MEKTUBAT – On Dokuzuncu Mektup -4 (258-280)

258

ON YEDİNCİ İŞARET

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın Kur’ân’dan sonra en büyük mu’cizesi kendi zâtıdır. Yani, onda içtima [bir araya gelme, toplanma] etmiş ahlâk-ı âliyedir [yüksek ahlâk] ki, herbir haslette [huy, karakter] en yüksek tabakada olduğuna, dost ve düşman ittifak ediyorlar. Hattâ şecaat [yiğitlik, cesaret] kahramanı Hazret-i Ali, mükerreren [defalarca] diyordu: “Harbin dehşetlendiği vakit, biz Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın arkasına iltica edip tahassun [sığınma, korunma] ediyorduk.”1 Ve hâkezâ, bütün ahlâk-ı hamîdede [övgüye değer huylar] en yüksek ve yetişilmeyecek bir dereceye malikti. Şu mu’cize-i ekberi [en büyük mu’cize] Allâme-i Mağrib Kadı İyaz’ın Şifâ-i Şerif’ine havale ediyoruz. Elhak, o zât, o mu’cize-i ahlâk-ı hamîdeyi pek güzel beyan edip ispat etmiştir.

Hem pek büyük ve dost ve düşmanla musaddak [doğrulanan] bir mu’cize-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] (a.s.m.), şeriat-i kübrâsıdır ki, ne misli [benzer] gelmiş ve ne de gelecek. Şu mu’cize-i âzamın bir derece beyanını, bütün yazdığımız otuz üç Söz ve otuz üç Mektuba ve otuz bir Lem’aya [parıltı] ve on üç Şuaya havale ediyoruz.

Hem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] ve kat’î bir mu’cize-i kübrâsı, [büyük mu’cize] şakk-ı kamerdir. [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] Evet, şu inşikak-ı kamer, [ayın ikiye ayrılması; Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] çok tariklerle mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] bir surette, İbni Mes’ud, İbni Abbas, İbni Ömer, İmam-ı Ali, Enes, Huzeyfe gibi pek çok eâzım-ı Sahabeden müteaddit [bir çok] tariklerle haber verilmekle beraber, nass-ı Kur’ân‘la, [Kur’ân’ın açık ve kesin hükmü] اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ 2 âyeti, o mu’cize-i kübrâ[büyük mu’cize] âleme ilân etmiştir. O zamanın inatçı Kureyş müşrikleri, şu âyetin verdiği habere karşı inkârla mukabele [karşılama; karşılık verme] etmemişler, belki yalnız “Sihirdir” demişler.3 Demek, kâfirlerce

259

dahi kamerin [ay] inşikakı [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] kat’îdir. Şu mu’cize-i kübrâyı, [büyük mu’cize] şakk-ı kamere [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] dair yazdığımız, Otuz Birinci Söze zeyl [ek] olan Şakk-ı Kamer [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] Risalesine havale ederiz.

Hem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, nasıl ki arz ahâlisine inşikak-ı kamer [ayın ikiye ayrılması; Peygamberimizin (a.s.m.) bir işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] mu’cizesini göstermiş; öyle de, semâvât ahalisine Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] mu’cize-i ekberini [en büyük mu’cize] göstermiştir. İşte, Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] denilen şu mu’cize-i âzamı, Otuz Birinci Söz olan Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] Risalesine havale ederiz. Çünkü o risale, o mu’cize-i kübrâyı, [büyük mu’cize] ne kadar nuranî ve âli [yüce] ve doğru olduğunu kat’î burhanlarla, [delil] hattâ mülhidlere [dinsiz] karşı da ispat etmiştir. Yalnız, mu’cize-i Miracın mukaddimesi [başlangıç] olan Beytü’l-Makdis seyahati ve sabahleyin Kureyş kavmi ondan Beytü’l-Makdisin tarifatını istemesi üzerine hasıl olan bir mu’cizeyi bahsedeceğiz. Şöyle ki:

Mirac [Allah’ın huzuruna yükselme] gecesinin sabahında, miracını [Allah’ın huzuruna yükselme] Kureyş’e haber verdi. Kureyş tekzip etti. Dediler: “Eğer Beytü’l-Makdise gitmişsen, Beytü’l-Makdisin kapılarını ve duvarlarını ve ahvâlini [haller] bize tarif et.” Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman ediyor ki:

فَكَرَبْتُ كَرْبًا لَمْ اَكْرُبْ مِثْلَهُ قَطُّ فَجَلىّ اللهُ لِى بَيْتَ الْمَقْدِسِ وَكَشَفَ الْحُجُبَ بَيْنِى وَبَيْنَهُ حَتّٰى رَاَيْتُهُ فَنَعَتُّهُ وَاَنَا اَنْظُرُ اِلَيْهِ

Yani, “Onların tekziplerinden ve suallerinden pek çok sıkıldım. Hattâ öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Birden, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Beytü’l-Makdisi bana gösterdi. Ben de Beytü’l-Makdise bakıyorum, birer birer herşeyi tarif ediyordum.”1 İşte, o vakit Kureyş baktılar ki, Beytü’l-Makdisten doğru ve tam haber veriyor.

Hem Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Kureyş’e demiş ki: “Yolda giderken sizin bir kàfilenizi gördüm. Kàfileniz yarın filân vakitte gelecek.” Sonra o vakit kàfileye muntazır [bekleyen, hazır] kaldılar. Kàfile bir saat taahhur etmiş. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ihbarı doğru çıkmak için, ehl-i tahkikin [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] tasdikiyle,

260

güneş bir saat tevakkuf [durağan olma] etmiş. Yani, arz, onun sözünü doğru çıkarmak için, vazifesini, seyahatini bir saat tatil etmiştir ve o tatili güneşin sükûnetiyle göstermiştir.1

İşte, Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmın birtek sözünün tasdiki için, koca arz vazifesini terk eder, koca güneş şahit olur. Böyle bir zâtı tasdik etmeyen ve emrini tutmayanın ne derece bedbaht olduğunu ve onu tasdik edip emrine سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا 2 diyenlerin ne kadar bahtiyar olduklarını anla, اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَى اْلاِيمَانِ وَاْلاِسْلاَمِ 3 de.

ON SEKİZİNCİ İŞARET

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın en büyük ve ebedî ve yüzer delâil-i nübüvveti [peygamberlik delilleri] câmi ve kırk vecihle [yön] i’câzı [mu’cize oluş] ispat edilmiş bir mu’cizesi dahi Kur’ân-ı Hakîmdir. [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] İşte şu mu’cize-i ekberin [en büyük mu’cize] beyanına dair Yirmi Beşinci Söz, takriben [yaklaştırma] yüz elli sahifede, kırk vech-i i’câzını [mu’cizelik yönü] icmâlen [özet] beyan ve ispat etmiştir. Öyle ise, şu mahzen-i mu’cizat olan mu’cize-i âzamı o Söze havale ederek, yalnız iki üç nükteyi [derin anlamlı söz] beyan edeceğiz.

BİRİNCİ NÜKTE: [derin anlamlı söz] Eğer denilse, “İ’câz-ı Kur’ân belâğattedir. [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] Halbuki umum tabakatın hakları var ki, i’câzında [mu’cize oluş] hisseleri bulunsun. Halbuki, belâğattaki [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] i’câzı, [mu’cize oluş] binde ancak bir muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] âlim anlayabilir.”

Elcevap: Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] her tabakaya karşı bir nevi i’câzı [mu’cize oluş] vardır ve bir tarzda i’câzının [mu’cize oluş] vücudunu ihsas [hissettirme] eder.

261

Meselâ, ehl-i belâğat [belâğat âlimleri] ve fesâhat [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] tabakasına karşı, harikulâde belâğattaki i’câzını [mu’cize oluş] gösterir.

Ve ehl-i şiir ve hitabet tabakasına karşı garip, güzel, yüksek üslûb-u bedîin [eşsiz güzellikteki ifade tarzı] i’câzını [mu’cize oluş] gösterir. O üslûp herkesin hoşuna gittiği halde, kimse taklit edemiyor. Mürur-u zaman [zaman aşımı, zamanın geçmesi] o üslûbu ihtiyarlatmıyor; daima genç ve tazedir. Öyle muntazam bir nesir ve mensur bir nazımdır [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] ki, hem âli, [yüce] hem tatlıdır.

Hem kâhinler ve gaibden haber verenler tabakasına karşı, harikulâde ihbârât-ı gaybiyedeki [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] i’câzını [mu’cize oluş] gösterir.

Ve ehl-i tarih ve hâdisât-ı âlem uleması tabakasına karşı, Kur’ân’daki ihbârât [haber vermeler] ve hâdisât-ı ümem-i sâlife ve ahval [durumlar] ve vâkıât-ı istikbaliye ve berzahiye ve uhreviyedeki i’câzını [mu’cize oluş] gösterir.

Ve içtimaiyat-ı [bir araya gelme, toplanma] beşeriye uleması ve ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] tabakasına karşı, Kur’ân’ın desâtir-i kudsiyesindeki [kudsî düsturlar, [kâide, kural] mukaddes prensipler] i’câzını [mu’cize oluş] gösterir. Evet, o Kur’ân’dan çıkan şeriat-i kübrâ, o sırr-ı i’câzı [mu’cizeliğin sırrı] gösterir.

Hem maarif-i İlâhiye [İlâhî bilgiler] ve hakaik-i kevniyede tevaggul [bir işe girme, bir şeyde derinleşme] eden tabakaya karşı, Kur’ân’daki hakaik-i kudsiye-i [mukaddes hakikatler, gerçekler] İlâhiyedeki i’câzı [mu’cize oluş] gösterir veya i’câzın [mu’cize oluş] vücudunu ihsas [hissettirme] eder.

Ve ehl-i tarikat [bir tarikata bağlı olanlar] ve velâyete [velilik] karşı, Kur’ân bir deniz gibi daima temevvücde [dalgalanma] olan âyâtının esrarındaki i’câzını [mu’cize oluş] gösterir.

Ve hâkezâ, kırk tabakadan her tabakaya karşı bir pencere açar, i’câzını [mu’cize oluş] gösterir. Hattâ, yalnız kulağı bulunan ve bir derece mânâ fehmeden avam [halk] tabakasına karşı, Kur’ân’ın okunmasıyla, başka kitaplara benzemediğini, kulak sahibi tasdik eder. Ve o âmi [basit, sıradan] der ki: “Ya bu Kur’ân bütün dinlediğimiz kitapların aşağısındadır—bu ise, hiçbir düşman dahi diyemez ve hem yüz derece muhaldir. Öyle ise, bütün işitilen kitapların fevkindedir. [üstünde] Öyle ise mu’cizedir.”

262

İşte bu kulaklı âminin fehmettiği i’câzı, [mu’cize oluş] ona yardım için bir derece izah edeceğiz. Şöyle ki:

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] meydana çıktığı vakit, bütün âleme meydan okudu ve insanlarda iki şiddetli his uyandırdı:

Birisi: Dostlarında hiss-i taklidî, yani sevgili Kur’ân’ın üslûbuna karşı benzemeklik arzusu ve onun gibi konuşmak hissi.

İkincisi: Düşmanlarda bir hiss-i tenkit ve muaraza, [karşı gelme, karşı koyma] yani Kur’ân üslûbuna mukabele [karşılama; karşılık verme] etmekle dâvâ-yı i’câzı kırmak hissi.

İşte bu iki hiss-i şeditle milyonlar Arabî kitaplar yazılmışlar, meydandadır. Şimdi, bütün bu kitapların en beliğleri, en fasihleri [güzel, açık ve düzgün] Kur’ân’la beraber okunduğu vakit, her kim dinlese, kat’iyen [kesinlikle] diyecek ki, Kur’ân bunların hiçbirisine benzemiyor. Demek Kur’ân, umum bu kitapların derecesinde değildir. Öyle ise, herhalde, ya Kur’ân umumunun altında olacak—o ise, yüz derece muhal [bâtıl, boş söz] olmakla beraber, hiç kimse, hattâ şeytan bile olsa diyemez.Haşiye [dipnot] Öyle ise, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] yazılan umum kitapların fevkindedir. [üstünde]

Hattâ, mânâyı da fehmetmeyen cahil âmi [basit, sıradan] tabakaya karşı da, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] usandırmamak suretiyle i’câzını [mu’cize oluş] gösterir. Evet, o âmi, [basit, sıradan] cahil adam der ki: “En güzel, en meşhur bir beyti iki üç defa işitsem, bana usanç veriyor. Şu Kur’ân ise hiç usandırmıyor; gittikçe daha ziyade dinlemesi hoşuma gidiyor. Öyle ise bu insan sözü değildir.”

Hem hıfza çalışan çocukların tabakasına karşı dahi, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] o nazik, zayıf, basit ve bir sahife kitabı hıfzında tutamayan o çocukların küçük kafalarında, o büyük Kur’ân ve çok yerlerinde iltibas [karıştırma] ve müşevveşiyete [dağınık, karışık] sebebiyet veren, birbirine benzeyen âyetlerin ve cümlelerin teşabühüyle [birbirine benzeme] beraber, kemâl-i suhuletle, [tam bir kolaylık] kolaylıkla o çocukların hafızalarında yerleşmesi suretinde, i’câzını [mu’cize oluş] onlara dahi gösterir.

Hattâ, az sözden ve gürültüden müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olan hastalara ve sekeratta [can çekişme/ölüm anı] olanlara karşı, Kur’ân’ın zemzemesi [ezgili, nağmeli ses] ve sadâsı, zemzem suyu gibi onlara hoş ve tatlı geldiği cihetle, bir nevi i’câzını [mu’cize oluş] onlara da ihsas [hissettirme] eder.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Kırk muhtelif tabakata ve ayrı ayrı insanlara, kırk vech [cihet, yön, taraf] ile

263

Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] i’câzını [mu’cize oluş] gösterir veya i’câzının [mu’cize oluş] vücudunu ihsas [hissettirme] eder, kimseyi mahrum bırakmaz. Hattâ, yalnız gözü bulunan,Haşiye kulaksız, kalbsiz, ilimsiz tabakasına karşı da, Kur’ân’ın bir nevi alâmet-i i’câzı vardır. Şöyle ki:

Hafız Osman hattıyla ve basmasıyla olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] yazılan kelimeleri birbirine bakıyor. Meselâ, Sûre-i Kehf’te وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ 1 kelimesi altında yapraklar delinse, Sûre-i Fâtır’daki قِطْمِيرٍ 2 kelimesi az bir inhirafla [doğru yoldan sapma] görünecek ve o kelbin [köpek] ismi de anlaşılacak. Ve Sûre-i Yâsin’de iki defa مُحْضَرُونَ 3 birbiri üstüne; ve’s-Sâffât’taki مُحْضَرِينَ ve مُحْضَرُونَ hem birbirine, hem onlara bakıyor; biri delinse, ötekiler az bir inhirafla [doğru yoldan sapma] görünecek.

Meselâ, Sûre-i Sebe’in âhirinde, Sûre-i Fâtır’ın evvelindeki iki 4 مَثْنٰى birbirine bakar. Bütün Kur’ân’da yalnız üç مَثْنٰى dan ikisi birbirine bakmaları tesadüfî olamaz.

Ve bunların emsali pek çoktur. Hattâ bir kelime, beş altı yerde yapraklar arkasında az bir inhirafla [doğru yoldan sapma] birbirine bakıyorlar. Ve Kur’ân’ın birbirine bakan iki sahifesinde, birbirine bakan cümleleri kırmızı kalemle yazılan bir Kur’ân’ı ben gördüm, “Şu vaziyet dahi bir nevi mu’cizenin emaresidir” o vakit dedim. Daha sonra baktım ki, Kur’ân’ın, müteaddit [bir çok] yapraklar arkasında birbirine bakar çok cümleleri var ki, mânidar bir surette birbirine bakar.

264

İşte, tertib-i Kur’ân irşad-ı Nebevî [Peygamberin doğru yolu göstermesi] ile, münteşir [yaygın olan] ve matbu Kur’ân’lar da ilham-ı İlâhî [Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu] ile olduğundan, Kur’ân-ı Hakîm‘in [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nakşında ve o hattında bir nevi alâmet-i i’câz işareti var. Çünkü o vaziyet ne tesadüfün işi ve ne de fikr-i beşerin [insan düşüncesi] düşünüşüdür. Fakat bazı inhiraf [doğru yoldan sapma] var ki, o da tab’ın [baskı basma] noksanıdır ki, tam muntazam olsaydı, kelimeler tam birbiri üzerine düşecekti.

Hem, Kur’ân’ın Medine’de nâzil olan mutavassıt [orta derece] ve uzun sûrelerinin herbir sahifesinde lâfzullah [“Allah” lâfzı, kelimesi] pek bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] bir tarzda tekrar edilmiş. Ağleben [çoğunlukla] ya beş, ya altı, ya yedi, ya sekiz, ya dokuz, ya on bir adet tekrarla beraber, bir yaprağın iki yüzünde ve karşı karşıya gelen sahifede güzel ve mânidar bir münasebet-i adediye gösterir. Haşiye [dipnot] 1-2-3-4

265

İKİNCİ NÜKTE: [derin anlamlı söz] Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın zamanında sihrin revacı [kıymet, değer]

266

olduğundan, mühim mu’cizâtı ona benzer bir tarzda geldiği; ve Hazret-i İsâ aleyhisselâmın zamanında ilm-i tıp revaçta [değer, kıymet] olduğundan, mu’cizâtının galibi o cinsten geldiği gibi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dahi zamanında Ceziretü’l-Arabda [yarımada] en ziyade revaçta [değer, kıymet] dört şey idi:

Birincisi: Belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] ve fesahat. [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması]

İkincisi: Şiir ve hitabet.

Üçüncüsü: Kâhinlik ve gaibden haber vermek.

Dördüncüsü: Hâdisât-ı maziyeyi ve vâkıât-ı kevniyeyi bilmekti.

İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] geldiği zaman, bu dört nevi malûmat sahiplerine karşı meydan okudu.

Başta, ehl-i belâğate [belâğat âlimleri] birden diz çöktürdü; hayretle Kur’ân’ı dinlediler.

İkincisi, ehl-i şiir ve hitabet, yani muntazam nutuk okuyan ve güzel şiir söyleyenlere karşı öyle bir hayret verdi ki, parmaklarını ısırttı. Altınla yazılan en güzel şiirlerini ve Kâbe duvarlarına medar-ı iftihar [övünç kaynağı] için asılan meşhur Muallâkat-ı Seb’alarını [yedi askı, Kur’ân nâzil olmadan önce, meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe’nin duvarına asılmış olanları] indirtti, kıymetten düşürdü.

Hem gaipten haber veren kâhinleri ve sâhirleri [büyüleyici, etkileyici] susturdu. Onların gaybî haberlerini onlara unutturdu. Cinnîlerini tard [kovma] ettirdi. Kâhinliğe hâtime [son] çektirdi.

Hem ümem-i [milletler] sâlifenin vekayiine ve hâdisât-ı âlemin ahvâline [haller] vakıf olanları hurafattan ve yalandan kurtarıp, hakikî hâdisât-ı maziyeyi ve nurlu olan vekayi-i âlemi onlara ders verdi.

İşte bu dört tabaka, Kur’ân’a karşı kemâl-i hayret [tam bir şaşkınlık] ve hürmetle onun önüne diz çökerek şakirt [öğrenci] oldular. Hiçbirisi hiçbir vakit birtek sûreyle muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] kalkışamadılar.

Eğer denilse: “Nasıl biliyoruz ki, kimse muaraza [karşı gelme, karşı koyma] edemedi ve muaraza [karşı gelme, karşı koyma] kàbil [gibi] değil?”

267

Elcevap: Eğer muaraza [karşı gelme, karşı koyma] mümkün olsaydı, herhalde teşebbüs edilecekti. Çünkü muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] ihtiyaç şedit [çok şiddetli] idi. Zira dinleri, malları, canları, iyalleri tehlikeye düşüyor; muaraza [karşı gelme, karşı koyma] edilseydi kurtulurlardı. Eğer muaraza [karşı gelme, karşı koyma] mümkün olsaydı, herhalde muaraza [karşı gelme, karşı koyma] edecektiler. Eğer muaraza [karşı gelme, karşı koyma] edilseydi, muaraza [karşı gelme, karşı koyma] taraftarları kâfirler, münafıklar çok, hem pek çok olduğundan, herhalde muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] taraftar çıkıp iltizam [kabul etme, taraftarlık] ederek herkese neşredeceklerdi. (Nasıl ki, İslâmiyetin aleyhinde herşeyi neşretmişler.) Eğer neşretseydiler ve muaraza [karşı gelme, karşı koyma] olsaydı, herhalde tarihlere, kitaplara şâşaalı bir surette geçecekti. İşte, meydanda bütün tarihler, kitaplar; hiçbirisinde, Müseylime-i Kezzab’ın birkaç fıkrasından [bölüm] başka yoktur. Halbuki, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] yirmi üç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadı tahrik edecek bir tarzda meydan okudu. Ve derdi ki:

“Şu Kur’ân’ın, Muhammedü’l-Emin [“güvenilir Muhammed” mânâsında Peygamberimize verilen bir ünvan] gibi bir ümmîden nazîrini [benzer] yapınız ve gösteriniz.

“Haydi, bunu yapamıyorsunuz; o zât ümmî olmasın, gayet âlim ve kâtip olsun.

“Haydi, bunu da getiremiyorsunuz; birtek zât olmasın. Bütün âlimleriniz, beliğleriniz toplansın, birbirine yardım etsin. Hattâ güvendiğiniz âliheleriniz size yardım etsin.

“Haydi, bununla da yapamayacaksınız. Eskiden yazılmış beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] eserlerden de istifade edip, hattâ gelecekleri de yardıma çağırıp Kur’ân’ın nazîrini [benzer] gösteriniz, yapınız.

“Haydi, bunu da yapamıyorsunuz. Kur’ân’ın mecmuuna olmasın da, yalnız on sûresinin nazîrini [benzer] getiriniz.

“Haydi, on sûresine mukàbil, hakikî, doğru olarak bir nazîre [benzer] getiremiyorsunuz. Haydi, hikâyelerden, asılsız kıssalardan terkip [birleşim, sentez] ediniz, yalnız nazmına [diziliş, tertip] ve belâğatine [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] nazîre [benzer] olsun getiriniz.

“Haydi, bunu da yapamıyorsunuz; birtek sûresinin nazîrini [benzer] getiriniz.

“Haydi, sûre uzun olmasın; kısa bir sûre olsun, nazîrini [benzer] getiriniz. Yoksa din, can, mal, iyalleriniz, dünyada da, âhirette de tehlikeye düşecektir.”

İşte, sekiz tabakada ilzam [susturma] suretinde, Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] yirmi üç senede değil, belki bin üç yüz senede bütün ins ve cinne karşı bu meydanı okumuş ve okuyor. Halbuki, evvelki zamanda o kâfirler can, mal ve iyâlini [aile fertleri] tehlikeye atıp en dehşetli yol olan harp yolunu ihtiyar ederek, en kolay ve en kısa olan muaraza [karşı gelme, karşı koyma] yolunu terk ettiler. Demek muaraza [karşı gelme, karşı koyma] yolu mümkün değildi.

268

İşte, hiçbir âkıl, [akıllı] hususan o zamanda Ceziretü’l-Arabdaki [yarımada] adamlar, hususan Kureyşîler gibi zeki adamlar, birtek edipleri Kur’ân’ın birtek sûresine nazîre [benzer] yapıp Kur’ân’ın hücumundan kurtulmasını temin ederek, kısa ve kolay yolu terk edip can, mal, iyâlini [aile fertleri] tehlikeye atıp, en müşkülâtlı yola sülûk [mânevî yol alma] eder mi?

Elhasıl, [kısaca, özetle] meşhur Câhız’ın dediği gibi, “Muaraza-i [karşı gelme, karşı koyma] bilhuruf mümkün olmadı, muharebe-i bissüyufa [kılıçlarla savaşma, silahlı mücadele] mecbur oldular.”1

Eğer denilse: Bazı muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] ulema demişler ki: “Kur’ân’ın bir sûresine değil, birtek âyetine, hattâ birtek cümlesine, hattâ birtek kelimesine muaraza [karşı gelme, karşı koyma] edilmez ve edilmemiş.” Bu sözler mübalâğa görünüyor ve akıl kabul etmiyor. Çünkü beşerin sözlerinde Kur’ân cümlelerine benzeyen çok cümleler var. Bu sözün sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] nedir?

Elcevap: İ’câz-ı Kur’ân’da iki mezhep var:

Mezheb-i ekser ve râcih odur ki, Kur’ân’daki letâif-i belâğat ve mezâyâ-yı maânî, kudret-i beşerin [insan kuvveti, gücü] fevkindedir. [üstünde]

İkinci, mercuh mezhep odur ki, Kur’ân’ın bir sûresine muaraza [karşı gelme, karşı koyma] kudret-i beşer [insan kuvveti, gücü] dahilindedir; fakat Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mu’cize-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizesi] (a.s.m.) olarak men etmiş. Nasıl ki bir adam ayağa kalkabilir; fakat eser-i mu’cize olarak bir nebî [peygamber] dese ki, “Sen kalkamayacaksın,” o da kalkamazsa mu’cize olur. Şu mezheb-i mercûha “Sarfe Mezhebi” denilir. Yani, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] cin ve insi men etmiş ki, Kur’ân’ın bir sûresine mukabele [karşılama; karşılık verme] edemesinler. Eğer men etmeseydi, cin ve ins bir sûresine mukabele [karşılama; karşılık verme] ederdi. İşte, şu mezhebe göre, “Bir kelimesine de muaraza [karşı gelme, karşı koyma] edilmez” diyen ulemanın sözleri hakikattir. Çünkü, madem Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] i’câz [mu’cize oluş] için onları men etmiş; muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] ağızlarını açamazlar. Ağızlarını açsalar da, izn-i İlâhî [Allah’ın izni] olmazsa kelimeyi çıkaramazlar.

Amma mezheb-i râcih ve ekser olan mezheb-i evvele göre dahi, o ulemanın beyan ettiği fikrin şöyle bir ince vechi vardır ki:

269

Kur’ân-ı Hakîm‘in [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] cümleleri, kelimeleri birbirine bakar. Bazı olur, bir kelime on yere bakar; onda, on nükte-i belâğat, [belâğat inceliği] on münasebet bulunuyor. Nasıl ki, İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] namındaki tefsirde, Fâtiha‘nın [başlangıç] bazı cümleleri içinde ve الۤمۤ * ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ 1 cümleleri içinde, şu nüktelerden [derin anlamlı söz] bazı nümuneleri göstermişiz.

Meselâ, nasıl ki münakkâş bir sarayda, müteaddit, [bir çok] muhtelif nakışların [işleme] düğümü hükmünde bir taşı, bütün nakışlara [işleme] bakacak bir yerde yerleştirmek, bütün o duvarı nukuşuyla [işlemeler] bilmeye mütevakkıftır. [bağlı] Hem nasıl ki, insanın başındaki gözbebeğini yerinde yerleştirmek, bütün cesedin münasebâtını ve vezâif-i acibesini ve gözün o vezâife karşı vaziyetini bilmekle oluyor. Öyle de, ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] çok ileri giden bir kısmı, Kur’ân’ın kelimâtında [kelimeler] pek çok münasebâtı ve sair âyetlere, cümlelere bakan vücuhları, [vecihler, yönler] alâkaları göstermişler. Hususan ulema-i ilm-i huruf [harflerden mânâ çıkaran âlimler] daha ileri gidip, bir harf-i Kur’ân‘da [Kur’an harfi] bir sahife kadar esrarı, ehline beyan ederek ispat etmişler.

Hem madem Hâlık-ı Külli Şeyin [herşeyin yaratıcısı olan Allah] kelâmıdır; herbir kelimesi, kalb ve çekirdek hükmüne geçebilir. Etrafında, esrardan müteşekkil [meydana gelen] bir cesed-i mânevîye kalb ve bir şecere-i mâneviyeye çekirdek hükmüne geçebilir.

İşte, insanın sözlerinde, Kur’ân’ın kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, âyetler bulunabilir. Fakat Kur’ân’da çok münasebât gözetilerek bir tarzla yerleştirildiği yerde, bir ilm-i muhit [her şeyi kuşatan ilim] lâzım ki, öyle yerli yerine yerleşsin.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: [derin anlamlı söz] Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hülâsatü’l-hülâsa [özetin özeti] bir icmâl-i [özet] mahiyeti için, bir vakit Arabî ibare ile bir tefekkür-ü hakikîyi Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] benim kalbime ihsan [bağış] etmişti. Şimdi, aynen o tefekkürü Arabî olarak yazacağız, sonra mânâsını beyan edeceğiz. İşte:

سُبْحَانَ مَنْ شَهِدَ عَلٰى وَحْدَانِيَّتِهِ وَصَرَّحَ بِاَوْصَافِ جَمَالِهِ وَجَلاَلِهِ وَكَمَالِهِ الْقُرْاٰنُ

270

الْحَكِيمُ الْمُنَوَّرُجِهَاتُهُ السِّتُّ الْحَاوِى لِسِرِّ اِجْمَاعِ كُلِّ كُتُبِ اْلاَنْبِيَۤاءِ وَاْلاَوْلِيَۤاءِ وَالْمُوَحِّدِينَ الْمُخْتَلِفِينَ فِى اْلاَعْصَارِ وَالْمَشَارِبِ وَالْمَسَالِكِ الْمُتَّفِقِينَ بِقُلُوبِهِمْ وَعُقُولِهِمْ عَلٰى تَصْدِيقِ اَسَاسَاتِ الْقُرْاٰنِ وَكُلِّيَاتِ اَحْكَامِهِ عَلٰى وَجْهِ اْلاِجْمَالِ وَهُوَ مَحْضُ الْوَحْىِ بِاِجْمَاعِ الْمُنْزِلِ وَالْمُنْزَلِ وَالْمُنَزَّلِ عَلَيْهِ وَعَيْنُ الْهِدَايَةِ بِالْبَدَاهَةِ وَمَعْدَنُ اَنْوَارِ اْلاِيمَانِ بِالضَّرُورَةِ وَمَجْمَعُ الْحَقَۤائِقِ باِلْيَقِينِ وَمُوصِلٌ اِلَى السَّعَادَةِ بِالْعَيَانِ وَذُو اْلاَثْمَارِ الْكَامِلِينَ باِلْمُشَاهَدَةِ وَمَقْبُولُ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَۤانِّ بِالْحَدْسِ الصَّادِقِ مِنْ تَفَارِيقِ اْلاَمَارَاتِ وَالْمُؤَيَّدُ بِالدَّلاَئِلِ الْعَقْلِيَّةِ بِاِتِّفَاقِ الْعُقَلاَءِ الْكَامِلِينَ وَالْمُصَدَّقُ مِنْ جِهَةِ الْفِطْرَةِ السَّلِيمَةِ بِشَهَادَةِ اِطْمِئْنَانِ الْوِجْدَانِ وَالْمُعْجِزَةُ اْلاَبَدِيَّةُ اَلْبَاقِى وَجْهُ اِعْجَازِهِ عَلٰى مَرِّ الزَّمَانِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْمُنْبَسِطُ دَۤائِرَةُ اِرْشَادِهِ مِنَ الْمَلاَِ اْلاَعْلٰى اِلٰى مَكْتَبِ الصِّبْيَانِ يَسْتَفِيدُ مِنْ عَيْنِ دَرْسٍ اَلْمَلٰۤئِكَةُ مَعَ الصَّبِيِّينَ وَكَذَا هُوَ ذُو الْبَصَرِ الْمُطْلَقِ يَرَى اْلاَشْيَۤاءَ بِكَمَالِ الْوُضُوحِ وَالظُّهُورِ وَيُحِيطُ بِهَا وَيُقَلِّبُ الْعَالَمَ فِى يَدِهِ وَيُعَرِّفُهُ لَنَا كَمَا يُقَلِّبُ صَانِعُ السَّاعَةِ السَّاعَةَ فِى كَفِّهِ وَيُعَرِّفُ لِلنَّاسِ فَهٰذَا الْقُرْاٰنُ الْعَظِيمُ الشَّانِ هُوَ الَّذِى يَقُولُ مُكَرَّرًا: ﴿ اللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ﴾ ﴿ فَاعْلَمْ اَنَّهُ لآ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ﴾

İşte, şu tefekkür-ü Arabînin [Arapça olarak yazılan, tefekkür ile ilgili olan bölüm] tercümesi ve meâli şudur ki:

Yani, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] altı ciheti [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] parlaktır ve nurludur. Evham ve şübehat [şüpheler, tereddütler] içine giremez. Çünkü arkası Arşa dayanıyor; o cihette nur-u vahiy var. Önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn [dünya ve ahiret mutluluğu] var. Ebede, âhirete el atmış, Cennet ve saadet nuru var. Üstünde sikke-i i’câz [mu’cizelik damgası] parlıyor. Altında burhan [delil] ve delil direkleri var. İçi hâlis hidayet; sağı اَفَلاَ يَعْقِلُونَ 1 lar ile ukulü [akıllar] istintakla [konuşturma]Sadakte[“doğru söyledin”] dedirtiyor.

271

Solunda, kalblere ezvâk-ı ruhanî vermekle, vicdanları istişhad [şahid gösterme] ederek “Bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] dediren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyâna [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hangi köşeden, hangi cihetten evham ve şübehâtın [şüpheler, tereddütler] hırsızları girebilir?

Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] asırları, meşrepleri, [hareket tarzı, metod] meslekleri muhtelif olan enbiyanın, [nebiler, peygamberler] evliyanın, muvahhidînin [Allah’ın birliğine inanan] kitaplarının sırr-ı icmâını câmidir. Yani, bütün o ehl-i kalb [kalb ehli] ve akıl, Kur’ân-ı Hakîm‘in [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mücmel [kısa, kısaca] ahkâmını [hükümler] ve esâsâtını [esaslar] tasdik eder bir surette, o esâsâtı [esaslar] kitaplarında zikredip kabul etmişler. Demek onlar, Kur’ân şecere-i semâvîsinin kökleri hükmündedirler.

Hem Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] vahye istinad ediyor ve vahiydir. Çünkü, Kur’ân’ı nâzil eden Zât-ı Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] (a.s.m.) ile, Kur’ân vahiy olduğunu gösterir, ispat eder. Ve nâzil olan Kur’ân dahi, üstündeki i’câz [mu’cize oluş] ile gösterir ki, Arştan geliyor. Ve münzel-i aleyh olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bidâyet-i vahiydeki telâşı ve nüzul-ü vahiy vaktindeki vaziyet-i bîhuşu ve herkesten ziyade Kur’ân’a karşı ihlâs ve hürmeti gösteriyor ki, vahiy olup ezelden geliyor, ona misafir oluyor.

Hem o Kur’ân, bilbedâhe [açık bir şekilde] mahz-ı hidayettir. Çünkü onun muhalifi, bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] küfrün [inançsızlık, inkâr] dalâletidir. [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık]

Hem, bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] Kur’ân envâr-ı imaniyenin [iman nurları] madenidir. Elbette envâr-ı imaniyenin [iman nurları] aksi zulümattır. Çok Sözlerde bunu kat’î olarak ispat etmişiz.

Hem Kur’ân, bilyakîn, [kesinlikle] hakaikin [doğru gerçekler] mecmaıdır. [toplanılan yer] Hayalât ve hurafat, içine giremez. Teşkil ettiği hakikatli âlem-i İslâmiyet, [İslâm âlemi] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ettiği esaslı şeriat ve gösterdiği âli [yüce]

272

kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] şehadetiyle, âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ait olan bahislerinde dahi, âlem-i şehadetteki [görünen alem] bahisleri gibi ayn-ı hakaik [hakkın ta kendisi] olduğunu ve içinde hilâf [aykırı ve zıt olan] bulunmadığını ispat eder.

Hem Kur’ân, bil’ayan ve şüphesiz, saadet-i dâreyne [dünya ve ahiret mutluluğu] isal [ulaştırmak] eder, beşeri ona sevk eder. Kimin şüphesi varsa, bir defa Kur’ân’ı okusun ve dinlesin, ne diyor?

Hem Kur’ân’ın verdiği meyveler hem mükemmeldir, hem hayattardır. Öyle ise, Kur’ân ağacının kökü hakikattedir, hayattardır. Çünkü meyvenin hayatı, ağacın hayatına delâlet eder. İşte, bak, her asırda ne kadar asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve evliya gibi mükemmel ve kâmil zîhayat [canlı] ve zînur [nurlu] meyveler vermiş.

Hem hadsiz müteferrik [ayrı ayrı] emârelerden neş’et [doğma] eden bir hads ve kanaatle, Kur’ân, hem ins, hem cin, hem meleğin makbulü ve mergubudur [bütün yaratılmışların Kendisinin rızasını istediği Allah] ki, okunduğu vakit, onlar iştiyakla [arzu, istek] pervane [korku] gibi etrafına toplanıyorlar.

Hem Kur’ân vahiy olmakla beraber, delâil-i akliye [aklî deliller] ile teyid ve tahkim edilmiş. Evet, kâmil ukalânın [akıllılar, akıl sahipleri] ittifakı buna şahittir. Başta ulema-i ilm-i kelâmın [kelâm âlimleri] allâmeleri [büyük âlim] ve İbni Sina, İbni Rüşd gibi felsefenin dâhileri, müttefikan, [birleşerek] esâsât-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın esasları] usulleriyle, delilleriyle ispat etmişler.

Hem Kur’ân, fıtrat-ı selime cihetiyle musaddaktır. [doğrulanan] Eğer bir arıza ve bir maraz [hastalık] olmazsa, herbir fıtrat-ı selime onu tasdik eder. Çünkü itmi’nân-ı vicdan ve istirahat-i kalb, [kalp rahatlığı] onun envârıyla [nurlar] olur. Demek fıtrat-ı selime, vicdanın itmi’nânı [emin olma, tereddütsüz inanma] şehadetiyle onu tasdik ediyor. Evet, fıtrat, lisan-ı haliyle [beden dili] Kur’ân’a der: “Fıtratımızın kemâli sensiz olamaz.” Şu hakikati çok yerlerde ispat etmişiz.

Hem Kur’ân, bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] ve bilbedâhe, [açık bir şekilde] ebedî ve daimî bir mu’cizedir. Her vakit i’câzını [mu’cize oluş] gösterir. Sair mu’cizat gibi sönmez, vakti bitmez; ebedîdir.

273

Hem Kur’ân’ın mertebe-i irşadında öyle bir genişlik var ki, birtek dersinde, Hazret-i Cibril (a.s.), bir tıfl-ı nevresîde ile omuz omuza o dersi dinler, hisselerini alırlar. Ve İbni Sina gibi en dâhi feylesof, [felsefe ile uğraşan, felsefeci] en âmi [basit, sıradan] bir ehl-i kıraatle diz dize aynı dersi okurlar, derslerini alırlar. Hattâ bazan olur ki, o âmi [basit, sıradan] adam, kuvvet ve safvet-i iman cihetiyle, İbni Sina’dan daha ziyade istifade eder.

Hem Kur’ân’ın içinde öyle bir göz var ki, bütün kâinatı görür, ihata [herşeyi kuşatma] eder ve bir kitabın sahifeleri gibi kâinatı göz önünde tutar, tabakatını ve âlemlerini beyan eder. Bir saatin san’atkârı nasıl saatini çevirir, açar, gösterir, tarif eder. Kur’ân dahi, elinde kâinatı tutmuş, öyle yapıyor.

İşte şöyle bir Kur’ân-ı Azîmüşşandır [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] ki, فَاعْلَمْ اَنَّهُ لآ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 1 der, vahdâniyeti [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ilân eder.

اَللّٰهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْاٰنَ لَنَا فِى الدُّنْيَا قَرِينًا وَفِى الْقَبْرِ مُونِسًا وَفِى الْقِيٰمَةِ شَفِيعًا وَعَلَى الصِّرَاطِ نُورًا وَمِنَ النَّارِ سِتْرًا وَحِجَابًا وَفِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا وَاِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَلِيلاً وَاِمَامًا * اَللّٰهُمَّ نَوِّرْ قُلُوبَنَا وَقُبُورَنَا بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ وَنَوِّرْ بُرْهَانَ الْقُرْاٰنِ بِحَقِّ وَبِحُرْمَةِ مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ مِنَ الرَّحْمٰنِ الْحَنَّانِ اٰمِينَ * 2

ON DOKUZUNCU NÜKTE[derin anlamlı söz] İŞARET

Sabık [daha önceden geçen] işaretlerde, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Resulü [Allah’ın elçisi] olduğu gayet kat’î ve şüphesiz bir surette ispat edildi. İşte, risaleti [elçilik, peygamberlik] binler delâil-i kat’iye [kesin deliller] ile sabit olan Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâm,

274

vahdâniyet-i İlâhiyenin [Allah’ın bir ve tek olması] ve saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] en parlak bir delili ve en kat’î bir burhanıdır. [delil] Biz şu İşarette, o muşrık, parlak delile ve nâtık[konuşan] sâdık burhana, [delil] hülâsatü’l-hülâsa [özetin özeti] bir icmal [kısaca, özet olarak] ile küçük bir tarif yapacağız. Çünkü, madem o delildir ve neticesi marifet-i İlâhiyedir; [Allah’ı bilme ve tanıma] elbette delili tanımak ve vech-i delâletini [delil olma yönü] bilmek lâzımdır. Öyle ise, biz de gayet muhtasar [kısa] bir hülâsa [esas, öz] ile vech-i delâletini [delil olma yönü] ve sıhhatini beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, şu kâinatın mevcudatı [var edilenler, varlıklar] gibi, Hâlık-ı Kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] vücuduna ve vahdetine [Allah’ın birliği] kendi zâtı delâlet ettiği gibi, o kendi delâlet-i zâtiyesini, bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] delâletiyle beraber, lisanıyla ilân etmiştir. Madem delildir; biz de o delilin hüccet [delil] ve istikametine [doğru] ve sıdk [doğruluk] ve hakkaniyetine on beş esasta işaret ederiz:

BİRİNCİ ESAS: Hem zâtıyla, hem lisanıyla, hem delâlet-i haliyle, hem kaliyle, kâinatın Sâniine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] delâlet eden şu delil, hem hakikat-i kâinatça [kâinatın iç yüzündeki hakikat, gerçek] musaddak, [doğrulanan] hem sâdıktır. Çünkü, bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] delâletleri, elbette, vahdâniyeti [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] söyleyen zâtı tasdik hükmündedir. Demek, söylediği dâvâ da umum kâinatça musaddaktır. [doğrulanan]

Hem beyan ettiği kemâl-i mutlak [her yönüyle mükemmel olma] olan vahdâniyet-i İlâhiye [Allah’ın bir ve tek olması] ve hayr-ı mutlak [her yönüyle hayırlı olan] olan saadet-i ebediye, [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bütün hakaik-i âlemin [kâinattaki hakikatler, gerçekler] hüsün [güzellik] ve kemâline muvafık ve mutabık olduğundan, o, dâvâsında elbette sâdıktır.

Demek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, vahdâniyet-i İlâhiyeye [Allah’ın bir ve tek olması] ve saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bir burhan-ı nâtık[konuşan delil] sâdık ve musaddaktır. [doğrulanan]

İKİNCİ ESAS: Hem o delil-i sâdık ve musaddak, [doğrulanan] madem umum enbiyanın [nebiler, peygamberler] fevkinde [üstünde] binler mu’cizat ve neshedilmeyen [değiştirme, hükmünü kaldırma; şer’i bir hükmün tatbikten kaldırılmış olduğunu bildirme] bir şeriat ve umum cin ve inse şamil

275

bir davet sahibi olduğundan, elbette umum enbiyanın [nebiler, peygamberler] reisidir. Öyle ise, umum enbiyanın [nebiler, peygamberler] mu’cizatlarının sırrını ve ittifaklarını câmidir. Demek, bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] kuvvet-i icmâı ve mu’cizatlarının şehadeti, onun sıdk [doğruluk] ve hakkaniyetine bir nokta-i istinad [dayanak noktası] teşkil eder.

Hem onun terbiyesi ve irşadı [doğru yol gösterme] ve nur-u şeriatiyle kemal [fazilet, olgunluk] bulan bütün evliya ve asfiyanın [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] sultanı ve üstadıdır. Öyle ise, onların sırr-ı kerametlerini ve icmâkârâne tasdiklerini ve tahkiklerinin [araştırma, inceleme] kuvvetini câmidir. Çünkü onlar üstadlarının açtığı ve kapıyı açık bıraktığı yolda gitmişler, hakikati bulmuşlar. Öyle ise, onların bütün kerametleri [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve tahkikatları [araştırma, inceleme] ve icmâları, [özet] o mukaddes üstadlarının sıdk [doğruluk] ve hakkaniyeti için bir nokta-i istinad [dayanak noktası] temin eder.

Hem o burhan-ı vahdâniyet, [Allah’ın birliğine ait delil] sabık [daha önceden geçen] işaretlerde görüldüğü gibi, o kadar kat’î, yakînî ve bâhir [açık] mu’cizeleri ve harika irhasatları ve şüphesiz delâil-i nübüvveti [peygamberlik delilleri] var ve o zâtı öyle bir tasdik ediyor ki, kâinat toplansa onların tasdikini iptal edemez.

ÜÇÜNCÜ ESAS: Hem o mu’cizât-ı bâhire [ap açık mu’cizeler] sahibi olan vahdâniyet [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] dellâlı [davetçi, ilan edici] ve saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] müjdecisi, kendi zât-ı mübarekinde [mübarek kişi] öyle ahlâk-ı âliye [yüksek ahlâk] ve vazife-i risaletinde [peygamberlik görevi] öyle secâyâ-yı sâmiye [yüksek ahlâk ve karakterler, vasıflar] ve tebliğ ettiği şeriat ve dininde öyle hasâil-i gàliye vardır ki, en şedit [çok şiddetli] düşman dahi onu tasdik ediyor, inkâra mecal bulamıyor. Madem zâtında ve vazifesinde ve dininde en yüksek ve güzel ahlâkları ve en ulvî ve mükemmel seciyeleri [huy, karakter] ve en kıymettar ve makbul hasletleri [huy, karakter] bulunuyor.

276

Elbette o zât, mevcudattaki [var edilenler, varlıklar] kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve ahlâk-ı âliyenin [yüksek ahlâk] misali ve mümessili [temsilci] ve timsali [görüntü] ve üstadıdır. Öyle ise, zâtında ve vazifesinde ve dininde şu kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ise, hakkaniyetine ve sıdkına [doğruluk] o kadar kuvvetli bir nokta-i istinaddır [dayanak noktası] ki, hiçbir cihette sarsılmaz.

DÖRDÜNCÜ ESAS: Hem maden-i kemâlât ve muallim-i ahlâk-ı âliye olan o dellâl-ı vahdâniyet ve saadet, kendi kendine söylemiyor, belki söylettiriliyor. Evet, Hâlık-ı Kâinat [bütün âlemleri yaratan Allah] tarafından söylettiriliyor. Üstâd-ı Ezelîsinden ders alır, sonra ders verir. Çünkü, sabık [daha önceden geçen] işaretlerde kısmen beyan edilen binler delâil-i nübüvvetle, [peygamberlik delilleri] Hâlık-ı Kâinat, [bütün âlemleri yaratan Allah] bütün o mu’cizâtı onun elinde halk etmekle gösterdi ki, o, Onun hesabına konuşuyor, Onun kelâmını tebliğ ediyor.

Hem ona gelen Kur’ân ise, içinde, dışında kırk vech-i i’câz [mu’cizelik yönü] ile gösterir ki, o Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tercümanıdır.

Hem o kendi zâtında bütün ihlâsıyla ve takvâsıyla ve ciddiyetiyle ve emanetiyle ve sair bütün ahval [durumlar] ve etvârıyla [haller, tavırlar] gösterir ki, o kendi namına, kendi fikriyle demiyor, belki Hâlıkı namına konuşuyor.

Hem onu dinleyen bütün ehl-i hakikat, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] keşif ve tahkikle [araştırma, inceleme] tasdik etmişler ve ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] iman etmişler ki, o kendi kendine konuşmuyor; belki Hâlık-ı Kâinat [bütün âlemleri yaratan Allah] onu konuşturuyor, ders veriyor, onunla ders verdiriyor.

Öyle ise, onun sıdk [doğruluk] ve hakkaniyeti, bu dört gayet kuvvetli esasların icmâına istinad eder.

BEŞİNCİ ESAS: Hem o tercüman-ı Kelâm-ı Ezelî, ervahları [ruhlar] görüyor, melâikelerle [melekler] sohbet ediyor, cin ve insi de irşad [doğru yol gösterme] ediyor. Değil ins ve cin âlemi, belki âlem-i ervah [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] ve âlem-i melâike [melekler dünyası] fevkinde [üstünde] ders alıyor ve mâverâsında [arkasında bulunan; öte] münasebeti

277

var ve ıttılaı [anlamak, bilgi sahibi olmak] vardır. Sabık [daha önceden geçen] mu’cizâtı ve tevatürle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] kat’î macera-yı hayatı, [hayat çizgisi] şu hakikati ispat etmiştir. Öyle ise, kâhinler ve sair gaibden haber verenler gibi, onun haberlerine değil cin, değil ervah, [ruhlar] değil melâike, [melek] belki Cibril’den başka Melâike-i Mukarrebîn [makam itibariyle Allah’a daha yakın olan melekler] dahi karışamıyor. Hattâ, ekser evkatta [vakitler] onun arkadaşı olan Hazret-i Cebrail’i dahi bazı geri bırakıyor.

ALTINCI ESAS: Hem o melek, cin ve beşerin seyyidi olan zât, şu kâinat ağacının en münevver [aydın] ve mükemmel meyvesi ve rahmet-i İlâhiyenin timsali [görüntü] ve muhabbet-i Rabbâniyenin [Allah sevgisi] misali ve Hakkın en münevver [aydın] burhanı [delil] ve hakikatin en parlak sirâcı ve tılsım-ı kâinatın [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] miftahı [anahtar] ve muammâ-yı hilkatin [yaratılışta gizli olan sır] keşşafı [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] ve hikmet-i âlemin [âlemin hikmeti, herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması] şârihi [kanun koyucu, şeriatı gönderen Allah] ve saltanat-ı İlâhiyenin dellâlı [davetçi, ilan edici] ve mehâsin-i san’at[san’at güzellikleri] Rabbâniyenin vassâfı; ve câmiiyet-i istidat [istidadın kapsamlılığı] cihetiyle, o zât mevcudattaki [var edilenler, varlıklar] kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] en mükemmel enmuzecidir. [nümune, örnek] Öyle ise, o zâtın şu evsâfı [özellikler] ve şahsiyet-i mâneviyesi [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] işaret eder, belki gösterir ki, o zât kâinatın illet-i gaiyesidir. Yani, “O zâta şu kâinatın Hâlıkı bakmış, kâinatı halk etmiştir. Eğer onu icad etmeseydi, kâinatı dahi icad etmezdi” denilebilir. Evet, cin ve inse getirdiği hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] ve envâr-ı imaniye [iman nurları] ve zâtında görünen ahlâk-ı âliye [yüksek ahlâk] ve kemâlât-ı sâmiye, şu hakikate şahid-i katı’dır.

YEDİNCİ ESAS: Hem o burhan-ı hak [hakdelili] ve sirâc-ı hakikat, [hakikatin lambası] öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki, iki cihanın saadetini temin edecek desâtiri [düsturlar, kanunlar] câmidir. Ve câmi olmakla beraber, kâinatın hakaikini [doğru gerçekler] ve vezâifini [görevler] ve Hâlık-ı Kâinat‘ın [bütün âlemleri yaratan Allah] esmâsını ve sıfâtını, kemâl-i hakkaniyetle beyan etmiştir.

278

İşte o İslâmiyet ve şeriat, öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir surette kâinatı kendiyle beraber tarif eder ki; onun mâhiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o din, bu güzel kâinatı yapan Zâtın, o kâinatı kendiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Nasıl ki bir sarayın ustası, o saraya münasip bir tarife yapar, kendini vasıflarıyla göstermek için bir tarife kaleme alır. Öyle de, din ve şeriat-i Muhammediyede (a.s.m.) öyle bir ihata, [herşeyi kuşatma] bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki, kâinatı halk ve tedbir edenin kaleminden çıktığını gösterir. Ve o kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine Odur. Evet, o nizam-ı ekmel, [çok mükemmel ve eksiksiz düzen] elbette bu nazm-ı ecmeli ister.

SEKİZİNCİ ESAS: İşte, mezkûr [adı geçen] sıfatlarla muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] ve her cihetle sarsılmaz, kuvvetli istinad noktalarına dayanan Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâm, âlem-i şehadete [görünen alem] müteveccih [yönelen] olarak, âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] namına, cin ve insin başları üzerine ilân ederek, istikbalde gelecek asırlar arkasında duran akvâma [kavimler] ve milletlere hitap edip öyle bir nidâ eder ki, umum cin ve inse, umum yerlere, umum asırlara işittiriyor. Evet, işitiyoruz.

DOKUZUNCU ESAS: Hem öyle yüksek, kuvvetli hitap ediyor ki, bütün asırlar onu dinler. Evet, aks-i sadâsını [sesin yankılanması] herbir asır işitiyor.

ONUNCU ESAS: Hem o zâtın gidişatında görünüyor ki: Görüyor, öyle haber veriyor. Çünkü en tehlikeli vakitlerde, kemâl-i metanetle, [mükemmel bir dayanıklılık, sebat] [kalıcı olma, sabit kalma] tereddütsüz, telâşsız söylüyor. Bazı olur, tek başıyla dünyaya meydan okuyor.

ON BİRİNCİ ESAS: Hem bütün kuvvetiyle, öyle kuvvetli davet edip çağırır ki, yarı yeri ve nev-i beşerin beşte birini, sesine karşı “Lebbeyk[“buyurun, emredin efendim”] dedirtti, سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا 1 söylettirdi.

ON İKİNCİ ESAS: Hem öyle bir ciddiyetle davet ve öyle esaslı bir surette terbiye eder ki, düsturlarını [kâide, kural] asırların cephesinde ve aktârın [bölgeler] taşlarında nakşediyor ve dehirlerin yüzlerinde pâyidar ediyor.

279

ON ÜÇÜNCÜ ESAS: Hem tebliğ ettiği ahkâmın [hükümler] sağlamlığına öyle bir vüsuk [doğruluk, güvenilirlik] ve güvenmekle söylüyor ve davet ediyor ki, dünya toplansa, onu bir hükmünden geri çevirip pişman edemez. Buna şahit, bütün tarih-i hayatı [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] ve Siyer-i Seniyesidir.

ON DÖRDÜNCÜ ESAS: Hem öyle bir itmi’nân [emin olma, tereddütsüz inanma] ile, bir itimad ile davet eder, tebliğ eder ki, kimseden minnet almaz, hiçbir müşkülâta karşı telâş etmez. Tereddütsüz, kemâl-i samimiyetle ve safvetle [arılık, berraklık] ve herkesten evvel kendisi amel edip kabul ederek, getirdiği ahkâmı [hükümler] ilân eder. Buna şahit ise, herkesçe, dost ve düşmanca malûm olan meşhur zühdü [Allah korkusuyla günahlardan kaçınıp kendini ibadete verme] ve istiğnâ[bir başkasına ihtiyaç duymama] ve dünyanın fâni müzeyyenâtına [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] adem-i tenezzülüdür.

ON BEŞİNCİ ESAS: Hem getirdiği dine herkesten ziyade itaati ve Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] karşı herkesten ziyade ubûdiyeti [Allah’a kulluk] ve menhiyâta karşı herkesten ziyade takvâsı kat’iyen [kesinlikle] gösterir ki, o, Sultan-ı Ezel [hüküm ve saltanatı bütün zamanları kaplayan Allah] ve Ebedin mübelliğidir, [tebliğ eden, bildiren] elçisidir. Ve o, Mâbud-u Bilhakkın en hâlis abdidir ve Kelâm-ı Ezelînin [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] tercümanıdır.

Şu on beş adet esasların neticesi şudur ki: Mezkûr [adı geçen] evsafla [vasıflar, nitelikler] muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] şu zât, bütün kuvvetiyle, bütün hayatında mükerreren [defalarca] ve mütemadiyen

فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 1 der, vahdâniyeti [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ilân eder.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ عَدَدَ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ * 2

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 3

ba

280

Bir ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] ve bir eser-i inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın yardım eseri, belirtisi]

وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ 1 mazmununa [mânâ, kavram] mâsadak [bir söz veya hükmü doğrulayan husus, doğrulayıcı] olmak emeliyle deriz:

Şu risalenin telifinde [kaleme alma] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bir eser-i inâyetini [Allah’ın yardımının eseri, neticesi] ve rahmetini zikredeceğim. Tâ, şu risaleyi okuyanlar ehemmiyetle baksınlar.

İşte, şu risalenin telifi, [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] hiç kalbimde yoktu. Çünkü risalet-i Ahmediyeye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) dair Otuz Birinci ve On Dokuzuncu Sözler yazılmıştı. Birden bire, şu risaleyi yazmak için mücbir bir hatıra kalbe geldi.

Hem kuvve-i hafızam, [bellek, hafıza duyusu] musibetler neticesi olarak sönmüştü. Hem meşrebimde, [hareket tarzı, metod] yazdığım eserlerde nakil suretiyle, kale-kîle suretiyle gitmemiştim. Hem yanımda kütüb-ü hadîsiye [hadîs kitapları] ve siyer [Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim] kitapları yoktur. Bununla beraber, “Tevekkeltü alâllah[“Allah’a dayandım ve güvendim”] diyerek başladım.

Öyle bir muvaffakiyet [başarı] oldu ki, Eski Said’in kuvve-i hafızasından [bellek, hafıza duyusu] ziyade hafızam yardım etti. Her iki üç saatte, sür’atle otuz kırk sahife yazıldı. Birtek saatte on beş sahife yazılıyordu. Ekser Buharî, Müslim, Beyhakî, Tirmizî, Şifâ-i Şerif, Ebu Nuaym, Taberî gibi kitaplardan naklediliyor. Halbuki bu nakilde hata olsa—hadîs olduğu için—günah olması lâzım geldiğinden, kalbim titriyordu. Fakat anlaşıldı ki, inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] var ve şu risaleye ihtiyaç var. İnşaallah sahih bir surette yazılmıştır. Şayet bazı elfâz-ı hadîsiyede veya râvilerin [hadîs rivâyet eden, bir hadîsi nakleden] isminde bir yanlış bulunsa, tashih edilerek müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımdan [kardeş] rica [ümit] ediyorum.

Said Nursî

Evet, biz müsveddeyi yazıyorduk. Üstadımız da söylüyordu. Yanında hiç kitap yoktu; hiç müracaat da etmiyordu. Birden bire, gayet sür’atli söylüyordu, biz de yazıyorduk. İki üç saatte otuz kırk, daha fazla sahife yazıyorduk. Bizim de kanaatimiz geldi ki, bu muvaffakiyet, [başarı] mu’cizât-ı Nebeviyenin bir kerametidir. [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik]

Daimî Hizmetkârı (Abdullah Çavuş), Hizmetkârı ve müsvedde kâtibi (Süleyman Sâmi), [dinleyen, işiten] Müsvedde kâtibi ve âhiret kardeşi (Hafız Halid), Müsvedde ve tebyiz [karalama olarak yazılan bir yazıyı temize çekme] kâtibi (Hafız Tevfik) [başarı]