ilân edilecektir.

Evet, dünya ilim ve irfan [bilgi, anlayış] sahasına Türkiye’den bir güneş doğmuştur. Bu yeni doğan güneş, bin üç yüz yıl evvel âlem-i beşeriyete [insanlık âlemi] doğmuş olan güneşin bir in’ikâsıdır [yansıma] ve o mânevî güneşin her asırda parlayan lem’alarından [parıltı] birisidir ve beklenilen son mu’cize-i mânevîsidir. Yalnız mâneviyat sahasında değil, zahiren ve maddeten dahi tesirini göstermiştir.

Evet, Risale-i Nur, bütün dünya milletlerinin hayatlarını muhafaza ve müdafaa için sarıldıkları ve güvendikleri atom ve emsâli bomba ve silâhlarının fevkinde [üstünde] muazzam bir tesire sahiptir. Bunun böyle olduğunu, bir parça ilim ve basiret nazarıyla Nur Risalelerine [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] bakanlar ve Risale-i Nur Müellifi [Risale-i Nur Külliyatının yazarı; Bediüzzaman Said Nursi] Bediüzzaman Said Nursî’nin otuz seneden beri Anadolu’daki hizmet-i imaniyelerine [iman hizmeti] dikkat edenler görür, anlar ve tasdik ederler. Hakikate nüfuz eden zatlar için, Risale-i Nur’un tulûundan [doğma] bugüne kadar geçen zaman içerisindeki yapılan hizmetin neticeleri nihayet derecede muhteşem ve muazzamdır, milyarlar takdir ve tebrike lâyıktır.

Evet, Risale-i Nur, iman-ı tahkikîyi [araştırma ve incelemeye dayanan iman] bu vatanda neşretmekle imanı kuvvetlendirip, bu memleketteki dinsizlik ve imansızlık, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] karşı mukabele [karşılama; karşılık verme]

197

ve müspet bir tarzda mücadele ederek bunları mağlûp etmiştir. Büyük ve küllî ve umumî mücahede-i diniyesinde [dinle ilgili mücadele] muzaffer olmuştur. Taife-i mücahidîn olan Nur talebeleri, âzamî sadakat ve ittihaddan [birleşme] neşet eden [doğan, kaynaklanan] azîm, mânevî, makbul bir sırla rahmet-i İlâhiyenin celbine ve teveccühüne [ilgi] vesile olmuştur. Bu ihlâslı taife-i mücahidîn, küçük bir çekirdek gibi dar bir dairede iken, o çekirdekte âlemi istilâ edecek bir şecere-i tubanın mahiyeti bulunduğu misillü, [benzer] on dördüncü asr-ı Muhammedîde (aleyhissalâtü vesselâm) Kur’ân’dan çıkan Risale-i Nur’un Anadolu’da tulû [doğma] ve intişar [açığa çıkma, yayılma] etmesiyle, neticede neşvünema [büyüyüp gelişme] ederek âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve insaniyete kadar genişlemiş ve daha da genişleyecektir.

İşte, Risale-i Nur, hem fevkalâde ihlâsı ve hem yalnız tevhid ve iman akidelerinin [inanç] hizmetini esas-ı meslek ittihaz [edinme, kabullenme] ederek bir kudsiyet kazanması ve mahiyetinde bütün hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] ve İslâmiye mevcut bulunarak her tarafı kaplayacak bir nur-u hakikat [hakikat nuru] olması dolayısıyla, rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] cânibinde, [taraf, yön] bu millet-i İslâmiyeyi, [İslâm milleti] maddî-mânevî felâket ve helâket [mahvolma] tehlikelerinden, bir sedd-i Kur’ânî [Kur’ân seddi] ve nûr-u imanî olarak muhafazaya vesile olmuştur.

Risale-i Nur, iman ve Kur’ân muhaliflerine karşı mücadelesinde cebir [Cebriye mezhebi] ve münazaa [ağız kavgası; çekişme] yolunu değil, ikna ve ispat yolunu ihtiyar etmiştir.

Risale-i Nur, yüz otuz risalelerinde, doğrudan doğruya hakikatin berrak veçhesini [yön] bütün vuzuh [açıklık] ve çıplaklığıyla göstermiştir. Din-i hak [hak din] olan İslâmiyeti ve âlem-i insaniyetin [insan âlemi] hidayet güneşi olan Kur’ân’ın mu’cizeliğini bütün dünya efkârı [fikirler] muvacehesinde ve bütün fikir ve felsefe sahasında cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez kat’î delillerle

198

göstermiştir. Ve mantıkî hüccetlerle [delil] ispat etmiştir ki, yeryüzündeki bilumum kemalât [olgunluklar, faziletler, iyilikler] ve medeniyet ve terakki [ilerleme] umdeleri, semavî dinler ve peygamberler eliyle gelmiş ve bilhassa İslâmiyetin zuhuruyla âlem-i insaniyet, [insanlık âlemi] İslâm âleminin taht-ı riyasetinde [başkanlığı altında] cehalet gayyâsından kurtulmuş ve kurtulacaktır. Felsefe ve hikmetin içerisinde görünen fazilet, menfaat-i umumiye [genelin menfaati, kamu yararı] ve saire gibi insanî esaslar ise, güneşin doğmasıyla ondan yayılan ve aydınlanan gece âleminin nurları gibi, Nübüvvet [peygamberlik] güneşinin tulûu, [doğma] beşeriyetin fikir ve kalblerinde akisler ve lem’alar [parıltılar] husule [meydana gelme] getirmiş olmasındandır. Hakikatli felsefe ve hikmetin, fen ve san’atın üzerinde görünen bu ışıklar, Kur’ân güneşinin ve Nübüvvet [peygamberlik] kandilinin âlem-i beşeriyete [insanlık âlemi] akislerinden ve cilvelerinden mütevellittir. [ileri gelen, hasıl olan, çıkan]

Ey âlem-i İslâm! [İslâm âlemi] Uyan, Kur’ân’a sarıl, İslâmiyete maddî ve mânevî bütün varlığınla müteveccih [yönelen] ol!

Ve Ey Kur’ân’a bin yıllık tarihinin şehadetiyle hâdim [hizmetçi] olan ve İslâmiyet nurunun zemin yüzünde nâşiri [neşreden, yayan, yayınlayan] bulunan yüksek ecdadın evlâdı! Kur’ân’a yönel ve onu anlamaya, okumaya ve onu anlatacak, onun bu zamanda bir mu’cize-i mânevîsi olan Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] mütalâa etmeye çalış. Lisanın, Kur’ân’ın âyetlerini âleme duyururken, hal ve etvar [tavırlar, davranışlar] ve ahlâkın da onun mânâsını neşretsin; lisan-ı hâlinle [hal dili] de Kur’ân’ı oku. O zaman sen, dünyanın efendisi, âlemin reisi [Âlemlerin Efendisi olan Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] Hz. Muhammed (a.s.m.)] ve insaniyetin vasıta-i saadeti olursun.

Ey asırlardan beri Kur’ân’ın bayraktarlığı vazifesiyle cihanda en mukaddes ve muhterem bir mevki-i muallâyı ihraz [kazanma, elde etme] etmiş olan ecdadın evlât ve torunları! Uyanınız! Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] fecr-i sâdıkında gaflette bulunmak, kat’iyen [kesinlikle] akıl kârı değil! Yine âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] intibahında [uyanış] rehber olmak, arkadaş, kardeş olmak için Kur’ân’ın ve imanın nuruyla münevver [aydın] olarak İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül [mükemmelleşme] edip hakikî medeniyet-i insaniye [insanlık medeniyeti] ve terakki [ilerleme] olan medeniyet-i İslâmiyeye sarılmak ve onu, hal ve harekâtında kendine rehber eylemek lâzımdır.

199

Avrupa ve Amerika’dan getirilen ve hakikatte yine İslâmın malı olan fen ve san’atı, nur-u tevhid [Allah’ın birliğini gösteren nur] içinde yoğurarak, Kur’ân’ın bahşettiği tefekkür ve mânâ-yı harfî [bir şeyin kendisini değil de -san’atkârını, ustasını, sahibini bildirip tanıtan mâna] nazarıyla, yani onun san’atkârı ve ustası namıyla onlara bakmalı ve “Saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve sermediyeyi gösteren hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniye mecmuası olan Nurlara doğru ileri, arş![haydi!] demeli ve dedirmeliyiz.

Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin torunları olan muhterem din kardeşlerim!

Beş yüz senedir yattığınız yeter! Artık Kur’ân’ın sabahında uyanınız. Yoksa, Kur’ân-ı Kerîmin güneşinden gözlerinizi kapatarak gaflet sahrasında yatmakla vahşet ve gaflet sizi yağma edip perişan edecektir.

Kur’ân’ın mecrâsından [akım yeri] ayrılarak birleşmeyen su damlaları gibi toprağa düşmeyiniz. Yoksa, toprak gibi sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve şehvet-i medeniye sizi emerek yutacaktır. Birleşen su damlaları gibi, Kur’ân-ı Kerîmin saadet ve selâmet [huzur] mecrasında [akıntı yatağı, kanal] ittihad [birleşme] ederek, sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve rezalet-i medeniyeyi süpürüp, bu vatana âb-ı hayat [hayat suyu] olan, hakikat-i İslâmiye [İslâm hakikatleri, gerçekleri] sularını akıtınız.

O hakikat-i İslâmiye [İslâm hakikatleri, gerçekleri] sularıyla bu topraklarda iman ziyası altında hakikî medeniyetin fen ve san’at çiçekleri açacak, bu vatan maddî ve mânevî saadetler içinde gül ve gülistana dönecektir, inşaallah. [Allah dilerse]

Sadede [asıl konu, esas mânâ] dönüyoruz. Evet, Bediüzzaman Said Nursî, Barla’da ikamete memur edilip Risale-i Nur’u telif [kaleme alma] ettiği seneler, yukarıda bir nebze zikrettiğimiz gibi, zerreyi dağ gibi kıymetlendiren ehemmiyetli seneler idi. Nasıl ki kışın dondurucu soğuğunda ve ağır şerait altında bir saatlik nöbet, bir sene ibadetten hayırlıdır. Aynen öyle de, o zaman-ı müthişede, değil yüz otuz risaleyi, belki iman ve İslâmiyete dair hakikî birtek risale yazabilmek dahi, binler risale kıymet ve ehemmiyetinde idi.

Evet, dinsizliğin hükümferma [hüküm süren] olduğu o dehşetli devirde, ehl-i din, [din sahipleri, dindarlar] terzil [rezil ve alçak gösterme] edilmeye çalışılıyordu. Hattâ Kur’ân’ı dahi tamamen kaldırmak ve Rusya’daki gibi

200

dinî akideleri [inanç] tamamen imha etmek düşünülmüş; fakat millet-i İslâmiyece [İslâm milleti] bir aksülâmeli [işin aksi, ters tepki] netice verebilmesi ihtimali ileri sürülünce bundan vazgeçilmiş, yalnız şu karar alınmıştı: “Mekteplerde yaptıracağımız yeni öğretim usulleriyle yetişecek gençlik, Kur’ân’ı ortadan kaldıracak ve bu suretle milletin İslâmiyetle olan alâkası kesilecek” Bütün bu dehşet-engiz [dehşet verici] plânları çeviren o müthiş fitnenin menbaları, şimdiki dinî inkişafın [açığa çıkma] muarızı [itiraz eden, karşı gelen] ve düşmanları olan haricî dinsiz cereyanların reisleri ve adamları idi. Evet, Türk milleti içerisinde meydana getirilen o dehşetli hadisatın içyüzünü, tafsilâtını, [ayrıntılar] istikbalin hakikatperest tarihçilerine ve bunları, şimdi Demokrat idaredeki serbestiyetle bir derece neşretmekte olan İslâm-Türk muharrirlerine [yazar, gazete yazarı] havale ediyoruz. Bizim vazifemiz, yalnız ve yalnız hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniye ile meşgul olmaktır. Biz yalnız ve yalnız iman ve İslâmiyet cereyanındayız.

Evet, o dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve zındıkanın en azgın devirlerinde Bediüzzaman Said Nursî, daimî nezaret ve tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] altında ve böyle müthiş ve pek çok ağır şerait içerisinde idi. Nemrutların, Firavunların, Şeddadların ve Yezidlerin yapamadığı zulümlerin envâı [tür] Bediüzzaman’a yapılıyordu. Ve yirmi beş sene böyle devam etti. O zaman âlem-i İslâm, [İslâm âlemi] maddeten fakirdi ve müstevlilerin esaretinde bulunuyordu. Bütün gizli fesat ve dinsizlik komiteleri, hem Türkiye’de, hem âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] müthiş faaliyetler yapıyor ve taraftarları onları destekliyor ve hepsi de İslâmiyet aleyhinde ittifak ediyorlardı.

İşte, Risale-i Nur, Asr-ı Saadette, [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] İslâmın cihanı fetih anahtarları hükmünde olan Bedir, Uhud muharebelerinin ehemmiyeti nev’inden bir kıymeti ihtiva eden bir zamanın mahsulüdür ki, vesile olduğu hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve ifasında bulunduğu mânevî cihad-ı diniye, tarihte Asr-ı Saadetten [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] maada hiçbir zamanda görülmemiş bir azamettedir. Eli kolu bağlı hükmünde olan Bediüzzaman Said

201

Nursî, öyle dehşetli bir esarette, nefiy [inkâr] ve inzivada [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] telif [kaleme alma] ve neşrettiği yüz otuz parça Risale-i Nur eserleriyle, beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] bir hatip olarak Anadolu mescidinde ve âlem-i İslâm [İslâm âlemi] câmiinde konuşuyor, ehl-i İslâma [Müslümanlar] Kur’ân’dan aldığı dersini tekrar ediyor. Güya Bediüzzaman Said Nursî, on dördüncü asr-ı Muhammedînin ve yirminci asr-ı Milâdînin minaresinin tepesinde durup, muasırları olan ehl-i İslâm [Müslümanlar] ve insaniyete bağırıyor ve bu asrın arkasında dizilmiş ve müstakbel [gelecek] sıralarında saf tutmuş olan nesl-i âtiHaşiye [gelecek nesil] ile bir mürşid-i âzam, bir müceddid-i ekber olarak konuşuyor.

Risale-i Nur’un telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] ve neşri

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri öyle müşkül [zorluk] ve ağır vaziyetler altında Risale-i Nur Külliyatını telif [kaleme alma] ediyor ki, tarihte hiçbir ilim adamının karşılaşmadığı zorluklara mâruz kalıyor. Fakat, sönmeyen bir azim, irade ve hizmet aşkına malik olduğu için, yılmadan, yıpranmadan, usanıp bıkmadan, bütün kuvvetini sarf ederek emsalsiz bir sabır ve tahammül ve feragat-ı nefis ile, bu millet ve memleketi komünizm ejderinden, mason âfâtından, [afetler, musibetler] dinsizlikten muhafaza edecek—eden ve

202

etmekte olan—ve âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] ve beşeriyeti tenvir [aydınlatma] ve irşadda [doğru yol gösterme] büyük bir rehber olan bu harikulâde Risale-i Nur eserlerini meydana getiriyor.

Yüz otuz parça olan Risale-i Nur Külliyatının telifi, [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] yirmi üç senede hitama [son, sonuç] eriyor. Nur Risaleleri, [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] şiddetli ihtiyaç zamanında telif [kaleme alma] edildiğinden, her yazılan risale, gayet şifalı bir tiryak [derman, ilaç] ve ilâç hükmünü taşıyor ve öyle de tesir edip pek çok kimselerin mânevî hastalıklarını tedavi ediyor. Risale-i Nur’u okuyan herbir kimse, güya o risale kendisi için yazılmış gibi bir hâlet-i ruhiye [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] içinde kalarak, büyük bir iştiyak [arzu, istek] ve şiddetli bir ihtiyaç hissederek mütalâa ediyor. Nihayet öyle eserler vücuda geliyor ki, bu asır ve gelecek asırların bütün insanlarının imanî, İslâmî, fikrî, ruhî, kalbî, aklî ihtiyaçlarına tam cevap verecek ve kâfi [yeterli] gelecek Kur’ânî hakikatler ihsan [bağış] ediliyor.

Risale-i Nur, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakikî bir tefsiridir. Âyetler, sırasıyla değil; devrin ihtiyacına cevap veren imanî hakikatleri mübeyyin âyetler tefsir edilmiştir.

Tefsir iki kısımdır. Biri, âyetin ibaresini ve lâfzını [ifade, kelime] tefsir eder; biri de, âyetin mânâ ve hakikatlerini izah ile ispat eder. Risale-i Nur, bu ikinci kısım tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kıymettarı ve en parlağı ve en mükemmeli olduğu, ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] ve tetkikten binlercesinin şehadetiyle ve tasdikiyle sabittir.

Risale-i Nur’un telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] ve neşriyatı, şimdiye kadar misli [benzer] görülmemiş bir tarzdadır. Bediüzzaman Said Nursî, kendi eliyle risaleleri yazıp teksir [çoğalma] edecek derecede bir yazıya malik değildir, yarım ümmîdir. Bunun için kâtiplere sür’atle söyler ve sür’atle yazılır. Günde bir-iki saat telifatla [kaleme alma] meşgul olarak on, on iki ve bir-iki saatte yazılan harika eserler vardır.

Üstad Bediüzzaman’ın telif [kaleme alma] ettiği risaleleri, talebeler, elden ele ulaştırmak suretiyle müteaddit [bir çok] nüshalar yazarlar, yazılan nüshaları müellifine [telif eden, kitap yazan] getirirler. Müellif, [telif eden, kitap yazan] müstensihlerin [el ile yazıp çoğaltan] yanlışlarını düzeltir. Bu tashihatı yaparken, eserin aslı ile karşılaştırmadan kontrol eder. Şimdi de yirmi beş otuz sene evvel telif [kaleme alma] ettiği bir eseri tashih ederken aslına bakmaz.

203

Yazılan risaleleri, etraf köylerden ve kazalardan gelenler, büyük bir merak ve iştiyakla [arzu, istek] alıp gidiyorlar ve el yazısıyla neşrediyorlardı.

Üstad Bediüzzaman, Kur’ân’dan başka hiçbir kitaba müracaat etmeden ve telifat [kitap olarak kaleme alınan eserler] zamanında yanında hiçbir kitap bulunmadan Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] telif [kaleme alma] etmiştir.

Merhum Mehmed Akif’in,

Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ]

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı

beytiyle ifade ettiği idealini tahakkuk [gerçekleşme] ettirmek, Bediüzzaman’a müyesser olmuştur.

Risale-i Nur’un neşir keyfiyeti de tarihte hiçbir eserde görülmemiştir. Şöyle ki:

Kur’ân hattını muhafaza etmek hizmetiyle de muvazzaf olan Risale-i Nur’un, muhakkak Kur’ân yazısıyla neşredilmesi lâzımdı. Eski yazı yasak edilmiş ve matbaaları kaldırılmıştı. Bediüzzaman’ın parası, serveti yoktu; fakirdi, dünya metâıyla alâkası yoktu. Risaleleri elle yazarak çoğaltanlar da, ancak zarurî ihtiyaçlarını temin ediyorlardı. Risale-i Nur’u yazanlar karakollara götürülüyor, işkence ve eziyetler yapılıyor, hapislere atılıyordu. Bediüzzaman aleyhinde hükûmet eliyle yaptırılan propaganda ve tazyiklerle her tarafa dehşetler saçılıyor; ahali, Hazret-i Üstada yaklaşmaya, ondan din, iman dersi almaya cesareti kalmayacak derecede evhamlandırılıyordu. Vaktiyle de, din adamlarının, hakikatperestlerin, sırf dindar oldukları için darağaçlarında can vermeleri, bir korku ve yılgınlık havası meydana getirmişti. Hüküm sürmekte olan eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ve istibdad-ı mutlak içinde, ehl-i diyanet [dindar insanlar] sükût-u mutlaka mahkûm edilmişti. Ne dinin hakikatlerinden bahseden hakikî bir risale neşrettiriliyor ve ne de o hakikatler millete ders verdiriliyordu. Bu suretle İslâmiyet, ruhsuz bir ceset haline getirilmeye çalışılıyor; din-i İslâmın [İslâm dini] mahiyeti ve esaslarını ders vermek, kat’iyen [kesinlikle] men ediliyordu.Haşiye [dipnot]

İşte başlangıçta pek azgın olan bu dinsizlik devri, Risale-i Nur’un umumiyet kesb [elde etme, kazanma] eden neşriyatıyla yıkılmış; ehl-i imanın [Allah’a inanan] mânevî ve maddî (bilhassa mânevî)

204

hayatına tatbik edilen istibdat [baskı, zulüm] zincirleri parçalanmıştır. Risale-i Nur, dinsizliğin belini kırmış ve temel taşlarını târümar [dağınık, perişan] etmiştir.

Evet, o zamanlar ki, dinsizliğin mukabil cephesinde Risale-i Nur şimşekler gibi parlamış ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu nuru bütün satvet [güç, ezici kuvvet] ve şevketiyle [büyüklük, haşmet] zuhur ederek perde altında neşrolunmuştur.

Risale-i Nur’dan tahkikî iman dersi alan ve gittikçe ziyadeleşen Nur talebelerinin imanları inkişaf [açığa çıkma] etmiş, imanî bir şehamet ve İslâmî bir cesarete sahip olmuşlardır. Nasıl ki, cesur bir kumandan yüzlerce askere lisan-ı haliyle [beden dili] cesaret verir ve nokta-i istinad [dayanak noktası] olursa, aynen öyle de, Risale-i Nur şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] mümessili [temsilci] olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri başta olarak, tahkikî iman dersleriyle imanları kuvvetlenen yüz binlerce, şimdi milyonlarca Nur talebeleri, ehl-i imana [Allah’a inanan] bir nokta-i istinad [dayanak noktası] ve bir hüsn-ü misal [güzel örnek] olmuşlardır. Nur talebelerinin bu iman kuvvetleri ve dinsizliğe karşı kahramanca mücadeleleri, halkın üzerinde çok tesir yapmış ve bir intibah [uyanış] (uyanıklık) husule [meydana gelme] getirmiştir. Böylelikle, milletin içindeki korku ve evhamları da Risale-i Nur’la izale [giderme] etmişler, vatan ve millete umumî bir cesaret, ümit ve ferahlık husule [meydana gelme] getirip Müslümanları yeisten [ümitsizlik] kurtarmışlardır.

Risale-i Nur’u gaye-i hayat [hayatın gayesi] edinen bir Nur talebesi, yüz adam kuvvetinde olduğu ve yüz nâsih kadar iman ve İslâmiyete hizmet ettiği, ehl-i hakikatçe [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] müsellem [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] ve musaddaktır. [doğrulanan] Nur talebeleri, dinsizliğin şâşaalı taarruzlarına, tantanalı yaygaralarına, zulümlerine, hapislerine, Üstadları gibi, kıymet vermeden, korkmadan, lüzumunda canlarını, mallarını, evlât ve iyâllerini [aile fertleri] dahi çekinmeden Risale-i Nur’la iman ve İslâmiyete hizmet uğrunda feda etmişlerdir. Nur talebeleri, tek birşeyi gaye edinmiştir: “İmanlarını kurtarmak niyetiyle Risale-i Nur’u okumak ve rızâ-yı İlâhî [Allah’ın rızası] için iman ve İslâmiyete Risale-i Nur’la hizmet etmek.” Bu gayelerinde muvaffak olmak için, herşeylerini bu hizmete hizmetkâr yapmışlardır.

Evet, Nur Talebeleri, Ümmet-i Muhammediyeyi [Hz. Muhammed’e inanıp onun yolundan giden Müslümanlar] sahil-i selâmete [güvenli yer] çıkaran bir sefine-i Rabbaniyenin hademeleri olduklarına inanmışlardır. Hayatta en büyük

205

gayeleri, Kur’ân ve imana hizmet ederek, ümmet-i Muhammedin refah ve saadet içinde yaşamasına vesile olmaktır. Risale-i Nur’un el yazısıyla neşri senelerinde, evlerinden yedi-sekiz sene çıkmadan Risale-i Nur’u yazıp neşredenler olmuştur. O zamanlar, Isparta havâlisinde, erkek, kadın, genç ve ihtiyarlardan binlerce Nur talebesi, hattâ Nur dershanesi olan Sav Köyü bin kalemle, senelerce Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] yazıp çoğaltıyorlardı. Risale-i Nur, telifinden [kaleme alma] yirmi sene sonra, teksir [çoğalma] makinesiyle neşredilmiş ve otuz beş sene sonra da matbaalarda basılmaya başlanmıştır. İnşaallah, bir zaman gelecek, Risale-i Nur Külliyatı altınla yazılacak ve radyo diliyle muhtelif lisanlarda okunacak ve zemin yüzünü geniş bir dershane-i Nuriyeye [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] çevirecektir.

Risale-i Nur’un neşrinde, mübarek hanımlar da ehemmiyetli fedakârlıklara mazhar [erişme, nail olma] olmuşlardır. Hattâ, Hazret-i Üstada gelip, “Üstadım! Ben, efendimin göreceği dünyevî işleri de yapmaya çalışacağım; o senindir, Risale-i Nur’undur” diyen ve erkeklerinin Risale-i Nur hizmetinde çalışmalarına daha fazla imkânlar veren kahraman hanımlar görülmüştür. Risale-i Nur’u yazan efendilerine geceleri lâmba tutarak, onların din, iman hizmetlerine canla başla iştirak etmişlerdir. Risale-i Nur’u, hanımlar, kızlar elleriyle yazmışlar, göz nurları dökmüşler, mübarek kâtibeler olarak imana hizmet etmişlerdir. Hattâ öyle Nur talebesi hanımlar vardır ki, kendilerini son nefeste iman nuruyla hüsn-ü hâtimeye [güzel son] nail edecek Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] hararetle okumuşlar ve diğer din kardeşleri olan hanımlara da okuyup tanıtmışlar; Nurları hanımlar içinde neşrederek, çok hanımların Kur’ân ve iman nurlarıyla nurlanmalarına vesile olup kahramanca hizmette bulunmuşlardır. Risale-i Nur’u okuyup okutmakla iman mertebelerinde terakki [ilerleme] edip âdetâ birer mürşid mertebesine yükselmişlerdir. Hanımlar, sırf Allah rızasını tahsil için, safvet [arılık, berraklık] ve ihlâsla, Risale-i Nur’daki parlak ve çok feyizli Kur’ân nurlarına bağlanmış ve kalblerinde sönmez bir muhabbet ve sevgi besleyerek dünya ve âhirette bahtiyar olacak bir vaziyete kavuşmuşlardır. Risale-i Nur’un kıymet ve büyüklüğü, temiz kalblerine o kadar yerleşmiş ki, onu beraberce okuyup dinledikçe, içleri nurlarla, feyizlerle dolup taşmış, nuranî gözyaşları dökerek cûş u hurûşa gelmişlerdir. Ne bahtiyardır o hanımlar ki, Risale-i Nur’un bu mukaddes imanî hizmetinde çalıştıkları için, onlar daima hayırla yâd edilecek, âhiretlerine nurlar gönderilecek, kabirleri Cennet-misâl pürnur olacak ve âhirette de en

206

yüksek mertebelere ulaşacaklardır, inşaallah. [Allah dilerse] En başta Bediüzzaman Hazretlerinin dualarına dahil olmakla beraber, Nur talebeleri mabeynindeki [ara] şirket-i mâneviye [mânevî şirket, ortaklık] sırrıyla defter-i hasenatlarına [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] hayırlar kaydedilmektedir. Risale-i Nur’a samimî alâkaları, o fedakâr hanımları, milyonlarca Nur talebelerinin dualarına nail etmektedir. [eriştirmek, ulaştırmak] Risale-i Nur’ları okuyup okutmakla büyük mânevî kazançlara, yüksek derecelere erişmektedirler. İnşaallah, ekserî hanımların böyle olmasını, rahmet-i İlâhîden [Allah’ın rahmeti, şefkat ve merhameti] kuvvetle itikad [inanç] ve ümit ve niyaz ediyoruz.

Basiretli Nur nâşirleri, [neşreden, yayan, yayınlayan] otuz beş sene evvel Risale-i Nur’daki yüksek hakikatleri görmüş, o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] dersleri almış ve o zamandan beri ihlâs ve sadakatla gizli din düşmanlarına göğüs germiştir. Nur kahramanlarının haneleri müteaddit [bir çok] defalar arandığı ve kendileri defalarca hapislere atılarak orada şiddetli azaplar ve sıkıntılar çektirildiği halde, elmas kalemleriyle Risale-i Nur’un bu kadar senedir nâşirliğini [neşreden, yayan, yayınlayan] yapmışlardır. İstedikleri takdirde dünya nimetleri kendilerine yâr olduğu halde, her türlü şahsî, dünyevî rütbelerden, varlıklardan feragatle, ömürlerini Risale-i Nur’un hizmetine vakfetmişlerdir.

“Acaba, Risale-i Nur şakirtlerindeki [öğrenci] bu cehd ve kuvvetin, bu feragat ve fedakârlığın ve bu derece sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve sadakatın sebebi nedir?” diye bir sual sorulursa, bu sualin cevabı muhakkak ki şu olacaktır: Risale-i Nur’daki cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez yüksek hakikatler, iman hizmetinin yalnız ve yalnız rızâ-yı İlâhî [Allah’ın rızası] için yapılması ve Bediüzzaman Hazretlerinin âzamî ihlâsıdır.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Barla’da sekiz sene kadar kalmıştır. Ekserî zamanlarını kırlarda, bağ ve bahçelerde geçiriyordu. İki-üç saat kadar uzaklıktaki tenha dağlara veya bağlara çekilir, Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] telif [kaleme alma] eder; bir taraftan da telif [kaleme alma] ettiği risaleler Isparta ve havâlisinde el yazısıyla istinsah [kopyasını çıkarma] edilip kendisine gönderildiğinde bunları tashih ederdi. Birgün içinde hem tashihat yapar, hem gidip gelme dört-beş saat süren yerlere yaya olarak gider, hem aynı günün üç-dört saatini telifata [kaleme alma] hasreder ve hem de çok zaman yemeğini kendisi hazırlardı. O zamanlarda kırk yerde, risaleler, Risale-i Nur’a müştak [arzulu, aşırı istekli] ilk talebeler tarafından

207

el yazısıyla çoğaltılıyordu. Üstad bu kitapları sırtına yüklenir; dağ, bağ veya kırlara kadar gider, orada tashihini yapar, evine gelirdi. Nefye mahkûm edilerek, zamanın en dehşetli zulmüne mâruz bırakılmış ve kimseyle görüşmesine müsaade edilmemişti. Fakat o, bu yokluk içinde tükenmez bir varlığa kavuşmuştu. Çünkü o, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve insaniyeti tenvir [aydınlatma] ve irşad [doğru yol gösterme] edecek Kur’ân’dan gelen iman hakikatlerini telif [kaleme alma] ediyor ve aynı zamanda neşrediyordu. Bütün meşgalesini, telif [kaleme alma] etmekte olduğu eserlere hasretmişti. Birgün gelecek bu eserler Anadolu’ya yayılacak, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] merkezlerine gidecek, ehl-i siyasetin [siyaset adamları, politikacılar] nazar-ı dikkatini celb [çekme] edecek ve o zaman, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] asırlardır bayraktarlığını yapmış bir millet içerisinde yerleştirilmek istenen dinsizlik, imansızlık ideolojilerini parçalayacak; son asırların dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tâğutlarının [ibadet edilen bâtıl şey, put] şahs-ı mânevîsinden [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ibaret olan ehl-i küfür, [inançsızlar] ehl-i sefahet [yasak zevk, eğlencelere düşkün olan kimseler] ve ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] cereyanlarının bu vatanı istilâsına sed çekecek, istikbal nesillerinin ebedî kurtuluş ve saadetini temine medar [kaynak, dayanak] olacaktır.

İşte o, tarihin en muazzam bir hadisesinin mebdeini [başlangıç] izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ve tasarruf-u Rabbanî ile hazırladığı için, böyle çok mukaddes bir mânâyı havi dâvânın hâmili bulunduğu itibarıyla, dünyanın en mes’udu, zamanın en bahtiyarı idi. Giyinişinde, gayesinde, idealinde zerre kadar değişiklik ve tezelzül olmamıştı. Bilâkis, hâl-i âlemin [dünyanın şimdiki hâl ve vaziyeti] itikadlarını [inanç] düzeltecek, zulmeti izale [giderme] edecek bir meş’ale-i hidayeti hâmil [taşıyan] idi. Vazifesi ve hizmeti, bütün insanların iki cihana ait saadet ve refahını tazammun [içerme, içine alma] ettiği için, bir cehd ve azm [kemik] içinde bulunuyordu.

ba

208

Üstadın Barla’daki ikametgâhı, iki odadan ibaret bir evdir. Esasen müstakil [bağımsız] bir evi ve yeryüzünde taht-ı tasarruf [tasarrufu altında] ve temellükünde [sahiplenme] bir karış yeri dahi yoktur. Barla’da sekiz sene müddetle ikamet ettiği ev, üç yüz elli milyon ehl-i İslâmın [Müslümanlar] merkezi hükmünde ilk dershane-i Nuriyesidir. [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] Bu dershane-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] altında, daimî akan bir çeşme vardır. Ve önünde, dershane-i Nuriyeye [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] bitişik çok kalın ve üç sütun halinde semaya yükselen gayet muhteşem bir çınar ağacı vardır. Çınar ağacının dalları arasında bir kulübecik yapılmıştır. Burası, Hazret-i Üstadın bahar ve yaz mevsimlerindeki istirahati ve vazife-i tefekküriye [tefekkür görevi] ve ubudiyeti [Allah’a kulluk] için en münasip bir menzildir. Üstadın sıddık hizmetkârları, talebeleri ve Barla ahalisi diyorlar ki:

“Üstadı, geceleri, dershane-i Nuriyenin [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] önündeki bir şecere-i mübareke [mübarek ağaç] olan çınar ağacının dalları arasında bulunan kulübecikte, sabahlara kadar tesbihatla, ezkârla [zikirler] terennüm [dile getirme] eder görürdük. Hele bahar ve yaz mevsimlerinde bu muhteşem ağacın binlerce dalları arasında şevk ve cezbe içinde uçuşan kuşlar arasında Üstadın böyle sabahlara kadar çalışmasını görürdük de, ne zaman uyur, ne zaman kalkar, bilemezdik.”

Üstad çok hasta olur, çok vakitleri de hastalık ve sıkıntıyla geçerdi. Pek az yer, o da bir parça çorba gibi mahdut [sınırlanmış] birşeydi. Geceleri, Kur’ân-ı Kerimden vird [devamlı yapılan zikir] edindiği sûreleri ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın münacât-ı meşhûresi olan Cevşenü’l-Kebir [büyük zırh anlamında Peygamberimize vahiyle gelen büyük ve önemli bir dua] namındaki münacâtını ve Şâh-ı Geylânî ve Şâh-ı Nakşibend gibi eâzım-ı evliyanın münacat [dua, Allah’a yakarış] ve hizblerini ve salâvat-ı Nuriyeleri ve bilhassa Risale-i Nur’un menbaı [kaynak] olan Hizbü’n-Nuriye’yi ve âyat-ı Kur’âniyenin lemeatı [parıltılar] olan ve bir silsile-i tefekkür [düşünme zinciri] bulunan ve Yirmi Dokuzuncu Lem’ada [parıltı] cem [toplama, bir araya gelme] edilen hizb ve münacâtları okur, bunları tamam edince de yine Risale-i Nur’la meşgul olurdu. Gündüzleri ise, daima Risale-i Nur’un mütalâası ve  

209

tashihiyle meşgul olur; Risale-i Nur hizmetini herşeye tercih eder, Risale-i Nur’a ait, yetişecek acele bir iş zamanında diğer meşguliyetlerini bırakır, evvelâ o işi tamamlardı.

Said Nursî, bahar mevsiminde menzilinin önündeki muhteşem çınar ağacının dalları arasındaki kulübeciğe çıkar, vazifesini orada ifa eder; Risale-i Nur’un hakikatlerini, menba ve mâden-i hakikîsi olan mele-i âlâda [en yüce mertebe] tefeyyüz [feyizlenme] ve temaşa ve tefekkür ederdi. Üstadın, gerek شَجَرَةٌ مُبَارَكَةٌ 1 sırrına mazhar [erişme, nail olma] olan bu çınar ağacı ve gerekse Çam Dağlarındaki o çok ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ettiği ağaçların ve dağların başındaki tefekkür ve hissiyatını ifade edebilmek acaba mümkün müdür? Asla mümkün değildir. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâl-i rahmetiyle [mükemmel bir şefkat ve merhamet] bu ferd-i ferîdi, [eşi-benzeri olmayan kişi] kemalât[olgunluklar, faziletler, iyilikler] insaniyenin bütün envaını câmi bir istidatta [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] yaratmış ve bu istidatların [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] da azamî şekilde inkişafını [açığa çıkma] irade etmiş ki, bu müstesna zatı, İslâmiyet ağacının son asırlara uzanan ve binler dal budak salan Risale-i Nur şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] itibarıyla bütün hakaikte [doğru gerçekler]üstad-ı küll[bütün zamanlarda herkesin üstadı] hükmüne getirmiş ve topyekûn İslâmiyet hakikatlerinin bir aks-i nurunu [ışığın yansıması] ve tecellîsini Risale-i Nur şahs-ı mânevîsinde [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] derc [yerleştirme] ederek, ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve kemali hayretle baktırmış ve böylece, risalet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] ve hakikat-i Muhammediyenin [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] câmi bir âyinesi [aynası] olan Risale-i Nur ile Said Nursî, bir Said olarak çürümüş, erimiş, fakat mânen bütün âlem-i İslâm [İslâm âlemi] olarak tevellüd [doğma] etmiş, beka bulmuştur. Ve tâ kıyamete kadar Risale-i Nur bâki kalacak ve daima tekemmül [mükemmelleşme] edecektir. Hiç mümkün müdür ki, sinek kanadının icadından lâkayt [duyarsız] kalmayan ve o kanadın zerrelerinde pek çok hikmet ve maslahatları [amaç, yarar] takip eden

210

Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Risale-i Nur ile, onun telif [kaleme alma] edildiği menzillerle ve Nur Müellifinin [telif eden, kitap yazan] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] vazifelerini gördüğü yerlerle alâkadar olmasın ve öyle kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetlere hâdim [hizmetçi] (hizmet eden) olan mekânlar ve dershane-i Nuriyeler, [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] ve şecere-i mübarek, [mübarek ağaç; Kur’an-ı Kerim ağacı (ki, Risale-i Nur onun bu asra uzanan bir dalıdır)] rahmetin kasd-ı tahsisinden hariç kalsın? Kat’iyen [kesinlikle] mümkün değildir.

Said Nursî Hazretleri Barla’da iken, yaz aylarında bazan Çam Dağına çıkar, bir müddet yalnız olarak orada kalırdı. Bulundukları dağ hayli yüksekti. Barla dershane-i Nuriyesinin [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] önündeki çınar ağacının tepesindeki kulübeciği gibi, Çam Dağının en yüksek tepesinde olan iki büyük ağaç üzerinde dershane-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] mânâsında birer menzili vardı. Bu çam ve katran ağaçlarının tepelerinde Risale-i Nur’la meşgul oluyordu. Hem ekser zamanlar, Barla’dan bu ormanlık havaliye gelip giderdi. Ve derdi ki: “Ben bu menzilleri, Yıldız Sarayına değişmem.”

Şimdi sözü burada keserek, Üstadın Risale-i Nur’u telif [kaleme alma] ettiği mezkûr [adı geçen] Çam Dağında ve Barla nahiyesindeki hayatına ve Risale-i Nur’un mahiyetine ait risale ve mektuplardan bir kaçını aşağıya derc [yerleştirme] ediyoruz..

ba

211

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

سَلاَمُ اللهِ وَرَحْمَتُهُ وَبَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمْ وَعَلٰى اِخْواَنِكُمْ لاَسِيَّمَا… اِلٰى اٰخِرِهِ * 3

Aziz kardeşlerim,

Ben şimdi Çam Dağında, yüksek bir tepede, büyük bir çam ağacının tepesinde, bir menzilde bulunuyorum. İnsten tevahhuş [korkma, çekinme] ve vuhuşa [yabaniler, vahşiler] ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] ettim. İnsanlarla sohbet arzu ettiğim vakit, hayalen sizleri yanımda bulur, bir hasbihal ederim, sizinle müteselli [teselli bulan] olurum. Bir mâni olmazsa, bir iki ay burada yalnız kalmak arzusundayım. Barla’ya dönsem, arzunuz vechile [yönüyle] sizden ziyade müştak [arzulu, aşırı istekli] olduğum şifahî bir musahabe [karşılıklı sohbet etme] çaresini arayacağız. Şimdi bu çam ağacında hatıra gelen iki üç hatırayı yazıyorum.

Birincisi: Bir parça mahrem bir sırdır. Fakat senden sır saklanmaz. Şöyle ki:

Ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] bir kısmı nasıl ki ism-i Vedûd‘a [Allah’ın kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenildiğini bildiren ismi] mazhardırlar ve âzamî bir mertebede o ismin cilveleriyle, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] pencereleriyle Vâcibü’l-Vücuda [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] bakıyorlar. Öyle de, şu hiç ender hiç [hiç içinde hiç] olan kardeşinize, yalnız hizmet-i Kur’ân’a istihdamı [çalıştırma] hengâmında [ân, zaman] ve o hazine-i bînihayenin [bitmez tükenmez hazine] dellâlı [davetçi, ilan edici] olduğu bir vakitte, ism-i Rahîm [Allah’ın herbir varlığa merhamet ve şefkati olduğunu bildiren ismi] ve ism-i Hakîm [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] mazhariyetine medar [kaynak, dayanak] bir vaziyet verilmiş. Bütün Sözler, o mazhariyetin cilveleridir. İnşaallah, o Sözler وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا 4 sırrına mazhardırlar.

212

İkincisi: Tarik-i Nakşî [Nakşî tarikatı; Buharalı Muhammed Bahaüddin Nakşibendi Hazretleri tarafından kurulan tarikat] hakkında denilen

“Der tarik-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk

Terk-i dünya, [dünyayı terk etme] terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk”

olan fıkra-i rânâ [güzel ve lâtif [berrak, şirin, hoş] olan kısa yazı] birden hatıra geldi. O hatıra ile beraber, birden şu fıkra tulû [doğma] etti:

“Der tarik-i aczmendî [Cenâb-ı Hakka karşı âcizliğini ve fakirliğini hissetme ve bunu bildirme yolu] lâzım âmed çâr çiz

Fakr-ı mutlak, [sınırsız fakirlik] acz-i mutlak, [sınırsız güçsüzlük] şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz.”

Sonra, senin yazdığın, “Bak kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] safha-i rengînine, ilâahir.” olan rengin [rengârenk, süslü, parlak] ve zengin şiir hatırıma geldi. O şiirle semânın yüzündeki yıldızlara baktım. “Keşke şair olsaydım, bunu tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] etseydim” dedim. Halbuki şiir ve nazma [diziliş, tertip] istidadım [kabiliyet] yokken yine başladım. Fakat nazım [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] ve şiir yapamadım. Nasıl hutur [akla gelme, kalbe doğma] ettiyse öyle yazdım. Benim vârisim [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan sen, istersen nazma [diziliş, tertip] çevir, tanzim et. İşte, birden hatıra gelen şu:

Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine, [sevimli ve tatlı hutbe]

Nâme-i nurîyn-i hikmet bak ne takrir [yerleştirme] eylemiş.

Hep beraber nutka [konuşma] gelmiş, hak lisanıyla derler:

Bir Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] haşmet-i sultanına, [saltanatın haşmeti]

Birer burhan-ı nurefşânız [nur saçan delil] biz, vücud-u Sânia, [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ın varlığı]

Hem vahdete, [Allah’ın birliği] hem kudrete şahitleriz biz.

Bu zeminin yüzünü yaldızlayan

Nazenin [ince, duyarlı] mu’cizâtı çün melek seyranına,

213

Şu semânın arza bakan, Cennete dikkat eden

Binler müdakkik [dikkatli] gözleriz biz.Haşiye [dipnot]

Tûbâ-yı hilkatten [yaratılış ağacı] semâvât şıkkına
Hep kehkeşan [samanyolu] ağsânına, [dallar]

Bir Cemîl-i Zülcelâlin [heybet ve yücelik sahibi, güzelliği sonsuz olan Allah] dest-i hikmetle [hikmet eli] takılmış

Pek güzel meyveleriz biz.

Şu semâvât ehline [göklerde yaşayan manevî varlıklar] birer mescid-i seyyar [gezici mescid]

Birer hane-i devvar, [dönen ev] birer ulvî âşiyâne, [yuva]

Birer misbah-ı nevvar, [nurlu kandil] birer gemi-i cebbar [büyük ve azametli gemi]

Birer tayyareleriz biz.

Bir Kadîr-i Zülkemâlin, [kudreti herşeyi kuşatan, mükemmellik ve kusursuzluk sahibi Allah] bir Hakîm-i Zülcelâlin [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah]

Birer mu’cize-i kudret, [Allah’ın kudret mu’cizesi] birer harika-i san’at-ı Hâlıkane, [Allah’ın yarattığı san’at harikası]

Birer nadire-i hikmet, [bir gaye için benzersiz yaratılan] birer dâhiye-i hilkat [yaratılış harikası]

Birer nur âlemiyiz biz.

214

Böyle yüz bin dil ile yüz bin burhan [delil] gösteririz

İşittiririz insan olan insana.

Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü,

Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen âyetleriz biz.

Sikkemiz [mühür] bir, turramız [mühür, nişan] bir, Rabbimize musahharız, [boyun eğdirilmiş] müsebbihiz, [tesbih eden] âbidâne [kulluğa yaraşır bir şekilde] zikrederiz

Kehkeşanın [samanyolu galaksisi] halka-i kübrâsına [büyük halka] mensup birer meczuplarız [cezbedilmiş, çekilmiş] biz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى 1

Said Nursî

ba

215

Altıncı Mektup

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

سَلاَمُ اللهِ وَرَحْمَتُهُ وَبَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمَا وَعَلٰى اِخْوَانِكُمَا مَادَامَ الْمَلَوَانِ وَتَعَاقَبَ الْعَصْرَانِ وَمَادَامَ الْقَمَرَانِ وَاسْتَقْبَلَ الْفَرْقَدَانِ * 3

Gayretli kardeşlerim, hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] arkadaşlarım ve dünya denilen diyar-ı gurbette [gurbet diyarı, yurdu] medar-ı tesellilerim, [teselli kaynağı]

Madem Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizleri, fikrime ihsan [bağış] ettiği mânâlara hissedar etmiştir; elbette hissiyatıma da hissedar olmak hakkınızdır. Sizleri ziyade müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] etmemek için, gurbetimdeki firkatimin [ayrılık] ziyade elîm kısmını tayyedip bir kısmını sizlere hikâye edeceğim. Şöyle ki:

Şu iki-üç aydır pek yalnız kaldım. Bazan on beş-yirmi günde bir defa misafir yanımda bulunur. Sair vakitlerde yalnızım. Hem yirmi güne yakındır dağcılar yakınımda yok dağıldılar.

İşte gece vakti, şu garibâne dağlarda, sessiz, sadasız, yalnız, ağaçların hazinâne [hüzünlü bir şekilde] hemhemeleri [rüzgârın esmesi ile ağaç yapraklarından çıkan sesler] içinde, kendimi birbiri içinde beş muhtelif renkli gurbetlerde gördüm.

Birincisi: İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] ile, akran ve ahbabım ve akaribimden [akrabalar, yakınlar] yalnız ve garip kaldım. Onlar beni bırakıp âlem-i berzaha [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] gittiklerinden neş’et [doğma] eden hazin bir gurbeti hissettim.

216

İşte, şu gurbet içinde ayrı diğer bir daire-i gurbet [gurbet dairesi] açıldı. O da, geçen bahar gibi alâkadar olduğum ekser mevcudat [var edilenler, varlıklar] beni bırakıp gittiklerinden hâsıl olan firkatli [ayrılık] bir gurbeti hissettim.

Ve şu gurbet içinde bir daire-i gurbet [gurbet dairesi] daha açıldı ki, vatanımdan ve akaribimden [akrabalar, yakınlar] ayrı düşüp yalnız kaldığımdan tevellüt [doğma] eden firkatli [ayrılık] bir gurbeti hissettim.

Ve şu gurbet içinde, gecenin ve dağların garibâne vaziyeti bana rikkatli [acıklı] bir gurbeti daha hissettirdi.

Ve şu gurbetten dahi, şu fâni misafirhaneden ebedü’l-âbâd [sonsuzlar sonsuzu] tarafına harekete âmâde olan ruhumu fevkalâde bir gurbette gördüm. Birden, fesübhânallah [“Allah her türlü eksiklikten, kusur ve noksandan sonsuz derecede yücedir” anlamında bir hayret ifadesi] dedim, bu gurbetlere ve karanlıklara nasıl dayanılır düşündüm. Kalbim feryat ile dedi:

Yâ Rab, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] garibem, bîkesem, [kimsesizim] zaîfem, [zayıfım] nâtüvânem, [iktidarsızım, çaresizim] alîlem, [hastayım] âcizem, [güçsüz, zayıf] ihtiyarem,

Bî-ihtiyarem, [iradesizim, kendi irade ve ihtiyarımla hareket edemiyorum] el-aman-gûyem, [aman diliyorum] afv-cûyem, [af diliyorum] meded-hâhem, [yardım istiyorum] zidergâhet [senin dergâhından, yüce katından] İlâhî! [Allah tarafından olan]

Birden, nur-u iman, [iman aydınlığı] feyz-i Kur’ân, [Kur’ân’ın verdiği ilham, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] bereket ve ilim bolluğu] lütf-u Rahmân [rahmeti sonsuz, yarattıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran Allah’ın iyilik ve bağışı] imdadıma yetiştiler. O beş karanlıklı gurbetleri, beş nuranî ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] dairelerine çevirdiler.

Lisanım حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1söyledi. Kalbim

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 2

âyetini okudu.

Aklım dahi, ıztırabından ve dehşetinden feryat eden nefsime hitaben dedi:

Bırak bîçare feryadı, belâdan kıl tevekkül. Zira feryat, belâ-ender [belâ içinde] hata-ender belâdır bil.

Belâ vereni buldunsa eğer, safâ-ender [gönül hoşluğu içinde] vefâ-ender [vefâ içinde] atâ-ender [lütuf ve bağış içinde] belâdır bil.

Madem öyle, bırak şekvâyı, [şikayet] şükret; çün belâbil, [bülbüller] demâ [her zaman] keyfinden güler hep gül mül.

217

Ger [eğer] bulmazsan, bütün dünya cefâ-ender [cefa ve sıkıntı içinde] fenâ-ender [fena içinde] hebâ-ender [boşluk ve hiçlik içinde] belâdır bil.

Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçücük bir belâdan, gel tevekkül kıl.

Tevekkül ile belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.

Hem üstadlarımdan Mevlânâ Celâleddin’in nefsine dediği gibi dedim:

اُو گُفْتِ : أَلَسْتُ وَتُوگُفْتِى : بَلٰى شُكْرِ بَلٰى چِيسْتْ؟ كَشِيدَنْ بَلاَ سِرِّ بَلاَ چِيسْتْ كِه يَعْنِى مَنَمْ حَلْقَه زَنِ دَرْگَهِ فَقْرُ وفَنَا * 1

O vakit nefsim dahi “Evet, evet. Acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نُورِ اْلاِيمَانِ وَاْلاِسْلاَمِ 2 dedi. Meşhur Hikem-i [hikmetler] Atâiyenin şu fıkrası, [bölüm] مَاذَا وَجَدَ مَنْ فَقَدَهُ وَمَاذَا فَقَدَ مَنْ وَجَدَهُ 3 yani, “Cenâb-ı Hak[Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bulan neyi kaybeder? Ve Onu kaybeden neyi kazanır?”; yani, “Onu bulan herşeyi bulur. Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz, bulsa da başına belâ bulur” ne derece âli [yüce] bir hakikat olduğunu gördüm ve طُوبٰى لِلْغُرَبۤاءِ 4 hadîsinin sırrını anladım, şükrettim.

İşte, kardeşlerim, karanlıklı bu gurbetler, çendan [gerçi] nur-u imanla [iman aydınlığı] nurlandılar; fakat yine bende bir derece hükümlerini icra ettiler ve şöyle bir düşünceyi verdiler: “Madem ben garibim ve gurbetteyim ve gurbete gideceğim. Acaba şu misafirhanedeki vazifem bitmiş midir? Tâ ki sizleri ve Sözleri tevkil [vekalet verme] etsem ve bütün bütün alâkamı kessem” fikri hatırıma geldi. Onun için sizden sormuştum ki, “Acaba yazılan Sözler kâfi [yeterli] midir, noksanı var mı? Yani vazifem bitmiş midir? Tâ ki rahat-ı kalble [kalp rahatlığı] kendimi nurlu, zevkli, hakikî bir gurbete atıp, dünyayı unutup, Mevlânâ Celâleddin’in dediği gibi

218

دَانِى سَمَاعِ چِه بُودْ؟ بِى خُودْ شُدَنْ زِ هَسْتِى أَنْدَرْ فَنَاىْ مُطْلَقْ ذَوْقِ بَقَا چَشِيدَنْ * 1

deyip, ulvî bir gurbeti arayabilir miyim?” diye sizi o suallerle tasdî [rahatsız etme, baş ağrıtma] etmiştim.

اَلْبَاقِىهُوَ الْبَاقِى 2

Said Nursî

ba

219

On Üçüncü Mektup

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ * 2

اَلسَّلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى3* وَالْمَلاَمُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوٰى * 4

Aziz kardeşlerim,

Hal ve istirahatimi ve vesika [belge] için adem-i müracaatımı [başvurmama] ve hal-i âlem [dünyanın içinde bulunduğu hâl, durum] siyasetine karşı lâkaytlığımı [duyarsız] pek çok soruyorsunuz. Şu sualleriniz çok tekerrür ettiğinden, hem mânen de benden sorulduğundan, şu üç suale Yeni Said değil, belki Eski Said lisanıyla cevap vermeye mecbur oldum.

BİRİNCİ SUALİNİZ: İstirahatin nasıl? Halin nedir?

Elcevap: Cenâb-ı Erhamürrâhimîne [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz bin şükrediyorum ki, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] bana ettiği envâ-ı zulmü, [zulüm çeşitleri] envâ-ı rahmete [rahmet çeşitleri] çevirdi. Şöyle ki:

Siyaseti terk ve dünyadan tecerrüt [maddeye benzer şeylerden soyut olma ve zaman gibi kavramlarla sınırlanmama] ederek bir dağın mağarasında âhireti düşünmekte iken, ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] zulmen beni oradan çıkarıp nefyettiler. [gönderilme, sürgün] Hâlık-ı Rahîm [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] ve Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] o nefyi [gönderilme, sürgün] bana bir rahmete çevirdi. Emniyetsiz ve ihlâsı bozacak esbaba maruz o dağdaki inziva[yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] emniyetli, ihlâslı, Barla dağlarındaki halvete çevirdi. Rusya’da esarette iken niyet ettim ve niyaz ettim ki, âhir ömrümde bir mağaraya çekileyim… Erhamürrâhimîn, [merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allah] bana Barla’yı o mağara yaptı, mağara faidesini verdi. Fakat sıkıntılı mağara zahmetini zayıf vücuduma yüklemedi.

220

Yalnız, Barla’da, iki üç adamda bir vehhamlık [kuruntu etme, aşırı vehimli olma] vardı. O vehhamlık [kuruntu etme, aşırı vehimli olma] sebebiyle bana eziyet verildi. Hattâ o dostlarım, güya istirahatimi düşünüyorlar. Halbuki, o vehhamlık [kuruntu etme, aşırı vehimli olma] sebebiyle, hem kalbime, hem Kur’ân’ın hizmetine zarar verdiler. Hem ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] bütün menfilere vesika [belge] verdiği ve cânileri hapisten çıkarıp affettikleri halde, bana zulüm olarak vermediler. Benim Rabb-i Rahîmim, [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] beni Kur’ân’ın hizmetinde ziyade istihdam [çalıştırma] etmek ve Sözler namıyla envâr-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın nurları] bana fazla yazdırmak için, dağdağasız [sıkıntısız] bir surette beni şu gurbette bırakıp, bir büyük merhamete çevirdi.

Hem ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] dünyalarına karışabilecek bütün nüfuzlu ve kuvvetli rüesaları [reisler, başkanlar] ve şeyhleri kasabalarda ve şehirlerde bırakıp akrabalarıyla beraber herkesle görüşmeye izin verdikleri halde, beni zulmen tecrit etti, bir köye gönderdi. Hiç akraba ve hemşehrilerimi, bir iki tanesi müstesna olmak üzere, yanıma gelmeye izin vermedi. Benim Hâlık-ı Rahîmim, [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] o tecridi benim hakkımda bir azîm rahmete çevirdi. Zihnimi sâfi bırakıp, gıll ü gıştan [kin, düşmanlık ve aldatma gibi anlamsız şeylerle uğraşılar] âzâde olarak, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] feyzini, olduğu gibi almaya vesile etti.

Hem ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] bidayette, iki sene zarfında iki âdi mektup yazdığımı çok gördü. Hattâ şimdi bile, on veya yirmi günde veya bir ayda bir iki misafirin sırf âhiret için yanıma gelmesini hoş görmediler, bana zulmettiler. Benim Rabb-i Rahîmim [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] ve Hâlık-ı Hakîmim, [her şeyi bir maksat ve gayeye uygun ve yerli yerinde yaratan yaratıcı, Allah] o zulmü bana merhamete çevirdi ki, doksan sene mânevî bir ömrü kazandıracak şu şuhûr-u selâsede, [üç aylar; Receb, Şaban ve Ramazan ayları] beni bir halvet-i mergubeye [çok istenen, rağbet edilen yalnızlık hali] ve bir uzlet-i makbuleye [makbul olan yalnızlık] koymaya çevirdi. “Elhamdü lillâhi alâ külli hal“; [her durumda] işte hal ve istirahatim böyle…

İKİNCİ SUALİNİZ: Neden vesika [belge] almak için müracaat etmiyorsun?

Elcevap: Şu meselede ben kaderin mahkûmuyum, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] mahkûmu değilim. Kadere müracaat ediyorum. Ne vakit izin verirse, rızkımı buradan ne vakit keserse, o vakit giderim. Şu mânânın hakikati şudur ki:

221

Başa gelen her işte iki sebep var: biri zâhirî, diğeri hakikî. Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] zâhirî bir sebep oldu, beni buraya getirdi. Kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] ise, sebeb-i hakikîdir; [asıl, gerçek sebep] beni bu inzivâya [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmama] mahkûm etti. Sebeb-i zâhîrî [görünürdeki sebep] zulmetti, sebeb-i hakikî [asıl, gerçek sebep] ise adalet etti. Zâhirîsi şöyle düşündü: “Şu adam ziyadesiyle ilme ve dine hizmet eder; belki dünyamıza karışır” ihtimaliyle beni nefyedip [gönderilme, sürgün] üç cihetle katmerli [kat kat] bir zulüm etti. Kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] ise, benim için gördü ki, hakkıyla ve ihlâsla ilme ve dine hizmet edemiyorum; beni bu nefye mahkûm etti. Onların bu katmerli [kat kat] zulmünü muzaaf [kat kat] bir rahmete çevirdi.

Madem ki nefyimde [gönderilme, sürgün] kader hâkimdir ve o kader âdildir; ona müracaat ederim. Zâhîrî sebep ise, zaten bahane nev’inden birşeyleri var. Demek onlara müracaat mânâsızdır. Eğer onların elinde bir hak veya kuvvetli bir esbab [sebebler] bulunsaydı, o vakit onlara karşı da müracaat olunurdu.

Başlarını yesin, dünyalarını tamamen bıraktığım ve ayaklarına dolaşsın, siyasetlerini büs bütün terk ettiğim halde, düşündükleri bahaneler, evhamlar elbette asılsız olduğundan, onlara müracaatla o evhamlara bir hakikat vermek istemiyorum. Eğer uçları ecnebî elinde olan dünya siyasetine karışmak için bir iştiham [arzu, istek] olsaydı, değil sekiz sene, belki sekiz saat kalmayacak, tereşşuh [sızma/sızıntı] edecekti, kendini gösterecekti. Halbuki sekiz senedir birtek gazete okumak arzum olmadı ve okumadım. Dört senedir burada taht-ı nezarette [gözetim altında, gözaltı] bulunuyorum; hiçbir tereşşuh [sızma/sızıntı] görülmedi. Demek, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmetinin bütün siyasetlerin fevkinde [üstünde] bir ulviyeti [yüce] var ki, çoğu yalancılıktan ibaret olan dünya siyasetine tenezzüle meydan vermiyor.

Adem-i müracaatımın [başvurmama] ikinci sebebi şudur ki: Haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dâvâ etmek, bir nevi haksızlıktır. Bu nevi haksızlığı irtikâp [kötü iş işleme] etmek istemem.

ÜÇÜNCÜ SUALİNİZ: Dünyanın siyasetine karşı niçin bu kadar lâkaytsın? [duyarsız] Bu kadar safahât-ı âleme [dünya olayları, dünyadaki gelişmeler] karşı tavrını hiç bozmuyorsun. Bu safahâtı hoş mu görüyorsun? Veyahut korkuyor musun ki sükût ediyorsun?

Elcevap: Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmeti, beni şiddetli bir surette siyaset âleminden

222

men etti. Hattâ düşünmesini de bana unutturdu. Yoksa, bütün sergüzeşt-i hayatım [hayat serüveni] şahittir ki, hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı korku elimi tutup men edememiş ve edemiyor.

Hem neden korkum olacak? Dünya ile, ecelimden başka bir alâkam yok. Çoluk çocuğumu düşüneceğim yok. Malımı düşüneceğim yok. Hanedanımın şerefini düşüneceğim yok. Riyâkâr bir şöhret-i kâzibeden [yalancı şöhret] ibaret olan şan ve şeref-i dünyeviyenin [dünyaya ait şeref] muhafazasına değil, kırılmasına yardım edene rahmet! Kaldı ecelim. O, Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] elindedir. Kimin haddi var ki, vakti gelmeden ona ilişsin? Zaten izzetle [büyüklük, yücelik] mevti, zilletle [alçaklık] hayata tercih edenlerdeniz. Eski Said gibi birisi1 şöyle demiş:

وَنَحْنُ اُنَاسٌ لاَ تَوَسُّطَ بَيْنَنَا * لَنَا الصَّدْرُ دُونَ الْعَالَمِينَ اَوِ الْقَبْرُ * 2

Belki hizmet-i Kur’ân, [Kur’ân hizmeti] beni hayat-ı içtimaiye-i siyasiye-i beşeriyeyi [insanlığın sosyal ve siyasî hayatı] düşünmekten men ediyor. Şöyle ki:

Hayat-ı beşeriye [insan hayatı] bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’ân’ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves [kirli, pis] ve ufûnetli [kötü, pis kokulu] bir çamur içinde, kàfile-i beşer [insan topluluğu] düşe kalka gidiyor. Bir kısmı selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri, [büyük bir kısmı] o ufûnetli, [kötü, pis kokulu] pis, çamurlu bataklık içinde, karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi, sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor; düşerek, kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufûnetli, [kötü, pis kokulu] pis olduğunu hisseder; fakat mütehayyirdirler, [hayrete düşen] selâmetli yolu göremiyorlar. İşte bunlara karşı iki çare var:

· Birisi, topuz ile o sarhoş yirmisini ayıltmaktır.

· İkincisi, bir nur göstermekle mütehayyirlere [hayrete düşen] selâmet [huzur] yolunu irâe etmektir. [gösterme]

Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki, o biçare ve mütehayyir [hayrete düşen] olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de, bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için, emniyetsiz oluyor. Mütehayyir [hayrete düşen] adam, “Acaba nurla beni celb [çekme] edip topuzla dövmek mi istiyor?” diye telâş eder. Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner.

İşte, o bataklık ise, gafletkârâne ve dalâlet-pîşe [sapıklık ve inançsızlığı meslek haline getiren] olan sefîhâne [dinen yasaklanmış zevk ve eğlencelere düşkün olarak] hayat-ı içtimaiye-i beşeriyedir. [insanların sosyal hayatı] O sarhoşlar, dalâletle telezzüz [lezzet alma] eden mütemerridlerdir. [inatçı]  

223

O mütehayyir [hayrete düşen] olanlar, dalâletten [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] nefret edenlerdir, fakat çıkamıyorlar; kurtulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar, mütehayyir [hayrete düşen] insanlardır. O topuzlar ise siyaset cereyanlarıdır. O nurlar ise hakaik-i Kur’âniyedir. [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adâvet [düşmanlık] edilmez. Sırf şeytan-ı racîmden [kovulmuş, lanetlenmiş şeytan] başka ondan nefret eden olmaz.

İşte, ben de, nur-u Kur’ân‘ı [Kur’ân nuru] elde tutmak için, اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ 1 deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elimle nura sarıldım. Gördüm ki, siyaset cereyanlarında, hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde [üstünde] ve onların garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] telâkkiyatlarından [anlama, kabul etme] müberrâ [arınmış, temiz] ve sâfi olan bir makamda verilen ders-i Kur’ân [Kur’ân dersi] ve gösterilen envâr-ı Kur’âniyeden [Kur’ân’ın nurları] hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham [suçlama] etmemek gerektir—meğer dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola!…

Elhamdü lillâh, siyasetten tecerrüd [sıyrılma] sebebiyle, Kur’ân’ın elmas gibi hakikatlerini propaganda-i siyaset [siyaset propagandası] ittihamı [suçlama] altında cam parçalarının kıymetine indirmedim. Belki, gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor.

وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِي هَدٰينَا لِهٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْ لاَ اَنْ هَدٰينَا اللهُ لَقَدْ جَۤاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ * 2

اَلْبَاقِىهُوَ الْبَاقِى 3

Said Nursî

ba

224

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Barla’ya İlk Geldikleri
Zaman Çekilmiş Fotoğrafı

225

Üstad Bediüzzaman’ın Barla’daki Medresesi ve Üzerinde Ders Ve
Evrad Okudukları Çınar Ağacı

226

Yirmi İkinci Lem’a [parıltı]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

 Isparta’nın âdil valisine ve adliyesine ve zabıtasına, en mahrem ve en has ve hâlis kardeşlerime mahsus olarak yirmi iki sene evvel Isparta’nın Barla nahiyesinde iken yazdığım gayet mahrem bu risaleceğimi, Isparta milletiyle ve hükûmetiyle alâkadarlığını gösterdiği için takdim ediyorum. Eğer münasip görülse, ya yeni veya eski harfle daktilo ile birkaç nüsha yazılsın ki, yirmi beş otuz senedir esrarımı arayanlar ve tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] edenler de anlasınlar ki, gizli hiçbir sırrımız yok. Ve en gizli bir sırrımız işte bu risaledir, bilsinler.

Said Nursî

İşârât-ı Selâse [“Üç İşaret” anlamına gelen ve Risale-i Nur’da yer alan bir risâle]

On Yedinci Lem’anın [parıltı] On Yedinci Notasının [bildiri] Üçüncü Meselesi iken, suallerinin şiddet ve şümulüne [kapsam] ve cevaplarının kuvvet ve parlaklığına binaen, Otuz Birinci Mektubun Yirmi İkinci Lem’ası olarak Lemeâta [Lem’alar isimli eser] karıştı. Lem’alar [parıltılar] bu Lem’aya yer vermelidirler. Mahremdir, en has ve hâlis ve sadık kardeşlerimize mahsustur.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللهِ فَهُوَ حَسْبُهُ اِنَّ اللهَ بَالِغُ اَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا * 2

227

Bu mesele Üç İşarettir.

BİRİNCİ İŞARET

Şahsıma ve Risale-i Nur’a ait mühim bir sual: Çoklar tarafından deniliyor ki, “Sen ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] dünyasına karışmadığın halde, nedendir ki, her fırsatta onlar senin âhiretine karışıyorlar? Halbuki hiçbir hükûmetin kanunu, târikü’d-dünya [dünyayı terk eden] ve münzevîlere karışmıyor.”

Elcevap: Yeni Said’in bu suale karşı cevabı sükûttur. Yeni Said, “Benim cevabımı kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] versin” der. Bununla beraber, mecburiyetle, emâneten istiâre [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] ettiği Eski Said’in kafası diyor ki:

Bu suale cevap verecek, Isparta vilâyetinin hükûmetidir ve şu vilâyetin milletidir. Çünkü bu hükûmet ve şu millet, benden çok ziyade bu sualin altındaki mânâ ile alâkadardırlar. Madem binler efradı [bireyler] bulunan bir hükûmet ve yüz binler efradı [bireyler] bulunan bir millet benim bedelime düşünmeye ve müdafaa etmeye mecburdur; ben neden lüzumsuz olarak müddeîlerle [iddia sahibi] konuşup müdafaa edeyim?

Çünkü dokuz senedir ben bu vilâyetteyim; gittikçe daha ziyade dünyalarına arkamı çeviriyorum. Hiçbir halim de mestur kalmamış. En gizli, en mahrem risalelerim dahi hükûmetin ve bazı meb’usların ellerine geçmiş. Eğer ehl-i dünya[dünyada yaşayanlar] telâşa ve endişeye düşürecek dünyevî bir karışmak halim ve karıştırmak teşebbüsüm ve fikrim olsaydı, bu vilâyet ve kazalardaki hükûmet, dokuz sene dikkat ve tecessüs [gizlice araştırma] ettikleri halde ve ben de çekinmeyerek yanıma gelenlere esrarımı beyan ettiğim halde, hükûmet bana karşı sükût edip ilişmediler. Eğer milletin ve vatanın saadetine ve istikbaline zarar verecek bir kabahatim varsa, dokuz seneden beri valisinden tut, köy karakol kumandanına kadar kendilerini mes’ul eder. Onlar kendilerini mes’uliyetten kurtarmak için, hakkımda habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapanlara karşı kubbeyi [yarım küre şeklinde olan çatı] habbe yapıp beni müdafaa etmeye mecburdurlar. Öyleyse bu sualin cevabını onlara havale ediyorum.

Amma şu vilâyetin milleti, umumiyetle benden ziyade beni müdafaa etmek mecburiyetleri şundandır ki, bu dokuz senedir hem kardeş, hem dost, hem mübarek olan bu milletin hayat-ı ebediyesine [sonsuz âhiret hayatı] ve kuvvet-i imaniyesine [iman gücü] ve

228

saadet-i hayatiyesine [hayatın mutluluğu] bilfiil ve maddeten tesirini gösteren yüzer risalelerle çalıştığımızı ve hiçbir dağdağa [gürültü, dehşet verici] ve zarar, hiç kimseye o risaleler yüzünden gelmediği ve hiçbir garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] tereşşuhât-ı siyasiye ve dünyeviye [siyasî ve dünyevî menfaat olduğunu gösteren belirtiler] görülmediği ve lillâhilhamd [Allah’a hamd olsun] şu Isparta vilâyeti, eski zamanın Şam-ı Şerifinin [mübarek olan şehir; Şam şehri] mübarekiyetini [bereketlilik, hayırlı olma] ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] medrese-i umumîsi [genele ve herkese açık olan medrese] olan Mısır’ın Câmiü’l-Ezher‘i [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] mübarekiyeti [bereketlilik, hayırlı olma] nev’inden, kuvve-i imaniye ve salâbet-i diniye [dinin emirlerini korumakta ve uygulamadaki ciddiyet] cihetinde bir mübarekiyet [bereketlilik, hayırlı olma] makamını Risale-i Nur vasıtasıyla kazanarak bu vilâyette, imanın kuvveti lâkaytlığa [duyarsız] ve ibadetin iştiyakı [arzu, istek] sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] hâkim olmasını ve umum vilâyetlerin fevkinde [üstünde] bir meziyet-i dindarâneyi [dindarlık fazileti ve üstünlüğü] Risale-i Nur bu vilâyete kazandırdığından, elbette bu vilâyetteki umum insanlar, hattâ faraza dinsizi de olsa, beni ve Risale-i Nur’u müdafaaya mecburdur. Onların çok ehemmiyetli müdafaa hakları içinde, benim gibi vazifesini bitirmiş ve lillâhilhamd [Allah’a hamd olsun] binlerle şakirtler [öğrenci] benim gibi bir âcizin yerinde çalışmış ve çalıştığı hengâmda, [ân, zaman] ehemmiyetsiz cüz’î [ferdî, küçük] hakkım beni müdafaaya sevk etmiyor. Bu kadar binlerle dâvâ vekilleri bulunan bir adam, kendi dâvâsını kendi müdafaa etmez.

İKİNCİ İŞARET

Tenkitkârâne [tenkit edercesine] bir suale cevaptır.

Ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] tarafından deniliyor ki: “Sen neden bizden küstün? Bir defa olsun hiç müracaat etmeyip sükût ettin. Bizden şiddetli şekvâ [şikayet] edip ‘Bana zulmediyorsunuz’ diyorsun. Halbuki bizim bir prensibimiz var, bu asrın mukteza[bir şeyin gereği] olarak hususî düsturlarımız [kâide, kural] var. Bunların tatbikini sen kendine kabul etmiyorsun. Kanunu tatbik eden zalim olmaz. Kabul etmeyen isyan eder. Ezcümle, bu asr-ı hürriyette [hürriyet asrı] ve bu yeni başladığımız cumhuriyetler devrinde, müsavat [eşitlik] esası üzerine tahakküm [baskı] ve tagallübü [baskı ve zorbalık yapma] kaldırmak düsturu [kâide, kural] bizim bir kanun-u esasîmiz [anayasa] hükmüne geçtiği halde, sen kâh [bazan] hocalık, kâh [bazan] zâhidlik [takvâ sahibi olan; nefsî isteklerden uzak kalan] suretinde teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi]  

229

kazanarak, nazar-ı dikkati kendine celb [çekme] ederek, hükûmetin nüfuzu haricinde bir kuvvet, bir makam-ı içtimaî [sosyal hayattaki makam, mevki] elde etmeye çalıştığın, zâhir halin ve eski zamandaki macera-yı hayatının [hayat çizgisi] delâletiyle anlaşılıyor. Bu hal ise, şimdiki tabirle, burjuvaların müstebidâne [diktatörce] tahakkümleri [baskı] içinde hoş görünebilir. Fakat bizim tabaka-i avâmın [halk tabakası] intibahıyla [uyanış] ve galebesiyle [üstün gelme] tezahür eden tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları [kâide, kural] bizim daha ziyade işimize yaradığı için o sosyalizm düsturlarını [kâide, kural] kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor, prensiplerimize muhalif düşüyor. Onun için sana verdiğimiz sıkıntıdan şekvâya [şikayet] ve küsmeye hakkın yoktur?…”

Elcevap: Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede [insanların sosyal hayatı] bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata [yaratılış kanunu] muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde [ilerleme] muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Madem kanun-u fıtrata [yaratılış kanunu] tatbik-i harekete [hareketini bir şeye uydurma, uygun davranma] mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi [insanın yaratılışı, tabiatı] değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki [yaratılış] hikmet-i esasiyeyi [temel hikmet] kaldırmakla, “mutlak müsavat[eşitlik] kanunu tatbik edilebilir.

Evet, ben neseben [soy itibariyle] ve hayatça avam [halk] tabakasındanım. Ve meşreben [hareket metodu açısından] ve fikren, müsavat-ı hukuk [hukuk önündeki eşitlik] mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle, [adalet esprisi] burjuva denilen tabaka-i havassın [zenginler, seçkinler tabakası] istibdat [baskı, zulüm] ve tahakkümlerine [baskı] karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i tâmme [tam ve eksiksiz adalet] lehinde, [tarafında] zulüm ve tagallüb [baskı ve zorbalık yapma] ve tahakküm [baskı] ve istibdadın [baskı ve zulüm] aleyhindeyim.

Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] müsavat-ı mutlaka [mutlak eşitlik] kanununa zıttır. Çünkü Fâtır-ı Hakîm, [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] kemâl-i kudret [Allah’ın kudretinin mükemmelliği] ve hikmetini göstermek için, az birşeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitapları yazdırır ve birşeyle çok vazifeleri

230

yaptırdığı gibi, beşer nev’i ile de binler nev’in vazifelerini gördürür. İşte o sırr-ı azîmdendir [büyük sır] ki, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insan nev’ini, binler nevileri sümbül verecek ve hayvânâtın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvânat gibi kuvâlarına, [duygular, hisler] lâtifelerine, [berrak, şirin, hoş] duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] ve kâinatın neticesi ve zîhayatın [canlı] sultanı hükmüne geçmiştir.

İşte, nev-i insanın [insan türü, insanlık] tenevvüünün [çeşitlenme] en mühim mayesi ve zembereği, müsabaka ile, hakikî imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin [insanların yapısında bulunan temel özellik] tebdiliyle, [başka bir şeyle değiştirme] aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir. Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı [baskı ve zulüm] taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün,

Ne mümkün zulm ile, bîdâd [adaletsizlik] ile imhâ-yı hürriyet? [özgürlüğün yok edilmesi]

Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten!1 [insanlık]

sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:

Ne mümkün zulm ile, bîdâd [adaletsizlik] ile imhâ-yı hakikat? [hakikatin ortadan kaldırılması]

Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten! [insanlık]

Veyahut,

Ne mümkün zulm ile, bîdâd [adaletsizlik] ile imhâ-yı fazilet? [faziletin ortadan kaldırılması]

Çalış, vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten! [insanlık]

Evet, imanlı fazilet, medar-ı tahakküm [baskı, zorbalık sebebi] olmadığı gibi, sebeb-i istibdat [baskı, zulüm sebebi] da olamaz. Tahakküm [baskı] ve tagallüb [baskı ve zorbalık yapma] etmek faziletsizliktir. Ve bilhassa ehl-i faziletin [güzel huylu, üstün özelliklere sahip kişiler] en mühim meşrebi, [hareket tarzı, metod] acz ve fakr ve tevazu [alçakgönüllülük] ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye [insanların sosyal hayatı] karışmak tarzındadır. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] bu meşrep [hareket tarzı, metod] üstünde hayatımız gitmiş ve gidiyor.

231

Ben kendimde fazilet var diye fahir [övünme] suretinde dâvâ etmiyorum. Fakat nimet-i İlâhiyeyi [Allah’ın kullarına verdiği nimet] tahdis [anlatma, şükrederek dile getirme] suretinde şükretmek niyetiyle diyorum ki:

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] fazl [cömertlik, fazladan nimet verme] ve keremiyle, [cömertlik] ulûm-u imaniye [iman ilimleri] ve Kur’âniyeye çalışmak ve fehmetmek [anlamak] faziletini ihsan [bağış] etmiştir. Bu ihsan-ı İlâhîyi [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] bütün hayatımda, lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] tevfik-i İlâhî [Allah’ın yardım ederek başarılı kılması] ile şu millet-i İslâmiyenin [İslâm milleti] menfaatine, saadetine sarf ederek, hiçbir vakit vasıta-i tahakküm [insanları baskı altına alma aracı] ve tagallüb [baskı ve zorbalık yapma] olmadığı gibi, ekser ehl-i gafletçe [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] matlup [istek] olan teveccüh-ü nâs [insanların alâkası, ilgisi] ve hüsn-ü kabul-ü halk [halkın güzellikle kabul etmesi, benimsemesi] dahi, mühim bir sırra binaen benim menfûrumdur, onlardan kaçıyorum. Yirmi sene eski hayatımı zayi ettiği için onları kendime muzır [zararlı] görüyorum. Fakat Risale-i Nur’u beğenmelerine bir emâre biliyorum, onları küstürmüyorum.

İşte, ey ehl-i dünya! [dünyada yaşayanlar] Dünyanıza hiç karışmadığım ve prensiplerinizle hiçbir cihet-i temasım [bağlantı yönü] bulunmadığı ve dokuz sene esaretteki bu hayatımın şehadetiyle yeniden dünyaya karışmaya hiçbir niyet ve arzum yokken, bana eski bir mütegallip [zorba] ve daima fırsatı bekleyen ve fikr-i istibdat [baskı düşüncesi, keyfi idari sistemi] ve tahakkümü [baskı] taşıyan bir adam gibi yapılan bunca tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] ve tazyikiniz hangi kanun iledir? Dünyada hiçbir hükûmet böyle fevkalkanun [kanun üstü, kanun dışı] ve hiçbir ferdin tasvibine mazhar [erişme, nail olma] olmayan bir muameleye müsaade etmediği halde, bana karşı yapılan bu kadar bed [kötü, çirkin] muamelelere, yalnız değil benim küsmem, belki eğer bilse nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] küser, belki kâinat küsüyor.

ÜÇÜNCÜ İŞARET

Mağlâtalı, [aldatıcı] divanecesine bir sual:

Bir kısım ehl-i hüküm [hükmedenler, hüküm verenler] diyorlar ki: “Madem sen bu memlekette duruyorsun. Şu memleketin cumhurî kanunlarına inkıyad [boyun eğme] etmek lâzım gelirken, sen neden inzivâ [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmama] perdesi altında kendini o kanunlardan kurtarıyorsun? Ezcümle, şimdiki  

232

hükûmetin kanununda, vazife haricinde bir meziyeti, bir fazileti kendine takıp, onunla bir kısım millete tahakküm [baskı] edip nüfuzunu icra etmek, müsavat [eşitlik] esasına istinad eden cumhuriyetin bir düsturuna [kâide, kural] münâfidir. [aykırı] Sen neden vazifesiz olduğun halde elini öptürüyorsun? Halk beni dinlesin diye hodfuruşâne [beğenerek] bir vaziyet takınıyorsun?”

Elcevap: Kanunu tatbik edenler, evvelâ kendilerine tatbik ettikten sonra başkasına tatbik edebilirler. Siz kendinize tatbik etmediğiniz bir düsturu [kâide, kural] başkasına tatbik etmekle, herkesten evvel siz düsturunuzu, [kâide, kural] kanununuzu kırıyorsunuz ve karşı geliyorsunuz. Çünkü bu müsavat-ı mutlaka [mutlak eşitlik] kanununun bana tatbikini istiyorsunuz. Ben de derim:

Ne vakit bir nefer, [asker] bir müşirin [mareşal] makam-ı içtimaîsine [sosyal hayattaki makam, mevki] çıkarsa ve milletin o müşire [mareşal] karşı gösterdikleri hürmet ve teveccühe [ilgi] iştirak ederse ve onun gibi o teveccüh [ilgi] ve hürmete mazhar [erişme, nail olma] olursa veyahut o müşir, [mareşal] o nefer [asker] gibi âdileşirse ve o neferin [asker] sönük vaziyetini alırsa ve o müşirin [mareşal] vazife haricinde hiçbir ehemmiyeti kalmazsa; hem eğer en zeki ve bir ordunun muzafferiyetine sebebiyet veren bir erkân-ı harp [askerlik ilminde uzman kimse, kurmay] reisi, en aptal bir neferle [asker] teveccüh-ü âmmede [halkın ilgisi, sevgisi] ve hürmet ve muhabbette müsavata [eşitlik] girerse, o vakit sizin bu müsavat [eşitlik] kanununuz hükmünce bana şöyle diyebilirsiniz: “Kendine hoca deme. Hürmeti kabul etme. Faziletini inkâr et. Hizmetçine hizmet et, dilencilere arkadaş ol!”

Eğer deseniz: “Bu hürmet ve makam ve teveccüh, [ilgi] vazife başında olduğu vakte mahsustur ve vazifedarlara hastır. Sen vazifesiz bir adamsın; vazifedarlar gibi milletin hürmetini kabul edemezsin.”

Elcevap: Eğer insan yalnız bir cesetten ibaret olsa ve insan dünyada lâyemûtâne [ölmeyecekmişçesine, ölümsüz olarak] daimî kalsa ve kabir kapısı kapansa ve ölüm öldürülse, o vakit vazife yalnız askerlik ve idare memurlarına mahsus kalırsa, sözünüzde dahi bir mânâ olurdu.

Fakat madem insan yalnız cesetten ibaret değil; cesedi beslemek için kalb, dil, akıl, dimağ [akıl, beyin] koparılıp o cesede yedirilmez. Onlar imhâ edilmez; onlar da idare ister. Ve madem kabir kapısı kapanmıyor. Ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal [gelecek endişesi] her ferdin en mühim meselesidir. Elbette milletin itaat ve  

233

hürmetine istinad eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine [dünya hayatı] ait içtimaî [sosyal, toplumsal] ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir.

Evet, yolculara seyahat için vesika [belge] vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, [belge] hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkârıyla ve hergün اَلْمَوْتُ حَقٌّ 1 dâvâsını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuz bin şahidin şehadetini tekzip ve inkâr etmekle olur.

Madem mânevî hâcât-ı zaruriyeye [zarurî ihtiyaçlar] istinad eden mânevî vazifeler var. Ve o vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varaka[evrak, belge] ve berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] zulümatında kalbin cep feneri ve saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] anahtarı olan imandır ve imanın ders ve takviyesidir. Elbette, o vazifeyi gören ehl-i marifet, [Allah’ı bilme ve tanıma lütfuna eren kimseler] herhalde, küfran-ı nimet [nimete karşı nankörlük] suretinde, kendine edilen nimet-i İlâhiyeyi [Allah’ın kullarına verdiği nimet] ve fazilet-i imaniyeyi [imanın kazandırdığı üstünlük] hiçe sayıp, sefihler [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ve fâsıkların [günahkâr] makamına sukut [alçalış, düşüş] etmeyecektir. Kendini, aşağıların bid’alarıyla, [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] sefahetleriyle [ahmaklık, beyinsizlik] bulaştırmayacaktır. İşte, beğenmediğiniz ve müsavatsızlık [eşitlik] zannettiğiniz inzivâ [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmama] bunun içindir.

İşte bu hakikatle beraber, beni işkenceyle tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] eden sizin gibi enâniyette ve bu kanun-u müsavatı [eşitlik kanunu] kırmakta firavunluk derecesinde ileri giden mütekebbirlere [kendini büyük gösteren, büyüklenen] karşı demiyorum. Çünkü mütekebbirlere [kendini büyük gösteren, büyüklenen] karşı tevazu, [alçakgönüllülük] tezellül [alçalma] zannedildiğinden, tevazu [alçakgönüllülük] etmemek gerektir. Belki ehl-i insaf [insaf sahibi kimseler] ve mütevazi [alçakgönüllü] ve âdil kısmına derim ki:

Ben, felillâhilhamd, [Allah’a hamdolsun] kendi kusurumu, aczimi biliyorum. Değil Müslümanlar üstünde mütekebbirâne [kendini büyük gösterir şekilde, kibirli olarak] bir makam-ı ihtiram [hürmet makamı] istemek, belki her vakit nihayetsiz kusurlarımı, hiçliğimi görüp, istiğfar [af dileme] ile teselli bulup, halklardan ihtiram değil, dua istiyorum. Hem zannederim, benim bu mesleğimi, benim bütün arkadaşlarım biliyorlar.

234

Yalnız bu kadarı var ki, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmeti esnasında ve hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] dersi vaktinde, o hakaik hesabına ve Kur’ân şerefine, o makamın iktiza [bir şeyin gereği] ettiği izzet [büyüklük, yücelik] ve vakar-ı ilmiyeyi [ilimden gelen ağırbaşlılık] ders vaktinde muhafaza edip, başımı ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] eğmemek için, o izzetli [büyüklük, yücelik] vaziyeti muvakkaten [geçici] takınıyorum. Zannederim, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] kanunlarının haddi yoktur ki, bu noktalara karşı çıkabilsin.

Câ-yı hayret [hayret noktası] bir tarz-ı muamele: [davranış biçimi] Malûmdur ki, her yerde ehl-i maarif, [eğitimciler; ilim ve irfan [bilgi, anlayış] ehli olanlar] marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] ve ilim noktasında muhakeme eder. Nerede ve kimde marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] ve ilmi görse, meslek itibarıyla ona karşı bir dostluk ve bir hürmet besler. Hattâ düşman bir hükûmetin bir profesörü bu memlekete gelse, ehl-i maarif, [eğitimciler; ilim ve irfan [bilgi, anlayış] ehli olanlar] onun ilim ve marifetine [Allah’ı bilme ve tanıma] hürmeten onu ziyaret ederler ve ona hürmet ederler.

Halbuki İngilizin en yüksek meclis-i ilmiyesinin, [ilim meclisi] Meşihat-ı İslâmiyeden [Şeyhülislâmlık makamı] sorduğu altı sualin cevabını altı yüz kelime ile Meşihat-ı İslâmiyeden [Şeyhülislâmlık makamı] istedikleri zaman, bura maarifinin [bilgiler] hürmetsizliğine uğrayan bir ehl-i marifet, [Allah’ı bilme ve tanıma lütfuna eren kimseler] o altı suale altı kelime ile, mazhar-ı takdir [takdire şayan [layık, yaraşır] olan] olmuş bir cevap veren ve ecnebîlerin en mühim ve hukemaların [filozoflar] en esaslı düsturlarına [kâide, kural] hakikî ilim ve marifetle [Allah’ı bilme ve tanıma] muaraza [karşı gelme, karşı koyma] edip galebe [üstün gelme] çalan ve Kur’ân’dan aldığı kuvvet-i marifet ve ilme istinaden Avrupa feylesoflarına meydan okuyan ve Hürriyetten altı ay evvel İstanbul’da hem ulemayı ve hem de mekteplileri münazaraya davet edip kendisi hiç sual sormadan suallerine noksansız olarak doğru cevap verenHaşiye ve bütün hayatını bu milletin saadetine hasreden [sadece belli şeylere odaklanan] ve yüzer risale, o milletin Türkçe olan lisanıyla neşredip o milleti tenvir [aydınlatma] eden; hem vatandaş, hem dindaş, hem dost, hem kardeş bir ehl-i marifete [Allah’ı bilme ve tanıma lütfuna eren kimseler]

235

karşı en ziyade sıkıntı veren ve hakkında adâvet [düşmanlık] besleyen ve belki hürmetsizlik eden, bir kısım maarif [bilgiler] dairesine mensup olanlarla az bir kısım resmî hocalardır.

İşte, gel, bu hale ne diyeceksin? Medeniyet midir? Maarifperverlik [eğitim ve öğretime değer verme] midir? Vatanperverlik midir? Milliyetperverlik [kendi milletine düşkün olma] midir? Cumhuriyetperverlik midir? Hâşâ, hâşâ! Hiç, hiçbir şey değil. Belki bir kader-i İlâhîdir [Allah’ın belirlediği kader programı] ki, o kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] o ehl-i marifet [Allah’ı bilme ve tanıma lütfuna eren kimseler] adamın dostluk ümit ettiği yerden adâvet [düşmanlık] gösterdi ki, hürmet yüzünden ilmi riyâya girmesin ve ihlâsı kazansın.

 Hâtime

Kendimce câ-yı hayret [hayret noktası] ve medar-ı şükran [şükrü gerektiren] bir taarruz:

Bu fevkalâde enâniyetli ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] enâniyet işinde o kadar hassasiyet var ki, eğer şuuren olsaydı, keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] derecesinde veyahut büyük bir dehâ derecesinde bir muamele olurdu. O muamele de şudur:

Kendi nefsim ve aklım bende hissetmedikleri bir parça riyâkârâne enâniyet vaziyetini, onlar enâniyetlerinin hassasiyet mizanıyla [ölçü] hissediyorlar gibi, şiddetli bir surette, ben hissetmediğim enâniyetimin karşısına çıkıyorlar. Bu sekiz dokuz senede, sekiz dokuz defa tecrübem var ki, onların zalimâne bana karşı muamelelerinin vukuundan sonra, kader-i İlâhîyi [Allah’ın belirlediği kader programı] düşünüp, “Niçin bunları bana musallat etti?” diye nefsimin desiselerini [hile, aldatma] arıyordum. Her defada, ya nefsim şuursuz olarak enâniyete fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] meyletmiş veyahut bilerek beni aldatmış, anlıyorum. O vakit, “kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] o zalimlerin zulmü içerisinde, hakkımda adalet etmiş” derdim.

Ezcümle, bu yazın arkadaşlarım güzel bir ata beni bindirdiler. Bir seyrangâha [gezi ve seyir yeri] gittim. Şuursuz olarak, nefsimde hodfuruşâne [beğenerek] bir keyif arzusu uyanmakla,

236

ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] öyle şiddetli o arzumun karşısına çıktılar ki, yalnız o gizli arzuyu değil, belki çok iştihâlarımı kestiler. Hattâ, ezcümle, bu defa Ramazan’dan sonra, eski zamanda gayet büyük, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir imamın bize karşı gaybî kerametiyle [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] iltifatından sonra kardeşlerimin takvâ ve ihlâsları ve ziyaretçilerin hürmet ve hüsn-ü zanları [güzel düşünce] içinde,—ben bilmeyerek,—nefsim müftehirâne, [iftihar ederek] güya müteşekkirâne [teşekkür ederek] perdesi altında riyâkârâne bir enâniyet vaziyetini almak istedi. Birden bu ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] hadsiz hassasiyetle ve hattâ riyâkârlığın zerrelerini de hissedebilir bir tarzda, birden bana iliştiler. Ben Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrediyorum ki, bunların zulmü bana bir vasıta-i ihlâs [ihlâsı kazandıran araç] oldu.

رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ * وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ * 1

اَللّٰهُمَّ يَا حَافِظُ يَاحَفِيظُ يَا خَيْرَ الْحَافِظِينَ، اِحْفَظْنِي وَاحْفَظْ نَاشِرَ هٰذِهِ الرَّسَائِلِ وَرُفَقَائَهُ مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَالشَّيْطَانِ وَمِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَاْلاِنْسَانِ وَمِنْ شَرِّ اَهْلِ الضَّلاَلَةِ وَاَهْلِ الطُّغْيَانِ اٰمِينَ اٰمِينَ اٰمِينَ * 2

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 3

ba

237

Yirmi Altıncı Lem’anın [parıltı] Altıncı Rica[ümit]

Bir zaman, elîm bir esaretimde, insanlardan tevahhuş [korkma, çekinme] edip Barla Yaylasında, Çam dağının tepesinde yalnız kaldım. Yalnızlıkta bir nur arıyordum. Bir gece, o yüksek tepenin başındaki yüksek bir çam ağacının üstündeki üstü açık odacıkta idim. Üç dört gurbeti birbiri içinde ihtiyarlık bana ihtar etti. Altıncı Mektupta izah edildiği gibi, o gece, ıssız, sessiz, yalnız, ağaçların hışırtılarından ve hemhemelerinden [rüzgârın esmesi ile ağaç yapraklarından çıkan sesler] gelen hazîn bir sadâ, bir ses, rikkatime, [acıma] ihtiyarlığıma, gurbetime ziyade dokundu. İhtiyarlık bana ihtar etti ki: Gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebeddül [başkalaşma, değişme] etti, dünya siyah kefenini giydi; öyle de, senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünya gündüzü de berzah [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] gecesine ve hayatın yazı dahi ölümün kış gecesine inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] edeceğini kalbimin kulağına söyledi. Nefsim bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] dedi:

Evet, ben vatanımdan garip olduğum gibi, bu elli sene zarfındaki ömrümde zeval [geçip gitme] bulan sevdiklerimden ayrı düştüğümden ve arkalarında onlara ağlayarak kaldığımdan, bu vatan gurbetinden daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbettir. Ve bu gece ve dağın garibâne vaziyetindeki hazîn gurbetten daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbete yakınlaşıyorum ki, bütün dünyadan birden mufarakat [ayrılık] zamanı yakınlaştığını ihtiyarlık bana haber veriyor. Bu gurbet gurbet içinde ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir rica, [ümit] bir nur aradım. Birden, iman-ı billâh [Allah’a iman] imdada yetişti. Öyle bir ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] verdi ki, bulunduğum muzaaf [kat kat] vahşet bin defa tezâuf etseydi, yine o teselli kâfi [yeterli] gelirdi.

Evet, ey ihtiyar ve ihtiyareler! [yaşlı kadın] Madem Rahîm bir Hâlıkımız [her şeyi yaratan Allah] var; bizim için gurbet olamaz. Madem O var; bizim için herşey var. Madem O var; melâikeleri [melekler] de var. Öyleyse bu dünya boş değil; hâli [boş] dağlar, boş sahrâlar Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ibâdıyla doludur. Zîşuur [akıl ve şuur sahibi] ibâdından başka, Onun nuruyla, Onun hesabıyla taşı da, ağacı da birer mûnis [cana yakın] arkadaş hükmüne geçer, lisan-ı halle [beden dili] bizimle konuşabilirler ve eğlendirirler.

238

Evet, bu kâinatın mevcudatı [var edilenler, varlıklar] adedince ve bu büyük kitab-ı âlemin [âlem kitabı, kâinat] harfleri sayısınca, vücuduna şehadet eden; ve zîruhların [ruh sahibi] medar-ı şefkat [şefkat sebebi] ve rahmet ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] olabilen cihazatı ve mat’ûmâtı [yenecek şeyler] ve nimetleri adedince rahmetini gösteren deliller, şahitler, bize Rahîm, Kerîm, [cömert, ikram sahibi] Enîs, [cana yakın, dost] Vedûd [kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah] olan Hâlıkımızın, [her şeyi yaratan Allah] Sâniimizin, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Hâmîmizin [koruyan, sahip çıkan Allah] dergâhını [Allah’ın yüce katı] gösteriyorlar. O dergâhta [Allah’ın yüce katı] en makbul bir şefaatçi, acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] tır. [acizlik ve zayıflık] Ve acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ın [acizlik ve zayıflık] tam zamanı da ihtiyarlıktır. Böyle bir dergâha [Allah’ın yüce katı] makbul bir şefaatçi olan ihtiyarlıktan küsmek değil, sevmek lâzımdır…

ba

239

Bediüzzaman Said Nursî’nin birkaç mektubu ve Nur risalelerinintelifi [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] zamanlarında Risale-i Nur’u el yazılarıyla neşredenlerdenbazılarının fıkralarıdır: [bölüm]

Yirmi Sekizinci Mektubun Üçüncü Meselesinin tetimmesi [ek] olabilir küçük ve hususî bir mektuptur.

Âhiret kardeşlerim ve çalışkan talebelerim Hüsrev Efendi ve Refet [esirgeme, koruma, acıma] Bey,

Sözler namındaki envâr-ı Kur’âniyede [Kur’ân’ın nurları] üç keramet-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın kerameti] hissediyorduk. Sizler dahi gayret ve şevkinizle bir dördüncüsünü ilâve ettirdiniz. Bildiğimiz üç ise:

Birincisi: Telifinde [kaleme alma] fevkalâde suhulet [kolaylık] ve sür’attir. Hattâ beş parça olan On Dokuzuncu Mektup, iki üç günde ve her günde üç dört saat zarfında—mecmuu on iki saat eder—kitapsız, dağda, bağda telif [kaleme alma] edildi. Otuzuncu Söz, hastalıklı bir zamanda, beş altı saatte telif [kaleme alma] edildi. Yirmi Sekizinci Söz olan Cennet bahsi, bir veya iki saatte, Süleyman’ın dere bahçesinde telif [kaleme alma] edildi. Ben ve Tevfik [başarı] ile Süleyman bu sür’ate hayrette kaldık. Ve hâkezâ… Telifinde [kaleme alma] bu keramet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın kerameti] olduğu gibi…

İkincisi: Yazmasında dahi fevkalâde bir suhulet, [kolaylık] bir iştiyak [arzu, istek] ve usanmamak var. Şu zamanda ruhlara, akıllara usanç veren çok esbab [sebebler] içinde, bu Sözlerden biri çıkar; birden çok yerlerde kemâl-i iştiyakla [tam bir istek ve arzu] yazılmaya başlanıyor. Mühim meşgaleler içinde onlar herşeye tercih ediliyor. Ve hâkezâ…

Üçüncü keramet-i Kur’âniye: [Kur’ân’ın kerameti] Bunların okunması dahi usanç vermiyor. Hususan ihtiyaç hissedilse, okundukça zevk alınıyor, usanılmıyor.

İşte, siz dahi dördüncü bir keramet-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın kerameti] ispat ettiniz. Hüsrev gibi, kendine tembel diyen ve beş senedir Sözleri işittiği halde yazmaya cidden tembellik edip başlamayan bir kardeşimiz, bir ayda on dört kitabı güzel ve dikkatli yazması, şüphesiz dördüncü bir keramet-i esrar-ı Kur’âniyedir. Hususan Otuz Üçüncü Mektup olan Otuz Üç Pencerelerin kıymeti tamamen takdir edilmiş ki, gayet dikkatle ve güzel yazılmış. Evet, o risale, marifetullah [Allah’ı bilme ve tanıma] ve iman-ı billâh [Allah’a iman] için en kuvvetli ve en parlak bir risaledir. Yalnız, baştaki pencereler gayet icmal [kısaca, özet olarak] ve ihtisar [kısaltma] ile gidilmiştir. Fakat gittikçe inkişaf [açığa çıkma] eder, daha ziyade parlar. Zaten sair telifata [kaleme alma] muhalif olarak, ekser Sözlerin başları mücmel [kısa, kısaca] başlar, gittikçe genişlenir, tenevvür [aydınlanma, nurlanma] eder.

ba

240

Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Meselesi

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 قُلْ بِفَضْلِ اللهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذٰلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ * 1

Şu Mesele, Yedi İşarettir.

Evvelâ, tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] suretinde birkaç sırr-ı inâyeti [İlâhî yardımın gizemi, esprisi] izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden Yedi Sebebi beyan ederiz.

BİRİNCİ SEBEP: Eski Harb-i Umumîden [Birinci Dünya Savaşı] evvel ve evâilinde, [önceler, başlangıçlar] bir vakıa-i sadıkada [doğruluğundan şüphe edilmeyen olay, doğru rüya, keşif] görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk [şiddetli patlama] etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: “Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir.”

Birden, o halette [hal, durum] iken, baktım ki, mühim bir zât bana âmirâne diyor ki: “İ’câz-ı Kur’ân’ı beyan et.”

Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk [şiddetli patlama] olacak. O infilâk [şiddetli patlama] ve inkılâptan [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] sonra, Kur’ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’ân’a hücum edilecek; i’câzı [mu’cize oluş] onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’câzın [mu’cize oluş] bir nev’ini şu zamanda izharına, [açığa çıkarma, gösterme] haddimin fevkinde [üstünde] olarak, benim gibi bir adam namzet [aday] olacak. Ve namzet [aday] olduğumu anladım.

Madem i’câz-ı Kur’ân‘ı [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] bir derece beyan, Sözlerle oldu. Elbette, o i’câzın hesabına geçen ve onun reşehâtı [damlalar, sızıntılar] ve berekâtı nev’inden olan hizmetimizdeki inâyâtı [inâyetler, yardımlar] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek, i’câza [mu’cize oluş] yardımdır ve izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek gerektir.

İKİNCİ SEBEP: Madem Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır, her bir âdabda [usuller, yollar] rehberimizdir. O kendi kendini methediyor. Biz de onun dersine ittibâen, [tâbi olma, bağlanma] onun tefsirini methedeceğiz.

241

Hem madem yazılan Sözler onun bir nevi tefsiridir. Ve o risalelerdeki, hakaik-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] malıdır ve hakikatleridir. Ve madem Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ekser sûrelerde, hususan الۤرٰ ‘larda, حٰمۤ ‘lerde kendi kendini kemâl-i haşmetle [büyüklük ve heybetteki mükemmellik] gösteriyor, kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] söylüyor, lâyık olduğu methi kendi kendine ediyor. Elbette, Sözlerde in’ikas [yansıma, aksetme] etmiş Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] lemeât-ı i’câziyesinden [mu’cizelik parıltıları] ve o hizmetin makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] alâmet olan inâyât-ı Rabbâniyenin [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’ın yardımları] izharına [açığa çıkarma, gösterme] mükellefiz. Çünkü o üstadımız öyle eder ve öyle ders verir.

ÜÇÜNCÜ SEBEP: Sözler hakkında, tevazu [alçakgönüllülük] suretinde demiyorum; belki bir hakikati beyan etmek için derim ki:

Sözlerdeki hakaik [doğru gerçekler] ve kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] benim değil, Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuh [sızma/sızıntı] etmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur’âniyeden [Kur’ân ayetleri] süzülmüş bazı katarattır. [damlalar] Sair risaleler dahi umumen öyledir.

Madem ben öyle biliyorum. Ve madem ben fâniyim, gideceğim. Elbette bâki olacak birşey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Ve madem ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve tuğyan, [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir. Elbette, semâ-yı Kur’ân‘ın [Kur’ân seması] yıldızlarıyla bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazâta [itirazlar] ve tenkidâta [tenkitler, eleştiriler] medar [kaynak, dayanak] olabilen ve sukut [alçalış, düşüş] edebilen çürük bir direkle bağlanmamalı.

Hem madem örf-ü nâsta, [insanlar arasında kabul görmüş, gelenek haline gelmiş hususlar] bir eserdeki mezâyâ, [meziyetler, üstün özellikler] o eserin masdarı [fiillerin asıl kökü] ve menbaı [kaynak] zannettikleri müellifin [telif eden, kitap yazan] etvârında [haller, tavırlar] aranılıyor. Ve bu örfe göre, o hakaik-i âliyeyi [yüce hakikatler] ve o cevâhir-i gàliyeyi [kıymetli cevherler] kendim gibi bir müflise [iflas etmiş] ve onların binde birini kendinde gösteremeyen şahsiyetime mal etmek, hakikate karşı büyük bir haksızlık olduğu için, risaleler kendi malım değil, Kur’ân’ın malı olarak, Kur’ân’ın reşehât-ı meziyâtına [meziyetlerin, güzel özelliklerin dışa yansımaları] mazhar [erişme, nail olma] olduklarını izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmeye mecburum.

Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, [özellik] kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.

242

DÖRDÜNCÜ SEBEP: Bazan tevazu, [alçakgönüllülük] küfrân-ı nimeti [nimete karşı nankörlük] istilzam [gerektirme] ediyor; belki küfrân-ı nimet [nimete karşı nankörlük] olur. Bazan da tahdis-i nimet, [ilahî nimeti şükrederek anlatma] iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi—ki [tek çare] ne küfrân-ı nimet [nimete karşı nankörlük] çıksın, ne de iftihar olsun—meziyet ve kemâlâtları [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ikrar edip, fakat temellük [sahiplenme] etmeyerek, Mün’im-i Hakikînin [gerçek nimet verici olan Allah] eser-i in’âmı olarak göstermektir.

Meselâ, nasıl ki murassâ [değerli mücevherlerle süslenmiş şey] ve müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir elbise-i fâhireyi [değerli elbise] biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese, “Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.” Eğer sen tevazukârâne [alçakgönüllülükle] desen, “Hâşâ, ben neyim? Hiç! Bu nedir, nerede güzellik?” O vakit küfrân-ı nimet [nimete karşı nankörlük] olur ve hulleyi [Cennet elbisesi] sana giydiren mahir san’atkâra [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] karşı hürmetsizlik olur.

Eğer müftehirâne [iftihar ederek] desen, “Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz.” O vakit, mağrurâne [gururlu bir şekilde] bir fahirdir. [övünme]

İşte, fahirden, [övünme] küfrandan [inançsızlık, inkâr] kurtulmak için demeli ki: “Evet, ben güzelleştim. Fakat güzellik libasındır [elbise] ve dolayısıyla libası [elbise] bana giydirenindir; benim değildir.”

İşte, bunun gibi, ben de, sesim yetişse bütün küre-i arza [yer küre, dünya] bağırarak derim ki:

Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerîmin hakaikinden [doğru gerçekler] telemmu’ etmiş şualardır.

وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِي * وَلٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِي بِمُحَمَّدٍ * 1

düsturuyla [kâide, kural] derim ki:

وَمَا مَدَحْتُ الْقُرْاٰنَ بِكَلِمَاتِى * وَلٰكِنْ مَدَحْتُ كَلِمَاتِى بِالْقُرْاٰنِ

Yani, “Kur’ân’ın hakaik-i i’câzını [mucizeliğin hakikatleri, esasları] ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim. Belki Kur’ân’ın güzel hakikatleri benim tabiratlarımı [tabirler, ifadeler] da güzelleştirdi, ulvîleştirdi.”

Madem böyledir; hakaik-i Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] güzelliği namına, Sözler namındaki âyinelerinin güzelliklerini ve o âyinedarlığa terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] eden inâyât-ı İlâhiyeyi [Allah’ın yardımları] izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek, makbul bir tahdis-i nimettir. [ilahî nimeti şükrederek anlatma]

243

BEŞİNCİ SEBEP: Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten [velâyet makamında olanlar, velî kullar] işittim ki: O zât, eski velîlerin gaybî işaretlerinden istihraç [çıkarma] etmiş ve kanaati gelmiş ki, “Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid’alar [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] zulümâtını dağıtacak.” Ben böyle bir nurun zuhuruna çok intizar [bekleme] ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nuranî zâtlara zemin ihzar [hazırlama] ediyoruz.

Madem kendimize ait değil; elbette, Sözler namındaki nurlara ait olan inâyât-ı İlâhiyeyi [Allah’ın yardımları] beyan etmekte medar-ı fahir ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükür ve tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] olur.

ALTINCI SEBEP: Sözlerin telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] vasıtasıyla Kur’ân’a hizmetimize bir mükâfât-ı âcile ve bir vasıta-i teşvik olan inâyât-ı Rabbâniye, [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’ın yardımları] bir muvaffakiyettir. [başarı] Muvaffakiyet [başarı] ise izhar [açığa çıkarma, gösterme] edilir.

Muvaffakiyetten [başarı] geçse, olsa olsa bir ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] olur. İkram-ı İlâhî ise, izharı [açığa çıkarma, gösterme] bir şükr-ü mânevîdir. [mânevî şükür]

Ondan dahi geçse, olsa olsa, hiç ihtiyarımız karışmadan bir keramet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın kerameti] olur. Biz mazhar [erişme, nail olma] olmuşuz. Bu nevi ihtiyarsız [irade dışı] ve habersiz gelen bir kerametin [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] izharı [açığa çıkarma, gösterme] zararsızdır.

Eğer âdi kerâmâtın [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] fevkine [üstüne] çıksa, o vakit, olsa olsa Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] şûleleri [gür ışık/alev] olur. Madem i’câz izhar [açığa çıkarma, gösterme] edilir; elbette i’câza yardım edenin dahi izharı, [açığa çıkarma, gösterme] i’câz hesabına geçer. Hiç medar-ı fahr [övünç kaynağı] ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükrandır.

YEDİNCİ SEBEP: Nev-i insanın [insan türü, insanlık] yüzde sekseni ehl-i tahkik [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] değildir ki, hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna [güzel düşünce] binaen, makbul ve mutemed [güvenilir] insanlardan işittikleri mesâili [meseleler] takliden kabul ederler. Hattâ, kuvvetli bir hakikati zayıf bir adamın elinde zayıf görür; ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse, kıymettar telâkki [anlama, kabul etme] eder.

244

İşte, ona binaen, benim gibi zayıf ve kıymetsiz bir biçarenin elindeki hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında [bakış açısı] düşürmemek için, bilmecburiye [mecburen, zorunlu olarak] ilân ediyorum ki, ihtiyarımız ve haberimiz olmadan, birisi bizi istihdam [çalıştırma] ediyor; biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki: Şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariç bir kısım inâyâta [inâyetler, yardımlar] ve teshilâta [kolaylaştırma] mazhar [erişme, nail olma] oluyoruz. Öyle ise, o inâyetleri bağırarak ilân etmeye mecburuz.

İşte, geçmiş yedi esbaba binaen, küllî birkaç inâyet-i Rabbâniyeye [Allah’ın inayeti, yardımı] işaret edeceğiz.

BİRİNCİ İŞARET

Yirmi Sekizinci Mektubun Sekizinci Meselesinin Birinci Nüktesinde [derin anlamlı söz] beyan edilmiştir ki, tevafukattır. [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler]

Ezcümle, Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] Mektubatında, Üçüncü İşaretinden tâ On Sekizinci İşaretine kadar altmış sahife, habersiz, bilmeyerek, bir müstensihin [el ile yazıp çoğaltan] nüshasında, iki sahife müstesna olmak üzere mütebâki [geri kalan] bütün sahifelerde, kemâl-i muvazenetle, [tam bir denge] iki yüzden ziyade Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimeleri birbirine bakıyorlar. Kim insaf ile iki sahifeye dikkat etse, tesadüf olmadığını tasdik edecek. Halbuki, tesadüf, olsa olsa bir sahifede kesretli [çokluk] emsal kelimeleri bulunsa, yarı yarıya tevafuk olur, ancak bir iki sahifede tamamen tevafuk edebilir. O halde böyle umum sahifelerde Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimesi, iki olsun, üç olsun, dört olsun veya daha ziyade olsun, kemâl-i mizanla [mükemmel ve kusursuz bir ölçü] birbirinin yüzüne baksa, elbette tesadüf olması mümkün değildir. Hem sekiz ayrı ayrı müstensihin [el ile yazıp çoğaltan] bozamadığı bir tevafukun, kuvvetli bir işaret-i gaybiye, [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] içinde olduğunu gösterir.

Nasıl ki, ehl-i belâğatin [belâğat âlimleri] kitaplarında belâğatin derecâtı [dereceler] bulunduğu halde, Kur’ân-ı Hakîmdeki [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] belâğat, derece-i i’câza [mu’cizelik derecesi] çıkmış; kimsenin haddi değil ki ona yetişsin. Öyle de, mu’cizât-ı Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] bir âyinesi [aynası] olan On Dokuzuncu Mektup ve mu’cizât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın mu’cizeleri] bir tercümanı olan Yirmi Beşinci Söz ve Kur’ân’ın

245

bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında tevafukat, [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] umum kitapların fevkinde [üstünde] bir derece-i garabet [gariplik derecesi] gösteriyor. Ve ondan anlaşılıyor ki, mu’cizât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın mu’cizeleri] ve mu’cizât-ı Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] bir nevi kerametidir [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ki, o âyinelerde tecellî ve temessül [belirme, görünme] ediyor.

İKİNCİ İŞARET

Hizmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ait inâyât-ı Rabbâniyenin [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’ın yardımları] ikincisi şudur ki:

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] benim gibi kalemsiz, [okur yazar olmayan] yarım ümmî, diyar-ı gurbette [gurbet diyarı, yurdu] kimsesiz, ihtilâttan [birbirine karışma] men edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur, [çok gayretli] fedakâr ve kalemleri birer elmas kılıç olan kardeşleri bana muavin ihsan [bağış] etti. Zayıf ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur’âniyeyi, [Kur’ân vazifesi] o kuvvetli omuzlara bindirdi, kemâl-i kereminden [lütuf ve cömertliğin mükemmelliği, kusursuz ikram edicilik] yükümü hafifleştirdi.

O mübarek cemaat ise, “Hulûsi’nin tabiriyle” “telsiz telgrafın âhizeleri” hükmünde ve “Sabri’nin tabiriyle” “Nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler” hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymettar muhtelif hâsiyetleriyle [özellik] beraber, yine Sabri’nin tabiriyle “bir tevafukat-ı gaybiye” nev’inden olarak, şevk ve sa’y [çalışma] ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette, esrar-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’daki sırlar] ve envâr-ı imaniyeyi [iman nurları] etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve şu zamanda (yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envâr-ı imaniyeye [iman nurları] muhtaç olduğu bir zamanda) ve fütur [usanç] verecek ve şevki kıracak çok esbab [sebebler] varken, bunların fütursuz, [usanmadan] kemâl-i şevk [tam bir istek ve arzu] ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın kerameti] ve zâhir bir inâyet-i İlâhiyedir. [Allah’ın inayeti, yardımı]

Evet, velâyetin [velilik] kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğu gibi, niyet-i hâlisanın [saf, temiz niyet] dahi kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] vardır. Samimiyetin dahi kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] vardır. Bahusus, [hususan, özellikle] lillâh için olan bir uhuvvet [kardeşlik] dairesindeki

246

kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün [dayanışma] çok kerametleri [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bir veliyy-i kâmil [kemâle ermiş veli] hükmüne geçebilir, inâyâta [inâyetler, yardımlar] mazhar [erişme, nail olma] olur.

İşte, ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım! Bir kal’a[kale] fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır. Öyle de, şahs-ı mânevînizin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] kuvvetiyle ve kalemlerinizle hâsıl olan fütuhattaki [fetihler, yayılmalar] inâyâtı [inâyetler, yardımlar] benim gibi bir biçareye veremezsiniz. Elbette, böyle mübarek bir cemaatte, tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] var ve ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum.

ÜÇÜNCÜ İŞARET

Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyeyi, hattâ en muannide [inatçı] karşı dahi parlak bir surette ispatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] ve bir inâyet-i İlâhiyedir. [Allah’ın inayeti, yardımı] Çünkü hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniye içinde öyleleri var ki, en büyük bir dâhi telâkki [anlama, kabul etme] edilen İbni Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz” demiş. Onuncu Söz risalesi, o zâtın dehâsıyla yetişemediği hakaiki, [doğru gerçekler] avâmlara da, çocuklara da bildiriyor.

Hem meselâ, sırr-ı kader [kader sırrı] ve cüz-i ihtiyarînin [insandaki az bir irade serbestliği] halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme, [büyük âlim] kırk elli sahifede, meşhur Mukaddemât-ı [evvel, önce] İsnâ Aşer namıyla “Telvih” nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] bildirdiği aynı mesâili, [meseleler] kadere dair olan Yirmi Altıncı Sözde, İkinci Mebhasın [bahis, kısım] iki sahifesinde tamamıyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inâyet [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] olmazsa nedir?

Hem bütün ukulü [akıllar] hayrette bırakan ve hiçbir felsefenin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem [âlemin yaratılış sırrı] ve tılsım-ı kâinat [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] denilen ve Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] i’câzıyla [mu’cize oluş] keşfedilen o tılsım-ı müşkülküşâ [açılması ve anlaşılması zor şeyleri çözüme kavuşturan sır] ve o muammâ-yı hayretnümâ, Yirmi Dördüncü Mektup ve Yirmi Dokuzuncu Sözün [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] âhirindeki remizli [işaretli] nüktede [derin anlamlı söz] ve  

247

Otuzuncu Sözün, tahavvülât-ı zerrâtın [atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri] altı adet hikmetinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hayretnümânın [hayret veren, hayranlık uyandıran faaliyet] tılsımını ve hilkat-i kâinatın [evrenin yaratılışı] ve âkıbetinin muammâsını ve tahavvülât-ı zerrattaki [atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri] harekâtın sırr-ı hikmetini [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] keşif ve beyan etmişlerdir; meydandadır, bakılabilir.

Hem sırr-ı ehadiyet [Allah’ın birliğinin ve isimlerinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesinin sırrı] ile şeriksiz vahdet-i rububiyeti, [Allah’ın varlıkları terbiye ve idare etmesindeki birlik] hem nihayetsiz kurbiyet-i İlâhiye [Allah’a yakınlık] ile nihayetsiz bu’diyetimiz [uzaklık] olan hayret-engiz [hayret verici] hakikatleri, kemâl-i vuzuhile [mükemmel bir açıklık] On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz beyan ettikleri gibi, kudret-i İlâhiyeye [Allah’ın güç ve iktidarı] nisbeten zerrat [atomlar] ve seyyarat [gezegenler] müsavi [eşit] olduğunu ve haşr-i âzamda [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] umum zîruhun [ruh sahibi] ihyâsı, [diriltme, hayat verme] bir nefsin ihyâ[diriltme, hayat verme] kadar o kudrete kolay olduğunu ve şirkin hilkat-i kâinatta [evrenin yaratılışı] müdahalesi imtinâ derecesinde akıldan uzak olduğunu kemâl-i vuzuh [mükemmel bir açıklık] ile gösteren Yirminci Mektuptaki وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ 1 kelimesi beyanında ve üç temsili hâvi [içeren, içine alan] onun zeyli, [ek] şu azîm sırr-ı vahdeti [bir elden yönetilme ve bir birlik içinde olma sırrı] keşfetmiştir.

Hem hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve Kur’âniyede öyle bir genişlik var ki, en büyük zekâ-yı beşerî [insan zekası] ihata [herşeyi kuşatma] edemediği halde, benim gibi zihni müşevveş, [dağınık, karışık] vaziyeti perişan, müracaat edilecek kitap yokken, sıkıntılı ve sür’atle yazan bir adamda, o hakaikin [doğru gerçekler] ekseriyet-i mutlaka[büyük çoğunluk] dekaikiyle [incelikler] zuhuru, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] eseri ve inâyet-i Rabbâniyenin [Allah’ın inayeti, yardımı] bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir. [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret]

DÖRDÜNCÜ İŞARET

Elli altmış risaleler2 öyle bir tarzda ihsan [bağış] edilmiş ki, değil benim gibi az

248

düşünen ve zuhurata [görünümler, gelişmeler] tebaiyet [tabi olma, uyma] eden ve tetkike vakit bulamayan bir insanın, belki büyük zekâlardan mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir ehl-i tetkikin [bir konuyu dikkatle ve delilleriyle araştıran kimseler] sa’y [çalışma] ve gayretiyle yapılmayan bir tarzda telifleri, [kaleme alma] doğrudan doğruya bir eser-i inâyet [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] olduklarını gösteriyor. Çünkü bütün bu risalelerde bütün derin hakaik, [doğru gerçekler] temsilât [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] vasıtasıyla, en âmi [basit, sıradan] ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin [doğru gerçekler] çoğunu, büyük âlimler “Tefhim [anlatma] edilmez” deyip, değil avâma, belki havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] da bildiremiyorlar.

İşte, en uzak hakikatleri en yakın bir tarzda, en âmi [basit, sıradan] bir adama ders verecek derecede, benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlâk, çoğu anlaşılmaz ve “Zâhir hakikatleri dahi müşkülleştiriyor” diye eskiden beri iştihar bulmuş ve eski eserleri o sû-i iştiharı [kötü şöhret] tasdik etmiş bir şahsın elinde bu harika teshilât [kolaylık] ve suhulet-i beyan, [açıklama kolaylığı] elbette, bilâşüphe, [hiç şüphesiz, kuşkusuz] bir eser-i inâyettir [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] ve onun hüneri olamaz ve Kur’ân-ı Kerîmin i’câz-ı mânevîsinin [mânevî mu’cizelik] bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın verdiği temsiller, misaller] bir temessülüdür [belirme, görünme] ve in’ikâsıdır. [yansıma]

BEŞİNCİ İŞARET

Risaleler umumiyetle pek çok intişar [açığa çıkma, yayılma] ettiği halde, en büyük âlimden tut, tâ en âmi [basit, sıradan] adama kadar ve ehl-i kalb [kalb ehli] büyük bir velîden tut, tâ en muannid [inatçı] dinsiz bir feylesofa kadar olan tabakat-ı nâs [insan sınıfları] ve taifeler o risaleleri gördükleri ve okudukları ve bir kısmı tokatlarını yedikleri halde tenkit edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, doğrudan doğruya bir eser-i inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın yardım eseri, belirtisi] ve bir keramet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın kerameti] olduğu gibi, çok tetkikat ve taharriyâtın [araştırma] neticesiyle ancak husul [meydana gelme] bulan o çeşit risaleler, fevkalâde bir sür’atle, hem idrakimi ve fikrimi müşevveş [dağınık, karışık] eden sıkıntılı inkıbaz [tutulma, tutukluk] vakitlerinde yazılması dahi, bir eser-i inâyet [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] ve bir ikram-ı Rabbânîdir.

Evet, ekser kardeşlerim ve yanımdaki umum arkadaşlarım ve müstensihler [el ile yazıp çoğaltan] biliyorlar ki, On Dokuzuncu Mektubun beş parçası, birkaç gün zarfında, hergün

249

iki üç saatte ve mecmuu on iki saatte, hiçbir kitaba müracaat edilmeden yazılması, hattâ en mühim bir parça ve o parçada lâfz-ı Resul-i Ekrem [Resûl-i Ekrem (a.s.m.) lâfzı, sözü] aleyhissalâtü vesselâm kelimesinde zâhir bir hâtem-i nübüvveti gösteren dördüncü cüz, üç dört saatte, dağda, yağmur altında, ezber yazılmış. Ve Otuzuncu Söz gibi mühim ve dakik [derin ve ince] bir risale, altı saat içinde bir bağda yazılmış. Ve Yirmi Sekizinci Söz, Süleyman’ın bahçesinde bir, nihayet iki saat içinde yazılması gibi, ekser risaleler böyle olması; ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman en zâhir hakikatleri dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilâve edilse, daha ziyade beni dersten, teliften [kaleme alma] men etmekle beraber, en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en sür’atli bir tarzda yazılması, doğrudan doğruya bir inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ve bir ikram-ı Rabbânî ve bir keramet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın kerameti] olmazsa nedir?

Hem hangi kitap olursa olsun, böyle hakaik-i İlâhiyeden [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] ve imaniyeden bahsetmişse, alâküllihal [her durumda] bir kısım mesâili, [meseleler] bir kısım insanlara zarar verir. Ve zarar verdikleri için, her mesele herkese neşredilmemiş. Halbuki şu risaleler ise, şimdiye kadar hiç kimsede—çoklardan sorduğum halde—sû-i tesir ve aksülâmel [işin aksi, ters tepki] ve tahdiş-i ezhan gibi bir zarar vermedikleri, doğrudan doğruya bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] ve bir inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] olduğu bizce muhakkaktır.

ALTINCI İŞARET

Şimdi bence kat’iyet peydâ etmiştir ki, ekser hayatım, ihtiyar ve iktidarımın, şuur ve tedbirimin haricinde, öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garip bir surette ona cereyan verilmiş, tâ Kur’ân-ı Hakîme [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Adeta bütün hayat-ı ilmiyem, mukaddemât-ı [evvel, önce] ihzariye hükmüne geçmiş ve Sözlerle i’câz-ı Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] izharı, [açığa çıkarma, gösterme] onun neticesi olacak bir surette olmuştur. Hattâ, şu yedi sene nefyimde [gönderilme, sürgün] ve gurbetimde ve sebepsiz ve arzumun hilâfında tecerrüdüm [sıyrılma] ve meşrebime [hareket tarzı, metod] muhalif, yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim;

250

ve eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] çok rabıtalarından [bağ] ve kaidelerinden nefret edip terk etmekliğim, doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur’âniyeyi [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] hâlis, sâfi bir surette yaptırmak için bu vaziyet verildiğine şüphem kalmamıştır. Hattâ çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat [baskılar] perdesi altında bir dest-i inâyet [koruyucu el] tarafından merhametkârâne, Kur’ân’ın esrarına hasr-ı fikir [fikir ve düşünceyi sadece bir şeye yöneltmek] ettirmek ve nazarı dağıtmamak için yapılmıştır kanaatindeyim. Hattâ, eskiden mütalâaya çok müştak [arzulu, aşırı istekli] olduğum halde, bütün bütün sair kitapların mütalâasından bir men, bir mücanebet [kaçınma, uzak durma] ruhuma verilmişti. Böyle gurbette medar-ı teselli [teselli kaynağı] ve ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] olan mütalâayı bana terk ettiren, anladım ki, doğrudan doğruya âyât-ı Kur’âniyenin üstad-ı mutlak [ilimde üstünlüğü ve öğreticilği tartışmasız ve sınırsız olan üstad] olmaları içindir.

Hem yazılan eserler, risaleler, ekseriyet-i mutlakası, [büyük çoğunluk] hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüt [doğma] eden bir hâcete [ihtiyaç] binaen, âni ve def’î [bir anda, kısa zamanda] olarak ihsan [bağış] edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit, demişler: “Şu zamanın yaralarına devadır.” İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilâç hükmüne geçiyor.

İşte, ihtiyar ve şuurumun dairesi haricinde, mezkûr [adı geçen] hâletler [durum] ve sergüzeşt-i hayatım [hayat serüveni] ve ulûmların [ilimler] envâlarındaki hilâf-ı âdet, [âdete aykırı, kural dışı] ihtiyarsız [irade dışı] tetebbuâtım, [araştırıp incelemeler] böyle bir netice-i kudsiyeye [kutsal sonuç] müncer olmak [sonuçlanmak] için kuvvetli bir inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ve bir ikram-ı Rabbânî olduğuna bende şüphe bırakmamıştır.

YEDİNCİ İŞARET

Bu hizmetimiz zamanında, beş altı sene zarfında, bilâmübalâğa [abartısız] yüz eser-i ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramının eseri, sonucu] ve inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] ve keramet-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın kerameti] gözümüzle gördük. Bir kısmını On Altıncı Mektupta işâret ettik. Bir kısmını Yirmi Altıncı Mektubun Dördüncü Mebhasının [bahis, kısım] mesâil-i müteferrikasında, [çeşitli meseleler] bir kısmını Yirmi Sekizinci Mektubun Üçüncü Meselesinde beyan ettik. Benim yakın arkadaşlarım bunu biliyorlar. Daimî arkadaşım Süleyman Efendi çoklarını biliyor. Hususan

251

Sözlerin ve risalelerin neşrinde ve tashihatında ve yerlerine yerleştirmekte ve tesvid [bir yazıyı karalama olarak yazmak] ve tebyizinde, [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] fevkalme’mul, [umulmadık bir şekilde, beklenenin üstünde] kerametkârâne [keramet göstererek] bir teshilâta [kolaylaştırma] mazhar [erişme, nail olma] oluyoruz; keramet-i Kur’âniyye olduğuna şüphemiz kalmıyor. Bunun misalleri yüzlerdir.

Hem maişet [geçim] hususunda o kadar şefkatle besleniyoruz ki, en küçük bir arzu-yu kalbimizi, bizi istihdam [çalıştırma] eden Sahib-i İnâyet tatmin etmek için, fevkalme’mul [umulmadık bir şekilde, beklenenin üstünde] bir surette ihsan [bağış] ediyor, ve hâkezâ… İşte bu hal gayet kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] ki, biz istihdam [çalıştırma] olunuyoruz. Hem rıza dairesinde, hem inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] altında bize hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] yaptırılıyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلٰوةً تَكُونُ لَكَ رِضَۤاءً وَلِحَقِّهِ اَدَۤاءً وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ تَسْلِيمًا كَثِيرًا اٰمِينَ * 2

ba    

252

 Mahrem bir suale cevaptır

Şu sırr-ı inâyet, [İlâhî yardımın gizemi, esprisi] eskiden mahremce yazılmış, On Dördüncü Sözün âhirine ilhak [ekleme] edilmişti. Her nasılsa ekser müstensihler [el ile yazıp çoğaltan] unutup yazmamışlardı. Demek münasip ve lâyık mevkii burasıymış ki, gizli kalmış.

Benden sual ediyorsun: “Neden senin Kur’ân’dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin [açıklayan, yorumlayan] ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazan bir satırda bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede bir kitap kadar tesir bulunuyor?.”

Elcevap: Şeref, i’câz-ı Kur’ân‘a [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ [korkmadan] derim:

Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] değil, şehadettir, şuhuddur. [görme] Taklit değil, tahkiktir. [araştırma, inceleme] İltizam değil, iz’andır. [kesin şekilde inanma] Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır. [delil] Şu sırrın hikmeti budur ki:

Eski zamanda, esâsât-ı imaniye [imanın esasları] mahfuzdu, [korunmuş] teslim kavî [güçlü, kuvvetli] idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri [Allah’ı bilme ve tanıma] delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi [yeterli] idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye [bilimden gelen sapıklık, dalâlet] elini esâsâta [esaslar] ve erkâna [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan [bağış] eden Hakîm-i Rahîm [her şeyi hikmetle yapan ve rahmeti herbir varlıkta tecelli eden Allah] olan Zât-ı Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] Kur’ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i’câzından olan temsilâtından [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] bir şulesini, [gür ışık/alev] acz ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ıma, [acizlik ve zayıflık] fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur’ân’a ait yazılarıma ihsan [bağış] etti.

Felillâhilhamd, [Allah’a hamdolsun] sırr-ı temsil [kıyaslama tarzında benzetme sırrı] dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil [kıyaslama tarzında benzetme sırrı] cihetü’l-vahdetiyle, [birlik yönü] en dağınık meseleler toplattırıldı.

253

Hem sırr-ı temsil [kıyaslama tarzında benzetme sırrı] merdiveniyle, en yüksek hakaike [doğru gerçekler] kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil [kıyaslama tarzında benzetme sırrı] penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, [bilinmeyen ve görünmeyen âlemlere ait gerçekler] esâsât-ı İslâmiyeye, [İslâm dininin esasları] şuhuda [görme] yakın bir yakîn-i imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ [faydasız ve gelip geçici arzular] teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha [silâhın teslim edilmesi, mücadeleden vazgeçme] mecbur oldu.

Elhasıl, [kısaca, özetle] yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın verdiği temsiller, misaller] lemeâtındandır. [Lem’alar isimli eser] Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. [dua, yakarış] Dert benimdir, devâ Kur’ân’ındır.

ba

254

(Yirmi Sekizinci Mektuptan)

Yedinci Meselenin Hâtimesidir [son]

Sekiz inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] suretinde gelen işârât-ı gaybiyeye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] dair gelen veya gelmek ihtimali olan evhâmı izale [giderme] etmek ve bir sırr-ı azîm-i inâyeti [İlahî yardımın büyük sırrı] beyan etmeye dairdir. Şu Hâtime [son] Dört Nüktedir. [derin anlamlı söz]

BİRİNCİ NÜKTE [derin anlamlı söz]

Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Meselesinde yedi-sekiz küllî ve mânevî inâyât-ı İlâhiyeden [Allah’ın yardımları] hissettiğimiz bir işaret-i gaybiyeyi, [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] “Sekizinci İnâyet[Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] namıyla, “tevafukat[birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] tabiri altındaki nakışta [işleme] o işârâtın [işaretler] cilvesini gördüğümüzü iddia etmiştik. Ve iddia ediyoruz ki, bu yedi-sekiz küllî inâyatlar o derece kuvvetli ve kat’îdirler ki, herbirisi tek başıyla o işârât-ı gaybiyeyi [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] ispat eder. Farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, bir kısmı zaif görülse, hattâ inkâr edilse, o işârât-ı gaybiyenin [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] kat’iyetine halel [eksik, kusur] vermez. O sekiz inâyâtı [inâyetler, yardımlar] inkâr edemeyen, o işârâtı [işaretler] inkâr edemez. Fakat tabakat-ı nâs [insan sınıfları] muhtelif olduğu, hem kesretli [çokluk] tabaka olan tabaka-i avâm, [halk tabakası] gözüne daha ziyade itimad ettiği için, o sekiz inâyâtın [inâyetler, yardımlar] içinde en kuvvetlisi değil, belki en zâhirîsi tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] olduğundan—çendan ötekiler daha kuvvetli, fakat bu daha umumî olduğu için—ona gelen evhâmı def etmek maksadıyla, bir muvazene [karşılaştırma/denge] nev’inden, bir hakikati beyan etmeye mecbur kaldım. Şöyle ki:

O zâhirî inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] hakkında demiştik: Yazdığımız risalelerde, Kur’ân kelimesi ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm kelimesinde öyle bir derece tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] görünüyor; hiçbir şüphe bırakmıyor ki, bir kast ile tanzim edilip muvazi [denk, eşit] bir vaziyet verilir. Kast ve irade ise bizlerin olmadığına delilimiz, üç dört sene sonra muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olduğumuzdur. Öyle ise, bu kast ve irade, bir inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] eseri olarak gaybîdir. Sırf i’câz-ı Kur’ân [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] ve i’câz-ı Ahmediyeyi [Hz. Muhammed’in mu’cizeliği] te’yid suretinde ve iki kelimede

255

tevafuk suretinde o garib vaziyet verilmiştir. Bu iki kelimenin mübarekiyeti, [bereketlilik, hayırlı olma] mu’cizât-ı Kur’ân ve i’câz-ı Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in mu’cizeliği] bir hâtem-i tasdik [tasdik ve onay mührü] olmakla beraber, sair misil [benzer] kelimeleri dahi, ekseriyet-i azîme [büyük çoğunluk] ile tevafuka mazhar [erişme, nail olma] etmişler. Fakat onlar birer sahifeye mahsus; şu iki kelime, bir iki risalenin umumunda ve ekser risalelerde görünüyor. Fakat mükerrer demişiz: Bu tevafukun aslı, sair kitaplarda da çok bulunabilir; amma kast ve irade-i âliyeyi gösterecek bu derece garâbette [gariplik, hayret vericilik] değildir.

Şimdi, bu dâvâmızı çürütmek kàbil [gibi] olmadığı halde, zâhir nazarlarda çürümüş gibi görmekte bir iki cihet olabilir:

Birisi: “Sizler düşünüp böyle bir tevafuku rast getirmişsiniz,” diyebilirler. “Böyle birşey yapmak kast ile olsa, rahat ve kolay birşeydir.”

Buna karşı deriz ki: Bir dâvâda iki şahid-i sadık [doğru sözlü şahit] kâfidir. Bu dâvâmızdaki kast ve irademiz taallûk [ait olma, ilgilendirme] etmeyerek, üç dört sene sonra muttali [bilme, anlayıp farkına varma] olduğumuza yüz şahid-i sadık [doğru sözlü şahit] bulunabilir.

Bu münasebetle bir nokta söyleyeceğim: Bu keramet-i i’câziye, [mu’cize kerameti] Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] cihetinde derece-i i’câzda [mu’cizelik derecesi] olduğu nev’inden değildir. Çünkü, i’câz-ı Kur’ân‘da, [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] kudret-i beşer [insan kuvveti, gücü] o yolda giderek o dereceye yetişemiyor. Şu keramet-i i’câziye [mu’cize kerameti] ise, kudret-i beşerle [insan kuvveti, gücü] olamıyor; kudret o işe karışamıyor.Haşiye [dipnot]

ÜÇÜNCÜ NÜKTE [derin anlamlı söz]

İşaret-i hâssa, işaret-i âmme [genel işaret] münasebetiyle bir sırr-ı dakik-i Rububiyet ve Rahmâniyete [Rububiyet ve Rahmâniyetin ince sırrı]

256

işaret edeceğiz. Bir kardeşimin güzel bir sözü var. O sözü bu meseleye mevzu edeceğim. Sözü de şudur ki:

Birgün güzel bir tevafukatı [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] ona gösterdim. Dedi:

“Güzel! Zaten her hakikat güzeldir. Fakat bu Sözlerdeki tevafukat [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] ve muvaffakiyet [başarı] daha güzeldir.”

Ben de dedim: “Evet, herşey ya hakikaten güzeldir, ya bizzat güzeldir, veya neticeleri itibarıyla güzeldir. Ve bu güzellik, rububiyet-i âmmeye [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi] ve şümul-ü rahmete [rahmetin kapsamı] ve tecellî-i âmmeye [umumî tecellî; Cenâb-ı Hakkın bütün mahlukatı kuşatan isimlerine ait büyük tecelliler, yansımalar] bakar. Dediğin gibi, bu muvaffakiyetteki [başarı] işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] daha güzeldir. Çünkü bu rahmet-i hâssaya [hususî rahmet] ve rububiyet-i hâssaya [İlâhî terbiyenin özel yönü] ve tecellî-i hâssaya [hususî tecellî, Cenâb-ı Hakkın seçkin kullarına veya dilediği mahlukuna karşı hususî yardımının görünmesi] bakar bir surettedir.”

Bunu bir temsille fehme takrib [yaklaştırma] edeceğiz. Şöyle ki:

Bir padişahın umumî saltanatı ve kanunuyla, merhamet-i şahanesi [mükemmel merhamet, bağış, ihsan] umum efrad-ı millete [milletin fertleri, halk] teşmil edilebilir. Her fert, doğrudan doğruya o padişahın lûtfuna, saltanatına mazhardır. O suret-i umumiyede, efradın [bireyler] çok münasebât-ı hususiyesi [özel münasebetler, bağlar] vardır.

İkinci cihet, padişahın ihsânât-ı hususiyesidir [özel iyilikler ve bağışlar] ve evâmir-i hassasıdır [özel emirler] ki, umumî kanunun fevkinde, [üstünde] bir ferde ihsan [bağış] eder, iltifat eder, emir verir.

İşte bu temsil gibi, Zât-ı Vâcibü’l-Vücud [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] ve Hâlık-ı Hakîm [her şeyi bir maksat ve gayeye uygun ve yerli yerinde yaratan yaratıcı, Allah] ve Rahîmin umumî rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve şümul-ü rahmeti [rahmetin kapsamı] noktasında herşey hissedardır. Herşeyin hissesine isabet eden cihette, hususî onunla münasebettardır. [alâkalı, ilgili] Hem kudret ve irade ve ilm-i muhîtiyle [her şeyi kuşatan ilim] herşeye tasarrufatı, [dilediği gibi kullanma ve idare etme] herşeyin en cüz’î [ferdî, küçük] işlerine müdahalesi, rububiyeti [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] vardır. Herşey, her şe’ninde [belirleyici özellik] Ona muhtaçtır; Onun ilim ve hikmetiyle  

257

işleri görülür, tanzim edilir. Ne tabiatın haddi var ki, o daire-i tasarruf-u rububiyetinde [İlâhî irâde ve terbiyenin tasarruf dairesi] saklansın ve tesir sahibi olup müdahale etsin; ve ne de tesadüfün hakkı var ki, o hassas mizan-ı hikmet [her şeyin belirli gayelere yönelik olarak mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yapılmasını gösteren ilim terazisi] dairesindeki işlerine karışsın. Risalelerde, yirmi yerde kat’î hüccetlerle [delil] tesadüfü ve tabiatı nefyetmişiz [gönderilme, sürgün] ve Kur’ân kılıncıyla idam [hiçlik, yokluk] etmişiz, müdahalelerini muhal [bâtıl, boş söz] göstermişiz. Fakat, rububiyet-i âmmedeki [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi] daire-i esbab-ı zâhiriyede, [görünürdeki sebepler dairesi] ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] nazarında hikmeti ve sebebi bilinmeyen işlerde, tesadüf namını vermişler. Ve hikmetleri ihata [herşeyi kuşatma] edilmeyen bazı ef’âl-i İlâhiyenin [kâinattaki varlıkları ortaya çıkaran İlâhi fiiller] kanunlarını, tabiat perdesi altında gizlenmiş, görememişler, tabiata müracaat etmişler.

İkincisi, hususî rububiyetidir [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve has iltifat ve imdad-ı Rahmânîsidir [rahmet ve merhameti sonsuz olan Allah’ın yardımı] ki, umumî kanunların tazyikatı [baskılar] altında tahammül edemeyen fertlerin imdadına, Rahmânü’r-Rahîm [dünya ve ahirette yarattıklarına sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle muamele eden Allah] isimleri imdada yetişirler, hususî bir surette muavenet [yardım] ederler, o tazyikattan [baskılar] kurtarırlar. Onun için, her zîhayat, [canlı] hususan insan, her anda Ondan istimdat [medet isteme] eder ve medet alabilir. İşte bu hususî rububiyetindeki [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ihsânâtı, ehl-i gaflete [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] karşı da tesadüf altına gizlenmez ve tabiata havale edilmez.

İşte bu sırra binaendir ki, “i’câz-ı Kur’ân[Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] ve “i’câz-ı Ahmediye“deki [Hz. Muhammed’in mu’cizeliği] işârât-ı gaybiyeyi, [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] hususî bir işaret telâkki [anlama, kabul etme] ve itikad [inanç] etmişiz. Ve bir imdad-ı hususî [özel yardım] ve muannidlere [inatçı] karşı kendini gösterecek bir inâyet-i hâssa [özel ilgi, yardım] olduğunu yakîn ettik ve sırf lillâh için ilân ettik. Kusur etmişsek Allah affetsin. Âmin.

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا * 1

ba

258

Kardeşlerim,

Size Üstad ve talebeler ve ders arkadaşları içinde faide verecek bir fikrimi beyan edeceğim. Şöyle ki:

Sizler—haddimin fevkinde—bir [üstünde] cihette talebemsiniz ve bir cihette ders arkadaşlarımsınız ve bir cihette muîn [yardımcı] ve müşavirlerimsiniz.

Aziz kardeşlerim, Üstâdınız lâyuhtî değil… Onu hatâsız zannetmek hatâdır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin [günah] bir sayılmak sırrıyla, insaf odur ki: Bir seyyie, [günah] bir hatâ görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir. Hakaike [doğru gerçekler] dair mesâilde [meseleler] külliyatları ve bazan da tafsilâtları [ayrıntılar] sünuhat[Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] ilhâmiye nev’inden olduğundan, hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’îdir.

Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım, benim hatâmı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur [mutlu] olacağım. Hattâ başıma vursanız, Allah razı olsun diyeceğim. Hakkın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz. Nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] enâniyeti hesabına Hakkın hatırı olan bilmediğimiz bir hakikati müdafaa değil, ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ederim.

Bilirsiniz ki, şu zamanda şu vazife-i imaniye [iman hakikatlerini yayma görevi] çok mühimdir. Benim gibi zaif, fikri çok cihetlerle inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] etmiş bir biçareye yükletmemeli, elden geldiği kadar yardım etmeli…

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kemâl-i rahmetinden, [mükemmel bir şefkat ve merhamet] iki senedir ciddî hakaike [doğru gerçekler] nisbeten yemişler, fâkiheler nev’inden tevafukat-ı latîfe ile ezhânımızı [zihinler] taltif [güzellikle muamele etmek] etti, zihnimizi neş’elendirdi. Kemâl-i merhametinden [merhametin mükemmelliği] o tevafukat-ı lâtîfe meyveleriyle, ciddî

259

bir hakikat-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikati] zihnimizi sevk etti ve ruhumuza, o meyveleri gıda ve kuvvet yaptı. Hurma gibi, hem fâkihe, hem kuvvet oldu. Hem hakikat, hem ziynet ve meziyet birleşti…

Kardeşlerim, bu zamanda dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve gaflete karşı pek çok mânevî kuvvete muhtacız. Maatteessüf, [ne yazık ki] ben şahsım itibarıyla çok zaif ve müflisim. [iflas etmiş] Harika kerâmâtım [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] yok ki, bu hakâiki [gerçekler, hakikatler] onunla ispat edeyim. Ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir himmetim [ciddi gayret] yok ki, onunla kulûbu [kalbler] celb [çekme] edeyim. Ulvî bir deham yok ki, onunla ukulü [akıllar] teshir [boyun eğdirme] edeyim. Belki, Kur’ân-ı Hakîm‘in [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dergâhında, [Allah’ın yüce katı] bir dilenci hâdim [hizmetçi] hükmündeyim. Bu muannid [inatçı] ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] inadını kırmak ve insafa getirmek için, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] esrarından bazan istimdad [yardım dileme] ederim. Kerâmât[Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] Kur’âniye olarak, tevafukatta [birbirine denk düşmeler, uygun gelmeler] bir ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] hissettim, iki elimle sarıldım.

Evet, Kur’ân’dan tereşşuh [sızma/sızıntı] eden İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] ve Risale-i Haşir’de kat’î bir işaret hissettim. Emsalleri bulunsun bulunmasın, bence bir keramet-i Kur’âniyedir. [Kur’ân’ın kerameti]

ba

260

Aziz, sıddık, çalışkan kardeşim,

Senin gördüğün vazife-i Kur’âniyenin [Kur’ân vazifesi] hepsi mübarektir. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizi muvaffak etsin, fütur [usanç] vermesin, şevkinizi artırsın.

Uhuvvet [kardeşlik] için bir düsturu [kâide, kural] beyan edeceğim, o düsturu [kâide, kural] cidden nazara almalısınız:

Hayat, vahdet [Allah’ın birliği] ve ittihadın [birleşme] neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad [birleşme] gittiği vakit, mânevî hayat da gider.

وَلاَ تَنَازَعُوا فَتفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ 1 işâret ettiği gibi, tesanüd [dayanışma] bozulsa cemaatin tadı kaçar. Bilirsiniz ki, üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adedî ile yazılsa, yüz on bir kıymetinde olduğu gibi, sizin gibi üç-dört hâdim-i Hak, ayrı ayrı ve taksimü’l-a’mâl [işbölümü] olmamak cihetiyle hareket etseler, kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakikî bir uhuvvetle, [kardeşlik] birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, [dayanışma] birbirinin aynı olmak derecede bir tefâni sırrıyla hareket etseler, o dört adam, dört yüz adam kuvvetinin kıymetindedirler.

Sizler koca Isparta değil, belki büyük bir memleketi tenvir [aydınlatma] edecek elektriklerin makinistleri hükmündesiniz. Makinanın çarkları birbirine muavenete [yardım] mecburdur. Hem birbirini kıskanmak değil, belki bilâkis birbirinin fazla kuvvetinden memnun olurlar. Şuurlu farz ettiğimiz bir çark, daha kuvvetli bir çarkı görse memnun olur. Çünkü vazifesini tahfif [hafifletme] ediyor. Hak ve hakikatin, Kur’ân ve imanın hizmeti olan büyük bir hazine-i âliyeyi [yüce hazine] omuzlarında taşıyan zâtlar, kuvvetli omuzlar altına girdikçe iftihar eder, minnettar olur, şükreder.

Sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız. Tenkit edilecek, kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var. Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telâkkî ediyorum. Siz de Üstadınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Adeta, herbiriniz ötekinin faziletlerine naşir [yayınlayan] olunuz.

Bediüzzaman

ba

261

Sevgili ve muhterem Üstadım,

“Sözler”inizin yani risalelerinizin herbiri birer deva-yı azîmdir. “Sözler”inizden pek çok feyz alıyorum. O kadar ki, okudukça tekrar etmeyi istiyorum. Ve tekrarında duyduğum İlâhî [Allah tarafından olan] bir zevki tarif edemeyeceğim. Bugün “Sözler”inizden değil hepsini, bir tanesini alan insafla okursa, hakkı teslime ve münkir [Allah’a inanmayan] ise gittiği yolu terke, fâsık [günahkâr] ise tevbeye mecbur olacağına kat’iyen [kesinlikle] ümitvârım.

 Hüsrev

ba

 Nur Risalelerine çok müştak [arzulu, aşırı istekli] ve onların mütalâasından intibaha [uyanış] gelen bir doktora yazılan mektuptur.

Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimî ve aziz dostum,

Senin hararetli mektubunun gösterdiği intibah-ı ruhî [ruhî uyanış] şâyân-ı tebriktir. Biliniz ki, mevcudat [var edilenler, varlıklar] içinde en kıymettar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir. Ve hidemat[hizmetler] hayatiye içinde en kıymettar, hayat-ı fâniyenin [geçici, ölümlü hayat] hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etmesi için sa’y [çalışma] etmektir. Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise, hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] çekirdek ve mebde [başlangıç] ve menşe cihetindedir. Yoksa, hayat-ı ebediyeyi [sonsuz âhiret hayatı] zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı fâniyeye [geçici, ölümlü hayat] hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] etmek, ânî bir şimşeği sermedî [daimi, sürekli] bir güneşe tercih etmek gibi bir divaneliktir.

Hakikat nazarında herkesten ziyade hasta olan, maddî ve gâfil doktorlardır. Eğer eczahane-i kudsiye-i Kur’âniyeden tiryâk-misâl imanî ilâçları alabilseler, hem kendi hastalıklarını, hem beşeriyetin yaralarını tedavi ederler, inşaallah. [Allah dilerse] Senin şu intibahın [uyanış] senin yarana bir merhem olacağı gibi, seni dahi doktorların marazına bir ilâç yapar.

Hem bilirsin, meyus [ümitsiz] ve ümitsiz bir hastaya manevî bir tesellî, bazan bin  

262

ilâçtan daha ziyade nâfidir. [faydalı] Halbuki, tabiat bataklığında boğulmuş bir tabip, o biçare marîzin elîm ye’sine [ümitsizlik] bir zulmet [karanlık] daha katar. İnşaallah bu intibahın [uyanış] seni öyle biçarelere medar-ı tesellî ve nurlu bir tabip yapar. Bilirsin ki, ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid [cansız] şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi [bilgiler] faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir intibah [uyanış] iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin [her şeyi hikmetle yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] hesabına çevirsin, o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymettar maarif-i İlâhiye [İlâhî bilgiler] hükmüne geçsin.

Zeki dostum, kalb çok arzu ederdi, ehl-i fenden [bilim adamları] envâr-ı imaniyeye [iman nurları] ve esrar-ı Kur’âniyeye [Kur’ân’daki sırlar] iştiyak [arzu, istek] derecesinde ihtiyacını hissetmek cihetinde Hulûsi Beye benzeyecek adamlar ileri atılsın. Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur’ân’ın dellâlından [davetçi, ilan edici] sana bir mektuptur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’âniye’den birer reçetedir farz et. Gaybûbet [kaybolma] içinde hâzırâne [hazırcasına] bir musâhabe dairesini onlarla aç.

Hem arzu ettiğin vakit bana mektup yaz. Ben cevap vermezsem de gücenme. Çünkü eskiden beri mektupları pek az yazarım. Hattâ üç senedir kardeşimin çok mektuplarına karşı bir tek cevap yazdım.

Said Nursî

ba

Risale-i Nur’un tesvidinde [bir yazıyı karalama olarak yazmak] çok hizmeti sebkat eden temiz kalbli, ihlâslı, bir hafız, müdakkik [dikkatli] bir hoca olan Hafız Halid’in bir fıkrasıdır. [bölüm]

Risale-i Nur’un müellifi Bediüzzaman, nâdire-i cihan, hâdim-i Kur’ân [Kur’ân hizmetçisi] Said Nursî (r.a.) hakkında hissiyatımdan binden birini beyan ediyorum:

Üstadım, kendisi Nur ism-i celîline mazhardır. Bu ism-i şerif, kendileri hakkında

263

bir ism-i âzamdır. Kendi karyesinin [köy] adı Nurs, validesinin ismi Nuriye, Kadirî üstadının ismi Nureddin, Nakşî üstadının ismi Seyyid Nur Mehmed, Kur’ân üstadlarından Hafız Nuri, hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] hususî imamı Zinnûreyn; fikrini, kalbini tenvir [aydınlatma] eden âyet-i Nur [“Allah, göklerin ve yerin nûrudur” ifadesiyle başlayan, Nur Sûresinin 35. âyeti] olması ve müşkil [zor] mesâilini [meseleler] izaha vasıta olan nur temsilâtı [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] gayet kıymettardır. Resâilin [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] mecmuuna Risale-i Nur tesmiyesi, [isimlendirme] Nur ismi onun hakkında ism-i âzam olduğunu teyid etmektedir.

Risale-i Nur adlı harika telifatının [kaleme alma] bir kısmı Arabî olmakla beraber, Risale-i Nur eczaları şimdiye kadar yüz on dokuza bâliğ [erişen, ulaşan] olmuştur.1 Herbir risale, kendi mevzuunda harikadır. Gayet yüksek olmakla beraber, Onuncu Söz ismiyle iştihar eden [meşhur olan] haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] ait olan risalesi pek harikadır, câmidir. Ulemaca sırf naklî olan haşri ve neşri, gâyet kuvvetli ve kat’î delâil-i akliyeyle [aklî deliller] ispat etmiştir. Onunla çokları imanını kurtarmış.

هُوَ الَّذِي جَعَلَ الشَّمْسَ ضِيَاءً وَالْقَمَرَ نُورًا 2 âyetinin sırrıyla diyebilirim ki, Risale-i Nur bir kamer-i marifettir ki, şems-i hakikat [hakikat güneşi] olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyândan [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] nurunu istifâza eylemiş ki, نُورُ الْقَمَرِ مُسْتَفَادٌ مِنَ الشَّمْسِ 3 olan meşhur kaziye-i felekiyeye mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olmuştur. Hem diyebilirim ki, Üstadım Kur’ân hakkında bir kamer [ay] hükmünde olup, semâ-i risaletin şemsi olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan nuru istifade edip Risale-i Nur şeklinde tezâhür etmiş.

264

Üstadım, başkalarında nadiren bulunan mümtaz [seçkin] hasletlerin, [huy, karakter] zahirî tavrının pek fevkinde [üstünde] bir vaziyet gösteriyor. Zahir hale bakılsa, ilmihali bilmiyor gibi görünür; birden, bakarsın, bir derya kesiliyor. Mezun olduğu miktarı ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan istifade derecesi nisbetinde söyler. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmdan istifadesi olmadığı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet [alçakgönüllülük] gösterir. “Bende nur yok, kıymet yok” der. Bir hasleti [huy, karakter] de tam tevazudur [alçakgönüllülük] ve مَنْ تَوَاضَعَ رَفَعَهُ اللهُ 1 hadîsiyle tam âmil olmasıdır.

İşte bu haslet [huy, karakter] icabatındandır ki, bizim gibi talebelerinden bazı mesâil-i ilmiyede muhalefet bulunsa, onların sözlerini, içinde arar, hak bulduğu vakit, kemâl-i tevazu ile ve lezzetle kabul ederek teslim eder. “Mâşâallah siz benden daha iyi bildiniz. Allah razı olsun” der. Hak ve hakikati, nefsin gurur ve enâniyetine daima tercih eder. Hattâ ben bazı meselelerde muhalefet ediyordum. Bana karşı gayet mültefit, memnunâne [memnun bir şekilde] bir tavır alır; eğer yanlış yapsam, güzelce, damarıma dokunmayarak beni ikaz eder. Eğer güzel birşey söylemişsem, çok memnun olur.

Üstadım bilhassa hikmet-i hakikiye [felsefenin karşısında Kur’ân’ın koyduğu gerçek hikmet] fenninde, yani hikmet-i şeriat ve İslâmiyet noktasında pek harikadır ve hikmet-i beşeriyede [insanın bilgi ve felsefesi] dahi çok ileridir. Hattâ o ilimde, Eflâtun ve İbni Sina’yı geçmiş diyebilirim…

Bundan on üç sene evvel, “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye” [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] âzâsından iken, küçükten beri şimdiye kadar izn-i İlâhîyle [Allah’ın izni] onun bir muîni [yardımcı] ve nâsırı ve muhafızı olan kutb-u Rabbânî ve kandil-i nurânî Abdülkadir-i Geylânî (r.a.) Hazretlerinin Fütûhu’l-Gayb risalesini tefe’ülen [iyimser bir düşünceyle bir kitabı rasgele açmak ve açılan kısmı kendine doğrudan hitap ediyormuş gibi okumak] açtığı esnada,

265

اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِي قَلْبَكَ * 1

ibâresi çıktı. O ibare,2 onun hakkında pek mânidar olarak, Eski Said’i Yeni Said’e çevirmesine sebebiyet vermiştir.

Eski Said olduğu zamanlarda, İngilizlerin dinî suallerine gayet lâtif [berrak, şirin, hoş] ve müskit [susturucu] bir cevap vermiştir. Ve ilm-i mantıkta, [mantık ilmi] İbni Sina’nın telifatını [kaleme alma] geçecek Tâlikat [sonraya bırakma] namında harika bir risalesi var. İşkâl-i mantıkıyeyi kıyâs-ı istikrâî cihetiyle on bine kadar iblâğ edip, hiçbir âlimin yetişemediği bir derece-i ihata göstermiş… Sünuhat [Allah’ın yardımıyla kalbe gelen mânâlar] isminde bir risalesinde gördüm ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, âlem-i mânâda, [maddî gözle görünmeyen mânevî âlem] bir medresede ona ders verdiğini görmüş. O ders-i mâneviyeye binaen İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] namındaki harika tefsiri yazmış. Bana birgün dedi ki:

Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] hâdisat ve netâicleri [neticeler] mâni olmasaydı, İşârâtü’l-İ’câz‘ı [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] Allah’ın izniyle altmış cilt yazacaktım. İnşaallah, Risale-i Nur, âhiren o mutasavver [hayal edilen] harika tefsirin yerini tutacak.”

Üstadımla yedi-sekiz sene musahabetim [karşılıklı sohbet etme] esnâsında [vakit, zaman] mühim meşhudatım [görünen] çoktur. Fakat اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ 3 mucibince, deryaya delâlet maksadıyla bu fıkra [bölüm] kâfi [yeterli] görüldü. Çünkü Üstadımdan iftirak [ayrılık] zamanı idi; acele yazdım. Üstadım, وَالصَّاحِبُ بِالْجَنْبِ 4 âyetinin sırrıyla çok defa yanlarında beni musahip bulmak hakkını ve teveccüh [ilgi] duasıyla yerine getireceklerine eminim…

 Hafız Halid

ba

266

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Barla’da Yirmi Sekizinci Sözü Telif [kaleme alma] Ettikleri 
Cennet Bahçesi İle Tesmiye [isimlendirme] Olunan Süleyman’ın Bahçesi

267

Üstad Hazretlerinin Yaz Aylarında Kaldığı Çam Dağlarından Eğridir
Gölüne Nazır Tepedeki Katran Ağacı

268